12. Bölüm

MIRAN KOTAN

Rahime Deniz
ben1deniz

Sayısız can veren Allah, onları almasını da bilmez mi?

Bilmez olur mu hiç? Her nefes, her kalp atışı O’nun ilminde değil mi?

Bir yaprağın dalından kopuşu, bir yıldızın sonsuz boşluğa düşüşü,

Bir bebeğin ilk çığlığıyla dünyaya tutunuşu…

Hepsi O’nun iradesiyle, hepsi O’nun çizdiği kaderle.

 

İnsan, kaybettiği canları yüreğinde taşır da,

O kayıpların aslında kaybolmadığını unutur.

Bir ayrılık zanneder, oysa vuslatın başlangıcıdır.

Toprak bedenleri alır ama ruhlar,

İlahi bir baharda yeniden filizlenir.

 

Sen ağlarsın, duaların göğe yükselir,

Ama bil ki, her gözyaşını gören bir Rabbin var.

Sen “neden” diye sorarsın, cevapsız kalırsın belki,

Ama her sorunun cevabı O’nun katında saklıdır.

 

Belki de gidenler yok olmadı,

Belki de sadece biz göremiyoruz artık…

 

“Neden?” diye sordum tekrar kendime. Bir cevap aradım oturduğum karakolun soğuk koltuğunda, ama içimde yankılanan sessizlikten başka bir şey bulamadım. Bir işaret aradım ama göremedim. Başa gelen çekilirdi, peki çeken kimdi?

 

Masadaki çay çoktan soğumuştu, tıpkı içimde donan hisler gibi. Duvarın köşesinde titrek bir ampul yanıyordu, ışığı odayı aydınlatmaktan çok karanlığın içindeki çaresizliği belirginleştiriyordu. Parmaklarım titrerken kucağımda duran çantayı sıktım. Sanki içindekiler beni hayata bağlıyormuş gibi.

 

Adar… Nezarethanenin demir parmaklıkları ardında bekliyordu. Belki de kafasını ellerinin arasına almış, benim gibi “neden” diye soruyordu. Nasıl olmuştu da buraya kadar gelmiştik? Şimdi ise biri içeride, diğeri dışarıda, bir demir kapının iki tarafında bekliyorduk.

 

Kapı açıldığında irkildim. İçeri giren polis memuru bana bakıp iç çekti. Yüzünde bıkkın bir ifade vardı. Göz göze geldik. Sormadım, anlatmadı. Ama gözlerinde cevabı gördüm. “Şimdilik bekleyeceksin,” diyordu bakışları.

 

Beklemek… Sanki bir ömür beklemem gerekiyormuş gibi hissettim. Ama neyi bekliyordum? Adaleti mi? Bir mucizeyi mi? Yoksa içimde kopan fırtınanın durmasını mı?

 

Koridorda bir kargaşa vardı. Adar'ın halası, amca oğulu, yengesi ve daha tanımadığım bir sürü aşiretten insanlar gelmişti. Çok değil, biraz sonra benim de ailem gelmişti. Annem elimi tutarak bana sıkıca sarıldı. Sanki bütün derdimi kendi omuzlarına almak ister gibi sımsıkı sarıldı.

 

"Ne oluyor?" Sorusu bir an beni daha fazla düşünmeye itti. "Bekliyoruz," dedim kısık, ve titrek bir sesle. "Sorguya alındı, amcası için arama çalışmaları başlatıldı. Sadece bekliyoruz." Dedim yutkunarak. Annem üzgün bakan gözleriyle beni tekrar kendine çekti. "Geçer... Geçer..." Başımı göğsüne yasladım. Gözlerimi kapatarak olduğumuz ortamdan kaçmaya çalıştım.

 

Tam o anda koridorun sonunda bir hareketlenme oldu. Polislerden biri, ciddi ama yorgun bir ifadeyle içeri girdi. Üzerindeki üniforma buruşmuş, yüzünde birkaç saatlik uykusuzluğun izleri vardı. Aşiretten gelen kalabalık hemen toparlandı, herkes gözlerini ona dikti. Birkaç kişi mırıldandı, bazıları sessizce dua etmeye başladı.

 

Ben ise yerimden kıpırdamadım. Annemin eli hâlâ elimdeydi, avuçlarımdaki ter birbirimize karışıyordu. Polis derin bir nefes aldı, sonra gözlerini benden kaçırarak konuştu:

 

"Adar’ın sorgusu sürüyor, ifadesi alındı ama şu an için bir gelişme yok. Amcası için yapılan aramalar da devam ediyor. Henüz kesin bir bilgi yok."

 

Koridorda bir uğultu yükseldi. Adar’ın halası yüksek sesle "Allah’ım sen yardım et!" diyerek başını ellerinin arasına aldı. Dedesi sessizce ağlıyordu. Amca oğulları sinirle duvarlara bakıyordu, kimi kollarını kavuşturmuş, kimi cebinden tespihini çıkarmış bir ileri bir geri sallıyordu.

 

Ben yutkundum. Boğazım kurumuştu, kelimeler boğazıma takılmış gibiydi. "Ne zaman bir şeyler öğreneceğiz?" diye sordum kısık sesle.

 

Polis omuzlarını düşürdü, yorgunca cevap verdi: "kesin bir şey söyleyemem ama büyük ihtimalle amcasından bir haber alınana kadar tutuklu kalabilir, çünkü şikayetçi olan amca oğlu, kanıt olmasa bile itham büyük."

 

Bu cümle, belirsizliğin ağırlığını daha da hissettirdi. Tutuklu kalmasını beklemek... Beklemekten başka bir şey yapamamak. Annemin eli sırtımda yavaşça gezindi. "Sabret kızım," dedi fısıltıyla, "Sabretmekten başka çaremiz yok."

 

Ben yine başımı göğsüne yasladım. Zaman geçmiyordu, hava ağırdı, koridor daralıyordu. Ve biz hâlâ bekliyorduk…

 

Esra ve Meryem hala da yanıma geldi. Gözlerim nedensizce dolu doluydu. Ona bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar bağlanabilmiştim bilmiyordum. İstemediğim bir evlilikle, berdelle evlendiğim adam neden şimdi tam göğsümün ortasında bir ateş gibi yanıyordu?

 

İçimde anlamlandıramadığım bir ağırlık vardı. Göğsüm sıkışıyor, nefesim daralıyordu. Sanki koca bir dağ yüreğimin üzerine oturmuştu da kalkmak bilmiyordu. Adar… Bana aitti, bende ona... Bunu biliyordum ama neden acıyordu içim bu kadar? Neden gözlerim onun için doluyordu? Ama işte, insanın kalbi böyle kuralları, gelenekleri dinlemiyordu. Herkesin önünde, koridorda, sessizce beklerken bile içimde bir yangın vardı. Gözlerimi sıkıca kapattım, belki de içimde kopan fırtınayı biraz olsun susturabilirim diye.

 

Ama nafile… Gözlerimi kapattığımda bile Adar’ın yüzü aklımdaydı. Bana ilk gülümsediği an, ellerinin sıcaklığı, gözlerindeki o okyanıs kıyısı olan derin karanlık… Onu tanıyalı çok olmamıştı belki ama sanki yıllardır hayatımdaydı. Onun sessizliği, kelimelerle anlatamadığı acıları, içinde sakladığı fırtınalar beni kendine çekmişti.

 

Ve şimdi o, içerideydi. Sorgudaydı. Belki de hiçbir suçu yoktu ama yine de içinde olduğu durum yüzünden canı yanıyordu. Ona ulaşamamak, gözlerine bakamamak, "Buradayım," diyememek içimi paramparça ediyordu.

 

"İyi olacak, değil mi?" diye fısıldadım anneme. Sesim titriyordu.

 

Annem saçlarımı okşadı, yüzüme derin bir hüzünle baktı. "Kader kızım…" dedi sadece, "Kader ne derse o olur."

 

Ama ben kadere inanmak istemiyordum. Kaderin elimden aldığı her şey için savaşmak istiyordum. Adar için, onun gözlerindeki o sessiz feryat için… Ve belki de, kendim için.

 

Kapıdan bir kaç kişi daha girdiğinde Serdal doğruca yanlarına gitti ve orta yaşlı adama 'baba', diyerek sarıldı. Onun ailesi yurt dışındaydı. Kendisi evlendiğinden beri buraya gelmiş, ve babasının ona devrettiği işleri yapmakla meşguldü. Arkadan gelen kadın genç bir çocuğun eline girmişti. Masmavi gözleri beyaz teniyle tamamlanıyor, simsiyah saçları üzerine dökülüyordu. "Annem," dedi bu sefer Serdar, Esra kadının eline gitti ama o an fark ettim ki kadın sadece boşluğa bakıyordu. Elini uzatırken nereye olduğunu bilmiyordu. Esra onun elini öptüğünde bile gözleri ona dönmedi. "Abi," diyen genç çocuk Serdar'a sarıldığında ailesini koltuklara yöneltti ve oturmalarını sağladı. Esra ise kadının koluna girerek bizim olduğumuz yere yöneldi. Meryem hala kadına sarıldığında artık emin olmuştum ki, kadın kördü. Kısa bir yutkunma yaşadım ve ayağa kalkıp onu karşılamak istedim. "Hoşgeldiniz," dedim kısık sesle. Kadın sesimi duyduğunda irisleri benim olduğum tarafa döndü ama beni göremedi. "Yeni gelin," dedi ama sesi o kadar naifti ki içimi titretmişti. Elini uzattığında öpmek için tutmuştum ama izin vermeyerek ellerimi ellerinin arasına alarak beni incelemeye başladı. "Adar için çok üzüldüm." Dedi biraz daha bana yaklaşarak. İnce uzun parmakları yüzüme doğru tırmandı ve sıcak teniyle yüzümü inceliyordu. "Çok güzelsin sen..." Saçlarımı parmağıyla dağıttı ve derince gülümsedi. "Çok zarifsin," dedi ardından. İstediğini elde etmiş gibi elini yavaşça geri çekti ve tekrar elimi tuttu. "Güzelliğin pek meth edildi, biraz alındım biliyor musun ilk duyduğumda," sesi o kadan cana yakındı ki olduğum durumu unutmuştum bir anlığına. "Benden güzel midir diye merak ediyordum... Güzelsin, çok güzelsin, tam Adar'a yakışacak bir güzellik bu." Kısa bir an yutkundum. "T-teşekkür ederim, size yetişemem emin olun," onun güzelliği de zirvedeydi.

 

Meryem hala onu koltuğa oturttuğunda bakışları hala bendeydi ama göremediğinden emindim artık. Serdar birkaç adım bize yaklaştı, gözleri ciddi ve temkinliydi. Başını hafifçe eğerek beni yanına çağırdı. İçimde beliren endişeyle hızla arkasından yürüdüm.

 

"Bir gelişme mi var?" Sesim bekleyişin ağırlığıyla titriyordu.

 

Serdar, yüzündeki ciddiyeti bozmadan başını salladı. "Evet. Avukatla konuştum, buraya geliyor. Adar, avukatı gelmeden ifade vermeyeceğini söylemiş."

 

Derin bir nefes aldım, göğsümde bir düğüm vardı sanki. "Peki ya başka bir şey?"

 

Serdar gözlerini kısa bir an yere indirdi, sonra doğrudan bana bakarak devam etti. "Soruşturmanın sağlıklı ilerlemesi için beden diline yönelik bir terapist atanacak. Sen onun terapistiydin. Bu, yanına girmen için bir fırsat. Avukatla birlikte sorgu odasına gireceksin, mesleki kimliğin yanında mı?"

 

Sözleri zihnimde yankılanırken kalbim hızlanmıştı. Adar’a ulaşabilmek… Onun yanında olmak… Ama bunu yalnızca profesyonel kimliğimle yapabilirdim.

 

"Hayır," dedim telaşla. "Yanımda değil." Nefes alışım hızlanırlen Serdar kısa bir es verdi. "Konakta mı? Hemen alıp gelebilir miyiz?"

 

Hızla bir umut başımı salladığımda Serdar'la hızlı adımlarla arka kapıdan çıktık ve arabaya bindik. Hızla çalışan araba konağın yolunu tutarken serdar bir yandan da avukatla komuşuyordu. "Biz gelmeden içeri girme.... Evet.... Evet hemen geliyorum.... Karısı.... Kendisine terapistlik yapacak, sakın başka birini alma...." Bir süre sonra telefon kapandığında arabanın hızını daha da arttırmıştı. Kaç dakika olduğunu saymadım ama normalden daha hızlı bir şekilde konağa vardık. "Hızlı ol, gerekli belgeleri al ve gel." Başımı hızlıca salladım ve arabadan indim. Konağın kapısında duran adamlar kapıyı sonuna dek açarken doğruca merdivenlere, odamıza yöneldim. Kapıyı açıp odada hızlıca gözlerimi gezdirirken elbise odasına girdim. Radarıma giren açılmamış ama bana ait olan kutuları gördüğümde derhal içlerini aramaya başladım. İlk kutuda istediğimi bulamayınca ikinci kutuya yöneldim. Elime geçen kalın kapaklı dosyayı açtığımda poşet dosyanın içinde gördüğüm kimliğimi elime aldım. Altta gözüme çarpan diğer dosyayı elime aldığımda bu dosyanın Adar'a ait olduğunu anlamam geç olmamıştı. İhtiyacım olanlar zaten bunlardı. Odadan çıkmaya yeltenmiştim ki gözlerim aynadan kendime çarptı.

 

Rengi solmuş bir bluz, altına hiç olmayan bir kot pantolon ve dağılmış saçlarım kimliğimin aksine beni çok perişan gösteriyordu.

 

Hızlıca elbiselerimin arasından elime aldığım siyah takımı giymeye karar verirken olduğundan da hızlıydım.

 

Hızlıca ceketimi giyip kemerimi sıktım ve pantolonumu bacaklarımdan geçirdim. Saçlarımı sıkı ve temiz bir at kuyruğu yaparak odadan âdeta fırlarken bir kaç çalışanla göz göze gelmiştim. Hızla Serdar'ın hâlâ çalıştırdığı arabaya bindim. Bana değen bakışları şaşkınlıkla açıldı. "Yenge," dedi şaşkın bir sesle. "Hadi! Sür arabayı da gidelim, yeterince geç kaldık!" Bakışlarını benden çekerek yola çıktığımızda içim içime sığmaz bir hisle kalbim atıyordu.

Karakola vardığımızda avukat olduğunu anladığım bir adam bizi karşıladı. Orta yaşlarında, ciddi bakışlı biriydi. Takım elbisesi kusursuzdu, ancak yüzündeki yorgun ifade buraya gelmeden önce de uzun bir gün geçirdiğini gösteriyordu.

 

"Siz terapist misiniz?" diye sordu, gözlerini üzerimde gezdirerek.

 

Başımı salladım. "Evet." Sesim kendinden emin çıkmıştı ama içimde fırtınalar kopuyordu. Kimliğimi eline verdiğimde arkasında duran polislere uzattı.

 

Sonra hiç vakit kaybetmeden eliyle koridorun sonundaki kapıyı işaret etti. "Sorgu odasına giriyoruz. Unutmayın, burada profesyonel kimliğinizle bulunuyorsunuz. Duygusal tepkiler, süreci etkileyebilir."

 

Başımı eğerek onayladım ama içimde bir şeyler çatırdıyordu. Adar’ı görecektim. Belki de ilk kez, onun savunmasız hâlini, gözlerindeki bilinmezliği, çaresizliği görecektim.

 

Sorgu odasının kapısı açıldığında içimdeki tüm sesler sustu.

 

Adar, masanın başında oturuyordu. Bilekleri kelepçeli değildi ama ellerini masanın üzerine koymuştu. Omuzları hafifçe düşüktü, yüzünde belirgin bir yorgunluk vardı. O her zaman sert ve güçlü duran adam, şimdi bambaşka bir hâlde önümdeydi. Gözleri benimkilere kilitlendiğinde, bir anlığına her şeyi unutmuş gibi hissettim.

 

Düşünmeden birkaç adım attım. İçimden yükselen o yoğun duyguyu bastıramadan ona sarılmak istedim. Ama tam o anda avukatın sesi sert bir şekilde yankılandı:

 

"Dokunamazsınız!"

 

Bir an duraksadım. Gerçek dünyaya geri çekilmiş gibi hissettim. Nefesimi tuttum, Adar ise gözleri hâlâ benim üzerimdeydi.

 

Derin bir nefes alarak kendimi toparladım. Avukatın yanındaki sandalyeye oturdum, Adar’ın tam karşısına.

 

Gözlerimi onun yüzünde gezdirdim. Sakinleşmeye, ona da güven vermeye çalışarak yumuşak bir sesle konuştum.

 

"İyi misin?" Sadece gözlerini hafifçe kapatarak onay verdi ama gözlerindeki yorgunluğu görmek bana azap veriyordu. İki polis odaya girdiğinde kapı kapandı ve odada sadece beşimiz bulunuyorduk.

 

İki polis, avukat, Adar ve ben...

 

"Devran Adar Saraçoğlu," diyerek konuya girdi polislerden biri. "Artık avukatınız ve terapistiniz geldiğine göre konuşursunuz diyoruz, ha? Ne dersiniz?" Polisin alaycı ve hoş olmayan tavrı karşısında canım iyice sıkılmıştı. "Amcanız, Agîr Saraçoğlu'nu öldürmekle yargılanıyorsunuz, anlatmak istediğiniz bir şey var mı?" Adar ellerini açarak gözlerme baktı.

 

"Kanıtınızın olup olmadığını söylüyor," dedim, ona dil olurken bir yandan da kalp atışlarımın duyulmaması için dua ediyordum içimden.

 

"Müvekkilimi suçlamadan önce elinizde bir delil, tanı ve ya bir tanık olması gerekmez mi memur bey?" Avukat bey sert ve asla taviz vermeyen bir sesle konuşurken memurlardan biri göğsünü şişirerek nefesini verdi. "Bir hafta kadardır kendisine ulaşılamıyor ve en son müvekkilinizin yanında görülmüş avukat bey, bunun bir açıklaması var mıdır?"

 

"Elbette vardır," avukat görevini yerine getirirken gözlerimi Adar'dan alamıyordum. "Ama unutmayalım ki söz konusu amca ve yeğendir. Yani onunla görülmesi son derece normaldir. Eğer dediğiniz gibi bir şey olsa bile, dediğim gibi, bir kanıt olmadan müvekilimi tutuklamanız onun gururunu ve onurunu incitmekten başka bir şey değildir."

 

Sorgu odasındaki hava gitgide ağırlaşıyordu. Polislerden biri, avukatın söylediklerini hazmedememiş gibi sandalyesine yaslandı, dudaklarını sertçe birbirine bastırdı. Diğeri ise önündeki dosyayı masaya bırakıp Adar’a döndü.

 

“O hâlde, kendi ağzınızdan duyalım Sayın Saraçoğlu. Amcanız en son sizinle birlikte görülmüş. O gece neler oldu?”

 

Adar gözlerini bir an bile benden ayırmadan derin bir nefes aldı. Beden dili, söylemeye hazırlandığı şeyin ağırlığını yansıtıyordu. Omuzları hâlâ düşüktü ama çenesini sıkı bir şekilde kapatmıştı. Konuşmak istiyordu, ama aynı zamanda tereddüt ediyordu.

 

“O gece… Amcamla bir araya geldik, evet.” dedi sonunda, hareketlerini aktarırken sesimde kararlı ama içinde ince bir gerginlik vardı. “Ama onu öldürdüğümü söylemeniz için daha fazlasına ihtiyacınız var.”

 

Avukat hemen araya girdi. “Müvekkilim, sizin onu suçlamaya çalıştığınız kadar ağır bir ithamda bulunmuyor. Ancak burada kesin deliller olmadan yapılan her suçlama, hukukun temel prensiplerine aykırıdır.”

 

Polislerden biri sabırsızca elindeki kalemi masaya vurdu. “Bakın, Devran Bey. Buraya oyun oynamaya gelmedik. En son sizinle görüldü ve bir haftadır haber alınamıyor. Sizden duymamız gereken şey şu: O gece ondan ayrıldığınızda nereye gitti?”

 

Adar, gözlerini kaçırmadan cevap verdi. “Bilmiyorum.” hem bedeniyle hemde dudaklarıyla vermişti bu cevabını ve o kadar kendinden emindi ki, bu kadar rahat olması ürkütücüydü.

 

Bilmiyorum. Bu kelime odanın içinde yankılandı. Sessizlik bir anlığına hepimizi içine çekti.

 

Bu sırada Adar’ın elleri masada rahatça bekliyor, oturduğu yere yaslanmış, rahat bir ifade takınmıştı. Beden dili çok şey söylüyordu, belki ağzından dökülenlerden daha fazlasını.

 

“Bilmiyorsun,” dedim, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan. “Ama onu en son gören sendin. Sana inanmalarını istiyorsan, bildiğin her şeyi söylemelisin.”

 

Bir an bana baktı. O an, sadece bir an, gözlerinde tüm hikâyeyi gördüğümü sandım. Ama sonra tekrar içine kapandı.

 

"Müvekkilim bilmediğini, ve sizde elinizde bir kanıt olmadığını söylüyorsunuz, şimdi ne yapalım memur bey? Müvekkilimi de alıp çıkabilir miyim?"

 

Polis memuru gözlerini avukata dikerek net bir şekilde cevap verdi.

 

"Hayır. Müvekkiliniz, soruşturma kapsamında hâlâ şüpheli konumunda. Gözaltı süresi dolana kadar burada kalacak."

 

Avukat itiraz etmek için öne eğildi, sesi daha da sertleşmişti. "Eğer somut bir deliliniz yoksa, gözaltı süresini uzatmanız hukuka aykırı olacaktır. Müvekkilim hakkında bir tutuklama kararı çıkarılmadığı sürece serbest bırakılması gerekir."

 

Diğer polis sabırsızca yerinde kıpırdandı. "Bunu savcının takdirine bırakacağız, avukat bey. Ama şu an için müvekkiliniz burada kalıyor."

 

Bu sözlerle odanın içindeki gerilim daha da arttı. Adar, avukat ve polisler arasında geçen konuşmaları sessizce dinliyordu. Yüzünde bir duygu belirtisi yoktu ama onun nasıl içine kapandığını görebiliyordum. Odanın köşesinde kalmış gibiydi, var ama görünmezdi.

 

Avukat eliyle dizini sıvazlayarak konuştu. "Peki, memur bey. Gözaltında olduğu sürece müvekkilimle görüşme hakkım olacak, değil mi?"

 

"Elbette, avukat bey. Ama görüşmeleriniz denetimli olacak. Yani müvekkiliniz yalnız kalamayacak."

 

Bu şartlar altında Adar’ın konuşması daha da zorlaşacaktı. Ona yardım etmeliydim ama nasıl?

 

Polisler sorguyu şimdilik sonlandırmak üzere hareketlenirken, ben bir an Adar’a döndüm. Gözlerinde bir şey vardı. Belki pişmanlık, belki çaresizlik… Belki de güvenebileceği tek kişinin ben olduğuna dair küçük bir ipucu.

 

Ve ben, o güveni boşa çıkarmak istemiyordum.

 

"Seni burada bırakmayacağım," diye fısıldadım.

 

O ise ilk defa gözlerime uzun uzun baktı. "Biliyorum," dedi sadece.

 

Ama bilmek yetmezdi.

 

Avukat, polislerle prosedür hakkında konuşmaya devam ederken, ben yavaşça sandalyemden kalktım. Adar, gözleriyle beni takip etti ama hiçbir şey söylemedi.

 

Polislerden biri eliyle kapıyı işaret etti. "Şimdilik sorguyu burada kesiyoruz. Ama bu iş bitmedi, Devran Bey."

 

Avukat, evraklarını toparlayarak başını sertçe salladı. "Elbette bitmedi, memur bey. Ancak müvekkilimin haklarını hatırlatmaktan da vazgeçmeyeceğim."

 

Odadaki gerilim adeta havada asılı kalmıştı. Bir an, Adar’a son kez baktım. Gözlerimde ona dair bir şey bırakmak istiyordum,belki bir güven, belki de yalnız olmadığını bilmesi için bir işaret.

 

Kapı açıldı. Serdar dışarıda bekliyordu, kollarını önünde kavuşturmuş, yüzünde sabırsız bir ifade vardı. "Ne öğrendik?" diye sordu, gözleri doğrudan bana yönelerek. Avukat cevap verdi. "Adar bey hakkında hâlâ somut bir delil yok. Ancak gözaltında tutulacak."

 

Serdar başını salladı ama gözleri kısa bir an için Adar’ın ardında bıraktığı boş sandalyeye kaydı. Sonra bana döndü. "Peki, sen ne öğrendin?"

 

Derin bir nefes aldım. "Bilmiyorum", dedim, sesimi fazla yükseltmeden. "Tek bildiğim şey düşünceleriyle daha fazla yalnız kalırsa onu kimse tutamaz, ben bile..."

 

Serdar kaşlarını çattı. "Ne demek istiyorsun?"

 

"Geçmişini düşünüyor, yaşadıklarını düşünüyor, iyi değil. Çıkması lazım buradan." Serdar biraz daha düşünceyle baktı ve yutkundu. Avukat ile yanımdan ayrılırken bir an odadan elleri kelepçeli iki polis eşliğinde götürülen Adar'ı gördüm.

 

"Adar," fısıltım içime kor gibi düşerken ona sarılmak için öne atıldım ama polisler buna engel oldu.

 

"Çekilin lütfen,"

 

"Asıl siz çekilin! Ben onun hem psikiyatri doktoru, hemde psikoloğuyum! Onunla konuşmaya hakkım var!" Adımları dururken Adar gözlerime hâlâ yorgun bakıyordu. "Çok kısa hanımefendi, lütfen." Başımı salladığımda iki adım arkaya adımladılar. İstemsizce gözümden bir damla yaş süzülürken Adar kelepçeli ellerini kullanıp seni seviyorum işareti yaptı. kelepçeli elleri, duygularını ifade etmek için tek yolu olan o işareti yaparken, içimdeki tüm direnç çözüldü. boynuna sarıldığımda, dünyadaki her şey bulanıklaştı. Zaman, mekân, çevremizdeki insanlar... Hiçbiri umurumda değildi. Sadece onun teninin sıcaklığı, kokusu ve varlığı vardı.

 

Adar başını omzuma yasladı, nefesi tenimi ürpertirken göğsümü açıp onu içimde saklamak istedim.

 

üzülmemem mümkün müydü? Onun bu halde olması, bunca yükü tek başına sırtlanması içimi paramparça ediyordu. Gözlerimi kapattım, sanki sarıldıkça tüm acısını, ağırlığını hafifletebilirmişim gibi sıktım kollarımı.

 

Polislerden biri hafifçe öksürdü, rahatsız oldukları belliydi ama kimse hemen müdahale etmedi. Belki de içgüdüsel olarak bu anın önemini anlamışlardı.

 

"Zaman doldu," dedi sonunda biri, sesi yumuşaktı ama emir veriyordu. "Onu götürmemiz lazım."

 

Adar yavaşça geri çekildi, ama elleri sanki hala üzerimdeymiş gibi hissettim. Gözleri gözlerime kilitlendi, içlerinde söylenmemiş binlerce kelime, bastırılmış bir çığlık vardı.

 

"Elimden geleni yapacağım," dedim alçak bir sesle, ama her kelimede titreyen bir kesinlik vardı. "İster haklı ister haksız seni burada bırakmayacağım."

 

Adar gözlerini kaçırmadı. Hafifçe başını salladı ama dudakları bir an aralandı, sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeler yetmiyormuş gibi.

 

Sonunda polisler onu nazikçe ama kararlı bir şekilde geri çektiler. Ben ise öylece durdum, kollarım hala onun varlığını hissederken ondan kopmak acı veriyordu.

 

Adar kapıdan çıkarken son bir kez bana baktı. O bakış, içine hapsettiği tüm duyguların sessiz bir çığlığı gibiydi.

 

Ve o an yemin ettim.

 

Ne olursa olsun, onu bu karanlıktan çıkaracaktım.

 

Nefes almakta zorlanıyordum. Göğsüm sıkışıyor, ciğerlerim havayı içine çekmeyi reddediyordu sanki. Ellerimi titreyerek yüzüme götürdüm, gözyaşlarım avuç içlerime akıyordu ama hiçbirinin sıcaklığını hissetmiyordum.

 

Duvara yaslanıp başımı geriye dayadım. Soğuk beton tenime değdiğinde, içimdeki yangını söndürmeye yetmeyeceğini biliyordum. Boş koridorda yankılanan tek şey, kendi düzensiz nefeslerimdi.

 

Serdar bir şeyler söylemek için yanıma geldi ama konuşamadı. Gözlerime baktığında, içimdeki fırtınayı gördü belki de. Sonra sessizce cebinden bir mendil çıkarıp elime tutuşturdu.

 

"Güçlü durmalısın," dedi usulca. "Eğer ona gerçekten yardım etmek istiyorsan, şimdi yıkılma zamanı değil."

 

Ama nasıl? Adar’ın kelepçeli elleri, son bakışı, o çaresizliği içime işlemişti. Gözlerimi kapattım, az önce sarıldığım anı tekrar hissetmek istedim. Ama bu kez o sıcaklık yoktu. Sadece boşluk…

 

"Ne yapacağımı bilmiyorum," dedim, daha çok kendime. "Buna nasıl katlanacağımı da bilmiyorum."

 

Serdar derin bir nefes aldı.

 

Gözlerimi açtım, onun ciddi ifadesine baktım. Yüzünde beni teselli etmeye çalışmayan, yalan bir umut vermeyen bir gerçeklik vardı.

 

"Onun amcamı öldürdüğünü biliyorum," bedenim kaskatı kesilirken bu gerçeklik bir daha canımı yaktı. "Annesinin intikamını mı aldı, kendisine yapılan haksızlığımı bilmiyorum ama lanet bir şey ki onunla empati yaparken buluyorum kendimi." Titreyen bakışlarım ağzından çıkan her kelimeyi zihnime kazıyordu.

 

"Nerden biliyorsun?"

 

"Bunu tahmin etmek zor değil, Ali de bunun için çok üstüne geliyor zaten, aile içinde düşman olarak görürlerdi onu."

 

"Ne yaşadı Adar? Senin bile onunla empati yapacak kadar ne yaşadı?" Kısa bir an yutkundu. Sadece gözlerime baktı ve kısa bir omuz silkti. "Bunu onun sana anlatması daha iyi. Ben burda pek kalmazdım, babam yurt dışına taşındıktan sonra bir gider bir gelirdim, sadece gördüklerim bile midemi bulandırır. Neyse..." Dolan gözlerini benden çekti.

 

"Gel, salona geçelim."

 

"İsteyorum, herkes orda, kimseyi görmek istemiyorum."

 

"Merak etme, çoğu kişi dağıldı. babamlar konağa geçti. Annenler senin sorguda olduğunu duyduğu için bekliyorlar, istersen bir görün onlara."

 

Serdar’ın söylediklerini duyunca gözlerimi kapattım, içimdeki karmaşayı bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Annem... Orada beni bekliyordu. Beni, yüzüme bakıp iyi olup olmadığımı anlamaya çalışacak, ama bir şeyler sormaya cesaret edemeyecekti.

 

Adımlarımı sürükleyerek Serdar’ı takip ettim. Salona yaklaştıkça içerideki uğultular azalmıştı. Büyük çoğunluk konağa dönmüş olmalıydı. Ama içeri girdiğimde annemin beni beklediği köşeyi hemen fark ettim.

 

Beni görür görmez ayağa kalktı, gözleri endişeyle doluydu. Yanına vardığımda bir şey dememe fırsat vermeden ellerimi avuçlarının arasına aldı.

 

"İyi misin?" diye fısıldadı, sesi titriyordu.

 

Ne diyeceğimi bilemedim. İyi değilim, demek istemiyordum. Ama iyiyim desem, yalan söylemiş olacaktım. O yüzden sadece başımı sallamakla yetindim.

 

Annem derin bir iç çekti, sonra kollarını boynuma doladı. "Çok yoruldun, gel biraz otur. Bak, yüzün bembeyaz olmuş."

 

Onun şefkatli sesi içimi sızlattı. Ama oturursam, durursam, düşünmeye başlarsam çökeceğimi hissediyordum.

 

"Anne..." dedim boğazıma düğümlenen kelimelerle. "Ne yapacağım şimdi?."

 

Annem gözlerimin içine baktı, yüzünde hem acı hem de kabullenmiş bir ifade vardı.

 

"Biliyorum kızım," dedi yumuşakça. "Ama senin de kendini bitirmeni istemiyorum."

 

Bunu duymak bile gözlerimin dolmasına yetti. Başımı hafifçe yana eğdim, avuçlarını yüzümde hissetmek ister gibi. Çocukken üzgün olduğumda da böyle yapardı.

 

Babamın elini saçımda hissettim bir an, sonra abim önüme çömelerek elimi tuttu. "Ne gerekiyorsa yapacağız abiciğim, sıkma sen canını. Çıkar yakında." Onların varlığı bir an olsun huzur verirken gözlerimi kapattım ve kendimi bu sıcak ana bırakmak istedim.

 

**

 

Karakolun önünde bir arabanın içinde düşüncelerimle oturuyordum. Araba Adar'a aitti ve şuanda o olmadan onun kokusunu arıyordum. Herkes gitmiş, sadece ben ve Serdar kalmıştık. Serdar ise karşımda başka bir arabada Esra yanında gecenin bitmesini bekliyorduk.

 

Adar'dan şikayetçi olan Ali, arama ekipleriyle beraber son görüldüğü ve gidebileceği yerlere gitmiş, babasını arıyordu.

 

Ortada bir cinayet vardı. Birinin babası, birinin amcasıydı. Ve Adar amcasının katiliydi. Bu asla ama asla kabul edilebilecek bir şey değildi. Yaptığı hatanın bedelini ödemesi gerekirdi ama konu biz olunca her şey sarpa sarıyordu. Boğazıma bir yumru oturdu. Her ne kadar onu ordan çıkarmak istesem de aslında haksız olanlar bizdik.

 

Biri babamı öldürseydi, ve bu kişi yaptığına emin olduğum birisi olsaydı kesinlikle hakkımı aramaktan vazgeçmez, ölümüne onunla savaşırdım.

 

Ama işte, konu biz olunca, işler sarpa sarıyordu.

 

Gözlerim arka koltukta olan karartıya kaydığında elimi uzatıp onu aldım. Bu Adar'ın ceketiydi. İstem dışı kumaşı burnuma götürürken çektim nefeste buram buram Adar kokuyordu.

 

Ceketi ellerimde sımsıkı tutarken içimde bir şeyler parçalandı. Adar’ın kokusu, sanki ona dokunuyormuşum gibi gerçekti. Bir an gözlerimi kapattım ve onun yanımda olduğunu hayal ettim.

 

Ama sonra bir gerçeklik tokadı gibi yüzüme çarptı: O burada değildi. Soğuk, karanlık bir odada, yalnızdı. Kelepçeli bilekleriyle, üzerindeki suçlamayla, sessizliğiyle…

 

Bunu düşünmek bile içimi sıkıştırıyordu.

 

Ceketi yavaşça kucağıma bıraktım. Ellerim titriyordu.

 

Gözlerimi tavana diktim, içimdeki karmaşa kabus gibi üzerime çökmeye başladı. Onu savunmak istiyordum, ama göz göre göre bir yalanın içindeydik.

 

Yorgunlukla gözlerimi kapattım ceketi kendime sardım, yoksa bu geceye güneş doğmayacaktı.

 

Usul usul çarpan güneş ışığına gözlerim titreyerek açıldı. Derin bir nefes aldım.

 

Zaman nasılda bir anmış gibi hızlıca geçmişti.

 

Gözlerimin önündeki bulanıklık yavaşça dağıldı. Sabahın ilk ışıkları yüzüme vururken, içimde bir sıkıntı vardı. Daha tam olarak ne olduğunu çözemeden dışarıdan gelen araç sesleri dikkatimi çekti. Motorlar sustu, ardından kapılar açıldı.

 

Ceketi sıkıca üzerime sarıp hızla arabadan indim. Karabalığın önüne vardığımda, karşımdaki manzara tüylerimi diken diken etti.

 

İki heybetli adam, onların ardında dizilmiş takım elbiseli, sert bakışlı adamlar… Ellerini önlerinde birleştirmiş, disiplinli bir şekilde bekliyorlardı. Güç gösterisi yapmaya gelmişlerdi, bu çok açıktı.

 

Ama gözüm en çok yanlarındaki kadına takıldı. İnce yapılıydı, güçlü bir duruşa sahipti ama gözlerindeki korku her şeyden daha belirgindi. Tedirgin ve biraz telaşlı gibiydi. sanki en ufak bir hamlede kaçmaya çalışacak ama nereye gideceğini bilmeyecek kadar çaresizdi.

 

Bir adım öne çıktım. Kalbim hızla çarpıyordu ama belli etmemeliydim.

 

“Siz kimsiniz?” Sesim güçlü çıkmalıydı, öyle de oldu. Adamların en öndeki, yani en baskın görüneni, ağır adımlarla bana yaklaştı. Üzerindeki takım elbise kusursuzdu, yürüyüşü kendinden fazlasıyla emin bir adamın yürüyüşüydü. Gözlerini gözlerime dikti, gülümsedi ama bu gülümsemede sıcaklıktan eser yoktu.

 

"Miran Kotan," dedi, sesi soğuk ve ölçülüydü. "Devran Adar için geldik, olanları duyduk, elimizden ne geliyorsa da yapmaya hazırız." Gözlerimi kırpıştırdım. Mafya tipli adamlar Devran'a nasıl yardım edeceklerdi?

 

"Miran abi?" Serdar'ın sesi arkamdan duyulurken hızlı adımlarla yanımdan geçti ve Miran denen adamla tokalaşıp sarıldı.

 

"Ne işiniz var burada abi? Ne zahmet ettiniz?"

 

"Zahmet etmedik, Devran'ı buradan çıkarmaya geldik. Nasıl, iyi mi? Görüştünüz mü hiç?" Yüzü yorgun, ama sert mizaçlı bir adamdı. Asla kendinden önğn vermiyordu. Sesi bir o kadar sakin ve ürkütücüydü.

 

"Dün, yengem yanına gitti. Şimdilik sadece arama çalışmalarından bir haber gelmesini bekliyoruz, bir haber çıkmayana kadar bjrakmayacaklar gibi görünüyor." Adamın yüzü gerildi ve Serdar'ın omzunu sıkıp yanında duran diğer adama döndü. "Alaz, ne yapalım."

 

"Müsait bir yere geçelim öncelikle, karakol önünde durdukça dikkat çekiyoruz." Serdar da onlarla birlikte başlarını salladığında Serdar bana döndü. "Gel yenge, gidelim."

 

"Kim bunlar? Neden onlara güveneyim? Nereye gideceğiz?"

 

"Merak etmeyin," dedi Miran, Serdar'dan önce lafa girerek. "Devran Adar bizim için önemli biridir. Onun kötülüğünü istemeyiz, biz de ondan biriyiz, yenge hanım." Sözü adeta güven vermek istercesine sesini yumuşatırken yanındaki kadının elini sıkıca tuttu ve arabalarına bindiler.

 

Serdar, Miran ve yanındaki adamlarla birlikte arabalara binerken hâlâ tereddüt içindeydim. Bu adamlar kimdi? Adar’la nasıl bir bağları vardı? Ve en önemlisi, gerçekten güvenilirler miydi?

 

Fakat şu an karakol önünde dikilip şüphelerimi sorgulamanın sırası değildi. Serdar’ın güveniyormuş gibi durması bile bir şeyler ifade ediyordu. Derin bir nefes aldım ve sessizce araca bindim.

 

Herkes koltuğa yerleştiğinde karşımda oturan kadın gözlerine değen her şeyi inceliyordu. Miran onun elini sıkıca tutmuştu. Kabadayı gibi duran adamın bakışları bir tek kadına değdiğinde yumuşuyordu. "İyi misin?" Diye fısıldadı kadına doğru, sesi titremişti. Bunu fark edebilmiştim. "Evet, sadece başım ağrıyor." Diye yanıtladı kadın. Ardından başını adamın omzuna yasladı ve gözlerini kapattı. O kadar sarsılmış görünüyordu ki kadın, sanki küçük bir kız çocuğu gibi titriyordu ama yinede adamın gözlerindeki sevgiyi okuyabilmiştim.

 

Derin bir nefes aldım. İçimde garip bir his vardı, ama şimdilik bir şey sormadım. Aracın içindeki hava, gerilimle doluydu.

 

Yaklaşık yirmi dakika süren yolculuğun ardından, şehrin dışına doğru, tenha bir yere ulaştık. Araba geniş bir malikânenin önünde durduğunda gözlerim büyüdü.

 

"Burası neresi?" diye sordum Serdar’a.

 

"Miran abilerin yeri," dedi. "Güvenli bir yer. Kimse buraya izinsiz adım atamaz."

 

Miran arabadan inip kapıyı açarken önce yanındaki kadının inmesini bekledi. Elini bir an olsun bırakmıyordu. Serdar'a dönüp başıyla içeri girmemizi işaret etti.

 

"Gelin."

 

İçimdeki huzursuzluk devam etse de başka çarem yoktu. İçeri girdik. Malikânenin içi dışarıdan göründüğünden daha büyüktü. Geniş bir salon, büyük camlar ve etrafa yayılmış adamlar… Hepsi sessizce ama tetikte bekliyordu.

 

Miran bizi büyük bir oturma odasına yönlendirdi. İçeri geçtiğimizde kapı kapandı, artık yalnızdık. Koltuklara geçerlerken yanındaki kadının oturmasını bekledi ve ceketini çıkarıp onun yanına oturdu. Diğer adamda karşı koltuğuna oturduğunda elinde tuttuğu telefonu bir kaç tuşlamadan sonra cebine attı. "Gel yenge," Serdar'ın direktifiyle bende boş bir koltuğa otururken Serdar yanıma oturdu. Üzerindeki rahatlık bu adamlara güvendiğini gösteriyordu ama ben yinede tedirgindim.

 

"Şimdi," dedi Miran, bakışlarını doğrudan üzerime dikerek. "Bize olanları anlatır mısın, bütün gerçekliğiyle." Kısa bir yutkunma yaşadım, bakışlarım Serdar'ı bulduğunda bana başıyla anlatmam için onay verdi.

 

"Öncelikle kim olduğunuzu bilmek istiyorum." Dedim hâlâ onlara güvenmeyen bir sesle. Adam biraz bana baktı, ardından sıkı bir nefes vererek yanında duran kadının elini tuttu, sanki kendisi zehir, yanındaki kadını da panzehiri olarak görüyordu. Ondan bir an olsun uzaklaşmak istemiyor gibiydi.

 

"Ben Miran Kotan, bu güzel kadın benim karım." Cümlesini öyle baskın bir sesle söylemişti ki aksini kabul edemez bir hal vardı.

 

"Karımın ağabeyi Alaz, tanıtımım yeterli oldu mu?" Kendini açığa vermek istemiyor gibi yutkundu. "Hayır, bana Adar'ı nereden tanıdığınızı söylemediniz."

 

"Yenge..."

 

"Damdan düşer gibi geldiğimiz için bize güvenmebilirsiniz, tabii ki de haklısınız ama inanın bana Devran benim için bir kardeş gibidir. Benim de babam bir zamanlar Mardin'de ağalık yaptı. Buranın yabancısı değiliz yani, sadece bilmeniz gereken şey, bu süreçte sadece bize güvenmeniz."

 

Kısa bir yutkunma yaşadım. Gözlerim herkesin üzerinde gezerken adının Alaz olduğunu öğrendiğim adamı da incelemek durumunda kaldım. Diğer adama göre daha az kaslı ve daha uzundu. Hafif sarışın, ve biraz daha uysal bir yapısı vardı. Bakışlarım yine sonunda Miran'a döndü.

 

"Amcasını öldürdü. Ve şuan amca oğlu Ali ondan şüphelendiği için şikâyette bulundu. Herhangi bir kanıt yok, ama eğer bulunmazsa onu ordan çıkaramayız. Şikayeti geri çekmeyeceğini biliyoruz. Sonuç olarak çocuk babasının peşinde. Ve bu da bizim elimizi kolumuzu bağlıyor."

 

Adam sakince başını salladı ve Alaz denen adamla kısa bir bakışma yaşadı. "Şöyle ki," dedi bakışmadan bir şey çıkarmış gibi konuşan Alaz.

 

"Elimizde nur topu gibi bir suçlu var, kendisinin yemediği halt kalmamış, kadına tecavüz, taciz, katletme, çocuk kaçırma ve daha çok şey...." Dediğini dikkatle dinliyordum ama duyduklarım kulaklarımdan kan akıtır cinstendi.

 

"Suçu onun üzerine yıkacağız...." Gözlerim fal taşı gibi açılırken bunun nasıl olacağını merak etmiştim.

 

"Bunu seve seve kabul eder, çünkü başka çaresi yok. Ama..."

 

"Ama..." Dedim konuşmasını devam ettirmesi için. "Ama bize herifin ceset yerini söylemesi lazım ki, adam gidip itiraf ettiğinde, delil olarak yerini söyleyelim. Bir de cinayet aleti, silahla mı? Bıçakla mı? Neyle öldürdüğünü de bilmemiz lazım. Hepsi elimde olmalı."

 

Kısa bir ürpermeyle kendime gelirken Adar'ı bir kez daha anlamaya çalıştım.

 

"Nasıl öğreneceğiz peki?" Diye sorarken yüreğim hızlandı.

 

"Yanına gideceksin ve öğrenip bize söyleyeceksin, hapiste değil, nezarethanede öyle değil mi?" Başımı sallayıp onu onaylarken boğazım kurumuştu. "Peki, onunla bir görüşme ayarlayacağım şimdi, sen hazır ol. Biz oraya gidene kadar avukatlar halletmiş olur zaten." Kalbim küt küt atarken derin bir nefes almaya çalıştım. Ayağa kalkarken serdar'da benimle kalktı. "İyi misin yenge?" Hafifçe başımı salladım ama iyi değildim. Dğşünceler kafamın içinde dört dönerken nasıl iyi olabilirdim.

 

Alaz ayağa kaltı ama Miran kalkmadı. "Gidin siz, biz burada kalacağız, çıktığınızda buraya gelin." Emir vermiyordu ama sesi sertti. Oturan kadınla bakıştığımda bana ilk defa gülümsedi. Beni anlamaya çalışır gibi baktı ama bu bakışma kısa sürdü. Büyük malikaneden ayrılıp tekrar karakola giderken içimde hem tarifsiz bir acı hemde adarın çıkacağını bilmenin huzuru vardı.

 

Parmaklarımın karıncalanmasıyla avuç içlerimi açarken hâlâ omuzlarında duran ceketi sıktığımı fark ettim. Sanki onun kokusunu içime çekmek ister gibi derin bir nefes alırken bindiğimiz araçta, düşüncelerimle yolun bitmesini bekledim.

 

Karakola varır varmaz görüşme gerçekleşti. Soğuk bir koridora girdiğimde tüylerim diken diken olmuştu. Ve sonra onu gördüm. Başını ellerinin arasına almış, öne doğru çökmüş düşünceler içinde kalmış Adar'ı...

 

Oturduğu yerde, omuzları hafifçe düşmüş haldeydi. O güçlü, dimdik duran adam, şimdi bir gölge gibi görünüyordu. Yüreğim sıkıştı.

 

İçeri adım attığımda kapının kapanma sesiyle irkildi. O an Adar başını kaldırdı.

 

Göz göze geldiğimizde içimde bir şeyler paramparça oldu.

 

Gözleri… Tanıdık ama yabancı. Güçlü ama kırık. İçinde fırtınalar kopan bir adamın gözleriydi.

 

Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissettim. Ama kendimi topladım, ona zayıf değil, güçlü görünmeliydim.

 

Usulca yaklaştım. Aramızda yalnızca birkaç adım kalmıştı. Ama bu mesafe, uçsuz bucaksız bir boşluk gibiydi.

 

"Adar…" dedim, sesim titrek ama özlem doluydu.

 

Gözleri hafifçe kısıldı, bakışlarında beni ezip geçen bir dalga vardı. Sonra, neredeyse duyulmayacak bir hareketle fısıldadı:

 

"Vera…"

 

İsmimi sessiz bir yankı gibi duyduğum an gözlerim yandı.

 

Onu kollarıma almak istedim. Tüm bu karanlığı, yükünü, acısını sırtından alabilmeyi… Ama yapamadım.

 

Adar, gözlerini kaçırdı. Gözleri omuzlarında duran ceketine kaydı, hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme acı doluydu.

 

"Burada ne işin var?" diye sordu, hareketi boğuktu.

 

"Seni almaya geldim." Dedim, tereddütsüz.

 

O an başını eğdi. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra gözlerini tekrar bana kaldırdı, içinde hem umut hem de korku vardı.

 

"Beni buradan çıkarabilecek misin, Vera?"

 

O an anladım. O, gerçekten korkuyordu. İlk defa, tüm gücüne rağmen, çaresizce bir cevaba ihtiyacı vardı.

 

Ve ben de ona yalan söylemeyecektim.

 

Ellerimi demirlere geçirip öne eğildim. "Ne olursa olsun, seni buradan çıkaracağım. Bunu sana söz veriyorum."

 

Gözlerinde bir an için bir kıvılcım çaktı. Ama o kıvılcım, geçmişte olduğu gibi parlak ve güçlü değildi. Kırılgandı.

 

Bunu düzeltmek bizim elimizdeydi.

 

Yavaş adımlarla ayağa kalktı ve yanıma yaklaştı. O an demirler yok olsun istedim.

 

Eli havalanıp parmağı yanağıma dokunduğunda gözlerim istemsizce kapandı. Parmağı titriyordu. Onu hissedebiliyordum.

 

"Sorun hapis yatmak değil," dedi, sesi kısık ama derinden gelen bir yankı gibiydi. "Hatta hak ediyorum ve buna sonuna kadar razıyım… ama,"

 

Bir an durdu. Nefesi kırık bir notaya dönüştü, sanki kelimeleri zihninde tartıyor, hangisinin daha az can yakacağını hesaplıyordu.

 

Ben ise ona bakıyordum, gözlerim buğulanmıştı, siluetini zar zor seçebiliyordum. O an fark ettim; Adar’ın beden dili her şeyi haykırıyordu ama ben onu göremiyordum. Sonra başını kaldırdı, gözlerini gözlerime kilitledi. O gözlerde öyle bir ağırlık vardı ki, yüreğime çöken bir gece gibi içimi kararttı.

 

"Seni bir daha görememek, sana dokunamamak, kokunu içime çekememek..." Derin bir nefes bıraktı, sanki dayanamıyormuş gibi,"İşte bunu kaldıramam, Vera. Bu, bana ölmekten daha ağır gelir."

 

Bütün dünya sustu.

 

Sadece biz vardık. O ve ben. O cümle havada asılı kaldı, bir kurşun gibi ciğerime saplandı. Yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki düğüm çözülmedi.

 

İleri doğru eğildim, sanki mesafeyi kapatabilirsem acısını da paylaşabilirmişim gibi. Ellerim yüzüne ulaştı, onu canıma katmak istiyordum.

 

"Buna izin vermeyeceğim," diye fısıldadım, kelimeler titreyerek dudaklarımdan dökülürken. "Sana söz veriyorum, Adar. Ne olursa olsun, seni bırakmayacağım."

 

Gözlerindeki gölge, belki de ilk defa bir anlığına silindi. Ama yalnızca bir an… Sonra kapı gıcırdayarak açıldı ve dünya tekrar gerçekliğine döndü.

 

Burnumu çekerek göz yaşlarımı dilerken buraya neden geldiğimi tekrar hatırladım.

 

*

 

"Amcanın cesedi nerede Adar." Onunla yalnızca kısa ve net beden diliyle konuşup sessizce bir anlaşmanın içine girdik.

 

Ceset olduğu yerden çıkarıldı. Artık sadece kokudan ve eriyen bir deriden farksız değildi.

 

"Cinayeti neyle işledin? Silah? Bıçak?"

 

Bıçağın cesetle aynı yerde olduğunu söyledi, onu da parmak izi bırakılmayacak bir şekilde çıkarıldı ve üzeri detaylıca silindi. Geriye sadece suçu üzerine yıkacağımız adamın parmak izlerini oraya aktarıp, teslim olmasını seyretmek kalmıştı.

 

Adamların planı tıkır tıkır işledi. Ali geldi, isyan çıkardı, inkar etti. Bunu kabullenemedi çünkü bu adamı babasının katili olmayacak kadar yabancı olduğunu biliyordu.

 

İtiraf geçekleşti.

 

Kanıt onaylandı.

 

Ceset otopsiye yollandı ve öldürülme biçimi bıçakla eşleşti.

 

Artık Adarı içerde tutmaları için bir gerekçe kalmadı.

 

*

 

Yıllar mı girmişti aramıza? Asırlar mı? Yoksa dünyalar mı? İnsan, birini özlemesi için ne kadar zaman geçmesini beklemeliydi? Yoksa özlemek için zamanın geçmesine bile gerek yok muydu?

 

O daha kapıdan çıkmadan, daha gözlerini kaçırmadan, daha nefesini iç çekerek vermeden bile özlüyordum onu. Hasret dediğin şey, mesafeyle mi ölçülürdü? Yoksa iki kalbin birbirine dokunamaması mıydı asıl mesele?

 

Özlem, bir saat gibi işleyen bir şey değildi. Belki de bir an yetiyordu insanı yakmaya. Göz göze geldiğin saniyede, elin boşluğa uzandığında, adını içinden geçirdiğinde... İşte o zaman, ne kadar uzağa düşersen düş, ne kadar zaman geçerse geçsin, özlem hep aynı yerden vuruyordu insanı.

 

Adar’la arama yıllar mı girdi, yoksa suskunluk mu, bilmiyorum. Tek bildiğim, onun yokluğu içimde büyüyen bir boşluktan farksızdı. Şimdi karakol kapısı önünde onu beklemek içimi sızlatıryordu. Bakışlarım zafer kazanmışcasına parlarken Adar sonunda koridorun sonunda göründü. Adımları hızlıydı ama bir yere yetişmek için değil, bana yetişmek içindi. Aramızda son bir adım kalırken dayanamayıp boynuna atlamıştım. Sadece bir buçuk gün geçmişti halbuki, sadece 32 saat olmuştu. Belki daha azdı bilmiyordum ama, kesin bildiğim bir şey vardı ki, bir buçuk gün bana bir buçuk yıl gibi ağır gelmişti.

 

"Bitti..." Dedim sıkı sıkıya boynuna sarıldığım adama fısıldayarak. Beni sıkıca tutmuş, aşağı sarkan bedenimi, ağırlığımı umrunda değilmiş gibi kollarını sarmıştı bedenime.

 

"Bitti." Dedim tekrar ayrılırken. Bu sefer onu, yanağından, boynundan ve hatta dudağının kenarından öptüm ama kendini hafifçe geri çekerek gülümsedi ve yutkundu. "Biraz da eve kalsın, olmaz mı?"

 

"Olmaz," dedim beden dilini okuduktan sonra. Kendisi ise arkamızda bir ordu gibi duran adamlara kaydı bakışları. Elimi tuttu benden ayrılmak istemez gibi. Ardından adımlarını adamlara yöneltti. "Geçmiş olsun kardeşim." Dedi Miran onunla tokalaşıp sarılırken. Ardından diğer adamla yani Alaz'la tokalaştı ve elini göğsüne vurarak onlara teşekkürünü iletti.

 

"Sen iyi ol da, biz her zaman buradayız." Dedi Miran. O da hemen yanında duran karısının elini sıkıca tutmuştu. "Çok teşekkür ederim, yaptığınızı asla unutmayacağım." Dedim Miran'a karşı. Gözleri minnetle kapanıp açıldı. "Kardeşime canımız feda," dedi. Ardından adamlarına arabalarına binmesi için işaret verdi. "Biz artık gidelim. Sana tekrar geçmiş olsun kardeşim. Başın dara sıkıştığında adımızı Anman yeterli." Adar tekrar elini sıkıca sıktı ve göğsüne vurdu.

 

Önce karısını bindirip ardından kendisi büyük arabaya binmişti. Korumaları kapısını kapatıp şoför koltuğuna geçerken arabalar hareket etti ve arabalar artık burayı terk etti.

 

Serdar anlamadığım bir yerden çıkarken hızlıca yanımıza ulaştı ve Adar'a sarıldı. "Sonunda ve oğlum, ödümüz koptu vallaha." Serdar ve Adar kardeş gibi sarılırken omuzlarına vurmayı ihmal etmiyordu. "Ali delirdi." Dedi Serdar geri çekilirken. "Konağı başımıza yıkacaktı. Aşiret toplandı, taziye kuruldu. Konak savaş yeri. Yarın cesedi bize teslim ederler." Sıkı bir nefes verdi. "Yarın cenazede olur musun?" Diye sordu Adar'a. Ama Adar sadece elimi tutup derin bir nefes verdi. "Bakarım." Dedi kısa bir hareketle. Ardından arkasını döndü. "Nereye gidiyorsunuz şimdi?" Serdar'ın sorusuyla gözleri bana döndü. "Halletmem gerek bir konu var." Dedi ama Serdar onu tam anlayamadı. Az uzakta durdurduğu arabasına ilerlerken cebimden anahtarını uzatıp kendisine uzattım. Gülümseyerek eline alırken diğer eli elimden bir an ayrılmıyordu.

 

Arabaya binmemiz, çiftlik evine gelmemiz, odamıza geçmemiz saatler içinde olmuştu ama sanki dakikalar geçmiş gibiydi onun yanında.

 

Büyük bir hasretle dudaklarımız kavuşurken kendimi onun kucağında bulmam geç olmamıştı.

 

"Sen çok güçlü bir kadınsın." Kısa bir an ayrıldığımızda söylediğini kısa mırıltılar ile cevap veriyordum.

 

O an, dünya sadece ikimizden ibaretti. Geriye kalan her şey bulanık ve uzak gibiydi. Her adım, her nefes, her dokunuş bir başka zamandan, bir başka hayattan… Ama bu an, şimdi ve buradaydı. Onun vücudundaki her hareket, kalbimin ritmine eşlik ediyordu.

 

Adar’ın elleri omuzlarımda, vücudumda gezinirken kendimi kaybettim. Her bir dokunuşuyla, her sözünde daha fazla bağlandım. Ne kadar güçlü olduğumu söylüyordu ama… Benim gücüm onu sevmekten, onun için savaşmaktan başka ne olabilirdi ki?

 

"Senin için her şeyimi verebilirim," dedim, dudaklarımdan dökülen her kelime sanki benden bir parça daha alıyordu.

 

Ama Adar, gözlerimdeki bu derin sevdayı hissetmiş gibiydi. Sanki bu cümleyi daha önce bir başka hayatta, belki de bu dünyada değil, başka bir boyutta duymuş gibiydi. Gözlerinde bir ışık yanmaya başladı. İçindeki o karanlık, bir anlığına yok olmuştu.

 

"Benim için çok kıymetlisin, Vera." Hareketinde bir sarsıntı vardı. Sanki her şeyden vazgeçmeye, her şeyin ötesine gitmeye hazır gibiydi.

 

Ama o an, her şeyin daha ötesine gitmek gerekmiyordu. Zaten çoktan birbirimize ait olmuştuk. Bedenlerimiz birleşirken zaman durmuş, dünya yerinden kaymış gibiydi. O anı başka hiçbir şeyle kıyaslayamazdım. Sadece o an… Ve belki de bu anın içinde kaybolmak, bir ömür boyu onunla olmak istiyordum.

 

Sözler, eller, bedenler... Hepsi bir bütün olmuştu. Aramızdaki her mesafe, her engel, her korku yavaşça eriyordu. Adar’ın teniyle buluştuğumda, kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim. Birlikte olmanın, birbirimizin varlığında kaybolmanın verdiği huzur, tüm kaygıları silip atıyordu.

 

O an, sesinin, nefesinin içimde yankılandığı o kısa anlarda, dünyayı terk edebilirdim. Zihnimde her şey silinip sadece o vardı. Adar’ın elleri, benimle bir bütün oluyordu. Duygularım, kelimelere dökülemeyecek kadar yoğun, ama bir o kadar da gerçekti.

 

Ona sarılırken, ellerim titremeye başladı. Bunu hissetti, başını hafifçe eğip, gözlerimden bakarak gülümsedi. “Buradayım,” dedi. “Sonsuza kadar burada olacağım.”

 

Bu söz, kalbimin derinliklerinde yankı buldu. Gerçekten, sonsuza kadar birlikte olabileceğimiz bir dünya var mıydı? Her şeyin arkasında sadece birbirimize olan bu sevdanın gücü var mıydı? Ama şu an için bunları düşünmeye gerek yoktu. Birlikteyken her şeyin mümkün olduğunu hissediyordum.

 

Adar'ın elleri saçlarımda gezindi, dudakları boynumda dolaşırken, zihnimde sadece onu hissediyordum. Her an, her dokunuş, beni ona biraz daha bağlıyor, bu aşka biraz daha bağlanıyordum.

 

Ve sonra, o anı kelimelerle anlatmanın yetersiz olduğunu fark ettim. Bunu anlatmam, yaşamak kadar güçlü ve derin değildi. O anın içinde, sadece birbirimize ait olduk. Ne geçmiş vardı ne de gelecek. Sadece bu an, Adar’ın varlığı ve hissedebildiğim her bir zerreyle iç içe geçmiş duygular vardı. Her şey sessizdi, sadece kalbimizin çarpan ritmi duyuluyordu. Birbirimizin vücudunda kaybolmuş, tüm dünyayı silmiş gibiydik. O kadar yakındık ki, aramızda soluduğumuz havanın bile bir sınırı yoktu. Her bir nefes, bir başka hayata adım atmak gibiydi.

 

Adar, ellerini tekrar yüzümde gezdirirken, gözlerimdeki kararsızlıkları fark etti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu, hareketi bir fısıldama gibiydi.

 

“bir şey düşündüğümde kayboluyorum,” dedim, sesim titrek ama bir o kadar da kararlıydı. “Bundan sonra ne olacak bilmiyorum. Ama şu an, şu an her şeyim sensin, Adar. Seninle olmak dışında başka bir şey düşünmek istemiyorum.”

 

Bunu söyledim, ama içimde kaybolan bir şey vardı. O kaybolan şey, korkuydu. Korkuyordum. Onu kaybetmekten, bir gün bu anların bittiğini görmekten korkuyordum. Ama Adar’ın gözleri, gözlerime baktıkça, o korku yavaşça yok olmaya başladı. Sadece güven vardı, sadece sevgi vardı.

 

“Ben sana aitim, Vera,” dedi, teninde o güven verici tonla. “senin bana ait olduğun gibi...bundan sonra seninle her anı yaşamaya, her anı seninle geçirmeye hazırım. Beni bırakma, lütfen. Ben buradayım, hep seninle olacağım.”

 

Kelimeler, hissettiklerimi tam olarak anlatamazdı. Ama o an, her şey açık bir şekilde ortaya çıktı. Onunla her şey mümkün, her şey gerçekti. Yalnızca ona sarılmak, ona tutunmak, bu hayatı birlikte yaşamak istiyordum. O kadar derin bir bağ vardı ki, ikimizin ruhu birbirine karışmış gibiydi.

 

Birbirimize doğru daha da yaklaşıp, o anı, o varoluşu, o hissi hiç bitirmemek üzere içimize işledik. Gerisi, artık bir anlam taşımıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yaaaaağğ sonunu yazarken eridim eridim bitttiiiiimmmmm.

 

Kızlar Miran Kotan kısmı benim TEYH kitabımda ki karakterler. Neden diye sormayın ama böyle bir şey yapmak çok hoşuma gitti. İki kitaptan da bahsetmek

Çok güzel bir duyguydu. Okumak isterseniz profilimde bulabilirsinizzzzzz.

 

Ben bir anneyim, bir yaşında kızım var ve eşim asker. Gün içinde görevde olduğu için kızımın hastalığında ben ilgileniyorum hastaneye gidip geliyorum. Biliyorsunuz ki havalar bayağı soğudu. Bundan dolayı yazamadığım, bölüm atamadığım için kusura bakmayın, sizleri seviyorum, yorumlar ve beğeniler yollamayı unutmayın 🫶🫶💝💝💝❣️❣️

 

Bölüm : 27.02.2025 08:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...