Herkese iyi okumalar dilerim, yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin dostlarım 💝❣️
Motor çalışmıyordu. Anahtar yerinde ama dönmüyordu.
Arabanın içi ağırdı, hem sigaranın dumanından hem içimdeki yangından.
Cam buğuluydu; dışarısı soğuk, içim yanıyordu. Gecenin rüzgârı bile bana çarpmaktan çekiniyor gibiydi.
Sol elim direksiyona dayanmıştı, sağ elimde yarısından fazlası yanmış bir sigara...
Birkaç saniyede bir külünü silkeliyor ama her defasında aynı karanlık düşünceye geri dönüyordum.
Vera.
Gözlerimin önünden gitmeyen o bakışlar.
Ne zaman aklıma gelse, göğsümün tam ortasında ince bir cam kırığı batıyor gibi oluyor.
İçimde hâlâ onun teninin kokusu vardı.
Şampuanı yaseminli miydi yoksa ben mi öyle hatırlamak istiyordum, bilmiyorum...
Gülüşünde bile bir dua vardı, şimdi her susuşu bir lanet gibi dökülüyor üzerime.
Nefes aldığım her saniyede onu kaybettiğimi hissediyorum.
Serdar yanımda oturuyordu ama hiç konuşmamıştı.
Beni en iyi anlayanlardan biri, çünkü kelimeler yerine suskunlukları dinlemeyi bilen biri.
Bir ara başımı ona çevirdim ama bir şey demedim.
Bazen göz göze gelmek bile fazla gelirdi; çünkü dost dediğin, gözlerini bile kıpırdatmadan yanında durur.
Sigaramı dudağımdan çekip, küllüğe bastım. Sonra bir tane daha yaktım.
Dumanı içime çektim, ciğerlerim alışmış gibi yandı ama canım acımadı.
Canım zaten başka yerlerden acıyordu.
“Bir tek nefesinde yaşamak istiyorum…” dedim usulca.
Kime söylediğimi bile bilmiyorum.
Serdar duymuş olabilir, duymamış da.
İnsanların uykuda olması iyi geliyordu.
Çünkü uyanık birilerinin beni görmesini istemiyordum.
Erkek adam böyle ağlamaz derler ya…
Erkek adam en çok gece ağlar, kimse görmesin diye.
Gözlerim buğulanmıştı ama içerisi zaten karanlıktı.
“Ben ne zaman böyle oldum Serdar?”
Ama sessizliği bile sarhoştu, bana yoldaş gibi.
Koltuk arasında duran küçük su şişesine uzandım ama sonra geri bıraktım.
Beni Adar yapan her şeyin adı Vera’ydı.
Lal günlerime geri dönmek gibiydi; içimde konuşuyordum ama dışıma taşmıyordu.
Bir ara Serdar cebinden bir mendil çıkarıp bana uzattı.
Ama hareketi için minnet ettim.
Ama sanki o suskunlukta, “geçecek” dedi bana.
Ama içimden bir ses bağırıyordu:
“O geçmesin! Vera geçmesin… O geçerse, ben kimsede kalamam…”
Tam yeni bir sigara daha yakmıştım ki, o an cebim titredi. Ekrana baktım: Cemşit.
Serdar hemen başını çevirdi, o da hissetmişti o anın farklılığını.
Sigarayı bir kenara attım, ahizeyi alıp kısa bir "Efendim" dedim.
Cemşit’in sesi sertti, netti, fazla detaya girmedi:
“Adar, buldum onları. kaçıranlardan ikisi şu an eski taş ocağının orada. Konumu attım.”
Cümlesi biter bitmez, telefon ekranımda bir bildirim belirdi.
Damarlarımdaki kanın yönü değişti sanki.
Ciğerime çektiğim her nefes, bu sefer duman değil, öfkeydi.
Gözlerim kararır gibi oldu, direksiyona yönelirken Serdar bir şey diyecek oldu ama elimle durdurdum.
“Gidiyorum,” dedim. “Bugün her şeyin hesabını verecekler.”
Serdar bir an tereddüt etti, ama sonra gözlerimin içindeki karanlığı görünce sessizce başını salladı.
Araba bir anda canlandı, gecenin sessizliği motorun homurtusuyla parçalandı.
Camdan dışarı çırpınan ışıklar gibi geçiyordu her şey.
Ama içimdeki görüntü çok netti:
Evet, belki bugün... gerçekten biri olmam gerekirdi.
Ve kimse benim karıma dokunamazdı.
Yol uzundu ama öfkem onu kısalttı.
Kalbim ritmini değiştirmişti, artık sadece intikam için atıyordu.
Daha önce hiç bu kadar kararlı hissetmemiştim.
Sürat ibresi yükseldikçe, içimdeki adalet duygusu da yükseliyordu.
Yüzümde rüzgâr yoktu, çünkü camlar kapalıydı.
“Onlar benim gölgemden korksun Cemşit.”
Yolun sonunda taş ocağının paslı demirleri göründü.
Gözlerine bakmadan cevap verdim:
“Gözlerini kapatmayacaksın. Ne olursa olsun, bu gecenin sonunda olanlar gömülü olacak.”
Sonra elimi koltuğun altına attım.
Soğuk metal parmaklarıma dokundu.
Onu uzun süredir taşımıyordum ama bu gece onun zamanıydı.
Tabancayı belime taktım, gözlerimi gökyüzüne çevirdim.
Vera, senin için gideceğim oraya. Ve bu sefer susmadan.
Kapanmamış bir defteri kapatmaya gider gibiydim.
Ay, taş ocağının çatlamış yüzüne donuk bir ışık serpmişti. Gölgeler uzun, karanlık derin, ölümse sessizdi bu gece. Yanımda Serdar vardı ama o artık sadece bir tanıktı. Bu sahne bana yazılmıştı.
Elim silahın tetiğinde, kalbim bir davul gibi dövünüyordu kaburgalarıma. “Buradalar,” fısıldadı Serdar.
Zaten içimdeki her hücre onlara yönelmişti.
Kandaki pusula sadece bir yeri gösteriyordu:
Arkasından yaklaştım, nefesi daha ağzından çıkmadan susturdum onu. Silahımın ucunda susturucu, gözlerimde ölümün kendisi vardı.
Ama ben sadece eğildim, göz kapaklarını kapadım.
İkinci adam, uzakta nöbet bekliyordu.
Ay ışığında gölgesi düşüyordu yere.
Kurşunumu başıyla tanıştırdım.
Düşerken çıkardığı sesle bir kuş havalandı.
Bir yıldız daha söndü gökyüzünde.
Her biri bir başka günahı taşıyordu omuzlarında.
Ben ise birer birer arındırıyordum o günahı.
Bir şair gibi yazıyordum bu geceyi.
Serdar bazen arkamdan geliyordu,
bazen yerinde çakılı kalıyordu.
Altıncı adam, bana fark etmeden yaklaştı.
Döndüğünde bakışlarımız çarpıştı.
Gözlerimde ne gördü bilmiyorum…
Ama yere düştüğünde gözleri hâlâ bana bakıyordu.
Beden soğurken, bakışlar hâlâ sıcaktı.
"Bu kadar öfke nasıl sığar bir insanın içine?"
Yedinci, sekizinci, dokuzuncu...
Kurşun sesleri artık şiirimin nakaratıydı.
Her tetiğe bastığımda içimdeki o karanlık biraz daha büyüyordu.
Ama gecenin de kulakları vardı.
Bir mezar taşının ardında yakaladım onu.
"Ben dua etmeyi annemden öğrendim," dedim.
"Ama kabul olmayacağını da babam öğretti."
Ben kanlı bir şiirin baş kahramanıydım artık.
Karanlıkta saklanan o son vicdansız.
“Bir kadın… Bir kadın için bu kadar adama kurban gideceğini bilseydin, yapar mıydın?”
Yıldızlar, kurbanları sayıyor gibiydi.
"Bu sondu Vera. Sana söz… Artık kan değil, yalnızca hasret taşıyacağım kalbimde."
Adımlarım içeriye sinsice değil, kararlı girdi.
Bir zamanlar sadece duvarlardan ibaret olan bu ev,
bir hesap defteri kadar doluydu.
doğrudan hesap sormaktan yanaydım.
Her nefesim, dizginlenmeyen bir fırtına.
Üst kata çıkan merdivenleri çıktım.
Adımlarımı halı yutuyordu, ama gölgem büyüyordu duvarda.
O adamın odasını bilmesem bile,
içgüdülerim beni ona sürüklüyordu.
belki de artık kaçamayacağını anlamıştı.
Kalbindeki korku, tenine ter gibi sinmişti.
Bu değil… Bu sıradan bir intikam değil… Bu başka.
Sırtı duvara değdi, geriye kaçacak yeri kalmadı.
Bir zamanlar bir kadının korkularını hiçe sayan adam,
şimdi kendi korkusunun içinde boğuluyordu.
Bir babanın bedduası kadar dokunaklı.
“Ben… Ben sadece emirleri uyguladım… Yemin ederim!”
“Ben... ben sadece kardeşim için... Ne olacağını bilmiyordum...”
Her kelimesi içi boş bir çuval gibi düşüyordu aramıza.
Sırtını daha da bastırdı duvara.
“Ben senin sesini duydum. Kadının çığlığını sesinle boğuyordun.”
Bu adam benim ellerimde ağlamayı hak etmiyordu.
“Beni polise ver, ne olur. Ama öldürme. Lütfen…”
“Benim adaletim dosyalarla yazılmıyor.”
Belki ölüm, belki daha da beter bir şey.
Serdar sessizce kapıda belirdi.
O an her şey durdu. Saç telinden tırnağına kadar titreyen o adam, kaçacak yer kalmadığını çoktan anlamıştı. Ama yine de... o çürük cesaretiyle yalanlarını sıralamaktan vazgeçmiyordu.
Duvara daha çok yaslandı, omuzları kamburlaştı. Gözleri, kapının arkasındaki bir boşluğa takıldı sanki. Sesi çatallıydı, ama yine de konuşmaya çalıştı.
“Zorla... Yemin ederim... Zorla yaptırdılar bana.”
Adım atmadan sadece bakarak sordum:
“Kim zorladı lan seni? Hangi cesaret, hangi emir, hangi ahlaksızlık bir kadını kaçıracak kadar gözünü kararttı?”
Yutkundu. Gözleri doldu ama pişmanlıktan değil, korkudan.
“Konuşamam... Konuşursam... Kardeşimi öldürürler.”
Sanki kurşunu ağzıyla sıktı, dudakları titredi.
“Ben... Ben sadece aracıyım. Ne yapacağımı bile bilmiyordum. Ne kadar ileri gideceklerini de... Bilmiyordum.”
Kısa bir kahkaha attım, acı dolu ve karanlık.
“Bilmek istemedin. Çünkü paranın sesi, bir kadının çığlığından daha yüksek geldi.”
“Kim lan? Adını ver bana. Emir verenin adını.”
Gözlerim gözlerine çakıldığında nefesi kesildi.
Omzundan tuttum, silkeleyerek duvara savurdum.
“Bilmiyorsun ha?! Kadını kaçırırken, bağlarken, o pis ellerinle gözünü kapatırken bilmediğin tek şey vicdanındı!”
“Adını veremem... O...Onu söylersem... kardeşim yaşatılmaz.”
O an içimde bir fırtına daha koptu.
Vera'nın titreyen elleri gözümün önüne geldi.
Göğsünü tutarken söylediği o söz:
“Çocuğumun da hayalleri çalınacak diye korkuyorum...”
Serdar hâlâ kapıda, tek kelime etmeden izliyordu.
Ama ben, artık sadece izlemeyecektim.
Yavaşça diz çöktüm adamın karşısında.
“Sana son kez soruyorum. Kim verdi o emri?”
Gözümün içine bakmasını bekledim.
“Kim benim karımı kaçırdı, kim onun canını korkuyla doldurdu, kim seni öne sürdü?!”
O sessizlikte, sadece kalbinin attığını duydum.
Adam hâlâ yerdeydi. Dizlerinin üstünde, yüzü avuçlarında saklıydı. Korkunun teri alnından boncuk boncuk süzülürken, ben ona eğildim; ama bu kez öfkem değil, gözlerimdeki karanlık sükûnet konuştu.
Bir yudum daha yutkundu. Sonra... sesi neredeyse bir çocuk gibi çatladı.
“Beni... beni ve kardeşimi koruyacağına söz ver.”
“Yemin et. Yemin et ki kardeşime bir şey olmayacak. Ben sadece emir aldım, ben... ben abisiyim onun.”
Gözleri yaşla değil, çaresizlikle doluydu.
Ve ben o gözlerde kendimi gördüm bir an, Vera’ya zarar gelmesin diye susan, korumak için susturulan bir halin izdüşümü gibi...
“Koruyacağım. Sana da, kardeşine de bir şey olmayacak. Ama adını ver artık. Kiminle savaştığımı bileyim.”
Adamın dudakları titredi. Serdar göz ucuyla bana baktı.
Duvarlar bile nefes alıyordu sanki.
Dudaklarıyla adımı bir kez mırıldandı önce.
Sonra sesine biraz cesaret yüklendi.
Başımı bir milim bile çevirmedim. Sadece kulaklarım o ismi içine gömdü.
İçim... içim öyle bir sarsıldı ki, sanki yeryüzü ayaklarımın altından çekilmişti.
“Ali...” diye yineledi. “Adını bile anmak istemiyorum ama... o verdi emri. O ayarladı her şeyi. O planladı. Her şeyi...”
“Ben sadece taşererdim. Ama senin karının o halde olacağını... vallahi bilmiyordum. Ben sadece yanıma alacaktım... o yaptı her şeyi.”
Serdar, alnındaki damarı belirginleşmiş halde bekliyordu.
Ben ise sadece bir kelimeye tutunuyordum şimdi.
Ali.
Ama bu kez gökyüzünde değil, yüreğimin tam orta yerindeydi.
Dudaklarımdan dökülmedi bu kelime. O adamın ağzından çıkarken ben içimde bir duvarın çatladığını duydum sadece. Ali... Bu isim, bu kadar tanıdık, bu kadar yakın olmamalıydı bana. Ve şimdi, başımı yavaşça kaldırdım.
"Ali mi dedin?" Sesim çatallandı, boğazıma bir taş düğümlendi sanki.
Adam başını eğdi. Gözlerinde korkudan çok pişmanlık vardı. Ellerini ovuşturuyordu, dilini yutmuş gibi. Ama ben o ismin gölgesinde asılı kalmıştım.
"Yapmaz... Yapamaz!" dedim. Bir adım geri attım. Nefesim yetmedi, göğsüm daraldı. "O beni karşısına alamaz!"
Ama içimde bir başka ses, tıpkı bir kurşun gibi sinsice mırıldanıyordu:
"İnsan en büyük ihaneti en beklenmedik insanlardan yer..."
Dünyanın sesi yoktu artık, sadece kalbimin vurduğu yere çekilen bir perde gibiydi zaman.
"Ali… " diye fısıldadım kendi kendime.
Cevap yoktu ama bedenim, adımlarım bile titriyordu.
Eğer oysa… Eğer gerçekten oysa….
Düşünme... Düşünme Adar... Yoksa o düşünce içinde kaybolur gidersin. Silahımdan bir kurşun fırladı. Art arda. Kime değdi, kime çarptı bilmiyordum ama bu patlamanın sesi bile beni dizginleyemezdi.
Artık düşmanımın adını biliyordum.
Ve ne yapacağımı da biliyordum...
✨
Konağa varmak ilk defa bu kadar geç sürdü. Direksiyonun başında ellerim titrerken, zihnimde dönüp duran tek bir isim vardı: Ali. İhanetin, acının ve öfkenin taşıdığı o lanetli isim. Yanımda Serdar, sessizliğiyle destek olmaya çalışıyordu ama kelimeler boğazıma düğümlenmiş, dilime ihanet etmişti sanki.
Konağın büyük kapısı önünde arabadan indiğimizde hava soğuktu ama içimdeki öfke ateş gibi yanıyordu. Avluya girdiğimizde gözlerim istemsizce çevreyi taradı. O an, ruhum bir kez daha delik deşik oldu.
Ve onun hemen yanında, Avşin. Kız kardeşim. Tertemiz, masum yüzü sanki çoktan karar vermiş gibi duruyordu.
“Avşin?” dedim kısık bir sesle, ne ben duydum sesimi ne de o yüzüme baktı.
Serdar hemen adım attı, kaşları çatılı. “Avşin, burada ne işin var?”
Ali bir adım öne çıktı, kardeşini arkasına alarak korumacı bir edayla gerildi. “Bu evliliğin berdel olduğunu unuttunuz herhalde. Madem Adar karısına sahip çıkamadı, karısı ondan boşanacak… O halde benim kardeşim daha fazla o evde kalamaz.”
O söz bir kırbaç gibi sırtıma indi. İçimde bekleyen fırtına artık duramazdı. “Sen ne diyorsun lan!” diyerek dişlerimi sıkarak üzerine yürüdüm. Serdar kolumdan tuttu, ama öfkem zincirlerini kırmıştı çoktan.
Konağın kapıları gürültüyle açıldı. Halam... Ardından Ali'nin annesi, yüzünde kararsız bir telaş. Serdar’ın eşi ise Avşin’e doğru yürüyordu. Kızcağız öylece orada, iki adamın savaşı arasında kalakalmıştı.
“Yeter! Ayırın şunları!” dedi halam, ama ben Ali’nin gözlerinin içine öyle bir bakmıştım ki... artık kelimeler işe yaramazdı.
Hepsi aynı anda yumruk gibi göğsümde.
Ali’ye daha da yaklaştım, Serdar ve halam beni tutmaya çalıştı ama artık susmuyordum:
“SİKERİM LAN SENİ DE TÖRENİ DE, KIZI EVİNDEN ALIP GETİRMEK DE NEDİR! TÖREN BATSIN! BERDELİN DE BATSIN!”
"Bakıyorum da, senin dilin bir açıldı pir açıldı Adar efendi!" O da üzerime gelmeye kalktı ki,
Konağın büyük avlusunda yankılanan bir ses her şeyi susturdu.
Konağın taş merdivenlerinden ağır ağır inen bir çift ayak sesi işitildi.
O elleri titreyen, ama gözleri hâlâ kasırga gibi dönen yaşlı adam...
“Yeter!” diye haykırdı. “Ne oluyor burada! Hangi yangını söndürüyorsunuz, hangi yıkımı büyütüyorsunuz ha! Kan mı dökülecek bu avluda? Hâlâ akıllanmadınız mı siz!”
Adımlarım geri gitti, yüreğim öne düştü.
Hem dumura uğramış, hem terk edilmiş...
Ve şimdi, son kalan yuvamda bile huzur kalmamıştı.
Dedem bastonunu taş zemine öfkeyle vurdu, gözleri yılların ağırlığına, savaşların kalıntısına rağmen hâlâ cam gibi keskindi.
“Yetti artık!” diye bağırdı, sesi dağın yamacından geri dönecek kadar sertti. “Bu mu sizin soy dediğiniz! Bu mu ağa soyundan gelmek! Herkes susacak!”
Bir anda herkes sustu. Ali’nin dudakları titredi, Avşin gözlerini yere kaçırdı. Serdar başını öne eğdi. Ben... ben olduğum yere çakıldım. Öfkemin içinde boğulurken, şimdi dedemin sesi beni başka bir kuyunun içine çekmişti.
“Adar!” dedi bana doğru bastonunu sallayarak. “Kanla mı yazacaksın kendi kaderini?”
Yutkundum. Boğazımda bir düğüm, yüzümde utancın donuk resmi...
“Ve sen Ali!” Dedem dönerek onun üzerine yürüdü. “Sen ki amcanın oğlu, sen ki bu toprağın ekmeğini yedin. İhanetinle hangi yüzle durursun burada? Kardeşini bu yangına atıp da kendini nasıl aklarsın?”
Ali bakamadı dedemin yüzüne. Sadece arkasındaki Avşin’e siper olmaya çalıştı.
“Bu topraklarda bir zamanlar söz namustu!” dedi dedem. sesi çatallandı ama hâlâ dimdikti. “Şimdi ne oldu da kardeş kardeşe silah çeker hale geldi? Kadının adı ne zaman satranç taşına döndü ha? Kız çocukları ne zaman pazarlık oldu? Ben bu konağı inşa ettiğimde duvarları taşla değil, dua ile ördüm. Siz hangi lanetle yıktınız onu?”
Gözlerim ıslandı. Ama dökmedim. Dökemezdim. Bu gözyaşı, dedemin önünde ağırlıktı.
"Siz annemi o caninin elinden almadığınız zaman kırıldı o taşlar çoktan!" Bu sefer dedemin üzerine yürüdüm ama Serdar kolumdan tuttu.
“Ben yoktum! O lanetli gün ben yoktum! Ama eğer olsaydım o cani dediğin oğlumu da buna engel olmayan herkesi de yakar geçerdim oğlum!”
"Çünkü sen de onun gibisin." Başını salladı. Artık cüsseme bile bakmadan hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. "Çünkü sende adam öldürmekten hapislerde yattın. Oğlunda senin izinden yürüyor işte."
"Sakın!" Yaşlı gözleri ıslandı. Üzerime geldi, parmağını kaldırdı ama titriyordu. "Ben kan davası için yaptım ne yaptıysam! Bir kadına ne el kaldırdım ne silah çektim. Vurduysam bile yine kendi dengimden birini vurdum! Ama o kanı bozuk it, benim oğlum olamaz! Benim izinden yürüseydi karısına sesini dahi yükseltecek cesareti olmazdı!"
"Bu sizi iyi mi yapıyor?!" Başını sağa sola salladı. Sanki artık susmamı ister gibiydi ama sustuğum günler artık geride kalmıştı.
“Sen Vera’nın canına değil, kalbine dokunacaktın oğlum. Şimdi onun kalbi senden korkuyor.”
Avlu sessizdi. Bir kuş bile uçmamıştı sanki.
“şimdi... Her şeyi unut diyemem ama, git ve karınla konuş. Ne yaprasan yap. Seni bırakmasına izin verme." Ali'ye döndü. "Onun cezasını ben keseceğim." Ama hayır, olmazdı. Onun cezası tabii ki de benden olacaktı.
“Bu mesele burada bitmeyecek!” dedi dedem son kez. “Ama burada kan akmayacak! O kurşunu ben havaya sıktım, bir daha biri sıkar da yere düşerse... işte o zaman bedeli ağır olur!”
Sonra dönüp bastonuyla yavaş yavaş merdivenlere çıktı.
Ayaklarım mıh gibi çakılıydı taş zemine, ama kalbim öyle bir çarpıyordu ki, sanki yerin altından volkan gibi fışkıracak, her şeyi yakacaktı. Dedem yavaş yavaş arkasını dönüp merdivenlere çıkarken içimdeki o düğüm boğazımı delip geçti.
“Dede!” dedim, sesim avluda yankılandı, bir öfke değil, bir hüküm gibiydi. “Dur.”
Herkes bir anda bana çevrildi. Dedem yavaşça durdu, başını geriye çevirdi. Gözleri gözlerime kilitlendi. Bastonunu yere sabitledi.
“Bu iş burada bitmedi,” dedim. “Senin bastonun toprağa, benim yüreğim ateşe bastı bugün. sen evladını korumaya çalışıyor sanırsın ama... Vera’yı kaçıran o!” Parmağım titremedi. Ali’ye doğrultmuştum. “O yaptırdı! Karımı, çocuğumu kaçıran, ona el kaldıran adamları tutan oydu!”
Avlunun üstüne buz gibi bir sessizlik çöktü. Dedemin gözleri büyüdü. Önce bana, sonra Ali’ye döndü.
“Bu doğru mu?” dedi, sesi kısılmış ama hâlâ tok.
“Yalan!” diye fırladı Ali. “Bu ne diyor dede! İftira bu!”
Annesi hemen yanına geldi, ellerini oğlunun omzuna koydu. “Ali’m... yapmadı böyle bir şey! Aklını mı kaçırdın Adar, bu nasıl laf?”
Halam elini ağzına götürdü, gözleri yuvalarından çıkacak gibi. Esra, Serdar'ın yanıba çekildi, bakışları kaygıyla bana, sonra Avşin’e döndü.
Ali'nin gözlerinde bir panik vardı artık. Ama o panik öyle tanıdıktı ki... her yalanı yakalanmış adamın gözünde gördüğüm panikle aynıydı.
“İftira diyorsun ha?” dedim bir adım atarak. Sesim çatallıydı, ama öfkem dimdik. Dişlerimi sıktım, avuçlarım yanıyordu. “Ben seni öldürmeyim de kimi öldüreyim ha?! Kimden çıkarayım bu yangını, bu acıyı, bu ihanetin hesabını?!”
Üzerine yürüdüm, gözlerim delik deşik ediyordu onu. “Benim yuvamı yıkan sensin lan! Karımı kaçıran sensin! Çocuğumun annesini korkutan sensin! Şimdi çıkıp ‘ben yapmadım’ mı diyorsun?!”
“Yeter Adar!” dedi dedem, ama bu kez bastonu yere değil, yüreğimize indi. “Bunlar doğru mu Ali? Doğruysa senden evlat olmaz, doğru mu bu!”
Ali’nin dudakları titredi, ama hâlâ susuyordu.
Dedem o an bir daha yürüdü, Ali’nin tam karşısında durdu. “Son bir kez soruyorum... Sen mi yaptın?”
Ali bir an bakışlarını kaçırdı. Sonra dudaklarının arasından sadece bir kelime sızdı: “Hayır.”
Ama o kelimenin ardındaki tereddüt... suskunluk... inkar bile kendine inanmıyordu.
Ve ben... içimdeki o yangınla, gözümde her şeyi yakacak bir karanlıkla... hâlâ ona bakıyordum.
Avlunun ortasında Ali’nin sesi yankılandığında sanki kalbim değil, yerin altı çatladı da içimden bir şeyler sarktı toprağa.
“o da benim.. Babamı öldürdü!”
Gözlerimde bir anlığına boşluk oluştu. Söylediği söz, göğsüme indirilen paslı bir kürek gibiydi. Ruhumu kazıdı.
O an dedemin sesi yükselmeden, bedeninden yükselen o alevi gördüm. Elinin tersiyle Ali’ye öyle bir tokat vurdu ki… Ali’nin başı bir tarafa savruldu, tıpkı çocukken yaptığı yaramazlıkları yakaladığında benim yanağıma patlattığı tokatlar gibi, ama bu defa içinde sadece öfke değil, ihanet vardı.
“Sustum sustum, artık yeter!” diye bağırdı dedem. Gözleri yaşlıydı. “Benim adımı taşıyan biri nasıl olur da bu konağın arkasından iş çevirir! Kanımdan biri, torunum, nasıl olur da ailesine ihanet eder!”
Ali yüzünü tutarken yere çömeldi. Etrafı sessizlik örttü. Kadınlar elleriyle ağızlarını kapattı. Halam bir adım geri çekildi, Ali'nin eşi dua mırıldanır gibi titredi. Herkesin yüzünde aynı ifade: şok, utanç, inançsızlık.
Ben?
Ben içimde kopan tufanı dışarı salmamaya çalışıyordum ama... Artık yetmiyordu.
Ali geri çekildikçe daha da küçülüyordu gözümde. O bir zamanlar aynı sofrada bana kaşık sallayan çocuk… artık bana sadece lanet gibi görünüyordu.
Ve dedemin elleri titriyordu. Bize değil, zamana öfkeliydi artık.
Avlu, yalnızca taşlardan değil, pişmanlıklardan da örülmüştü o gece.
Zelal’in sesi taş duvarlardan seken yankılar gibi ardımdan vurduysa da... hiçbir şey duymadım o an. Kulaklarımda yalnızca kalbimin uğultusu vardı, kaybın, hayal kırıklığının ağır ritmi.
Avşin’in kolunu tuttum. Hafifçe, ama kararlılıkla. Gözlerinde korku yoktu, yalnızca şaşkınlık... ve belki de minnet.
“Senin yerin burası değil,” dedim boğazımdan zar zor çıkan bir sesle. “Bu çatının altına, artık hiçbirimiz ait değiliz.”
Onu yanımda sürükler gibi yürüdüm. Her adımımda geçmişin yüküyle eğilen bedenimi, bu defa vicdanım dik tutuyordu. Konağın taş merdivenlerini inerken arkamızdan yankılanan o ses...
“Bırak kızımı! Adar! Kızımı bırak!”
Zelal, gözyaşları içinde koştu arkamızdan.
O da susmuştu yıllarca. O da görmemişti. O da örtmüştü üstünü her şeyin.
Belki o da ilk defa özgürlükle tanışıyordu.
Belki, ilk defa bir adamın gölgesinde değil, bir insanın vicdanında yürüyordu.
Kapıyı kapattığımda arkamdan koşan sesler vardı hâlâ.
“Adar, dur! Nereye götürüyorsun kızımı!”
Ama ben... ben artık durmazdım.
Suskun kaldım, sevdim, korudum da ne geçti elime?
Kendimden başka herkese inandım.
Direksiyona geçtiğimde ellerim hâlâ titriyordu.
Ama gözüm yolda, aklım geçmişte, kalbim artık sadece gerçeğin izindeydi.
Geceyi yararak, taş duvarları ardımda bırakarak…
Avşin, sessizce camdan dışarı bakarken ben sadece fısıldadım:
“Bu defa kimseyi geride bırakmayacağım.”
Arabayı konağın taşlık ön avlusuna sürdüğümde gecenin sessizliğini tekerlerin uğultusu yardı. Bahoz Ağa’nın konağı karanlık bir heybetle karşılıyordu bizi. Göğsümdeki sancı kaburgalarımı çatlatacak gibiydi ama bu sancı sadece bir adamın öfkesi değil; bir yüreğin son çırpınışıydı. Yan koltukta oturan Avşin sessizdi, gözlerini ellerine dikmişti. Her şeyin farkındaydı ama kimsenin söyleyemediğini konuşmuyordu.
Frenlere bastım. Arabanın ön farları konağın taş duvarlarını aydınlattığında, gölgeler içinden biri çıktı. Baran’dı bu. Üstünde kahverengi ceket, dağınık saçları ve gözlerinde kayıp bir geceden arda kalmış kırık cam parçaları gibi mahzunluk. Avşin'i görür görmez sarsıldı. Sanki bir hayal görmüş gibi… Sonra yerinden fırladı. Kapıyı ben açmadan Avşin indi. İki aşığıb kavuşması bir çığlık gibi çarptı geceye.
“canım…” dedi o da. Sesleri birbirine karıştı.
Sarılışları çocukluk anılarından fırlamış gibiydi. Sımsıkı. Tüm küslükleri, kırgınlıkları unutturacak kadar sahici. Gözlerimi kaçırdım. Öyle kucaklaşmalar bana dokunuyordu, çünkü ben Vera’ya sarılamıyordum.
Gözlerinde hem minnet, hem hüzün vardı ama dili sertti.
Adımlarımı ağır ağır attım ona doğru.
Sesimi düz tuttum ama kelimelerim keskin bıçak gibiydi.
“Ben sana karını getirdim Baran. Şimdi sen de bana karımı vereceksin.”
Bir uğultu koptu avludan. Tam o sırada konağın geniş taş merdivenlerinden Bahoz Ağa ağır adımlarla çıktı. Onun gelişi gecenin yönünü değiştirdi. Omuzları dik, alnı öfkeyle çizilmişti.
“Yeter be! Kızım seni istemiyor! Niye zorluyorsun ha, niye zorluyorsun?!”
Sözleri gürlediği gibi konağın balkonuna da ulaştı.
Üst katta, ahşap korkulukların hemen gerisinde.
Ama gözleri yalnızca bana kitlenmişti.
Bana bakışı, içimde yılların tortusunu kaldıran bir fırtınaydı.
Bir yerde ikisinin tam ortasında, sanki “yeter artık” diyordu bana gözleri.
Bana ait olanı, kalbimi, ömrümün anlamını bırakamazdım burada.
“Berdel dediniz, tamam! Sustuk!” dedim.
“Örf dediniz, tamam! Kabul ettik! Ama ya sevda? Hani insanın seçtiği kader? Onu nereye koyacağız Bahoz Ağa?”
Konağın kadınları, balkonlara toplanmıştı. Kiminin eli ağzında, kiminin gözünde yaş.
Bu sadece bir hesaplaşma değildi artık…
Bu, iki kalbin kavgasıydı töreyle, korkuyla, zincirlerle.
“İster konuş ister sus Vera…” dedim içimden.
“Ama o gözlerinle bir kere ‘kal’ de bana…
Ve sonra bir adım daha attım ileri.
Tüm öfke, geçmiş, kin ve sevda karışmışken…
Rüzgâr, o an her şeyin tanığıydı. Bahoz Ağa'nın sert bakışları, Baran’ın yumruk gibi sıkılmış elleri, Zelal’in arkamdan yankılanan “dur!” çığlığı… Hepsi, sanki bir rüyanın fonuydu sadece. Asıl gerçek, Vera’nın bana doğru merdivenleri inerek geldiği o andı.
“Seni istemiyorum artık!” diye bağırdı.
“Senden korkuyorum, anlamıyor musun Adar! Bitti bu iş! Bitti!”
Sözleri, göğsüme çarpan elleriyle aynı sertlikteydi. Her vuruşu kalbime indi, her sözcüğü canıma kast etti. Ama yine de durmadım. Duramazdım. Çünkü bir adam, bazı hayatlardan çıkamazdı. Ve ben onun hayatından çıkmak istemiyordum.
Hiçbir şey söylemeden, bir anlık bir kararla, Vera’yı usulca ama hızla kucakladım. Çırpındı, bağırdı, saçımı çekti. “Bırak beni!” diye haykırdı ama ben kararlıydım.
Avuçlarımda onun nefesi, kalbimde onun korkusu vardı ama yolum belliydi. Konağın önündeki sessizliği ayak seslerimle yardım. Herkes donup kalmıştı. Kimse, Adar bir delilik eder de Vera’yı alıp götürür, demezdi. Ama ben, tam da oydum. Öyle hızlı davranmıştım ki bir an ayağım yerden kayacak gibi oldu ama hızlıca toparladım.
Arabaya vardım. Kapıyı açtım, onu içeri bıraktım. O çıkmaya çalıştı, bağırdı, direndi. Kapıyı sertçe kapatıp kilitledim. Sonra direksiyona geçtim. Baran, babasının önüne geçmişti. Avşin ise kaynanasını tutmuştu. Çünkü herkes biliyordu, biz Kaçak Gökçek aşk yaşayan birileri değildik. Biz karı kocaydık, ve karı koca arasına girilmezdi.
İlk vites, ikinci vites… Tekerler taşlı toprakta iz bırakırken arkamdan sesler yükseldi. Bahoz Ağa bağırdı. Sonra bir el işaretiyle adamları harekete geçirdi. Ama ben gazı sonuna kadar bastım.
Arkamda toz bulutları, önümde kaçış yolları. Dağ yollarına saptım. Hiç girilmemiş patikalara, kimsenin bilmediği kestirmelere. Vera camı yumrukladı, bağırdı, ağladı. Ama ben suskun kaldım. Her çığlığında içimde bir şeyler parçalanıyordu. Ama ona tek bir sözüm vardı:
“Gitmeyeceğim Vera. Gözümün önünden bir kez daha kaybolmana izin vermeyeceğim.”
Telsiz sesi gibi yankılandı içimde. Peşimdekiler bir bir kayboldu. Tozlar onların görüşünü örttü, dağ yolları izlerini yuttu. Ve ben... sonunda sadece onun nefesini duyar oldum.
Bütün dünya sustu. Geriye sadece biz kaldık. Arabanın içinde hâlâ çırpınıyordu Vera, elleri camlarda, sesi boğuk ve titrek. Ama artık hiçbir haykırış geri döndürmüyordu beni. Sanki bütün yollar kapanmıştı da bir tek bu patika kalmıştı bize.
Asfalt biteli çok olmuştu. Dağ yolları kıvrıldıkça, Vera'nın sesi de yorgun düşüyordu. Kalbi çırpınsa da nefesi yorulmuştu. Ve ben… direksiyona yapışmış ellerimle, hayatımın en kararlı kaçışını sürüyordum.
Sonunda... o eski taş duvarlı, çam ağaçlarının ardına gizlenmiş dağ evine vardık. Rüzgârın bile yolunu şaşıracağı bir yerdi burası. Ne telefon çekerdi, ne bir ayak sesi duyulurdu. Yalnızdık artık. Bu yalnızlıkta ona kavuşmaktan başka çarem yoktu. Arabayı durdurdum. Derin bir nefes aldım. Motorun uğultusu kesildiğinde, yüreğimdeki fırtına daha gür duyulur oldu. Kapımı açtım. Soğuk hava yüzüme vurdu ama içimdeki alev dinmedi.
Yavaşça arabadan indim. Ardından onun kapısına yöneldim. Hâlâ kaçamak gözlerle bakıyordu, öfkesi ve korkusu arasında sıkışmış bir bakıştı bu. Kapıyı açtım. Eğildim, göz hizasına geldim.
“Gel karıcığım,” dedim. Sesim ne kadar yumuşaksa, inadım da o kadar sertti.
O an bir şey koptu Vera’da. Gözleri büyüdü, çenesi titredi.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun Adar?” diye bağırdı.
“Seni istemiyorum artık! anlasana!”
Bir adım geri attı ama koltuğun gerisi izin vermedi. Ellerini omuzlarıma dayadı, itercesine, vazgeç dercesine.
“Buraya zorla getirdin! Bu mu senin sevdan? Bu mu?”
Gözlerinin içi cam gibi parlıyordu. Kırılmış ama hâlâ parlayan bir cam.
Ben onun her kelimesini içimde yankılayan tokat gibi hissettim. Ama bu yolun dönüşü yoktu. Bu sevdadan kaçmak benim için artık ölüm gibiydi.
Dudaklarım aralandı. Soğuk dağ havasında buhar gibi yükselen nefesimle bir cümle döküldü:
“Ben seni kaybetmeye razı değilim Vera. Hangi yoldan gidersem gideyim, sonum sensizse ben o yolu yürümem.”
Eve bakmadan, bir adım geri çekildim.
“İn… ya birlikte iyileşeceğiz, ya da burada birlikte yanacağız.”
Arabadan inmesini bekledim. Kaderin kapısını birlikte açacaktık belki. Belki de o kapı sonsuza dek kapalı kalacaktı.
O lanet olası kapıya tutunmuş gözleriyle, inadını öyle sıkı sarmalamıştı ki kendine, sanki ben değil de o, bu dağ başına beni sürüklemişti. Dişlerinin arasından nefesini öfkeyle üflüyordu. Göz göze geldiğimizde, içinde bir şeylerin hâlâ beni sevdiğini gördüm. Ama sevgi yetmiyordu artık. Sevgi bazen sadece susuyordu, direniyordu, kaçıyordu.
“İn,” demedim bir daha. Gerek yoktu. Sesimle değil, adımlarımla konuştum bu kez.
Kapıyı genişçe açtım. Bütün kaçışlarını boğacak kararlılıkla eğildim, kollarıma aldım onu. Çırpındı. Omzuma vurdu. Ayakları kapıya takıldı, dizleriyle direndi ama…
Ama ben çoktan kararımı vermiştim.
Onu omzuma attığımda, içimde öyle bir sızı yükseldi ki, ciğerlerim daraldı. Bunu ona yaptığım için değil… Bunu yapmak zorunda kaldığım için.
“Bırak beni!” diye bağırdı, sesi rüzgârla çarpıştı.
Ama o ses, artık içimde yer bulamıyordu. Çünkü kalbim zaten yeterince yankı yapıyordu onun adını.
Dağ evinin kapısına vardım. Rüzgâr çamları eğdi, gece biraz daha koyulaştı. Anahtarı cebimden çıkardım. Titreyen ellerimle değil, titreyen ruhumla kilidi çevirdim.
Vera hâlâ diriniyordu. Hâlâ o inatçı kadındı. Ama ben de artık o sabırlı adam değildim.
Evin içi soğuk, nemli ve karanlıktı. Ama benim içimde yanmakta olan o ateş, bütün duvarlara yeterdi.
Vera’yı bırakmadım hemen. Sanki bıraksam bir daha tutamayacakmışım gibi, sanki o an koparsa biz de kopacağız gibi.
O hâlâ gözlerimin içine bakmıyordu.
Bakışlarında buz gibi bir öfke vardı.
Ama o öfke… bir çocuğun annesine kızması gibiydi; haklı ama çaresiz.
“İstemiyorum seni, Adar! Anlasana artık!”
Sözleri sanki bir kılıç gibi saplandı göğsüme.
Sonra birden yaklaştı bana, elleri yumruk oldu.
Yumuşak, titrek, ama içi dolu vuruşlardı bunlar.
“Senin sevdan boğuyor beni! Ben senin içinde kayboluyorum! Neden anlamıyorsun?”
Ben ne yapacağımı bilmiyordum.
Hangi kelime söndürebilir gözlerinden taşan bu yangını?
Ama kalbim… kalbim ihanet etti bana.
Ve ne zaman, nasıl olduğunu anlamadan…
Kendimi onun dudaklarında buldum.
sanki bütün bu zaman, o da bu teması beklemiş gibiydi.
Ben de onunla birlikte çöktüm.
Bir zamanlar üzerine yattığımız çimenler geldi aklıma.
Şimdi soğuk taşların üstünde diz çökerken, kalbim hâlâ o eski yazlarda yatıyordu.
Sonra, hiç beklemediğim bir şey oldu.
neredeyse bir duayla fısıldadı:
Ve işte o an, dünya tekrar dönmeye başladı.
Kendi eksenimde değil, onun kalbinde.
Bu söz, rüzgârdan bile daha derinden geçti içimden.
Omzuma yaslanmış, küçülmüş, bunca zaman güçlü durmaya çalışan kadının şimdi ilk kez kendi kalbine sığamadığını hissettim.
Ben o anda sadece ona sarılmakla kalmadım.
İçimdeki bütün kırıkları, bütün suskunlukları, bütün delice sevmeleri de sardım onun etrafına.
Kollarımı omuzlarına doladım, alnımı saçlarına yasladım.
Zaman yok oldu. Dağ yok oldu. O eski taş ev bile bizim nefesimizde kayboldu.
Sesim, nefesimden ayrı bir şey değildi artık.
“Seni de özledim… Bizi de... Kaybettiklerimizi, susup durduklarımızı… hepsini.”
Bir gözyaşı yanağımdan içeri düştü, onun gözyaşı mıydı, benim mi, bilmiyorum artık.
Kucağımda ağlıyordu ama içimde gülümsüyordu sanki.
Bir fırtına içten içe geçip gidiyordu üzerimizden.
Sonra başını çekti usulca, gözlerimin ta içine baktı.
İnsanı delirten ve iyileştiren o gözler…
“Lanet olsun… lanet olsun kalbime... Söz geçiremiyorum ona… Git diyorum ama… Gitmiyor işte. Her seferinde sana dönüyor...”
İçinde bir savaş vardı, hem benden kaçmak istiyor gibiydi hem de bana gömülmek.
O ince parmaklarını avuçlarımda sıktım.
Gözlerime çöken yaşları silmeden, dudaklarımda yarı bir gülümseme, yarı bir sitemle söyledim:
“Kalbine söz geçirme Vera... Bırak nasıl istiyorsa öyle davransın. Seviyorsa ağlasın, özlediyse bağır, kızdıysa vur ama… saklama artık. Kalbini benden saklama.”
Bir damla daha süzüldü yanaklarından.
O an ne zaman geçmiş vardı ne gelecek.
Saklanacak bir şehir yoktu, dönecek bir ev kalmamıştı geride.
Sadece bu taş evin sessizliği,
ve kalplerimizin boğuk çarpıntısı.
İçimde öyle bir şey kıpırdadı ki...
Bazı insanlar kaçılmak için değil, yakalanmak içindir.
Ve biz ne kadar kaçarsak kaçalım, birbirimizin avuçlarında saklanıyorduk zaten.
Sadece birbirimizin varlığını dinledik.
ilk defa, aynı ritimde attı. başını omzuma yasladığında, iç geçiren bir nefes bıraktı.
O derin, yorulmuş, vazgeçmekle teslim olmak arasındaki o ince çizgide duran nefes...
Gözleri kapanmadı ama artık bakmıyordu.
Kalbinin çırpınışı dinmiş gibiydi.
Bu, savaşın bittiğini kabullenmenin yorgunluğu.
Onu bu halde yalnız bırakamazdım.
Kucağımda hâlâ kırık bir sükûnetle yatan karımı, yerimden hiç sarsmadan kaldırdım.
İncecik kolları boynumda gevşekçe asılıydı.
Başını omzuma gömmüş, bir çocuk gibi susmuştu.
Adımlarımı atarken neredeyse nefes bile almadım.
İçimdeki en büyük acıyı, en büyük sevdayı taşıyordum.
Taş duvarların arasından geçip, eski ahşap kapıyı ittim.
Yıllardır girilmeyen bir oda gibi kokuyordu içeri.
Soğuktu ama içinde bir sıcaklık biriktirmeye hazırdı.
Vera’yı, onu incitmekten korkar gibi dikkatle yorganın üzerine bıraktım.
Bir an gözleri aralandı, bana baktı.
Ama söylemediği bir cümle vardı bakışlarında:
Ayakkabılarını usulca çıkardım.
Çoraplarını bile ellerimi titreterek aldım.
Üşümesin diye değil, onu rahat ettirmek için...
Kıyafetlerinin fermuarını çözdüm, düğmelerini çözerken sanki her biri yıllardır içimize işleyen bir suskunluğu temsil ediyordu.
Üzerindeki kalın giysileri hafifçe çıkardım.
Tenine dokunmadım, ruhuna dokundum sadece.
Sıcacık, yumuşak battaniyeyi üstüne örttüm.
Kollarımı usulca beline sardım.
O kalbin hâlâ onun adıyla attığını anlasın diye.
Saçlarına bir öpücük bıraktım.
“Yarın konuşuruz… şimdi sadece uyuyalım.”
O an, onun nefesi benim ritmime karıştı.
Kalbimiz aynı yorganın altında birlikte sustu.
Yorgun değil, tamamlanmış hissettim.
İşte o gecenin sessizliği, tüm yılların gürültüsünü bastırdı.
Artık sadece uykuya değil, birbirimize sarıldık.
Geceyi Vera'nın nefesiyle uyutup sabaha kadar gözlerimi kapatmadım.
Gecenin, içimdeki o karanlık oyukları doldurmasını...
Beni, yeni bir ben yapmasını...
Usul usul nefes alışını dinledim.
O ne kadar sakinse, içimdeki fırtına o kadar hırçındı.
Çünkü ilk defa… sadece bir adam değildim.
Gözlerim tavana değmiyordu bu düşüncelerle.
Sanki tavanda, geleceğe dair çizilmiş bir kader haritası vardı da, onu okumaya çalışıyordum.
Ama kelimeleri tanımıyordum henüz.
Nasıl olunur korkmadan, eksiltmeden, yaralamadan bir çocuk için dünya?
Bir elimi Vera’nın belinde tuttum, öteki elim yavaşça battaniyenin altına, o sıcacık tenine, karnına doğru süzüldü.
Bir tekme, bir hareket, bir mucize.
Ama o kadar bizden, o kadar benden ki…
Sanki kalbimin bir parçası düşmüş de oraya yerleşmiş.
Avuç içimde hayatı ilk defa bu kadar kırılgan hissettim.
Bir tohumun toprağı deldiği an gibiydi.
“Orada mısın?” diye fısıldadım içimden.
Ama cevapsızlık bile bir cevaptı.
Çünkü bazen sessizlik, en çok şeyi anlatır.
Ve ben… o sessizliğin babası olmuştum artık.
Ya Vera beni affetmeden, o çocuk beni sevmeyi öğrenirse?
Ya ben kendi babam gibi olursam?
Uykunun içinden değil, bir huzurun kıyısından gibi.
Karnındaki o sırrı birlikte taşır gibiydik şimdi.
Nasıl sustuğumu, nasıl titrediğimi, nasıl ağlamadığımı...
Ama kalbimin bütün gece seninle dolup taştığını...
Beni baba yapanın sadece kan değil, bu gecenin sessizliği olduğunu.
Ve belki de o zaman anlayacaktı…
hem bir annenin hem de onun içindeki ışığın babası olmuştum o gece.
Çok özür dileyerek bölümü kısa tutuyorum arkadaşlar. Gerçekten yazmaya zamanım kalmıyor gerçek hayatla ilgilenmekten. En yakın zamanda diğer bölümü atacağım. Tekrar kusura bakmayın. İyi okumalar dilerim , ❤️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |