Bir sancı vardı göğsümde, bir acı, tuhaf bi ağırlık vardı bedenimde... Sanki içimde bir şeyler kırılmıştı, ama hiç ses çıkarmamıştı o kırılma. Herkes normal görünüyordu, dünya dönmeye devam ediyordu, ama benim içimde bir deprem olmuştu.
Ellerim buz gibiydi, dudaklarım titriyordu ama soğuktan değil. Gözlerimi kapatsam geçer gibi hissediyordum. Belki de uyanınca bu ağırlık yerinde olmayacaktı. Ama gözlerimi ne zaman kapatsam, o ağırlığın bir fısıltıya dönüştüğünü duyuyordum. “Buradayım, gitmiyorum,” diyordu.
Neydi bu? Bir anı mı? Bir kayıp mı? Yoksa yıllardır fark etmeden taşıdığım bir pişmanlık mı? Kafamın içinde sorular dönüp duruyordu, ama cevapları uzak bir yıldız kadar erişilmezdi.
Gözümün önünde binbir sahne geçiyordu… Annem, kız kardeşim ve o. Her biri yüzüme birer gölge gibi vuruyor, ruhumu delik deşik ediyordu. Annemin yüzündeki o sessiz endişe, kız kardeşimin göz yaşlarıyla örttüğü kırılganlığı… Ve o. Beni her seferinde alt üst eden, adını bile anamadığım bir silüet.
Yutkunmaya çalışıyorum ama boğazıma dikenler batıyordu. Kelimeler çıkmıyordu, çıksa bile havada asılı kalacak gibiydi. İçimden bağırmak istiyordum: “Neden? Neden bu kadar ağır bir yük bıraktınız üzerime?” Ama biliyordum, sesim duyulmayacaktı.
Zihnimde sahneler birbirine karışıyordu. Annemin mutfakta sessizce ağlayışı, annemin “Bir şey yok” derkenki titreyen sesi, ve bana dönüp bir şeyler söylemek isteyip vazgeçtiği o an. Sanki herkes bir sır saklıyordu, ama en büyük sır benim içimdeydi.
Boğazımdaki düğüm çözülmek bilmiyordu. Kaçmak istedim, ama nereye kaçılırdı ki? İnsan kendinden nasıl kaçabilirdi?
Soğuk bir hastane odası, sedyenin üstüne yatan kırılgan, naif ve bir o kadar da inatçı bir beden vardı. Soluk alışı bile sessiz bir savaş gibiydi, her nefeste biraz daha ağırlaşıyordu zaman. Korkak gözlerim yüzüne bakamıyordu, bakmaya cesaretim yoktu. Sanki bakarsam gerçeği kabullenmek zorunda kalacaktım.
Ellerime döndü bakışlarım. Tırnaklarımın arasına bulaşmış kan... Ona aitti. Ellerim titremeye başladı, sanki kanı silsem geçmişi de silebilecekmişim gibi aceleyle ovuşturdum parmaklarımı. Ama hiçbir şey değişmedi. O koku, o görüntü, zihnime kazınmıştı.
"Ne yaptım?" diye fısıldadım. Ama bu sorunun cevabını duymaya hazır değildim. O sessizlikte kalp monitörünün mekanik sesi yankılanıyordu, her bir bip beynime bir çığlık gibi çarpıyordu.
Odanın köşesinde bekleyen doktorun gölgeli yüzüne takıldı gözlerim. Hiçbir şey söylemiyordu, ama gözlerindeki o yorgun ifade her şeyi anlatıyordu. "Geç kalmış olabilirsin," diyordu o sessizlik. Ama ben geç kalmak istememiştim. Sadece, ne yapacağımı bilememiştim.
Bir adım attım sedyeye doğru. Gözlerimi ona çevirmeye çalıştım. Yüzü solgun, ama hala direniyordu. O inatçı bedeniyle, o yaralı haliyle bana bir şeyler anlatmak ister gibi görünüyordu. Ama o sessizlik... İşte o, beni paramparça ediyordu.
"Seninle evlenmek bir lanet gibi," demişti. O cümle zihnimde yankılanıp duruyor, her yankıda daha derine saplanıyordu. Sesi, o sert ve sitemkâr tonu... Ruhumun en savunmasız yerini bulmuştu sanki. Bu kadar mı kötü bir adamdım? Bu kadar mı kötüydüm?
O an kendimi savunmak için söyleyecek bir şey bulamamıştım. Hangi kelimeyi seçsem eksik, hangi cümleyi kursam anlamsız kalıyordu. Ama şimdi... Şimdi düşüncelerim beni boğuyordu. Yanlışlarımı bir bir önüme seriyordu. Evet, hatalarım vardı, inkâr etmiyordum. Ama bir lanet olmak? İşte bu, taşıyamayacağım kadar ağır bir suçlamaydı.
Ona her baktığımda, gözlerinde kendimi arıyordum. Beni görmesini, bana inanmaya devam etmesini istiyordum. Ama o gözler her geçen gün daha yabancı, daha soğuk olmuştu?
Belki de haklıydı. Belki gerçekten lanetliydim. Ama bu laneti ona bulaştırmak istememiştim. Sadece... sadece sevilmek istemiştim. Onun gibi biri tarafından sevilmek. Ama sevgi yetmedi. Yetmiyor.
Hastane odasındaki sessizlik beni delirtmek üzereydi. Sedyedeki hareketsiz bedeni izlerken, içimde yankılanan tek cümle hâlâ oydu: "Seninle evlenmek bir lanet gibi." Ve o an, bunun bir son olduğunu anladım. Ama kimin sonu olduğunu bilmiyordum. Onun mu? Yoksa benim mi?
Sevgiyle dokunduğumu sandım, ama ellerimde yalnızca enkaz kaldı. Ve şimdi o enkazın altında, kendi yarattığım ağırlığın altında eziliyordum...
Artık çıkmam gerektiğini anlayınca kapıya doğru ilerledim. Her bir adımda, sanki bir parçamı bu odada bırakıyor gibiydim. Ayaklarım ağırlaşıyor, bedenim geri dönmek için yalvarıyordu.
Kapı koluna uzandım, ama tutmaya cesaret edemedim. Ellerim titriyordu. Arkamı dönüp son bir kez bakmak istedim, ama bakarsam çıkamayacağımı biliyordum. Gözlerimi yere sabitledim, derin bir nefes aldım. Hava bile ağırdı, nefesim ciğerlerime ulaşmadan kesiliyordu.
