19. Bölüm

HİÇLİK

Rahime Deniz
ben1deniz

Kalın giysilerim yavaşça omuzumdan süzüldü.

Tenime değil… ruhuma dokundu Adar.

Bana değil, içimde sakladığım o çırpınan varlığa uzandı elleri.

Beni sarmadı, acılarımı sardı.

Ve ben, usulca onun koynuna sokuldum.

Ama kalbim... hâlâ diken üstündeydi.

 

Beni sardı.

Beni sevdi.

Ama ben ona sarılamadım.

 

Başımı göğsüne çektirdiğinde, onun kalbinin sesiyle baş başa kaldım.

O kalp hâlâ benim adımla atıyordu belki…

Ama benim içimde o isme dair yankılanan her şey yarımdı.

 

“Yarın konuşuruz… şimdi sadece uyuyalım,” dedi.

Öylesine sade, öylesine içten.

Ama ben, o kelimelere tutunamadım.

Çünkü içimde susturulamayan bir çığlık vardı.

O çığlık, dört ay boyunca kulağımda fısıldayan karanlık seslere dönüşüyordu.

 

“Adar seni bulamadı…

Seni istese bulurdu…

Artık seni kimse bizden alamaz…

Çocuğunun babası bir katil…

Kendi amcasını öldürdü.

Sen böyle bir adama mı çocuk doğuracaksın?”

 

O karanlık odalarda, zamanla birlikte aklım da çözüldü.

Her fısıltı bir kıymık gibi saplandı içime.

Ben yalnızdım…

Hamileydim…

Ve o gelmedi.

 

Sığındığım bu beden, güvende hissettirse de…

İçimde hâlâ o korkunun soğuk nefesi vardı.

 

Gözlerimi kapatmadım o gece.

Adar’ın yüreği nasıl atıyor, duyuyordum.

Ama ben her atışında, "neden bulamadın beni?" sorusunu tekrar tekrar fısıldadım içimden.

 

Onu sevmemem gerekiyordu.

Kaçmak istiyordum, evet…

Hem ondan, hem bu şehirden, hem içimde büyüyen şeyden bile.

 

Ama öylece başımı göğsüne yasladım.

Sanki bütün kırgınlıklarımı oraya bırakabilirmişim gibi.

Sanki affedebilirmişim gibi.

Ama affetmek… unutmak değildi.

Hele hele, Adar gibi biri için.

 

O adam, kendi amcasını benim için öldürdü.

Benim uğruma bir can aldı.

İçimdeki o küçük canın, bir katilin elleriyle büyümesini istemiyordum.

O ellerin bana dokunmasından ürktüm, çocuğuma dokunmasından korktum.

 

Ve sonra Adar, bir babaya dönüşmeye çalıştı gecenin tam ortasında.

Karnıma dokunduğunda...

Bir ürperti gibi geçtim içimden.

Elini istemsizce ittim biraz.

Ama çok değildi, sadece fark etsin diye.

Ben hâlâ tam açılmamıştım ona.

Hâlâ çözülmemiştim.

 

O gece ne kadar sakinse o,

Ben o kadar paramparçaydım içimde.

 

Beni sardığında hissettiğim sıcaklık,

Dört ayın soğuk duvarlarına çarptı durdu zihnimde.

Ve ben biliyordum…

Sabah geldiğinde konuşacaktım.

 

Ama önce…

Bu sessizliğin içinde biraz daha kalmalıydım.

Çünkü içimde bir ses hâlâ,

“Kaç,” diyordu.

Diğeri ise,

“Kal, belki bu kez değişir her şey…”

 

Ve ben hâlâ karar verememiştim.

 

Gözlerimi sabaha açmadım.

Çünkü uykunun içindeydim hâlâ, ama bir rüya değil, bir geçmiş beni sarıyordu.

Adar’ın kolları gevşemişti, nefesi ağır ve sakindi.

Kalbi, gece boyunca adımı fısıldamış olabilir… ama ben onun kalbine değil, geçmişine sıkışıp kalmıştım.

 

Usulca kollarından sıyrıldım.

Uyandırmak istemedim.

Yorgun düşmüştü belli.

Ama onun yorgunluğu, dört ayın yükünü taşımamıştı.

Benim içimde hâlâ dikenli bir sessizlik vardı.

 

Ayaklarım yere değdiğinde, titreyen bir yalnızlıktım.

Karnımda hissettiğim o varlık, bana "anne" deyişini hâlâ fısıldamamıştı.

Ama ben ona çoktan anne olmuştum.

Korkuyla, acıyla, geceyle…

 

Odanın köşesindeki pencereye yöneldim.

Gri bir sabah sızıyordu camdan içeri.

İçimdeki karmaşaya uygun, renksiz bir gün.

Koltukta dizlerimi karnıma çektim, battaniyeyi omzuma aldım.

Kendime sarılmaya çalıştım.

Çünkü Adar’ın kolları artık güven değil, karmaşa demekti bana.

 

Sessizliği bölen tek şey…

Bir çakmak sesi oldu.

Arkamı dönmeden anladım.

Adar uyanmıştı.

 

Konuşmadı.

Ben de konuşmadım.

Dudaklarının arasındaki sigaradan yükselen duman, odada süzüldü.

Kokusunu hep sevmiştim bir zamanlar.

Şimdi o koku bile içimi bulandırıyordu.

Çünkü her şeyin içinde bir "keşke" taşıyordu artık.

 

Aramızda birkaç adımlık mesafe vardı.

Ama o birkaç adım, dört ay gibiydi.

Bir ömür kadar suskun, bir mezar kadar derin.

 

Camın buğusuna parmak uçlarımı değdirdim.

Bir harf yazasım geldi.

"Affet" mi?

"Git" mi?

Hangisi bana daha yakındı, bilmiyordum.

 

Arkamda bir nefes vardı.

Ama ben hâlâ yalnız hissediyordum.

Çünkü bazı yalnızlıklar, kalabalık bedenlerin içinden gelir.

Ve Adar ne kadar yakınımda oturursa otursun…

Ben ondan uzakta doğum sancısı çeker gibi içime kapanıyordum.

 

Sabah olmuştu.

Ama içimde gece hâlâ hüküm sürüyordu.

 

Adımlarını duydum.

Hafif, ürkek…

Ona ait olmayan bir tonda yaklaştı bana.

Adar hiçbir zaman böyle yürümemişti.

Sarsılmazdı, sertti, kendinden emindi.

Ama şimdi ayak seslerinde bir çocuk ürkekliği vardı.

Bir suçlunun iç sesi gibi sessiz.

 

Yanıma geldiğinde, bana dokunmadan önce durdu.

Sanki o birkaç santimlik mesafe, ikimizin geçmişi kadar uzundu.

Ve sonra…

Avuç içi, battaniyenin üzerinden usulca koluma değdi.

 

Kendimi çektim.

Hafif.

Ama yeterince belirgin.

 

Bir ten temasının, bir ateş gibi canımı yakmasından korktum.

Çünkü dokunduğunda tüm duvarlarım yıkılacak gibiydi.

Ama ben hâlâ ayakta kalmak istiyordum.

Kırılmadan.

Eğilmeden.

Çökmeyen tek şeyin, yüreğim olmasını istiyordum.

 

Adar durdu.

Dokunuşunun reddedilişine hiçbir şey demedi.

Yutkundu sadece.

Ve sonra...

Bir adamdan beklenmeyecek bir şey yaptı.

Önümde diz çöktü.

 

Bütün o heybetiyle, o sertliğiyle, o karanlığıyla…

Bir kadının önünde çöküp kaldı.

Ve ben o an…

Bir dağın çöküşünü izler gibiydim.

Bir savaşçının, kılıcını yere bıraktığını görmek gibiydi bu.

Gururunun kanadını kırıp, kalbini yere serdi.

 

“Vera’m…”

dedi, fısıldar gibi.

Bir yakarış kadar sessiz.

Bir dua kadar kırık.

 

İçim titredi.

Göğsümde yıllardır sıkışan o boşluk birden yankılandı.

Gözlerim doldu.

Sıcak bir şey aktı içimde, hem acı, hem tanıdık.

O ses, beni en derin yerimden çekti.

 

Bir sessizlik çöktü aramıza.

Ama bu, öfkenin sessizliği değildi artık.

Kırılan bir aynanın çıkardığı o içsel sızı gibiydi.

Bir parçalanmanın değil, bir çözülüşün sessizliğiydi.

 

Ve ben…

Dizlerinin üstünde duran o adamın,

bir zamanlar amcasını öldürecek kadar gözü kara,

ama şimdi gözümün içine bakamayan kadar mahcup olduğunu gördüm.

 

İçimde bir şey çatladı.

Bir bardak gibi değil,

bir anne gibi.

Bir kadın gibi.

Bir insan gibi.

 

Bakamadım ona…

Ama uzak da duramadım.

 

Çünkü o “Vera’m” diyen ses…

Yalnızca bir adamın değil,

içimde hâlâ kalan sevginin de sesi gibiydi.

 

Adar başını eğdi.

Ve bir an sonra alnı, dizime yaslandı.

Tenime değil…

Ama varlığıma, yüküme, kırgınlığıma…

 

Nefesini hissettim.

Sıcak, sarsak, yorgun bir nefes.

O an içimde bir yumru büyüdü.

Zaman gibi, keder gibi, bir annenin yutkunduğu gözyaşı gibi.

 

“Dört ay…”

dedi, sesi boğuk, neredeyse duyulmayacak kadar kısık.

“Dört ay boyunca, her yer senin adını söyledi bana.”

 

İçimdeki direnç çatladı.

“Her kapıyı çaldım Vera…

Her sesi sen sandım.

Her kadını sen zannettim, her gölge sen gibi geçti önümden…

Delirdim.”

 

Sesindeki sızı, kalbimi tırmalıyordu.

“İzini kaybettiğim o ilk gece…

Uyumadım.

Yemedim.

Nefes bile almadım sanki.

Yalnızca seni aradım.

Yalnızca seni.”

 

Gözyaşlarım sessizce aktı.

Direnmeden.

Sessizce…

Çünkü artık susmak acıtıyordu.

Söylenen her kelime ise biraz iyileştiriyordu, biraz daha yaralıyordu.

 

“Onları öldürmek istedim Vera…

Hepsini…

Sana dokunan her eli, seni korkutan her sesi susturmak istedim.

Ama sadece dua ettim.

Sadece yalvardım.

Tanrı’ya, sana bir şey olmasın diye yalvardım.”

 

O an, ikimiz de ağlıyorduk.

Aynı anda.

Aynı sessizliğin içinden gelen iki yangın gibi.

Biri gözümden, biri onunkinden aktı.

Ve yerde, birbirine karıştı.

 

“Ben seni bulamadım Vera…

Ve bu beni her gün biraz daha öldürdü.

Her sabah seni bulamadan uyanmak…

Sana seslenip cevapsız kalmak…

Bir erkeğin değil…

Bir insanın kaldıramayacağı bir şeydi.”

 

Ellerini tuttum.

O hiç sormadan ben uzandım,

Ve avuçlarımın içinde, yılların yükü, dört ayın çığlığı titredi.

 

Sustu.

Ama suskunluğu anlatmaya devam etti.

Ben de sustum.

Çünkü o anda kelimelerin değil,

o alnın dizime yaslanışının,

o gözyaşlarının bir kadını nasıl susturup sarstığının

anlatılması gerekiyordu.

 

Ve o sabah…

İlk defa gerçekten konuştuk.

Sözsüz.

Yalnızca kalbin diliyle.

Bir kadınla bir adam değil,

iki yarım,

aynı acının ortasında birbirini bulan iki soluk gibi.

 

Omuzları ağır ağır kalkıp iniyordu,

sanki her nefeste bir dağ yıkılıyordu içinde.

Ve ben,

Yaşamım boyunca hiç duyamadığım bu sarsıntıyı

şimdi dizlerimde hissediyordum.

 

“Her gece…” diye fısıldadı,

sesi artık sanki kendi kulağına bile yabancıydı.

“Sana ulaşamadığım her gece…

sanki bir parçam eksiliyordu Vera.

Sanki o odada sadece sen değil, ben de tutsaktım.

Nerede olduğunun önemi yoktu…

çünkü sen yoksan, hiçbir yer benim için dünya değildi.”

 

O an,

elim istemsizce hareket etti.

Titreyerek…

yavaşça…

o başını eğmiş adamın saçlarına uzandım.

 

Parmaklarım,

onun kalın, dalgalı siyah saçlarında usulca dolaştı.

Bir anne gibi, bir kadın gibi, bir yaralı gibi…

Her telinde bir zamanın, bir susuşun izini arar gibi…

Sonra…

gözüm, o simsiyah saçların arasında

bir avuç kar tanesi gibi parlayan birkaç beyaza ilişti.

 

Bir an içimden bir şey koptu.

Sanki zamana yenilmiş bir umuttu o beyazlık…

Bir bekleyişin, bir arayışın izi.

Ve ben ilk defa,

bu adamın içindeki dağların da çığ aldığını gördüm.

 

Tüm gücüne rağmen,

tüm susuşuna rağmen…

Adar da kırılmıştı.

Adar da… yaşlanmıştı belki o dört ayda.

Ya da sadece zaman değil, acıydı onu ağartan.

Benim yokluğumdu.

Benim suskunluğumdu.

Benim nefesimin eksikliği…

 

Gözlerim yine doldu.

Ama bu kez kendi acıma değil…

Onun, başını eğmiş hâlini görmenin

kalbimde açtığı derin yarığa aktı gözyaşlarım.

 

“o yatağın boşluğuna her dokunduğumda…

biraz daha inandım artık seni bulamayacağıma.

Ve ne zaman pes edecek gibi olsam…

içimden bir ses geldi:

‘Vera yaşıyor.’

O ses senin sesindi, Vera.

Senin.”

 

İçim sızladı.

Adar ağlıyordu.

Adar, benim Adar’ım…

kanın içinden geçmiş, ateşin içinden yürümüş,

ama şimdi…

bir kadının dizine başını yaslamış bir çocuk kadar kırgındı.

 

Parmaklarımı o beyaz tellere doladım.

Ve hiç konuşmadan,

onu duyarak,

onun içinde kırılan her şeyi

bir kadının teniyle değil,

ruhuyla sarmak istedim.

 

Çünkü bazen aşk…

bir kelime değil,

bir başı okşayan

titrek bir eldi sadece.

 

“Çok zordu…” dedim,

sözler dilimden değil, ciğerimden dökülüyordu.

Sanki içimdeki bir mezar açılıyor da

orada yatan çığlığı yükseliyordu nihayet.

 

Adar başını kaldırmadı,

benim dizimde, benim suskunluğumun gölgesinde kalmaya devam etti.

Ama artık onun suskunluğu değil,

benim kelimelerim yankılanıyordu odada.

 

“Yemek getirdiler bir gün… hatırlıyorum.

Ama midem değil…

ruhum isyan etti.

Yemedim.

Sustum.

Duvarlara baktım saatlerce.

Zamanı sayarak kendimi unuttum.

Biri gelip zorla ağzıma tıktı o yemeği.

Kusmak istedim…

ama korktum.

Bir daha getirmezlerse… dedim.

Ve sonra… ilk tokadı yedim.

Ağzım değil, içim kanadı o an.”

 

Adar gözlerini kapattı, gözyaşı yanağından düştü.

Oysa benim gözlerim şimdi açıktı,

dört ayın karanlığında kapanmayan tek ışıkla konuşuyordum:

acıyla.

 

“Sonra bir gün…

bir şey hissettim içimde.

Büyüyen bir şey…

küçük, kımıldayan…

Ve anladım.

Hamileydim.

Ama ağlayamadım bile.

Sadece…

sadece dedim ki:

‘Bir doktor… lütfen… bir doktor istiyorum…’”

 

Sesim çatladı.

Gözlerim hâlâ onda,

ama o an orada değildim.

O soğuk, küf kokulu odadaydım.

Beton duvarların, metal kapıların ardındaydım.

 

“Bir adam geldi.

Gözümün içine bakmadı.

Bir tekme attı yere.

‘Doğuracaksan doğurursun…’ dedi.

Ve ben duvara kapandım.

Karnımı tuttum.

Sadece onu korumak istedim.

İlk defa…

ilk defa kendim için değil,

içimdeki o minik hayat için korktum.”

 

Adar’ın elleri sıktı dizimi.

Sanki onu tutarsam düşmeyecek gibiydi,

ama o çoktan düşmüştü.

İçine.

Suçuna.

Beni koruyamadığı o zamana.

 

“Her gece…

onların sesleri arasında,

senin sesini duymaya çalıştım.

Senin adını söyledim içimden.

Ama gün geçtikçe sesin kısılıyordu içimde.

Seninle birlikte umut da kayboluyordu.”

 

Sonra parmaklarım bir kez daha saçına indi.

O beyaz tellere yeniden dokundum.

“Ve ben…

o çocuğa,

seni nasıl anlatacağımı bilemedim.

Babası dedim…

kanla çizilmiş bir yolun yürüyeni.

Ama bir yanım da diyordu ki…

belki o yolu ben değiştirebilirim.”

 

Sustum.

O an odada konuşan hiçbir kelime yoktu.

Ama kalbim çığlık çığlığaydı.

O dört ay suskun kalmıştı ya…

şimdi her saniyesi dilimden kanıyordu.

 

Ve Adar,

başını göğsüme yasladı yükselerek.

Ben ağlarken…

o sadece “özür dilerim” diye mırıldandı bir kez daha.

Ama o iki kelime,

dört ayın bütün sessizliğine yoldaş olmuştu artık.

 

“Kim yaptı bunu bize? Kim bizden ne istiyor Adar?”

Sesim çatladı,

sorunun içinde hem korku, hem öfke vardı,

hem de tarif edemediğim bir kaybolmuşluk.

 

Adar’ın kasları gerildi.

Sanki adını verdiğim her şey, onun içinde bir mayın gibi patlıyordu.

Ellerini dizlerinde yumruk yaptı.

Gözlerini kaçırdı.

O koca adam,

karşısındaki kadının tek sorusundan ürktü.

Ve sonra…

sesi düştü dudaklarından, neredeyse bir gölge gibi:

 

“Ali…”

 

Bir boşluk çöktü içime.

Önce tanıyamadım ismi.

Ama sonra…

sonra beynim birden parçaları birleştirdi.

Ali.

Adar’ın amcasının oğlu.

Amcasını öldürdüğü o gece…

kanın gölgesinde büyüyen, gözleri her daim kinle yanan çocuk.

 

Gözlerim büyüdü.

Nefesim daraldı.

“S-sen ciddi misin?” diye fısıldadım.

Kelimelerim değil, kalbim ürpermişti.

Ali…

Adar’ın gölgesi kadar karanlık bir adamdı artık.

Ve içimde, Adar’ın o karanlığa geri dönme ihtimali buz gibi ürpertti beni.

 

“Adar…”

dedim,

ve gözümdeki yaşlar bu kez korkudan parladı.

“Ona… ne yapacaksın?”

 

Gözlerim onunkilere kilitlendi.

Ona değil, içindeki o karanlık adama bakıyordum.

Savaşa girmeye hazır,

elleri yeniden kana bulanacak o adamın gölgesine.

 

Ama Adar…

başını yavaşça iki yana salladı.

Ne evet, ne hayır.

Sadece… bilmiyorum dercesine.

Çaresiz.

Suskun.

Ve o an anladım,

bu sefer ki savaşı dışarıyla değil, içindeki o gaddarlıkla verecekti.

 

İçim titredi.

Çünkü bazen bir adamın “bilmiyorum” deyişi,

bin öfkenin susmuş hâlidiydi.

Ve ben o an…

bilmemenin, bilmekten daha çok korkutabileceğini öğrendim.

 

Adar gözlerini yere dikti, dudaklarının kenarı hafifçe titredi. Derin bir nefes aldı, ama kelimeleri sanki göğsüne saplandı da çıkamadı. Sonra bakışlarını bana çevirdi,öyle derin, öyle paramparça…

 

“Bunu düşünme,” dedi kısık bir sesle. “Lütfen… Şimdi değil.”

 

Sanki o kelimeler, üzerime bir battaniye değil, ağır bir taş gibi örtüldü. Kaçıştı bu. Gözümde sakladığı fırtınayı gizlemeye çalışıyordu. Biliyordum. O suskunluk bir suskunluk değildi. Altında gürleyen bir karanlık vardı, bildiğim, tanıdığım, Adar’ın içini zamanla kemiren o soğuk, o acımasız taraf.

 

Yutkundum.

Yanağımda hâlâ gözyaşlarının nemi, içimde titreyen o eski korku…

Ona dönüp bakarken içimde bir çocuk gibi ürktüm.

“Ben…” dedim, sesim çatladı. “Ben senin… yine o karanlığa dönmenden korkuyorum, Adar.”

 

Bir anlık sessizlik oldu.

Gözlerim gözlerindeydi ama o başka bir yere bakıyordu sanki, uzaklara, karanlık bir geçmişin eşiğine.

“Oraya geri dönme…” dedim neredeyse bir dua gibi.

“Beni değil, çocuğumuzu değil… kendini bile kaybedersin orada.”

 

Sözlerim onun sırtını bıçaklamış gibi gerildi.

Ama kaçmadı.

Sadece öylece kaldı.

Karanlığın kenarında,

bir adım ötesi dipsiz uçurum olan o çizgide…

ve ben,

bir kadının en büyük cesaretiyle,

onu o uçurumdan tutmaya çalışıyordum.

 

Ellerim usulca yanaklarına uzandı. O sert çenesi, hep dik duran başı, şimdi ellerimin arasında titriyordu. Yüzünü kendime çektim… biraz daha, biraz daha. Bak bana, diye geçirdim içimden, gözlerime bak. Orada hâlâ bir ışık varsa… karanlığına yetişsin istedim.

 

“Yapma…” dedim, neredeyse fısıltıyla ama yüreğimden taşıp gelen bir çığlık gibiydi. “Ne olur… yapma…”

 

Göz göze geldik. Gözbebeklerinde o tanıdık şey vardı… dalgaların kayayı döverken çıkardığı ses kadar eski ve tanıdık bir öfke. Bir yudum nefes gibi, geçmişten gelen bir fırtına.

 

Yutkundu. Gür sesi, boğazında düğüm oldu.

 

“Bize… çok acı çektirdi,” dedi. Sesi karanlık bir mağaradan yankılandı sanki. “Çocuğuma… sana… bana...”

 

Kelimeleri öyle bir döküldü ki ağzından, sanki her biri bir yemin gibi, bir intikam gibi yere çarpıyordu. O an anladım… kalbindeki yara hâlâ kanıyordu. Ve Adar’ın kanla konuşmaya alışmış bir yanı vardı. Ben o yanı tanıyordum.

 

Başımı sağa sola salladım. “Hayır,” dedim. “Hayır Adar, böyle değil… böyle iyileşemeyiz.” Sesim kırıldı, ama kararlıydı. “Senin karanlığına dönmenden korkuyorum.”

 

Onun gözlerinde bir gölge kıpırdadı. Dizlerinin üstünde, önümde öylece duruyordu. Heybetli bir dağ gibiydi, ama o dağın içinde, çığ düşmek üzereydi.

 

Ellerimi onun yüzünde tuttum, parmaklarım yanaklarının çizgilerini takip etti, orada sakladığı hırçınlığı bastırmak istercesine.

 

“Ben, seni seviyorum,” dedim, “ama karanlığını değil…”

 

Sustum.

 

Çünkü sevgi bazen söylemek değil, sustuğunda da içinde büyür ya… O an, ikimiz de yalnızca sustuk. Ama içimizdeki fırtınalar birbirine çarptı.

 

Ve ben, o fırtınada... onu kaybetmekten delicesine korktum.

 

Dizlerinin üzerinde, tam karşımda, hâlâ gözlerime bakmaya cesaret edemeyen bir dağ gibi duruyordu Adar. Güçlüydü, ama güçsüzdü işte… İnsan en çok sevdiklerinin önünde yıkılır.

 

“Beni… affettin mi?” diye sordu.

Sesi… sanki bir çocuktu. Korkmuş, üşümüş, yanlış yaptığını bilen ama hâlâ bir şans isteyen bir çocuk.

“Boşanacak mısın benden?”

 

Sözcükler o kadar ürkekti ki... bana değil, havaya söylenmiş gibi. Bir dua gibi, bir korku gibi.

Gözlerim doldu. O an ne cevap vereceğimi bilemedim. Dudaklarımı araladım ama ses çıkmadı.

İçimde bin kelime vardı ama hepsi birbirini susturuyordu.

 

Sessizliğim uzadı… ve Adar o sessizlikte küçüldü.

Baktım yüzüne, titreyen kirpiklerine, çatılmış kaşlarına…

Ben de titriyordum.

Ama artık titremekle kalamazdım.

 

Başımı hafifçe eğip derin bir nefes aldım.

 

“bir şartla… boşanmayacağım,” dedim.

Sözlerim keskin bir bıçak gibi indi aramıza.

Adar başını kaldırdı, gözleri soruyla doldu.

 

“Ali’ye… bir şey yapmayacaksın.”

Sözlerim buz gibi çıktı. Ne bağırdım, ne haykırdım. Ama her harfi içime batan bir diken gibiydi.

 

Adar’ın gözbebekleri büyüdü.

Çıkmaz bir sokağa girmiş gibi bakıyordu bana.

Kaçmak istese kaçamazdı, çünkü sokağın sonu bendim.

Yüzünde kıpırdayan o ifade… öfke değil… teslimiyet değil… sadece çıkışsızlık.

 

“Yemin et…” dedim.

“Yemin et bana, çocuğumuz için… içimdeki acı için… o adama dokunmayacağına.”

 

O sustu.

Sadece sustu.

Ve ben, o sessizlikte kalbimin nasıl attığını duydum:

Kırık ama hâlâ onunla.

 

İşte o an anladım… bazen sevgi, birini serbest bırakmak değil, onu savaşsız tutmaktı.

Ama bu savaş… henüz bitmemişti.

Ve ben Adar’ı sevmeye, onu durdurabildiğim sürece devam edecektim.

 

O sessizlik...

O boşlukta yankılanan suskunluk, kelimelerin dolduramayacağı bir şeydi artık.

kıpırdamadı. Ne başını çekti, ne beni itti.

Sadece öylece kaldı.

Bir suçlunun mahkûmiyetiyle, bir sevgilinin ümidiyle.

 

Gözleri gözlerime değdiğinde, o karanlık uçurumun kenarından baktığını gördüm.

Bir adım daha atsa, geri dönüşü olmayacak bir yerden düşecekti.

Ama ben... o uçurumun ucunda ona uzanan eliydim.

İkimizin içinden geçen onca acıya rağmen, hâlâ birbirimize uzanabiliyorduk.

 

Avuçlarımı yanaklarından çekmedim.

Baş parmaklarımı gözlerinin altından geçirdim yavaşça…

O yorgunluk çizgilerini, dökülmeyen gözyaşlarını okşar gibi.

 

Alnını yeniden alnıma yasladı.

Ama bu defa daha hafifti.

Karanlıktan değil, yorgun bir sevgiden gelen bir yakınlıktı bu.

 

“Vera…” dedi fısıltıyla.

Adımı ilk kez böyle söyledi.

Ne öfkeyle, ne suçlulukla.

Sadece… yorgun bir dua gibi.

 

Ben de gözlerimi kapadım.

“Sus…” dedim.

“Bir şey söyleme artık.”

 

Çünkü bazı şeyler anlatılmamalıydı.

Bazı şeyler, sadece yaşanmalıydı.

Ve biz o an... konuşmadan birbirimizi anlamanın eşiğindeydik.

 

Kollarını yavaşça bana doladı.

İtiraz etmedim.

Sığınmadım da.

Sadece kalbimi onun göğsüne yasladım.

Ve içimdeki korkular, sessizce gözyaşına dönüştü.

 

Adar o yaşları hissettiğinde, biraz daha sıktı beni.

Öyle usulca, öyle temkinli…

Sanki yeniden kırmaktan korkar gibi.

 

Ellerim, sırtında gezindi.

Omuzlarındaki gerginliği okşadım, boynundaki nefesin ritmini dinledim.

Ve ilk defa… aylar sonra ilk defa…

İçimdeki savaş yavaş yavaş sustu.

 

Beni, beni anladığı için değil…

Ona rağmen beni bırakmadığım için seviyordum artık.

 

Kırık yerlerimiz birbirine yaslanıyordu.

İki yarım değil…

İki yara sarılıyordu sadece.

Birbirine…

 

Ve ben, hâlâ sevmiştim onu.

Yasaklara, kanlara, suskunluklara rağmen.

Karanlığın içinden çıkan o yaralı adamı…

Ve şimdi... o karanlığın kıyısında duran kadınım ben.

 

Ve belki…

Belki bu defa, birlikte gün doğar üzerimize.

 

nefesini boynumda hissettim.

O tanıdık sıcaklık…

Aylar sonra yeniden kavuşmuş gibiydi tenime.

Ama aslında dokunan ten değildi.

Yaralarımdı.

İçimde kabuk tutamamış o dört ayın izleriydi.

 

“Çok özledim seni…” dedim neredeyse sessizce.

Ama o duydu.

Kalbinden duymuş gibi sıkıca sarıldı bana.

Kolları bedenime değil, içimdeki o boşluğa doldu sanki.

 

“Ben de…” dedi.

Sesindeki kırıklar, gözlerindeki yıllar kadar derindi.

“Delirecek kadar özledim Vera…

Uyanıp nefesimi tuttuğum her sabah,

Kendime tek bir cümle söylüyordum:

‘Bir yerde yaşıyor olmalı… bir yerde nefes alıyor olmalı…’”

 

Başımı kaldırdım.

Gözlerimiz birleştiğinde, zaman yoktu artık.

Aylar, yıllar, bütün o hasret tek bir bakışın içinde toplandı.

 

Gözlerinin kenarına sığınmış o ince kırışıklıklara dokundum.

“Ben de öyle dedim…” dedim.

“Bir yerlerde hâlâ beni sevdiğini söyledim kendime.

Her sabah… her tokatta…

Her açlıkta…

Her bebeğin ilk kıpırtısında…”

 

Adar gözlerini kapadı.

Ve o an, ilk kez onu ağlarken gördüm.

Sarsılmadan. Sessizce.

Bir adamın içinin boşalması gibi…

O içinden geçen tüm çığlıkların yorgunluğuyla.

 

“Elini tutmayı özledim,” dedi.

“Saçlarının kokusunu…

Gece yatağa sırtını dönmeni…

Sonra uykuda elini yine benim koluma koymanı…

Sesini… kızmanı… susmanı… her şeyini özledim…”

 

Benim de gözlerimden yaşlar dökülüyordu artık.

Ama saklamadım.

Çünkü bazen hasret de sevilir.

Çünkü o gözyaşları bile kavuşmanın bir parçasıydı.

 

“Beni affet…” dedi Adar boğuk bir sesle.

“Seni sevdiğim için…

Seni koruyamadığım için…

Bu kadar çok özlediğim için…”

 

Parmaklarımı dudaklarına götürdüm.

“Sus…

Çünkü ben de seni özledim Adar…

Kendimden bile çok.”

 

🦋

 

R

 

üzgâr saçlarımda dolaşırken…

Adar’ın göğsüne yaslanmış hâlde,

sessizce süzülen sabahın ilk ışıklarını izliyordum.

Gözlerim manzarada,

içimde susmak bilmeyen savaş…

 

İlk başta ne çok direnmiştim ona.

Sırtımı döndüğümde, aslında ruhum dönmüyordu.

Sadece korkuyordum.

Onun gözlerinin derinliğinde kaybolmaktan,

bir daha dönmemekten…

O karanlığına dokunup kendimi yitirmekten.

Çünkü Adar bir yaraydı.

Ve ben artık kanamak istemiyordum.

 

Ama şimdi…

Onun kollarında,

bir battaniyenin altına sığınmış,

karnımdaki minicik hayatla birlikte nefes alırken…

O içimdeki savaşın yerini başka bir sessizlik aldı.

Bir tür kabulleniş belki.

Biraz barış.

Çokça özlem.

 

Adar, saçlarımın arasından yüzüme eğildi usulca.

Bir öpücük bıraktı şakağıma.

Ardından bir tane daha.

Ve bir tane daha…

Sanki her biri, geçmişte susturulmuş bir cümlenin telafisiydi.

 

Gözlerimi kapadım.

Sırtım sıcacık gövdesine yaslanmışken,

o öpücükler tenimde değil,

ruhuma damlıyordu.

Usul usul…

Sabırla…

Sanki “buradayım, gitmeyeceğim” der gibi.

 

Karnımdaki bebek kıpırdadı o an.

İçimde küçük bir dalga…

Ve Adar hemen ellerini belime sarıp,

başını omzuma yasladı.

 

“Orada mı?” diye fısıldadı.

Gülümsemem dudağımın kıyısında belirdi.

“Evet,” dedim.

“İkimiz de buradayız.”

 

Bir sessizlik oldu sonra.

Ama bu defa savaş değil,

bir barış anlaşması gibiydi aramızdaki sessizlik.

gözlerimi manzaradan ayırmadan,

kalbimdeki karmaşayı usul usul susturuyordum ki…

Birden…

İçimde bir şey bıçak gibi kıvrıldı.

Sanki karanlığın içinden biri elimle tutup karnımı çekti.

İnce bir çığlık dudaklarımın arasından kaçtı.

 

“Ah…”

İrkilerek doğruldum.

Karnıma aniden saplanan o sancı…

İlk başta kısa sürdü.

Ama öyle aniydi ki… nefesimi bile çaldı.

 

Adar hemen toparlandı, yüzünü bana çevirdi, gözleri büyüdü:

“Ne oldu?!“

Sesinde korkunun titreşimi vardı.

O güçlü adam, şimdi sadece endişeydi.

 

Elimi karnıma bastırdım,

sancının yerini avuç içimde ezberlemeye çalışır gibi.

“Bilmiyorum…” dedim kısık bir sesle,

“Sancım var. Birden geldi.”

 

Adar’ın eli hemen belime uzandı,

gözleri telaşla gezindi üstümde,

“Tamam, tamam… hemen hastaneye gidelim, hadi Vera, kalk…”

dedi, sesi artık iyice titriyordu.

 

Ama ben hâlâ ayırt edemiyordum

bu sancı doğumun habercisi mi,

yoksa sadece bir korku mu bedenime saplanan.

Elimi uzattım, ‘Geçer şimdi…’ dedim.

‘Geçer, geçer…’

 

Ama geçmedi.

İkincisi geldi.

Daha sert.

Daha yakıcı.

Daha içeriden…

 

Gözlerim doldu bir anda,

Adar’ın bacağına tutunarak doğrulmaya çalıştım.

“Adar…” dedim bu sefer daha ürkek,

“Geçmiyor… Adar, geçmiyor…”

 

Adar kollarımı tuttu,

beni battaniyenin içinden sıyırıp kaldırdı.

Yüzüme bakarken dudakları dua gibi kımıldıyordu,

ama sesi çıkmıyordu.

O heybetli adam, şimdi bir çocuk gibi dua ediyordu içinden.

 

“Tamam… tamam, gel…

Hastaneye gidiyoruz, sıkı tutun bana…”

 

Onun kollarında evin merdivenlerini hızla inişini hatırlıyorum.

Ayağındaki terlik bile düşmüştü…

Anahtarı eliyle değil, dişiyle çevirdi.

Kapıyı neredeyse tekmeyle açtı.

Ve arabanın kapısını bana değil,

karnımdaki cana açtı sanki.

 

Her şey çok hızlıydı…

Ve o panik,

sadece onun gözlerinde değil,

kalbimin her atışında yankılanıyordu.

 

O an…

Gerçekten anne olacağımı fark ettim.

Ve Adar’ın, bütün karanlığına rağmen,

bana değil, bebeğe sarıldığını…

onu kurtarmaya çalıştığını…

o an gözlerimin buğusunda gördüm.

 

Arabanın motoru öfkeyle bağırıyor,

Adar direksiyonu elleriyle değil, kalbiyle kavrıyordu sanki.

Bir yandan yola, bir yandan bana bakıyordu.

Ben ise…

Karnıma sarılmış, dizlerimi karnıma çekmeye çalışarak

şoför koltuğunun yanında kıvrılmıştım.

İçimden bir şey kopuyordu…

Hayır, içimden biri uzaklaşıyordu sanki.

 

“Çok küçük…” dedim fısıltıyla.

Gözüm dışarıdaki karanlığa takıldı,

ama aslında içimdeki korkuyu izliyordum.

“Daha çok küçük…

Daha üç aylık…

Gitmemeli…

Bizi terk mi edecek Adar?

Daha nefesini bile duymadım ki…”

Sesi duyulur duyulmaz,

sancı yeniden içimi kıvırdı.

 

Adar'ın eli hemen karnıma uzandı,

direksiyondan bir an bile çekmemesi gereken eli…

ama orada,

karın boşluğumda kalan boşluğu sarmalamaya çalışıyordu.

“Sakin ol Vera…

Buradayım…” dedi, sesi çatladı.

“Hiçbir yere gitmeyecek…

O burada, bizimle…”

 

Ama ben onu duymuyordum,

çünkü sancılar konuşuyordu artık içimde.

Bir ağrının dili olur mu?

Oluyormuş…

“Doğum değil… bu doğum olamaz…

Daha çok erken…”

sayıklıyordum,

bir dua gibi,

sanki yeterince tekrarlarsam gerçek değişir diye.

 

Adar gözlerini yoldan ayırmadan,

elini biraz daha bastırdı karnıma.

“Beni dinle Vera…

nefes al… benimle birlikte…

bak, ben buradayım…

seni bırakmadım, onu da bırakmayacağım…”

 

Ama sonra…

Kendi kendine konuşmaya başladı.

Fısıltıyla, öfkeyle, pişmanlıkla:

“Niye geldim ki bu kadar uzağa…

Dağın başında ne işimiz vardı…"

 

Virajları kırarken, arabayı neredeyse uçarcasına sürüyordu.

Koltukta terlemişim, titriyordum.

İçimde bir uğultu vardı,

ve her şey bulanıklaşıyordu.

 

Zaman donmuştu sanki,

ama Adar’ın gözleri hep önümdeydi.

Direksiyonu tutan elleri titriyordu,

ama yine de bırakmadı.

Karanlık yollar, dar geçitler…

ve sonunda,

tam yirminci dakikada…

hastanenin solgun ışıkları güne değdi.

 

Ben ağlıyordum.

O arabayı daha park etmeden kapıyı açtı,

beni kollarına aldı.

Karnımı sardı,

sanki o sancının önüne bedenini siper edecekti.

 

Gözlerim tavana takılmıştı.

Tavan değil aslında…

Adar’ın kollarında gökyüzünü yitirmiş bir yıldız gibi titriyordum.

Ayaklarım yerden kesikti ama kalbim yerin altına batmıştı sanki.

Sedyeye yatırıldığımda, her şey bir film gibi akıyordu.

 

Flu suratlar,

acele eden adımlar,

bir hemşirenin sesi:

“Gebelik kaçıncı haftasında dediniz?”

Adar yanımda yürüyordu, sedyenin bir yanından hiç ayrılmadan.

“On altı… on altıncı hafta,” dedi titrek bir sesle.

 

Ben sadece onun parmaklarını hatırlıyorum.

Sedyenin kenarına uzanmış parmaklarını…

Sanki o parmaklar orada durmasa, ben düşüp parçalanacakmışım gibi.

 

“Sol alt kadran ağrısı… bilinci açık… fetal hareket yok…”

Bir hemşirenin konuşması,

ama ben konuşamıyordum.

Karnıma çöreklenmiş bir sancı vardı.

Bir pençe gibi çekiyor, içimi burkuyordu.

Ama bebek hareket etmiyordu.

Ve işte en çok bu suskunluk korkutuyordu beni.

 

Doktorun sesi uzaktan geldi:

“Ultrason! Acil! Nabız, tansiyon takibi başlatın. Öyküsünü alın!”

 

Bir el önümde dalgalandı.

“Adınız?”

“Vera…” dedim, ama sesim bile benden utanmış gibiydi.

“Yirmi yedi yaşındayım… on üç haftalık gebeyim…”

 

Ultrason probu karın bölgemde dolaşırken

ellerimi yumruk yapmıştım.

Gözlerim doldu ama ağlamadım.

Sadece içimden bağırdım:

‘Lütfen… Lütfen… Gitme… Gitme… Daha hiçbir şeye başlamadık bile…’

 

Doktor, monitörün başında birkaç saniye daha sustu.

Adar nefesini tutmuştu,

ben de dudaklarımı ısırıyordum.

Sedyenin üzerinde hâlâ biraz titriyordum ama içimde bir yer,

artık sancının ötesini duyabiliyordu.

 

“Fetal kalp atımı güçlü… hareketleri de iyi.

Sakin olun, Vera Hanım. Her şey yolunda.”

Sonra yüzüme döndü.

 

Ama doktor durmadı.

Bir şey daha vardı.

“Bu bir doğum sancısı değil…

Round ligament pain… Rahim büyüdükçe bağ dokular gerilir ve bazen bu ağrı oldukça şiddetli olur. Özellikle ikinci trimesterde sık görülür.”

 

Adar başını kaldırdı,

ama hâlâ tedirgindi.

“Yani?” diye sordu.

 

Doktor devam etti:

“Yani bu, bebeği riske atan bir durum değil.

Ama annenin dinlenmesi, ani hareketlerden kaçınması,

gerekirse hafif ağrı kesicilerle desteklenmesi gerekiyor.”

Adar’ın gözleri doldu.

Kafasını eğdi, elimi tuttu.

“Duydun değil mi?” dedi bana,

“Bebeğimiz iyi…”

 

Ama ben başka bir yerdeydim.

Sedyenin üstünde değil,

onun sesinde…

o güven veren tonunda,

o telaşında, o kederinde…

 

Hemşire bir battaniye örttü bacaklarıma.

Serum takıldı.

Adar hâlâ başımdan ayrılmıyordu.

başını yanağıma yasladı.

“Bir daha korkma olur mu…” dedi.

“Seni de, onu da kaybetmeye tahammülüm yok.”

 

doktor tekrar hareket ettirdi cihazı.

Gözlerimi kırptım.

Bir an ne yaptığını anlayamadım.

Adar bana baktı,

“Cinsiyetini biliyor musunuz?”

 

Ben hafifçe başımı hayır anlamında salladım.

Kalbim hızlandı.

Göğsümde bir şey sıkıştı.

O an, sancıdan sonra en büyük korkumdu bu:

Eğer şimdi bir ismi olacaksa, daha gerçek olacaktı her şey.

 

Doktor hafifçe gülümsedi, monitöre bir kez daha baktı.

 

“Küçük hanımınız gayet iyi,” dedi.

“bir kızınız olacak.”

Sesindeki o yumuşak ton,

odadaki bütün ışıkları bir anda güneşe çevirdi sanki.

 

Kızım.

 

Gözlerim doldu.

Adar’ın eli karnıma gitti,

parmaklarıyla usulca dokundu.

“kız mı?” diye fısıldadı.

Ben sadece başımı salladım.

 

Gözyaşlarım yanaklarıma süzüldü,

ama bu sefer sancıdan değil…

Bir isim fısıldandı içimde,

daha söylemeden önce,

bana ait olduğunu bildiğim bir isim:

Kulağıma doğmamış bir melodiyi fısıldayan,

beni anneliğe çağıran bir ses…

 

Benim kızım…

Bizim kızımız…

 

Ve Adar’ın sesi,

o sesi ilk kez bu kadar kırılmış duydum:

“Bizi terk etmeyecek… değil mi?”

Karnıma daha sıkı bastı parmakları.

“Birlikte yaşayacağız…”

 

Ben sadece gülümsedim.

Sedyenin beyaz çarşafında bir hayat kıpırdanıyordu artık.

Ve ben ilk kez sancının içinden

sevinçle çıktım.

Çünkü artık adını koyabileceğim bir umut vardı:

Kızım.

 

Gece hastane koridorlarına usulca çökmüştü. Ne olur ne olmaz diye bu gece burada kalmaya karar vermiştik. Işıklar loştu, sessizlik ara ara geçen hemşire adımlarıyla bölünüyordu. Odamızın içinde sadece monitörün ritmik bip sesi vardı ve damarımdan süzülen seruma eşlik ediyordu bu yankı.

 

Yastığın kenarından başımı kaldırdım. Adar pencerenin önünde bir sandalyeye çökmüş, gözleri uzak bir noktaya dalmıştı. Her zamanki gibi içine kapanmıştı sancılarımla birlikte… Gözlerinin altında yorgunluk halkaları, yüzünde geçmeyen bir suçluluk vardı.

 

“Adar…” dedim fısıltıyla.

 

Başını yavaşça bana çevirdi. “Uyuyamadın mı?”

 

“Gel… yanıma gel,” dedim elimi uzatarak.

 

Yerinde kıpırdandı ama çekingenliğini hissedebiliyordum. “Yer dar,” dedi. “Bebeğimize zarar gelmesin…”

 

Gülümsedim hafifçe, gözlerim dolu ama sesim yumuşaktı. “Biz sığarız… Kalbine sığabildiysem, bu yatağa da sığarım.”

 

Bir an durdu. Sonra ağır adımlarla yanıma geldi. Yatağın kenarına eğildi, elimden tutup avuçlarının arasına aldı. “Emin misin?”

 

“Adar… sadece sarıl bana. Başka hiçbir şey istemiyorum şu an.”

 

Usulca uzandı. Gövdesi dikkatle yerleşti, karnımı kollayarak sarıldı bana. Başımı göğsüne yasladım, kalbinin sesini duymak… onun gerçekliğini hissetmek istiyordum.

 

“Çok güzel bir baba olacaksın,” dedim bir anlık bir sessizliğin ardından.

 

Yutkundu. Elini karnıma koydu, parmaklarıyla o minik kıza dokunur gibi yavaşça gezindi. “Bilmiyorum…” dedi boğuk bir sesle. “Bazen o kadar karanlık hissediyorum ki içimi… ya ona dokunursam, ya istemeden bir parçama benzetirse kendini…”

 

Başımı kaldırdım. Ellerimle yanaklarını tuttum. “Sen karanlıktan çıkmayı seçen bir adamsın, Adar. Korkun da sevgin gibi büyük. Bu yüzden iyi bir baba olacaksın.”

 

Gözleri doldu. Gecenin o tenha saatinde, bir hastane yatağında, kaybetme korkusuyla sınanmış bir adam ağlamaktan utanmadı. Ben de alnımı onun alnına dayadım.

 

“Ve o kız,” dedim, “sana benzeyecekse eğer… güçlü, dirençli, ama içi yumuşacık biri olacak. Ben bunu isterim.”

 

Adar sadece başını salladı. Sonra karnıma biraz daha yaklaştı, parmaklarını sıktı orada.

 

“Söz ver,” dedim.

 

“Neye?”

 

“Ne olursa olsun, karanlığa dönmeyeceksin.”

 

Bu kez başını sallamadı, sadece gözlerini kapadı. Belki bir dua gibi tuttu içinden. Belki de o söz, o gece bir bebeğin kalp atışıyla mühürlendi.

 

Elimi yanağına götürdüm. Parmaklarım, sakalının o gün boyunca uzayan sertliğine ilişti. Gözlerini araladı o an. Bakışlarımız çarpıştı, yorgun ama dürüst bir yerde buluştular.

 

“Adar,” dedim sadece. Bir çağrı gibi. Bir teşekkür gibi. Bir kabulleniş.

 

O da elini usulca yanağıma koydu. Parmak uçları, saçlarımın kenarında gezinirken başını biraz eğdi. Nefesi tenime değdi önce ılık, çekingen ama kararlı. Sonra dudakları, benimkine küçük bir rüzgâr gibi dokundu. Sessiz, sade, ama bir ömürlük.

 

Öylece kalakaldık. Öpücük bitmişti ama etkisi içimize akıyordu, damarlarımızdan geçip kalbimize çöken bir huzur gibi. Ne acele vardı, ne arzu. Sadece “buradayım” diyen bir yakınlıktı bu. Savaşlardan, sancılardan, ölümlerden sağ çıkmış iki yorgun yüreğin birbirine dayanmasıydı.

 

Bölüm : 26.05.2025 13:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...