Kimi insanlar doğduklarında hayatlarını şekillendirme şansına sahip olur. Kimi insanlar ise doğar doğmaz bir yol çizilir önlerine ve onlar, isteseler de istemeseler de o yolun yolcusu olurlar.
Bu yolda yürüyen küçük bir çocuk görüyordum. Adı Devran Adar Saraçoğlu, ama aslı küçük Adar'dı... Belki de ilk defa tüm maskelerini indirmiş, birbirimizin en saf ve çıplak haliyle karşı karşıyaydık. Hafif sarıya çalan kısa saçları, düzgün burnu ve hafif kaşlarını inceledim önce. Sonra yavaşça açılıp kapanan gözlerinde buldum kendimi. Koyu kahve gözleri, sol gözündeki küçük mavilikle birleşiyordu. Ve bu onun bendeki yerini kat be kat titretiyordu.
"heterokromi," dedim kısık bir sesle, gözlerine bakıp fısıldarken. Hafifçe gülümsedi. "Araştırdım, eşsiz bir farklılık, çok güzel." Yüzüne düşen saçlarımı kulağımın arkasına sığdırdı. Başını uzatıp kısa bir öpücük bırakırken yanağıma, içimin eridiğini hissediyordum. "Senden daha güzel, daha eşsiz değil." Ellerini takip ederken bu sefer gülümseyen bendim.
Adar’ın başı hâlâ koluma yaslıydı. Nefesi tenimde hafif bir rüzgâr gibi geziniyor, parmakları bileğimde temkinli bir keşfe çıkıyordu. Onun içinde kaybolduğunu hissediyordum. Sessizliği, aslında anlatmak istedikleriyle doluydu. Bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeler bazen insanın boğazına düğümlenir ya… Adar’ın da sustuğu yerden konuştuğunu anlıyordum.
Parmaklarımı saçları arasında gezdirdim, yumuşak telleri hafifçe tarayarak. “konuşmak için kendini bana bırakmanı istiyorum,” dedim. Sesimdeki yumuşaklık, içimde onun için var olan o derin duygulardan süzülüp geliyordu. “seninle bu sessizliğe de razıyım ama konuşmanı istiyorum Adar. Konuşmanı istiyorum Adar...”
Başını biraz kaldırıp gözlerimin içine baktı. Bir an boyunca sadece baktık. Zaman durmuş gibiydi. Gözlerindeki o küçük mavilik, içimde tarif edemediğim bir yerlere dokunuyordu. Sanki benden bir parça, onun içinde yankı bulmuştu.
Gözleri dudağıma kaydı, sonra tekrar gözlerime. Tereddütle, usulca başını bana biraz daha yaklaştırdı. O anın içinde sıkışıp kalmıştık; birbirimizden kaçamayan iki gölge gibi, bir noktada buluşmak zorunda olan iki yol gibi.
Sonra, neredeyse bir fısıltı kadar hafif bir temas… Dudakları, dudaklarıma usulca değdi. Zaman gerçekten durdu mu, yoksa sadece benim içimde mi patlayan bir sessizlikti bu, bilmiyordum.
Öyle nazik, öyle ince bir dokunuştu ki… Bir sözü tamamlayan son harf gibiydi. Anlamı veren, tamamlayan…
Geri çekildiğinde, gözleri gözlerimdeydi hâlâ.
“ben zaten kendimi sana bıraktım,” dedi bedeni âdeta fısıltıyla.
Kalbimin attığını duyabiliyor muydum, yoksa hissettiklerim tamamen ona mı aitti?
Başımı hafifçe eğip alnımı onun alnına dayadım. “iyi ki bendesin.”
Biraz gerginlikle benden ayrıldı ve yatakta doğruldu. "İyi misin?" Diye sordum ama, nefesi derinleşmişti. Pijamalarını giyinmeye başladığında onu anlamaya çalışıyordum. "Adar, ne oldu?"
Üzerine bir tişört de giydiğinde elimi tutarak beni ayağa kaldırdı. Üzerimdeki siyah saten gecelik bir an kendini üzerime salarken bizi odanın terasına çıkardı. "Adar, korkutuyorsun beni."
Terasa çıktığımızda geceyi yırtan hafif bir rüzgâr tenime dokundu. Adar’ın eli hâlâ elimdeydi, sıcaktı. Ama o sıcaklığın içinde bir heyecan, bir gerginlik vardı. Gözlerimi onunkilere diktim.
“Adar, ne yapıyorsun?” dedim, hafif bir tebessümle. Ama içimde bir şeyler yerinden oynuyordu.
O ise hiç konuşmadı. Ellerimi tuttu, beni kendine doğru çekti. Bir an gözlerimin içine baktı, sonra dizlerinin üzerine çöktü.
O an nefesim kesildi. Kalbim sanki göğüs kafesimi zorlayarak çıkacakmış gibi atıyordu.
Adar… Dizlerinin üzerine çöktü.
İlk defa, kelimeler benden tamamen kaçtı. Onun gözlerinde gördüğüm şey, geceyi bile aydınlatacak kadar güçlüydü.
Cebinden küçük, lacivert bir kutu çıkardı. Ellerinin titrediğini görebiliyordum. Yavaşça kutuyu açtı ve içindeki yüzük, terasın loş ışığında parladı. Ama o ışık, Adar’ın gözlerinden süzülen parıltıyla yarışamazdı.
“Ben…” dedi hareketleri titriyordu, beden dili bile titriyordu. Sonra derin bir nefes aldı. Kendi içinde boğuşuyor gibiydi. Ama gözleri, benden bir saniye bile ayrılmadı. “Vera, ben hayatım boyunca birçok şey yaşadım. Çoğu, benim seçmediğim yollardı. Ama ilk defa, ben bir şeyi seçiyorum.”
Boğazım düğümlendi. Ellerim yanlarımda sıkılıp açıldı. Onun her kelimesi, içimde yankı yapıyordu.
“Sen benim karanlığımın içindeki tek ışıksın. Kendi yolumu çizme cesaretini bana sen verdin. İlk defa, bir şeyin içinde kaybolmak yerine, bulunmak istedim. Ve seni buldum.”2
Gözlerim doldu. Kelimelerimi yitirmiştim.
Adar başını hafifçe eğip gülümsedi. O gülümseme, hayatımda gördüğüm en güzel şeydi.
“İlk defa, biri bana ‘iyi ki varsın’ dedi bu hayatta. Ve ben de ilk defa, var olmak istiyorum.”
Elimi nazikçe tuttu. Gözleri, gözlerime kenetlendi.
Göğsümde bir şeyler kırıldı, sonra o kırıkların arasından bir çiçek açtı sanki. İçimdeki her duvar çöktü, tüm korkum anlamını yitirdi.
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken Adar, bana hayatımın en güzel sorusunu sordu:
Dizlerinin üzerinde, gözleri gözlerime kilitlenmiş halde bana bakıyordu. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, içimde bir melodi gibi yankılanıyordu. Ama ona gülümseyerek başımı aşağı yukarı salladım.
“Adar…” dedim, gözyaşlarımı silmeye çalışarak. “Biz zaten evliyiz.”
O an yüzündeki ifadenin değiştiğini gördüm. Önce bir an duraksadı, sonra dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. Ama gözlerinde hâlâ bir şey vardı...bir eksiklik hissi, tamamlanmamış bir hikâyenin burukluğu…
Başını eğdi, hafifçe güldü. Sonra gözlerime tekrar baktı, içimi titreten o bedeniyle konuştu:
“Evet, evliyiz ama... sen gelinlik giymedin.” Ellerimi avuçlarının içine aldı, başparmağı nazikçe bileğimi okşadı.
“Biz ilk dansımızı yapmadık.” Gözleri dolmuştu ama hâlâ gülümsüyordu. “kuru bir berdelle evlendik ama ben sana en güzelinden bir düğün yapacağım.”
Gözlerimi kırpıştırıp ona bakıyordum. Nefesim boğazıma düğümlenmişti.
Adar derin bir nefes aldı, başını yana eğdi, o yaramaz ama içten gülümsemesini takındı. “Hatta âdete uygun olsun diye seni babandan bile usulünce isteyebilirim.”
Gülmeye başladım, ama gözlerim hâlâ yaşlıydı. O ise bana gözlerini hiç kırpmadan bakıyordu, sanki söylediklerinin ağırlığını tam anlamamı istiyormuş gibi.
Sonra ayağa kalkıp bir adım daha yaklaştı.
“Ben senin tuzlu kahveni bile içmedim.”
İçimde bir şeyler çözüldü. Adar… Her şeyi gören, her şeyi bilen, beni benden daha çok hisseden adam…
Ona sarıldım. Kollarımı boynuna doladım, kokusunu içime çektim. “Senin için en tuzlusu olacak,” dedim, gözlerimi kapatıp hafifçe gülümseyerek.
Adar kollarını belime sardı, başını omzuma yasladı. “Ne kadar tuzlu olursa olsun, bir yudumda içeceğim.”
Ve o gece, yıldızların altında, kaderin bizi zaten birbirimize yazdığına bir kez daha inandım.
Bir kez daha kaderime teşekkür edip kendimi adarın kollarına bıraktım.
**
Duyduğum kapı sesiyle uyanırken yanımda Adar'ı görememiştim. Yataktan mayışık hareketlerle kalkarken üzerime sabahlığımı geçirdim ve odadan çıkarak aşağı inmeye başladım. Kapının kapanma sesi geldi, ardından adım sesleri ama sonra sessizleşti. Salona indiğimde Adar'ı görememiştim. Mutfaktan gelen sesler üzerine mutfağa geçtiğimde önce Adar'ın güçlü, geniş sırtını görmüştüm.
"Günaydın," dediğimde bana dönerek günaydın demişti beden diliyle. Yanına yaklaştığımda kahvaltı hazırladığını gördüm. "Saat çok erken değil mi? Çok mu acıktın?" Hemen yanında durdum. Uzanıp yanağımı öptü ve tekrar işine döndü. "Saat dokuzda amcamı defin etmek için mezarlığa gitmemiz gerekiyor. Ondan erken kalktım."
Sözleri havada asılı kaldı. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söyleyemedim. Gidecek misin gerçekten? diye sordum, sesim farkında olmadan kısıldı.
İstemeden de olsa başını hafifçe salladı. “Evet, gitmemiz gerekiyor.”
Onun gözlerinden ayrılmak istemiyordum. O gözlerde, içinde saklamaya çalıştığı bir hüzün vardı. Ama Adar böyleydi işte...her duygusunu içine gömüp, sessizce taşırdı.
Elimi uzatıp sırtına dokundum. “Tamam,” dedim, yumuşak bir sesle. “O zaman beraber kahvaltı yapar çıkarız?”
Başını hafifçe sallayıp yüzüme baktı. O derin, koyu kahve gözleri ile oluşan fırtına içimde bir yerlere dokundu yine.
“Olur,” dedi. Sonra başını eğdi, yanağıma hafifçe bir öpücük kondurdu.
Birlikte sofrayı hazırlamaya başladık. O ekmekleri dilimledi, ben çayı koydum. O peynirleri dizerken, ben bir an ona takılıp kaldım. Onun bu kadar sıradan bir anda bile yanımda oluşu, kalbimi ısıtan bir şeydi.
Bunu fark etmiş olacak ki birden yanağımı öptü. “Ne bakıyorsun?”
Gözlerimi kırpıştırıp kendime geldim. “Sadece… Seni izliyordum.”
Bu sefer daha uzun bir öpücük bıraktı yanağıma. “bölmeyeyim seni, İzlemeye devam edebilirsin.”
Omuzumu hafifçe iterek şakayla karışık güldüm. Ama o her fırsatta beni öpmeye devam etti. Bazen boynuma, bazen şakağıma, bazen sadece saçlarımın arasına…
Sonunda dayanamadım, kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Kahvaltı mı yapacağız yoksa sen beni öpüp duracak mısın?”
Başını hafifçe yana eğip umursamazca gülümsedi. “İkisini bir arada yapamaz mıyım?”
Güldüm. Kahvaltı masasına oturduğumuzda bile, elimi tuttu, parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi. kahvaltı boyunca her fırsatta elimi tutması, yanağıma hafifçe öpücükler bırakması, hatta bazen sadece gözleriyle bana gülümsemesi içimi ısıtıyordu. İçinde bir hüzün taşıdığı belliydi ama benim yanımda olduğu sürece onu biraz olsun hafifletmek ister gibiydi.
Tabağımdaki zeytini alırken aniden eliyle engel olmasıyla başımı kaldırdım. Kaşlarını hafifçe çatmış, gözlerini kısmıştı. "O zeytin benimdi."
Gülerek elimi çektim. "İkimiz de aynı tabaktan yiyoruz, nasıl senin olabiliyor?"
Ekmeğini kenara bırakıp bana doğru eğildi. "Çünkü ben onu en sona saklamıştım."
Alaycı bir kahkaha attım ve hızla zeytini ağzıma attım. "Şimdi ne yapacaksın bakalım?"
O an gözleri kısıldı ve hiç beklemediğim bir anda belimden tutup beni kendine çekti. "Hâlâ telafi etme şansın var."
Kahkahalar arasında onu itmeye çalışırken öptü beni, hafif, ama içime kadar işleyen bir öpücük. Sonra yüzüme baktı, memnun bir ifadeyle başını salladı. "Tamam, affettim."
Ona sarıldım. İçimdeki neşeye rağmen, az sonra ne için kalkacağımızı biliyordum. O da biliyordu. Ama bu sabahın içinde biraz olsun mutluluk biriktirmek istiyorduk.
Birkaç dakika sonra sofrayı topladık ve yukarı çıktık. Gardırobu açtığımda, içimde bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Siyah bir elbiseyi elime aldım, sonra yan gözle Adar’a baktım. O da dolabındaki siyah takımını çıkarıyordu.
İkimiz de hiçbir şey söylemeden hazırlandık. Elbisemi giyerken, Adar aynada bana baktı. Arkamdan yaklaşıp saçlarımı düzeltti, sonra enseme hafif bir öpücük bıraktı. "Çok..Güzel görünüyorsun."
Yüzümde hafif bir hüzünlü tebessüm oluştu. "Keşke bu elbiseyi başka bir sebeple giyseydim."
Adar derin bir nefes aldı, yüzümü ellerinin arasına aldı ve gözlerimin içine baktı. "Ne olursa olsun, kötü düşünmek yok."
Başımı salladım. O da hazır olunca elimi tuttu ve sessizce evden çıktık.
Mezarlığa vardığımızda, hava griydi. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Kalabalığın içinde ilerlerken Adar’ın eli hiç elimden ayrılmadı. Bir anlığına başımı ona çevirdiğimde, gözlerinin derininde o duygusal fırtınayı gördüm.
Adar, her zamanki gibi dimdik duruyordu. Ama ben, onun içindeki hüznü hissedebiliyordum. Ve o an fark ettim ki, ben onun yasını tutarken o da benim yasımı tutuyordu.
Kadınların olduğu yere geçerken onunda erkeklerin tarafına gittiğini gördüm. Ali elinde küreği babasının son toprağını üzerine atarken gözlerinden onun perişanlığını okuyabiliyorum. Zelal, ve Meryem hala biraz daha içli içli ağlıyordu. Kadınların genel olarak dizlerine vurup ağlamalarına bir de Adar'ın dedesi eşlik ediyordu. Dizlerine vuruyor, ağıtlar yakıyor, acısını haykırıyordu.
Annemi gördüm, yanına ilerlerken duygusallığın vermiş olduğu durgunlukla ellerini bana sardı ve öylece durduk. Avşin'i gördüm sonra. Annesine uzanıyor, babasının acısını göz yaşlarına döküyordu.
Kursağımda bir yumru kaldı. Bunun nedeni Adar mıydı?
Düşünmek istemiyordum. Çünkü eğer düşünürsem duygularım mantığıma, mantığım duygularıma ihanet ederdi, ve burada kazanan kimse olmazdı.
Tu çû, ev dinyayê min wêran bû…
Sen gittin, bu dünyam tarumar oldu…)
Bu ocağım yıkıldı, harap oldu…)
(Işığım, nerede senin gözlerin?
Kimde arayayım seni, bugün yoksun…)
Dilê min şikest, lê kî guhdar e?
(Yüreğim parçalandı, ama kim duyar?
Ah benim oğlum, ah benim sevdam!)
Qirx bî ser min, lê ne ket dî…
Ev xwînê te tê gotin "bavê min!"
(Kırk yara açıldı içimde ama kapanmadı…
Bu kanın hâlâ "babam" diye sesleniyor!)
Tu çû û ez di vê dunyayê bimîrim…
(Ben sen olayım, ben sen olayım…
Sen gittin ve ben bu dünyada öldüm…)"
Sonra bir ağıt yakardı gökyüzüne doğru. Oğlunu kaybeden babanın, acısıydı... Oğlum diyordu, sonra ocağım yıkıldı, harap oldum diyordu...
Gözlerim istemsizce doldu. Annemin koluna sıkıca sarılırken anın verdiği duygusallıkla gözlerim dolmuştu.
O an fark ettim ki, insanın kaybı ne olursa olsun, yas aynıydı. Adar’ın gözlerinde, içimdeki geçmişin yankısını gördüm. Onun yasını izlerken, kendi kaybettiklerimi hatırladım.
Rüzgâr biraz daha şiddetlendi. Adar, mezarın önünde diz çöktü, parmakları toprağın nemli yüzeyini kazırken dudaklarından bir dua döküldü. Kendi dilinde, kendi acısıyla, kendi sessizliğiyle…
Sonra yavaşça doğruldu. Bana baktı. Gözlerimiz birleştiğinde, içindeki fırtınayı hissettim. Ama orada sadece acı yoktu. İçinde, bir gün bu acıyla yaşamayı öğrenme umudu da vardı.
Ve ben o an anladım… Adar için bu, bir veda değildi. Bu, onu unutmamak için verdiği bir sözdü.
Taziye konağa taşındı, dedesi iyi değildi. Gelen taziye dilekleri kabul edildi ama hâlâ büyük bir boşluk yankılanıyordu evde. Kadınlar erkekler ayrı odalarda ağırlandı. Helvalar kavruldu, herkese dağıtıldı.
Saat ilerledikçe insanlar dağıldı. Ama üç gün boyunca gelen bir daha geldi. Tam üç gün boyunca insanlar konağa akın etti. Uzaktan gelenler, yurt dışı, şehir dışı, kimse farkmeksizin herkes buradaydı. Sonunda artık dağılanlar bir daha gelmemeye gitmişlerdi. Bir hafta geçti ama konak ıssız bir sessizliğe gömülmüştü.
Adarın dedesi odasından çıkmıyor, hemşireler tarafından sakinleştirici verilip uyutuluyordu. Bu acıyı kaldıramayacak kadar yaşlıydı.
Zelal ve gelini Ali'nin başındaydı. Çünkü Ali neredeyse çıldırmış gibiydi. Arada Adar'a dikleniyor, yine de elinden bir şey gelmeyip odasına çekiliyordu. Meryem hâlâ sadece bizimle konuşuyor, başka kimseyle konuşmamaya yemin etmiş gibiydi. Esra ve Serdar ise, sadece bizim gibi olaylara tanıklık ediyordu. Salona geçtik en son beraber. Bir haftanın sonunda ilk defa bütün ev ahalisi birlikteydi. Adar'ın dedesi Bawer bey koltuğuna sinmiş, gözleri yererydi. Adar elimi bırakıp beni bir koltuğa oturttuğunda kendisi oturmadı ve sadece başımda durdu. Hepimiz Bawer Bey'in konuşmasını bekliyorduk.
Sonunda gözleri Adar'ı buldu ve konuştu; "benim dört oğlum vardı," dedi, sesinde hem Mardin'in ağır şivesi hemde yorgunluğunun, hissizliğinin belirtisi vardı. "İkisi hapiste," dedi biri Adar'ın babası, diğeri ise vefat eden amcasından bir küçük olan amcasıydı.
"Biri uzakta, bir diğerini de toprağa gömdüm." Yaşlı kızarık gözleri acısını haykırıyordu. "Benim dayanacak gücüm artık yoktur." Serdar'ın babası ve annesi geçti salona. Ardından Serdar'ın annesi Meryem hala eşliğinde yanımdaki boşluğa oturdu ve sessizce Bawer Ağa'nın konuşmasını bekliyorduk.
"Acım derindir..." Sessizliği bölen Ali ve zelal'ın da odaya girmesiydi. Keskin gözleri doğrudan Adar'ı bulduğunda Adar sessizce ellerini ceplerine koyarak, ondan, çekinmediğini açıkça ortaya koydu.
"Bu şehir bana dar gelir," Bawer bey konuşmaya devam etti. "Ciğerim yanıyor, nefes alamaz oldum." Gözleri hepimizin üzerinde gezindi. "Ben Şervan'la Almanya'ya gideceğim." Son kararını hepimize açıklarken nefesler tutulmuştu. "Buraya döner miyim bilmem... Artık savaşacak gücüm yoktur... Buranın ağalığını, töresini, kötülüğünü kaldıramıyorum... Artık..." Adar'a döndü bakışları. "Ağalığı, işleri bırakma zamanım... Ve bunları... Sana bırakıyorum..." Zelal kısa bir şokla inledi. "Ne!"
Adar ve ben sessiz bir şaşkınlıkla sadece izlemeye devam ettik. "Başa sen geçeceksin." Dedi kesin vermiş olduğu bir kararla.
"Kararımı sorgulamayın Meryem!"
"Bu haksızlık değil midir şimdi? Ali'm gibi güçlü, dirayetli biri varken daha alfabenin a'sını söyleyemeyen dilsiz birine mi bırakacaksın ağalığı!" Bu sefer yılan gibi zehir saça saça konuşan kişi tabii ki de Zelal di.
"En büyük oğlumun en büyük oğludur! Evin büyüğüdür, hak onundur! Sözüm bitmiştir, akşama gidiyorum, kabul etseniz de etmeseniz de bu böyledir!"
Adar sadece durdu. Tek kelime etmedi. Mimik bile oynatmadı. Sanki bunun olacağını biliyormuş gibi sadece izliyordu. Ve bende en az onun kadar tepkisizdim.
Ali öfkeyle bir adım öne çıktı. Yüzü öfkeyle kasılmıştı, elleri yumruk olmuştu. Gözleri dedesinin üzerindeydi, ama asıl bakışları Adar’a meydan okuyordu.
“Bu nasıl bir karar, dede?” Sesi titriyordu ama bu öfkeden mi, yoksa hayal kırıklığından mı belli değildi. “Benden büyüklüğümden, tecrübemden bahsediyorsun, sonra da bu ailenin başına konuşmayan, sesi çıkmayan birini mı geçiriyorsun?”
Bawer Bey hiç tereddüt etmeden başını kaldırdı. “Ben bu kararı verirken yaşa bakmadım, güce bakmadım, cesarete bakmadım. Ben geleceğe baktım, Ali. Adar, senin düşündüğünden çok daha fazlasıdır.”
Ali, alaycı bir kahkaha attı. “Öyle mi? Benim düşündüğümden daha fazla mı? O zaman niye burada, niye bu evde, niye bir kez olsun hakkını savunmadı? Söylesene, dede, ağalığın ağırlığını taşıyabilecek mi?”
Zelal, Ali’nin arkasında durup başını salladı. “Taşıyamayacak! Bunu hepimiz biliyoruz! Ali varken, niye Adar?”
Adar ise yerinden kıpırdamadı. Ne yüzü değişti ne de bir itirazda bulundu. Gözlerini dedesinin gözlerinden ayırmıyor, herkesin tepkisini sakince dinliyordu.
Bawer Bey derin bir nefes aldı.
“Sen bir orduya liderlik edebilirsin, Ali.” Sesi sakindi, ama içinde bir ağırlık vardı. “Ama bir haneyi, bir halkı yönetmek için sadece güç yetmez. Sabır gerekir, strateji gerekir, vicdan gerekir. Adar konuşmaz belki, ama senin en kızgın anlarında göremediğin şeyleri görür. Adar, bir liderin taşıması gereken yükü taşımayı bilir.”
Ali’nin nefesi hızlandı. “Ama ben—”
“Ama sen çok konuşuyorsun, Ali!” Bawer Bey’in sesi bir an yükseldi. “Senin gözün kudrette, Adar’ın gözüyse adalette!”
Salonun içine ölüm sessizliği çöktü. Ali’nin nefesi kesildi, gözleri kısıldı.
Bawer Bey bakışlarını torunlarından çekip, tekrar odadaki herkese çevirdi. “Sözüm bitmiştir! Kabul etseniz de etmeseniz de Adar bu evin başına geçecektir.”
Ardından ağır adımlarla sandalyeye oturdu, bastonunu sertçe yere vurdu. “şirket ve yetkililerim için bütün imzalarımı avukata verdim. Bu mesele burada kapanmıştır.”
Ali, bir an daha olduğu yerde durdu, öfkeyle herkese bakıyor, solukları sertleşiyordu. "Ben ne olacağım!" Dediğinde haykırırcasına çıkmıştı sesi.
"Ben hâlâ babamın yasını tutuyorum! Onun gidişini kabullenemiyorum! Ve bundan hâlâ bu herifi sorumlu tutarken bir de onun emri altına mı gireceğim!?"
"Kes sesini! Nasıl konuşuyorsun sen dedenle! Babanın katili içerde işte! Nasıl hâlâ Adar'dan bile biliyorsun! Birbirinizi sevmeseniz bile saygı duyacaksınız! Dedenin kararlarını sorgulamak sana kalmadı!" Meryem hala sertçe çıkışırken artık odada kimsenin sabrı kalmamıştı.
"Oğluma bağırma Meryem! Senin de kardeşindi ölen! Tek kelimesinde haksızlık yok oğlumun! Biz ne yapacağız şimdi! Ne olacak halimiz!"
"Kesin!" Ve o haykırış Bawer Ağa'dan gelmişti. "Ben ne dersem o!" Sertçe ayağa kalktığında Serdar ve babası Şervan da ayağa kalktı. "Sende benimle geleceksin! Aklın başına gelmeyene kadar da buraya adımını atamayacaksın!" Ali'ye bakarak tekrar bastonu yere vurdu. "Tez vakitte gidiyoruz!" Şervan'a döndü. "De hayde! Bîmêşîn!" (Yürüyün,)
"Oğlumu hiçbir yere bırakmam," Zelal'ı artık duyan yoktu. Meryem hala babasının ardından giderken Ali, Adar'a döndü. "Mutlu musun? Saltanat sana kaldı. Bizi de sürgün edildik. Şimdi rahat rahat gezersin konakta!"
"Şu sessizliğin senin sonun olacak bir gün! Başımıza gelenler hepsi senin yüzünden! Bir gün bunların hesabını soracağım sana!" Ali'yi tutan annesiydi. Ayağa kalkarak Adar'a yanaştım. "Bulaşma şu uğursuza, yürü gidelim şurdan!" Ali öfkeyle arkasına dönerek odayı terk etti. "Beni odama götür," Serdar ve Esra annesini odadan çıkarırken odada yanlız kaldık.
Adar’ın omuzları hafifçe kalktı, ama yine de tek kelime etmedi. Gözleri, zemine çakılı kalmıştı. Dedesinin sözleri sanki hâlâ havada asılı duruyordu, ama odadaki herkes bir şeylerin eksik olduğunu hissetmişti.
Çaresiz bir sessizlik neydi bilir miydiniz?
Konuşacak çok şey olup tek kelime edememek…
Hakkını dibine kadar savunabilmek varken konuşamamak…
Bawer Bey’in kararı kesinleşmişti, ama mesele kapanmış değildi. Ali’nin odadan çıkarken geride bıraktığı gerilim, Zelal’in içten içe kaynayan öfkesi, diğer akrabaların huzursuz bakışları… Hepsi havada asılı kalan bir fırtına gibiydi.
Adar sonunda başını kaldırdı. Bakışları kısa bir an benimkilerle kesişti. İçinde ne vardı bilmiyordum. Öfke mi? Kabulleniş mi? Belki de sadece yorgunluk…
Sonra derin bir nefes aldı ve sessizce masadan kalktı. Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Kimse onu durdurmadı. Çünkü Adar’ın ne zaman ne yapacağını kimse bilemezdi. Ama ben bir şeyi biliyordum, şu an, tek başına kalmak istiyordu.
Ama onu yalnız bırakmaya niyetim yoktum.
Adımlarım sessizdi ama kalbim gürültüyle atıyordu. Peşinden gidiyordum. Adar’ın sessizliği bir duvar gibiydi, kimse yaklaşamıyordu ama ben… Ben bu duvarı aşmak istiyordum.
Önce odadan çıktı, ve sonra merdivenleri kullanarak yukarı terasa çıktı. taş zemininde, demir korkuluklara yaslanmıştı. Gözleri, aşağıdaki sokaklardan bir yerlere dalmış, düşünceleri bilinmez bir girdaba kapılmış gibiydi. Ellerinden biri cebindeydi, diğerinde ise yanan bir sigara vardı.
Adar nadiren sigara içerdi. işte, o nadir anlardan birinde, onun en çıplak hâlini izliyordum.
Dudaklarının arasından çıkan duman, ılık havaya karışırken gözlerimi ondan alamadım. Derin bir nefes aldı, sonra başını hafifçe eğerek dumanı savurdu.
Bir şey söyleyebilirdim. Onu teselli edecek, içindeki ağırlığı alacak bir şeyler. Ama bazen kelimeler gereksizdi.
Ona yaklaştım. Kollarımı yavaşça beline doladım, sırtı göğsüme yaslandığında, kalp atışlarını hissettim.
İrkildi. Hafifçe başını bana çevirdi ama konuşmadı. Gözleri hâlâ hüzünle doluydu.
Bana en fazla ihtiyacı olduğu anda, sessizliğine ortak olmak istedim. O konuşmasa da, ben orada olduğumu bilsin istedim.
Kafamı sırtına yasladım ve gözlerimi kapattım. O anda ne dün vardı ne yarın. Sadece biz vardık, soğuk hava, sigara dumanı ve sustukça ağırlaşan ama bir o kadar da anlam kazanan sessizlik…
Adar sigarasından son bir nefes çekti, sonra izmariti parmakları arasında ezerek taş zemine bastı. Öylece durduk, birbirimize yaslanmış, içimizdeki fırtınaları sessizce dinleyerek.
Başı hafifçe geriye yaslandı, saçları saçlarıma dokundu. Gözlerini kapattı mı, bilmiyordum ama nefesi daha derin, daha ağır olmuştu. Belki de saatler geçti böyle dururken, belki de sadece saniyeler... Sonra bana döndü. Göğsüne yaslanmama izin verdi. Sanki artık konuşmak istiyor gibiydi. Onu anlamama izin verdi.
“Çok şey söylendi,” dedi sonunda, hareketi bile neredeyse bir fısıltıydı. “Ama hiçbirini duymak istemedim.”
Parmaklarımı yavaşça göğsünün üzerinde birleştirdim, ona daha sıkı sarıldım. “duymak zorunda değilsin.”
Birkaç saniye daha sessiz kaldı. Sonra, ilk defa ellerini kaldırıp kollarımın üzerine koydu. “Ama bu da çözmüyor, kimsenin beni anlamaması her şeyi zora sokuyor.”
Biliyorum, diye düşündüm. Onun derdini alıp dağlara savurasım geliyordu. Onu göğüs kafesime koyup her şeyden, herkesten saklamak istiyordum. Ama biliyordum ki bazen savaşmak da gerekiyordu.
Başını hafifçe yana çevirdi derin bir nefes vererek, alnı şakağıma değdi. “Burada olman iyi.”
Gözlerimi kapattım. İçimde bir sıcaklık yayıldı. Belki Adar konuşan biri değildi, belki çoğu zaman duvarlarını kaldırıyordu. Ama şu an, duvarlarının arkasında olmak için bana izin vermişti.
Ve bu, her şeyden kıymetliydi.
Adar, derin bir nefes aldı. Göğsü, göğsüme her temas ettiğinde hafifçe yükselip alçalıyordu. Başını omzuma yasladı, sanki orada, benim üzerimde dinleniyormuş gibi.
Kollarım hâlâ belindeydi, sıcağımı hissettiğini biliyordum. Ama asıl hissettiği, belki de kokumdu.
Bir nefes daha aldı, sonra bir tane daha.
Sanki dünyada nefes alabileceği tek yer burasıymış gibi, sanki içinde biriken fırtınayı yalnızca benim üzerimde dindirebilirmiş gibi.
Gözlerimi kapattım. “Buradayım.” dedim. Fısıltım, günü yırtan bir söz gibi değil, onu sarmalayan bir melodi gibi çıktı dudaklarımdan.
Adar cevap vermedi. Ama başını biraz daha boynuma gömerek, kollarımı biraz daha sıkıca tutarak hissettirdi her şeyi.
O gece, ne ağırlığını taşıdığımız geçmiş ne de bizi bekleyen gelecek vardı.
Sadece biz vardık. Ve sessizce, birbirimize nefes oluyorduk.
Sonra bir ses yükseldi konağın avlusundan. "Oğlumu bir yere göndermem!" Diyen Zelal'ın sesiydi bu. Birbirimizden ayrılırken terasın avluyu gören kısmına geçmiştik. Ali ve eşi elinde bavullarla konağın ortasında durmuş, arkasında Bawer bey ve oğlu Şervan ve hanımı vardı. Serdar ailesiyle vedalaşırken annesine sıkıca sarıldı. Ardından kardeşine...babasına ve onların vedası bu kadardı. Zelal haykıra haykıra ağlayıp kendini parçalarken Bawer bey yaşlılığın vermiş olduğu kaburluğu yok
sayarak dik durmuştu. "Herkes aklını başına devşirecek!" Dedi Bawer Bey. "Araba hazır baba," dedi Şervan Bey, babasına doğru. Konak birazdan sessizliğe gömülecekti.
"Bende geleyim baba! Ne yaparım buralarda, nasıl yaparım oğlumsuz, Âgîr'sız." Bir kadın olarak onun yerinde olmak istemezdim. Çünkü hem oğlundan, hemde eşinden olmuştu. Artık kimsesiz gibi, bu konakta kalacaktı. "Seninde, oğlunun da bir derse ihtiyacı var." Son sözleri bu oldu. Gözleri bir an Adar'ı buldu. Sakince yumdu gözünü, ardından çekti bakışlarını ve konaktan ayrıldı. Belki de en acımasız ve en soğuk vedalardan birini yaşıyorduk. Ya da biz öyle düşünüyorduk.
Sonunda Ali ve eşi konaktan adım atarak çıkacaklardı ki Zelal oğlunun ayağına yapıştı. "Gitme..." Sesi titriyordu. "Gitme oğlum, ne olursun gitme. Ne yaparım ben sensiz... Kardeşin de evlendi, sende gidersen ben ne yaparım şimdi yalnız başıma." Avşin geldi aklıma, o abisiyle vedalaşamadan gitmiş olacaktı. İşte hayatın kaidesi de buydu. Mutluluk kişiye mahsustu, hüzün dünyaya..
"Bırak ana! Daha fazla ezdirme kendini. Geleceğim ziyaretlerine, arayacağım her gün seni. Kalk şimdi, başın dimdik bir şekilde uğurla oğlunu. En azından benim her zaman arkamda duran bir anam var... Bazıları gibi kimsesiz değilim!"
Adar’ın bedeni bir anlığına gerildi. Sanki bir bıçak, tam göğsünün ortasından geçmiş gibi.
Elim, refleksle onun elini buldu. Sıcak ama bir o kadar da gergindi. Parmakları istemsizce titriyordu.
Başını eğmişti, yüzünü göremiyordum ama gözlerini nasıl sıktığını, dişlerini nasıl kenetlediğini hissedebiliyordum.
Avluda annesine sarılan Ali’yi izliyordu, ama gözleri sanki daha da uzağa bakıyordu. Belki geçmişine, belki de hiç yaşanmamış çocukluğuna...
“En azından benim arkamda duran bir anam var...”
O cümle, onun için fazlasıyla ağırdı.
Bir insanın, en büyük eksikliğini, başkasının cümlesinde duyması gibiydi.
Elini biraz daha sıktım, ona döndüm. “ben varım.” dedim sadece.
Küçük bir nefes aldı, elini avucumda biraz daha sıkıştırdı. Sonra başını yavaşça çevirdi.
Adar ağlamadı. Ama gözleri ondan habersizce doldu.
Bunu derken, gözleri konuşmuştu. Ama ben onu can kulağıyla duydum.
O an anladım ki, Adar bu konakta her zaman bir gölge olarak var olmuştu. Ama ben... Onun, kendini en azından biri için gerçek hissetmesini istiyordum.
Avluda ayrılıklar yaşanırken, biz terasta birbirimize daha da sıkı sarılıyorduk.
Belki annesinin yerini dolduramazdım ama, yaralarını sarmayı deneyecektim. Ona canımdan bir can bahşedecektim... Onu yaralarını unutup hayata, mutluluğa döndürecektim.
Üç gün önce yaşananlar içimde bir yerde hâlâ dolaşırken gözlerim güne yorgunca açıldı. Adar saçlarımı okşarken omzumda, boynumda sıcak öpücüklerini hissediyordum. Sırtım ona dönüktü ama ruhum hâlâ ruhundaydı. Parmakları saçlarımın bittiği yere kadar gidip geliyordu. Nefesi kulağıma çarpıyor, tsnimi okşuyordu. Hafifçe yutkundum.
Sıcak nefesi, tenimde gezinirken gözlerimi kapattım. Hissetmek... Bir insanın varlığını, her zerresinde hissetmek… Bu, onun ellerinde mümkün oluyordu.
Parmakları, boynumdan omzuma süzüldü. Başını biraz daha yaklaştırdı, dudakları tenime hafifçe dokundu.
“Uyan,” parmakları kalemin ucu gibi tenimde şekil çizdiğinde ne demek istediğini anlamıştım.
Gözlerimi açtım ama dönmedim. Sıcaklığı arkamda hissetmek güzeldi. Güvende olmak gibi.
“Uyanmayacağım,” diye mırıldandım.
Hafifçe güldü. Göğsü, sırtıma değdiğinde hissettim o titreşimi. Sonra elini, belime usulca yerleştirdi.
“Uyanmazsan...” dedi, parmakları hâlâ tenimde çizerken, “...seni öperek uyandırırım.”
Gözlerimi açmadan gülümsedim. “Tehdit mi bu?”
Bu kez hareketi daha kısaydı. “Uyarı.”
Sonra gerçekten de yapacağını yaptı.
Önce enseme bir öpücük kondurdu. Sonra biraz daha boynuma, biraz daha aşağıya...
Sıcaklığı her yere yayılıyordu. Teni, tenime temas ettikçe içimde bir kıvılcım gibi büyüyordu.
Yüzümü hafifçe döndüm, gözleri gözlerime değdi.
“Adar...” dedim, ama sesim neredeyse çıkmadı.
Parmaklarını yanağıma sürdü. “Efendim?”
Kalbim, göğsümde hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Ama en çok da, onun da aynı şekilde hissettiğini biliyordum.
Gözlerim hâlâ mahmur, gözlerine bakarken mırıldandım.
Adar cevap vermedi, sadece kaşlarını hafifçe kaldırıp başını yana eğdi.
Beden diliyle konuşuyordu.Gözleriyle bana bir şey sorduğunu hissettim ama ne olduğunu tam anlayamadım.
Elini yastığa koyup bana biraz daha yaklaştı, başını hafif yana eğdi ve beni şaşkına uğratan o sözü söyledi. ‘'İşe gitmeyecek misin?’'
Kaşlarımı daha da çattım. “Ne işi?”
Dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı. “Kliniğe.”
O an gözlerim büyüdü, içimde bir sıcaklık yayıldı.
Hızla doğrulup yatakta oturdum. “Çalışacak mıyım?” Sesim heyecanla yükseldi.
Adar, yatağa yaslanmış, beni izliyordu. Hafifçe başını salladı.
“Sana çalışma dediğimi hatırlamıyorum.”
Sözleriyle birlikte elini enseme koydu ve beni kendine çekip öptü.
O an her şeyin cevabı dudaklarının arasındaydı. Özgürlüğüm, benliğim, kaybettiğim her şeyi geri kazanmanın anahtarı...
Onun içinde ve onunla... Yeniden var oluyordum.
Zaman nasıl geçti anlamamıştım. Sanki bütün dünya 2x'te dönmeye başlamıştı. Birden kendimi huzurlu bir arayışta buldum. Duş aldım, saçlarıma şekil verdim. Makyajımı yaptım. Giyinme odasına geçerken Adar'ın öpücüklerine maruz kaldım. "Aşağıda seni bekliyor olacağım," dediğinde başımı salladım. Odadan çıktı. Elime aldığım bordo saten gömleği üzerime geçirdim. Ardından siyah yüksek bel kumaş pantolonumu giyerek aynadan kendime baktım. Topuklularımı giyerken artık gitmeye hazırdım. Evlendikten sonra ilk defa gitmenin heyecanını ve mutluluğunu yaşıyordum. Klinik tamamen bana ait değildi. İş ortağım çok tatlı bir kadındı ve ona durumu bildirdiğimde sadece geri dönmeni bekleyeceğiz demişti. İşte bugün geri dönme günüydü. Çantamı alıp odadan çıkarken merdivenleri dikkatlice indim. Adar'ı arayan bakışlarım olumsuzca önüne dönerken bir ihtimal arabadır diyerek kapıya yöneldim.
"Nereye gidiyorsun gelin hanım?" Duyduğum ses tüylerimi diken diken ederken yavaşça Zelal hanıma döndüm. "Süslenip püslenmişsin bir de, düğüne mi gidiyorsun?"
"Hayır Zelal hanım, düğüne değil, işe gidiyorum." Kaşları havalandı. Ardından dudakları alayla kıvrıldı. "Bak hele şu konağın karılarına, işe giden tek bir avrat görüyor musun da sen de gideceksin? Sana çalışmanı kim söyledi? Dön işine, yok çalışmak falan!"
Zelal Hanım’ın alaycı bakışları içimde bir kıvılcım yaktı. Ben buraya birilerinin kurallarına boyun eğmeye gelmedim.
Gözlerimi gözlerine kilitledim, bakışlarımda korku yoktu. Dimdik durdum.
"Burası senin konağın olabilir, ama hayatım değil." Sesim çelik gibi sert çıkmıştı.
Zelal bir anlık şaşkınlıkla kaşlarını çattı ama hızla toparlandı. "Bak hele şu konuşana! Sana bir hayat mı bıraktık da sen sahip çıkıyorsun?"
Bir adım attım ona doğru. "Sizden bana bir şey kalmadı ki sahip çıkayım! Siz sadece almaya alışkınsınız! Berdel istediniz diye oldu, ama bu kadar, fazlasına gücünüz yetmez!"
Elimi çantamın sapına daha sıkı bastırdım. “Ve evet, çalışacağım! Çünkü ben, kendi ayakları üstünde duran bir kadınım! Senin gibi birinin lafıyla hareket edecek değilim!”
Zelal öfkeden titrerken, gözleri ateş saçıyordu.
“bunca yıllık törenin sözünü yere mi düşüreceksin? Ağanın hanımı olup el âleme mi rezil edeceksin kendini?”
"Ben bu hayatta kimsenin gölgesi olmadım, Adar’ın da olmayacağım! Onun ‘hanımı’ değilim, onun eşiyim! Ve bir eş, erkeğinin ardında değil, yanında durur!"
Sonra gözlerimi onun gözlerine sapladım.
“Benim yolumu sen çizemeyeceksin, Zelal Hanım.”
O an arkamda bir gölge hissettim.
Adar.
Sessizce duruyordu. Beni izliyordu.
Çünkü benim güçlü olduğumu, kendi savaşımı kendim vereceğimi biliyordu.
Çünkü ben sadece onun kadını değil, kendi hikâyemin kahramanıydım.
Zelal’in sesi zehirli bir ok gibi aramıza düştü.
“Karın çalışacak, sen de onu öylece izleyecek misin? Sen ne biçim ağasın Adar? Erkek dediğin elin kadınına muhtaç etmez kendini!”
Adar sessizdi. Bakışları birr an bile Zelal’e dönmedi. Sadece bana baktı.
Sonra yavaşça yanıma yaklaşıp elimi tuttu.
Sıcak, sağlam, güven veren bir dokunuştu.
Gözlerini gözlerime kilitledi. Hareketinde en ufak bir tereddüt yoktu.
Zelal’in yüzü allak bullak oldu. Öfkesi dalga dalga yayılıyordu ama Adar aldırış etmedi.
"Hatta onu işe ben bırakacağım."
Zelal’in öfkeden titreyen dudakları açıldı ama kelimeler çıkmadı.
Adar’ın eli elimdeydi. Sımsıkı.
Beni sadece desteklemiyordu. Benim yanımda olduğunu, yanımda olmaya da devam edeceğini herkese ilan ediyordu.
"Zehir saçman bittiyse mutfağa dön Zelal," dedi Meryem hala konağın diğer ucundan ağır adımlarla gelerek. "Keza akşama yetişekecek yemekler var." Zelal iyice sinir küpüne dönmüştü. "Zehir zıkkım yiyesiceler." Diyerek sinirli bir soluk verdi ve ardından sert bakışlarını üzerimizden çekerek mutfağa yöneldi.
"Kendine de koymayı unutma," dedi arkasından laf atarak Meryem hala, sonra önümüze gelerek durdu. "E hadi bakalım, size hayırlı işler olsun." Kendisine gülümsediğimizde Adar halasının alnından öptü ve yanağından bir makas aldı. "Eşek sıpası," dedi gülerek. Konaktan el ele ayrılırken arabanın kapısını benim için açmıştı. "Teşekkür ederim," arabaya bindim. Kapım kapandı.
Adar direksiyon başına geçtiğinde, arabanın içinde sessiz ama anlamlı bir huzur vardı. Aramızda konuşulmayan ama ikimizin de hissettiği bir bağ.
Elim hâlâ elindeydi. Parmağımı başparmağıyla okşuyordu, sanki “Senin yanındayım” der gibi.
Yol uzayıp kısalana kadar sadece el ele tutuşarak nefeslerimizi dinledik.
Klinik binası gözükmeye başladığında, Adar arabayı yavaşça kaldırıma yanaştırdı. Motorun sesi sustuğunda bana döndü. Gözleri sıcaktı, kor gibiydi.
Sadece adıma değil, ruhuma da dokunmuştu o an.
Tam kapıyı açmak için eğildiğimde, Adar yaklaştı. Bir an için yüzümü inceledi.
Dudaklarını dudaklarıma bıraktı.
Tek seferde değil. Hafifçe, yavaşça, özlemle. Sanki bırakmak istemez gibi, sanki bu anı hafızasına kazımak ister gibi.
Sonra yüzümü avuçlarına aldı. Başını hafifçe yana eğerek tekrar öptü. Bu sefer daha sağlam, daha derin.
“Git artık, yoksa vazgeçeceğim,” parmakları sabırsızca konuştu.
Gülerek geriye çekildim ve arabadan indim. Kapıyı kapattığımda yüzümde aptal bir gülümseme vardı.İçeri girerken kalbim deli gibi atıyordu. Dönüşümün ilk günüydü.
Ama asıl hissettiğim şey bu değildi.
Asıl hissettiğim şey, arkamda Adar’ın olduğuydu.
Sanırım bu duygu beni benden almaya ant içmiş gibiydi.
Odama çıkarken gelişimi kutlayan herkese teşekkür ettim. Yüzümde gülücükler açıyordu, sanki ilk defa buraya gelmişim gibiydi.
İlk defa mutlulukla ve huzurla geliyordum. Odamın kapısını açtığımda yeni temizlik yapıldığını belli eden o temiz koku burnuma doldu. Açık olan pencereden odaya giren taze hava ferahlama neden oluyordu. Çantamı bırakıp koltuğuma oturdum. Ve evet, artık işime başlayabilirdim. Ve hala yüzümde duran bu aptal sırıtışla beraber gelen hastaları karşılayabilirdim.
Aylar sonra işimin başına dönmek, o eski düzenime kavuşmak… Her şey yoluna giriyordu.
Kapım açıldığında tanıdık bir yüzle karşılaştım.
Ahu.
Gözleri ışıl ışıldı, yüzündeki o eski kırılgan ifade gitmişti. Yerine daha sağlam, daha emin bir duruş gelmişti.
Beni görür görmez bir an duraksadı, sonra hızla bana doğru geldi.
“İyileştim, Vera!” Sesinde sevinç, minnet, bir de inanç vardı.
Ona sarılırken gözlerimi kapattım. İşte en sevdiğim an buydu.
“Bunu sen başardın, Ahu.” Dedim gülümseyerek. “Ben sadece yanında oldum.”
Gözlerime hafifçe haylaz bir bakış attı. "Zaten en olması gerekende buydu. Sen yanımdaydın.”
O an, gerçekten döndüğümü hissettim.
Ahu heyecanla yerinde duramıyordu. Karşıma oturdu, her zamanki yerine. Gözleri parlıyor, ellerini coşkuyla sallayarak anlatıyordu.
"Biliyor musun Vera, hayatım gerçekten değişti! O eski karamsar, korkak Ahu gitti, yerine kendine güvenen, ne istediğini bilen bir kadın geldi."
Oturduğu yerde hafifçe öne eğildi, sesi biraz daha neşelendi. "İşimde terfi aldım! Beni yöneticiliğe yükselttiler. Önce korktum, yapamam sandım ama… Seninle konuşmalarımızı hatırladım. 'Kendine güven, başarabilirsin' deyişini…"
Gözleri doldu ama bu sefer mutluluktan.
Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim. "Ne?"
Yanakları pembeleşti, ellerini heyecanla birleştirdi. "Biriyle çıkıyorum."
Şaşkınlıkla yerimde doğruldum. "Bu harika bir haber Ahu?"
Gözlerini kaçırarak hafifçe gülümsedi. "Çok tatlı biri, beni anlıyor, bana değer veriyor. İlk başta güvenmek zor oldu ama… Şimdi çok mutluyum."
Ona bakarken içim ısındı. İşte buydu. Onu böyle görmek, hayatının düzene girdiğini duymak…
"Senin adına çok sevindim Ahu." Dedim içtenlikle. "Gerçekten."
O da gözlerimin içine bakarak başını salladı. "Sen olmasan burada olamazdım Vera."
Gülümsedim. "Hayır Ahu, sen olmasan burada olamazdın. Ben sadece yolu gösterdim, yürüyen sendin."
O an içimde büyük bir huzur hissettim. İşte bu yüzden buradaydım. İnsanlara umut olabilmek için.
Gün boyu hastalar peş peşe gelmişti. Her biri farklı bir hikâyeydi, farklı bir yara, farklı bir umut…
Bir adam vardı, geçmişindeki travmalarıyla yüzleşmeye başlamıştı. İlk geldiğinde göz teması bile kuramayan biri, artık kendini ifade edebiliyordu.
Bir genç kız vardı, ailesinin baskısıyla ezilen ama artık sesini yükseltmeyi öğrenen…
Ve bir anne… Doğum sonrası depresyonla boğuşurken kendini kaybetmişti ama şimdi yavaş yavaş toparlanıyordu.
Hepsiyle konuştum, dinledim, yol göstermeye çalıştım. Zaman zaman gülümsedik, zaman zaman gözlerimiz doldu ama her biriyle birlikte ilerlediğimizi hissediyordum.
Saat ilerledikçe omuzlarım ağırlaşmaya başladı. Yorgunluk bedenime oturmuştu ama tatlı bir yorgunluktu bu. Bir şeyleri değiştirdiğimi bilmenin verdiği huzur…
Son hastamın gelmesine daha vardı. Gözlerimi hafifçe kapattım, derin bir nefes aldım. Birkaç dakika sessizlik içinde kendimi dinlemek istedim.Ama tam o anda kapı tıklatıldı.
Bir an için yorgunluğumu unuttum. Gözlerimi açtım, hafifçe doğruldum ve "Girin." dedim.
Kapı açıldığında içeri giren kişiyi görünce kaşlarım hafifçe kalktı.
Adar kapının eşiğinde kısa bir an durdu, gözleri üzerimdeydi. Hafifçe başını yana eğdi, o kendine has, sakin ama derin bakan gözleriyle beni süzdü.
"İlk seansımız yarım kaldı," dedi, kapıyı ardında kapatarak içeri girdi.
Sanki buraya hastam olarak değil de, hayatımın ortasına bir kez daha sağlam adımlarla girmeye gelmiş gibiydi.
Gözlerimi kırpıştırıp bir an ne diyeceğimi bilemedim. Ardından hafif bir gülümsemeyle, "Ne zamandan beri hasta oldun sen?" diye sordum dalgaya almak istedim.
Adar sessizce koltuğa oturdu, bacaklarını hafif açarak geriye yaslandı. Ellerini dizlerine koydu, parmaklarını birbirine kenetledi.
"Bence bu soruyu daha önce sormalıydın," dedi, gözlerindeki ciddiyetle. "Çünkü ben uzun zamandır hastayım,"
Bir an için içimde bir şey düğümlendi. "Nasıl yani?"
"Bilmiyorum," diye omuz silkti. "Belki de seninle tanıştığım ilk günden beri... Belki de hastalığımın adı sendin."
Sesi alaycı değildi. Gerçekti. Duygusal bir ağırlık taşıyordu.
Bana doğru eğildi. "Ama şu an buradayım. Kendimi tedavi ettirmek için."
İçim hem sıcacık oldu hem de garip bir hüzünle doldu.
Elimi kaldırıp saçlarımı geriye attım, sonra hafifçe gülümsedim. "Peki, Adar Bey... O zaman başlayalım mı?"
Adar gözlerini gözlerime kilitledi, dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
"Biz çoktan başladık, Vera hanım."
Adar’ın gözleri bir an donuklaştı. Bütün o alıştığım sertliği, kontrolü, kendinden emin tavrı… hepsi o saniyede silindi. Sanki gözlerimin önünde çözülüyordu.
"Nereden başlamak istersin?" diye sordum. Sesi titrek ya da kararsız çıkmamalıydı. Güçlü olmalıydım. Onun için, onun karşısında.
Gözlerini hafifçe yere indirdi, parmaklarını koltuğun kolçağında gezdirdi. Sanki nasıl söyleyeceğini tartıyordu. Derin bir nefes aldı, sonra bir daha… Ama kelimeler hemen gelmedi.
Sonunda, odanın içini bir fısıltı gibi dolduran kendine has konuşmasıyla fısıldadı;
Bir an kalbimin atışını duyduğumu sandım. Odayı bir sessizlik kapladı. Ama bu, rahatsız edici bir sessizlik değildi. Ağır, geçmişin yüküyle dolu bir sessizlikti. gözlerinin içinde, bir çocuğun annesini kaybettiği o en karanlık anın yankısı vardı. Bana anlatmaya hazır mıydı? Yoksa sadece o boşluğu bir kere daha mı hissetmek istiyordu?
Ona doğru hafifçe eğildim, sesimi daha da yumuşatarak sordum:
Adar gözlerini bana kaldırdı. Bir an için sanki o güçlü, sert adam gitmişti. Yerine, geçmişin içinde kaybolmuş bir çocuk vardı.
"Senden başka anlatacak kimsem yok."
Nefesi odanın içinde yankılanmadı bile. Sanki sadece ikimize ait bir boşlukta asılı kaldı. Ve işte o an, zaman eğildi, büküldü ve biz artık burada değildik.
Dünya karardı, etrafımızı hayali bir sis kapladı. Odanın sınırları kayboldu. Birden, kendimi onun geçmişinin içinde buldum.
Bir çocuğun gözleriyle bakıyordum şimdi. Bir avlu vardı. Geniş, taş döşeli, ortasında eski bir çeşme… Bir kadın, yere düşmüş bakır bir tası alıyordu. Koyu saçları rüzgârla savruluyor, güneşin altında teni altın gibi parlıyordu. Ellerinde kına izleri vardı.
Ve Adar… küçük bir çocuktu o anda. Koşuyordu ona doğru. Ellerini uzatıyordu, "Anne!" diye sesleniyordu. Ama kadın ona hiç dönemeden… Bir gölge, bir kargaşa, bir çığlık… Ve her şey hızla parçalanıyordu.
Zaman geri sarıyordu. Ve ben, Adar’ın bu hayali dünyasında onunla birlikte geçmişin karanlığına doğru çekiliyordum.
Bir ninni yankılanıyordu, kurumuş, hissizleşmiş bir kadının dudaklarında.
"Kınalı kuzum..." diye fısıldıyordu, sesi ince ve derin bir acıyla yoğrulmuş, yılların acısına teslim olmuştu. Ellerinin arasında çocuk bir kuzu vardı, rengi solmuş ve hüzünle kararmış saçlarını okşuyordu. Her dokunuşu, geçmişin ağır kokusunu yayıyordu. Avludaki taşlar neredeyse silinmişti zamanla; eski, kırık dökük ama bir o kadar da kutsal.Avluya baskın bir sessizlik çökmüştü. Bu sessizlik, sadece kaybolmuş bir zamanın yankısıydı. Kara bulutlar, sanki Mardin'den sürüklenen bir soğuk rüzgârın arkasına saklanmış, konağın üzerini hapsetmişti. Her şey, gökyüzünün gri tonları arasında sıkışıp kalmış gibiydi.
Adar, o dönemdeki çocuksu gözleriyle bir kenarda duruyordu, elleri cebinde, hüzünle dolu bir dünyada savruluyordu. Hiçbir şey anlatmıyordu, sadece hissediyordu. Gözlerinde bir kayıp, bir boşluk vardı. Sanki geçmişin acıları, o yumuşak ninniden geriye kalan tek hatıra olmuştu. Her nefes alışında, her düşünceyi içinde döndürüşünde, o kadının dudaklarında yankı bulan "Kınalı kuzum" kelimesi vardı.
Ve şimdi, burada, o çocuğun yerine, o kadının yerine, bir adam vardı. Geçmişin içinde kaybolmuş bir adam, geçmişin kurumuş toprakları üzerine yürüyordu. O ninniyi hatırlarken, şimdi yaşadığı hayattan bir adım geriye atarak bir çocuk kadar saf, bir yetişkin kadar yalnızdı.
Zaman, o konakta hala boğuk bir şekilde ilerliyordu. Hala bir kadının kaybolan sesini taşıyor, hala bir çocuğun kaybolan gücünü hissediyordu. Adar’ın içinde yankılanan bu eski ninni, o kadının, o çocuğun ve o acının unutulmaz izlerini taşımaya devam ediyordu.
Annesinin ölümünü izlemişti. Bir çocuk için en ağır travma daha ne olabilirdi ki? Babasının her bir tekmesinde yok olup giden annesine veda etmekten daha acı ne olabilir bir çocuk için?
Gözleri, o günü hiç unutamamıştı. Her şey bir anda kararmıştı, annesinin gözlerinin içine bakarken hayatın gerçek yüzünü görmüştü. O an, bütün dünya durmuştu. Zaman, sadece bir anlık bir kesitte donmuş gibiydi. Annesi yere düşerken, sesi bile yoktu. İçindeki korku, acı ve çaresizlik karışmıştı. Bir çocuk, ne yapacağını bilmeden sadece sessizce bakakalmıştı. Ellerinden kayıp giden annesinin bedeni, her bir darbenin izini taşırken, o küçük kalbi, her bir çığlıkla parçalanıyordu.
Babası, bir zamanlar güven duyduğu o insan, artık sadece bir canavara dönüşmüştü. Ona dair hiçbir şey kalmamıştı; sadece şiddet ve korku vardı. Adar, o anları zihninden atamıyordu. Bir çocuğun gözleri, yıllar sonra bile her darbe, her korku anıyla büyüdükçe, ruhuna derin izler bırakıyordu. O izler, silinmeyecek kadar derindi.
Annesinin ölümünden sonra, o bir çocuğun kalbi ve aklı bir savaş alanına dönmüştü. İhtiyacı olan tek şey, sevgi ve güvenken, o her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyor, biraz daha içe kapanıyordu. Hayat, ona, bir çocuğun hak etmediği kadar sert ve acımasız davranıyordu.
Hâlâ o anları, o acıyı taşıyordu; sanki her bir nefes alışında annesinin o gözyaşları, babasının hışmı, her bir tekmesi ona geri dönüyordu. Ama en acısı, o küçük çocuğun yapabileceği tek şeyin sadece sessizce izlemek olduğunu bilmesiydi.
Annesiyle birlikte göçüp giden, daha gözlerine bakmaya bile fırsatı olmadan ölen küçük kız kardeşi... İşte acısına ortak olan daha büyük bir acı...
O küçük kız, Adar’ın hayatında belki de bir umut ışığıydı. Yüzündeki masumiyet, gözlerindeki saf sevgi, annesinin yokluğunda ona tutunabileceği tek şeydi. Ama o da gitmişti. Annesinin son bakışı, babasının öfkesinden koruyamadığı o kız kardeşiyle son kez bakışmak, Adar’ın içini kemiren bir yara halini almıştı.
Küçük kızın ölümü, Adar’ın hayatındaki en derin boşluğu yaratmıştı. Kendisini, o kız kardeşinin yerine koyduğunda, sanki her şey bir kez daha yıkılıyordu. O küçük kızın, hayatına daha fazla dokunamadan, daha fazla gülüşünü duyamadan gitmesi, Adar’ın dünyasında hiç kapanmayan bir yaraya dönüşmüştü. O kadar küçüktü ki, hayatın bütün yükü onun omuzlarına düşmemişti. Ama Adar için, o kız kardeşi her zaman en büyük kayıp olacak, yüreğindeki derin boşluk asla dolmayacaktı.
Bir çocuğun sevinci, masumiyeti ve güveni, hiç şans bulamadan kaybolmuştu.
Yine kara bir gündü. Yine bana kimliğimi hatırlatacak o gündü. Dedemin sert bakışları üzerimdeydi. Amcam ve babamın hapse girmesinin üzerinden tam iki hafta geçmişti.
Annem ve kız kardeşimin ölümünün üzerinden on beş gün, 18 saat, 55 dakika geçmişti.
Nenemin vefat haberi gelmişti dün. Hapiste kalp krizi geçirip ölmüştü. Keşke onu ben öldürebilseydim diye geçirmeden edememiştim içimden. Annemin ölümünden sorumlu olanlardan biriydi. Bu evde, bu çatının altında yaşayan herkes annemin ölümünden sorumluydu. Herkes bir gün bunun bedelini ödeyecekti. Çünkü ben, henüz hangi günahımın bedelini ödediğimi bilmeden böyle ağır bir sınava tabii tutulmuştum. Tabii ki de hesap sorma günü bir gün bana gelecekti.
"Kalk lan şuradan!" Agîr amcam gelip beni elbisemin köşesinden tuttu ve koltuktan fırlatırcasına öteye itti. Kendimi pislikmiş, fazlalıkmış gibi görmekten alı koyamadım. Ve beni bu hisslerle yüzleştiren herkesten de intikamımı alacaktım. Şervan amcam geldi bir süre sonra, yengemin elinden tutmuş onun görmeyen gözlerine göz oluyordu. "Biz gidiyoruz," dediğinde sesi titremişti. "Daha fazla burada kalıp sizin günahlarınıza ortak olamayacağım. Ailemi de alıp buradan gideceğim." Dedem hakyırdı. Bağırdı, çağırdı. "Nerde görülmüş konaktan başka yerde yaşanıldığı! Aşiret birliktir, aile birliktir, bir yere gidemezsin!" Dedi. Madem aile birlikti benim ailem şimdi neredeydi? Madem aile kavramını biliyordu, neden benim ailem dağılmıştı. Parçalanmıştı?
Sessizlik içinde dururken Şervan amcam önüme gelip diz çöktü. "Bir gün bunları hatırladığında bizi hiç sevmeyeceksin, hiç affetmeyeceksin, hatta belki bizden intikam alacaksın, bilmiyorum. Ama inan bana böyle olmamasını çok istedim. Çok istedim güzel yeğenim..." Ağlıyordu. Ne için ağlıyordu ki. Annesi ölen, kız kardeşi ölen bendim. Hemde babası tarafından öldürülen ailesi paramparça olan bendim. Ben ağlamıyorsam kimse ağlamasındı.
Sessizce ona baktım. Elimi çektiğimde bütün yükü üzerine devrilmiş bir adam gibi ayağa kalktı sarsak adımlarla. "Biz gidiyoruz," dedi Serdar. Benden küçüktü. Ona sarılmadım, belki suçsuzdu ama sarılmak içimden gelmedi. Dedemin gidemezsiniz haykırışlarına rağmen gittiler.
Hatta yengem gitmeden önce ellerimi tutup seni de götürelim, benimle gel desede sessizce onu red ettim. Çünkü annem ve kız kardeşim buradaydı benim. Onları bırakıp bir yere gidemezdim.
Günler geçiyordu ama azap ve işkence içinde geçiyor gibiydi. Elimde küçük bir araba vardı. Bunu annem bana almıştı. Babamdan gizli vermişti çünkü babam çocuk musun bunlarla oynuyorsun diyerek elimden alır, silah ve ya mermi verirdi bana. Çünkü onun deyimiyle erkek adamın oğlu oyuncakla değil, mermiyle oynardı.
Oyuncak elimde avuçlarımın arasında sıkıştı. Bir an onu düşürecek gibi oldum ama sonra onu tekrar kalbime yasladım. Annemi hissetmek ister gibi ama olmadı. Sadece bir boşluk yankılandı içimde. Derin, ve ıssız bir boşluk...
"Ver o arabayı bana," Ali arabamı almaya çalıştı. Vermedim. Ağladı. Annesi geldi. Kızdı bana, kuzenin o senin kardeş yarısıdır, onunla eşyalarını paylaş dedi ama vermedim. Çünkü bu bana annemden kalmıştı. Sonra babası geldi, amcam. sesi kulaklarıma bir tokat gibi çarptı.
Bedenim istemsizce titredi. Küçücük ellerimle arabaya daha sıkı sarıldım. O, annemden bana kalan tek şeydi. Onun verdiği son hediye... Ama amcam bunu umursamadı. Bir adım attı, sonra bir adım daha… Kollarıma yapıştı. Küçücük bedenimi havaya kaldırıp yere fırlattığında ciğerlerimdeki hava boşaldı. Taş zeminin soğukluğu sırtıma saplandı.
"Öğreneceksin lan!" diye kükredi. "Bu hayatta kimseye ait bir şey yoktur! Güçlü olan alır, zayıf olan kaybeder!"
Ali, olan biteni izliyordu. Ağlamayı kesmişti. Hatta gözlerinde garip bir tatmin vardı. Amcam bana eğildi, elimi çekmeye çalıştı ama ben arabaya daha da sıkı sarıldım. Nefesim sıkışıyordu. Gözlerim kararıyordu. Ama bırakmadım.
Kafam yana savruldu. Yanaklarım yanıyordu. Ağzımda metalik bir tat hissettim. Kan... Küçücük dudaklarım parçalanmıştı. Ama ben hâlâ bırakmamıştım.
Bu kez bileğimden kavrayıp beni sürüklemeye başladı. "Sen inatçı bir piçsin, aynen baban gibisin!" diye homurdandı. "Ama ben seni yola getirmesini bilirim!"
Konağın arka tarafına doğru götürürken gözlerim yardım ister gibi etrafta dolaştı ama kimse yoktu. Belki de olanlar kimsenin umurunda değildi. Amcam beni köşeye fırlattı. Kendi kemerini çıkardı. Metal tokası yere çarptığında çıkan ses, midemi bulandırdı.
"Bakalım annen seni bu sefer kurtarabilecek mi?" dedi alayla.
Ve ben bunu en iyi o an anladım.
Kemer havada savruldu ve çıplak sırtıma indiğinde acıyla haykırdım. Kendi çığlığımı duydum, yankısını hissettim, ama o devam etti. Tekrar, tekrar, tekrar… Bir süre sonra saymayı bıraktım. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Her darbe geçtiğinde, içimde bir şeyler değişiyordu. Her tokat, her kırbaç darbesi…
Küçüktüm. Zayıftım. Ama hep böyle kalmayacaktım.
Büyüyecektim. Güçlenecektim. Ve bir gün, bu kemeri onun sırtında parçalayacaktım.
Onlar çıkacaktı... Babam, amcam... Hepsi...
Ve ben onları bekliyor olacaktım.
Yıllar geçti… Ama değişen hiçbir şey olmadı.
Amcam, yengem, kuzenim… Hepsi aynıydı. Aynı eziyet, aynı acı, aynı lanet olası karanlık.
Babam hapse girdikten sonra, amcam konağın tek sahibi gibi davranmaya başladı. "Babanın kanı sende, sen de aynısını yapacaksın!" derdi her fırsatta. O, benim de bir gün babam gibi olacağıma inanıyordu. Şiddete, zorbalığa meyilli bir canavara dönüşeceğime... Ama ben onun gibi olmayacaktım.
Küçücük yaşımda hayatın tokatlarını yemeyi öğrenmiştim zaten. Amcamın yumruklarını, yengemin zehirli dilini, Ali’nin sinsiliğini… O evde yalnızdım. Anam da yoktu, kardeşim de. Baba desen, bir hiç… Sadece ben ve içimde büyüyen öfkem vardı.
Yengem… O kadın bambaşka bir şeydi. Bir yılan gibi sinsiydi. Amcam vurduğunda, o sadece izlerdi. Ama fırsatını bulduğunda, acıyı başka şekillerde yaşatırdı.
"Şuna bak, annesi gibi inatçı," derdi bazen. "Sen de onun gibi mezara gireceksin, biliyorsun değil mi?"
Bunu ilk duyduğumda on iki yaşındaydım. O gün tabakta kalan son lokmayı yemeye çalışıyordum. Ama o elimden alıp çöpe attı.
"Aç kal biraz," dedi soğuk bir gülümsemeyle. "Belki adam olursun."
Onların gözünde adam olmak neydi biliyor musun? Dövmekti, ezmekti, korkutmak ve hükmetmekti. Ama ben hiçbir zaman onların istediği gibi bir adam olmadım.
Ama o evde kalmak, her gün aynı eziyeti yaşamak… Bir noktadan sonra nefes almak bile ağır geliyordu. Amcam tokat attığında dişlerimi sıkarak dayanıyordum. Yengem yemeğimi çöpe döktüğünde, sessizce açlığa alışıyordum. Ama içimde bir fırtına kopuyordu.
Ve o fırtına, bir gün hepsini yutacaktı.
Yengemin bir kızı doğdu. Adını Avşin koydular.
Avşin… Bu isim içimde bir şeyleri parçaladı. Çünkü bir zamanlar, ben daha çocukken, annem bana bir kız kardeşim olursa ona Avşin adını vereceğini söylemişti. Keşke o bebek hiç doğamasaydı, zaten o da annemle birlikte toprağa karıştı. Ama şimdi, yıllar sonra, yengemin kollarında bir bebek vardı ve adı Avşin’di.
Bu bebek benim kız kardeşim olacaktı. Kanım değildi, annemden doğmamıştı, ama ben onu o boşluğa koyacaktım. Ona bakacaktım, koruyacaktım. Hiç kimse dokunamayacaktı ona.
Beni her gün döven amcam bile.
Her fırsatta bana hakaret eden yengem bile.
Bu konağın içinde, elimde kalan tek şey oydu. Avşin, benim kaybettiğim her şeyin yerine geçecekti.
İlk adımını attığında elimden tutan ben olacaktım. İlk kelimesini söylediğinde duyan ben olacaktım. Korktuğunda yanında ben olacaktım. Çünkü bir zamanlar, annem bana böyle sarılırdı.
Ama en çok da, babam gibi bir adamın elinde büyümeyecekti. Buna asla izin vermeyecektim.
büyüdükçe, içimdeki karanlık ona bulaşmasın diye kendimle savaştım. Ama o, benim içimdeki ışık oldu.Küçük elleri her düştüğümde beni kaldırdı. Babamın bana verdiği yaraları kimse saramazdı ama Avşin’in minicik parmakları, yanaklarıma dokunduğunda ilk defa birinin beni sevdiğini hissettim.
Her gece, karanlıkta titreyerek uyuduğunda yatağının başında bekledim. Ona ninniler söylemedim, annemin bana söylediği o ninniyi hatırlamak bile istemedim. Ama bazen, sabaha kadar elini tutup gözlerimi kırpmadan beklediğimi bilirdi. Sabah olduğunda, hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek uyanırdı. Gülüşü, benim paramparça olmuş dünyamda tek sağlam şeydi.
Yengem ona bağırdığında, araya ben girdim. Amcam öfkelenip ona el kaldırmaya kalktığında, kendimi önüne siper ettim. Bana "Ne yapıyorsun be it!" diye bağırdığında, "Bana ne yaparsan yap ama ona dokunma!" dedim. Sonunda amcam sustu, ama o gün içimdeki intikam ateşi daha da harlandı.
Avşin, konağın bahçesinde koşarken izlerdim. Küçük kollarıyla boynuma sarıldığında, "Abi, ben seni çok seviyorum," dediğinde, içimde yıllardır donmuş olan bir şeyler çözülüyordu.
Beni insan yapan, belki de sadece oydu.
Ama her güzel şey gibi, onun da sonsuza kadar süremeyeceğini biliyordum. Bu evde, hiçbir şey uzun süre mutlu kalamazdı.
İlk kez dövüştüğümde on dört yaşındaydım. Kavgayı ben başlatmadım. Ama bitiren ben oldum.
Mahalledeki çocuklar güçlüydü, acımasızdı. Güçsüzü ezmek için fırsat kollarlardı. O gün de sırf sessiz olduğum için üzerime geldiler. "Ağababasız piç," dediler. "Annesini kurtaramayan korkak."
İçimde bir şey koptu o an. Önümü göremeyecek kadar öfkelendim. Yumruk attım, kanın sıcaklığını parmaklarımda hissettim. İlk kavgamda iki çocuğu yere serdim. Ama bana asıl rahatlatan şey, acıyı hissetmemekti. Yediğim darbeler umurumda değildi. Önemli olan, benim de can yakabiliyor olmamdı.
Dövüşmek bir ihtiyaç oldu zamanla. İçimdeki öfkeyi atmanın tek yolu buydu. Beni ezmeye çalışan her kimse, yere serdim. Mahallede adım yayıldı. Biri hıncını almak istiyorsa, karşısına beni çıkarıyordu. Benim öfkem, onların eğlencesine dönüştü.
Sonra biri geldi, dövüşümü izledi ve elime bir zarf sıkıştırdı. "İyi dövüşüyorsun," dedi. "Bundan sonra para kazanabilirsin."
O zarfı açtığımda içindeki paranın kokusunu unutmuyorum. Kan ve barut gibi kokuyordu. İlk başta düşünmeden kabul ettim. Zaten hep kavga ediyordum. Şimdi para kazanarak yapacaktım. Kendi savaşlarımı, başkalarının eğlencesine satacaktım.
Beni izleyenler vardı. Bahis oynayanlar. Gülümseyerek arkamdan sigara içenler. Kazandığımda sırtımı sıvazlayıp, kaybettiğimde yüzüme tükürenler. Ama ben kaybetmiyordum. Kaybetmemek için, ölümü göze alıyordum.
Ve zamanla dövüşler, beni bir yeraltı çukuruna sürükledi. Oradan çıkamayacağımı bilmeden, dibe doğru inmeye devam ettim.
Benim için bu ses, kemiklerin çatırdamasıydı. Bir çocuğun susturulmuş çığlığıydı. Öğrenilmiş çaresizliğin sessizliği.
Düşmemeyi öğrendim önce. Yumruklar, tekmeler, aç bırakılmalar… Bunlar ikinci plandaydı. En ağır olanı, insan yerine konulmamak, varlığının yok sayılmasıydı.
Beni görmek bile istemezdi. Onun gözünde ben ölmüş bir kadının geride bıraktığı fazlalıktım. Babam hapse girdiğinde, dedem bana şöyle dedi: "Sana bakmak zorunda değilim. Ananı da, kardeşini da cehenneme gönderdik. Sen de o kaderi paylaşacaksın."
Annemin öldüğü gece hapse giren iki katilden sonra o denetimli serbestlik tedbiri alınmıştı. Döndüğünde ben küçük bir çocuktum. Güçsüzdüm. Ve bu onu mutlu etti.
"Babanın yerini ben dolduracağım," dedi bana ilk gün.
Beni balkona çıkarıp, boynuma bıçak dayadı. "Babanın kaderini mi paylaşacaksın, yoksa dizlerinin üstüne mi çökeceksin?" Babam onun büyük abisiydi. Ağalık ondan önce babama geçtiği için ikisi arasında zaten bir kin vardı. Ve bu benimle daha çok arttı.
Ve o günden sonra her Allah’ın günü bana bunu ödetti.
Beni sevmezdi. Hiç sevmedi. Kendi doğurduğu çocuğuna verdiği sevgiyi bana vermeyecek kadar katıydı. Ama benim ona ihtiyacım yoktu. Çünkü ben Avşin’i bulmuştum.
O doğduğunda, annemi kaybettiğim geceyi düşündüm. O gecenin aynısını yaşamasın diye onu koruyacağıma yemin ettim.
Ama nasıl koruyacaktım? Ben bile kendimi koruyamıyordum.
Geceleri ağladığında yengem kılını kıpırdatmazdı. beşikte sallardım. Ben altını da değiştirirdim. ona masallar da anlatırdım.
Dedem, amcam, yengem, hepsi beni yok sayarken o minicik elleriyle bana tutundu.
Ve ben ona bir söz verdim: "Seni benden kimse alamayacak."
Ama işte hayat böyleydi. İnsana en büyük yeminlerini yedirirdi.
Amcam avşin'i sırf para için iki evlilik yapmış 50 yaş üstü birine verecekti. Bana geldi ağladı. İstemem dedi. O an onun ne kadar büyüdüğünü düşündüm, zaman nasıl da bize ihanet ederek geçmişti ama...onun için elimden ne geliyorsa yapacaktım. Baran'ı sevdiğini söyledi ve bende ikisinin kaçmasına yardım ettim, sanırım şu boktan dünyada yaptığım tek iyi şeylerden biriydi.
Bu belki de hayatımın özetiydi... Ama bana bıraktıkları derin ve acımasız yaralardı...
Her gece uyandığımda, içimde bir yerlerde, karanlık bir boşluk vardı. Geçmişin ezici yükü her an beni yıkmaya hazır gibiydi. Beni "oğul" diye sevmiş, "evlat" diye bağırmış adamlardan ne kalmıştı? Bir ceset, birkaç kelime, birkaç anı...
Ve içimde bir deniz gibi dalgalanan öfke, nefret, ve acı.
Babamın gülüşü hala kulağımda çınlıyordu. Anlamazdım. Bir evlat, babasına niye bu kadar düşman olur?
Ama ne vardı ki? Kendisini "adam" sanan, çocukluğumu bu kadar çoktan öldüren bir adamın varlığı... Bütün o yıllar boyunca, belki de en çok özlediğim şey sadece gerçek bir aile sevgisiydi.
Amcam... Beni hiç sevmemişti, ya da sevdiği tek şey, kendisinin ve onun gücünün peşinden sürüklenen çocuktu. Ben değil.
Her aldığı darbeyle, içimde kapanmaz yaralar açtım. Ama en derini, belki de en acısı, en son gördüğüm o "adam"ın ellerinde oluştu.
Avşin, hiç hak etmediği bir dünyada, kendi hayatını kurmaya çalışan bir kızdı. Onun gülüşü, her şeye rağmen, içimde bir umut bırakmıştı. Ama o dünyadan kaçarken, ben de o gece, aynı zamanda bir parçamı daha kaybettim.Bana ne kalmıştı? Yalnızlık, karanlık ve her gece, bana yapmadıkları şeyi yapmaya çalıştıkları anların yankıları...
Hayatımda hiç kimseyi sevmedim, hiç kimseyi affetmedim.
Ve bir gün, bir yerlerde, gerçekten rahatça nefes almayı beklemek.
Ama içimde biriktirdiğim bu karanlık, beni hep takip edecekti. Kimseye dönüp bakmadım, kimseye de güvenmedim.
Bir zamanlar, "dönüp bakmayacağım" dediğim o kapıdan, içimdeki korkularla, başkalarının göremediği derin yaralarla geçtim. Ama bir şey öğrendim:
Hayatta kalmak için, bazen nehirdeki taşlar gibi, bedel ödemek zorundasın.
Ve ben, bu yaşadıklarımı, suskunluğuma sığdırdım. Her acıyı, her ihaneti, her kaybı içimdeki karanlıkta bir yere gömdüm. Bunu dışarıya, hiçbir gözün görmesini istemedim. Çünkü eğer birine anlatırsam, sesim titrer, ellerim titrer, belki de en korktuğum şey olur: Güçsüz görülürüm.
Kimse, bana o kadar zor gelen her şeyi içimde taşırken görmemeliydi. Beni güçsüz bilmesinler diye, lal olmayı seçtim. Herkesin yüzüne bakarken, kendi içimdeki boşlukla savaşmak zorundaydım. Konuşmazsam, kimse bana acımak zorunda kalmazdı. Ya da ben, kimseye yük olmak istemedim. Onlar huzurlu, rahat yaşarken, ben acının içinde kaybolan birini oynamak zorundaydım.
Bazen sesimi bastırarak, içinde olduğum yalnızlığa sıkıca sarıldım. Yalnızlık, hem bir sığınak, hem de bir zindandı. Kendi içimde çığlıklarımı bastırmak… Çürümüş duvarlar ardında giydiğim maskeleri düşürmemek için büyük bir çaba sarf ettim. Ama her gece, karanlıkta uyandığımda, o boşluklar ve kırık dökük anılar hep yanı başımdaydı. Yavaşça içimi kemiren bir şey gibi.
İnsanların gözlerinde ben kimseyi aramıyordum. Beni anlamalarını beklemiyordum, çünkü onlar anlamazdı. Onlara her şey yolunda görünüyordu, ama gerçek yıkık dökük, patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Birini sevmenin yükü, her şeyin üstünde bir dağ gibi.
Ama işte, o kadar uzun süre hep susmak, hep içe kapanmak istemişken, her sabah yeni bir savaşla uyanıyordum. Bu hayatın bana bıraktığı tek şeydi: Ya susarak savaşırsın, ya da konuşarak kaybedersin. Konuşmak, her zaman biraz daha kalp kırıklığı demekti. Bu yüzden, sesimi kısıp, sadece sessiz bir öfke ve acı ile yaşadım.
Ama bir gün, belki bir gün, bu duvarların ardındaki gizli kalmış ben uyanır. O zaman, başkalarına susmayı bırakıp, ne kadar yara aldığımı anlatırım.
Belki de o gün hiç gelmeyecek derken, onu buldum...
Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyinizzzzzzz ❣️
Hayırlı ramazanlar, diliyorum bebeklerim.
Bölüm sonu biraz ağır bir dram oldu ama olsun ben dram yazmayı severim 🫢🫢🫢
Instagram hesabım @d.n_zii buradan bana ulaşabilirsiniz💝💝
Diğer bölüm tarihi 11 Nisan cuma günüdür.
Beklemede kalın, iyi okumalaaaarr🫠🫶🏻🫠🫠
Okur Yorumları | Yorum Ekle |