16. Bölüm

Kara sevda

Rahime Deniz
ben1deniz

Fazla istekten dolayı erken atıyorum bölümü 🌼

 

Herkese iyi okumalar dilerim, çiçeklerim💖

Sizden bir ricam olacak, lütfen emeğimin karşılığı olarak yıldıza basmayı unutmayın.

Hayalet okuyucu olmayın, bir yıldız bile benim için çok değerlidir. Bazen yüz okuma alan bölümün yalnızca beş yıldızı oluyor, ve bu beni düşündürüyor, acaba yazımı mı beğenmiyorlar diye. Bilmiyorum, yine de destek olmak sizlerin elinde, Instagram kanalıma gelip benimle sohbet etmeyi unutmayın, tekrardan iyi okumalar dilerim, sizleri seviyorum çiçeklerim 🌼

 

🍂🕊️

 

Kanlı geçmiş

 

Sahanın etrafı kalabalıktı, ama Adar için dünya çoktan sessize alınmıştı.

Gürültüler, tezahüratlar, ıslıklar…

Hepsi kulak zarının dışında, silik, boğuk, uzakta kalmıştı.

Ringin ortasındaki ışık, gözbebeklerine iğne gibi batıyor;

ama o sadece karşısındaki adamı görüyordu.

 

Göğsü inip kalkıyordu, derin, dengesiz.

Her nefes alışında içeri biriken öfke,

her nefes verişinde biraz daha eksilen insanlık…

Gözlerinin kenarında bir damla ter süzülüyordu;

ama yüzü kuruydu, çünkü gözyaşı denen şey, çoktan kavrulmuştu içinde.

 

Rakibi ondan birkaç yaş büyük, birkaç kilo ağırdı.

Ama Adar’ın omuzlarındaki yük, yaşını da, kilosunu da ezip geçerdi.

Ring, ona göre sadece bir dövüş alanı değil,

çocukluğunun çığlıklarla boğulduğu o sokaktı.

Babası elini ilk kez kaldırdığında öğrendiği yerdeydi.

 

Kaçmanın mümkün olmadığı,

vurmazsan yere serileceğin bir kaderin içindeydi şimdi.

 

İlk yumruğu o yemedi.

Ama sanki yemiş gibi içine bir ağırlık çöktü.

Rakibin sağ kroşesi yüzünü sıyırdı,

ama Adar yerinden oynamadı.

Bir an başını yana çevirdi, ringin dışındaki insanlara baktı.

Ama kimseyi seçemedi.

Çünkü o an hiçbir tanık önemli değildi.

Önemli olan tek şey, karşısındaki adamın nefes alıyor olmasıydı.

Ve Adar artık nefret ediyordu nefes almaktan.

 

İkinci yumruk geldiğinde cevap verdi.

Ve sonra bir daha…

Bir daha…

Ve bir daha.

 

Her vuruşta, aslında sadece o adamı değil,

susmuş bir çocukluğun, söylenmemiş cümlelerin,

ve artık gömülemeyen bir kin dolusunun hayaletlerini dövüyordu.

Ring kan kokuyordu.

Ama Adar’ın burnuna geçmiş geliyordu:

Küflü bir çocuk odası, alkol ve demir kokusu,

ve bir annenin yastığa sakladığı sessiz hıçkırıkları.

 

Adam dizlerinin üzerine düştü.

Ama Adar hâlâ vuruyordu.

Yumrukları artık düzenli değildi.

İzleyenler susmuştu.

Hakem bile yaklaşmaya cesaret edememişti.

Çünkü Adar o an bir dövüşçü değildi,

O, acının ete bürünmüş hâliydi.

 

Son yumruk…

Sessizdi.

Ama içindeki çatırtı,

tüm salonun içinde yankılandı.

Adam yere düştü.

Ve bir daha kalkmadı.

 

Adar, karşısındaki bedenin hareketsizliğine bakarken,

bir şey fark etti.

Kendine gelmiyordu.

Çünkü kendisi artık orada değildi.

 

Yere yığıldı, rakibinin ardından. Yüzü gözü kan içinde, ağrılar ve sancılar içinde...

 

"Öldürdün onu!" Diyerek biri atlıyor ringin içine. Rakibi ölmüştü. Kendini kaybettiği bir dövüşte rakibini öldürmüştü. "Kardeşimi öldürdün!" diyor adam tekrar. Nabız alamadığı kardeşi, yani Adar'ın yere serdiği rakibin elini bırakıp Adar'a yaklaşıyor. "Dövüşecektiniz sadece! Onu öldürdün!" Diyor. Adar onu duymuyor. Onun için her şey bulanık.

Her şey karanlık.

 

Yumruktan dolayı şişen göz çevresi önünü görmesine engel oluyordu. Zaten gözlerini de açacak hali yoktu. Ona koşan kimse de yoktu. O yalnızlıkla kaldı yığıldığı yerde.

 

Karanlığa kapanan gözleri hastanede açılıyor çok sonra. Birileri dövüşten sonra onu hastaneye kaldırmıştı. Doktor içeri giriyor.

 

Yaraları sarılmış, acıları ilaçlarla dindirilmiş adama dönüp, kaburgaların kırılmış diyorlar. Halbuki Adar bunu umursayacak biri değildi. Acının adamı diyordu kendine. Acı çekmekten artık haz duyuyordu. Ve bunu fark ederek kendinden korkuyordu. Çünkü, artık 'bende ki ben beni terk ediyor,' diye düşünüyordu.

 

Sonra polisler giriyor içeri. Rakibinin öldüğünü söylüyor ama o sırada rakibin abisi giriyor odaya. "Dövüşürken öleceğini bile bile çıktı kardeşim o ringe." Diyor. "Şikayetçi değilim, o an ki sinirle kendimi kaybettim," diyor devamında.

 

Adar büyük bir vicdan azabıyla kalıyor ama artık ne fayda.

 

Günler geçti, ama aklında kendini dövüşürken kaybettiği o ringe gitmekten başka çaresi olmadığı geliyordu.

 

Adar artık, yaşayarak değil, dövüşerek nefes alıyordu.

 

Vera kaçırılmadan bir hafta önce;

 

Kin varsa bir oyunun hamurunda, o oyun artık kurallarıyla oynanmazdı.

 

"Kim ne derse desin, babamın katili o piç kurusudur!" Ali'nin sesi duvarları aşıyordu.

 

İntikam.

 

İntikam almak istiyordu.

 

Hemde Adar'ın ta kendisinden. Onu can evinden vuracaktı.

 

"Kardeşini öldürdü." Dedi telefondan konuşurken. Konuştuğu kişi Adar'ın aylar önce ringde dövüşerek öldürdüğü adamın abisiydi.

 

"Benim kardeşim o ringe ölümü göze alarak çıktı, kimseye bu vebali yükleyemem." Dedi kupkuru bir sesle karşıdan adam. Çünkü kardeşini dövüşmekten alı koyamadığı gibi, bir gün bu davasında öleceğini de biliyordu.

 

"Ondan intikamını alacaksın, kardeşin zaten nakavt olmuştu. O son yumruğu atmasaydı belki de hayattaydı. Bu kadar mı şeref yok sende? Kardeşinin hesabını sormayacak mısın bir ağabey olarak?" Ali doğrudan kendiyle muhatap etmeyecekti Adar'ı. İntikam alınacaktı. Ama alan, o olmayacaktı.

 

"Belki de;" dedi adam, ama sonra durdu. "Aylar geçti, biz birbirimizden helallik istedik o adamla. Varsın gitsin yoluna. İntikam falan bizim işimiz değil. Ekmeğinde, işinde olan insanlarız. Kardeşimin suçunu göz ardı ederek kimseden intikam falan alamam."

 

Ali derin bir nefes aldı. Artık sinirleri bozuluyordu. "Ya diğer kardeşin?" Dedi artık tehdit boyutuna geçmişti. "Ne olmuş diğer kardeşime." Dedi karşıdaki adam, tedirginlikle.

 

"Bilmem, bir bak istersen, belki üzerinde bir keskin nişancı tüfeğinden gelen lazer ışığı olabilir. Kalbinde... Kafasında... Ya da tam alnının ortasına konumlanmış ve benim emrimi bekleyen bir kurşun olabilir."

 

Adam sertçe yutkundu. İşin boyutu değişiyordu. Kafasını dışarıya çevirip kardeşini aradı gözleri. Havuzun başında, şezlonga uzanmış, habersizce yatan adam. "Madem bu kadar güçlüsün neden kendi işini kendin halletmiyorsun Ali Ağa!"

 

"Olmaaaz," dedi Ali dilini damağıns vurarak. "Arkasında benim olduğumu bilmeyecek. Eğer senin olduğunu bilirse, kardeşinin intikamını aldığını düşünecek,"

 

"Seni de bilirse babanın intikamını aldığını düşünecek, ne farkı var?"

 

"Aile bağlarımıza saygım var diyelim, ben onun kadar kan bağımı öldürme heveslisi değilim. Sadece onu can evinden vurmak istiyorum."

 

"Ben bunu yapamam." Dedi adam soğuk kanlılığıyla.

 

"Eğer yapmazsan diğer kardeşini de ben öldüreceğim," dedi Ali büyük bir kinle. "Ve eğer ben başlarsam, soyunu kurtumadan da bırakmam."

 

"Adar'ı karşıma alacak kadar güçlü değilim, neden anlamıyorsun? Ben sadece haraç kesen daha mafya bile denemeyecek kadar serseri biriyim! Yeteri kadar adamın bile yok!"

 

"Sen bunları dert etme, çeyrek mafya... Sen eksiğini söyle ben hallederim. Şimdi dediklerimi yapacak mısın? Yoksa nişancılara haber vereyim mi?"

 

Adam sessiz bir nefes verdi. Kardeşi hayattaki tek kan bağıydı. Ve bununla tehdit edilmesi onu iyice çıkmaz sokağa itiyordu.

 

"Ne yapacağım?" Gözlerini yumdu. Kardeşle tehdit edilmek neydi bilir miydiniz?

 

"Karısını kaçıracaksın, hemde çok uzağa. Aynı gün içinde şehirden de çıkacaksınız. Arayıp dursun dilsiz kuş, bakalım karısını ne kadar çok seviyor."

 

"Bunu yapamam..."

 

"Senden rica etmiyorum."

 

Telefon kapandı. Silahlar çekildi. Kararlar verildi.

 

Kiminin kini, kiminin vicdanı haykırdı ama, çıkış yolu artık kalmamıştı.

 

🕯️

 

Huzur. Bir yudum huzur içen insan artık hayat sarhoşu olurdu.

 

Ve Adar, bu sarhoşluğun keyfini çıkarıyordu. Oturduğu masa başında dosyalardan başını kaldırıp telefonuna baktı. Saat tam da Vera'nın iş bitimini gösteriyordu.

 

Artık şirketten çıkma vaktiydi.

 

Adımları eskisi gibi güçlü değildi, çünkü eskisinden daha da güçlü ve dimdikti. Onu bekleyen biri vardı. Onu seven, yaralarına merhem olan Vera'sı vardı. Şirketten ayrıldı. Arabasına binerek kliniğin yolunu tuttu. Bir an içine bir huzursuzluk girdi. Bunu fark etti ama önemsemedi. Derin bir nefes alıp kliniğe varma çabasına girdi.

 

Biraz sonra durduğu yerde arabadan inerek kliniğe girdi ama bir sıkıntı vardı, her şey çok sessiz ve çok soyuttu. "Ah, Adar bey hoş geldiniz." Dedi, oranın çalışan kadını. Adar başını salladı. Elini göğsüne koyarak kadına selam verdi. "Vera hanımı almaya geldiniz herhalde." Adar başını salladı. "İyi de o bu gün hiç gelmedi ki?" Adar durdu. İçindeki sıkıntı gittikçe büyüyordu.

 

Adar kendini sessizliğiyle açıklamaya çalıştı. "Hayır, ben getirdim onu." Kadın yarım yamalak anladı onu. "Hayır efendim, gelse bilirdim. Odasını temizledim hatta az önce. Gelmediğine eminim." Adar'ın gözü döndü birden. Merdivenlere yönlerek Vera'ın odasına girdi hızla. Kapıyı açsa da kimseyi görmedi. Sıkı bir nefes aldı.

 

Daha sabah onu kendisi bırakmıştı işine. Nasıl gelmezdi?

 

Telefonu titreyen parmaklarının arasına aldı Adar.

O an elleri, ringde kan tuttuğu zamanki kadar gergindi.

ama şimdi o kan Vera’ydı.

 

Nefesi boğazına düğümlendi.

Ekranı açtı, rehberde parmakları onun ismine dokundu.

Bir umutla, bir bekleyişle.

 

Çağrı çaldı.

Bir,

iki…

Üç…

 

Ama sonra,

“Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor…”

 

Bedeninde bir şeyler kırıldı.

Karnına saplanan bir diken gibi

kalbi bir anda sarsıldı.

Gözlerini kliniğin sessiz duvarlarına çevirdi,

ama cevap yoktu orada.

Yalnızca boşluk,

ve Vera’nın yokluğu vardı.

 

hızla döndü.

Hiçbir şey söylemeden, kadına bir bakış attı,

dudakları titriyordu,

ama ağzından tek kelime çıkmadı.

Ayakları hızlandı,

bir koşu gibi değil,

bir çöküş gibi…

 

Klinikten çıkarken kapıyı ardına kadar itti,

güneş bile yaktı gözlerini o an.

Dünyanın ne önemi vardı?

Vera yoktu.

 

Arabaya atladı.

Direksiyonun başında birkaç saniye durdu sadece,

ama o saniyeler…

bir ömürdü.

Elleri direksiyonda titriyordu.

Nefesi düzensizdi.

Sanki her nefes, Vera’nın sesi olmadan yarım kalıyordu.

 

Motoru çalıştırdı.

Tekerlekler, yolun üstünde acı çığlıklar gibi inledi.

Adar, ezberlediği yollarda değil,

kendi korkusunun içinde ilerliyordu.

Gözü yolda değil, zihni Vera’da kaldı.

 

Ve sonunda,

konağın demir kapılarından içeri daldı.

 

Fren sesiyle birlikte arabayı savurdu neredeyse.

Kapıyı açtı,

bir şeyin üzerine atlayan bir yırtıcı gibi,

adımları yere basmıyordu sanki,

uçurumdan atlıyordu her adımda.

 

Kapıdan içeri girdiğinde,

Meryem halası onu hemen fark etti.

Elindeki kahve tepsisi titredi.

Gözleri kocaman açıldı.

 

“Hayırdır oğlum, ne bu telaş? Ne oldu Adar?”

 

Adar, cevap vermedi.

Sanki duymaz olmuştu.

Merdivenlere atıldı.

Adımları mermeri döven darbeler gibi yankılandı.

Odalarının bulunduğu kata vardığında,

koşarak odasının kapısını açtı.

Ama…

 

Boşluk.

 

Işık sönmüş.

Yatak düzgün.

Hava… sanki hiç Vera’ya ait olmamış gibi.

Bir tokat gibi çarptı gerçek.

 

Adar geri döndü.

Gözleri hâlâ deli gibi sağa sola bakıyordu.

Belki bir not,

belki bir eşya…

Bir işaret aradı.

Ama yoktu.

Hiçbir şey yoktu.

 

Aşağıdan Meryem’in sesi geldi tekrar, endişeyle:

 

“Oğlum? Adar? Ne oldu?”

 

Adar hızlıca merdivenleri indi.

Yüzünde endişe,

gözlerinde kırık bir huzursuzluk.

 

“Vera eve geldi mi?” diye sordu, sesi biraz boğuk, biraz çatlak.

İçinde bastıramadığı bir fırtına vardı.

Sözleri bile titriyordu.

 

Meryem şaşırdı. Konuştuğunu öğrenmişti tabii ama, Adar böyle açıkta dile getimezdi kendini.

“oğlum…

Sabah birlikte çıkmadınız mı zaten?

Beraber gittiniz ya işe…”

 

Adar’ın dizlerinin bağı çözüldü sanki.

Bir duvara yaslandı.

O an dünya başına çöktü.

Sabah Vera’yla birlikte çıkmıştı.

Onu işine bıraktığını hatırlıyordu.

Elini saçına attı, alnından süzülen teri sildi.

 

Vera ne klinikteydi…

ne de evde.

 

Ve telefon, hâlâ kapalıydı.

 

Adar bir an bile düşünmedi.

Meryem’in şaşkınlığı,

boş oda,

kapalı telefon…

Hepsi zihninde yırtıcı bir fırtına gibi dönüyordu.

Sanki her saniye Vera uzaklaşıyor,

ve o geç kalıyordu.

 

Arabasına atladı.

Motorun sesi gecenin sessizliğini deldi.

Tekerlekler tozu dumana kattı.

Adar’ın gözleri yolun ilerisinde değil,

Vera'nın gözlerinde takılı kalmıştı sanki.

 

Yolda birkaç kez nefesi kesildi.

Direksiyona yumruğunu vurdu.

“Nerdesin Vera…”

diye fısıldadı kendi kendine.

Yüzü ter içindeydi,

ama titreyen sadece elleri değildi,

içi titriyordu.

O soğuk, o uğursuz önsezi her yanını sarmıştı.

 

Ve sonunda…

Vera’nın baba ocağının önüne vardı.

Konağın ağır demir kapıları önünde fren yaptı.

Arabanın içi nefesiyle buğulandı.

Ama beklemedi.

Kapıyı açıp indi,

ve daha adımını atar atmaz içeriden ayak sesleri duyuldu.

 

Kapı açıldı.

 

İlk çıkan kişi, Vera’nın annesi oldu.

Peşinden abisi ve ardından Bahoz Ağa…

 

Üçü de Adar’ı görünce şaşkınlıkla durdu.

Ama esas şok,

Adar konuşunca oldu.

 

Titreyen bir sesle,

gözleri donuk ama içi yanan bir ateşle fısıldadı:

“Vera burada mı?”

 

Herkes bir an birbirine baktı.

Vera’nın annesi eliyle ağzını kapattı.

Abisi, gözlerini kıstı, bir şey anlamaya çalışır gibi.

Ama en öne çıkan, Bahoz Ağa oldu.

 

Yavaş adımlarla yaklaştı.

Yüzünde öfke ile endişe iç içeydi.

Adar’ın gözlerinin içine bakarak sordu:

 

“Sen… sen kızımın kocası değil misin? Kızımın… senin yanında olması gerekmez mi oğul?”

 

Adar irkildi.

Gözleri kaçtı adamın bakışlarından.

Bir adım geri attı,

sanki Bahoz Ağa'nın sorusu değil,

vicdanı onu itmişti geriye.

 

“Ben… ben sabah bıraktım onu… Kliniğe… Ama…”

dedi ama sesi çatladı.

Kelimeler ağızdan değil,

kırık bir kalpten çıkıyordu.

 

“Ama o yok…”

“Yok…” dedi yalnızca,

bir çocuğun elinden oyuncağı alınmış gibi değil,

bir adamın yüreği sökülmüş gibi fısıldadı.

 

Bahoz Ağa’nın yüzü karardı.

Öne bir adım daha attı.

“Ne demek yok?! Kızım nerede Adar?!”

 

Adar artık dayanamadı.

Geri geri yürüdü.

Gözlerinde biriken yaşları tutmaya çalıştı ama

başaramadı.

Omuzları düştü.

Ayakları yere zor basıyordu.

Sanki dünya altında eziliyordu şimdi.

 

Arabaya atladı.

Kapıyı çarptı.

Yüzünü direksiyona yasladı birkaç saniye.

Sonra telefonu çıkardı.

Yine aradı Vera’yı.

Yine… yine… ulaşılmıyor.

 

Motoru çalıştırdı.

 

Ama bu kez arabayı yol değil,

çaresizlik sürüyordu.

 

Gözleri buğulu,

kalbi paramparça,

aklı Vera’nın “bir daha görebilecek miyim” sorusuna saplanmışken,

Adar, o karanlık yolda yalnız başına

sevgilisinin izini aramaya çıktı.

 

"Gün Gün Kayıp Olan Vera, Gün Gün Eksilen Adar"

 

1. Gün

 

Sabah…

Yine sabah.

Ama bu sabah, güneş doğmadı Adar’ın içinde.

Vera yoktu.

Ve bu gerçek,

bir kâbus gibi değil,

gerçekliğin ta kendisiydi artık.

 

Adar odasında ayakta dikiliyordu.

Elinde Vera’nın kliniğe giydiği beyaz önlük.

Saçlarının kokusu sinmişti kumaşa.

Burnuna götürdü…

Derin bir nefes aldı.

Ama nefes değil,

boğulmuş bir hıçkırık çıktı içinden.

 

Telefon yine elindeydi.

Kilit ekranında Vera’nın adı parlıyordu.

Yüzlerce kez aramıştı.

Sesli mesaj bırakmamıştı hiç.

Konuşmayı hep onun sesi başlatsın istemişti.

Ama olmadı.

 

Polis çağrıldı.

Kaybolma bildirisi yapıldı.

Meryem hâlâ ne olduğunu tam çözememişti.

Ama Adar’ın ağzından çıkan o tek kelime,

bütün konağın dengesini bozdu:

 

“Vera…”

“Kayboldu.”

 

Bunu söyleyen bir adamdı.

Ama sesi bir çocuğun yitirdiği annesini fısıldar gibi…

Kırık, çatlak, ürkekti.

 

2. Gün

 

Adar dışarıdaydı.

Geceden kalma giysileriyle…

Sokak sokak Vera’yı arıyordu.

Gözleri her pencereye, her arabanın iç yüzüne,

her karanlık köşeye saplanıyordu.

 

Bir adam yakaladı kolundan polis:

“Beyefendi, sizin güvenliğiniz için dönmeniz gerekiyor.”

 

Adar, ilk kez başını kaldırıp cevap verdi.

“Ben kendimi koruyabilirim, ama Vera koruyamaz. Onu bulmalıyım.”

Sesinde ne bağırış vardı ne öfke.

Sadece acının yankısı.

 

3. Gün

 

Polis dosyasını genişletti.

Mobese kayıtları, hastane girişleri,

çıkış noktaları, şehir dışı kameraları…

Ama hiçbirinde Vera yoktu.

 

Adar gözünü kırpmadan ekranlara bakıyordu.

Göz kapakları düşmek istiyor ama izin vermiyordu.

Yorgundu.

Çünkü uyumamıştı.

Çünkü Vera da uyumuyor olabilirdi.

 

Bir çay uzattı Meryem.

Ama Adar sadece ellerini ovuşturdu.

Titriyordu.

 

“Nereye gittiğini bilmiyorum hala.

Ama hissediyorum.

Soğukta…

Karanlıkta bir yerde…”

 

Meryem gözyaşlarını tutamadı.

Adar’a sarılmak istedi.

Ama Adar, duvara yaslanmış gibi sabitti.

Yıkılamıyordu.

Çünkü yıkılırsa, Vera'yı bulamazdı.

 

5. Gün

 

Bahoz Ağa geldi konağa.

Hiddetle ama kalbi paramparça…

“Ne oldu lan kızım nerde!?” diye haykırdı.

Adar cevap vermedi.

Ama bu kez sessizlik, suçluluğun değil,

çaresizliğin çığlığıydı.

 

Bahoz Ağa yumruğunu masaya vurdu.

“Sen konuşamıyorsan,

ben seni konuştururum!” dedi.

 

Adar başını kaldırdı.

Ona hiç yakışmayan,

ama artık yerleşmiş bir donuklukla baktı.

“Konuşuyorum…

Ama Vera duymuyor.”

 

7. Gün

 

Adar artık gündüz geceyi bilmiyordu.

Odasında büyük bir panonun önünde duruyordu.

Harita, yerler, saatler, isimler…

Takıntıydı bu artık.

Ama aşkın son hâlidir takıntı.

Kaybolanın izini sürmenin başka yolu yok.

 

Polislerle birlikte gitmişti bir adrese.

Kapı açıldığında genç bir kadın çıkmıştı karşılarına.

Adar, yüzünü görmeden “Vera!” diye fısıldamıştı.

Ama değildi.

Yine değildi.

 

Çöktü kapının önünde.

Elleriyle yüzünü kapattı.

İçinden,

“Allahım, onu bana bir kez daha göster...”

dedi ama bu dua,

sadece gökyüzüne değil,

Vera'nın gittiği bilinmezliğe yazılmıştı.

 

Zaman artık Adar için yalnızca "Vera yok" diye başlayan günlerden ibaretti.

Konuşan herkesin dilinde Vera,

Adar’ın gözlerinde yalnız onun gölglesi kalmıştı.

 

10. günün sabahıydı.

Mardin, sabaha gri bir kederle uyandı.

Tüm kent, sokaklarını Vera’nın adıyla temizliyordu.

Postacılar, esnaf, çocuklar bile Vera’nın yüzünü taşıyordu gözbebeklerinde.

Ama umut, gün geçtikçe daha sessiz nefesler alıyordu.

Ta ki…

Saat 09.47’ye kadar.

 

Bir telsiz sesi:

“Fırat kıyısında bir kadın cesedi bulundu.

Yüz üstü, genç yaşlarda.

Kıyafet tanımı Vera S. ile uyuşuyor.”

 

O an…

Adar’ın kulaklarında zaman durdu.

Kalp atışları değil de…

sanki toprağın içinden gelen bir uğultu yükseldi içinde.

Ölümün nefesiydi bu.

 

Arabaya atladı.

Araba değil, ruhu sürüyordu direksiyonu.

Yol boyunca tek bir kelime söylemedi.

Ama elleri direksiyona değil,

boğazına dolanmış görünmez bir iple mücadele ediyordu.

 

Kalabalık toplanmıştı.

Polis şeritleri,

ambulanstan inen beyaz örtüler…

Ve o…

Sudan yeni çıkarılmış,

yüzü çamurla bulanmış bir kadın bedeni.

 

Adar, kalabalığı yararak ilerledi.

Adımlarını tutamıyordu.

Sanki ayakları değil, yüreği yere çarpıyordu her adımda.

 

Bir görevli, omzuna dokundu:

“Lütfen Adar Bey, sakin olmalısınız,"

 

Ama Adar çoktan eğilmişti cesedin yanına.

Eliyle titreyerek saçları kenara itti.

O saçlar…

Vera’nın saçlarına benziyordu.

Islak, koyu, karmaşık…

 

Adar’ın elleri durdu.

Bir mezar kazıcısı gibi,

sanki toprağı elleriyle kazıyor gibiydi.

 

Parmakları, yüzü silmeye başladı.

Çamurlar gittiğinde…

gözleri karşılaştı cesedin gözleriyle.

Ama o gözler Vera değildi.

O dudaklar, o gamze…

O değildi.

 

Adar olduğu yere çöküverdi.

Bacakları onu taşımadı.

Ne sevindi ne rahatladı.

Çünkü o an…

“Bir kadının ölüsünde Vera’yı ararken”

utanmıştı insanlığından.

 

Kollarını göğsünde kavuşturdu.

Bir çocuk gibi başını eğdi.

“Ben… yine bulamadım seni.”

diye fısıldadı.

Sesi rüzgârla karıştı,

Fırat’ın kıyısına çarpıp yankılandı.

 

Bahoz Ağa ve Baran geldi hemen arkasından.

Sert ama derin gözlerle baktı Adar’a.

Sakallarına sinmiş korkuyla.

Ama o da sustu.

Çünkü bu an,

dil değil, kalbin ânıydı.

 

Adar, son kez kadının eline dokundu.

Soğuktu.

Ve o an anladı:

Vera hâlâ sıcak bir yerlerde olmalıydı.

Yaşıyorsa, onun eli hala sıcaktı.

Ve Adar, o sıcaklığı bulana dek,

bu nehirde her suya, her toprağa,

her göğe Vera’nın adını kazıyacaktı.

 

Gece indi Mardin’in üstüne.

Ama bu gece, karanlık sadece göğe değil,

bir adamın yüreğine de çöktü.

 

Adar sessizce konağın kapısını açtı.

Ne bir ayak sesi, ne bir nefes…

Koca konak öksüz bir çocuk gibiydi,

sahibini kaybetmiş bir yuva gibiydi.

 

Ayakkabısını çıkarmadı,

çünkü ayakta durmaya mecali yoktu.

Bir adım,

bir adım daha derken

Vera’yla en son oturdukları o odaya girdi.

 

Koltuk duruyordu yerli yerinde.

Vera’nın bıraktığı yastık biraz eğilmişti.

Bir tel saçı hâlâ yastığa tutunmuştu.

Adar parmaklarının ucuyla dokundu o saça…

ve işte o an…

boğazına kadar dolmuş acı, gözlerinden taştı.

 

İlk defa…

bir erkek ağlamadı bu sahnede,

bir yangın gözyaşı döktü.

Dizlerinin bağı çözüldü.

Yere çökmedi,

sanki yer onu kucakladı.

 

Omzunu duvara yasladı.

Gözleri kızarmıştı ama hâlâ sessizdi.

Çünkü ağlamak,

birine seslenmekti.

Ama onun hiç sesi olmamıştı.

 

“Vera…”

dedi içinden.

Ses değil,

yara çıktı o kelimeden.

“Seni koruyamadım.”

 

İçinden geçen her suçluluk duygusu

boğazına bir kement gibi dolandı.

Ağlamadı sadece,

içinden bir Adar daha öldü o gece.

 

Sonra Vera’nın defterini buldu.

Köşesi yıpranmıştı.

İçini açtı,

bir cümle okudu:

 

“Adar hiç konuşmaz ama gözleri çok şey anlatıyor, sadece onun dilinden bakmak gerekir ona,"

 

Adar,

gözlerini kapattı.

Ve o cümleye sımsıkı sarıldı,

sanki Vera’nın kolları gibiydi.

 

Sabaha kadar orada kaldı.

Hiç kıpırdamadan.

Sadece kalbi kıyamet gibiydi.

İçinde susmuş bir adam,

bir kadının ismiyle her saat başı yeniden yanıyordu.

 

Sabah olduğunda…

gözkapakları şişmiş,

yüreği daha da çökmüştü.

 

Ama bir karar vardı artık o gözlerde:

“Vera ölü değil.

Ve ben onu bulana kadar uyumayacağım.”

 

Gözlerini tavana dikmişti.

Uykunun ne demek olduğunu unutalı günler olmuştu.

Her şeyin sessiz olduğu o gecede,

kapı hafifçe aralandı.

Ve içeri,

yıllardır ona annelik eden o kadın girdi: Meryem Hala.

 

Adımlarını usulca attı.

Bir annenin kalbiyle,

bir kız evlat gibi hissettiği Vera’nın yokluğunda,

Adar’ın kırılmış hâline yürüdü.

Yatağın kenarına oturdu.

Sessizliği bozmadan,

usulca oğlunun omzuna uzattı elini.

 

Adar kıpırdamadı.

Ama gözleri hafifçe doldu.

 

Meryem fısıltı gibi konuştu:

“Ben senin ne kadar sustuğunu bilirim oğlum...

Ama bazı acılar, susarak gömülmüyor.”

 

Adar gözlerini kaçırdı.

Dudakları titredi.

Ama yine de konuşmadı.

Sadece yutkundu.

 

Meryem devam etti:

“Ben seni daha on yaşında annesiz kaldığında gördüm.

O gün bile bu kadar sessiz değildin oğlum.

Ama şimdi…

şimdi gözlerin bile konuşamıyor.”

 

Bir sessizlik daha oldu.

Adar başını eğdi.

Parmaklarını birbirine kenetledi.

“Ben onu koruyamadım hala…”

dedi titrek bir sesle.

O cümle o kadar yaralıydı ki,

Meryem’in gözleri yaşla doldu.

 

“O benim sesimdi…”

dedi Adar.

“Ben ilk defa onun yanında konuşmayı istedim.

İlk defa kelimelerim oldu... şimdi hiçbirini bulamıyorum.”

 

Meryem elini oğlunun saçlarına götürdü.

Okşadı. çocukken yaptığı gibi.

 

“O kız seni sevdi oğlum.

Senin kırıklarını, sustuklarını, hepsini gördü.

Gitmek onun kararı değil.

Onu senden kopardılar.

Ama sen hâlâ buradasın.

Ve onu geri getirmek için nefes alıyorsun.

Sen susarken bile savaşan bir adamsın Adar.

Benim oğlumsun.

Yıkılma.”

 

Adar başını onun omzuna bıraktı.

Bir çocuk gibi.

İçinde taşıdığı fırtına,

hâlâ dışarı çıkamasa da,

o an bir parça duruldu.

 

“Onu bulacağım hala…

Ama onu bulduğumda,

benden geriye kalanla ne yapacak, bilmiyorum.”

 

Meryem bir kez daha sarıldı.

Sımsıkı.

“Sen yeter ki bul oğlum…

Gerisi birlikte sarılır.”

 

Ve o gece,

ilk defa Adar biraz uyudu.

Yalnız değilmiş gibi.

Yıkık ama vazgeçmemiş gibi.

 

Gün ağır ağır akarken, Adar yine yollardaydı. Aylar gibi geçen günlerin sonunda hâlâ umutla, hâlâ inatla, hâlâ deli bir sevdalının sabrıyla onu arıyordu. Sokak sokak, ev ev, iz bilmeden, yön görmeden… Karanlığın içinden Vera’nın adını çekip çıkarıyor, her taşın altında onu arıyordu. Yanında Serdar vardı, yıllardır kardeşi gibi yürüdüğü dostu. Birkaç adam daha... Ama hepsi sessizdi. Çünkü Adar'ın suskunluğu, artık bir yas gibiydi. Konuşmadan da anlaşılırdı. Gözleriyle, adımlarıyla, soluksuz kalan her nefesiyle, "Vera" diye haykırıyordu.

 

O an bir köşebaşında, elleri ceplerinde bir çocuk yaklaştı. Küçük, sıska, gözlerinde sokakların erken büyüttüğü bir ifade. Adar'ın önünde durdu. Elinde buruşturulmuş bir kağıt vardı. Sessizce uzattı. Göz göze bile gelmeden, geriye tek bir adım atmadan, bir şey demeden sırtını döndü ve sokakların arasına karıştı.

 

Adar’ın yüreği öylesine delice çarpıyordu ki, elleri kâğıda uzanırken dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi. Serdar dikkat kesilmişti, adamlar bir adım geri çekilmişti, sanki o kâğıdın içinde bir bomba vardı da patlamak üzereydi. Adar, buruşturulmuş kâğıdı açtı. Ve dünya o an durdu.

 

Bir fotoğraf. Soğuk, metalik bir yerde çekilmişti. Gri duvarların önünde, bir sandalyeye oturmuştu Vera. Üstü inceydi, yüzü solgundu. Ama o gözler… O gözler hâlâ aynı Vera'ydı. Gözleri doluydu ama güçlüydü. Ama en çok elleri... Ellerini karnına sarmıştı. Sanki orada bir sır saklıyordu. Sanki bütün dünyasını göğsünde taşıyordu. Karnı hafifçe belirgindi. Ve Vera, bir annenin koruma içgüdüsüyle sarılmıştı kendine.

 

Adar’ın elleri titremeye başladı. Gözleri fotoğraftan bir an olsun ayrılamıyordu. Gözbebeklerinden yaşlar süzüldü. Dudakları aralandı. Ve ilk defa bir kelime döküldü o sessiz dudaklardan, neredeyse nefesle karışan bir fısıltıydı bu: “Vera'm…”

 

Bir kez daha: “Vera…” bir iki adamı fotoğrafı getiren çocuğun peşine düştü ama çocuk çoktan kayıplara karışmıştı.

 

Sonra çömeldi. Dizlerinin üstüne düştü neredeyse. Fotoğrafı kalbine bastırdı. Çektiği her nefes, ciğerini yırtıyordu sanki. Serdar donmuştu. Yanındaki adamlar başlarını eğmişti. Kimse o anda ne diyeceğini bilemedi. Bu sadece bir “kayıp” anı değildi. Bu bir çöküştü.

 

“Yaşıyor…” dedi Adar. Sesi çatladı, yıllarca konuşmamış birinin kelimesi gibiydi. “O yaşıyor… Ve…” Cümlesi bitmedi. Sadece gözyaşıyla tamamladı gerisini.

 

Yalnızca Vera değil, Adar da esirdi artık. Ve artık zaman, sadece Vera’yı değil, onunla birlikte kalbinde atan başka bir kalbi de kurtarmak içindi. Bu bir hayat meselesiydi artık. Ve o gün, Adar bir yemin etti. O yemini kimse duymadı belki, ama o gün suskun bir adamın kalbinde fırtına koptu. Bir evlat için, bir kadın için, aşkın en hakiki hâli için…

 

Şehirde sanki zaman duraksamıştı. Adar hâlâ dizlerinin üzerindeydi, elinde Vera’nın fotoğrafı. Gözyaşları kurumaya başlamıştı ama kalbindeki fırtına hâlâ ilk anki gibi şiddetli esiyordu.

 

Az sonra polis araçlarının sesi yankılandı dar sokaklarda. Fotoğrafın ortaya çıkışı, anında merkeze bildirilmişti. Etrafta toplanan insanlar, gözlerini Adar’a dikmişti. Onu ilk kez böyle görmüşlerdi. Bir adam, aşkı uğruna dünyayı karşısına alacak gibiydi.

 

Bir başkomiser yaklaştı yanına, nazik ama otoriter bir ses tonuyla konuştu:

"Adar Bey… O fotoğrafı merkeze götürüp analiz etmemiz gerekiyor. Vera Hanım’ın yeriyle ilgili bir ipucu olabilir."

 

Adar başını kaldırmadan fotoğrafı daha da sıkı kavradı. Gözleri hâlâ oradaydı, Vera’nın yüzünde.

 

"Veremem." dedi. Sesi sanki taşların arasından süzülen bir su gibi kırıktı, cılız ama net.

"Adar Bey, anlıyoruz sizi ama bu bir delil. Belki yerini tespit etmemize yardımcı olur. Zaten size geri verilecek."

 

Adar, başını kaldırdı. O suskun, içine kapanmış adam gitmişti. Yerinde yaralı bir aslan vardı.

“Bu... bu ondan gelen ilk nefes… Veremem..."

 

Sesi titriyordu ama içinde devrilen dağlar vardı. Fotoğrafı kalbine bastırdı, gözleri ateşle doluydu.

“Onu bana zamanında getiremediniz… Ne olur, bu sefer almayın elimden…”

 

Ama kanun başka konuşuyordu.

Polislerden biri, anlayışlı ama kararlı bir adımla yaklaştı. Serdar hemen araya girdi ama Adar elini kaldırdı. Gözleri doldu yine. Kırılmış bir çocuğun sessiz feryadı gibiydi hali.

 

Fotoğraf, nazikçe ama zorla alındı ellerinden. Sanki kalbinden bir parça sökülmüş gibi irkildi. Elinde kalan boşluğa bakarken bir çocuk gibi ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Kolları bedeninin iki yanına düşmüştü, çaresizce… Sadece birkaç saniye içinde, tekrar elinden alınmıştı Vera.

 

Serdar sessizce yaklaştı, elini Adar’ın omzuna koydu.

“Onu geri alacağız kardeşim… Fotoğrafı da, Vera'yı da… Her şey geri dönecek, yemin ederim.”

 

Ama Adar duymuyordu. Kafasında hâlâ Vera vardı. O oturuşu. O bakışı. O karnını saran elleri…

Ve o an, gökyüzü bir damla yağmur bıraktı toprağa. Sanki gök bile yas tutuyordu.

 

Polislerin, fotoğrafın analizini tamamlaması uzun sürmedi. Bilgisayar ekranlarında, her bir pikselin izi çıkarılırken, fotoğrafın çekildiği yerin izi de netleşmeye başladı. Adamlar hemen harekete geçtiler. Şehirdeki dijital izleri takip eden bir ekip, fotoğrafı çeken kişinin izine rastladı. Sadece bir isim vardı: Mehmet Yalçın. Fotoğrafçı olarak tanınan bu adamın, Mardin'e yakın bir şehirde yaşadığı öğrenildi.

 

Adam, polisler tarafından zorla alındı ve arabaya bindirilerek uzak bir alanda kurulan sorgu odasına götürüldü. Adar, gözlerinde çaresizlik ve öfke barındırarak arabada yanında oturan Serdar’a bakıyordu. Bir süre sessizlik hakimdi. Arabanın her sarsıntısı, Adar’ın içinde biriken o derin boşluğu daha da büyütüyordu. Vera'yı bulma umudu, neredeyse her geçen saatle birlikte daha da uzaklaşıyor gibiydi. Fotoğrafın ardından, her şey birbirine karışmıştı. Ama bir şey kesindi: Vera'ya dair tek bir ipucu bile onun yaşadığına kanıttı.

 

Sorgu odasına varıldığında, polisler adama sertçe yaklaştı. Adamın gözleri korku ile dolmuştu. Yalçın, bir fotoğrafçıydı. Gözleri şaşkın ve panikle doluydu, ama bir o kadar da kayıtsız bir şekilde, başını öne eğerek elleri kelepçelenmişti. Adar, odanın dışında, camekanın arkasında izliyordu. bir köşeye çekilmişti. Gözlerinde, insanın içinde kaybolan bir umut parıltısı vardı, ama bu umut yavaş yavaş sönen bir yıldız gibi sönüyordu.

 

Polislerden biri, sert bir şekilde Yalçın’ı yerden kaldırıp masanın diğer tarafına iterek oturtmak istedi. “Fotoğrafı kim için çektin, nasıl çektin! Kim vardı kadının yanında, anlat!”

 

Yalçın, ellerini kelepçelerinin metalik soğukluğunda hissetse de, korkudan karnına yapışmış gibiydi. Başını zorla kaldırarak dudakları titreyerek, “Ben sadece fotoğrafçıyım,” diye mırıldandı. “Benimle ilgisi yok… Ne o kadını tanıyorum, ne de o adamı…”

 

Polislerden biri bir adım öne çıktı ve sesindeki sertlik, tüm odada yankı buldu. “Sen mi oraya gittin, onlar mı sana geldi Neredeydi o kadın?” Her kelimesi, içinde bastırdığı öfkeyi yansıtırken, Yalçın’ın korkusunu daha da derinleştiriyordu.

 

Polis, adamın amacını göz önünde bulundurarak, adamın karnına tekme atıp onu biraz daha zorla oturttu. Yalçın, kalbi çırpınarak, gözleri polisin sert bakışlarıyla karşı karşıya kaldı. Birkaç saniye boyunca odadaki sessizlik, o kadar yoğun hale geldi ki, Adar bile nefesini tuttu.

 

Başka bir polis bir adım atarak Yalçın’a seslendi: “Bize her şeyi anlatmalısın. Yoksa seni buradan çıkartamayız. kadın neredeyse aylardır kayıp, nerde bu kadın!”

 

Yalçın, elleriyle kafasını ovuşturarak, derin bir nefes aldı. Yavaşça, daha fazla acıyı içinde barındıramayacak gibi, sesi titreyerek konuştu:

“Ben sadece fotoğraf çektim. Bir adam geldi… O kadını... O kadını çekmemi istedi. Sonra… Sonra, fotoğrafı alıp gittiler. Her şey bu kadar…”

 

Adar, bir saniye durakladı. Hıçkırık gibi bir nefes aldı. Gözleri, Yalçın’ın yüzüne daha da yaklaştı. Polis, ellerini sıkarak, bir kez daha cevap istedi:

“Kimdi o adam? Onu nereden tanıyorsun? Nereye gittiklerini biliyor musun?”

 

Yalçın, gözlerini kırparak başını salladı. Sesindeki korku daha da belirginleşti:

“Gerçekten bilmiyorum. Her şeyi zorla yaptım... Birisi ona ‘yap’ demişti... O kadar... Gerisini bilmiyorum.”

 

O an, odadaki atmosfer bir anlığına dondurulmuş gibiydi. Adar, Yalçın’ın söylediklerinin her birini süzüyor, her kelimenin içinde kaybolan bir gerçek arıyordu. Ama her geçen dakika, onun çaresizliğini daha da derinleştiriyordu. Vera’yı bulmak için bir umudu daha yitirmişti. Fotoğraf, ona sadece acı veren bir hatıra kalmıştı. Ama bir şey kesindi, Yalçın’dan daha fazla bilgi almak olanaksız görünüyordu. Bu adamın söyledikleri, ona Vera’yı bulma konusunda daha fazla bir şey sunmuyordu.

 

Serdar, gözlerini Adar’a çevirdi ve kısık bir sesle, “Adam bariz bir şekilde bilmiyor,” dedi. "Korktu da, iyice panik oldu.”

 

Adar, bir an daha sessiz kaldı. Yalçın’a son bir kez baktı, sonra cama doğru adımını attı. İçindeki çaresizlik, onu her geçen gün biraz daha yok ediyordu. Ama hala bir ışık vardı. O ışık, Vera’yı bulma arzusuydu. Her şeyin peşinden gitmeye devam edecekti. Çünkü başka bir yolu yoktu.

 

Yalçın ise, gözlerinde tamamen kaybolmuş bir yaşamın son kırıntılarıyla, onlardan kurtulabilmek için bekliyordu.

 

O günün kaydı, kamera kaydının her saniyesi, içindeki derin boşluğu, Adar’ın ruhundaki sızıyı bir kez daha büyütmek için oradaydı. O kadar karanlık bir duyguydu ki bu görüntü, izlerken her geçen dakika daha da artan bir çığlık gibi yankılandı Adar’ın zihninde. Polisler ve Serdar, ekranın karşısında sabırla izlerken, Adar elini cebine koymuş, başını eğmişti. Her bir kare, onu Vera’ya biraz daha yakınlaştırıyor gibiydi, ama bir o kadar da ondan uzaklaştırıyordu. Oysa ne kadar yakın olursa olsun, o kadar da uzak kaldığını hissediyordu.

 

Kamera kaydı, fotoğrafçı dükkânından alınan görüntülerdi. Siyah beyaz, bulanık bir çekimdi. Her şey, Adar’ın zihninde Vera’nın kaybolduğu anla örtüşüyordu. O kadar net değildi ki görüntüler, sadece bir hayal gibiydi. Ama bir şey kesindi: O kadın, o kadının yüzü, o kadının bakışları. Gözleri, Adar’ın gözlerinden kaçamayacak kadar derinleşmişti.

 

Vera, o soğuk ve gri ışıkta, bir köşe başında belirdi. Yavaşça, ince bir sarmal gibi odaya girdi. Adar’ın kalbi, ekrandaki o küçük, soğuk silüeti gördüğünde tek bir darbeyle çarpmaya başladı. Gözleri, ona ait bir şey gördü: Vera, karnını sımsıkı tutarak, ellerini yavaşça sarmaladı. Hiçbir şey gözlerinde yoktu. Hissedilen sadece bir boşluktu. Adar, görüntüleri dikkatle inceledi, titreyerek bir adım daha attı. Gözleri kaybolmuştu, Vera’nın bakışlarında kaybolan bir umudu, bir hayatı görmek istiyordu.

 

Vera, kolundan tutularak bir yere doğru çekiliyordu. Kolundaki sert çekiş, zorlama bir güçle yapılmıştı, elindeki kadını zorla itiyordu. Vera, sadece bir figür gibiydi. Kolları yukarıda, elleri hala karnına yaslanmış. Yavaşça, hiç anlam veremediği bir şekilde yerinden ayrıldı. Adar, gözlerini ekrandan alamıyordu. Birçok kez bu görüntüleri tekrar izledi. O kadar netti ki, sanki o anı o da yaşamış gibiydi.

 

Polislerin ve Serdar’ın ne kadar dikkatle izlediği belli oluyordu. Bir kamera kaydını dikkatlice incelediler. Gözlerinde çözülmesi gereken bir bulmaca vardı. Ekranın sağ alt köşesinde, hızla geçen bir araba plakası belirdi. Kimse fark etmese de, Adar fark etti. Bir araçtı, o araca gözlerini dikip izledi. O plakayı gördükçe, adeta bir bıçak gibi içini kesip geçiyordu. Ama o araba, Vera’yı bir yere götürmüştü. O yüzden daha fazla korkmaya başlamıştı.

 

"Bu plakayı sorgulamamız gerek," dedi bir polis, sesi titreyen fakat sağlam bir kararlılıkla. Adar’ın içinde ise, plakayı görmek bile onu tamamen kaybetmiş hissiyle sarmaladı. Neden bu kadar ağır geldiğini anlayamıyordu. Bir plakadan nasıl bu kadar etkilenebileceğini bilmeden, gözlerinden akan yaşları engellemeye çalıştı.

 

Serdar, Adar’a bir an bakarak omzuna elini koydu. "Adar," dedi, "Vera’yı bulacağız kardeşim, bulacağız." Ancak Adar’ın yüreği bu sözleri duymuyordu. Sadece Vera’nın gözlerindeki bu donukluğu, onun içinde kaybolan hayatını görüyordu. O kadar çaresizdi ki, bu saatten sonra yapabileceği hiçbir şey yokmuş gibi hissediyordu. Her şeyin peşinden gitmişti, ama her geçen dakika ona biraz daha uzaklaşan bir hedef gibi görünüyordu.

 

Ekran, o görüntüleri verdiğinde, Vera'ya dokunan o adamı, Adar içinden bir yerlerde onu öldürme isteği duydu. Yavaşça, ekranın her noktasına dokunarak adeta bu sahneyi içine kazıdı. O adamın gözlerinde, tam o an Adar’ın içinde bir ölüm isteği uyanıyordu. Ama kimse Adar’a o adamı öldürme hakkını vermemişti. Bu sadece bir hayaldi. Ve o hayalin içinde boğulmaya başlamıştı.

 

Kameranın geçtiği karelerde, adımların derinliği kaybolmuştu. O anı ve o görüntüyü unutmak, Adar için imkansızdı. Bir bakış, bir dokunuş, bir duygusuzluk, her şeyin içinden süzülen bir boşluk gibiydi. Onlar sadece varlıklarıyla oradaydılar, ve Adar her birini, her anı yeniden yaşıyordu. Şimdi, ekranda görünen her şey, Adar’ın içinde bir çözülme, bir yıkılma yaratıyordu. Vera’nın bakışları, her şeyin içinde kaybolan bir umut gibi uzaklaşıyordu. O bakışlarda, hiçbir şey yoktu.

 

Bir polis, ekranda yeni bir şey bulmuş gibi dikkatle baktı. "Burası Mardin’de bir yer değil," dedi, "Operasyonu daha da genişletmemiz gerek." Ancak Adar için her şey, oradan çok daha derindeydi. Onun için her anı, her anı şüpheyle, korkuyla, acıyla geçiyordu. O günden beri, her şeyin içinde kaybolmuş, bir tek işaretle yeniden hayata tutunmaya çalışıyordu.

 

Yeniden,

 

Ve sabırla...

 

Gece sessizdi. Gökyüzü, yıldızlardan bile utanmış gibi bulutların ardına gizlenmişti. Evin içi sanki nefes almıyordu. Her köşe, her duvar, Vera’nın adını fısıldıyor gibiydi. Adar, halasının mis gibi sabun kokan el örmesi yorganını omzuna almış, oturma odasının köşesine kıvrılmıştı. Gözleri boşluğa, ama aslında Vera’nın son bakışına dalmıştı. Halası yanına usulca oturdu. Adar'ın yanağındaki yaş izine dokunmak ister gibi kaldırdı elini ama vazgeçti, çünkü onun hüznü öyle bir hüzündü ki, dokunmak bile hürmetsizlikti"Adar..." dedi halası, sesi yorgun ama şefkatliydi, "Hêvî hebe her tişt dibe."(Umut varsa, her şey mümkündür.)

 

Adar, başını yavaşça çevirdi. Gözleri kızarmıştı, uykusuzluk ve acı göz kapaklarını ağırlaştırmıştı. Dudakları kurumuştu ama kelimeler, içinde çatlamaya hazır bir nehir gibi kabarıyordu. “Hêdî... pi û bâskemîn şikest, nikarim wî biparêzim. Mîn vi vêndâkîr." (Artık... Kolum kanadım kırıldı, onu koruyamadım. Ben onu kaybettim.)

 

Halası, elini Adar’ın elinin üzerine koydu. "Tu ne tenê wî ji dest da, lê xwe jî wenda kirî, Adar. Di nav çavên te de tu nexweşî. Tenê Vera maye, wekî şevê ku rojekê xwaribû." (Sen yalnızca onu değil, kendini de yitirdin, Adar. Gözlerinde artık senin gölgen bile yok. Sadece Vera kalmış, sanki bir gece gündüzü yutmuş gibi.)

 

Adar, gözlerini sımsıkı yumdu. "Ez bi xwe çi bikim, dâyê? Canê min tune, xwînê min tune, jinê min jî tune… Ez bi xwe çi bikim?" (kendimi ne yapayım ana? Benim canım, kanım, karım yok ortada, kendimi ne yapayım?)

 

Sesi titredi. Sanki içinden bir dağ devrildi. Hıçkıra hıçkıra ağlamadı. Sessizce ağladı. Gözyaşları dudaklarına tuz gibi indi. Halası, onu kucakladı. Yavaşça başını Adar’ın omzuna yasladı. İkisi de sessizce ağladı. Çünkü bazen acı, kelimeye gelmezdi. Sadece gözyaşı olur, omuzdan omuza akar giderdi.

 

O anlarda, arka planda, polislerin fısıltılı sesleri yankılanıyordu. Bilgisayar ekranında bir plaka, netleşmişti. Kayıtlar, aracın Mardin'den çıkıp Nusaybin tarafına doğru ilerlediğini gösteriyordu. Başkomiser ekrana eğildi: “Bu araç 1 haftadır aynı noktada sinyal veriyor. Bir hangar olabilir… ya da bir depo. Hazırlık yapalım, sabah operasyon düzenliyoruz.”

 

Ama Adar, bu konuşmaların hiçbirini duymuyordu. O hâlâ Vera’nın gözlerinde yaşıyor, ellerinde büyüttüğü anılara sarılıyordu. "Karnını tutuyordu hala... biliyor musun? Öylece oturmuş, sanki dünyadan vazgeçmişti ama o karnına sığınıyordu. O bebeğe... tutunuyordu. Yaşamak için değil, doğurmak için."

 

Halası gözyaşlarını sildi. “Senin çocuğun o. Senin kanın. Vera dönsün ya da dönmesin... senin bir parçan daha dünyaya gelecek. Şimdi ayakta kalmazsan, hem onu hem kendini kaybedersin.”

 

Adar, içinden haykırmak istiyordu. Bu acıyı kimseye anlatamazdı. Kendi içindeki sessizlik bile onun acısını taşıyamıyordu. Dişlerini sıktı, boğazı düğümlendi. Sonunda sadece şu cümle çıktı dudaklarından:

 

“Ben onu yaşatamazsam... kendimi de yaşatamam hala.”

 

Ve arka planda polis telsizinden gelen ses yankılandı;

 

“Plaka sahibinin adı tespit edildi. Adam sabıkalı. Eski bir kaçırma dosyasından kaydı var. Operasyon için saat verin.”

 

O sırada Adar başını kaldırdı. Gözlerinde bir alev, bir umut belirdi. Sessizliğin içinden yalnızca Vera'nın adı süzüldü:

 

“Dayan... ne olursun biraz daha dayan, geleceğim.”

 

Odanın duvarları nemliydi, rutubet kokusu, yıllardır güneş görmeyen bir hayalin üzerine sinmiş gibiydi. Soğuk, yalnızca tenine değil, iliklerine kadar işliyordu Vera'nın. Her sabah aynı taş duvara bakarak uyanıyordu; gri, sessiz, kaskatı... Umudun rengi yoktu burada. Günler birbirinin aynısıydı; tek fark, canına değil ama kalbine açılan yaraların her geçen gün biraz daha derinleşmesiydi.

 

Kendisini köşeye çekmişti o sabah. İnce, yıpranmış battaniyesini dizlerine çekmiş, ayaklarını karnına doğru kıvırmıştı. Başını yavaşça geriye yasladı; gözleri yaşla doluydu ama ağlamıyordu. Ağlamayı çoktan unutmuştu. Gözyaşının bile kıymeti vardı artık. Her damla, taşıyamadığı acının bir itirafıydı. Kendine bile itiraf edemediği bir şey vardı içinde... bir şüphe, bir his, bir kıpırtı...

 

Bir sabah... midesi öyle aniden burkuldu ki, kalkamadan yere kapaklandı. Yutkundu. Elini karnına götürdü. Önce korkuyla, sonra şefkatle... Oradaydı. İçinde bir kıpırtı, bir varlık... bir hayat.

 

Gözleri büyüdü. “Hayır...” dedi fısıltıyla. “Şimdi değil... şimdi değil, ne olur...”

 

Ama beden yalan söylemezdi. Karnında atan o ilk kıvılcım, haykırıyordu: “Ben varım.”

 

Ve o an Vera’nın içindeki karanlık sessizlik, birden boğuk bir sesle yankılandı: "Adar..."

 

İlk defa, onun adını böyle çaresizce, sessizce ama öyle içten söyledi. Dudaklarından süzülen tek isim, sanki tüm karanlığı yaran tek ışık olmuştu. Gözlerini sımsıkı kapattı. Onu hayal etti. Adar’ın gözlerini, ona bakan hâlini... ellerini... “Beni bulacak mısın?” diye sordu bir hiçliğe. “Bizi... bulacak mısın?”

 

Gözyaşları şimdi dökülüyordu. Artık geri duramıyordu. Karnını tuttu. “Sana bir şey olmasına izin veremem,” dedi. “Sen... onun bana emanetisin.”

 

O soğuk taş duvarlar arasında, bir anne doğuyordu. Ve Vera, o andan itibaren yalnız değildi artık. Artık taşıdığı yalnızca acısı değildi. Bir can, bir umut, bir Adar…

 

Hapishane gibi o odada, içinden dışarıya sızan tek sıcaklık, onun ellerini karnına koyduğu andı. Sığınacak bir yer aramıyordu artık, çünkü içinde sığınacak bir sebebi vardı. Beklemek zorundaydı. Dayanmak zorundaydı.

 

Her gün o kapıya baktı. Belki açılır, belki ışık sızar içeri... Belki bir gün, onun ayak seslerini duyar. Belki bir gün Adar... “Ben geldim,” der.

 

Ama o güne kadar, her gün, her saniye, karnına sarılarak sadece şunu fısıldayacaktı:

 

“Baban bizi bulacak. Ne olursa olsun, bulacak... Çünkü o da seninle doğdu, tıpkı benim gibi.”

 

Odada zaman duruyordu, ya da Vera’nın kalbi artık atmayı reddediyordu. Ne fark ederdi ki? Günler birbirine yapışmıştı; gece, sabah, akşam… artık hiçbirinin adı yoktu. Bir zamanlar sevdiği çiçeklerin, ezberlediği şiirlerin, annesinin gülüşünün, Adar’ın bakışlarının... hiçbirinin kokusu kalmamıştı hafızasında. Zaman, Vera’yı parça parça alıyor, hatıralarını soyarak kemiklerine kadar açıyordu.

 

Yemek geldiğinde, kapı gıcırtısıyla açılıyor, içeri giren tepsi, sanki ölümü taşır gibi bırakılıyordu soğuk zemine. Çorba hep aynıydı. Üstü donmuş, yağı ayrışmış, kokusu bile midesini altüst edecek kadar iğrençti. Ama açlık Vera'nın en küçük derdi olmuştu artık. Açlık, insanı öldürmezdi. Ama yutulan her lokma... umudun üzerine konan birer toprak parçası gibiydi.

 

Günlerce yemedi. Bile isteye. Belki bir şey olurdu, belki beden pes eder, bu karanlık nihayet biterdi. Ama o gün… o gün kapı daha sert açıldı. Ayak sesleri daha ağırdı. Geldiler. Bağırmadılar, konuşmadılar bile. Onların dili tek bir şeydi: şiddet.

 

“Ye şu yemeği,” dedi biri. Sesi öfkeyle değil, yılgınlıkla doluydu. Bir görevdi bu onlar için. Vera ise hâlâ kımıldamıyordu. Başını çevirdi. Çorbanın buharı yoktu, çoktan soğumuştu zaten. Ama bu insanlar, soğuğa da alışmıştı, acıya da.

 

Adam bir anda öfkelendi. Saçlarından tuttu, başını geriye çekti. “YE DEDİM!”

 

İşte o an Vera'nın gözlerinden bir damla süzüldü. Gözyaşı, korkudan değil. O gözyaşı, hayal kırıklığının bile ötesindeydi. Gururundan, içindeki minicik candan, Adar’ın adını dudaklarının ucuna bile taşıyamadığı o derin suskunluktan dökülüyordu. Ama yine de başını çevirdi.

 

Tokat sesi taş duvarda yankılandı. Ardından çorba zorla ağzına dayandı. Biri tutuyor, biri kaşığı ağzına tıkıyordu. Kusacak gibiydi. Midede değil, boğazda biriken o öfke, acı, aşağılanma... her lokmada biraz daha gömülüyordu içeri. Nefes almadan, konuşmadan, direnmeden yutuyordu. Çünkü direnmek artık başkalarına acı veriyordu. Karnındaki cana. Ona...

 

Her yudumda, "Sana bir şey olmasın," dedi içinden. "Beni değil, seni yaşatmalıyım..."

 

Bitince çorba, yere bırakıldı tepsi. Birkaç kelime söylenmeden çıkıldı odadan. Yalnızlık yine aynı köşeye sinmişti. Ama Vera bu kez duvara değil, kendi göğsüne başını yasladı. Elleri karnındaydı. Ağlamıyordu artık. Ağlamaktan öte bir sessizlik vardı içinde. Taş gibi... ama içinde bir ateş yanıyordu.

 

“Dayan,” dedi kendine, “Bir gün kapı açılacak. Ve Baban... Baban bizi bulacak.”

 

Ama o güne kadar her lokma bir ihanetti, her nefes bir savaş. Vera artık sadece bir kadın değildi. O artık hayatta kalmaya mecbur bir anneydi. Ve anneler ölmezdi. Göz göre göre ezilir, susturulur, itilip kakılırdı... ama ölmezlerdi. Çünkü içlerinde taşıdıkları can, onları mezarlarının içinden bile ayağa kaldırırdı. Vera da işte, o cana tutunarak dimdik değil ama inatla ayakta duruyordu. Ölmek istemiyordu artık. Yaşamak zorundaydı.

 

Karanlık bir odada, sadece eski bir floresan lambanın titrek ışığı vuruyordu duvarlara. Nemli duvarlardan dökülen sıva parçaları gibi, sessizlik de çözülüyordu yavaş yavaş. Ali, parmak uçlarında yürüyerek köşeye çekildi, telefonunu çıkardı, sinyal zayıftı ama bir çizgi yakalayınca hemen aradı. Parmakları titriyordu, gözleri sertti ama içinde karma karışık bir huzursuzluk.

 

Telefon çaldı…

Bir, iki… sonunda karşı taraf açtı. Arka plandan bir metal kapının gıcırdaması duyuldu. Ardından tanıdık, sinirli ve yorgun bir ses yankılandı:

 

“Ne var Ali?”

Ali sesi duyunca hemen konuya girdi.

 

“Kadının durumu nasıl?”

 

Sessizlik.

 

Adam derin bir nefes aldı, ardından içindeki öfkeyi zor zapt ederek konuştu:

 

“Hamileymiş lan bu kadın… H A M İ L E! Bunu daha önce söyleseydiniz ya! Ben ne yapayım şimdi? Bir şey olursa, başıma bela nasıl bela olur biliyor musun sen!”

 

Ali bir an duraksadı, sonra sesini alçaltarak, dişlerinin arasından konuştu:

 

“Ben de bilmiyordum. Kimse bilmiyordu. Bu kadarını ben de istememiştim, ama artık olan oldu. Şimdi sakin ol ve dikkatli ol sadece. Yani... bak bir zarar gelirse...”

 

“Zarar mı?” diye bastırarak lafını kesti adam. “Bana bak Ali, bu kadın burada ölecek olursa... senin adını, soyadını, ciğerinin yerini bile yazarım rapora. Benim ismim bile geçmez, sen geçersin, sen! Kaç gündür yiyor mu yemiyor mu belli değil, bakmıyor kimse doğru düzgün. Elleri hep karnında... ya kendi kendini öldürmeye kalkarsa? Ne yapacağım ben ha?”

 

Ali sustu. Söz bitmişti. O an ses değil, vicdan konuşuyordu ikisinin de içinde. Ama ne vicdan, ne korku, kimsenin yolunu geri çevirmeye yetmiyordu artık.

 

“Yerini değiştirmemiz gerekecek. Sizi bulmak üzereler,” dedi Ali, boğazı kuruyarak.

 

Adam alayla güldü, ama sesinde korku da vardı. “Onlar bizi değil, biz onları izliyoruz. Ama sen... sen dua et de bu kadın doğurmasın burada. Yoksa o çocukla birlikte toprağa gömerim seni de, onu da.”

 

Ali'nin boğazı düğümlendi. Gözlerini yumdu. “Kapat telefonu,” dedi sadece.

 

Hattın diğer ucunda biri nefes aldı ve kapattı.

Sessizlik geri geldi. Ama artık o sessizlikte, bir kadının canı, bir adamın korkusu ve bir doğmamış bebeğin masumiyeti vardı. Dedesi geldi arkasından. Her şeyi duymuştu ama artık ne çare? Bir kere iki torunu sınırları aşmıştı artık. O gün Almanya'dan ilk uçakla geri döndüler Mardin'e. Ve bu sefer yaşlı adamın yüreğinde bu kanı bozuk oğlu ve torununun acısı vardı.

 

Ve bütün bu karanlık içinde, Vera hâlâ karnını tutuyordu.

Adar’ın adını, içinden usulca, dualar gibi fısıldıyordu…

“Beni duy, Adar… ne olur artık beni duy.”

 

İmkansızlıklar içinde eline bir kalem kağıt aldı.

 

“Adar’a… ya da belki hiç okuyamayacak olana…”

 

Bilmiyorum bu satırlar sana ulaşır mı. Bilmiyorum hâlâ beni arıyor musun... eğer bir gün olur da eline geç geçerse, lütfen beni affet. Çünkü ben seni, seni çok özledim Adar…

Bir sesin vardı ya hani, konuşmasan da bana ulaşan…

Şimdi burada, bu duvarda, o sesi duymak için başımı yaslıyorum her gece.

Belki gelir diye, belki sen de başını bir duvara koymuşsundur diye…

 

Sana bir şey söyleyeceğim.

Biz artık iki kişiyiz.

İçimde, senden bir iz, senden bir nefes yaşıyor…

İlk başta korktum, Adar. Çok korktum. Ama şimdi onun kalp atışlarını hissediyorum.

Bu karanlıkta beni hayatta tutan o. Belki sana kavuşamam ama onu sana getirmeliyim diye tutunuyorum.

 

Bana iyi bakamadılar.

Yemek yemedim diye dövdüler. Sonra zorla boğazıma tıktılar lokmaları.

Her gece aynı karanlık, aynı soğuk, aynı kokan battaniye…

Ama elim karnımda. Hep karnımda…

Ona anlatıyorum seni. Duyuyor musun?

Baban güçlü bir adam diyorum.

Ama en çok beni sessizce sevebilen bir adam…

 

Eğer çıkamazsam buradan, eğer bu satırlar benden önce giderse sana…

Lütfen çocuğumuzu affet.

Onu çok sev.

Çünkü ben, seni öyle sevdim Adar. O sessizliğini, o konuşamayan ama her şeyi anlatan gözlerini…

Ben seni, nefesim gibi sevdim.

 

Sakın vazgeçme.

Ben hâlâ buradayım.

Hâlâ nefes alıyorum.

Ve hâlâ senin adını içimden susmadan fısıldıyorum.

 

Sevgilime...

 

Senin Vera'n...

 

**

 

Araba farları, gecenin koynunu yırtarak ilerliyor. Polis araçları, sivil ekipler, operasyona özel tim... Ve en önlerinde Adar var. Direksiyonun başında değil, ama kalbinin en derin direksiyonunda o. Yüzünde bir ifade var ki; ne öfke, ne korku.

Sadece “Yetişmeliyim…” diyen o sessiz çığlık var.

 

Yanında Serdar ve birkaç sadık adamı daha. Konvoy, Mardin’e yakın o taşlık mahalledeki evi hedef alıyor. İçeriden gelen ihbar, kamera kayıtlarındaki plaka ve fotoğrafın çözümlemesi birleşince o evin artık sır tutmadığı anlaşılmıştı.

 

Adar’ın gözleri saatte değil, zamandaydı. Çünkü zaman düşmandı artık.

Her saniye geç kaldığı bir annenin, bir sevgilinin, bir canın bedeliydi.

 

Aynı anda...

 

O evde bir koşuşturma. Adamlar telaşla bağırıyor:

“Toplayın! Hemen çıkıyoruz, polis geliyor!”

Birisi mutfağı dağıtıyor, bir diğeri belgeleri yakıyor.

Ve Vera…

 

Zayıflamış, ama hâlâ dimdik oturuyor yatağın ucunda.

Karnını tutuyor, sanki bebeğine sarılır gibi. Gözleri duvara takılmış, ama kulakları ayak seslerinde.

Kapısı açıldığında kolundan sertçe çekiliyor.

 

"Kalk! Hemen gidiyoruz.”

"Nereye? Ne olur… nereye götürüyorsunuz beni?”

Ama cevap yok. Sadece bir acı dolu çekiş…

O çekiş sırasında elindeki buruşturulmuş mektup kâğıdı yere düşüyor.

Kimse fark etmiyor.

 

Ve dışarıda…

 

Araçlar eve ulaşıyor. Ani bir sessizlik. Ardından "Hedefe ulaşıldı!" anonsları yankılanıyor telsizlerden.

Polisler evin etrafını sarıyor. Adar en önde.

Silahını eline almış, ama gözü silahında değil. Gönlü sadece bir ismi arıyor: Vera…Kapılar kırılıyor. Camlar iniyor.

İçeri giriyorlar. Her oda tek tek aranıyor.

 

Ama boş. Boş...

Boş!

 

Bir çığlık değil, sessizliğin bile duyulabildiği bir an…

Adar’ın ayakları bir odaya sürükleniyor. Girdiği oda loş. Duvarlarda kabuk tutmuş nem. Bir yatak, eski bir battaniye, kırık bir cam…

Ve yerde bir kağıt.

 

Eğiliyor.

Titreyen parmaklarıyla alıyor.

Açıyor yavaşça…

Ve gözleri o satırlara takılıyor:

 

“Adar’a… ya da belki hiç okuyamayacak olana…”

 

Boğazında koca bir düğüm.

Gözleri doluyor.

Nefesi tıkanıyor.

Sadece mırıldanabiliyor:

Vera…

Vera'm… ben geldim…

Ama sen… yoksun...

 

Polis telsizinden bir ses duyuluyor arka planda:

"Negatif. Hedef ev boşaltılmış. Ama içeride çok sayıda iz var. Kaçış birkaç saat önce gerçekleşmiş olabilir."

 

Adar mektubu göğsüne bastırıyor.

Bir çocuk gibi, ağlamamak için dudaklarını ısırıyor.

Ama gözyaşı zaten kalbine akıyordu onun.

 

Serdar içeri giriyor, yüzü donuk.

Adar'a sadece başını eğerek bakıyor. "kaçırdık…”

 

O an, Adar dizlerinin üzerine çöküyor.

Sanki beton biraz daha yumuşar da Vera’nın acısını içine alır gibi…

Bir sessizlik daha…

Ve bir iç ses:

"Ama yaşıyor..."

"Yaşıyor ve artık biliyorum ki yalnız değil. Bizim bir çocuğumuz var Serdar…"

 

3. Ay.

 

Pencere önünde, yorgun ama dik bir duruşla ayakta bekliyordu. Yüzü solgun, gözlerinde aylarca uykusuz kalmış bir adamın puslu bakışı vardı. Halası mutfakta bir çay demliyor, Serdar ve ekip ise başka bir ihbar gelir umuduyla telsiz başında bekliyordu.

 

Kapı çaldı. Açıldığında Adar’ın karşısında, geçmişin puslu bir gölgesi gibi Ali duruyordu. Üzerinde pahalı bir kaban, saçları jöleli, ama yüzünde içten bir kırıntı bile yoktu. Zorlama bir tebessümle yaklaştı.

 

“Umudunu yitirme pîsmam,” dedi. (Pısmam erkek kuzen demektir.)

 

Sesi iğretiydi, sahte bir merhametin cilalanmış hali gibiydi.

 

Ama Adar’ın gözleri buz gibi dikildi Ali’nin gözlerine.

 

Odada o an bir gerginlik yayıldı. Hava çatlamaya hazır bir cam gibi kırılganlaştı.

Herkes biliyordu… Adar onu hiç sevmemişti. Yüzündeki küçümseme, yüreğindeki yangını daha da harlıyordu.

 

Tam o an, Adar’ın telefonu titredi.

Ekranda bilinmeyen bir numara.

Gözleri küçüldü. Çağrıyı

Cevapladı.

 

Karşıdan gelen ses tok, boğuk ve kin doluydu.

“Saraçoğlu,” dedi adam, “Sen hatırlamazsın ama ben hiç unutmadım.”

 

Adar kaşlarını çattı. “Kimsin sen?” diye sordu sertçe.

 

Adamın sesi karanlık bir sır gibi döküldü telefondan:

 

"Kardeşim o ringe sadece dövüşmek için çıktı. Yenileceğini bilse bile... Sadece savaşmak istedi. Onuru için. Ama sen… sen onu öldürdün. Sahada değil, ringde. Sadece kazanmak uğruna bir adamın hayatını çaldın. Şimdi sıra sende.”

 

Adar’ın yüreği bir an durdu.

O ses… o geçmiş...

Bir anda gözlerinin önüne ringdeki o gece geldi. Tüm ter, kan, öfke…

Bir genç adam... Sol tarafına aldığı o sert darbe... Diz çöküşü…

Ve sonra… nefes alamayışı.

 

Eli titredi, dudakları aralandı:

“Sen… sen Maraz’ın abisisin…”

 

Telefondaki adam gülümsedi, sesi alaycıydı ama gözyaşı gibi acıydı.

“Sonunda hatırladın. Ama artık çok geç. Kardeşimin mezarı başında bir yemin ettim. Seni elinden en değerli olanla vuracağım. Yavaş yavaş. Canın can çekişecek.”

 

Telefon kapanmadan önce bir cümle daha sızdı:

“İyi bak o mektuba Adar... Çünkü karının sana yazdığı son şey o olabilir.”

 

Adar’ın elleri buz kesti.

Başını çevirdiğinde Ali hâlâ oradaydı.

Adar ona bir kez daha baktı.

Gözlerinde nefretin en açık hali… ama kelimelere dökülmedi.

Çünkü artık kelimeler yetersizdi.

Artık sadece savaş vardı.

Ve asıl savaş şimdi başlıyordu.

 

**

 

Adar, polisin prosedürlerine, beklemelerine, sınırlarına artık tahammül edemiyordu. Vera’nın hâlâ hayatta olduğunu, her saniye daha fazla acı çektiğini ve bu savaşın artık resmî yollarla değil, onun yüreğiyle verileceğini anlıyordu.

 

Gecenin üçü.

Her yer sessiz. Mardin’in taş duvarlı evlerinde insanlar uykuda.

Ama Adar’ın uykusu yok.

Gözleri karanlığa direniyor.

 

Bir mektup yazıyor halasına.

Her satırı bir yara gibi, her harfi bir veda gibi...

 

“Beni affet halam.

Bu yolları bekleyerek tüketemem.

Vera hâlâ hayatta.

Kalbim hâlâ atarken, onun acısını duymamak mümkün değil.

Polis bekler. Ben yürürüm.

Devlet arar. Ben bulurum.

Eğer dönersem bir çay koyarsın.

Eğer dönmezsem… beni de o defterin bir kenarına yazarsın.

Adar.”

 

Mektubu yavaşça masaya bıraktı.

Odanın köşesindeki eski siyah ceketi aldı.

Çekmeceyi açtı. Silahı aldı.

Sonra küçük bir pusula daha aldı eline.

 

Serdar’ın odasına sessizce baktı.

Uyuyordu.

Adar içinden “Hakkını helal et kardeşim” dedi.

 

Sonra yola çıktı.

Ay, gökyüzünde sessizce yürürken onun gölgesi taşlara vuruyordu.

Bu artık bir adamın aşk için, vicdan için ve adalet için yürüdüğü yoldu.

Adar artık sadece sevdiği kadını aramıyor…

Kendini, suçunu, geçmişini, kefaretini de arıyordu.

 

Ona bu acıyı yaşatanı, yaşatmayacaktı.

 

“Karanlıkta yapılan anlaşmalar, genelde insanın en aydınlık yanını kurtarmak içindi.”

 

Adar, Mardin’in eski çarşısının altındaki mahzenlere inen taş bir merdivenden inerken, gözleri sadece karanlığa alışmaya çalışmıyordu…

Aynı zamanda içindeki son vicdan kırıntısının da üstüne yorgan örtüyordu.

 

Burası Cemşit’in yeri.

Kaçakçılar, torbacılar, paravan iş yapan mafyalar…

Hepsi onun bilgisi dahilinde dönerdi.

Ve Cemşit, para karşılığı herkese konuşmazdı.

Ama Adar’ın cebinde taşıdığı zarf, artık insan hayatı kadar ağırdı.

 

Kapıyı çaldı.

Aralık kaldı.

İçeriden yükselen duman ve boğuk kahkahalar onu karşıladı.

Tavan lambası loş, içeridekilerin yüzleri yarı yarıya karanlıktaydı.

 

Cemşit gözlüklerinin üzerinden Adar’a baktı.

Kendine güvenen ama çoktan kaybetmiş adamların bakışları vardı gözlerinde.

 

Adar, masanın önüne yürüdü.

Bir sandalye çekti.

Ve zarftan içi para dolu dosyayı yavaşça çıkardı.

 

“Bu parayla ruhunu değil, iz sürmeni satın alıyorum.”

 

Cemşit başta gülmedi.

Paraya baktı.

Sonra Adar’ın gözlerinin içinden bir şey okudu.

“Kadın…” dedi. “Bu kadar para kadının başına açılmışsa, ya çok güzeldir… ya da çok sevilmiştir.”

 

Adar sadece susarak cevap verdi.

Zarfı masaya bıraktı.

Ve odadan çıktı.

 

İki hafta boyunca telefonunu açık tuttu Cemşit.

Bir kere bile gereksiz konuşmadı.

Ama her gün iz sürdü.

Paranın satın aldığı şey, onun içindeki çıkar değil, geçmişti.

Bir zamanlar o da sevmişti belki… ama kaybetmişti.

Adar’ın gözlerinde tanıdığı acı, onu geceleri bile harekete geçirdi.

 

Ve on dördüncü günün sabahı, saat tam 05.27’de telefon çaldı.

Adar uyanıktı zaten.

Zaten ne zaman uyuyabilmişti ki?

 

“Bir ipucu var…” dedi Cemşit.

“Bir kadın, sınırda bir yerde görülmüş. Hamile… yanında iki adam… plakayı net alamamışlar ama yer belli. Bir köy evi. Kimsesiz. Birileri sürekli değiştiriyor konumlarını. Ama şu an, şu an oradalar.”

 

Adar, o an bile nefesini tutarak dinledi.

Sanki Vera’nın ismini söylese kalbi duracakmış gibi…

 

“Beni oraya götür.”

 

Cemşit bir süre sessiz kaldı.

 

“Bu yol tek kişilik. Ve geri dönüş yok.”

 

Adar cevap vermedi.

Yalnızca kapıya yöneldi.

 

Ama yürürken içinden bir dua geçti, bir yemin gibi…

 

“Bu dünya ona bu kadar acımasızken, ben ona bir kucak huzur borçluyum.”

 

**

Bir evin arka tarafında, kimsenin girmeyeceği kadar loş ve dar bir sokakta bir adam belirdi. Cebinden titreyen ellerle bir telefon çıkardı. Karanlık, yüzünün yarısını yutmuştu ama öfke, gözlerindeki parıltıyı bastıramıyordu.

 

Telefon çaldı.

Bir, iki, üç... ve sonra bağlandı.

Karşıdan gelen ses Ali’nin sesiydi. Soğuk, mesafeli ama hâlâ kendince güçlü.

 

"Ne var? Bu saatte aramak gibi bir huyun yoktu senin."

 

Adam hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme neşeyle değil, içeriden sızan bir öfkeyle karışıktı.

 

"Kadın iyi değil. Gitgide sessizleşiyor. Yemek yemiyor. Gözleri boş... elini sürekli karnında tutuyor. Kaç kere söyledim sana, hamile bu kadın!"

 

Ali’nin sesi bir an durdu.

Sonra burun kıvıran bir tonda cevap verdi:

 

"Ne yapayım yani? Başımızda mı taşıyalım? Gerekiyorsa doktor getir başına, dursun bir yerde. Ama ses etmesin. Bak çaresine!"

 

Adam sesini yükseltti, bu sefer daha net ve sert:

 

"Bana bak Ali! Senin yüzünden girdik bu bataklığa. Senin intikamın, senin kinin! karşımızda bir adam var... Öyle sıradan biri değil. Kaçacak yerim de kalmadı artık, beni bulması an meselesi, eğer beni bulursa seni de yakarım kendimle!"

 

Ali’nin sesi bu sefer buz gibi indi telefona:

 

"Beni tehdit mi ediyorsun?"

 

"Hayır Ali, sadece gerçekleri söylüyorum. Bu iş artık para değil. Bu iş artık kin değil. Bu iş can meselesi. O adam karısını bulursa sadece beni değil, seni de beni de hepimizi öldürür!"

 

Kısa bir sessizlik oldu.

İki nefes birbirine değmeden aktı telefonda.

Sonra Ali bir kez daha konuştu.

Bu kez sesi yalandan bir sakinlikle doluydu.

 

"Dikkatli ol. Kadını kaybedersen… önce Adar değil, ben bulurum seni."

 

Telefon kapandı.

Adam başını geri yasladı, gökyüzüne baktı.

Ay bile bu gece utanmış gibiydi.

Gözlerini kapadı, burnunun ucunda hâlâ Vera'nın titreyen sesi vardı. Birkaç gün önce fısıltı gibi çıkan o cümle:

 

“Ne olur… sadece karnımdaki için... Bırakın artık beni...”

 

Adam, kendi karanlığında boğuluyordu artık.

Bir kadının suskunluğu, bir adamın içinde kıyamet olmuştu.

 

Mardin’in kıyısında, terk edilmiş gibi görünen ama karanlığın altında bir şeyler gizleyen o eve doğru hızla ilerliyordu Adar. Cemşit’in verdiği adres, kafasında yankılanan tek bilgiydi. Gözleri ateş gibi yanıyor, parmakları susturuculu tabancasının tetik yerinde sabırsızca kıpırdanıyordu. Üzerinde siyah taktik yelek, bıçağı belinde, gözünde intikamın soğuk parıltısı…

 

Arabanın farları kapalıydı. Eve yaklaşık yüz metre kala durdu. Ayakkabılarının bağı sıkı, nefesi derin… İndi, kapıyı sessizce kapattı. Ay ışığı bile yaklaşmıyordu bu sokağa, ama Adar’ın bakışları karanlıktan daha keskindi artık.

 

Arka bahçedeki çürümüş ahşap kapıdan yanaştı. Kapının hemen yanında nöbet tutan ilk adamı fark etmesi bir saniye, susturucuyla alnının ortasına sessizce mermi yollaması yalnızca yarım saniye sürdü. Adam devrildiğinde çıtı çıkmamıştı.

 

İçeri girdi. Boğuk bir kahkaha duyuldu yukarıdan. İki adam konuşuyordu, biri mutfaktaydı. Adar, yere eğildi, gölgelere karıştı. Sessizce yaklaştı, hızlı bir hamleyle ilkini boğazlayıp yere indirdi. İkincisi dönüp silahına davranamadan Adar, belinden çıkardığı bıçağı göğsüne sapladı. Sessizlik… Yalnızca ölümün ağır soluğu dolanıyordu artık evin içinde.

 

Merdivenlere yöneldi. Her adımı bilinçli, her hamlesi yılların öfkesiyle şekilliydi. Yukarı katta bir kapı aralığından loş bir ışık sızıyordu. O an, Adar’ın yüreği duracak gibi oldu. İçinden "Vera..." diye geçirdi, fısıltı gibi, dua gibi.

 

Kapıya yaklaştı. Arkasında iki adam daha vardı. Bu sefer yakın dövüş… Yumruklarının sesi, kemiklerin çatlamasıyla yankılandı duvarda. Biri belinden bıçak çekip saldırdı ama Adar öyle bir hiddetle savuşturdu ki, adam geriye sendeleyip duvara çarptı ve bayıldı. Diğerinin burnunu kırdı, yere düşen silahı tekmeyle uzaklaştırıp kapıya yöneldi.

 

Eli kapının tokmağında titredi. İçeri daldı.

 

Oda... boştu.

 

Yalnızca, bir köşede titrek bir mum… Ve yerde, buruşturulmuş bir kâğıt.

 

Adım adım ilerledi. Gözleri, her köşeyi taradı, ama ses yoktu. Bir fısıltı bile yoktu Vera’dan. Sanki o buradaydı ama artık burada değildi.

 

Yerdeki kağıdı aldı. Kat yerleri kırış kırıştı. Açtı. İçinde, Vera'nın titrek yazısıyla yazılmış satırlar vardı.

 

“Buradaysam, yaşıyorsam, yalnızca onun sesini tekrar duyabilmek için…

Adar… Eğer bir gün gelirsen, beni bulamazsan, bil ki Senden uzağa kaçırıldım,ve bil ki ben yine seni düşündüm.

Ve eğer karnımdaki duyarsa seni, emin ol güvende hissedecek kendini.

Sakın pes etme…”

 

Adar’ın elleri titredi. Nefesi boğazında düğümlendi. Gözbebekleri boşluğa sabitlenmişti. “Vera…” dedi bir kez daha. Bu sefer sesi çatallıydı, yutkunamayacak kadar doluydu. Mektubu göğsüne bastırdı. Odada yankılanan tek şey artık onun derinden gelen nefesiydi. O an bütün dünya susmuştu.

 

Gecenin kemik gibi soğuk rüzgârı Adar’ın yüzünü keserken, göğsünde yumruk gibi oturan mektubun satırları hâlâ zihninde yankılanıyordu. Polislerden habersiz, sessizce çıkmıştı yola. O eve yalnız girmişti. Sırtında sadece silahı, belinde bıçağı, ama en ağır yük kalbindeydi: Vera.

 

Ev… terk edilmişti. Duvardaki izlerden, ayak seslerinden, hâlâ havada asılı duman kokusundan anlıyordu, birkaç dakika önce ayrılmışlardı buradan. Gecikmişti. Kalbi bir anlığına duracak gibi oldu. Dişlerini sıktı, yumruklarını sıktı. O mektubu katlayıp ceketinin iç cebine yerleştirdi. Sonra hızla arabasına atladı, motoru çalıştırdı ve Mardin’in sessiz kıyılarından uzaklaşmaya başladı.

 

Gözleri yolda, ama aklı o odadaydı. Vera'nın kaldığı odada, duvarda yarım kalmış bir kadın silueti gibi oyalanan sessizlikte. Orada hâlâ onun soluğu var gibiydi. Ama Vera’yı bir kez daha kaçırmışlardı ondan.

 

Adar, direksiyona abanırken, gözleri pusluydu. Gecenin içinde bir fener arıyordu; bir işaret, bir iz. Yakın çevrede terk edilmiş araç, lastik izi, tozlu patikalarda yabancı ayak izleri arıyordu. Bir tepenin yamacına çıktığında, toz bulutu hâlâ dağılmamıştı. Frenlere bastı, araç hırıltıyla durdu. Çıktı, eğildi. Taze lastik izleri... yeni ayrılmışlardı buradan. Ve izler, Mardin’in doğu çıkışına, ıssız vadilere doğru sürüyordu.

 

Adar tekrar direksiyon başına geçti. Araba hızlandıkça kalbi sıkışıyor, gözlerinin önüne Vera’nın silik yüzü geliyordu. Bir elini direksiyondan çekip ceketinin cebindeki mektuba dokundu. Sanki onun nabzı oradaydı hâlâ.

 

 

Gecenin içini yaran farlar, yola dökülmüş kederin üzerine titrek bir ışık serpiyordu. Adar’ın gözleri yolda değil, artık yüreğinin ucundaydı. Virajlar ardı ardına dönüyor, tabelalar bulanık geçiyordu önünden; ama o artık bir istikametin değil, bir hissin peşindeydi.

 

Cemşit’in verdiği ipucu, onu kilometrelerce uzaklaştırmıştı Mardin’den. Direksiyon başında kuruyan dudaklarında, içe gömülmüş bir dua vardı: “Yalvarırım, az daha dayan…” elini vitesten çekerken parmağı radyoya değdi. O an kısık seste yükselen türkü onun içine içine işledi.

 

"Şu Fırat'ın suyu akar serindir, oy..."

 

Ve sonra… Diyarbakır surları tüm haşmetiyle yükseldi karşısında. Kara taşlarıyla geçmişin ağıtlarını bağrında saklayan o dev duvarlar… Sanki yüz yıllardır birini bekliyor gibiydi.

 

Adar’ın kalbi çarptı, bir başka atmaya başladı.

 

"Ölem ölem Derdo ölem..."

Çünkü bir silüet, surun kenarına çıkmıştı.

 

Gecenin karanlığında bile ayırt edilebilecek kadar tanıdıktı o bedenin kıvrımı, başını hafif yana eğişi, bir elini karnına bastırışı…

 

Vera. Artık dayanamayarak onu kaçıran arabadan atlamış kprğnün kolonlarına çıkmıştı.

 

Adar frene asıldı, araba bir çığlık gibi savrularak durdu. Kapıyı açık bırakarak fırladı dışarı.

 

“VERA!” diye haykırdı, sesi Diyarbakır taşlarına çarparak yankılandı, ama Vera dönüp bakmadı.

 

"Yarimi götürdü anam, kanlı zalimdir oy oy..."

Vera artık bir çıkmazın kıyısındaydı. Bakışlarında tükenmişlik, umudu yitikti.

 

Sırtı geceye yaslanmıştı, gözleri o karanlık suya...

 

Gözlerinde hiçbir ışık yoktu. Hiçbir umut. Sadece yorgun bir kabulleniş. Elini karnına bastırdı, içerideki yaşamın nabzı gibi...

 

Ve sonra...

 

Bir adım attı.

 

Ve bırakıp kendini, o kadim duvarlardan sanki bütün acılarını Fırat’ın suyuna emanet eder gibi süzüldü aşağıya.

 

Ve o anda,

 

"Daha gün görmemiş taze gelindir, oy,

Ölem ölem Derdo, taze gelindir oy..."

 

Adar’ın kalbi durdu. Koştu. Ayakları yerden kesilmişti sanki. Sanki gökyüzü yırtılmış, yeryüzü üzerine çökmüştü.

 

“VERA!!!” diye bir kez daha bağırdı.

 

Ama sesinin önüne gözyaşları geçmişti artık.

 

Düşmanları arka tarafta bir gölge gibi hızla uzaklaşıyordu. Ama Adar onların peşine gitmedi. O artık savaşını seçmişti.

 

Ve hiç düşünmeden… hiç duraksamadan…

 

Savaş meydanı bellettiği o taş surlardan kendini bıraktı.

 

Vera’nın peşinden.

 

Zifiri karanlıkta bile parlayan o akıntı, iki yorgun bedeni içine aldı.

 

Vera’nın bilinci yavaşça sönüyordu, gözkapakları su gibi ağır...

 

Gecenin karnı çatlamıştı sanki. Surların üzerinden düşen o bedenin yankısı, hem taşlara hem Adar’ın kalbine çarpıp parçalanmıştı.

 

Su sanki her şeyi silmek isteyen bir hafıza gibi gürül gürül akıyordu. Serinliği değil, laneti vardı. Ve Vera, o lanetin kollarında ağır ağır süzülüyordu.

 

Elini karnına bastırmıştı düşerken… Ama şimdi, elleri boştu.

Bedeninde can değil, sadece yorgunluk vardı.

 

Gözkapakları kapanmaya başlamıştı…

Kulağında sadece bir ses yankılanıyordu.

“Bitsin artık.”

 

Adar kendini suya attığında, bedenini yakan acıya aldırmadı.

Su karanlıktı, derindi.

Her yönden akan akıntı, bir girdap gibi savuruyordu onu.

 

“VERA!!!”

 

Yüzünü yukarı kaldırmaya çalırken her nefesinde, bir öfke, bir çaresizlik boğazını yakıyordu.

Ayın silik ışığı suda yankılanırken, gözleri o tanıdık parçayı arıyordu…

Bir kol.

Bir saç teli.

Bir soluk.

 

Ama yoktu.

 

Bir an su yüzeyinde beliren o beyaz gömlek parçası…

Kalbi bir bıçak gibi atmaya başladı.

 

“Vera!”

 

Suyun içinde tüm kaslarını kullanarak yüzmeye başladı.

Ama Vera, artık suyun bir parçası gibiydi…

Direnmeden, savrularak, yavaş yavaş…

Sanki bir veda ediyormuş gibi…

 

Adar o an, tüm geçmişini unuttu.

Annesini, babasını, çocukluğunu, Cemşit’in söylediklerini, intikamı…

Hepsi suyun altında kaldı.

Sadece Vera vardı.

 

Parmak uçları nihayet saçlarına değdiğinde, hıçkırığını tutamadı.

“Hayır…”

 

Onu kolunun altına aldı, su yüzeyine çıkarmaya çalıştı.

Ama akıntı ikisini birden geriye çekiyordu.

Yüzmeye çalıştı, ama su, öfke dolu bir düşman gibi her hamlesine karşılık veriyordu.

 

Vera’nın başı yana düşmüştü.

Adar panikledi.

“Hayır, dayan… N’olur biraz daha…”

 

Yüzünü tekrar su yüzeyine çıkardı. Kıyı… kıyı çok uzakta değildi.

Ama kalbi bin parçaydı.

Bir yandan yüzüyor, bir yandan fısıldıyordu:

 

Sonunda ayakları çamura değdi.

Kıyıya sürükledi Vera’yı.

Onu yere yatırdı, ıslak saçlarını yanaklarından çekti.

 

Gözleri kapalıydı.

Dudakları morarmış.

Karnında hâlâ titrek bir yaşam belirtisi…

 

Adar diz çöktü.

Titreyen elleriyle kalbine bastı.

Suni teneffüsle göğsüne bastırdı elini.

“Haydi…”

 

Bir… İki… Üç…

 

Sessizlik.

Gecenin o sonsuz, yutucu sessizliği.

 

Ve sonra,

 

Bir öksürük.

 

Adar gözlerini kocaman açtı.

Vera bir kez daha öksürdü, sonra derin bir nefes aldı.

Gözlerini araladı, solgun bakışları Adar’a değdi.

 

Adar başını eğdi.

“Vera'm.”

 

Gece sustu.

Ay bile kıyıya varan iki yaralı kalbin üstüne eğilmişti,

Sanki yıldızlar bile konuşmamaya söz vermişti.

 

Sessizlik çöktü.

İkisi de konuşmadı.

Ama gözler vardı, yılların diliyle anlatan.

Ve eller…

Titreyerek uzanıp birbirini bulan eller.

Kan, ter, çamur…

Ama tüm bunların arasında en çok "seni bırakamadım" vardı.

 

Adar’ın elleri Vera’nın yüzüne dokunduğunda,

gökyüzü ağlamaya başladı sanki,

ya da belki biri içlerinden ağlıyordu.

Bir insanın bir başka insanı kaybetmekten delirmeye en yakın hâliydi bu.

 

Vera, başını onun göğsüne yasladı.

Sanki bir sığınaktı o göğüs,

ve içindeki kalp,

dünyanın en güvenilir sığınağı gibi atıyordu.

 

Ama sessizdi.

Konuşamıyorlardı.

Çünkü konuşurlarsa

kırılacaktı o an.

Çünkü kelimeler acıyı bozar bazen.

Ama sessizlik… sessizlik gözyaşı kadar gerçekti.

 

Adar, onun başını okşadı.

Dudaklarından sessiz bir dua döküldü.

Şükür müydü, isyan mıydı, kendisi de bilmiyordu.

 

“Geç kaldım…” dedi sonra fısıltıyla.

Ama Vera gözlerini kapatarak başını salladı. İlk defa sesini duyduğu adama sessiz bir cevap verdi

“Geldin.” dedi.

“O kadarı da yeter.”

 

Bu kelimeler değil,

bir kalbin diğer kalbe attığı son çırpınışıydı.

 

Ve o gece, ne ay konuştu

ne yıldızlar parladı.

Ama bir adam,

bir kadının ellerine bakarak

ilk kez gerçekten “bulmuş” gibi hissetti.

 

Ve bir kadın,

canını en çok acıtan adamın kucağında,

ilk kez “güvende” hissetti.

 

Bu, kavuşma değildi sadece.

Bu,

hayatla ölüm arasına çekilen bir çizgiydi.

Ve o çizgide,

iki insan,

sessizce birbirine sarıldı.

 

"Biliyor musun?" Dedi fısıltıyla, "hüznün lisanı sükutmuş meğer."

 

Ve o cümle, yılların içinde saklı kalan her şeyin anahtarı gibi döküldü aralarına.

 

Vera gözlerini kapattı.

Bir damla yaş aktı kirpiklerinin arasından,

Adar’ın parmaklarıyla tuttuğu o yanaktan süzülüp toprağa karıştı.

Ve o toprak, artık sadece yer değildi.

Bir mezar kadar acı,

bir rahim kadar yaşama yakın bir yerdi.

 

İşte o gece,

bir aşk,

bir ağıt gibi susarak tamamlandı.

 

 

 

 

 

Bölümün uzunluğundan dolayı okumakta sıkılabilirsiniz, sizi anlarım.

 

Yorum beğeni, düşüncelerinizi belirtin. Instagram gurubuma gelerek hem sohbet hem fikir danışabiliriz.

 

Benim pek arkadaş ortamım yok, bundan dolayı bana gelen her yorumda her güzel iletide artık sizi ailemden biri gibi sayıyorum. Bilin diye söylüyorum. Sizleri çok seviyorum.2

 

https://ig.me/j/AbZZ8onSiHFIgbIe/

 

Bu Instagram gurubumun linkidir.

Gelin derim

💖🫠🙂

Bölüm : 12.04.2025 00:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...