Kapıyı araladığımda koridorun soğuk ışıkları yüzüme vurdu. Odayı ardımda bırakırken, her adımda ayak seslerim daha da yankılanıyordu zihnimde. Ama bir şey eksikti. Sanki o odadan çıkarken sadece kendimi değil, hayallerimi, umutlarımı, belki de sevginin son kırıntılarını da orada bırakmıştım.
Koridorun sonunda bir boşluk vardı. Her şey susmuştu. Ve ben, o suskunluğun içinde kendi yalnızlığımla kalakaldım.
Korumalarımdan biri geldi, benimle göz göze gelmekten korkar gibi başını yere eğerek ellerini önünde birleştirdi. "Ağam," dedi, sesi çatallıydı, ama kelimeyi tokat gibi yüzüme çarptı. Bir an sustu, devam etmesi için bir kaş hareketiyle izin verdim. "Hanım ağanın telefonu üst üste çalıyor, açmama konusunda emin misiniz?"
Bir an duraksadım. Telefonun çaldığını duyar gibi oldum, ama belki de kafamda çalıyordu. Kulağımda yankılanan her titreşimle kalbim biraz daha hızlanıyordu. Derin bir nefes aldım ve soğukkanlı görünmeye çalıştım. "Kimse açmayacak," dedim, hareketim kararlı ama içimde fırtınalar kopuyordu. Korumaları benimle konuşabilmek için beden dilini öğrenirlerdi, bu onlar için bir zorunluluktu.
Onun vurulduğunu kimse bilmemeliydi. Kimse duymamalıydı. Bu, sadece benimle kalmalıydı. Güç zayıflığı affetmezdi, bilirdim. Eğer bu olay duyulursa, kapılar ardında fısıldanmaya başlarsa, hem onun hem de benim varlığım tehlikeye girerdi.
Korumam başını sallayıp geri çekildi. O an, kendimi o hastane odasının daha da derin bir kuyusunda buldum. Sadece bedenim değil, ruhum da burada kilitli kalmıştı. Onun yüzünü bir kez daha göremeden, gerçeklerle yüzleşmekten kaçmak istiyordum. Ama gerçekler beni çoktan bulmuştu.
Ağır adımlarla hastaneden ayrıldım. Her adımda içimdeki boşluk büyüyordu, ama dışarıdan sakin görünmeye çalışıyordum. Arabaya binerken korumalardan ikisine burada kalmalarını söyledim. Gözleri tereddütle doluydu, ama bir şey sormaya cesaret edemediler. Kapıyı kapattığımda, dünya ile arama bir duvar örülmüş gibi hissettim.
Motoru çalıştırıp yola çıktım. Sessizlik, radyonun bile dolduramayacağı kadar derindi. Direksiyonun üzerindeki ellerim istemsizce titriyordu. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım, ama içimdeki kaos beynimi kemiriyordu. Yol öyle uzun gelmişti ki, sanki günlerdir bu asfalttaymışım gibi bir ağırlık çökmüştü omuzlarıma. Gözlerim yola bakıyordu, ama zihnim başka bir yerdeydi.
Başım ağrıyordu, ama ağrının kaynağı sadece yorgunluk değildi. Zihnimde tekrar eden sahneler vardı; onun yüzü, o soğuk hastane odası, sedyedeki hareketsiz bedeni... Kendime tekrar tekrar aynı soruyu soruyordum: “Başka bir şey yapabilir miydim?” Ama cevabını bilmiyordum ya da biliyordum da kabullenemiyordum.
Arabanın içinde boğuluyor gibiydim. Camı açtım, soğuk hava yüzüme çarptı, ama içimdeki sıcak öfkeyi dindiremedi. Herkesin benden bir şey beklediğini biliyordum. Güçlü olmalıydım, sakin kalmalıydım. Ama ben de insandım, değil mi? Kendi zayıflıklarımla boğuşan bir insandım.
Yolun sonunda, nihayet evin ışıkları göründü. Ama o ışıklar bile karanlığımı aydınlatmaya yetmedi. Arabadan inmeden önce derin bir nefes aldım, kendime bir maske takmam gerektiğini biliyordum. Ama içeriye adım atar atmaz, bu maskenin de çatlayacağını hissediyordum.
Kırık dökük, derme çatma bir eve girdiğimde, içerisi pis ve kasvetliydi. Yukarıya doğru uzanan dar, gıcırdayan merdivenlere bakarken, içimde bir yerlerde yıllardır susturulmuş bir öfkenin kıpırdandığını hissettim. Ayaklarım yavaş ama kararlı bir şekilde basamakları çıkarken, her adımda karanlığın beni içine çektiğini hissediyordum.
Üst kata vardığımda, onu gördüm. Amcam, elleri arkadan zincirlenmiş, yüzü gölgelerin arasında zor seçiliyordu. Göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu, ama gözleri hâlâ o kibirli bakışı taşıyordu. Onun o bakışı, yıllarca omuzlarıma bir yük gibi çökmüştü. Ama artık o yükü taşımaya niyetim yoktu.
“Demek geldin,” dedi alaycı bir sesle. “bakıyorumda karın yanında değil, ne oldu? Sessizliğinle kaldını çatlattın mı?"
Ona doğru bir adım attım, gözlerim onun gözlerine kilitliydi. Yıllardır içimde tuttuğum kelimeler boğazımdan yükseldi. “Sustum,” dedim, sesim soğuk ve sakin. “Ama bu gece susmayacağım.”
Amcamın yüzü şaşkınlıkla gerildi. Kaşlarını çattı, sanki gerçekliği sorgular gibi bana baktı. “Sen... Sen konuşuyorsun...” dedi, sesi çatallaştı. Dilini yutmuş gibi gerildi. Gözleri yerinden fırlayacak gibiydi.
Gülümsedim, ama o gülümsemenin ardında yılların öfkesi saklıydı. “konuşuyorum, çünkü artık korkmuyorum. Çünkü o laneti seninle birlikte burada bırakacağım.”
Ona yaklaştım. Yüzümdeki soğukkanlı ifadeye rağmen, içimde alev alev yanan bir intikam vardı. “Ona dokunmayacaktın,” dedim, sesim tıslayan bir yılan gibi. “Beni ne kadar incitirsen incit, fark etmezdi. Ama o... O benim her şeyimdi.”
Amcam başını kaldırdı, zincirlerini çekiştirdi. “Ne yapacaksın? Benim kim olduğumu unutmuş gibisin. Kılıma zarar gelse oğlum seni yaşatmayaz!"
Ellerimi cebime soktum, soğukkanlılığımı koruyarak eğildim ve yüzüne yaklaştım. “Senin kim olduğunu asla unutmadım, amca,” dedim. “Ama bu gece, seni herkesin unuttuğu biri yapacağım. Ve senin oğlun bile bana engel olamayacak.”
İlk darbeyi yüzüne indirdiğimde, o kibirli bakış yerini acıya ve korkuya bıraktı. Her yumrukta, her darbede, onunla birlikte yıllardır içimde birikmiş olan çaresizliği, korkuyu, suskunluğu yok ediyordum. Amcam, her darbede daha da küçülüyor, daha da zayıflıyordu. Ama içimdeki öfke dinmiyordu.
“Bana her şeyi unutturabileceğini mi sandın,” diye bağırdım, sesim titriyordu ama güç doluydu. “Sana boyun eğeceğimi sandın. Ama yanıldın. Bu gece son sözleri ben söyleyeceğim!”
O, zincirlerin arasında güçsüzce titrerken, ben nihayet kelimelerimin ve eylemlerimin ağırlığını hissettim. Bu sadece bir intikam değildi. Bu, geçmişimle yüzleşmekti. Ve bu gece, geçmişi burada bırakmaya kararlıydım.
Amcam yerde zincirlenmiş, çaresizce bana bakıyordu. Gözlerinde yıllardır gördüğüm o kibirli ifade gitmiş, yerini saf bir korkuya bırakmıştı. Onun bu hâlini görmek içimde bir nebze olsun rahatlama yaratabilirdi, ama yaratmadı. Öfkem daha da büyüyordu.
"Yapma," dedi boğuk bir sesle, zincirlerini çekiştirerek. Sesindeki titremeyi duymak bana tuhaf bir güç verdi. Ama o iki kelime beni durdurmak bir yana, içimdeki karanlığı daha da körükledi.
"Yapma mı?" dedim, sesim soğuk ve keskin çıktı. "Sen yaparken düşündün mü? Onun canını, hayatımı mahvederken bir an olsun durup düşündün mü?"
Eğildim, yüzümü onun yüzüne yaklaştırdım. Gözlerindeki korkuyu görmek istiyordum, o korkuyla besleniyordum. "Yıllarca senin kölen gibi davrandım," dedim, sesi alçak ama derinden gelen bir öfkeyle. "Beni ezdin, susturdun, küçülttün. Ama artık sustuğum günler bitti."
Yerdeki paslı bıçağı aldım. Soğuk metali avuçlarımda hissettim. Bıçağın ağırlığı, yıllardır içimde taşıdığım yükün bir yansıması gibiydi. Amcamın gözleri bıçağa kaydı ve yüzündeki korku daha da belirginleşti. "Sen bunu yapmazsın," dedi zayıf ve çaresiz bir sesle. "Sen... sen zayıfsın. Hep zayıftın."
Bir an durdum, sonra yüzümde acı bir gülümseme belirdi. "Evet," dedim. "Zayıftım. Ama sen beni böyle yaptın. Şimdi yaptıklarının bedelini ödeyeceksin."
Bıçağı yavaşça yüzüne yaklaştırdım. Tenine dokundurduğumda ürperdi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Her bir yara için, her bir suskunluk için... Her şeyin hesabını vereceksin," dedim, sesimdeki kararlılık onu daha da titretmişti.
Yalvarışları, pişmanlık dolu inlemeleri beni durduramazdı. Onun sesi, yıllarca bastırılmış öfkemin çığlıkları arasında kayboluyordu. İçimdeki karanlık tamamen kontrolü ele almıştı. O gece, geçmişimle hesaplaşmam bitene kadar durmadım. Ve sonunda, o bir daha konuşamayacak hale geldi.
O gece, o karanlık ve soğuk odada her şey sustu. Amcamın inlemeleri yerini derin bir sessizliğe bıraktığında, içimdeki öfkenin beni tamamen sardığını hissettim. Yerde hareketsiz yatan bedenine baktım. O artık bir tehdit değildi, ama bu beni hafifletmedi. İçimdeki boşluk, yaptığım her şeyden sonra daha da derinleşmişti.
Elimdeki bıçağa baktım. Metal, amcamın kanıyla karışmış, ellerimi boyamıştı. Avuçlarım titriyordu. Onu bu hâle getirmek için yıllarca biriken öfke yeterince güçlüydü, ama şimdi o öfke yerini garip bir sessizliğe bırakmıştı. Nefes aldım, ama içime dolan hava boğazımı yakıyordu.
Zincirlerin hafifçe sallandığını fark ettim. Odada yankılanan bu ses, beynimin içinde bir yankı gibi dolandı. Bir an yere çöküp onun yüzüne baktım. O kibirli, gururlu yüz artık cansızdı. Ve ben ona son kez baktığımda kendi yüzümü gördüm; o soğuk, acı dolu gözlerle ona benzemiştim.
"Sonunda kazandın," dedim kendi kendime, neredeyse fısıltıyla. "Beni kendine benzettin."
Ayağa kalktım, ama dizlerim titriyordu. Odanın karanlığı daha da ağırlaşmıştı, sanki nefes almamı engelliyordu. Kanlı ellerime baktım, titremeyi durdurmak için avuçlarımı sıktım. Ama ne kadar sıksam da o sıcaklık avuçlarımı terk etmiyordu.
Kapıya yöneldiğimde durakladım. Bir an geri dönüp bakmak istedim, ama yapamadım. O geçmişin içinde kalmalıydı. Onunla birlikte orada çürümeliydi. Benimse gitmem gerekiyordu. Bu laneti burada bırakmam gerekiyordu.
Ama biliyordum, o odadan çıkarken bu lanetin bir parçası içimde kalacaktı. Ve bu parça beni asla terk etmeyecekti.
Bu intikam yalnızca Vera için alınmamıştı. Bu intikam, annemin ve henüz yeni doğup, ölen kız kardeşimin intikamıydı. Ve henüz, içim soğumamıştı.
Olduğum yeri terk ederken aklımda dolanan tek düşünce beni derinliklere sürüklüyordu. Hastaneye giderken olan biteni unutmaya çalışıyordum. Belki de unutmaya değil, alışmaya çalışıyordum.
Hastaneye vardım. Onun olduğu kata çıkarken kadın doğum kısmında duyduğum bebek çığlığıyla yerimde kaskatı kesildim. Yutkunmaya çalıştım, olmadı... Boğazıma takılan yumru nefesimi kesen cinstendi. Sonra koridorun sonunda elinde kırmızı kalpli balon olan küçük bir kız çocuğunu gördüm. Masmavi gözleriyle bir an göz göze geldik. Sanki artık tüm dünya benim aleyhime dönüyordu. Bembeyaz yüzü ve pembe dudakları ile bana gülümsedi. Göğsüme saplanan acı karnıma da vurdu. Yanımdan geçip giderken ona nasıl imnerenek baktığımı yalnızca ben bilirdim.
Kırmızı balonun ipini eline sımsıkı sarmıştı, ona hayallerini, bebekliğini, ve belki de çocukluğunu sığdırmıştı. Uçup gitmesini istemiyordu. Çünkü balon onun yalnızca oyuncağı değil, mutluluğuydu. Artık hareket etmem gerektiğini hissettim. Bakışlarım ağır ve yorgun bir şekilde kapandı önce, sonra derin bir nefes alarak koridoru yürümeye devam ettim. Koridorun sonunda gözüme çarpan kantinin kapısı olmuştu. Bir sürü kırmızı kalpli uçan balonlardan vardı. Onu bu dünyadaki bütün kız çocuklarına dağıtmak istedim bir an. Sonra bunu yapamayacağımı anladım. Elim cebime gitti. İçinden biraz para çıkardım ve çalışana uzattım. Bütün balonları aldım. Benim balon alacak bir kız kardeşim yoktu belki ama, benim için değerli olan başka bir kızım vardı...
Onları elime aldım, sanki bütün dünyayı içine sığdırmış gibi duran balonları biraz izlerken bu güne kadar bana hiç balon alınmadığını hatırladım. Ve belki de bu başkaları için saçma gelebilirdi ama, bana balon alınmamasını geçtim, gönlümü bile almamışlardı...
Biraz sonra onun odasının önünde durdum. Doktorların ikazına rağmen odaya girdim. Ona yaklaştıkça sanki büyük bedenim küçülüyor gibiydi. Elimde duran balonların ipini yatağın ucuna bağladım. Onun acısı belki bu balonlarla geçmezdi ama, benim içimde bastırdığım bu kırgınlık, bir onun mutluluğuyla geçer gibiydi...
Önce parmakları kıpırdadı. Yüreğim hoplarken sanki içimde bir deprem olmuştu. Biraz sonra göz kapakları açılırken onunla göz göze geldik. Nefesim tutuldu. Kalbim hızla çarparken sanki bütün dünya yeniden kendi yörüngesinde dönmeye başladı. Gözleri tekrar kapanıp açılırken hâlâ nefes almadığımı fark ettim. Buhar maskesini yüzünden çıkarmaya çalıştı ama ondan önce davranarak yavaşça çıkardım.
Biraz öksürdü, ardından "su," diyerek mırıldandı ama o an odaya doktorlar girdi. Alel acele odadan çıkarıldığımda onun o son bakışı ile kalakaldım. İçimde bir çocuk neşeyle çığlık attı. Buna ilk kez şahit oluyordum ki, bedenim bile yeni bir duyguyla tanışıyordu.
Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemezken sadece sakin kalmaya çalışarak derin nefesler aldım.
Telefonumu çıkarak halama çiftlik evine geçmesi ve kimseye bir şey söylememesini mesaj olarak yazdım. Görmüştü ve tabii ki de kadınlığın şanından gelen bir dürtüyle sorular yağdırıyordu ama hiçbirini cevaplamadan telefonu cebime attım.
Koridorda ileri geri yürüyordum. Kalbim hâlâ deli gibi çarpıyordu. Az önce gördüğüm şey gerçek miydi? Onun o gözleri, nefes alışı... Bir mucizeydi bu. Ama aynı zamanda bir uyarı gibi de geliyordu. Henüz her şey bitmemişti. Hâlâ tehlikedeydik.
Kafamda bin bir düşünce dolanırken doktorlardan biri yanıma geldi. "Durumu kritik, ama hayatta kalmayı başardı. Şimdilik dinlenmesi gerekiyor," dedi. Sesi sakin, ama bir o kadar da ciddiydi. Başımı salladım, ama bir şey söyleyemedim. Bu haberi duymak bile yetmişti.
Koridorda biraz daha oyalandıktan sonra dışarı çıktım. Havanın serinliği yüzüme çarptığında, kendimi bir nebze olsun toparlanmış hissettim. Ama aklım hâlâ onun yanındaydı. Her nefesi, her bakışı zihnime kazınmıştı. Bu işin beni nasıl bu kadar etkilediğini anlayamıyordum. Hayatımdaki her şeyin kontrolünü kaybetmiştim, ama onu kaybetmemek için her şeyi yapmaya hazırdım.
Tekrar içeri girdiğimde, odaya alınmış ve yatağına yerleştirilmişti. Gözleri kapalıydı ama bu sefer ölümün soğuk gölgesi yoktu üzerinde. Sadece yorgunluk. Sadece geçirdiği onca acının izleri. Yavaşça yanına yaklaştım, sessizce nefes alışlarını dinledim. Her bir nefesi, içimdeki fırtınayı biraz daha dindiriyor, kalbime bir nebze olsun huzur veriyordu.
Sandalyesini yatağının yanına çektim, oturdum. Onun yüzüne baktım, ilk kez böyle sakindi. İlk kez bu kadar masum görünüyordu. Parmak uçlarımı hafifçe eline dokundurdum, sıcaktı. O sıcaklık içimde bir umut kıvılcımı yaktı.
"Buradayım," diye fısıldadım, sesimin titreyeceğini bildiğim için sessiz ama kararlı bir şekilde. "Her şey geçecek. Artık kimse sana zarar veremeyecek."
Ellerimle saçlarını düzelttim, yüzündeki hafif kesiklere baktım. O an her şeyin hesabını bir bir kapatmaya yemin ettim. Bunu ona yapanlar, beni bu hâle getirenler, kim varsa hepsi bedel ödeyecekti.
Ama önce onun iyileşmesi gerekiyordu. Önce ona yeniden nefes aldırmam gerekiyordu. Yavaşça arkamı yasladım, başımı ellerimin arasına aldım. Dışarıda dünya yanıyor olabilirdi, ama burada, bu odada onunla birlikte bir anlığına bile olsa zaman durmuştu.
Onu izlerken gözlerim kapanmaya başladı. Uykunun beni ele geçirdiğini hissediyordum ama içimdeki ses hep tetikteydi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu, bir son değil, belki de her şeyin başlangıcıydı.
Gözlerim kapanır kapanmaz derin bir karanlığın içine çekildim. Ama bu karanlık dinlendirici bir uyku değil, daha çok zihnimin geçmişe doğru yolculuğa çıkışıydı. Annemin gülümsemesi, bana olan bakışları, sesindeki sıcaklık… Her şey birer hayal gibi önümde canlanıyordu. Ve ardından o kanlı gece… O çığlık, o korku…
Birden irkildim, nefesim kesilmiş gibi hissettim. Gözlerimi açtığımda, odada yalnız olduğumuzu fark ettim. Gecenin sessizliği boğucuydu. Sadece onun düzenli nefes alışverişi duyuluyordu. Yüzüne baktım, huzurlu görünüyordu. Ama bu huzur ne kadar sürecekti?
Ayağa kalktım, kapıya vardığımda tam odanın kapısını aralayacakken, arkamdan gelen hafifbir sesle irkildim. "Nereye gidiyorsun?" dedi, yorgun ama derin bir tınıyla. O an kalbim yerinden çıkacakmış gibi hissettim. Derin bir nefes aldım, kendimi toparlamaya çalışarak yavaşça döndüm.
Gözlerini açmış, bana bakıyordu. O gözlerde yorgunluk vardı, acı vardı ama aynı zamanda bir soru, bir umut… Ve belki de bir korku. Bedenim titremesin diye yutkundum. "Hiçbir yere," dedim işaret diliyle, yalan bir rahatlıkla. Onunla her dilde anlaşabilmek huzur vericiydi.
Kaşları hafifçe çatıldı. "Hiçbir yere gidiyor gibi görünmüyordun," diye fısıldadı. Sesindeki o kırılganlık beni sarsıyordu. "Gitme."
O iki kelime beni olduğum yere mıhladı. Gitmem gerektiğini biliyordum. Yapmam gereken şeyler vardı. Ama o bakışlar… Sanki içime işliyor, beni tutuyordu. Yavaşça yatağına yaklaştım, gözlerimi ondan ayırmadan.
"Haklıydın, lanetliyim. Seni daha fazla yanımda tutmamın bir manası yok," dedim, sesimdeki kararlılığı koruyarak. "Senin gitmen gerekiyor."
Gözlerini benden kaçırdı, dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. Ellerini fark ettim, ince parmakları battaniyeyi sıkıca tutuyordu. Onun bu hâlini görmek beni daha da öfkelendirdi. Ona bunu yaşatanların yüzünü bir kez daha gözümün önüne getirdim.
Ama içimde bir başka his daha vardı: suçluluk. Ona acı vermek istememiştim. Yavaşça elini tuttum, parmaklarım onun zayıf ve soğuk ellerini sardı. "Seni anlayabiliyorum," dedim, neredeyse yalvarır gibi. "Seni koruyamadım, haklıydın."
Bir süre sessizlik oldu. Sonunda, gözlerini tekrar bana çevirdi ve çok hafif bir şekilde başını salladı. Bu küçük hareket bile içimdeki yükü hafifletmiş gibiydi. Ama kalbim hâlâ ağırdı. Onu yalnız bırakmak istemiyordum, ama başka çarem yoktu.
Elini bırakmadan, "Artık özgürsün. Sana söz veriyorum, sana bir engel olmayacağım, hiçbir zaman."
O an, her şeyin onu koruma adına yaptığım bir yemin olduğunu bir kez daha hatırladım. Ama bu yemin beni ne kadar ileri götürecekti? Ve onun güveni… onu hak ediyor muydum? Bu sorular kafamda yankılanırken, gözleri yeniden kapanmaya başladı. Derin bir nefes alıp kapıya doğru ilerledim.
Ama o sessiz fısıltı beni durdurdu: "Dön." İçimde patlayan volkanlar sanki bütün sıcaklığıyla beni yakmaya and içmiş gibiydi. Ayaklarım sanki zincirlenmiş gibi hareket edemedi. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım, kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ama nafile. Yavaşça arkamı döndüm ve ona baktım.
Gözleri yarı açık, yüzünde bitkin ama kararlı bir ifade vardı. "Gitme," dedi bu kez daha net bir şekilde, sesi biraz daha güçlüydü. "Lütfen..."
O an her şey durdu. O tek kelimeyle, tüm planlarım, tüm intikam düşüncelerim, öfkem, her şey yok olmuş gibiydi. Bir adım attım, sonra bir adım daha. Yatağının yanına geldiğimde gözlerimi ondan ayıramıyordum.
"Gitmem lazım," dedim, ama sesimdeki kararsızlığı o da fark etmişti. Elini uzattı, zayıf ama kararlı bir hareketle elimi tuttu. Soğuk elleri benimkine dolandı ve sanki o anda dünyadaki en büyük duvar yıkılmış gibi hissettim.
"Hayır," dedi fısıldar gibi. "Gitmeme izin verme. Bana rağmen beni bırakma..."
Sözleri kalbime bir hançer gibi saplandı. Haklıydı. Onu böyle bir hâlde bırakıp gitmek... Bu, bana da ona da ihanet olurdu. Ama o kadar çok şey vardı ki içimde... Kendimi ifade etmek istiyordum, ama kelimeler boğazıma düğümlendi.
"Senin için gidiyorum," dedim nihayet parmaklarımı oynatabilmiştim., gözlerim dolarken. "Seni koruyabilmek için..."
O an yüzünde bir gölge belirdi, ama ardından derin bir nefes aldı ve başını hafifçe yana eğdi. "Koruman gereken yer burası," dedi, kalbinin olduğu yeri işaret ederek. "Beni korumak istiyorsan burada kal. Yanımda kal."
Sözleri beni olduğum yere mıhladı. Onun yanında kalmak, onu korumak... Bu, her şeyden daha önemliydi. Ve o an, geri dönülemez bir karar verdim. Elini sıkıca tuttum, gözlerimin derinlerine baktı.
Sadece başımı hafifçe oynattım.
O an gözleri biraz daha yumuşadı, dudaklarında hafif bir rahatlama gördüm. Yanına oturdum, elim hâlâ onunkindeydi. Ondaki bu geri dönüşün nedeni neydi? Aklında bir şeyler mi vardı? Ya da kalbinde?
Büyük bir bilinmezlikle oturduğum yerde sadece onu izledim. Üzerini sıkıca örttüm. Titrek ve yaşlı gözleri gözlerimdeydi. Onunla ilk defa bu denli uzun bir bakışma yaşıyordum. Kalbim bana inat daha hızlı atıyordu. Üst üste yutkundum. Benim baş parmağımı saran eli ondan nasıl büyük olduğumu gösteriyordu. Bir süre sonra benimde unutmuş olduğum balonlara takıldı gözleri. İrislerinde bir ışık, parıldama gördüm. Kalpli balonları tek tek inceledi. Yüzünde büyüyen gülümseme koridorda karşılaştığım kızı hatırlattı bana. Onun gibi saf, ve çocuksu bir gülümsemeydi bu.
içim hem huzurla hem de pişmanlıkla doldu. O gülümseme, o masumiyet, yıllardır yokluğunu hissettiğim bir şeydi. Ona her baktığımda, sanki içinde sakladığı yaraları görüyordum ama bu an, bir anlığına da olsa, onun bütün acılarından sıyrıldığını hissettirdi.
"Balonlar..." diye fısıldadı, sesi bir çocuğun şaşkınlığı ve heyecanıyla doluydu. "Sen mi getirdin?"
Başımı salladım, kelimeler ağzımdan çıkmaz olmuştu. Beden dilimle"Sen seversin diye düşündüm," dedim sonunda.
Bir an gözleri tekrar balonlara kaydı. "Kimse... Kimse bana böyle bir şey yapmamıştı," dedi, sesi yavaşça kırılıyordu. "Teşekkür ederim."
O an boğazıma bir yumru oturdu. Onun o çocuksu heyecanının altında ne kadar büyük bir yalnızlık saklı olduğunu fark ettim. Onu yalnız bırakmış olduğum her an, her karar, her hata birer tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Baş parmağımı hafifçe sıkan eliyle gözlerime baktı, sanki bana inanmak ister gibi.
Bir süre sessizce oturduk. O, balonları izlemeye devam ederken ben onun yüzündeki her detayı ezberliyordum. Yaralarını, çizgilerini, yorgun ama hâlâ mücadele eden o güçlü ruhunu...
O an, hayatımın ilk kez bir anlam kazandığını hissettim. Ve bu anlam, onun gülümsemesiyle birlikte büyüyordu.
"Evimize gidelim," dedi aniden. Sesindeki sıcaklık, dudaklarına yayılan o küçük gülümseme beni afallattı. Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
Evimiz. Kelime zihnimde yankılandı. Daha önce hiç 'biz' olan bir hayatım olmamıştı. Hep 'ben' vardım. Hep yalnızdım. O an, onun bu basit ama derin kelimesi içimde bir yerlere dokundu.
"Evimiz mi?" diye kısa bir hareketle açıkladım, hafif bir şaşkınlıkla. Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme oluştu ama içimdeki duygu karmaşasını gizleyemiyordum.
Gözlerini bana çevirdi. "Evet," dedi kararlı bir şekilde. "Seninle benim... Bizim evimiz. Oraya gitmek istiyorum. Buradan, bu soğuk odadan gitmek istiyorum."
Bir an boğazım düğümlendi. O kadar basit ve doğal bir şey söylüyordu ki... Ama benim için bu kelimelerin altında yatan ağırlık çok büyüktü. Ona bir ev verebilmek, güvenli bir yer, bir yuva… Bunun sorumluluğunu omuzlarımda hissettim.
"Tamam," dedim, bedenimde bir yumuşaklıkla. "Evimize gideceğiz. Ama önce biraz daha iyileşmen lazım."
Kaşlarını hafifçe çattı, inatçılığı yine yüzüne yansımıştı. "Hayır, artık burada kalmak istemiyorum. Oraya gitmek, orada nefes almak istiyorum. Evde."
Bir an gözlerimi kaçırdım, ardından derin bir nefes alarak ona baktım. "Tamam," dedim yine, bu kez daha kararlı bir şekilde. "Ama artık benimle savaşmayacaksın, inatlaşma, kendi kendine direnmeyeceksin."
Gözlerindeki inatçılık yerini yavaşça bir yumuşaklığa bıraktı. Hafifçe başını salladı, elimi sıkarak. "Tamam," dedi.
O an bir şeyler değişti. Aramızdaki görünmez duvarlar yıkılmış gibiydi. Artık onunla aynı taraftaydım, onunla aynı savaşı veriyordum. Ve ne olursa olsun, onu korumak için her şeyi yapacaktım.
"Evimize," diye tekrar ettim içimden. Bu kelime zihnime kazındı, kalbime işlendi. Artık sadece bir yer değil, bir anlamı vardı. Ve bu anlam, onun yanımda olmasıyla gerçekti.
Hızla doktorlarla konuştum. Taburcu işlemlerini başlattım ve büyük arabayı onun için hazırlattım. Doktorun verdiği ilaçları bile hızla aldırdıktan sonra onu arabaya taşımak için tekerlekli bir sandalye getirdim. Odasına girdiğimde yatağın kenarında oturmuş, zayıf ama kararlı bir şekilde beni bekliyordu. Gözlerindeki yorgunluk hâlâ belirgindi, ancak yüzündeki inatçı ifade bu zayıflığı örtüyordu. Tekerlekli sandalyeyi kapının hemen yanına bırakarak ona doğru yürüdüm.
"Hazır mısın?" diye sordum, bedenimde ki tedirginliği gizlemeye çalışarak.
Başını hafifçe salladı. "Hazırım," dedi, ama sesi hâlâ zayıftı. Yavaşça ona yaklaştım, ellerimi uzatarak destek olmak istedim.
Bir an duraksadı, yüzünde hafif bir tereddüt belirdi. Ancak sonunda gururunu bir kenara bırakıp elimi tuttu. Onu yavaşça ayağa kaldırırken, ne kadar güçsüz olduğunu hissetmek içimi burktu. Beni mahvetmek için savaşan bir yanım, ona bir şey hissettirmemek için kendimi zorluyordu.
Sandalyeye oturmasını sağladıktan sonra üzerindeki battaniyeyi dikkatlice dizlerine örtüp onunla göz göze geldim. "Birazdan evimizde olacağız," dedim ilk defa heyecanla titreyen bedenimle.
Gözleri bir an için doldu, ama çabucak başka yöne çevirdi. Yine de dudaklarının kenarındaki o küçük kıvrımı yakaladım. Hafifçe gülümsüyordu.
Tekerlekli sandalyeyi dikkatlice iterek koridora çıktım. Korumalar sessizce kenara çekildi, hiç kimseyle göz göze gelmiyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Hastaneden bir an önce çıkmak istiyordum.
Arabanın yanına vardığımızda, kapıyı açtım ve onu kucağıma alarak dikkatlice koltuğa yerleştirdim. Bütün bu süre boyunca gözlerini benden ayırmadı. Sanki bir şey söylemek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümlenmiş gibiydi.
Başını salladı. "Sen yanımdaysan, rahatım," dedi usulca.
Bu sözler, içimde bir şeyleri harekete geçirdi. Arabaya binip direksiyonun başına geçtiğimde, hızla yola koyuldum. Gözüm sürekli dikiz aynasındaydı. Onun orada, arka koltukta olması bile bana tuhaf bir huzur veriyordu. Şehir ışıklarının arasından geçerken, yanımdaki sessizlikte bir şeyler değiştiğini hissediyordum. Bu yolculuk sadece bir evin yolculuğu değildi. Bu, yeni bir başlangıcın, belki de çok geç kalmış bir dönüşümün başlangıcıydı.
Araba ona iyice yaklaştığında yüzündeki endişeyi net bir şekilde gördüm. Ellerini göğsünde birleştirmiş, sabırsızca sağa sola adımlar atıyordu. Çiftliğin büyük demir kapısı ardına kadar açıktı, korumalar kenarda hazır bekliyordu.
Aracı kapının önünde durdurduğumda halam hemen yana yaklaştı. Kapıyı açmaya çalışırken sertçe durdurdum. "Sakin ol," dedim. Beden dilindeki soğukluk ona mesajımı vermek için yeterliydi.
"Ne oldu? Nasıldı? İyi mi?" diye sorularını sıralamaya başlamıştı bile. Gözleri sürekli arabanın içini tarıyordu.
"İçeri girelim," dedim kısa bir şekilde, onu daha fazla detayla beslemek istemiyordum.
Arabanın arka kapısını açarak onu yavaşça dışarı çıkardım. Halamın gözleri kocaman açılmıştı, onun bu hâlini görünce bir şey söylemek istedi ama bakışımla susturdum.
"Teyze," dedi Vera,zayıf bir sesle, kucağımdayken. Halamın yüzündeki sert çizgiler bir anda yumuşadı, dudakları titredi. "özür dilerim," diye fısıldadı.
Halam bir an duraksadı, ardından yanağını onun saçlarına yasladı. "Önemli değil, yavrum. Sen iyi ol yeter," dedi. Sesi titriyordu ama gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu.
Onu dikkatlice içeri taşıdım. Halam hemen koridorun sonundaki geniş odayı hazırlattırmıştı. Onu yatağa yatırırken yüzündeki yorgunluk daha belirginleşmişti. Ama buna rağmen dudaklarında ince bir gülümseme vardı.
"Buradasın artık," yorganı üzerine çekerken "Evindesin." Dedim sakin ve rahatlamış hareketlerle.
Gözleri bir kez daha gözlerime kilitlendi. "Evet," dedi fısıldayarak. "Evimizdeyiz."
Bu kelime yine kalbimi sıkıştırdı. Ama aynı zamanda içimde bir yerde tuhaf bir huzur hissi yayıldı. Başımı yavaşça salladım ve halama dönüp, "Doktorun verdiği ilaçları getir,"
Halam odadan çıkarken, bir süre odanın sessizliğinde onun uykuya dalmasını izledim. Yorgun bedeni rahatlamış gibiydi, nefesi daha sakin bir ritimle alıp veriyordu. Ama o sakinlik beni rahatlatmıyordu. Bütün bu olanların hesabını kapatana kadar hiçbir şey bitmeyecekti.
Halam elinde ilaçları getirdi. Kurumuş olan dudaklarına ilacı iterken uyanarak ilacı aldı ve yuttu. Başını tutup kaldırırken suydan iki yudum içirdim ve tekrar başını yastığa yasladım. "Teşekkür ederim, " dedi fısıldayan bir sesle. Halam hem sorgu hemde hüzünlü bir ifadeyle bakarken ona anlatmam gerekektiğini düşündüm. Onu odada bırakarak salona çıktığımızda bana hâlâ sorgulayıcı bakışlarla bakıyordu. "Oğlum, ne oldu kıza böyle! Ne hale gelmiş üç günlük gelin!" Sesini kısması için işaret verdim ama o yine de bağırmayı tercih etti. Onu salonun en uzağına götürürken hızlıca anlatmaya başladım olanları.
"Amcam geldi, bize silah çekti." Ve halamın korkusu yüzünde yankılandı. Gözleri korku ve şaşkınlıkla açıldı, elini ağzına götürerek bir adım geri çekildi.
"Ne diyorsun sen?" diye fısıldadı, sesi titriyordu. "Kendi kanınız... Kendi yeğenine mi yaptı bunu?"
Başımı hafifçe salladım, dişlerimi sıkarak. "Evet, hala. Silah çekti, tehdit etti. Onu vuran da oydu."
Halam bir an için dengede duramayacak gibi sendeledi, yakındaki koltuğa çöker gibi oturdu. Gözleri, bana inanmak istemeyen bir bakışla üzerime dikilmişti. "Neden, oğlum? Neden yaptı bunu? Berdel oldu, bedel ödendi. Hâlâ neyin peşinde bu adam?"
Derin bir nefes alarak yanı başındaki sandalyeye oturdum. Ellerimi saçlarıma geçirip bir süre sessizce öylece durdum. "O hep beni istemedi." Bu benim için artık sıkıntı edebileceğim bir durum değildi ama konu ben değildim.
Halam gözlerini kısarak bana baktı. "O derken..."
Başımı salladım. "Amcam, Bize zarar vermek, onun canını yakmak istedi. Bu kadarına cesaret edeceğini düşünmemiştim. Ama o hep benden bir adım öndeydi. Artık değil."
Halam başını iki yana sallayarak, gözyaşlarını silmeye çalıştı. "Bu mesele bu kadar büyümemeliydi. Kan davası yaratacak bir şey olmamalıydı!" diye sitem etti. "Berdel olunca herşeyin bitmesi gerekiyordu."
Gözlerimi ona diktim, beden dilim keskin ve soğuktu. "Bu mesele çoktan büyüdü, halam. Amcam, kendi kanına ihanet etti. Ve bunun bedelini de ödedi."
Halam, gözlerimdeki kararlılığı gördüğünde bir an için sessizleşti. "Ne? N-nasıl? Ödedi de ne demek!?" diye sordu, gözleri endişeyle doluydu.
Ayağa kalktım, yüzümde bir gölge gibi dolaşan kararlılıkla ona baktım. "Onu öldürdüm." Öyle soğuk ve keskin bir şekilde söyledim ki bunu, halam yerinde kaskatı kesildi.
Halam bir süre nefes bile almadı. Gözleri kocaman açılmış, dudakları titreyerek bana bakıyordu. "Ne... ne dedin sen?" diye kekeledi, sesi bir fısıltı kadar güçsüzdü.
"Onu öldürdüm," dedim tekrar, bu kez daha net ve soğuk bir şekilde. Bedenimde ne pişmanlık ne de tereddüt vardı. Bu gerçeği anlaması gerekiyordu.
Halam yerinde sendeledi, ellerini yüzüne götürdü. "Sen... sen ne yaptın, oğlum?" dedi, sesi yükselirken. "Kendi kanını nasıl öldürürsün? Nasıl bu kadar ileri gidebildin?"
Gözlerimi ondan ayırmadan ayağa kalktım. "Bunu yapmak zorundaydım, hala. O, bizi yok etmeye yemin etmişti. Karımı vurdu, onurumu ayaklar altına aldı. Onun yaşamasına izin veremezdim."
Halamın gözleri doldu, elleri titreyerek masaya tutundu. "Bu mesele seni mahveder!" diye bağırdı. "Bu topraklarda kan, kanla temizlenir. Bu yaptığının bir sonu yok, oğlum! Kendini de yakacaksın!"
Derin bir nefes alıp gözlerimi ona diktim. "O, bizim için kan bağından fazlası değildi, hala. Bir düşmandı. Bana, karıma ve bu aileye ne yaptıysa bedelini ödedi."
Halam, yüzünü iki eliyle kapatarak arkasını döndü. Ağladığını hissedebiliyordum. Sesi titrek ve kısık bir şekilde konuştu: "Babanın oğlu olduğunu unuttuğum anlar olmuştu. Ama sen, oğlum... Sen bu savaşı kaybedeceksin."
Başımı iki yana salladım, bakışlarım buz gibi soğuktu. "Ben zaten kaybettim, hala. Onunla birlikte içimdeki her şey öldü. Şimdi sadece korumaya çalıştığım şeyler için yaşıyorum. Gerisi önemli değil."
Halam bir süre daha sessizce durdu, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. "Umarım, oğlum," dedi sonunda, sesi yorgun ve kırık bir şekilde. "Umarım kazandığını düşündüğün gün, elinde bir şey kalır. Çünkü bu yol seni de yok edebilir."
Ona cevap vermedim. Çünkü biliyordum. Bu yolun sonunda geriye hiçbir şey kalmasa bile, bu riski almıştım. Her şeyi... sadece onun için.
Bir an bir ses duydum. Gözlerim salon kapısına kayarken onu gördüm. Bana bakıyordu ama bu bakış beni kırk yerimden bıçaklayan bir bakıştı.
Kapının eşiğinde Vera duruyordu. Gözleri bana dikilmiş, yüzü solgun ve ifadesizdi ama gözlerindeki hayal kırıklığı tüm odayı dolduruyordu. Onun orada olduğunu fark ettiğim an, içimdeki her şey dondu.
"Ne dedin sen?" diye sordu, sesi soğuk ama kırılgan bir tonda. Gözleriyle beni delip geçiyordu.
Halam dönüp Vera’ya baktı, ardından tekrar bana döndü. "Oğlum, her şeyi mahvediyorsun," diye fısıldadı, ama artık çok geçti. Vera duymuştu.
Ona doğru bir adım attım. "Vera..." Devamı gelmedi, donup kalmıştım yerimde.
Ama o, birkaç adım geri çekildi. Sanki ona yaklaşmam bile onu korkutmuştu. "Katil," dedi, sesi bir fısıltıdan biraz daha güçlüydü ama her harf bıçak gibi saplandı kalbime. "Sen bir katilsin."
"Hayır, Vera..." Her hareketim yalvarır bir tona bürünmüştü. "Ben bunu seni korumak için yaptım. Seni kurtarmak için!"
Ama o, başını iki yana sallayarak gözlerini benden kaçırdı. "Beni korumak mı?" diye tekrarladı, sesi acıyla doluydu. "Beni korumanın yolu bu muydu? Kan dökerek mi koruyorsun beni? Hayır... sen bunu kendin için yaptın. İntikam için."
Onun bu sözleri, göğsümde bir tokat gibi yankılandı. Ne diyeceğimi bilemedim. Haklı mıydı? Belki de haklıydı... Ama bunu kabul edemezdim.
Elim ayağım boşalmıştı. Ne diyeceğimi nasıl hareket edeceğimi bile unutmuştum.
"Belki de beni koruyarak değil, bana bir hayat sunarak kazanmaya çalışmalıydın beni," dedi, sesi çatlamıştı. Gözlerindeki yaşları tutmaya çalışıyordu ama başaramadı. "Artık bitti. Seninle aynı çatı altında bile kalamam. Sen... sen beni hayal kırıklığına uğrattın." onun peşinden bir adım daha atarak onu durdurmak istedim ama o, ellerini havaya kaldırarak beni durdurdu.
"Yaklaşma," dedi, sesi keskin ve kararlıydı. "Artık sana güvenemem."
Vera, odaya doğru bir bakış atıp hızla arkasını döndü. Onu durdurmaya çalıştım ama halam kolumdan tuttu.
"Gitmesine izin ver, oğlum," dedi, gözleri dolu doluydu. "Zorla yanında tutamazsın. Bırak, kendi kararını versin."
Ama içimdeki ses buna karşı çıkıyordu. Kolumu halamın kolundan çektim ve peşinden gittim. Kapıyı açar açmaz onun baygın bedenini gördüm. Büyük bir korkuyla "Vera!" Diyerek sayıkladım. Belki de sesim bile ilk kez bu denli yankılı çıkmıştı. Onu hızla kucağıma alırken baygın bedeni kucağımda kendini salıvermişti. Kolları yana düşerken incecik elbisesi tekrar kan olmuştu. Dikişleri patlamış olmalıydı ki hızla onu yatağına geri yatırdım. Telefonu çıkararak bir doktor çağırtırken halamın bir şokla daha bana baktığını fark ettim. "Konuşuyorsun." Dedi fısıldayan bir sesle. Bu sefer onun yere serilişini izlerken içimden büyük bir "hassiktir!" Çekmiştim.
Oy verip yorum yaparsanız çok sevinirim sevgili okurlarımmmm.. @d.n_zii Instagram hesabından bana ulaşabilirsiniz❤️🔥 içinizi dökmek için bile konuşabiliriz🙌 iyi okumalar, teşekkürler. ❣️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |