
Günlerden adaletti.
Sanki gökyüzü de kararsızdı bugün; kim haklıydı, kim haksız? Ama tek bir gerçek vardı artık: sır perdesi kalkmalıydı.
Vera ve Adar, polis merkezinin soğuk duvarlarının arasında, gerçekleri dile dökmeye hazır bir çift gibi oturuyordu. Vera'nın yüzü solgundu, ama gözlerinde bir çelik vardı artık. Adar’ın parmakları usulca onun eline dolanmıştı. Korkunun yerini inanç almıştı; o artık sadece bir kadın değildi, bir anneydi. Ve kızının adını taşıyan her nefeste, daha da güçlüydü.
Bir kadın polis, gözlüklerinin ardından not defterine eğildi.
“Hazırsanız başlayabiliriz, Vera Hanım.”
Ve Vera başladı.
Sesi titrek ama kelimeleri keskin, geçmiş dört ayı bir cam gibi parçaladı önlerinde.
“odam da bekliyorlarmış... Önce tanıdığım sandım… Sonra gözlerimi bağladılar, ağzımı kapattılar. Ne olduğunu anlayamadan, karanlık bir arabanın arkasında, ellerim bağlı halde buldum kendimi. Camlar karartılmıştı, dışarıyı göremiyordum.”
Derin bir nefes aldı. Adar’ın eli biraz daha sıktı elini.
“Sonra... bir odaya kapattılar beni. Penceresi olmayan, rutubet kokan, yalnızca bir yatak ve masa olan bir yerdi. Günler geçti. Yemek veriyorlardı ama az. Konuşmuyorlardı. Hiç kimse bana adımı bile sormadı. Sadece emir alıyorlardı… telefondan.”
Polis başını kaldırdı.
“Ne tür emirler?”
Vera'nın gözleri doldu.
“Hamile olduğumu öğrendim. Bayılmıştım bir gün. Sonra karnım büyümeye başladı. Bir doktor istedim... sadece bir doktor. Ama onun yerine tokat yedim. ‘Bize ne senin çocuğundan’ dediler. Geceleri ağladım, sabahları dua ettim. İçlerinden biri sürekli telefonda bir adamla konuşuyordu. Adını duymadım ama...”
Sesi çatallaştı, Adar’ın koluna daha da sokuldu.
“Zamanla öğrendim. O sesin kime ait olduğunu öğrendim... çünkü onu çok iyi tanıyordum.”
Polis dikkat kesildi.
“Kimdi Vera Hanım?”
Vera gözlerini kapattı, sonra açtı.
“Ali’ydi. Adar’ın kuzeni... bu işin arkasındaki kişi oydu.”
O an odada bir sessizlik çöktü. Ne kalem kıpırdadı ne sandalye gıcırdadı. Herkesin aklında tek bir cümle yankılandı: Ali yaptı.
O sırada, konağın dışında başka bir gerçek kendi çatısını sallamaya başlamıştı. Polisler, elde ettikleri ifadeler ve arka plan bilgileriyle bir isme daha ulaşmışlardı: Şehmus. Ali'nin Onu, aracı olarak kullandığı söylentileri kulağa su gibi akıyordu.
Polisler Şehmus’u gözaltına almak için gece yarısı bastılar ahşap, iki katlı evine. Şehmus kapıyı açtığında zaten yıkılmış gibiydi. Yüzü solgundu, gözleri nemli.
“Şehmus Buhari?”
Başıyla onayladı.
“Vera Saraçoğlu'nu kaçırmaktan tutuklusunuz.”
Şehmus sustu, başını eğdi.
Tüm geceyi yaran o cümle, karanlığı deldi.
Ama ardından gelen cümle daha çok yaktı.
“Ama... Ali zorladı beni. Tehdit etti. Eğer yapmazsam... Kardeşime zarar vereceğini söyledi.”
Sabah ezanına yakın saatlerdi. Konağın avlusuna iki polis aracı girdiğinde, içeride hayat normal görünüyordu. Ali pijamalarının içindeydi, karısı kahvaltı sofrası hazırlıyordu. Annesi eski günleri anlatıyordu, kahkahalarla.
Ama kapı çaldı.
Açtıklarında üç polis, emirle içeri girdi.
“Ali Saraçoğlu,Tutuklusunuz. Vera Saraçoğlu'nun kaçırılması ve alıkonulması suçundan ifadeniz alınmak üzere bizimle geleceksiniz.”
Ali’nin yüzü dondu. Eşi şaşkın bir çığlık attı, annesi ayağa fırladı.
“Ne diyorsunuz siz? Ne kaçırtması?!”
Polisler onu yaka paça, direnişine rağmen dışarı çıkardı. Ali çırpındı, bağırdı.
“Ben yapmadım! Ben...!”
Ama ellerindeki kelepçe, kelimelerden daha inandırıcıydı.
Annesi ardından koştu.
“Oğlumu nereye götürüyorsunuz! O yapmaz! O yapmaz!”
Ama arabanın kapısı kapandığında, gerçek çoktan mühürlenmişti.
İki polis memuru, loş odanın ortasında, masanın karşısına Ali’yi oturttular. Odada sigara dumanı yoktu ama havada ağır bir suçun kokusu vardı. Soğuk ışık alnına vururken, gözleri kaçamak bakışlarla masadaki su bardağına takılı kalıyordu.
Karşısında oturan başkomiser, dosyayı açtı.
"Ali Saraçoğlu. Sana bir şans veriyoruz. Sessiz kalmakla, cezanı büyütüyorsun. Konuşursan... belki bir yerden kurtarırsın kendini.”
Ali gözlerini kaldırmadı. Dudakları titredi.
“Ben bir şey yapmadım.”
Komiser dosyadan bir ses kaydı açtı.
Şehmus’un karakoldaki ifadesi:
“Ali’ydi. O istedi Vera’yı kaçırmamı. kardeşimle tehtit etti. İki kez konuştu telefonla. Biri kaçırmadan önceydi, biri kaçırdıktan sonra. ‘Sağlıklı tut, ama sakın dışarı çıkarma’ dedi. ‘Bir şey olursa sana olur’ diye tehdit etti.”
Ali başını ellerinin arasına aldı. Dişlerini sıktı.
Polis devam etti.
“Şimdi... bu numaralardan yapılan çağrılar senin telefonuna ait. İki tanesi Şehmus’la konuştuğun saatlere denk düşüyor. Bir tanesi kayda alınmış. Dinletmemizi ister misin?”
Ali kıvranır gibi sandalyede geriye yaslandı. Dili damağına yapışmıştı. Ter alnından süzülüyordu.
“Yeter...” dedi, neredeyse fısıldayarak. “Yeter...”
Komiser eğildi.
“Ne yeter?”
Ve o an, yılların cezası dudaklarından döküldü.
“Evet... tamam! Ben istedim kaçırılmasını. Ama... ama ona zarar vermelerini istemedim. Sadece... acı çeksin istedim...”
Odadaki polisler not tutmaya devam etti.
O sırada, başka bir şehir ışığında, taş duvarlı konakta akşam yaklaşıyordu. Gökyüzü altın ve gri arasında, geçmişle gelecek gibi salınıyordu.
Konağın demir kapısı açıldığında, herkes başını çevirdi.
Adar ve Vera el eleydi. Vera’nın karnı, artık belirgin bir hayatın izi gibiydi. Onlar yürürken, gözleri sadece birbirini görüyordu; ama etraf, bir fırtınanın eşiğindeydi.
İlk olarak Adar’ın halası çıktı avluya. Ardından yengesi, gözleri endişeyle Vera’nın karnına kaydı. Amcası, ağır adımlarla yaklaştı. Diğer kuzenleri, gözlerini kaçırarak merakla ve biraz da utançla onları süzüyordu.
Ve sonra... dedesi. O koca taş gibi adam, yavaşça taş basamaklara çıktı. Gözleri hâlâ meraklı, ama içinde binlerce yaşanmışlığın sabrıyla dolu.
“Ne oluyor Adar?” dedi sesi kararlı ama yorgun.
Adar bir an sustu. Gözlerini Vera’ya çevirdi. Ardından başını dedesine doğru çevirdi.
İçinde hiçbir öfke yoktu artık, sadece ağırlık vardı. Gözleri aydınlıkla parlıyordu.
“İyi şeyler oluyor dede,” dedi. “Biz artık kendi yolumuza dönüyoruz.”
Bir anlık sessizlik. Sonra dedenin çatlamış dudaklarında, zorla da olsa bir tebessüm belirdi.
Herkes anlamasa da, bir baba torununun sesindeki huzuru tanırdı. Adar’ın her kelimesi, bir savaşın sonu, bir sevdanın yeni başlangıcıydı.
Adar bir adım ileri çıktı. Sertçe ama sarsılmadan. Avuç içi Vera'nın ellerinde ama sesi şimdi tüm konağa, geçmişin katı duvarlarına çarpıp dönecek kadar yüksek ve netti. Gözlerini dedesine dikti; ama sözleri sadece ona değil, orada bulunan herkeseydi.
“Eşimi ve çocuğumu benden ayırabilecek hiçbir şeye tahammülüm yok. Ali yanlış yaptı. Bunun adı hata değil, bu düpedüz ihanetti. Ve ihanetin bir bedeli vardır, dede. O bedeli ödüyor. Ödeyecek. Kimse karşıma geçip yaptığının avukatlığını yapmasın bana.”
Konakta bir uğultu yükseldi. Fısıltılar, homurtular, bastırılmaya çalışılmış öfkeler... ama o anda Ali'nin annesi, yani Adar’ın yengesi, öne atıldı. Gözleri yaşla doluydu, ama o yaşta acıdan çok inkâr vardı.
“Yalan söylüyorsunuz!” diye bağırdı. “Oğluma iftira atıyorsunuz! Ali yapmadı, yapmaz, sen yaktın onu! Bu iftirayı da sen kurdun, sen...”
Sesi daha da yükselecekti ki, Serdar bir adım atıp kadını usulca ama kararlı bir şekilde geri çekti.
“Yenge… yeter artık. Herkes her şeyi gördü.”
Kadın ağlayarak geri çekildi, dudakları hâlâ oynuyordu ama ses çıkmıyordu. Adar, bir an ona baktı. Bir parça acı vardı bakışında, ama hiç pişmanlık yoktu. Sonra Vera’nın eline biraz daha sıkı sarıldı ve dedesine döndü. Artık sesinde ne öfke ne de savunma vardı. Sadece tükenmiş ama kararlı bir adamın, kendine ait bir yoldan gidişi vardı.
“Biz gidiyoruz,” dedi sade ama sağlam bir tonda. “Burası bana göre değil artık, dede. Ben... burada yapamam. Ne eşimi, ne çocuğumu... bu zindanda büyütemem, yeşertemem. Ağaç kök bulamaz burada, sevgi göğe uzanamaz. Gitmek zorundayız.”
Dedesinin gözleri doldu. Bir şey demedi. Sadece o ihtiyar gözleriyle sordu:
“Nereye?”
Adar başını eğdi.
“Bize iyi gelecek her yere. Sessizliğe, toprağa, göğe... Karanlıktan uzak bir yere.”
O an Vera, Adar’a döndü. Gözlerinde derin bir minnet, tarifsiz bir aşk, bütün geçmişin ve geleceğin yankısı vardı. Adar’ın yüzüne baktı. O avluda herkes bir şey söylemek ister gibiydi ama kimse konuşamadı. Çünkü suskunluk bazen kelimelerden daha fazlasını taşırdı.
Adımlarını ağır ağır attılar. Konağın taş kapısı bir daha dönmemek üzere geçildiğinde... Adar arabaya yöneldi, Vera onun hemen yanı başında. Arabanın kapısını açarken Adar bir kez daha Vera’ya döndü. Kadın hâlâ ona bakıyordu. Sanki yüzüne kazımak istiyordu her bir çizgiyi, her bir kırığı.
Adar ona baktı, gülümsedi.
“benimle gelir misin?”
Vera başını usulca salladı. " yanımdaysan... her yere.”
Araba hareket ettiğinde, konağın arkasında yalnızca suskunluk kaldı. Onlar ise, geleceğin bilinmez ama umutla parlayan yollarına doğru yola çıktılar.
Aşk bazen bir bağırış değil, sessiz bir el tutuşudur.
Bazen bir yemin değil, bir göz göze gelişti.
Ve Adar, o sabah konağın taş avlusunda geride bıraktığı ne varsa; çocukluğunun gölgesi, soyunun adı, omuzlarına yüklenmiş o dev miras... hepsini konağın avlusuna bırakarak terk etmişti.
Çünkü bazı sevdalar, bir gökyüzü çizer insanın alnına.
Ve o gökyüzünde bir çift yıldız parlıyorsa; biri Vera, biri Adar’dı.
Adar, bu uğruna savaştığı kadınla şimdi, aşkın kendi kurduğu yolda yürüyordu.
Bu sadece bir gidiş değil, bir fedakârlıktı.
Bir soyadından, bir güçten, geçmişin dayattığı kaderden sıyrılmaydı.
Adar, hayatını yeniden inşa ediyordu. Ve temeline sadece aşkı koyuyordu. Vera’nın aile evi göründü.
Bahçede babası oturuyordu, başı öne eğik, elleri dizlerinde, tespihini sessizce çekerken.
Kapı gıcırtıyla açıldığında annesi başını çevirdi, gözleri doldu.
Vera… karnında can, yanında Adar, el ele girdiler evin avlusuna.
İlk adımlarında sözcükler yoktu.
Vera, annesine sarıldığında içindeki kırık çocuk ağladı.
Annesi usulca başını okşadı, hiçbir şey sormadı.
Abisi geldi ardından; gözlerinde hâlâ bir sitem ama dudaklarında bir sessiz kabulleniş.
Ve sonra babası ayağa kalktı.
Yaklaştı, Adar’ın önünde durdu.
Adar başını eğdi.
Kalbindeki her kırıntı, her teşekkür gözlerindeydi.
Adam, sessizce kızının elini tuttu, sonra Adar’ın eline uzandı.
Sesinde öyle bir titreme vardı ki, tüm dağlar yere inmişti o an:
“Ben kızımı önce Allah’a, sonra sana emanet ettim evladım…
Hakkım helal, yolunuz açık olsun..”
Vera o an titredi.
Çünkü aşk, yalnızca sevilmek değil;
Bazen uğruna terk edilmek, bazen de uğruna her şeyi geride bırakmaktı.
Arabaya binerken güneş batmak üzereydi.
Vera kafasını Adar’ın omzuna yasladı, bir elini karnına koydu.
“Bak,” dedi fısıltıyla, “İlk kez geleceğe bu kadar yakınız…”
Adar yol boyunca konuşmadı.
Ama elleri direksiyonda, gözleri yolda, yüreği Vera'nın avuçlarındaydı.
Camdan dışarı baktılar.
Geçilen köyler, uzaklaşan şehirler, arkada bırakılan acılar…
Her kilometre onları biraz daha özgürleştiriyor, biraz daha yaklaştırıyordu İstanbul’a.
Yeni bir hayata.
Yeni bir aileye.
Yeni bir çocukluğa.
Vera arka koltukta aldığı minik tulumu çantasından çıkardı.
Avuçlarına aldı.
Adar ona baktı, gözleri doldu.
"Minicik olacak, değil mi?" dedi.
Vera başını salladı,
"Ve sen koca dünyayı onun için baştan kuracaksın."
Yol uzun, umut büyüktü.
Ve en güzel hayatlar, en büyük vedalardan sonra yazılırdı.
6 ay sonra;
İstanbul’un eylül serinliği, pencereden içeri usulca sızıyordu.
Gün yeni doğmuştu, gökyüzü hâlâ pembe-mavi arasında kararsız.
Adar mutfakta Vera’ya kahvaltı hazırlarken bir yandan karnındaki saat gibi çalışan zaman bombasını izliyordu.
Vera son zamanlarda sık sık elini karnına koyar, minik Zeynep’in tekmelerine gülümserdi.
Evi, bir yuvaya dönüştürmüşlerdi.
Zeynep’in odası lavanta tonlarında, yatağının üstünde küçük peluş ayılar.
Duvarlara Vera kendi elleriyle çiçekler çizmiş, Adar minik kitaplıklar monte etmişti.
Hayat basit, ama huzurluydu.
Ne taş konakların gürültüsü vardı, ne geçmişin gölgesi.
Bir tek şey vardı artık:
Aşkı kazıyarak yazılmış bir gelecek.
O sabah Vera aniden durdu, mutfak kapısının eşiğinde…
Bir elini beline attı, diğerini göğsüne.
Yüzündeki ifadeyi gören Adar hemen yanında belirdi.
“Ne oldu?” dedi, sesi birden gerildi.
“Sancı… sanırım bu sefer gerçek…” dedi Vera, sesi titriyordu.
Adar gözlerini büyüttü, her ne kadar bekledikleri bir an olsa da, kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
O an mutfaktaki her şey durdu, zaman yavaşladı.
Adar Vera’nın ellerini tuttu.
“Tamam… tamam aşkım. Hemen hazırlanıyoruz. Derin nefes al… ben buradayım.”
Araba sanki kanat takmış gibi uçuyordu.
Vera koltuğa yaslanmış, elleri karnında, nefesleri kesik kesikti.
Adar bir eli direksiyonda, diğeri Vera’nın elinde.
“Dayan… az kaldı,” diyordu sürekli.
Ama gözlerinin kenarındaki o çizgiler, yıllar değil;
sadece endişenin, sevdanın iziydi.
Vera’nın sesi yumuşaktı ama gözlerinde korku vardı:
“Ya bir şey olursa? Ya... ya ona kavuşamazsak?”
Adar gözlerine baktı, camı aralayıp başını geriye yasladı:
“hayır, Zeynep... umutla doğacak.”
Hastaneye vardıklarında her şey bulanık gibiydi.
Koridorlar, hemşireler, steril kokular, doktorlar...
Ama Adar’ın görebildiği tek şey Vera’nın elleri ve yüzündeki sabırdı.
Sonra…
Vera doğumhaneye alındı.
Kapı kapandı.
Adar dışarıda kaldı.
Duvar saatinin tıkırtısı, kalbinin atışını bastırıyordu.
Dizlerini ellerine dayayıp dua etti.
Gözleri doldu.
Bu adam bir zamanlar silah tutan elleriyle şimdi yalnızca umut tutuyordu.
Ve sonra…
Bir bebek ağlaması.
Zaman durdu.
Bütün hayatı bir anda silindi, o sesle yeniden yazıldı.
Doktor gülümsedi:
“Kızınız oldu, Tebrikler.”
Adar’ın dizleri çözüldü.
İçine koca bir dünya gömüldü.
Odaya alındığında, Vera yorgun ama gülüyordu.
Kollarında minik bir mucize vardı.
Gözleri kapalı, minik elleri Vera’nın parmağını tutuyordu.
Adar yaklaştı.
Titreyen elleriyle aldı Zeynep’i.
Sıcacıktı.
Minicikti.
Ve sonsuz bir sevdayla yaratılmış gibiydi.
Gözlerinden yaşlar süzülürken başını eğdi ve kulağına fısıldadı:
“Zeynep… Hoş geldin canımın canı… hoş geldin kızım…”
Vera yatağında, Adar yanında.
Zeynep kundağında mışıl mışıl uyuyordu.
Adar gözlerini Vera’ya çevirdi:
“Sen benim mucizemsin.”
Vera gülümsedi.
“Hayır… Biz mucizeyi birlikte yarattık.”
Ve o an…
Geçmişin yıkıntılarından, acının küllerinden,
iki kalpten doğan bir bebek…
Dünyaya gözlerini açtı.
Ve dünya, o anda biraz daha güzel oldu.
Adar, gözlerini açtığında ilk gördüğü şey, tül perdeden süzülen güneş değil…
Bir çift iri göz ve minik bir burundu.
Kızının başı yastığın kenarına yaslanmış, minik elleri babasının yanağında geziniyordu.
Ve o kahkahası…
Sanki içinden sevinçle savrulmuş kuşlar gibi.
“Zeynep…” dedi Adar, sesi sabahın en kısık haliyle.
Gözleri doldu her sabah olduğu gibi.
Bir mucizeye uyanmanın şaşkınlığı hâlâ geçmemişti üzerinden.
Kızı gülünce, Adar kendi kendine de gülerdi.
Bazen gıdığını öperdi, bazen alnını…
Ama hep kalbinden bir yer verirdi ona, bir ömürlük.
Vera, kapı eşiğinden onları izlerdi her sabah.
Gizlice gülümser, bir elini karnına dayar gibi göğsüne koyardı.
Çünkü o sevgi, o küçük yatakta yatan baba ve kız arasında doğan bağ…
Ona da her sabah yeniden umut verirdi.
Adar, minik Zeynep’i kucağına alır, yorganın arasına saklar,
“Bu bizim sırrımız tamam mı? Anneni kıskandıralım,” derdi.
Zeynep gülerdi.
Bebek kahkahası…
İnsanın içini yıkayan bir yağmur gibi.
Vera dayanamazdı.
Sessizce yanlarına sokulurdu.
Adar, onu görür görmez Zeynep’i biraz kaydırır,
“Gel… Hayatım…” derdi.
Vera uzanırken Adar onu alnından öperdi, sonra burnundan…
Ve her sabah şu sözleri fısıldardı:
“Ben seni sevmekten bir gün bile vazgeçmedim.
Ve vazgeçmeyeceğim.”
Kahvaltılar sadeydi, ama sofraları ziyafetti.
Adar mutfağa girerdi çoğu zaman.
Vera itiraz edecek olurdu ama Adar göz kırpar:
“Sen bana bir ömür verdin.
Ben sana bir tabak peynir, bir dilim ekmek vermişim çok mu?.”
Zeynep mama sandalyesinde gülücükler saçarken, Adar arada döner Vera’nın saçlarını düzeltir,
yanağını öperdi usulca.
İçinden değil, sesli söylerdi her seferinde:
“Sen olmasaydın… ben kim olurdum?”
Geceleri…
Zeynep uyuduğunda, Adar ve Vera balkona çıkarlar,
Bir battaniyenin altına girerlerdi.
İstanbul ışık ışık göz kırparken,
Adar, Vera’nın omzuna başını yaslar:
“Her şeyi geride bırakmaya değdi değil mi?”
Vera gülümser:
“Ben sadece kalbimi dinledim. Kalbim de seni söyledi.”
Ve sonra…
Sessizlik olurdu.
Ama o sessizlikte çarpan iki kalp vardı.
Zeynep’in beşiğinde yankılanan sevgiyle büyüyen bir hayat.
Ve Son
Mutluluk sandığın gibi bağırmaz, gösterişli olmaz.
Bazen bir bebeğin gülüşüyle gelir.
Bazen bir adamın fısıltısıyla.
Bazen bir kadının her sabah aynı gözlerle sevmeye devam etmesiyle.
Adar ve Vera’nın hikâyesi;
acıdan doğmuştu ama aşkla büyümüştü.
Zeynep onların tanıklığıydı.
Bir mucizenin,
bir fedakârlığın,
bir sevdanın şahidi…
Çünkü bazı insanlar birbirini sadece sevmez.
Birbirine yurt olur,
birbirine dua olur,
birbirine ömür olur.
Ve işte onlar…
Birbirine ömür olanlardan olmuşlardı.
SON
🌿👨👩👧🌿
Öncelikle hepinize iyi okumalar dilerim. Ben yazdıklarımı kitap olsunl
ar diye basılsınlar diye yazmıyorum sadece kafamın içindeki o dönen dolaplar biraz durulsun biraz boşalsın diye yazıyorum bundan dolayı yazdıklarımı hep kısa tutuyorum çünkü ben devam ettirmekten ziyade sadece aklıma gelip o an canlananları yazıyorum. Arada özel bölümler yazarım tabii ki de isterseniz. Kendinize iyi bakın, mutlu huzurlu sağlıcakla bir hayat yaşamanız dileğiyle. 🙏🏻🤗
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |