10. Bölüm

KIRGINLIK

Rahime Deniz
ben1deniz

Adar’ın dudakları hâlâ benimkilerdeydi ama zihni bambaşka bir yerde gibiydi. Parmaklarını yüzümden çektiğinde, bakışları tekrar karanlık bir boşluğa düştü.

 

"Konağa dönelim." Sesim yumuşaktı ama kararlıydım.

 

Onun yüzü bir anda gerildi. Gözleriyle, "konak mı?" diye sordu.

 

Başımı salladım. "Evet, burası bizim ait olduğumuz yer değil, eve gidelim."

 

Adar, bir adım geri çekildi. Yumruklarını sıktı, gözlerini kapattı. Bütün bedeni gerilmişti, sanki içinde tuttuğu bir şey patlamak üzereydi.

 

Sonra, gözlerini açtı ve bana baktı. "Konağa dönmek istemiyorum."

 

Sözleri yoktu ama vücudu konuşuyordu. Ellerini önce göğsüne götürdü, sonra iki yana açtı ve başını bir sağa bir sola salladı.

 

"Seninde gitmeni istemiyorum o insanların arasına."

 

Sustum. Bunu beklemiyordum.

 

O güçlüydü. Ne yapacağını bilirdi ama ben öyle değildim, yeni evli olmamıza rağmen konağın adetlerine uymayarak zaten onların gözüne batıyorduk, şimdi ise oraya dönmesek, iyice sinir küplerine döneceklerdi.

 

Gözlerine baktım, gitmek istemiyordu. Ama kalmak da istemiyordu. Şimdi geceyi dışarıda geçirirsek, bu sadece bir başkaldırı olmayacaktı—bir savaş ilanı olacaktı.

 

Ama Adar gitmek istemiyordu. Ve ben… Ben de ondan uzaklaşmak istemiyordum.

 

"Peki nereye gideceğiz?" diye fısıldadım.

 

Gözleri benimkilerle buluştu. Derin, karanlık, her şeyi içine çeken bir girdap gibiydi. Sonra, çenesini hafifçe yukarı kaldırıp kafasıyla kapıyı işaret etti.

 

"Sadece gidelim."

 

Nereye olduğu önemli değildi onun için. Önemli olan, buradan ve o evin nefes kesen duvarlarından uzak olmaktı.

 

Derin bir nefes aldım. Mantığım ve kalbim savaş halindeydi. Ama Adar’ın gözlerindeki yalvarışı görünce, içimde bir şeyler çözüldü.

 

"Tamam," dedim usulca. "Gidelim."

 

Bunu söylediğim anda Adar'ın tüm vücudu gevşedi. Sanki içindeki fırtına bir anlığına da olsa durmuştu. Hızla oturma yerinde gelişi güzel atılmış beyaz gömleğini alarak üzerine geçirdi.

 

Giyindikten sonra elimi tuttu, sıkıca. Ve biz, gecenin karanlığına doğru adım attık.

 

Nereye gittiğimizi bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Bu gece, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

 

Dövüş kulübünün loş ışıkları arkamızda kalırken, kalabalığın içinden geçtik. Kimse nereye gittiğimize aldırmıyordu—ve belki de ilk kez, biz de aldırmıyorduk.

 

Arnavut kaldırımlı dar bir sokağa saparken, Adar aniden durdu. Başını sağa sola çevirdi, sanki bir şeyleri tartıyordu. Sonra, yüzüme döndü ve parmaklarını avuçlarımın içine sıkıca bastırdı.

 

"Bana güven."

 

Güvenmek.

 

Ona, geçmişini bilmeden, planlarını anlamadan, bizi nereye götürdüğünü bilmeden güvenmek…

 

Başımı yavaşça salladım. "Sana güveniyorum."

 

Bunu dediğim anda, içindeki bir şeylerin çözüldüğünü hissettim. Elimi bırakmadan yürümeye devam etti.

 

Dakikalar sonra bir hanın önünde durduk. Eskimiş ahşap tabelasında soluk harflerle bir isim yazıyordu ama zihnimde sadece Adar’ın sessizliği yankılanıyordu.

 

İçeri girdiğimizde, bizi yaşlı bir adam karşıladı. Adar, tek bir kelime etmeden parmaklarını cebine götürüp bir miktar para çıkardı, masanın üzerine bıraktı.

 

Adam, başını sallayarak yukarıyı işaret etti. "İkinci kat, soldaki oda."

 

Adar beni çekiştirerek merdivenlere yöneldi. Adamın bahsettiği ikinci kata geldik ve soldaki odanın açık kapısından içeri girdik.

 

Bu gece için bir sığınak bulmuştuk. Ama asıl fırtına, sabah bizi bekliyordu.

 

Kapı arkamızdan kapandığında, odada sessizlik hâkimdi. Küçük ama temizdi; eski bir yatak, pencerenin önünde ahşap bir masa ve bir sandalye vardı. Bir de duvarda solmuş bir ayna.

 

Adar, pencereye yöneldi. Perdeyi aralayarak dışarıya baktı. Birkaç saniye boyunca sadece orada durdu, kasılmış omuzları ve sımsıkı kapanmış çenesiyle.

 

Ben ise kapının önünde kaldım.

 

Bu gece kaçıyorduk. Ama kimden? Onlardan mı, kendimizden mi?

 

Derin bir nefes aldım ve yavaşça yanına yürüdüm. Sırtı bana dönüktü. Elimi hafifçe koluna dokundurdum.

 

İrkildi.

 

Sonra, başını eğerek gözlerini kapattı. Parmaklarını ensesine götürdü, gerilmiş bir halde durdu.

 

Ona ne olduğunu bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Adar’ı kaybedemezdim.

 

"Adar." Adını yumuşak bir tonda söyledim.

 

Gözlerini açtı, başını hafifçe çevirdi. Ama konuşmadı.

 

O konuşamıyordu. Ama beden diliyle anlatıyordu.

 

Sonra, ansızın döndü ve bana baktı. Gözleri delip geçen bir gölge gibi karanlıktı.

 

Elini kaldırdı, parmak uçlarını yanağıma dokundurdu.

 

"Burada benimle olduğun için pişman mısın?"

 

Sormadı. Ama gözleri bunu bağırıyordu.

 

Başımı iki yana salladım. "Hayır."

 

Bir şey demedi. Ama bakışları yumuşadı. Sonra, beni kendine çekti.

 

Kollarını belime sardığında, nefesini boynumda hissettim.

 

Sanki o an, dünyadaki tüm savaşlar bir anlığına durmuştu.

 

Bu sadece fırtına öncesi sessizlikti.

 

"Elinde sonunda o konağa döneceğiz," dedim Adar'a, hatırlatma yamak ister gibi.

 

kolları belimde sıkıca kilitlenmişti. Sözlerim havada asılı kaldığında, yüzünü omzuma gömdü. Derin bir nefes aldı ama hiçbir şey söylemedi.

 

Sonra, başını geri çekti.

 

Gözleri bana kilitlenmişti.

 

Başıyla “Hayır” dedi.

 

Sonra elini kaldırdı, avucunu ileri iterek bir kez daha “Hayır” işaretini yaptı.

 

"Oraya dönmeyeceğim." beden dili fazlasıyla netti.

 

Onun bu hâli içimi burktu. Tanıdığım o güçlü odam gitmişti, şu an, her şeyden kaçmak isteyen bir çocuk gibiydi.

 

Yavaşça elini tuttum, parmaklarımı bileğinin üzerine bastırdım. "Adar, orası bizim evimiz. Senin yuvan."

 

Sertçe başını iki yana salladı.

 

Sonra, avuç içini göğsüne bastırdı, gözlerini sıktı ve derin bir nefes alıp parmaklarını havaya çevirdi.

 

"Yuvam orda değil, benim ailem yok."

 

Bu sözler içimi parçaladı.

 

Elimi yavaşça bileğinden yukarı kaydırdım, yüzüne dokundum. "Senin yuvan nerede adar? Ailen nerede?"

 

Bir şey demedi. Gözlerini kaçırdı, dudaklarını sıktı.

 

Onunla savaşmayacaktım. Onu anlamaya çalışacaktım.

 

Elini kavradım ve usulca yatağa oturttum. Dizine oturdum ve yüzünü kendime çevirdim. "Bana anlat. Orası neden seni bu kadar boğuyor?"

 

Adar bir süre kıpırdamadı. Ama sonra, gözleri gölgelerle doldu.

 

Sanki ilk kez, içindeki savaşı dışarıya vurmaya başladı.

 

Soğuk ellerini avuçlarımın içine aldım. Parmakları soğuktu, elleri gergindi. Bedenindeki her kas, içinde tuttuğu acının dışa vuran yansıması gibiydi.

 

Gözleri gözlerime kilitlendiğinde, içinde bir yangın gördüm. Öfke ve acı iç içe geçmişti.

 

Başını hafifçe eğdi, derin bir nefes aldı ve sonra ellerini kaldırdı.

 

Önce avuç içini göğsüne koydu, sonra başını iki yana salladı.

 

"O ev benim cehennemim."

 

Sonra, parmaklarını kaldırdı, önce havada bir siluet çizdi, ardından avuç içini göğsüne götürüp yumruk yaptı.

 

"Benim senden başka ailem yok." İçimi sızlatan sözüyle içime bir sıcaklık yayıldı. "Teşekkür ederim..." Dedim ne diyeceğimi bilmeden,, sonra devam ettim. "Yine de bana ne yaşadığını anlatmanı istiyorum, içindeki yangını beraber söndürelim..."

 

Bir şeyler içimi kemirmeye başladı. Gözlerimi ondan ayırmadan ellerini sıktım. "Lütfen Adar,"

 

Bir süre sessiz kaldı. Gözlerini kaçırdı. Sonra derin bir nefes alarak başını kaldırdı ve elleriyle yeniden konuşmaya başladı.

 

Önce parmaklarını yukarı kaldırıp küçük bir daire çizdi.

 

Bir kadın silueti.

 

Sonra, iki avucunu havaya açıp, yavaşça yere indirdi.

 

Biri onun gözlerinin önünde can veriyordu.

 

Nefesim boğazıma düğümlendi.

 

Sonra, avuçlarını yumruk yapıp birbirine vurdu.

 

"Ve onlar izledi."

 

Gözlerim yanmaya başladı. İçimde bir şeyler kırılıyordu.

 

Adar o evde annesini kaybetmişti. Ve bunu izleyenler… yine Ailesiydi.

 

Elini yeniden göğsüne götürdü, gözlerini sıktı.

 

"Ben o evde nefes alamam."

 

Bunu elleriyle söylemesine bile gerek yoktu, bedenindeki her kas, içindeki çığlığı anlatıyordu.

 

İçimde kocaman bir boşluk açıldı. Gözlerim doldu. Elimi kaldırıp yüzüne dokundum, başparmağımı yanağında gezdirdim.

 

"Üzgünüm, Adar. O kadar üzgünüm ki…"

 

O an, kollarını belime doladı ve başını göğsüme yasladı.

 

Gücünü, öfkesini, her şeyi bırakmış gibiydi.

 

Ve ben, onu hiç böyle görmemiştim.

 

Adar kırılmıştı.

 

Ve ben, onu tamir etmeyi o an, her şeyden daha çok istedim.

 

Kolları belime sıkıca dolandığında, göğsümde hissettiğim sıcaklığı başka hiçbir şeyle tarif edemezdim. Güçlü, sert ve savaşçı olan o adam, şimdi kollarımda kırılgan bir çocuk gibi titriyordu.

 

Parmaklarımı yavaşça saçlarının arasına daldırdım, usulca okşadım. Beni daha da sıkı sararken nefesi tenimi yalayıp geçti.

 

Koca bir fırtına kopmuştu içinde. Ve artık savaşmaktan yorulmuştu.

 

"Buradayım," diye fısıldadım, başımı onun başına yaslayarak. "Gitmeyeceğim."

 

Bunu duymasıyla nefesini titreyerek bıraktı. Sanki yıllardır içinde tuttuğu ağırlığı serbest bırakıyordu.

 

Kollarını daha da sıktı, başını boynumun kıvrımına gömdü. Büyük elleri sırtıma kapanmış, sanki varlığımı hissetmek ister gibi bedenime yapışmıştı.

 

Bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeleri yoktu. Onun yerine, kollarının sıkılışı, kalp atışlarının hızlanışı anlatıyordu her şeyi.

 

Bu, korkmuş bir çocuğun sarılışıydı. Güven arayan, ait olmak isteyen, yalnız kalmaktan korkan bir çocuğun…

 

Parmaklarımı sırtında gezdirdim, tıpkı birini sakinleştiren bir anne gibi. "Hiçbir yere gitmeyeceğim, Adar."

 

İlk kez, gerçekten güvende hissetti.

 

ilk kez, Adar bana tamamen sığındı.

 

Kollarımın arasında daha da küçüldü sanki. Göğsüme yaslanmış, nefes alışları düzensizleşmişti. Sıcak nefesi tenime değdikçe içimde bir şeyler daha da yumuşuyordu. O güçlü adamın içinde, annesini kaybetmiş, yalnız bırakılmış, korkmuş bir çocuk vardı.

 

Parmaklarımı saçlarının arasına daldırıp usulca okşamaya devam ettim. "Sana zarar veremezler artık," diye fısıldadım. "Ben buradayım."

 

Sözlerimi duyduğunda, elleri sırtıma biraz daha sıkıca tutundu. Sanki gerçekten de bir şeye inanmak istiyordu ama korkuyordu.

 

Bir süre böyle kaldık. Zaman durmuştu, dış dünyada ne olduğunu umursamıyorduk. Onu bırakmadım, o da beni.

 

Sonunda, yüzünü boynumdan kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti. Derin, karanlık ve hüzün doluydu. Ama içinde bir ışık da vardı.

 

Ellerini usulca kaldırdı, avuçlarını yüzüme koydu. Başparmakları yanaklarımı okşadı, sonra yavaşça dudaklarını araladı, sanki bir şey söylemek ister gibi. Ama sesi çıkmadı. Çıkamıyordu.

 

Onun yerine, başını eğdi ve alnını benim alnıma yasladı.

 

İçinden geçen binlerce cümleyi o an, sadece bu küçük temasla anlatıyordu.

 

"Benimle kal."

 

Bunu söylemedi ama hissettirdi.

 

Ben ise çoktan kararımı vermiştim.

 

Elini tuttum, avuçlarımı avuçlarına bastırdım.

 

"Her zaman." dedim fısıltıyla. "Ne olursa olsun, seninleyim."

 

Gözleri kapandı, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu.

 

İlk kez, gerçek anlamda huzurlu görünüyordu.

 

Kendini yatağa bıraktığında onunla beraber üstüne eğilmiştim. Beni kaldırırken sanki hafif bir şey kaldırıyormuş gibi yatağın diğer tarafına bıraktı ve kapıyı kilitleyip tekrar yatağa döndü. Parmakları ayaklarıma ulaşınca irkilmeden edememiştim. Bunu fark etti ama hareketleri durmadı. Ayağımdan ayakkabılarımı indirdi ve kenara bıraktı. Yorganı üzerime örterek gözleriyle geliyorum talimatı vermişti. Odada önce fark etmediğim bir kapıya yönelerek odaya girdiğinde duşa girdiğini anlamıştım. İster istemez bir yutkunma yaşarken çok geçmeden su sesi odayı doldurdu. Zaman nasıl geçtiğini fark etmeden yatakta put gibi kıpırdamadan uzanırken sıkılarak oturur vaziyete geldim. Bir süre sonra kapı tekrar açıldı ve adar buharların da süzülmesiyle birlikte odaya tekrar girdi. Saçlarından hâlâ su damlıyordu. Islak bukleler alnına ve yanaklarına yapışmıştı. Gömleğini giymemişti, sadece havluyu beline dolamıştı. Omuzlarından süzülen su damlaları, göğsüne ve kollarına iniyordu.

 

Derin bir nefes aldım.

 

Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Hiçbir şey söylemedi. Ama bakışları, benden kaçmıyordu.

 

Ve ben, ilk kez kendimi bu kadar savunmasız hissettim.

 

Gözlerini benden ayırmadan birkaç adım daha attı. Yavaş ama kendinden emin bir şekilde yatağa yaklaştı. Islak saçlarından hâlâ su damlaları süzülüyordu, her adımında yerde minik izler bırakıyordu.

 

Bedenindeki her kas, ışığın altında daha da belirginleşmişti. Ama gözlerim onun gücüne değil, üzerindeki izlere takılmıştı.

 

Yatağın kenarına geldiğinde, sessizce yanımda yere oturdu. Bir an, başını eğip ellerini saçlarının arasından geçirdi. Sonra derin bir nefes alıp ağır hareketlerle yatağa uzandı.

 

Ben hâlâ oturuyordum. Onu izliyordum.

 

Sırtı bana dönüktü.

 

Ve işte o zaman, fark ettim.

 

Sırtında, derisinin üzerine kazınmış gibi duran yara izlerini…

 

Bazıları eskiydi, sanki aylar öncesinden kalma soluk çizgiler gibiydi. Ama bazıları… Taze. Hâlâ iyileşmemiş, kırmızı ve morarmış izler.

 

Dövüştüğü gece aldığı darbeler, geçmişinden taşıdığı izlerle birleşmişti. Ve Adar, tüm bunlarla yaşamaya alışmış gibiydi.

 

İçimde bir şey sıkıştı.

 

O, bu dünyaya yumruklarını konuşturarak direnmişti. Ama o yumrukları atmadan önce, kaç kere darbe almıştı? Kaç kere düşmüştü, kaç kere acıyı içine gömmüştü?

 

Farkında bile olmadan elimi uzattım. Parmak uçlarım yavaşça sırtındaki bir yaranın üzerine dokundu.

 

Adar anında kasıldı.

 

Sanki bir refleks gibi, nefesini tuttu. Omuzları sertleşti, sırtı gerildi.

 

Elimi çekmek istedim ama çekemedim.

 

"Acıyor mu?" diye fısıldadım.

 

Adar, yüzünü biraz yana çevirdi ama gözlerini bana göstermedi. Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra başını hafifçe iki yana salladı.

 

"Bana yalan söyleme."

 

Bu kez, gözlerini kapattı. Ama konuşmadı.

 

İçindeki acıyı kelimelere dökmese de her zerremde hissediyordum. Elimi sırtından çekmeden fısıltıyla sordum:

 

"Ne zamandır dövüşüyorsun?"

 

Adar, bir an duraksadı. Yutkunduğunu fark ettim. Sonra, yüzünü bana dönmeden ellerini yavaşça yumruk yaptı.

 

Sonunda parmaklarını açıp, havada bir sayı gösterdi.

 

"On yıl."

 

Gözlerim istemsizce büyüdü. "On yıl mı?"

 

Başını hafifçe salladı. Sonra, parmaklarını tekrar kaldırıp beş yıl daha ekledi.

 

"On beş..." diye fısıldadım. "On beş yıldır mı dövüşüyorsun, Adar?"

 

Başını salladı ama yüzüme bakmıyordu.

 

Bir an nefesim sıkıştı. On beş yıl... Bu, çocukluktan beri demekti.

 

Onu izlerken fark ettim, sırtındaki izler sadece dövüşlerden kalma değildi. Bazıları çok daha eskiden, belki çocukluk yıllarından kalmış gibiydi.

 

İçim burkuldu.

 

Yavaşça parmaklarımı sırtında gezdirdim. "Seni buna ne itti?"

 

Bu kez, başını yastığa yasladı ve gözlerini tavana dikti.

 

Sonra, parmaklarını kaldırdı. Önce bir siluet çizdi—büyük biri, sonra küçük birini gösterdi.

 

Bir yetişkin... ve bir çocuk.

 

Sonra avucunu yumruk yapıp, sanki vuruyormuş gibi havada savurdu.

 

Nefesim kesildi.

 

Bir yetişkin… Bir çocuk… Ve şiddet.

 

Yavaşça elimi onun sırtından çekip parmaklarımı onun elinin üzerine koydum.

 

"Bunu sana kim yaptı, Adar?"

 

Sessizlik.

 

Adar cevap vermedi. Ama gerek de yoktu.

 

Çünkü o sessizliğin içinde, yılların yükü saklıydı.

 

"Bundan sonra devam edecek misin?" diye fısıldadım. Benimle konuşmasını her şeyden çok istiyordum.

 

Gözlerini tavana dikmişti, nefesi ağırdı. Bir süre sessiz kaldı, sonra başını hafifçe iki yana salladı.

 

"Bırakacak mısın?"

 

Bu kez başını yavaşça kaldırıp bana baktı. Gözlerinde karışık duygular vardı—kararsızlık, korku ve bir parça umut.

 

Ama cevap vermedi.

 

Çünkü o da bilmiyordu.

 

Gözlerini kaçırdı, derin bir nefes aldı ve yüzünü yeniden tavana çevirdi. O an, zihninde savaştığını görebiliyordum.

 

"Bırakmak istiyor musun?" diye sordum, sesim biraz daha yumuşaktı.

 

Bu kez ellerini yumruk yapmadı. Sadece parmaklarını birbirine geçirdi, nefesini tuttu ve yavaşça geri verdi.

 

Sonra çok küçük bir hareketle başını salladı.

 

Evet.

 

Ama…

 

Gözlerini tekrar bana çevirdiğinde içindeki çelişkiyi gördüm. Onu bugüne kadar ayakta tutan şey buydu. Dövüşmek. Savaşmak. Hayatta kalmak. Bunu bırakırsa geriye ne kalırdı?

 

Adar, kendisini sadece yumruklarından ibaret görüyordu. Ve yumruklarını indirdiğinde, ne olacağını bilmiyordu.

 

Elimi kaldırıp yanağına dokundum. Tenini okşarken, "Sadece dövüşerek var olmak zorunda değilsin," dedim fısıltıyla. "Sen, yumruklarından çok daha fazlasısın."

 

Gözleri hafifçe kısıldı, dudakları aralandı.

 

Bir an sanki bir şey söyleyecekmiş gibi başını bana çevirdi ama sonra durdu.

 

Sonra, usulca uzandı ve alnını alnıma yasladı.

 

Ve ben, ilk kez onun gerçekten bir karar vermeye çalıştığını hissettim.

 

Adar, birkaç saniye daha gözlerimin içine baktı. Sonra derin bir nefes alıp başını yana çevirdi.

 

Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, hafifçe gerindi ve usulca:

 

"Saat geç oldu… Uyumak istiyorum." Dedi.

 

Bu kadar derin bir konuşmanın ardından gelen bu basit cümle, beni bir an dumura uğrattı. Beklediğim şey bu değildi. Onun hala devam edeceğini, belki kendini biraz daha açacağını sanmıştım.

 

Ama Adar’ın sınırları vardı. Ve şu an, fazlasıyla açılmıştı.

 

Bunu fark ettiğim an, ona bir şey söylemekten vazgeçtim.

 

Ama sonra, hiç beklemediğim bir şey daha yaptı.

 

Bir anda uzandı, başını benim göğsüme yasladı.

 

Sıcak teni tenime değdi, Kendisi sakindi ama ben onun gibi değildim.

 

Kollarını üzerime doladı, bir çocuk gibi kendini bırakırken, "Böyle uyumak istiyorum," dedi son kez bedenini kullanarak.

 

Bütün geceyi, savaşmaya alışmış bir adamın, ilk kez bir savaşı bırakıp huzuru seçmesini izleyerek geçirdim.

 

Yatakta rahat bir pozisyon alırken onun gittikçe mayışan bedenini izledim. Parmaklarım saçlarında dolanırken soluklarının ritmik bir düzene girdiğini işitebiliyordum.

 

Kaçıyorduk, hemde ilk günden beri. Önce kendimizden kaçtık, şimdi ise berber el ele vermiş herkesten kaçıyorduk.

 

On beş yıl boyunca yumruklarıyla hayatta kalmayı öğrenmişti, ama ilk kez savaşmadan var olabileceğini hissetti. Bu gece, dövüşmek yerine göğsüme yaslanıp huzurun ne demek olduğunu öğrendi.

 

Tüm acılarını ve kayıplarını geride bırakıp kendini bana teslim ettiğinde, ben de ona yalnızca var olmanın, savunmasız olmanın gücünü göstermek istedim. O an, dövüşçü kimliğiyle değil, sadece bir insan olarak, her şeyden çok huzura ihtiyaç duyduğunu fark ettim.

 

Gözlerim onun aksine saatler sonra kapanırken ilk defa berber uyumanın verdiği garip huzurla neyseki bende uyumuştum...

 

🫶

 

Gözlerimi açtığımda, odada bir gariplik vardı. Havanın soğukluğu mu, yoksa yanımın bomboş olması mı, bilmiyordum. Ama Adar’ın gitmiş olduğunu anlamam için birkaç saniye yetti.

 

Uzanıp yatağın diğer tarafına dokundum. Soğuktu. Demek ki uzun bir süre önce kalkmıştı.

 

Başımı yastığa geri koyup tavana baktım. Onun varlığına alışmaya başlamış mıydım? Sadece birkaç saat önce göğsüme yaslanarak uyumuştu, ama şimdi uyanınca ilk yaptığım şey onu aramak olmuştu.

 

Derin bir nefes alıp yavaşça doğruldum. Odanın içi hâlâ loştu, perdeler tam açılmamıştı. Pencere kenarında, sırtı bana dönük silueti yeni fark etmiştim.

 

Adar.

 

Giyinmişti, omuzları hafifçe düşük, elleri ceplerinde, sessizce dışarıyı izliyordu.

 

Bir an ona seslenmek istedim ama sonra duraksadım. Onu böyle düşünceli görmek içimi sızlatıyordu. sırtı bana dönükken, bu hali bile kırılgan görünüyordu.

 

Ayağımı yere bastım, yavaşça kalkarken yatağın gıcırdayan sesini duydu. bana döndü. Yüzünde bir ışıltı gördüm. Bu beni görmesinden mi kaynaklanıyordu? Bir kaç adım atıp ona yaklaştım. "Günaydın," dedim hırıltılı bir mırıltıyla.

 

Tam bir adım daha attım ki—

 

Odayı yırtan silah sesiyle tüm vücudum dondu. Kalbim sanki göğüs kafesimi kıracakmış gibi hızlandı.

 

Adar anında beni göğsüne çekerken, gözleri alarma geçmişti. Birkaç saniye boyunca ikimiz de hareketsiz durduk. Ne olduğunu anlamaya çalışırken birden kapı şiddetle açıldı.

 

İçeri giren adamın yüzü öfkeyle gerilmişti. Elindeki silahı sımsıkı tutuyordu.

 

Adar’ın kuzeni, Ali.

 

Ardında, yılların ağırlığını omuzlarında taşıyan bir adam vardı.

 

Dedesi.

 

Adar'ın yüzü taş gibi sertleşti. Onu burada görmeyi tabii ki de beklemiyorduk, bizi nasıl bulmuşlardı? Adar beni arkasına alarak koruma içgüdüsüyle öne bir adım attı.

 

"Babam nerede, Adar?" Boğazıma yerleşen yumru bir an beni bozguna uğrattı. En korktuğum an, bu andı. Hesaplaşma anıydı. "Ne halt karıştırıyorsun?! Babam nerde benim!" Ali âdeta kükrerken Adar' da yaprak kıpırdamadı. Sonra gözünü bile kırpmadan, soğukkanlılıkla "Bilmiyorum," dedi. Bunu omuzlarıyla söylemişti ama sadece karşısında duran kuzenini ateşlemekten başka bir şey değildi.

 

Ali’nin dişleri sıkıldı, öfkesi gözlerinden taşıyordu. Silahı elinde hafifçe salladı, sinirini dizine vurdu.

 

"Bilmiyorsan bile öğrenmek zorundasın," diye tısladı. "Çünkü bu işin ortasında sen varsın, Adar. Babamı bulamazsam, bunun hesabını birine kesmek zorundayım!"

 

Aralarındaki gerilim, odanın havasını ağırlaştırmıştı. Dedesi arkasında durmuş, iki elini de bastonuna yaslamış, sadece keskin gözlerle onları izliyordu.

 

Ve o an anladım… Bu sadece bir hesaplaşma değildi.

 

Bu, yıllardır süregelen bir savaşın yansımasıydı. Ve Adar, bu savaşı fitilleyendi.

 

Adar, gözlerini Ali’den ayırmadan yerinde dimdik duruyordu. Ama vücudu hafifçe gerilmişti, sanki en ufak bir hamlede saldırmaya hazır gibiydi.

 

“Babamı en son senin gördüğünü söylediler, Adar,” diye devam etti Ali, sesi buz gibiydi. “Hâlâ ‘bilmiyorum’ mu diyeceksin?”

 

Adar derin bir nefes aldı, başını bir kez yana eğdi. Soğukkanlıydı ama gözlerindeki o donukluk daha sert bir hal almıştı.

 

"Bilmiyorum," dedi adar ısrarla omuzlarıyla. Cevabı da, söylemi de karşıdaki insanı çileden çıkaran cinstendi.

 

Ali’nin yüzü daha da gerildi. Silahını beline koyup bir adım daha yaklaştı.

 

“Ne haltlar çeviriyorsun bilmiyorum,” diye devam etti, sesi hırlamaya benziyordu. “Ama eğer babama bir şey olduysa, sorumlusu sensin. O yüzden yalan söylemeyi bırak!”

 

Adar, aniden güldü. Ama bu kahkaha alaycı ve karanlıktı.

 

Dedeleri o ana kadar sessizce izlemişti. Ama Adar’ın ona bakmasıyla ağır bir nefes alarak konuştu.

 

“O bizim kanımız,” dedi sert bir sesle. “Ve kayboldu. Agîr'ı en son seninle görenler var, Adar. Yaptığın işlerin ne olduğunu bilmiyoruz ama eğer ona bir şey yaptıysan…”

 

Gözlerini kısıp başını hafifçe eğdi.

 

“…bunu ödetirim...”

 

Adar’ın yüzündeki ifade taş gibi soğuklaştı. Dudakları bir an sıkıldı, sonra yavaşça nefes verip başını dikleştirdi.

 

“Bilmiyorum dediysem, bilmiyorum.” dedi, hareketi sakin ama içindeki öfkeyi bastırdığı belliydi. “Eğer bir şey yapmış olsaydım, bunu ilk öğrenen sen olurdun, Cemal Ali.” kuzeninin gözlerine bakarak beden dilini konuştururken onun ikinci ismini de göğsüne vurarak söylemişti ve ben onun ikinci isminin var olduğunu yeni hatırlıyordum.

 

Ali’nin yüzü kızardı, siniri gözlerinden okunuyordu. Bir an yumruklarını sıktı, sanki saldırmaya hazırdı. Ama dedesi elini kaldırınca durdu.

 

“Bu iş burada bitmedi,” dedi Ali, dişlerinin arasından. “Eğer bir şey yapmışsan Adar, senin canını kendi ellerimle alırım.”

 

Adar hiçbir şey söylemedi, sadece gözlerini Ali’nin gözlerine dikti.

 

Odada bir an ölüm sessizliği oldu.

 

Sonra dedesi başını salladı ve Ali’ye "gidelim," işaret yaptı.

 

Ali, bir an daha Adar’ı süzdü, sonra sert bir hareketle arkasını dönüp kapıya yöneldi.

 

Ama çıkmadan önce, göz ucuyla bana baktı.

 

Bakışı ürkütücüydü. Tüylerim diken diken olurken, sanki soğuk bir rüzgarın erkisinde kalmış gibiydim.

 

Dedesi, onun ardından kapıya yönelmişken bir an durdu. Eli bastonuna sıkıca sarılıydı. Ardından başını hafifçe çevirdi, gözleri hâlâ sertti ama sesindeki ağırlık her zamankinden daha belirgindi.

 

"Akşama kalmadan konağa geleceksiniz."

 

Bu bir davet değildi. Bu, emirdi.

 

Adar gözlerini kıstı ama bir şey söylemedi. Odada bir an sessizlik oldu. Dedesi, Adar’ın suskunluğunu onaylamış gibi başını salladı ve ağır adımlarla kapıdan çıktı.

 

Kapı sertçe kapandı.

 

Odadaki hava ağırdı, gerginlik hâlâ dağılmamıştı. Nefes aldığımı yeni fark ettim. Kalbim deli gibi atıyordu.

 

Adar olduğu yerde kaldı. Gözleri kapıya kilitlenmişti ama yüzündeki kaslar gerilmişti. Yumrukları sıkılıydı.

 

"Adar?" diye fısıldadım.

 

O anda gözlerini bana çevirdi.

 

Ve ilk defa, gerçekten ilk defa, gözlerindeki duvarların çatladığını gördüm.

 

Bu davet… ya da emir… her neyse, onun için kolay olmayacaktı.

 

Odanın içindeki hava ağırlaşmıştı.

 

Ben ise beynimde yankılanan tek bir soruyla ona doğru bir adım attım.

 

“Şimdi ne yapacağız, Adar?”

 

Omuzları hafifçe gerildi ama hemen ardından derin bir nefes aldı. Başını hafifçe eğerek beden dilini konuşturdu.

 

“Bilmiyorum.” görüntüsü her zamankinden daha boğuktu. “Ama gitmek zorundayız. Eğer gitmezsek, şüphe çekeriz.”

 

Bunu bekliyordum ama yine de içimde bir huzursuzluk vardı. “Ya öğrenirlerse?” diye sordum.

 

Adar, hafifçe başını çevirdi, gözleri beni buldu. “Öğrenmemeleri için elimizden geleni yapacağız.”

 

Dudaklarımı ısırarak düşündüm. Dedesi ve Ali, şimdilik sadece şüpheleniyordu ama bu iş burada bitmeyecekti. Bir yol bulmalıydık.

 

“Peki,” dedim, onu gözlerken. “Konağa gittiğimizde ne yapacağız?”

 

Adar birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra yüzü yine o bildiğim, ifadesiz ve soğuk haline büründü.

 

“Oynamaya devam edeceğiz.”

 

“Ne?” Kaşlarımı çattım.

 

Adar yavaşça bana döndü. “Dedemin istediği gibi davranacağız. Sorularına cevap vereceğiz ama sadece istediklerimizi. Ne yaparlarsa yapsınlar, benden suçlayacak bir şey çıkartamayacaklar.”

 

Bunu söylerken dili çok netti ama gözlerinin derinlerinde sakladığı bir şey vardı. Korku değil… Ama bir hesaplaşma.

 

Bir an gözlerini kaçırdı, sonra elini kaldırıp başparmağıyla dışarıyı işaret etti.

 

“Önce kahvaltı,” dedi sessizce.

 

Başımla onayladım ama gözlerimi ondan ayırmadım. “Gerçekten yemek için mi, yoksa biraz daha geciktirmek için mi?”

 

Bu kez dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Parmaklarını avucunun içinde yuvarlayarak “İkisi de” der gibi bir hareket yaptı.

 

Otelden çıkarak yakın küçük, şirin bir kahvaltıcıda durduk. Burası salaş ama sıcak bir yerdi. Tahta masalar, duvarda eski saatler ve pencerenin hemen yanında solgun bir saksı çiçeği… Sabahın erken saatleri olduğu için içerisi sakindi.

 

Adar, kapıya en yakın sandalyeye oturdu. Sırtı duvara dönük değildi, etrafı rahatça görebiliyordu. Bu onun alışkanlığıydı. Gözleri sürekli çevredeydi ama eli, masanın üzerindeydi. Ben onun yanında oturup menüye bakarken, parmaklarını yavaşça elime dokundurdu.

 

Gözlerimi ona çevirdiğimde, başını hafifçe yana eğmiş, sessizce beni izliyordu.

 

Elimi avuçlarının içine aldı ve başparmağıyla hafifçe tenimi okşadı. O an, ne kadar stres altında olursa olsun, bu anın tadını çıkarmak istediğini fark ettim.

 

Garson geldiğinde Adar, menüye bakmadan sahanda yumurtayı ve çayı işaret etti. Sonra gözlerini benden ayırmadan elimi tuttu. “Sen?” diye sordu bakışlarıyla.

 

Ben siparişimi verirken bile elimi bırakmadı.

 

Sessizlik içinde çaylarımız geldi. Çayı aldı, dudaklarına götürdü ve gözlerini benden ayırmadan içti. Sonra bardağı yerine koyarken parmaklarını yine elime dokundurdu.

 

"Hâlâ gerginsin," dedim usulca.

 

Bir an duraksadı, sonra başını iki yana salladı. "Gergin değilim," diyordu hareketleriyle. "Sadece tetikteyim."

 

Ama onu çözebiliyordum. Gergindi.

 

Elimi bırakmadan sandalyeme biraz daha yaklaştı. Omuzları benimkine değiyordu artık. “Beni düşünme,” diyordu gözleriyle. “Ben iyiyim.”

 

Ama ben onu düşünmeden edemiyordum.

 

Gözlerimi onun ellerine kaydırdım. Yumruk yapmıyordu ama parmaklarını hafifçe bükmüştü, bu onun stresli olduğunun bir işaretiydi.

 

Bardağımı aldım, küçük bir yudum içtim ve usulca sordum: “Hazır mısın?”

 

Adar bir an durdu. Sonra gözlerime uzun uzun baktı.

 

Ve parmaklarını sıkıca elime doladı.

 

Sessiz ama net bir cevap verdi: "Sen yanımdayken, her şeye hazırım." Dedi. Parmakları elimi kavradığında, kalbim bir anda hızla çarpmaya başladı. O an, ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hissettim. İçinde sakladığı tüm gücü ve kararlılığı, sadece bana yansıtan bir adamdı. Bir süre sessizce birbirimize baktık; sadece o anın içinde kaybolmuştuk. Bütün dünyayı dışarıda bırakmıştık, tek gerçek birbirimizin varlığıydı.

 

Adar, gözlerini sabırla kapatıp derin bir nefes aldı, sonra yeniden bana döndü.

 

“Yanında olmak… bu kadar kolay mıydı?” diye sordu, hafifçe gülümsedi.

 

İnanamıyorum gibi yavaşça kafasını salladı ve gözlerini bana kilitledi.

 

“Bir zamanlar, seni dilerken kalbimde bir dua vardı. Şimdi o dua, seni bana getirdi ve her şeyin bir anlamı olduğunu görüyorum."

 

O an ne dediğini anlamadım. Beni dilediğini mi? O nasıl olmuştu?

 

Biraz daha yaklaştı, bu kez elleriyle belimi sardı. Yavaşça, beni kollarına çekti. Sessizce, ama yine de içtenlikle bir kez daha yanağımdan öptü. Bir an, her şeyin doğru olduğuna inandım. O öpücük, karanlıkta kaybolmuş tüm korkuları ve belirsizlikleri yok etti.

 

Yavaşça, ellerimi iki yana kaydırarak onun vücuduna yaslandım. Hala parmakları ellerimdeydi, her bir hareketiyle bana güven veriyordu.

 

 

Tekrar çayını yudumlarken bir an duraksadı, sonra başını kaldırıp gözlerini bana dikti. Sessizliği bir an bile rahatsız edici değildi, tam tersine, içinde binlerce anlam barındırıyordu. Elimi bırakmadan, parmaklarını nazikçe avuçlarımda gezdirdi.

 

Ben de çayımı aldım, küçük bir yudum içip gülümsedim. "Ne oldu?" diye sordum fısıltıyla.

 

Adar, hafifçe başını yana eğdi. Başparmağıyla bileğimin iç kısmına hafifçe dokundu. “Sana bakıyorum,” diyordu gözleriyle. “Çünkü bu anı aklıma kazımak istiyorum.”

 

Kelimeler olmadan da onu anlıyordum. Gözlerimin içine o kadar derin bakıyordu ki, kalbimin hızlandığını hissettim.

 

Garson kahvaltımızı getirdiğinde bile Adar ellerimi bırakmadı. Tek elini kullanarak tabaktan biraz peynir aldı, sonra çatalı bana doğru uzattı.

 

"Önce sen ye," diyordu bakışlarıyla.

 

Gözlerimi devirip hafifçe gülümsedim. "Hâlâ bana bakmaya devam edersen, kahvaltıyı bitiremeyiz."

 

Adar, hafifçe kaşlarını kaldırdı ve omuzlarını silkti. "Bırak da seni izleyeyim," der gibiydi.

 

Ben de elimde olmadan güldüm. Ona biraz reçel uzatırken, bir an parmaklarımızın yine birbirine dokunduğunu fark ettim. Küçük temaslar, söylenmemiş cümlelerden daha anlamlıydı.

 

Sabahın erken saatlerinde bu küçük kahvaltıcıda, dünya ne kadar tehlikeli olursa olsun, sadece ikimiz vardık.

 

Ama bu sessiz huzur sonsuza kadar süremezdi.

 

🫶

 

Umut belki de sadece güneşin doğudan doğması değildi…

 

Bazen bir çift gözde saklı duran sessiz bir söz,

Bazen de fırtınanın ortasında bile bırakılmayan bir eldi.

Belki de en karanlık gecede yakılan küçücük bir ışık,

Ya da düşmekten korkmadan atılan ilk adımdı.

 

Kırılan bir kalbin yeniden atmaya cesaret etmesi,

Kaybolduğunu sanırken kendini yeniden bulmaktı.

Bazen bir yabancının içten bir gülümsemesi,

Bazen de hiç beklemediğin anda duyduğun tanıdık bir ses…

 

Ve belki de umut, hiçbir şeyin bitmediğini hatırlatan sessiz bir fısıltıydı.

 

Tekrar konağa doğru yol almıştık ama Adar'ın gerginliği bütün arabanın içinde geziyordu. Nefes alışları sesli, direksiyonu tutuşu sertti. Onu izlerken bile gerginliği bana yansıyordu. Sessizce biten yolun ardından araba durduğunda elimi tuttu ve arabadan inmeden hemen öce kendine güç almak ister gibi yüzüme doğru uzandı. Gözlerinde derin parıltılar gördükçe ona olan ilgim artıyordu. Burnunu yanağıma sürterek derin bir nefes aldı önce, ardından yanağıma içini bırakır gibi bir öpücük bıraktığında karnımda ince bir sızı kendini göstermişti. tekrar gözlerime baktı. "Ne derlerse desinler. Senin arkanda ben varım, kimseyi duyma, umursama. Hatta görme." Başımı olumlu anlamda sallarken onun sessizliğine ortak olarak arabadan indik. Tekrar koca konağın kapısının önünde yan yana dururken sanki bu konağa doğru atılan her adım, bir savaşın başıydı. Elimi tutarken asla bir an olsun tereddüt etmiyordu. Konağın eskimiş bahçesine girerken gözlerim birilerini aradı. Kimi aradığında dair hiçbir fikrim yoktu ama, yine de gözlerim durmadı. "Oğlum," arkamızdan tanıdık bir ses gelirken durup, yerimizde döndük. "Nerdeydiniz şimdiye kadar?" Halası yanımıza gelip elimi tutarken gözleri sorgulamaktan çok, bizi düşünür bir tondaydı. "Merak ettim, telefonlarınız saatlerce çaldırdım ama açmadınız," Adar'la evlendiğimden beri bir telefonum olduğunu unutmuştum. Yerini bile hatırlamıyordum.

 

"Ergen çocuklar değiliz hala biz, merak etme." Adar onun kolunu sıkarken hafifçe gülümsedi. "Oğlum, siz benim gözümde küçüksünüz. Hatta sen on yaşında, güzel gelinimde 5 yaşında küçük çocuk gibi değerlisiniz... A, benim güzellerim. Valla meraktan uyuyamadım gece."

 

Hâlbuki biz çok güzel de uyumuştuk.

 

Tabii bunun halasının bilmesine gerek yoktu.

 

"Bizde geceden beri uyumadık ama, sizi merak ettiğimizden değil!" Başka bir ses bize doğru gelirken Adar elimi sıkı sıkıya tutuyordu. Yengesi sinirle biraz ötemizde dururken solukları bile duyuluyordu. "Amcan kayıp!" Sanki bir haber değilde bir bildiri verir gibi sertçe konuşurken adarın gözlerine ateş çıkararak bakıyordu. "En sonda senin yanında görmüşler." Yutkunmaya çalıştım. "Eğer ki," parmağını Adar'a doğru sallarken bütün bedeni sallanıyordu. "Bu işin içinde bir otluk sezilsin, eğer ki bu işin içinde başka bir şey çıksın, o zaman senden bilmezsem bende Zelal değilim!" Adını bastırarak haykırırken Adar sanki hiçbir şey duymuyormuş gibi rahattı. "Ne diyorsun sen Zelal kadın! Ne biçim konuşuyorsun sen onunla! Karşında bir çocuk mu var! Kim bilir ne haltlar yedi de ortadan kayboldu senin kocan!" Halası ona doğru şiddetle dönerken Adar sanki işi ustasına bırakır gibi bir adım geriledi. "Benim kocamsa seninde ağabeyin! Hiç mi merak etmiyorsun onu! Hiç mi aklına gelmiyor!"

 

"Gelmiyor!" Diye haykırdı. "Boyu posu devrilesi aklıma da gelmiyor, merakta etmiyorum! Benim böyle ağabeyim olmaz olsun! İnşallah kurur gider her neredeyse!" Ağzını doldura doldura saydırırken bu adamın bu kadar kötü anılmasının sebebini çok merak ediyordum.

 

Zelal denen kadın gözleri dolu dolu sinir küpüne dönerken bakışları üçümüzün de üstünde dolanıyordu. "Allah belanızı versin!" Hıçkırarak yanımızdan koşar adımlarla ayrılırken merdivenlerden yukarı çıktı ve sanırım odasına gitmişti. "Allah sizin belanızı verecek yakında," halası hâlâ mırıldanırken Adar sanki artık burda durmak istemiyormuş gibi bizi merdivenlere yönlendirdi. "Aç değil miydiniz oğlum siz? Hazırlatayım mı size kahvaltı." Adar hayır anlamında elini sallarken yine en üst kattaki odaya gidiyorduk.

 

Merdivenleri çıkarken, Adar’ın parmakları avucumda daha da sıkılaştı. Sessizliği, etrafımızdaki her şeyden daha ağırdı. Zelal’in hıçkırıkları hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu, halasının beddualarıysa arkasından soğuk bir rüzgâr gibi esiyordu. Ama Adar’ın adımları hiç duraksamıyordu.

 

Kapıyı açtığında içeri ilk önce ben girdim, ardından o. Kapıyı kapatır kapatmaz sırtını ahşaba yasladı, gözlerini sıkıca kapattı ve derin bir nefes aldı.

 

Bir şeylerin koptuğunu hissediyordum.

 

"Adar…" diye fısıldadım.

 

Gözlerini açtı ama yüzünde ne bir öfke ne de hüzün vardı. Sadece derin bir yorgunluk…

 

Elimi kaldırıp yanağına dokunduğumda başını hafifçe eğdi, avuç içime bir anlığına sığındı. Ama sonra toparlandı.

 

Yavaşça elimden tuttu ve konuşmamı bekledi. "Bu sırrı ne zamana kadar saklayabilirsin ki?" Her yerde babasını arayan bir oğlu var, ya sana bir şey yaparsa, ya ona ulaşırsa..."

 

Göz bebeklerinin küçüldüğüne şahit oldum. Sadece elimi tuttu ve "Nereye kadar giderse..." Dedi.

 

Sözleri odanın içinde yankılanırken Adar’ın yüzüne baktım. Ne bir tereddüt ne de pişmanlık vardı. "Nereye kadar giderse..." demişti ve bunu söylerken en ufak bir endişe bile duymuyordu.

 

Ama ben duyuyordum.

 

Elimi hâlâ bırakmamıştı. Parmağını hafifçe avucumun içine sürterek konuşmadan beni anlamaya çalışıyordu.

 

"Bu, hayatın boyunca omzunda taşımak isteyeceğin bir yük mü?" diye fısıldadım.

 

Bir an gözleri küçüldü. Sessizliği, soruma cevap gibiydi. Başını hafifçe öne eğdi, sanki bir anlığına pes etmiş gibi… Ama sonra, her zamanki o dik duruşunu bozmadan yeniden doğruldu.

 

"Bazı yükleri taşımaktan başka çaren olmaz," der gibi bakıyordu.

 

İçim sıkıştı. Bir adım attım, parmaklarımı ensesine götürdüm. Onu kendime yaklaştırmak istedim.

 

"Peki ya ben?" diye sordum. "Ben de bu yükü seninle taşıyacak mıyım, Adar?"

 

O an gözleri tekrar bana döndü. Hiç olmadığı kadar derin, hiç olmadığı kadar kararlı.

 

Başını usulca eğdi ve alnını alnıma yasladı.

 

"Eğer gidersen, gittiğin yere kadar ben de seninle gelirim," der gibi.

 

Onun için değilse bile ben korkuyordum. Onun yanında olmaktan değil, yanındayken yok olmaktan korkuyordum.

 

Bir süre sonra sanki iç güdülerim benim dışımda hareket ederken onun dudaklarına ulaştım. Ellerim ensesinde kendine yer bulurken bundan asla rahatsız olmadan öpücüğüme karşılık veriyordu. Adımları geriye doğru giderken beni sıkıca tutmuş kendiyle yürütüyordu. Yatağa dayanan ayaklarım beni inkar edercesine bükülürken uzandım ve Adar üzerime geldi.

 

Vücudu benimkine gölge gibi düşerken nefesi tenime sıcak bir dokunuş gibi yayıldı. Parmakları, boynumdan aşağı süzülerek belimde duraksadı. Sessizliği, her şeyden daha çok şey anlatıyordu; kaçmıyordu, saklanmıyordu. Beni bu anın içine çekiyordu. Baktığında, gözleri karanlık bir fırtınayı saklıyor gibiydi ama içinde beni boğacak bir dalga yoktu. Daha çok, beni içine alıp koruyacak bir deniz gibiydi.

 

Öpücüklerimiz arasında nefeslerimiz karışırken, parmakları parmaklarıma dolandı. Beni sarmalarken, her hareketi sanki varlığımı daha da mühürlüyordu. Ne dün, ne yarın... Sadece şu an vardı.

 

Geri çekilip göz geze gelirken onu ne kadar istediğimi bir kez daha hatırladım. Koyulaşmış gözleri gözlerimde dururken art arda yutkundu. "İstiyor musun?" Dedi başıyla. Sadece yutkunduğumda beni anlamasını istemiştim.

 

"Biz karı kocayız, seni istemeyipte ne isteyeceğim?" Dudakları yukarı doğru kıvrıldığında sanki bu söylediğim onun için dünyalara bedel bir sözdü.

 

kelimelerimin içini dolduran anlamı tam olarak kavramış gibi bir an başını eğdi. Gözlerindeki koyu derinlik beni içine çekiyordu. Parmakları, yanaklarımı çerçeveleyerek yüzümü ellerinin arasına aldı.

 

Başını hafifçe yana yatırarak nefesini tenimde hissettirdi. O an, zamanı durdurabilecek gücü olduğunu düşündüm. Çünkü onun dokunuşunda acele yoktu, sadece hissedilen bir derinlik vardı.

 

"Seni istiyorum," der gibiydi bakışları." Ama seni sadece istemiyorum, seni hissetmek istiyorum." Diye bağırıyordu bir yandan

 

Ellerimi ensesine doladığımda, kalbimin deli gibi çarptığını fark ettim. Ama korkmuyordum. Adar yanımdayken hiçbir şeyden korkmamam gerektiğini biliyordum.

 

Onu daha iyi tanıyordum, her geçen saniye birbirimizi daha çok hissediyorduk. Ve bu an, ikimizin de içini ısıtan bir yangına dönüşüyordu.

 

Gözlerimiz birbirine kilitlenmişken, o an sadece biz vardık. Ne geçmişin yükü, ne geleceğin belirsizliği... Hiçbir şey yoktu. Dudakları tekrar dudaklarıma ulaştı fakat bu sefer bütün hevesimi kursağımda bırakacak bir ses duyduk.

 

Kapı çalıyordu.

 

Kapının vuruşuyla gerçek dünyaya çekildik. Adar, gözlerini açmadan alnını benimkine yasladı. Derin bir nefes aldı ama sinirini de saklamadı.

 

"Vera! Mutfağa gelir misin? Yardıma ihtiyacım var!"

 

Esra’nın sesi, içeride büyüttüğümüz sessiz fırtınayı bir bıçak gibi kesti.

 

Gözlerimi devirdim, Adar’ın gözleri ise çoktan eski karanlığına bürünmüştü. Gözleriyle kal dememi bekliyordu sanki, ama bu mümkün değildi. Esra'nın kapıyı bir daha çalmadan gitmeyeceğini biliyordum.

 

İç çekerek Adar’ın göğsüne hafifçe yaslandım.

 

"Gidip geleyim. Yoksa birazdan kapıyı kıracak." Dedim hâlâ çalınan kapıyı kastederek.

 

Adar, sadece başını hafifçe yana eğdi, parmaklarını elime doladı. "Çabuk gel," der gibi...

 

Gülümseyerek elini sıktım ve kapıya yöneldim. Ama tam çıkarken arkamdan gelen sıcağı hissettim.

 

Adar, usulca arkamdan yaklaşıp belime dokundu. Küçük ama sahiplenen bir dokunuştu.

 

Kapıyı açtığımda Esra’nın gözleri önce bana, sonra Adar’a kaydı. Hafifçe kaşlarını kaldırdı ama bir şey söylemeden geri çekildi.

 

"Şey... Meryem hâlâ yemeğe yardım etmeni istedi."

 

Son bir kez arkamı dönüp Adar’a baktım. O ise gözlerini benden ayırmadan olduğu yerden kıpırdamadı.

 

Ve ben, bu bakışın altında ezilirken, bu akşamın bir yerlerde tamamlanacağını biliyordum.

 

"Tamam," dedim Esra'ya dönerken. "Gelirim."

 

"Hadi," önden yürüyüp merdivenlerden inerken sadece derin soluklar alıp veriyordum.

 

Mutfağa adım attığımızda sıcak yemek kokuları havaya karışmıştı. Esra hızlı adımlarla içeri girerken, Meryem Hala büyük tencerede bir şeyler karıştırıyordu.

 

Beni görünce başını hafifçe kaldırdı. “Geç bakalım yeni gelin, sen de biraz elini sıcak suya sok.”

 

Hafifçe gülümsedim ama gözlerim farkında olmadan hâlâ Adar’la yaşadığımız anlara kayıyordu. Dokunuşları, bakışları… Hâlâ tenimde hissediyordum.

 

"Ne yapayım?" diye sorarak kendimi toparlamaya çalıştım.

 

Esra bir tepsiyi önüme itti. "Salatayı hazırla, ben ekmekleri kızartacağım."

 

Meryem Hala başını sallayarak kaşığı tencerenin kenarına vurdu. "Kızım, sen mutfağa pek alışkın değilsin galiba?"

 

Sözlerinde sertlik yoktu ama beni tarttığı belliydi. Hafifçe omuz silktim. "Pek sayılmaz ama elimden geleni yaparım."

 

Tam bıçağı elime alıp domatesleri doğramaya başladığımda, Esra hafifçe yan gözle bana baktı. "Adar seni pek bırakmıyor gibi," dedi belli belirsiz bir gülümsemeyle.

 

Meryem Hala hafifçe kaşlarını kaldırırken ben olduğum yerde donakaldım. "Ne demek şimdi bu?" diye mırıldandım.

 

Esra omuz silkti. "Ne bileyim, eskiden böyle birine bağlanacak biri değildi. Ama senin yanındayken... farklı."

 

Meryem Hala da hafifçe başını salladı.

 

Sözleri içimde bir huzursuzluk uyandırdı. Ellerimi salatanın üstünde tutarken istemsizce yutkundum.

 

Elleri mi yıkamak için musluğa yöneldim. Soğuk su avuçlarımı doldururken bir an duraksadım, kendi düşüncelerimde kaybolmuş gibiydim. Adar’ın gerçekten değiştiğini biliyordum, ama bu değişimin tam olarak ne anlama geldiğini henüz çözememiştim.

 

Hızlıca ellerimi kurulayıp tezgâha döndüm, domatesleri alıp bıçağı elime aldım. Ama daha ilk kesikte Esra’nın sesi tekrar yükseldi.

 

"Bu kadar sahiplenici olduğunu bilseydim, Adar’ın yıllardır peşinde olan kızlar için üzülürdüm."

 

Gözlerimi ona kaldırdım. Hafif bir tebessümle, umursamaz gibi görünmeye çalışıyordu ama sözlerinin altında açık bir ima vardı.

 

Meryem Hala derin bir nefes aldı, "Esra, kızcağıza rahat ver," dedi hafif azarlayan bir sesle.

 

Esra gözlerini devirdi. "Ne var, yalan mı? Adar bugüne kadar kimseyi böyle korumadı. Onun yanında bir kadın görmek... alışılmadık bir şey."

 

Bıçağı elimden bırakıp hafifçe ona döndüm. "Kaç yıldır bu evin içindesin Esra, ne çabuk çözdüm herkesi?"

 

Esra'nın kaşları hafifçe çatıldı, sanki ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi. "Biz Serdar'la beş yıldır sevgiliyiz, bakma sen, okulun bştmesini bekliyorduk hep. Serdar hep ondan bahsederdi. Biliyorum yani."

 

Bir an sessizlik oldu. Salata malzemeleri önümdeydi ama ben bir türlü harekete geçemiyordum.

 

Meryem Hala kaşığı tencereye vurup başını iki yana salladı. "Hadi bakalım, dedikodu bitti. Yemek hazır olacak, sofrayı kurmaya yardım edin."

 

Meryem hala aklına bir şey gelmiş gibi mutfaktan çıkarken Esra'yla yalnız kalmıştık. "Eee," dedi bunu fırsat bilerek. "Sen nasıl aşık oldun, gerçekten seviyor musun onu? Hiçte berdelle evlendiğiniz belli olmuyor, Adar sana aşkla bakıyor resmen."

 

Bir an elimdeki bıçakla domatesin üzerinde duraksadım. Esra’nın sözleri kafamın içinde yankılanırken, içimde belirsiz bir şeyler kıpırdadı.

 

Gerçekten… Seviyor muydum Adar’ı?

 

Onun yanındayken kendimi güvende hissediyordum, bunu inkâr edemezdim. Ama aşk… Aşk böyle bir şey miydi? Yoksa sadece birlikte geçirdiğimiz zamanın, yaşadığımız onca şeyin bir yan etkisi miydi?

 

Esra dirseğini tezgâha koyup bana dikkatle baktı. "Bak, anlamam gereken bir şey var," dedi, sesi biraz daha ciddi çıkıyordu. "Sen gerçekten onun için mi burada mısın? Yoksa sadece mecbur olduğun için mi?"

 

Gözlerimi domateslere diktim. Cevap vermek istemedim ama kendi içimde de bir şeylere netlik kazandıramıyordum.

 

Adar bana dokunduğunda içim ısınıyordu, gözleri üzerimdeyken kalbim daha hızlı atıyordu. Ama bu yeterli miydi?

 

Bıçağı bırakıp ellerimi tezgahta birleştirdim. "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Sadece... onunla beraberken kendimi farklı hissediyorum. Ama bu aşk mı, emin değilim."

 

Esra başını yana eğip hafifçe gülümsedi. "Bence Adar’ın bakışlarını bir kez olsun dışarıdan görsen, tereddüt bile etmezdin."

 

Kısa bir yutkunma yaşadım. Bir gerçek neden bu kadar ağır gelmişti bana.

 

"Bu kadar kısa sürede adamı kendine zil zurna aşık ettirdin ya, vallahi helal olsun sana!" Esra hâlâ konuşurken gözlerim gözlerine kalktı.

 

"Belki de aşk sandığım şey, sadece onun yaralarına dokunmaya cesaret edişimdi. o ise bunu sevgi sanıp, içindeki boşluğu doldurduğumu düşündü. Ya aramızdaki aşk değilse? sadece kırık bir kalbin telaşla aradığı geçici bir çözümse?"

 

Esra'nın yüzündeki gülüş kısa bir an soldu. "Nasıl yani?" Dediğinde tekrar yutkundum. "Ona acıdığın için mi onunla berabersin?"

 

Sustum.

 

Ona acımıyordum. Bu bir kesinlikti, ama aşk nasıl olunurdu bilmediğim için sadece sessiz kaldım.Esra'nın söyledikleri bir kesik bıçak gibi içimi parçaladı. Aşk, sevgi… Gerçekten neydi bunlar? Benim ne hissettiğimi bilmiyordu. Adar’a dair her şey karışıyordu kafamda. Bir yanda seviyorum diyordum, diğer yanda sadece bir şeyin boşluğu gibi hissediyordum. Ne kadar kalbimdeki karmaşayı çözmeye çalışsam da her şey daha da bulanıklaşıyordu. Kapıda bir karartı geçtiğinde gözlerim hızla oraya çevrildi. Onun heybetli bedenini gördüm, Adar bizi duymuştu. Hızla mutfaktan çıkarken onun hızlı ve sert adımlarına yetişmeye çalıştım. "Adar!" Durmadı, beni de duymadı. Büyük kapıya ulaştığında koşarak kolunu tuttum. "Nereye gidiyorsun, dinle beni, yanlış anladın!" Kolunu elimden çektiğinde büyük bir boşluğa düştüm.

 

"Nereye gidiyorsun?" dedim, bu sefer daha yavaş ama keskin bir şekilde. Yavaşça, fakat ısrarla tekrar adım attım. Ama o, tek kelime etmeden büyük kapıyı açtı ve dışarıya doğru yöneldi.

 

İçimden bir şey kırıldı, sanki beni terk etmeye hazırlanıyordu. Bunu yapmamalıydı, gerçekten yapmamalıydı. "Adar, dinle lütfen," dedim. "Dinle beni lütfen..."

 

Kapıdan tam çıkarken, bir an duraksadı. Ama bana dönerken gözlerinde bir şeyler kaybolmuş gibiydi. Ne hissettiğini anlamadım. Cevap vermedi. Sadece gözlerindeki boşlukla bana bakıyordu. İçimdeki en derin korkuları yüzüme haykırır gibi baktı. Sonra, adımlarını daha sert bir şekilde atarak bana döndü. "Bana acıdığın için mi benimle birlikte oldun, Vera?" dedi, hareketleri şiddetli ama keskin. Gözleri, kalbimi birden fazla kez paramparça etmiş gibiydi. O kadar netti ki, her kelime bir çekiç gibi kafama çakılıyordu.

 

"Yoksa gerçekten beni seviyor musun?" İrisleri, cevap bekleyen bir yığın soru ile doluydu. Ama bu sorulara verecek bir cevabım yoktu, çünkü ne hissediyordum, ne düşündüğümü anlayamıyordum.

 

Bir süre sessizlik hâkim oldu, sadece birbirimize bakıyorduk. Sonra, Adar bir adım daha atarak bana sırtını döndü. "Eğer," dedi, bu sefer hareketinde bir kırgınlık vardı. "Eğer bana acıdığın için benim ysnımdaysan git Vera... Git çünkü ben böyle bir hayalkırıklığı ile yaşayamam."

 

Bir adım attı, ama geri dönmedi. Kapıyı sertçe kapatıp, derin bir nefes alarak dışarıya çıktı. O an, içinde kaybolduğum boşlukta, gerçek anlamda kaybolduğumu hissettim.

 

Yanlış anlamıştı beni. Esra'nın söylediği söze kendim bir cevap bile vermemiştim, şimdi neden böyle çıkıp gitmişti? Karnıma yumruk yemişim gibi iki büklüm olurken merdiven basamağına oturdum. Esra ve Meryem hala bana doğru gelirlerken gözlerimden akan yaşlar sanki bu anı bekşiyormuşcasına akmaya başladı.

 

 

İyi okumalar bebeklerim 🫶

 

Gelen yorumlarınız için teşekkür ederim çünkü onlardan ilham alarak yeni bölümğ yazdım, çok tatlısınız, çok seviyorum siziiiii💝

 

 

 

 

Bölüm : 15.02.2025 14:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...