
Uzun bir karanlıktan sonra çıkılan aydınlığa gözler hemen alışmazmış. İlk anda her şey bulanık, her şey fazla parlak, fazla gerçek gelir insana. Göz kapakların istemsizce kısılır, ışığın yakıcılığından kaçmaya çalışır gibi. Ama kaçamazsın. Çünkü o ışık, seni karanlıktan çekip çıkaran şeydir.
Bir süre gözlerin kamaşır, ayakların boşlukta gibi hisseder. Zihnin, geride bıraktığın karanlıkla içinde bulunduğun aydınlık arasında gidip gelir. Kendi gölgene bile yabancı hissedersin. Ama sonra… Sonra ışık yavaş yavaş tenine işler. Renkleri seçmeye, şekilleri ayırt etmeye başlarsın.
Ve fark edersin ki o karanlık, seni yutamamış. Gözlerin alıştıkça, içinde bir kıvılcım yanmaya başlar. Önce küçük, belki titrek bir ışık… Ama büyümeye hazır. Çünkü artık biliyorsun: Karanlık sonsuz değil. Sen, ışığa bakmayı öğrendin.
Şu an böyle bir durumdaymış gibi hissediyordum. Gözlerim odaya alışmak istercesine kapanıp açılıyor, ışığın keskinliğiyle kasılıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydim ama bu, sıradan bir uyanış değildi. Sadece gözlerim değil, içimde bir şeyler de yeniden doğmaya çalışıyordu.
Bilinçsizce derin bir nefes aldım. Odanın havası ciğerlerime dolarken boğazımda garip bir yanma hissettim. Uzun zamandır ilk defa nefes alıyormuşum gibi… Ya da uzun zamandır gerçekten yaşadığımı hissetmemişim gibi.
Elimi yüzüme götürdüm, tenim hâlâ sıcaktı ama yabancıydı da. Parmaklarımı yavaşça hareket ettirdim, onları hissedebildiğimi kendime kanıtlamak ister gibi. Varlığımı sorgulayan zihnim, bu küçük hareketlere tutunuyordu.
Derin bir nefes daha aldım. Gözlerim yavaş yavaş açılmaya başladı. İlk başta her şey silik, şekilsizdi. Sonra duvarları seçebildim, pencereyi, perdeden süzülen gün ışığını... Ve fark ettim ki artık karanlıkta değildim. Ama ışığın içinde olmak, onun sıcaklığına gerçekten inanmak için biraz daha zamana ihtiyacım vardı.
Ne Adar, ne de halası vardı yanımda. Kalkmaya çalıştım ama göğsümdeki yara yüzünden acıyla kasıldım. Keskin bir sancı, bedenimi yerime çivileyen bir ağırlık gibi üzerime çöktü. Dişlerimi sıktım, nefesim düzensizleşti. Ellerimi yatağın kenarına dayayıp tekrar denedim, ama vücudum hâlâ itaatsizdi.
Gözlerim odayı taradı. Loş ışıkta eski bir komodin, üzerinde bir bardak su ve birkaç ilaç kutusu vardı. Bir sandalye, bir battaniye... Ama kimse yoktu. Boğazımdaki kuruluk, yalnızlık hissini daha da ağırlaştırdı.
Adar nerede? Halası nereye gitmişti? Beni burada kim bırakmıştı?
Kapıya baktım, kapalıydı. Camdan dışarı bakmak istedim ama hareket etmek bile işkenceydi. Zihnim, son hatırladıklarımı toplamaya çalışıyordu. Karanlık bir koridor, kaçış, ve tekrar karanlığa düşen bedenim... Sonra?
Ellerimi göğsümdeki sargıya götürdüm. Parmaklarım titredi.
"Katil." Diyen iç sesim kendini belli etti. Amcasını öldürmüştü Adar, hemde benim yüzümden...
Ellerimi göğsümdeki sargıya götürdüm. Parmaklarım titredi.
"Katil."
İç sesim, zehirli bir fısıltı gibi zihnimde yankılandı. Boğazıma bir yumru oturdu, nefes almak zorlaştı. Kendi kendime fısıldadım:
"Benim yüzümden…"
Ama hayır, bu anılar Adar’a ait değildi. Bunu yaşayan o değildi. Bu gerçeklik, şu an içinde bulunduğum hayattaydı. Kendi hayatımda, kendi kaderimde saklı bir günah…
Ayağa kalkmaya çalıştım, göğsümdeki acıyla yüzüm buruştu. Parmaklarımı, oturduğum döşeğin kenarına bastırarak kendimi biraz daha doğrulttum. Birkaç gündür burada, bu yabancı evdeydim. Adını bile tanımadığım bir adamın karısı olarak. Berdel. Kaçışsız bir kaderin, eski bir gelenekle mühürlenmiş zinciri.
Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sadece sert bakışlarını, soğuk duruşunu, mesafeli sessizliğini… Ve şimdi duyduklarımı.
O, bir katildi.
Amcasını öldürmüştü.
Sanki dünya üzerime çöktü. Ellerimi karnıma bastırdım, midemde bir şeyler ters dönüyordu. Odanın içindeki hava bile boğazıma dolan bir ip gibi sıktı beni.
Kafamın içinde yankılanan tek bir soru vardı:
Ben kiminle evlenmiştim?
Odanın içinde yankılanan sessizlik, kafamın içinde büyüyen fırtınayla birleşiyordu. Nefes almak bile ağır geliyordu. Ben ne yapmıştım?
Tam o an kapı açıldı. İçeriye Adar’ın halası girdi. Kendi dünyama o kadar gömülmüştüm ki onu fark etmem bile birkaç saniyemi aldı. Yüzündeki mayhoş ifade, bakışları, vücudumu baştan aşağı süzen gözleri… Bir şeylerden haberdar olduğunu hissettirdi.
"Kızım.”
Sesi keskin ve ifadesizdi. Cevap vermedim. Zaten verecek bir cevabım yoktu. İçimde kabaran öfke, midemde dolaşan düğüm, her şey birbirine karışıyordu.
“Neden bana söylemediniz?” dedim, sesim beklediğimden daha sert çıkmıştı. Ellerim yumruk olmuştu farkında bile olmadan. “Kiminle evlendiğimi bilmeye hakkım vardı!”
Kadın kapıyı kapattı, ağır adımlarla yanıma yaklaştı.
“Ben bir katille evlendiğimi bilmiyordum.” dedim, her kelimeyi sindirerek. “Bunu bana söylemek zorundaydınız!”
Halası yatağa oturdu ve elimi ellerinin arasına almak istedi ama geri çektim.
"Adar..."
Onu korumaya çalışacağını anladığım an yataktan kalkmaya çalıştım, ama göğsümdeki acıyla nefesim kesildi. Dizlerim titredi, ama geri adım atmadım.
"Adar amcasının katili! Kardeşinizin, öz amcasının!"
Sözler ağzımdan döküldü ama bir an bile rahatlama getirmedi. Sanki içimde yankılanan gerçeklik, odanın içinde de yankılanmıştı. Halası başını eğdi, dudakları titredi. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
"Sus," dedi sessizce, sesi kırılgan ama emrediciydi.
Ama ben susmadım. "Neden onun bu denli bir psikopat olduğunu bana söylemediniz!? Benim kaderimi belirlerken bunu bilmeme izin vermediniz?"
Kadın gözyaşlarını silerken derin bir nefes aldı. Sonra bana baktı, gözlerinde kederin ve yılların yorgunluğu vardı.
"O bir psikopat değil?" dedi, sesi yumuşaktı ama içinde kırıklık vardı. "Berdel dediğin şey bir pazarlık. Ne senin söz hakkın vardı, ne de Adar’ın. Hepimiz o gün, o gece kaybettik. Ama en çok Adar kaybetti."
Beni susturan şey, onun sesi oldu. Acısını hissettim. Sadece bir hala değil, Adar’ın annesi gibiydi. Ve bu yükü tek başına taşıyordu.
"Adar neden yaptı?" diye fısıldadım, korkarak. "Bir insan, öz amcasını neden öldürür?"
Kadın derin bir iç çekti, gözlerini tavana kaldırdı. Sanki cevabı arıyordu ama zaten bildiğini de saklamak istiyordu.
"Bazen hayat, insanı bir noktaya getirir," dedi. Gözleri yorgun bakıyordu, kendisi de sanki büyük bir uyanış yaşamış gibi, donuk bakıyordu. "Öyle bir nokta ki, ya kendini feda edersin ya da bir başkasını. Adar, kendi cehennemini seçti. Ama inan bana, onun yüreği hâlâ tertemiz."
Bunu söylerken gözleri doldu. İçimdeki öfke bir anda kaybolmadı ama yerini büyük bir karmaşa aldı.
Ona inanmalı mıydım?
Yoksa kendi cevabımı mı bulmalıydım?
"Bu onun katil olmadığı anlamına gelmiyor," dediğimde hâlâ adını bilmediğim halası önümde ayağa kalktı ve tekrar koluma uzandı. "O çok hassas, bir canavar değil, küçük bir çocuk... Senin mesleğin insanları anlamak değil mi? Anla işte onu. Anlamaya çalış, onun yanında ol. Ben onun bunu ne için yaptığını bilirim, amma sen kendin öğren onu. Neden ona çocuk dediğimi kendin öğren." Boğazımda duran kütleyi yutkunamadım. Odanın kapısı açıldığında Adar içeri süzüldü. Başını hafifçe eğmiş, mahcup bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözleri, söylemek isteyip de söyleyemediği cümlelerle doluydu.
Hala sessizce derin bir nefes aldı, ama hiçbir şey söylemedi. Adar, yavaş adımlarla yanıma geldi. Kollarını kendine sararak hafifçe kıpırdandı, ne yapacağını bilemez bir hâlde ayaklarını yerde sürttü.
Gözlerimi ondan ayırmadım. O ise bana tek kelime etmeden, ama her şeyi anlatmak istercesine bakıyordu. Dudaklarını araladı, ama hiçbir ses çıkmadı. Ellerini kaldırıp titrek bir hareketle bir şey anlatmaya çalıştı, ama sonra vazgeçmiş gibi başını eğdi.
Halası ile göz göze geldik. O, Adar’a, Adar ona baktı. Uzun bir sessizlik odanın içinde yankılandı. Söylenmeyen kelimeler, havada asılı kaldı.
Sonunda halası, derin bir iç çekerek Adar’ın omzuna hafifçe dokundu. Bu, gitme vaktinin geldiğini gösteriyordu. Çok geçmeden bizi yalnız bıraktığında sanki oda üstüme üstüme gelmeye başlamıştı bile.
Adar, başını bir kez daha kaldırıp bana baktı. Gözlerinde ne vardı, bilmiyordum. Bir suçluluk mu? Bir açıklama çabası mı? Yoksa sadece anlaşılma isteği mi?
"İyi misin?" Dediğinde gözlerim önce onun mavi, kahverengi karışık gözüne takıldı. Derin bir nefes alarak başımı salladım ve yatağımın başlığına yaslanarak ayaklarımı kendime çektim. "Daha iyi olduğum olmuştu." Dediğimde kollarımı bacaklarıma sarıyordum.
Ne yapacağını bilmez bir hareketle yutkunarak etrafına kaçamak bakışlar attı.
"Amcanı gerçekten öldürdün mü?"
Adar’ın omuzları hafifçe gerildi, sanki soruyu bekliyormuş ama yine de duymak istemiyormuş gibi. Gözleri bir anlığına yere kaydı, sonra tekrar bana döndü.
"Evet."
Tek bir kelime. Ne bir açıklama, ne bir savunma. Sadece kabul. Bunu söylerken beden dili bile titrememişti.
İçimde bir şeyler sıkıştı. Sakindim ama her an patlayacakmışım gibi bir his doğdu içimde.
"Neden?" dedim, sesim beklediğimden daha yumuşaktı. "Sadece beni vurduğu için değil değil mi? Arkasında başka bir şeyler var. Sana ne yaptı?"
Adar başını eğdi, parmaklarını birbirine kenetledi. Sanki anlatması gereken şey, içini kemiren bir sırdı ve o sır açığa çıkınca her şey daha da kötüleşecekti.
"Ona ne yaptığım daha çok konuşuluyor, değil mi?" dedi buruk bir gülümsemeyle. "Ama onun bana ne yaptığı hiç sorulmuyor."
Bir an sessizlik oldu. Gözleri yine kaçamak bakışlarla odanın bir köşesine kaydı. Sakin bir hareketle yatağın ucuna oturdu.
"Senin canına zarar vermesi benim için yeterli bir sebep." dedi sonunda, hareketi yavaşlamıştı.
İçimdeki düğüm sıkılaştı. "Ne demek istiyorsun?"
Gözleri bana döndüğünde, o karışık mavi ve kahverengi bakışlarda ilk defa net bir şey gördüm: Derin, kapanmayan bir yara.
"Bazı şeyleri bilmen, seni sadece daha fazla incitir." dedi kısa bir hareketle "Ama şunu bil, kılına zarar gelmesini asla istemem." Her ne kadar söyledikleri içime işlese de bu onun yaptığını doğrulamıyordu. Kendi öz amcasına bunu yapabilen biri ne kadar sağlıklı olabilirdi ki.
Yutkundum. Bir yanım daha fazla öğrenmek istiyordu, diğer yanım öğrendiklerimle ne yapacağımı bilmiyordu. "Ceset," dediğimde sesim titremişti. "Bulunursa, seni hapse atarlarsa? Ya yakalanırsan? Yengenler ne olacak? Amca oğlun bunu öğrenirse seni yaşatmaz, babasının intikamını almaz mı? Er ya da geç öğrenmeyecek mi?"
Aklımda dolan bütün soruları ona sorarken gözleri sadece yüzümü inceliyordu.
"Halan duydu, o ne olacak. Sessizce kabul edip herkes susacak mı yani? Yaptığın kabul edilir bir şey değil, Adar. Sen... Sen katilsin." Duygusuz bakan gözleri biraz daha donuklaştı. Yutkundu. Başını önüne eğdiğinde gözlerini yummuştu. Sanki tüm dünyanın ağırlığını sırtında taşıyormuş gibi bir hali vardı
"Adar," sus dercesine gözlerime baktığında içimde bir şeylerin hareket ettiğini hissettim. "Ben seni masum bilmek isterken neden böyle bir şey yaptın,"
Gözlerimde öfke, hayal kırıklığı, belki de korku vardı… Ama en çok da anlamlandıramadığım o boşluk. Onun gözlerinde ise, sadece yorgunluk vardı.
Bir süre cevap vermedi. Sessizlik, odanın içinde ağırlaştı. Sonra, derin bir nefes aldı ve gözlerini benden kaçırmadan konuştu.
"Masum değildim." dedi basitçe iki parmağını kullanarak. "Ama o da değildi."
Okuduğum sözleri mideme yumruk yemişim gibi hissettirdi.
"Bu, yaptığını haklı çıkarmaz." dedim, sesim neredeyse fısıltı kadar kısıktı ama içinde öyle büyük bir ağırlık vardı ki.
Adar hafifçe başını salladı. "Haklı çıkmak için yapmadım zaten." dedi. "Sadece hayatta kalabilmek için yaptım."
Yüzüne dikkatle baktım. Bedeni sadece konuşuyordu. Savunmuyordu, kendini haklı göstermeye çalışmıyordu. Bu, onu daha da tehlikeli yapıyordu.
"Halan duydu, o ne olacak?" diye sordum tekrar. "Sessizce kabul edip herkes susacak mı yani?"
Derin bir iç çekti. "Halam, bazen gerçeği duymak istemeyen bir kadın." gözleri kapının olduğu yöne kayarak. "Bazen de gerçekleri saklamayı bilen biri." Kendinden emin konuşurken onu izlemekten sıkılmıştım bir an.
Adar’ın derin nefesi odanın sessizliğinde yankılandı. Gözleri hâlâ benimkilerdeydi ama içindeki çalkantıyı saklamaya çalıştığını hissediyordum.
Sonra… yavaşça bana doğru döndü.
Hareketlerinde ne bir tereddüt ne de bir tehdit vardı. Ama içimde bir şeyler yerinden oynadı. Yaklaştıkça, nefesini neredeyse hissedebilecek kadar yakınlaştığında, kalbimin ritmi değişti.
Gözleri, yüzümün her bir detayını inceliyor gibiydi. Kaşlarımın arasındaki çizgi, sıkılı yumruklarım, titreyen nefesim… Beni çözmeye mi çalışıyordu? Yoksa bir şey mi bekliyordu? Bir an, odanın içindeki hava değişti.
"Beni anlamayacaksın." dedi, hareketi yavaş ama derindi. "Belki de anlamaman daha iyi."
Yutkundum, gözlerimi kaçırmadım.
"Seninle aynı evde yaşayıp seni bilmemek… seni tanımamak…" dedim, kelimeler ağzımdan çıkarken ne kadar ürperdiğimi fark ettim. "Beni daha çok korkutuyor, Adar."
Bir an durdu. Bakışları yumuşadı mı, yoksa ben mi öyle görmek istedim bilmiyorum. Ama beden dili her zamankinden daha kırılgandı.
"Benden korkma." dedi.
Ama bu sözler, içimi rahatlatmadı.
Çünkü korkmamamı söyleyen adam, birini öldürmüştü. Ve ben, onunla aynı çatı altındaydım.
Yüzü yaklaştıkça, nefesim göğsümde sıkıştı. Ellerini kaldırdı ama bana dokunmadı, sanki mesafeyi koruyarak bile varlığını hissettirmek istiyordu. Gözleri gözlerime kenetlendi, içinde fırtınalar kopan ama dışarıdan sakin görünen bir adamın bakışıyla.
Bir anlığına, zaman durdu.
Sonra bedeni neredeyse fısıltı kadar sakin ama derin bir yankı gibi odada çınladı:
"Bazı insanlar günahlarını sırtında taşır, bazıları ise içinde. Ben… içimde taşıyanlardanım. Ve bir gün, ağırlığına dayanamazsam, ya kendimi yok ederim… ya da..."
"Ya da..." Dedim devam etmesi için. "Ya da sana gelirim."
Sözleri zihnime kazındı. O anda anladım ki Adar, yaptıklarının yüküyle yaşıyordu ama asıl korktuğu şey bu değildi. Asıl korktuğu şey, bir gün bu yükün onu tamamen yok etmesiydi.
Ona ne söyleyeceğimi bilemedim. Dilimi yutmuş gibi gözlerinde takılı kalmıştım.
söylediği sözün ağırlığını benim de hissettiğimi anlamış gibiydi. Bakışlarını kaçırmadan durdu, sanki bir cevap bekliyordu. Ama ne diyebilirdim ki?
"Bana geldiğinde ne olacak, Adar?" diye fısıldadım, sesim boğazımda düğümlenerek. "Ben, senin taşıyamadığın yükü taşıyabilir miyim sanıyorsun?"
Gözleri kısıldı, yüzünde acıyla karışık bir kabulleniş belirdi. "Sen zaten taşıyorsun." dedi. "Sadece farkında değilsin."
Bu sefer ben yutkundum. İçimde garip bir ağırlık oluştu. Ne kastettiğini sormak istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. nefesimiz birbirine karışacak kadar yakındık artık. Ama bana dokunmadı. Dokunsa, belki her şey değişirdi. Ama yapmadı.
"Beni anlamanı istemiyorum." dedi usulca. "Sadece burada olduğumu bil."
Ve sonra, gözlerimin içine son bir kez bakıp yavaşça geri çekildi.
Aramızdaki mesafe açıldığında, içimde garip bir boşluk hissettim. Onun varlığıyla ağırlık veren ama uzaklaştığında eksik bırakan bir boşluk.
Ama asıl soru şuydu:
Bunu gerçekten istiyor muydum?
Adar geri çekildiğinde, içimde bir şeyler eksilmiş gibi hissettim. Ama bu eksiklik, huzur veren bir boşluk değildi. Daha çok, bir fırtınanın merkezinde anlık bir sessizlik gibiydi.
Onun varlığı, içimde ağırlık yapıyordu. Ama yokluğu…
Yokluğu daha büyük bir karmaşaydı.
Yutkundum, bakışlarımı kaçırdım. Ellerim istemsizce battaniyemin ucuna tutundu. Odanın içindeki sessizlik, ağır bir yük gibi omzuma bindi.
Adar hâlâ oradaydı, ama konuşmuyordu. Gözleri üzerimdeydi, hissediyordum. Gitmek ile kalmak arasında sıkışmış gibiydi.
"Sana ne kadar kızgın olduğumu bilmiyorsun, değil mi?" dedim, sesimde öfkeden çok bir kırgınlık vardı.
Adar başını hafifçe yana eğdi, gözlerinde bir anlam belirdi ama yorum yapmadı. Sanki ne söylese bir anlamı olmayacağını biliyor gibiydi.
"Biliyorum." dedi sonunda. "Ama bildiğim başka bir şeyde var ki."
Gözlerimi ona çevirdiğimde, içindeki derin karanlığı gördüm.
"Beni affetmeyeceksin." Bir an için bedeni titredi. Belki de bu onun acılarından biriydi.
Bu bir soru değildi. Bu bir kabullenişti.
Ama belki de en acısı, içimde bir sesin bunun doğru olup olmadığını sorgulamasıydı.
Oturduğu yataktan kalkarak kapıya doğru birkaç adım attı, elini tokmağa götürdü ama durdu.
"Uyumaya çalış." dedi, sesi alçak ama yumuşaktı. "Bu gece çok fazla düşündün."
Sonra kapıyı açtı, arkasına bile bakmadan çıktı.
Odadaki sessizlik daha da ağırlaştı.
Uyumaya çalıştım. Ama gözlerimi her kapattığımda, Adar’ın sözleri zihnimde yankılanıyordu:
"Beni affetmeyeceksin."
Peki ya affedersem?
O zaman ben kim olurum?
Uyumaya çalıştım ama olmadı.
Adar’ın sesi, yüzü, söyledikleri zihnimde dönüp duruyordu. “Beni affetmeyeceksin.” Demişti. O kadar emin, o kadar kesin söylemişti ki… Belki de en çok buna öfkelendim. Benim ne yapacağımı benden önce nasıl bilebilirdi?
Yatağın içinde dönüp dururken, içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Kalkıp yürümek, nefes almak istedim. Odanın içinde volta atmak bile bu ağırlığı taşımaktan iyiydi.
Battaniyeyi kenara iterek yavaşça ayağa kalktım. Yaralı göğsüm hafifçe sızladı ama bunu umursamadım. Sessizce kapıya yöneldim, tereddüt ettim ama sonunda açtım.
Koridor loştu, duvarlardaki gölgeler gecenin sessizliğinde uzuyordu. Adımlarımı dikkatlice attım, nereye gittiğimi bile bilmeden ilerledim. Ama içimde bir his, Adar’ın burada, yakında bir yerde olduğunu söylüyordu.
Ve yanılmamıştım.
Salonun kapısı hafif aralıktı. İçeride belli belirsiz bir ışık yanıyordu. Adımlarımı yavaşlattım ve sessizce içeri baktım.
Adar, pencerenin önünde duruyordu.
Sırtı bana dönüktü, elleri cebindeydi. Gece karanlığı siluetini daha keskin hale getiriyordu. Ama ne düşündüğünü, ne hissettiğini göremiyordum.
Kapının eşiğinde durup nefesimi tuttum. İçimde garip bir his vardı.
Ona seslenmeli miydim?
Yoksa sadece sessizce geri mi dönmeliydim?
Ve geldiğimi fark etti.
Sesi çıkmadı. Hiçbir şey söylemedi.
Bunun yerine, başını hafifçe eğerek göz ucuyla bana baktı. Gözlerinde bir şeyler vardı ama adını koyamıyordum. Sonra, başını tekrar pencereye çevirdi, derin bir nefes aldı ve camın buğulu yüzeyine avuçlarını dayadı.
Sessizlik… Ama anlatılan bir hikâye gibiydi bu sessizlik.
Ellerini yavaşça yumruk yapıp açtı. Parmakları gerildi, sonra tekrar gevşedi. Derin bir nefes daha aldı, omuzları titredi mi, yoksa ben mi öyle görmek istedim bilmiyorum.
Ona yaklaştım, bir adım… sonra bir adım daha.
Adar, başını eğdi. Ellerini cebine soktu, sonra tekrar çıkardı, sonra parmaklarını birbirine kenetledi.
Bir şey söylemek istiyordu. Ama nasıl?
Gözleri bana döndüğünde, kelimeler olmadan bile anladım.
"Soruların var."
Bunu sesiyle söylemedi ama yüzünde, bakışlarında, hareketlerinde yazıyordu.
Ben de ona baktım, yavaşça başımı salladım. Evet, vardı.
Kaşlarını hafifçe çattı, başını bir an yana eğdi. Sonra avuçlarını açarak göğsümün tam ortasına koydu, parmakları hafifçe sargıya dokundu.
"Bunu ben istemedim."
Beden dili bunu söylüyordu. Öfkeli ya da pişman değildi. Ama yükünü taşıyan bir adamın duruşu vardı.
Ellerini indirip başını iki yana salladı. Sonra pencereye baktı ve işaret parmağıyla camın yüzeyine küçük bir şekil çizdi.
Önce bir yuvarlak, sonra üzerine bir çarpı.
"Geri dönüş yok."
Bu, geçmişti. Değiştirilemezdi.
Boğazım kurudu. Ellerimi karnımın üzerinde kavuşturdum. "Peki, şimdi?" diye fısıldadım.
Adar, birkaç saniye hareket etmedi. Sonra, derin bir nefes aldı, elini göğsüne götürdü ve ardından ileriye, karanlığa doğru uzattı.
Adar başını yana eğdi, gözleri hâlâ gözlerime kenetliydi. Kaşlarını hafifçe çattı, sonra yavaşça elini kaldırdı.
Parmak uçları, havada asılı kaldı.
Bana dokunmadı. Ama dokunmaya da çok yakındı.
Elinin titrediğini gördüm. Ama bu öfke miydi, çekingenlik mi, yoksa bambaşka bir şey mi—bilmiyordum.
Sonra, başını hafifçe iki yana salladı. Gözlerinde beliren anlamı çözmem uzun sürmedi.
"Benden korkma."
Bunu sesiyle söylemedi, ama bedeni söyledi. Bakışları söyledi. Elinin o belirsiz, ama kesin hareketi söyledi.
Ben ise yutkundum. İçimde bir şeyler sıkıştı.
"Benden korkuyor musun?"
Bu soruyu gerçekten sorabilir miydi? Öldürmüş bir adam bana “Benden korkma.” diyebilir miydi?
Ama Adar’ın gözlerine baktığımda, korkmam gerektiğini düşündüğüm şeyin o olmadığını fark ettim.
O, sadece kendi içindeki canavardan korkuyordu.
Ve ben de… belki de ondan değil, ona yaklaşmaktan korkuyordum.
Elimi istemsizce kaldırdım. Ona dokunmadım, sadece havada asılı tuttum. Bunu fark edince, Adar’ın gözleri bir an büyüdü.
Sınırı ilk geçen ben olursam, bu ne anlama gelirdi?
Ama sonra, parmaklarımı sıkıca kapattım ve elimi geri çektim.
Adar bunu izledi. Bir şey düşündü. Sonra gözlerini kapattı, dudakları hafifçe aralandı ama bir ses çıkmadı.
Gözlerini tekrar açtığında, ifadesi değişmişti.
'Benden korkmanı istemiyorum.'
'Ama benden korkmuyorsan… bana ne kadar yakınsın?'
Bu soruyu sessizce sorduğunu hissettim.
Ve ben, içimde yükselen cevaptan korktum.
Bir an için bir adım daha atarak aramızdaki mesafeyi sıfıra indirdim. Onun yutkunduğunu, benim kalbimin hızlanışını görmezden gelemezdim. "Senden korkmuyorum." Dedim nefesimi yüzüne üflerken. "Yaptığını kabul edemiyorum." Bakışları pür dikkat gözlerimdeydi.
nefesimi yüzünde hissedince gözlerini kırptı. Parmakları istemsizce kenetlendi, sanki kendini bir şeyden alıkoyuyordu.
Ama ben kıpırdamadım.
Gözlerimin içine bakıyordu. Derin, sorgulayan, belki de kendini kaybetmekten korkan bir ifadeyle.
Ona söylediğim sözler havada asılı kaldı.
Bir adım geri çekileceğini düşündüm. Ama çekilmedi.
Bunun yerine, başını biraz daha eğdi, bakışları dudaklarıma kaydı. Sadece bir anlığına. Sonra hemen geri döndü, ama ben o bakışı yakalamıştım.
Ve içimde bir şeyler kırıldı.
Onun da bunu istediğini biliyordum.
Ama yapmaya cesaret edemediğini de.
Bu yüzden…
Ben cesaret ettim.
Aramızdaki son mesafeyi de kapattım, nefesimi hâlâ yüzünde hissedebiliyordum. Elimi yavaşça kaldırıp yanağına dokundum.
O an, Adar nefesini tuttu.
Gözleri büyüdü.
Sonra, ne ben ne de o düşünmeye fırsat bulamadan, dudaklarım hafifçe onun dudaklarına değdi.
Sadece birkaç saniye.
Ama o birkaç saniye, zamanın durduğu anlardandı.
Ve Adar, o an ne kaçtı, ne de karşı koydu.
Sadece, orada kaldı.
Benimle birlikte donup kaldı.
Bedenindeki tüm gerginliği, kaslarının nasıl taş gibi kesildiğini hissedebiliyordum. Nefes bile almıyordu sanki.
Geri çekildiğimde, gözleri hala büyümüştü. Yüzümde, dudaklarımda, nefesimde bir iz arıyordu sanki.
Şoktaydı.
Ellerini bir an kaldıracak gibi oldu ama yapmadı. Geri çekilmek mi istiyordu, yoksa bana dokunmak mı—bilmiyordum. Ama o kararsızlığı, o içinde büyüyen karmaşayı açıkça görebiliyordum.
Dudaklarımı araladım, nefesim hâlâ düzensizdi. "Senden korkmuyorum." diye tekrar ettim. Bu sefer daha net, daha kararlı.
Adar yutkundu.
Gözlerini kaçırmak istedi, ama kaçırmadı.
Sanki o an, gerçekten anladı.
Onun sessizliğini duyduğum gibi, benim sessizliğimi de anlamıştı.
O öpücüğün tek bir anlamı vardı:
"Benden korkma demiştin. Korkmadığımı sana göstermek için bunu yaptım."
Adar gözlerini kapattı, dudaklarını hafifçe birbirine bastırdı. Ellerini tekrar yumruk yapıp açtı.
Sonra…
Derin bir nefes aldı.
Ve hafifçe başını eğerek, bir saniyeliğine alnını benim alnıma dayadı.
O an kelimelere gerek kalmadı, gözlerimi kapattım.
Kalp atışlarım hâlâ hızlıydı, ama o anın içinde bir dinginlik vardı. Sessizliğin, hiçbir kelimenin anlatamayacağı şeyleri anlattığı anlardan biriydi.
Adar’ın nefesi tenime değiyordu. Göğsü yavaşça inip kalkıyordu ama içinde fırtınalar koptuğunu hissedebiliyordum.
Sonra, çok yavaş bir hareketle geri çekildi.
Gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Şoku hâlâ atlatamamıştı, ama bir şeyler değişmişti.
Elini kaldırdı. Yanağıma dokunacak gibi oldu ama son anda durdu. Parmak uçları havada asılı kaldı. Sonra, tereddütle elini indirdi.
Bana bir şey söylemek istediğini biliyordum. Ama o söyleyemezdi.
Bunun yerine, dudaklarını araladı, derin bir nefes aldı ve başını hafifçe salladı.
"Sen farklısın." Dedi beden diliyle.
Bunu söylemedi, ama hissettirdi. Gözlerinden, duruşundan, yanımda kalışından anladım.
Ben de ona baktım. Ve sadece fısıltıyla, "Biliyorum." dedim.
O anın içinde ne kadar kaldık bilmiyorum.
Ama biliyordum ki, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Adar birkaç saniye daha bana baktı, sonra derin bir nefes aldı. Sanki kendini bir şeye ikna etmeye çalışıyordu. Gözlerini kaçırdı, eliyle boynunun arkasını ovuşturdu ve ardından cebinden küçük bir defter çıkardı.
Hızlıca bir şeyler karaladı, sonra defteri bana uzattı.
"Konağa dönmemiz lazım."
Yazıyı okurken başımı kaldırdım, gözlerim onun gözlerini aradı. Yüzü ifadesizdi ama gözlerinde bir şey vardı. Belki de hâlâ az önce olanları anlamaya çalışıyordu.
Bir an tereddüt ettim. Ama Adar, deftere bir kez daha dokunup hafifçe başını sallayarak kararının kesin olduğunu gösterdi.
Sonunda başımı eğerek onayladım. "Tamam."
Birkaç dakika içinde hazırlandım. Adar, kapının yanında bekliyordu. Beni izlemiyordu, ama hareketlerimi duyduğunu biliyordum.
Çıkarken yan yana yürüdük. Sessizdik. Ama bu sessizlik, rahatsız edici değildi.
Adar, arabaya yöneldiğinde kapıyı açtı. Göz göze geldik. Bakışlarında bir şeyler vardı, ama adını koyamıyordum.
Sonra, bana başıyla hafifçe işaret etti. "Gel."
Ve ben de bindim.
Konağa doğru giderken, aklım hâlâ biraz önce yaşananlarda takılı kalmıştı. Adar ise gözlerini yola dikmişti.
Ama onun da aynı şeyleri düşündüğünü biliyordum.
Yol boyunca sessizlik hakimdi. Arabanın içinde sadece motorun sesi duyuluyordu. Dışarıdaki manzaraya göz gezdirirken, aklımın bir köşesi hâlâ az önce yaşananlarda takılı kalmıştı.
Birden aklıma düştü ve başımı çevirerek Adar’a baktım.
"Halan da bizimle gelmeyecek miydi?" diye sordum, sesim biraz daha yumuşaktı.
Adar, gözlerini yoldan ayırmadan başını hafifçe salladı. Sonra direksiyonun yanındaki defterini aldı, kısa bir şeyler yazdı ve bana uzattı.
"O önceden gitti."
Başımı sallayarak defteri geri verdim.
Direksiyonu sıkıca kavradı. Beni izlemiyordu ama düşüncelere daldığımı anlamış gibiydi.
Sonra, aniden hızını biraz azalttı.Bana yan gözle baktı. Kısa ama sorgulayıcı bir bakıştı.
Sanki "Aklından ne geçiyor?" diye soruyordu.
Ama ben cevap vermedim. Gözlerimi tekrar cama çevirdim.
Çünkü aklımdan geçenleri söylersem, geri dönüşü olmayacak bir şeye adım atmış gibi hissediyordum.
Araba konağa vardığında, ağır bir sessizlik içinde kapı açıldı. Zılgıtlar ya da kutlama sesleri yoktu; sadece uzaklardan gelen rüzgarın hışırtısı ve taşların üzerine adımlarımızın yankısı duyuluyordu. Konağın içine adım attığımızda, eski taş duvarların arasında bir soğuk hava vardı, sanki bu mekân yıllardır kimseyi kabul etmiyor gibiydi.
Adar, bir an için derin bir nefes aldı ve konaktan içeri girdi. Ardından, ben de arkasından geldim.
Konağın içinde, büyük sedirine yaslanmış olan dedesi, güçlü ama soğuk bakışlarıyla bizi izliyordu. Yavaşça, kimseye aldırmadan, ellerini kollarının altına katlayıp bizi bekledi. O an, sanki zaman durmuş gibiydi. Her şey ağır, her şey sessizdi.
Adar dedesinin gözlerine bir an bakarak adımlarını hızlandırdı. Dedesi ise gözlerini ondan ayırmadan, sadece başını hafifçe eğerek, ellerini uzattı.
"Bî xêr hatîn," hoş gelmişsiniz.
Adar, dedesinin elini öptü. Yüzü ifadesizdi, gözlerindeki sertlik ve yorgunluk arasında hiçbir değişiklik yoktu.
Ben de yavaşça, beklemektense hareket etmek için dedesinin yanına doğru adım attım. Dedesinin gözlerindeki sert bakışlar bana da yansıdı ama ben de, en azından saygımı göstermek için, biraz çekinerek elini öptüm.
Dedesi, başını bir kez daha sallayarak, "Tu çawa yî bûkê xanim?" diye sordu, ama tonu hiç de sıcak değildi. Nasılsın gelin hanım?
Kalabalık arkada duruyordu, ama kimse bir adım atmaya cesaret edemedi. Sanki bu an, sadece Adar ve dedesinin konuşabileceği, belki de yılların birikimiyle şekillenen bir sessiz anlaşmaydı.
Dedesi, yine bir şeyler söylemek için ağzını aradı ama sonrasında sadece soğuk bakışlarıyla, "derbasbîn" dedi. Geçin
Ve soğuk bir sessizlikle bizi içeri geçmemiz için davet ederken o önde biz arkada büyük salona geçiyorduk.
Adar adımlarını yavaşlatarak benimle yürümeye başladı ve elini sırtıma koyarak ondan biraz daha önde yürümeme neden oldu. Kısa bir an bir bakışma yaşadık ama bu sadece beni daha fazla strese sokmuştu. "Gelinim gelmiş, hoş gelmiş." Az önce bizden önce geldiğini öğrendiğim halası yanıma gelerek bana sıkıca sarıldı. "Kimse vurulduğunu bilmesin." Kulağıma fısıldadığı ile yutkunurken sarılışına karşılık veriyordum. Biraz sonra geri çekilirken göz göze geldiğimizde gülümseyerek beni binbir çeşit yemeğin kurulmuş olduğu sofraya doğru ilerletti.
"Hoş geldin, canım." Esra'yı burada görmeyi beklemiyordum. Geçen haftalarda onun düğününde ona sağdıçlık yapmıştım, ve ondan sonra yoğunluktan dolayı bir daha görüşememiştik. Hızlı bir adımla yanıma gelirken sıkıca sarıldık birbirimize. "Senin ne işin var burada?" Sorduğum soruyu sadece onun duymasını istemiştim ama salondaki herkesin bakışları bize döndü. "Ben de buranın yeni geliniyim diyebilirim." Dediğine kaşlarım havalandı. Onun bu aileye gelin geldiğini bilmiyordum. Ama aklıma düşen başka soru ise Adar'ın kardeşi mi vardı? Yoksa amca oğluylamı evliydi. "Öyle mi?" Dedim kısılan sesimle. Beni gülümsemesiyle onaylarken geriye kalan erkekler bana baş selamı vererek gelişimi selamladılar. "Hadi! Çok ayakta kaldın kızım, geç otur sofraya. Sonra herkesle tanışırsın." Halasının direktifiyle masaya otururken adar'ın dedesi başta oturmuş bizi izliyordu. Adar yanımda otururken diğer yanımda ise halası oturmuştu. Dizlerimin üzerine koyduğum elimin üzerine bir el daha hissettiğimde kısa bir irkilme yaşamıştım. Bakışlarım Adar'a dönerken, Bu beklenmedik dokunuş, içimde ani bir irkilme yarattı. O, bir şey söylemeden önce sadece gözlerini bana kilitlemişti.
Bir an, sanki onun elinin bana değmesi de onun bir anlamda bana sahip çıkma arzusuydu. Ama o elin, huzursuzluğun yerini almasından mı, yoksa başka bir şeyden mi olduğunu kestiremiyordum. Adar’ın bakışları, içindeki gerilimi daha fazla gizleyemiyordu. Fakat ne kadar dikkatle izlesem de, her şeyin yerli yerinde olduğunu gösteren bir durum vardı.
Halanın gülümsemesi, şuanda her şeyin ne kadar düzgün gittiğini hatırlatıyordu. Ama Adar’ın gözleri, bu düzenin içinde bir eksiklik olduğunu söylüyordu.
"Eee, nasıl geçti bakalım evliliğin ilk günleri." Boğazımda bir şey takılmışcasına öksürürken yanımda oturan hala sırtıma vurmaya başladı. Öksürüğüm şiddetlenirken yanaklarımda da bir ateş olduğunu hissediyordum.
Sanki bir anda soğuk bir rüzgar yüzüme çarpmış gibi hissettim. Gözlerim, Adar'ın gözlerinde bir şeyler aramaya çalışırken, halam sırtımı nazikçe sıvazlamaya devam etti.
Esra’nın gözleri biraz şaşkındı, sanki sorusunun yanıtını beklemek yerine, bizim tepkimizi görmek istiyordu. Bu kadar doğrudan bir soru, hele ki bizim durumumuzda, oldukça rahatsız ediciydi. Bir an için boğazımda bir şeyin takıldığını hissettim, sesim çıkmadı, sadece hafif bir öksürükle kendimi toparlamaya çalıştım.
Yanaklarımda hızla yayılan sıcaklık, hiç istemediğim bir şekilde yüzümde beliren kırmızılık, halasının yüzündeki gülümseme arasında tuhaf bir gerilim yaratıyordu. Halası, sırtımı vurmaya devam ederken, bu rahatlatıcı hareket bile bir an için yetersiz kaldı.
Adar’ın gözlerine baktığımda, her şeyin tersine döndüğünü fark ettim. Başlangıçta anlam veremediğim bir gerginlik, şimdi bir tür keyfe dönüşmüştü. Gülümsemesi, önceki donuk ifadesinin çok uzağındaydı. Gözlerinde bir ışıltı vardı; sanki bu anın, bir tür içsel eğlenceye dönüştüğünü hissediyordu. O an, bana bakarken hafifçe başını eğdi ve gözlerinde bir sarkıklık, belki de bir zafer parıltısı vardı.
Halanın sesi, bir uyarı gibi havada asılı kaldı: "Bu soruların sırası değil," dedi, ve sessizliği kesen o sert tonda devam etti, "Sonra konuşuruz, şimdi değil." Ama Adar’ın gülümsemesi hala yüzünde, beklediği bir şeyi ima eder gibi yerleşmişti. Hala’nın sözleri, bu durumu geçiştirmeye yönelik olsa da, odadaki hava değişmişti. Hala, Adar’ın neşesini ya da keyfini fark etmişti, ama sadece sessizce gülümseyerek önüne döndü.
Esra ise hâlâ şaşkın bir şekilde sessizdi. Gözleri bir an için bana, sonra Adar’a döndü. Ama soru sormak yerine, sadece konuyu geçiştirmeyi tercih etti.
Adar, bunun rahatlamış bir pozisyona dönüştüğünü anlamıştı, ama içimde bir şeylerin hâlâ yerinde olmadığını biliyordum. O bakışlar, aslında çok daha derin bir gerilimi, bir kaçış arzusunu saklıyordu.
Sessizce yemeğimize dönerken kapıdan giren cüsseye gözüm ilişti. Kendisini hemen tanırken boğazıma bir yumru oturmuştu. O gün avluda çıkan harabede ilk onunla berdel hükmüm verilmişti. Kısa bir yutkunma yaşarken Adar'ın elini sırtımda hissettim. ikimizin de bakışları onu izlerken arkasından genç bir kadın ve orta yaşlarda bir kadın daha geliyordu. "Hoş geldin Ali oğlum, geç dedenin yanında otur. Annen ve karında buraya geçsin." Hala gelenleri oturturken adını öğrendiğim Ali,amcasının oğluydu. Diğerleri de karısı ve annesiydi. Annesinin gözleri siyah sürme ile daha keskin bakarken oturmadan önce bana doğru dönerek durdu. "Hoş gelmişsin, gelin hanım, elimizi öpmek yok mu?" Bakışlarım Adar ve halası arasında geçerken ayağa kalkacaktım ama Adar elimden tutarak beni oturttu. Halasına dönerek beden diliyle konuşurken masada sayılı kişilerin onun dilini bildiğini anladım. "Eli öpüleceklerin eli öpüldü zaten, sonra size de selamını verir, şuan yemek yiyelim diyor." Halası ona tercüman olurken arada kalmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordum.
"Büyüklerine karşı ne de saygısızsın oğlum, biz sana böyle mi öğrettik." Yengesi ısrarla onu kıstırırken oğlu annesinin eline uzandı. "Boşversene ana, elini öpmüş ne öpmemiş ne? Otur yemeğini ye, onlardan gelecek hayır Allah'tan gelsin." Adar elini yumruk yapıp sıkarken dişlerini sıkmaktan çenesi keskinleşmişti. "Yeter ula, ağız tadıyla bir yemek yenilmeyecek mi bu evde!?"
Dedesinin sert çıkışıyla hepimiz mum olurken adar hâlâ sinirinin geçmediğini belli ediyordu. Adar elinde olan çatalı sertçe tabağına vurdu ve elimi de tutarak bizi masadan kaldırdı. Arkasına bile bakmadan salondan çıkarken halasının seslenişlerini duyuyorduk. "Allah'ın dilsizi işte, ne beklersin!" Son denileni duymuş olacak kibir an durdu, salonda sesler anında kesilirken elimi tutan eli, farkında olmadan sıkılaşıyordu. Nefesini kontrol etmeye çalışarak tekrar yürümeye başladı ama adımları bile sanki yeri dövüyor gibiydi.
Dışarı çıkacağımızı sanmıştım ama bizi yukarı çıkan merdivenlere yönlendirirken onun hızına yetişmeye çalışıyordum. "Sakin olur musun lütfen, sana yetişemiyorum." Birden ne olduğunu anlamadan kendimi onun kucağında bulduğumda sanki bir yere varmaya çalışıyor gibiydi. "Adar!" Beni duymadı. "Ne yapıyorsun?" Konağın en yukarı katına geldiğinde bir odaya girdi. Beni yere bıraktığında süratle kapıyı kapattı. İrkilerek geriye doğru adımlarken onun sinirine hakim olmasını bekledim. "Sakin ol, ne oldu? Seni bu kadar sinirlendiren ne?" Yüzünü sıvazlayarak derin bir nefes verdi.
"Onların bu denli hiçbir şey yokmuş gibi davranmalarını kaldıramıyorum artık!" Hızlı hızlı beden dilini konuştururken onu okumakta biraz zorlanıyordum. "Benim annem! Bunların yüzünden öldü!" Kısa bir an öğrendiğim itirafla yerimde kalırken Adar'ın kendini bana açmasına şaşırıyordum.
"Ben küçüklüğümden beri yaşadıklarımı sineye çekmek zorunda kaldım." Elleri titriyordu. "Onlar ise hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ettiler!" Gözlerimin dolduğunu hissettim. "Sen sadece sinirli, duygusuz, hiçbir şeyden anlamayan bir adam olduğumu biliyorsun ama ben bunun altında yatan nedenleri biliyorum!" Boğazıma oturan kütleyi ne yutabildim, ne de gerileyebildim. "Benim ne çektiğimi bilsen, oturup Allah'a yalvarırsın, al şunun canını da biraz olsun rahata kavuşsun diye!" Susaması için öne atıldığımda ellerini tutmak istedim ama bunu engelledi. " Gözlerimdeki yaşlar, kendiliğinden akmaya başlamıştı. Onun acısını, kelimelerini duymak, bana da büyük bir ağırlık bırakmıştı. Ama boğazımda sıkışan o kütleyi bir türlü atamıyordum. Onun hayatını düşünmek, ne kadar güçlü olursa olsun, insanı parçalayan bir şeydi. "Benim sığınacağım tek bir duvar bile yokken onların bu rahatlığı beni öldürüyor," dediğinde, içimde bir şeyler kırıldı.
Bir an, onu anlamak istedim. Ellerini tutmak, onu sarmak, belki biraz olsun rahatlatmak… Ama bir adım bile atamadan, o hareketimi engelledi. Ellerini geri çekti, hiç beklemediğim bir şekilde. Hâlâ, gözlerimin içine bakarak, içinde ne kadar büyük bir acı taşıdığını göstermek istemedi. Ama ben yine de onu gördüm.
"Adar..." diyerek adını hafifçe mırıldandım. O kadar acılıydı ki, kelimelerim bile bir çözüm sunamayacak kadar zayıftı. Ama her bir kısmında kaybolmuş, kırılmış ve kararmış bir adam vardı.
Ve onunla hiçbir şeyin kolay olmayacağını, bu yolu birlikte yürürken, sadece biraz anlayış ve sabırla ilerleyebileceğimizi anladım.
Tekrar yanına yaklaşmak istedim ama beni durdurdu. "Saat sekize geliyor, yorgunsun yatağına geç ve uyu, beni bekleme. Kapını da kilitle, halam hariç kimseyle de muhatap olma." Yaptığı uyarılar bitince odanın kapısını açmıştı ki kolunu tutarak onu durdurdum. "Beni buraya getirdin, sonra bu odaya tıkıp evden gidemezsin!" Beni ilk defa umursamadan kapıdan çıktı!
Bir an bile tereddüt etmeden odadan çıktı! Ayak sesleri hızla merdivenlerden inerken, içimde büyüyen huzursuzluğu bastıramadım. Gitmesine izin veremezdim.
Hemen arkasından kapıyı açıp arkasından süzüldüm. Sessizce merdivenleri inerken gölgelerin arasında kaybolan siluetini gördüm. Kapıyı açtı, hızla dışarı çıktı. Beklemek bir seçenek değildi.
Tüm cesaretimi toplayıp peşine takıldım.
Onun peşinden usulca yürüdüm. Eve birkaç adım mesafedeki arabasına yöneldi, aceleyle kapıyı açıp direksiyonun başına geçti. Motorun sesi gecenin sessizliğini böldü. Farlar yanınca yüzüm kısa bir an aydınlandı ama beni fark etmedi.
Arabayı hızla hareket ettirdi. Gözlerim, hızla uzaklaşan stop lambalarına takılı kaldı. Öylece durup izleyemezdim.
Hemen caddenin kenarına çıktım. Etrafıma göz gezdirip geçen arabalara baktım. Şansım yaver gitti—yaklaşan bir taksi farlarını yakıp yavaşladı. Elimi kaldırarak durdurdum ve hızla içeri atladım.
"Öndeki arabayı takip et!" dedim aceleyle.
Şoför dikiz aynasından bana şüpheli bir bakış attı. "Film sahnesi mi çekiyoruz?"
"Soru sorma, sürdüğün kadar para kazanacaksın."
Bu cevabım yetmişti. Taksici hemen gaza bastı, adamın arabasını gözden kaçırmamak için hızlandı.
Şimdi önümde tek bir şey vardı: Onu bulmak. Ve ne yapmaya çalıştığını öğrenmek.Taksi, onun arabasının peşine takılmıştı. Gözlerimi yol boyunca ondan ayırmadan takip ettim. Araç, şehir merkezine doğru ilerliyordu. Gece olmasına rağmen yollar hâlâ hareketliydi, ama o dikkat çekmemek için makul bir hızla gidiyordu.
Şoför arada bir dikiz aynasından bana bakıyor, ama ben camdan dışarı gözümü kırpmadan onu izliyordum.
"Uzaklaşmasına izin verme." dedim sertçe.
Şoför hafifçe başını salladı. "Senin için umarım değerli biridir. Yoksa bu kovalamaca boşa gidecek."
Cevap vermedim. Çünkü bilmiyordum. Onunla ilgili bilmem gereken çok şey vardı ve bu gece öğrenmek zorundaydım.
Yaklaşık on beş dakika sonra arabasını tenha bir sokağın köşesine çekti. Farları kapandı, ama içeride hâlâ hareket vardı.
"Bekleyeyim mi?" diye sordu şoför.
"Bekle, geldiğimde paranı ödeyeceğim." dedim ve kapıyı açıp kendimi dışarı attım.
Onun indiğini gördüm. Hızla bir binaya yöneldi. Gece kulübü müydü? Yoksa bir otel mi? Binanın neon ışıkları etrafa solgun bir parlaklık yayıyordu. içeri girer girmez bende nefesimi toplayıp peşine düştüm. Kapıdan içeri girdiğimde müzik, loş ışıklar ve yabancı yüzlerle dolu bir atmosfer karşıladı beni.
Onu göremeyince aramaya başlamıştım. Yoğun bir karabalık vardı. Birden bir anons sesi duyulunca herkes bağırmaya başlamıştı bile.
"Mardin'in Kürt yelelisi, bu gece ortalığı yakmaya geldi!" Duyulan anons milleti çıldırtırcasına bağırtırken hâlâ karabalığın içinden geçmeye çalışıyordum. Kadın, erkek fark etmeksizin herkesin zil zurna sarhoş olduğu yerde ne işi vardı bu adamın?!
Kalabalığın içinden geçmeye çalışırken çılgınca bağıran insanlar, üstüme dökülen içkiler ve yakındaki sigara dumanı midemi bulandırıyordu. Anonsun ardından coşku daha da artmıştı, kargaşa içinde itilip kakılırken gözlerim hâlâ onu arıyordu.
Sonunda insanların arasından sıyrılıp ileriye doğru ilerlediğimde gözlerim büyük bir kafese takıldı. Etrafını sarmış kalabalık, öfkeyle bağırıyor, kiminin elinde içki, kimininse para vardı.
Ve işte onu orada gördüm.
Büyük bir kafesin içinde, üstü çıplak, yüzü ter ve kan içinde bir halde dövüşüyordu. Karşısındaki adam en az onun kadar güçlüydü ama o, adını bile bilmediğim bir öfkeyle saldırıyordu. Yumrukları rakibinin yüzüne çarpıyor, her darbe izleyenleri daha da çılgına çeviriyordu.
İnanamıyordum.
Bu adam… Beni eve kapatıp güvenliğim için endişelenen adam… Şimdi burada, yeraltı dövüşlerinde kan revan içinde kalmış haldeydi.
"Ne yapıyorsun sen?!" diye bağırmak istedim ama sesim kalabalıkta kayboldu.
Bir yumruk daha, bir darbe daha… Sonunda rakibi sendeleyerek geriye düştü. İnsanlar bağırdı, tezahürat etti. Ama ben orada, nefesimi bile tutarak kalakalmıştım.
Bu adam kimdi? Asıl hayatı neydi?
Bana gösterdiği yüzü mü gerçekti, yoksa şu an izlediğim mi?
Kafesin içindeki mücadele gitgide sertleşiyordu. Adar, rakibine karşı üstün görünse de adam hâlâ ayakta durmayı başarıyordu. Kalabalık çılgınca bağırıyor, kimin kazanacağına dair bahisler yapılıyordu. Ama benim için bunların hiçbiri önemli değildi.
Gözlerimi ondan ayıramıyordum.
Adar’ın hareketleri önceki darbelere rağmen güçlüydü, ama yorgunluk bedenine çökmüştü. Rakibi ani bir hamleyle soluna kaydı ve beklenmedik bir hızla yumruğunu savurdu.
Darbe tam çenesine isabet etti.
Adar’ın başı hızla yana savruldu, dizleri titredi. O an kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Ve birkaç saniye içinde, ağır çekimde izliyormuşum gibi, vücudu geriye doğru düştü.
Yere çarpışı, metal kafesin tabanında yankılandı.
Kalabalık bir anlığına sustu. Sonra daha büyük bir coşkuyla bağırmaya başladılar. Ama ben, çığlıkları ve alkışları duymuyordum.
Adar, nefes nefese yerde yatarken başını hafifçe kaldırdı. Gözleri bulanıktı, ama sonra…
Beni gördü.
O kargaşa içinde, kanın ve terin arasında göz göze geldik.
Yüzüne bir gölge düştü. Şaşkınlık mıydı, öfke mi, yoksa bir pişmanlık mı? Bilmiyordum. Ama gözlerindeki o bakış, içimde bir şeyleri altüst etti.
Beni burada görmeyi beklemiyordu.
Ama iş işten geçmişti.
Yerde nefes nefese yatarken gözlerimizi ayırmadık. Kalabalık çılgınca bağırıyor, rakibi zafer sarhoşluğuyla ellerini havaya kaldırıyordu. Ama ben hâlâ donup kalmıştım.
Sonra bir şey oldu.
Gözlerindeki bulanıklık silindi. O tanıdık inat, o yakıcı hırs geri döndü. Yere dayadığı elleriyle yavaşça doğruldu. Kan sızan dudaklarını dilinin ucuyla ıslattı, sonra yüzüne sert bir gülümseme yerleşti.
Rakibi farkına bile varmadan aniden fırladı.
İlk hamlesi rakibinin midesine sert bir darbe oldu. Adam bir anda nefesi kesilmiş gibi sendeledi. Adar, hızını kesmeden ikinci yumruğunu çenesine geçirdi. Rakip afalladı, adımını geriye attı. Ama Adar hiç durmadı.
İnsanlar çıldırmış gibi bağırıyordu artık. Ama ben sadece onu izliyordum.
Son hamlesiyle rakibinin suratına yıkıcı bir yumruk savurdu. Adamın başı geriye savruldu, ayakları yerden kesildi ve kafesin tabanına sertçe düştü.
Sessizlik.
Sonra bir anda patlayan tezahüratlar…
Adar, ayakta zor duruyordu ama kazanan oydu. Burnundan sızan kanı bile umursamadan, ağır adımlarla arkasını döndü.
Ve yine göz göze geldik.
Bu kez bakışlarında öfke vardı. Ama o öfkenin altında, belki de asıl görmek istemediği bir şey daha saklıydı: Beni burada görmenin getirdiği bir karmaşa.
Ne yapacağını bilmiyordum. Ama ben buraya kadar gelmişsem, artık kaçmasına izin vermeyecektim.
Adar, derin derin nefes alarak rakibinin yere serili bedenine son bir bakış attı, sonra kafesin kapısına yöneldi. Seyirciler hâlâ delirmişçesine tezahürat yapıyordu ama o hiçbirine aldırmadan dışarı çıktı.
Ben ise çoktan ona doğru ilerlemeye başlamıştım.
Gözlerindeki öfke, yorgunluk ve bana dair çözemediğim o duygu, içimde yanıp tutuşan ateşi körüklüyordu. Kalabalığın içinde, tüm bu kaosun ortasında, sadece onun yanına varmak istiyordum.
Adımlarımı hızlandırdım. O da bana doğru geliyordu.
Ve sonunda, tam önünde durduğumda, sırtımdan çekildiğimi anlamamla onun dudaklarının sıcaklığını hissetmem bir olmuştu.
Etrafımızdaki kalabalık çığlık çığlığa bağırıyor, ıslıklar yükseliyordu. Ama ben hiçbirini duymuyordum. Tek hissettiğim, onun dudaklarının sertliği, nefesinin sıcaklığı ve başta şaşkın olan bedenimin bir saniye içinde ona karşılık verişiydi.
O an her şey sustu.
Ellerini belime sardığında, aramızdaki tüm mesafe kayboldu. Öylece kalamazdık. Daha fazlasını istiyordum.
Adar bir anda beni kendine çekti ve kalabalığın içinden hızla geçerek soyunma odasına doğru yöneldi. Peşinden gittim. Kapıyı hızla kapattığında, ikimiz de nefes nefese kalmıştık.
Beni duvara yasladı. Gözleri karanlıktı, öfkesi ve arzusu birbirine karışmış haldeydi.
"Burada ne işin var?" diye sordu, hareketi sertti ama içinde titreyen bir şeyler vardı.
Ben sadece ona baktım, hâlâ nefesim düzensizdi.
"Kendime engel olamadım." dedim.
Bir an sessizlik oldu. Sonra, Adar dudaklarıma tekrar yapıştı—bu kez daha aç, daha vahşi, daha öfkeli.
Bu gece uzun olacaktı. Ve hiçbirimiz geri adım atmayacaktık. Göğsü hızla inip kalkıyor, gözleri öfke ve başka bir şeyle parlıyordu. Elleri yanlarımda sıktığı yumruklardan ibaretti ama bakışları… O bakışları içimi titretiyordu.
Bir saniyelik sessizlik oldu. Gözleri yüzümü taradı, nefesini tuttu. Sonra…
Beni tekrar öptü.
Sıcak dudaklarıma yapıştığında dünya sustu. Elleri artık yumruk değil, belime sarılan çelikten bir kafes gibiydi. Beni kendine çekti, aramızdaki mesafeyi tamamen yok etti.
İçinde öfke vardı. Ama daha fazlası da vardı.
O an geri çekilmedi. Ben de çekilmedim.
Bu, çoktan kopmuş bir ipti. Ve artık, tutunacak başka bir şey yoktu.
Yükselen bedenim onun kıcağındaydı artık. Bacaklarımı beline sararken teninde hayat bulmuşum gibi ellerimi omuzlarına koyarak sıktım. "Dur Devran!" Zor bela ondan ayrılırken ikide bir sadece öpüşerek birbirimizi sınamaktan vazgeçmemiz gerekiyordu. Başını ne oldu dercesine salladığında tekrar buraya gelişimizi içimde sorguladım. "Neden buradasın, az önce olanlar da neyin nesiydi? Sen kimsin Devran, neden her bir olayda seni farklı bir kimlikte görüyorum?" Sıkı bir nefes vererek beni ayaklarımın üzerine bıraktı. Kısa bir an gözlerini yumdu ve elindeki yarım eldivenleri çıkararak kenara attı.
Gözlerini açtığında yüzünde ifadesiz ama içindeki fırtınaları gizleyemeyen bir bakış vardı. Ellerini hafifçe kaldırıp önce göğsüne, sonra iki yana açtı.
"Bende bilmiyorum."
Sanki bu tek kelime, her şeyi anlatacakmış gibi. Ama yetmiyordu.
Kaşlarımı çattım. "Bilmediğin ne Adar? Sen dövüşçü müsün? Yoksa sinirine hakim olamayıp, duygularını böyle yansıtan biri misin?"
Gözlerindeki gölgeyi gördüm. Bu soruyu bekliyordu. Ama cevap vermek istemediğini de biliyordum.
Başını yana eğdi, dudaklarını sıkıca kapadı. Sonra elini yumruk yapıp göğsüne vurdu, ardından iki parmağını havaya kaldırarak çevirdi.
"Ben kaybolmuş biriyim, ve kendimi arıyorum."
Bunun bir açıklama olmadığını biliyordum. Ama onun için fazlasıyla anlam yüklüydü.
Derin bir nefes alarak yaklaşmaya çalıştım. Geri çekilmedi ama kasları gerildi. İçinde savaş verdiğini hissediyordum.
Elimi kaldırıp bileğine dokunduğumda gözleri hafifçe kısıldı. Sonra, sessizce, parmaklarını avuçlarıma kapadı.
"Benimle konuş, Devran." dedim, usulca.
Ama o, konuşamıyordu. Bunun yerine başını hafifçe öne eğdi ve alnını kısa bir anlığına benimkine yasladı.
Bu, onun cevabıydı.
Onun sessizliği, benim en büyük sorumdu. Ve cevabını çözmek için artık çok daha fazlasını öğrenmek zorundaydım.
"Ben kaybolmuş bir ruhtan fazlası değilim," bu kez daha yumuşaktı hareketleri. "Seni arıyorum," dedim nazikçe. Elini tutarak boşta kalan elimi göğsüne yasladım. "Seni arıyorum Adar, kayboldun ama ben seni aramaktan asla vazgeçmiyorum. Kendini bana bırak."
Sözlerim havada asılı kaldı. Elim hâlâ göğsünde, kalbinin hızla attığını hissedebiliyordum. Ama o… Kıpırtısızdı. Sadece bakıyordu.
Gözleri, yıllardır gömülü kalmış bir sır gibi derindi. Sanki içinden çıkamayacağı bir labirente sıkışmıştı.
Sonra, yavaşça elini kaldırdı. Parmaklarını dudaklarıma götürdü, hafifçe dokundu.
"Ben… yokum."
Ellerini geri çekip iki yana açtı, sonra avuçlarını havaya çevirdi.
"Buradayım ama yokum."
Bu sözleri sesli söyleyemese de, hareketleri bağırıyordu.
İçimde ince bir sızı hissettim.
Başımı iki yana salladım, ellerini yakalayıp sıktım. "Hayır, buradasın. Ve ben seni görüyorum."
O an, yüzüne bir gölge düştü. Başını eğdi, nefesini tuttu. Sonra, parmaklarımla oynayarak bir kelime işaret etti.
"Neden?"
Gülümsedim.
"Çünkü sen benim gerçeğimsin, Adar. Ve kaybolmana izin vermeyeceğim."
Bir an, gözlerinde bir ışık parladı. Sonra, üzerime doğru eğildi.
Ellerini yüzüme götürdü, başını eğdi ve beni öptü.
Bu kez öpücüğü sert ya da öfkeli değildi.
Bu, yıllardır kaybolmuş birinin eve dönüşü gibiydi.
Ve ben, onu bulmuştum.
Bırakmaya da niyetim yoktu artık.
Benimde bu hikayeyi mutlu mutlu bitirmeye niyetim yok agaaaaaaaa!!!
Helloo beybiler, bi beğeninizi ve yorumlarınızı alırız artıkınnnn.
Bölümler geç geliyor çünkü okuyucum yok ve bu da beni aslında yazmaktan uzaklaştırıyor. Bu gün bu bölümü yazarken bile aman boş ver ne yazıyorsun boş boş diyerek hiç yazmama kararı almıştım ama işte alışmış kudurmuştan beterdir bebikolar, ben alıştığım için bir nevi zihin terapisi gibi geliyor yazı yazmak.
Öyle işte, neyseeeeeğğğ
İyi okumalar, sizleri sevirem 🫶🫶
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |