Doğuda kadın demek, ağıt demekti. Her adımda bir türkü, her bakışta bir hüzün vardı. Kadınların sesi, kaybolan yılların yankısıydı. Bir zamanlar neşeyle çınlayan duvarlar, şimdi yalnızca sessizliğe hapsolmuştu. Kadınlar, geçmişin acılarıyla yoğrulmuş, kimseye duymadan ağlayarak yaşamanın yollarını öğrenmişti. Kendi hayatlarını hep başkaları için feda ederken, içlerindeki öfke ve hüzün biriktikçe biriktiriyordu.
Kadın olmak, bazen yalnızca beklemek demekti. Beklemek, ancak hiç beklemediğin bir şeyin geldiğini anlamaktı: Kaybolan hayallerin, sızlayan bir kalbin yankılarıydı.
Her bir kadının göğsünde, sabahları uyanırken duymadıkları bir hıçkırık vardı. O hıçkırık, öylesine sessizdi ki, kimse duymazdı ama hep bir köşe başında beklerdi. Onun adı “ağıt”tı, her nefeste yankı bulurdu. Bazen, her acı kadın için son bir şarkıya dönüşürdü. Ve o şarkı, uzun yıllar sonra bile hatırlanır, bir mezar taşı gibi kalırdı.
Ama biz, kadınlar, tüm bu ağıtlara rağmen hayatta kalmayı öğrenmiştik. Bazen ağıtlarımız, dünyayı değiştiren bir direnişe dönüşürdü. Her ağlayış, bir başka özgürlük yolunun başlangıcıydı.
Annemi, kaybolmuş bir çocuğa dönüştürebilecek her kelimeyi biriktirip, acıyı dile getirecek bir ağıt yaktı annem. Kırgın ve yorgundu ama gözlerindeki hüzün, her şeyin önündeydi. Ağıt, ona aitti ve sadece o duyabiliyordu. Bir kelime, bir ezgi olarak başlayıp ruhunu sarar gibi seslendi annem:
Çûyî bi min re hêvî li berîvanê.
Her ûsî û welatî, ev nînîyê min û têvîrî min ye.”
Annemin yaktığı bu ağıt, kadim acıların, topraklardan gelen rüzgârların ve umutların hüsranla yoğrulmuş bir ifadesiydi. Her kelime, her hece, bir zamanlar kaybolan anıların yankısı gibiydi.
Oturduğu yerde gittikçe küçülüyor gibiydi. Onu böyle görmek bana sadece acı veriyordu. Onca okumuşluğumun, onca bilgimin beni burada yalnız bıraktığını hissettim. Hiçbir zaman benim gibi olmayacaksın diyen annemin kaderini yaşıyordum. Berdel...
Berdeli kabul etmemin ardından sadece 36 saat geçmişti. Annem ve teyzelerim ağlıyordu. Bir tarafta oturan babam ve amcalarım, diğer tarafında ise dayılarım vardı. Herkes bir köşede otururken başları önlerine eğikti. Abim babamın tehdidi üzerine odasına kapanmış, sadece susmakla yetindiyordu. Evde taziye havası vardı ve ölende bendim. "Berdeli kabul edeceğim." Dedim dakikalar, belki de saatler sonra ilk defa konuşarak. Adar beni büyük bir yükün altına atarak konaktan ayrılmıştı. Sadece derin bir sessizliğin içine düşerken beynim bile felç geçirmiş gibi çalışmayı durdurmuştu.
Babamın bakışları bir yargı gibiydi, ama içindeki acıyı da hissedebiliyordum. Sessizlik, odanın içinde ağır bir şekilde asılı kaldı. Herkesin gözleri benden kaçıyordu; o an, evde sadece ben vardım ve herkesin ne düşündüğünü biliyordum. Kendi kararımın getireceği sonuçları düşünmek bile beni korkutuyordu.
Babamın bakışları, derin bir hüzünle birleşmiş öfkesini taşır gibiydi. Ardından, derin bir nefes aldı. "Bunu yapmana izin veren benim," dedi ve sesi boğuk bir şekilde titredi. "Özür dilemek bile yersiz."
Annem bir adım attı, ancak konuşmadan önce gözleriyle bana bir şeyler söyledi. O an, içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim. Yıllarca süren susturulmuş duygular bir anda yüzeye çıkmıştı. Ne kadar isyan etsem de, onların beklediği bir yol vardı ve ben o yolda ilerleyecektim.
Teyzelerim birbirlerine bakıp başlarını sallıyorlardı. Onlar da kabul etmişti, kabul etmek zorunda kalmışlardı. Adar’ın gidişiyle birlikte her şey daha da karmaşıklaşmıştı. O sessiz ayrılık, ruhumda derin bir yara açmıştı, ama kimse bunu anlamıyordu. Sadece ailemin beklediği adımları atmam gerektiğini hissediyordum.
"Bu berdel bilin ki başka çarem olmadığı için olacaktır. Polise gitsem inkar ederler ve boşu boşuna daha fazla rezillik olacak. O herifi vurduğumda zaten haklıyken haksız duruma düştüğümü hissetim ama bu benim kabul edebileceğim bir şey değildi." Sonlara doğru sesim kısılırken gözlerimin dolmaması için kendimle bir savaş verdim. "Zaten sizinde istediğiniz bu." Dedim tükürürcesine. Babam ve annem kırgınlıkla bana baktılar. "K-"
"Sus baba, biliyorum. Başka yol yok. Çünkü siz ölümü berdele çare sanıyorsunuz ama aslında ben o tanımdağım dilsiz adamla evlendiğimde ölmüş olacağım. Siz de bunu anlamıyorsunuz!"
Odayı keskin bir sessizlik kapladı. Annem gözlerini kaçırdı, babamın yüzünde ise hem öfke hem de çaresizlik vardı. Dudaklarını sıkıca kapatıp gözlerini yere indirdi. Bana bakmaya dayanamadığını fark ettim, ama bu benim içimdeki öfkeyi yatıştırmaya yetmedi.
"Adar kim, biliyor musunuz? Bir taş. Taş gibi sessiz, taş gibi soğuk. Onunla evlenmek bana nefes almayı bile unutturacak. Peki siz bunu nasıl göremiyorsunuz?" Sesim çatlamıştı, ama durmadım. "Özgürlüğümü alıyorsunuz, beni bir nesne gibi pazarlıyorsunuz ve bunu ailem için yaptığınızı söylüyorsunuz! Hangi aile birini ölüme sürükleyerek korunur?"
Annem ağlamaya başladı, ama bu sefer onu avutacak bir yanım kalmamıştı. Babamın gözleri, bir an için bana bakıp geri çekildi. Sözlerim ona da dokunmuştu, bunu biliyordum. Ama bu töre, bu yük, herkesin kalbini zincire vurmuştu.
"Ben kabul ettim, tamam mı? Ama sakın bir daha 'başka yol yok' diye konuşma. Çünkü başka yol vardı, her zaman vardı. Siz sadece korkaktınız!"
Annem ağlamaya devam etti, babam bir anlık öfkeyle ayağa kalktı. "Yeter!" dedi, sesi odanın içinde yankılandı. "Sen hiçbir şey bilmiyorsun! Töre kolay kolay yenilmez. Bunu kendin göreceksin!"
"Göreceğim." dedim dişlerimi sıkarak. "Ama töre beni değil, beni buna zorlayanları yenecek."
Odayı terk ederken herkesin bakışlarını sırtımda hissettim. Ama artık hiçbirinin beni tutacak gücü kalmamıştı. Yüreğimde bir kor yanıyordu ve bu ateş beni ne kadar yakarsa yaksın, kendi yolumu bulmadan sönmeyecekti.
🫀
Doğuda kadınlar güneşten önce kalkardı, çünkü hayatın yükü onlara daha önce verilirdi. Gecenin karanlığında, yavaşça uyanıp, elini yüzünü yıkayan, evin her köşesini hazırlayan, çocuklarını uyandıran, çamaşırlarını yıkayan, bu toprakların her zerresine dokunarak, en ağır yükleri sırtında taşıyanlardı. Güneş doğmadan, tüm evin düzeni onlara aitti, çünkü her şeyin en erken ve en güçlü başlangıcı kadının omuzlarındaydı.
Kadınlar, güneş doğduğunda artık tüm dünyayı kendi gözlerinde taşır gibi, dünyanın en ağır yükünü taşır ve kimse buna kayıtsız kalmazdı. Ama ne kadar emek verirlerse versinler, ne kadar susuz kalırlarsa kalsınlar, başlarına gelen her zorbalıkla, her acıyla, her kayıpla yüzleşseler de hep daha erken kalkarlardı. Güneşi beklerken, dünyalarını kurar, sabahı karşılarlardı. Güneşin doğuşuyla birlikte, hayatta kalmanın mücadeleci gücünü, ailelerini, topraklarını ve sevdiklerini savunma kararlılıklarını yeniden hissederlerdi.
Ama çoğu zaman, sabahın erken saatlerinde bile kadınlar, yalnızlıklarını ve kırılganlıklarını saklamak zorunda kalırlardı. Kendilerine bile haykıramaz, sadece ellerinin yaralarıyla seslerini duyururlardı.
Bazen, kadınlar hiç uyumazdı. Geceleri, derin düşüncelere dalarak, yüreğindeki acıyı ve kaybı gizlerken, sabahı beklerlerdi. Çünkü sabah, her şeyin yeniden başlamak zorunda olduğu bir andı. Ve her yeni gün, aynı savaşı yeniden başlatmaktan başka bir şey değildi. Bir savaş vardı; içsel, kimseye gösterebileceğin, hiç kimseyle paylaşamayacağın bir savaş. Yenilgiyi biliyorlardı, ama buna rağmen savaşı sürdürmek zorundaydılar. Bazen savaşı kaybetmek, yaşamak demekti.
Ben de bir kadın olarak, kendi içimdeki bu savaşı yıllarca yaşadım. Sabahlara kadar uyanık kaldım, bazen yalnızca gözyaşlarımı silmek için, bazen de sadece bir çıkış yolu arayarak. Her kayıptan sonra, her acıdan sonra, bir sonraki savaş için güç topladım. Ama ne kadar güçlü görünsem de, her gün biraz daha kırıldım.
Ve bir noktada, tüm o savaşlar birikti, taşıyamayacak kadar ağırlaştı. Ama her seferinde, başımı kaldırıp savaşa devam ettim. Çünkü kadınlar, kaybettiklerinde bile kazanmak zorunda kalırlardı. Yalnızca var olabilmek için değil, aynı zamanda başkalarının varlığını sürdürebilmesi için. Bizim savaşımızda, kendimizi kaybetme lüksümüz yoktu. Ne kadar kırılmış olursak olalım, yine de kalkıp yolumuza devam etmeliydik.
Bir kadın için en zor olan, savaşın içinde kaybettiğini kabul etmekti. Ama ben, bir şekilde kabul ettim. Yenilgi de vardı, ama o yenilgiyi taşıyarak, kimseye boyun eğmeden, kimseyi düşürmeden, kendi içimde yaşamak zorundaydım.
Üzerimde annemin alel aceleyle giydirdi gelinlik demeye bin şahit isteyen bir kumaş vardı. Ağlıyordu, ağlıyordum.
"Çok üzgünüm," hıçkırdı. "Çok üzgünüm anneciğim çok üzgünüm. Bunu yaşadığın için, bunu yaşattığımız için." Ağlamamı bastırmak adına sadece sustum. Narin dudakları tenime nezaketle değiyor, her değişinde af diliyordu.
Berdel olacak, kabul edecektim, ama o an, gelinliğin içindeki o sıkışmış hisle, bir yanda annemin acılı bakışlarını, diğer yanda kendi içimdeki direnci hissediyordum. Her şeyin normalmiş gibi devam etmesini istiyor gibiydim, ama içimde patlayan bir volkan vardı, susmayı tercih ediyordum. Çünkü belki de bu sessizlik, kırılmaktan daha az acıyordu. Bir tek annemin hıçkırıklarıydı yanımda, bir tek annemdi beni hala sevgiyle saran.
"Anne," diye fısıldadım. "Ben buna… Dayanmak zorunda mıyım?"
Annemin gözleri bu sefer daha da yaşardı. "Bunu biz seçmedik, kızım, seni bir şekilde korumaya çalıştım, senin için her şeyi yaptım, ama olmadı. Ne olur beni affet."
Bütün o sözler, kafamda yankı yaparken bir yandan da o gözlerdeki sevgi, azap, suçluluk karışımı duygular beni daha da derinlere çekiyordu. Bir gelinlik, sadece bedenimi sarmıyordu. Her dikişi, her katı bana bir bedel, bir çözülmez bağla bağlıydı.
Gelinlik ağırlaşıyordu. Düğün, sadece bir ritüel olmaktan çıkıp, bir kelepçeye dönüşüyordu. İçim burkuluyordu ama annem için, köklerim için, geçmişim için susuyordum.
"Bizim için," diye devam ettim, gözlerim dolarak. "Bunu yapacağım. Ama unutma, bu senin yolun değil. Bu benim savaşım."
Annem bir süre susup gözlerimi terk etti, derin bir nefes alarak yüzünü avucuyla sildi. "Abin seni bu durumda bıraktığı için kendimden utanıyorum."
Ve ben, bu savaşın içine atılmak üzereyken, kırılganlıkla karışık bir kararlılıkla adım attım. Beni bekleyen zincirlerle, ama yine de kendi varlığımı savunarak.
Annemi arkamda bırakarak odadan ayrıldım. Merdivenlerin başında dururken başımın üzerinden yüzüme doğru örtünen kırmızı tülün ardından aşağıda duran kalabalığa baktım. Onu gördüm. Sanki çok hevesliymiş gibi jilet gibi bir takım elbisesinin içerisinde düzgünce taranmış saçlarını hafifçe düzeltti ve hemen yanında duran Avşin benden farksız olmayacak şekilde onun yanında durmuştu. Abim merdivenlerin başında benim gelmemi bekledi. Sakin ve ağır adımlarla basamakları indikten sonra onun koluma girmesini izledim. Üzgün değildi ama mutlu da değildi. Ona hesap sormak istiyordum. Yaptığı saçmalığı neye dayanarak yapmıştı bunu ona sormak istiyordum.
Büyükler bir şeyler konuştu. Duymadım. Bakışlarım sadece onun gözlerinde asılı kalmıştı. Ve onunda benim gözlerimde...
Çok sürmeden Avşin bana doğru bende ona doğru yürüdüm. Kırmızı tülün bile saklayamadığı gözleri kızarmış, ağlamaktan bitap düşmüştü. Yanımdan geçtiğinde gözlerim tekrar Adar'ı buldu. İç çekişini izledim, ardından kolunu uzattığında koluna girmemi bekledi ama yapmadım. İki elimde hiçde kabarık sayılmayacak olan gelinliğin kumaşını sıkıca sarmıştı. Bu hareketimi gördüğünde bıyık altından güldüğünü gördüm ama sadece sessizlikle cevap verdim.
Birden davul zurna sesi duyulduğunda arkama bile bakmak istemeyerek onunla beraber evimden, baba ocağımdan beni ayıracak olan adımları atmaya başladım. Davul sanki kalbimin içinde çalarken dik duruşumdan ödün vermemeye çalışıyordum. Bir at gördüm. Ardından binmem için birinin elini siper ettiğini fark ettim.
"Binmeyeceğim!" dediğimde Adar, sessizce belimden bastırarak beni harekete geçirmeye çalıştı. Sertçe elini ittim ve gözlerimin içine baktı. O bakışta bir şey vardı; ne olduğunu çözemedim. Belki öfke, belki anlayış, belki de her ikisinin karması. Ama o anda hiçbir önemi yoktu. Gözlerim dolarken sesim titredi.
"Ben yürürüm," dedim, meydan okur gibi. "Beni bir at sırtında götüremezsiniz."
Adar, bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes alarak elini yavaşça geri çekti. Sanki beni anlamış gibi, ama aynı zamanda bu direnişimin hiçbir şey değiştiremeyeceğini bilmenin çaresizliğiyle.
Arkamda davul zurna devam ediyordu. Mardin'in insanları, olup bitene tanık olmak için sıraya dizilmişti. Kimisi merakla, kimisi alayla, kimisi de hüzünle bakıyordu. Bir kadın olarak, töreye boyun eğdiğim bu an, onların gözünde bir çeşit yazgıydı. Ama benim için bir kayıp, bir isyan, bir ağıt.
Adımlarımı ağır ağır atarken Adar da yanımda yürüyordu. Ne kadar hızlı yürümeye çalışsam da o hep aynı adımla, sessizce bana eşlik ediyordu. Kimse bir şey söylemiyordu. Herkes sustuğunda, en çok da o davulun sesi konuşuyordu. Ritmi her vuruşta daha da derine işliyordu.
Sonunda, beni bekleyen diğer arabaya ulaştım. Annemin yaşlı gözleri uzaktan bana bakıyordu. Gözlerim onun gözlerine kilitlendiğinde, dudaklarımı aralayıp hiçbir şey diyemedim. Sadece içimden bir dua fısıldandı:
Adar, bir an bana döndü. Elini tekrar kaldırıp arabaya binmem için işaret etti. Ama bu kez, yüzündeki ifade daha farklıydı. Sanki bir şey demek istiyor ama hereketleri tutulmuş gibi. Yine de hiçbir şey söylemedi. Ve ben, o an, içimdeki savaşın hiç bitmeyeceğini anladım.
Sessizce arabaya bindim. Ellerimi kucağımda sıktım, tırnaklarım avuçlarımı acıtacak kadar derine batıyordu. Annem, biraz uzaktan hâlâ bana bakıyordu; gözleri yaşlı, yüreği yaralı. Adar arabanın yanına geçti, bir an için bana dönüp duraksadı. Dudakları kıpırdadı ama hiçbir ses çıkmadı. O da arabaya bindi ve yanımda otururken sessizliğiyle etrafımı sardı.
Arabamız yavaşça hareket etmeye başladı. Davul zurna hâlâ çalıyor, köyün insanları yavaş yavaş dağılıyordu. Gözlerimi yola diktim, dönüp arkamdaki eve bakmadım. Çünkü bakarsam, geri dönmek isteyebilirdim. Bu benim ölümümse, son anımı güçsüz geçirmeyecektim.
Adar’ın nefesi yanımda sabit bir ritim gibi yankılanıyordu. Sessizliği beni rahatsız ediyordu ama aynı zamanda konuşmasından da korkuyordum. Söyleyecek tek bir sözü, tüm öfkemi dışarı taşırabilirdi.
"Bu senin tercihin değildi, biliyorum." diye yazdı defterine, sayfayı yırtıp önüme koydu. Kısa ve netti. Ama cümle her şeyi içeriyordu. Yutkundum, deftere bakmamaya çalıştım.
"Benim tercihim ne zaman önemli oldu ki?" diye mırıldandım. Sözlerim rüzgara karıştı.
Adar, yüzüme baktı. Gözlerinde yine o derin anlam vardı. Sanki beni anlamaya çalışıyor, ama aynı zamanda beni kendi kabullenmişliğiyle ikna etmeye uğraşıyordu. Ve bir daha konuşmaya cesaret edemedi.
---
Yolculuk boyunca tek kelime konuşmadık. Giderek artan sessizlik, üzerimdeki yükü daha da ağırlaştırıyordu. Sonunda, uzaklarda devasa taş duvarlarla çevrili konağı gördüğümde, içimde bir şeylerin daha kırıldığını hissettim. Burası benim yeni evim, yeni zindanım olacaktı.
Konağın önüne vardığımızda arabadan ilk inen Adar oldu. Yine o sessiz ve kararlı duruşuyla etrafı süzdü, ardından kapımı açmak için bana doğru yöneldi. Ama onun yardımını beklemeye niyetim yoktu. Kapıyı kendi başıma açtım ve hızla indim, ayaklarım yere değdiği anda tüm var gücümle kendimi güçlü göstermeye çalıştım.
Koca konak beni içine çeken dev bir canavar gibiydi. Büyük kapıları, avlusunda bekleyen insanlar, üstüme üstüme gelen bakışlar... Hepsi birleşip bir duvar gibi karşıma dikildi. Ama bu duvarı aşmam gerekiyordu. Çünkü geri dönmek gibi bir seçeneğim yoktu artık.
Adar bir adım öne geçti ve kalabalığa doğru elini kaldırarak selam verdi. İnsanlar onu saygıyla karşıladı, birkaç kadın bana doğru bakarken aralarında fısıldaşıyordu. "Yeni gelin," dedi biri. "Töreye boyun eğmiş..."
Bu sözleri duymak içimdeki ateşi harladı ama dışarıdan hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. Yüzümü sert bir ifadeyle donattım ve Adar'ın ardından yürüdüm. Kalabalığı yarıp konağa girdik. İçerideki loş ışık, taş duvarların soğukluğu ve her köşeden üzerime dikilen gözler… Buraya ait olmadığımı her şey haykırıyordu.
Adar durdu ve bana döndü. Gözleri yine beni çözmeye çalışıyor gibiydi. Parmaklarıyla kapının yanındaki bir odayı işaret etti. "Buradan içeri gireceğiz," dedi sessizce işaret ederek. Gözlerimle işaret ettiği kapıya baktım, ardından başımı eğdim ve peşine takıldım.
Odaya girdiğimizde içerisi nispeten daha az kalabalıktı. Birkaç yaşlı adam ve kadın oturmuş, töre gereği bizim gelişimizi bekliyorlardı. Adar beni onlara doğru götürdü ve sessizce eğilerek selam verdi. Ben de onu taklit ettim, ne yapacağımı tam olarak bilmeden.
Bir kadın oturduğu yerden bana doğru eğildi. Gözleri derin bir üzüntü taşıyordu. "Kızım, hoş geldin," dedi. "Burada başımızın tacısın artık."
Bu sözler bana sahte bir avuntu gibi geldi. Başımı hafifçe eğip hiçbir şey söylemedim. Adar beni yalnız bırakır gibi bir köşeye çekildi, olan biteni sessizce izliyordu. Ama ben farkındaydım; buraya adım attığım anda sadece bir gelin değil, aynı zamanda bu evin en büyük tutsaklarından biri olmuştum.
Bir süre sonra odaya bir sessizlik çöktü. Sessizliğin yerini ağır bir ciddiyet aldı ve içeri yaşlı bir adam girdi. Üzerinde uzun bir cübbe vardı, elinde küçük bir kitap tutuyordu. Herkes yerini aldı; kadınlar arka tarafa geçti, erkekler öne oturdu. Ben ise bir köşede kalakaldım. Odaya bakarken gözlerim Adar'ı aradı, ama o, yüzünde hiçbir duygu barındırmayan bir ifadeyle en önde duruyordu.
Yaşlı adam, imam, gözlerini odadakilere gezdirerek derin bir nefes aldı. "Allah'ın emriyle, Peygamber'in kavliyle... Hayırlara vesile olsun inşallah," dedi ve ardından gözlerini Adar'a çevirdi. "Oğlum, kabul ediyor musun?"
Adar'ın dudakları yavaşça aralandı, ama sesini duymak mümkün değildi. Sessiz bir adamdı, konuşamıyordu, ama kararlı bir şekilde başını salladı. İmam da onun bu sessiz cevabını kabul ederek bana döndü.
"Kızım," dedi bana doğru eğilerek, "Adar'ı eş olarak kabul ediyor musun?"
O an bir şeyler boğazıma düğümlendi. Herkesin gözü üzerimdeydi. Odadaki kadınların fısıltıları kulaklarımda yankılanırken gözlerim istemsizce Adar'a kaydı. O, başı dik bir şekilde bana bakıyordu. Yüzünde hiçbir şey okunmuyordu, ama gözlerindeki derinlik sanki "Söyleyeceğin her şeye hazırım," diyordu.
Bir an için nefesimi tuttum. "Evet," dedim sonunda, boğuk bir sesle. Bu kelime dudaklarımdan döküldüğü anda içimde bir şeyler daha öldü sanki.
İmam nikahı hızla tamamlandı, dualar okundu. İnsanlar birer birer beni tebrik etmeye başladı. Ama her tebriği kabul ederken, sanki sırtıma bir yük daha ekleniyordu. Bu nikah, sadece iki insanı değil, iki kaderi birbirine bağlamıştı. Ve o bağ, özgürlüklerimin bedeli olmuştu.
Mehir olarak verilen altınları kabul etmeyecektim. Benim onların altınına ihtiyacım yoktu, ve hiçbir zaman da olmayacaktı.
Nikahın ardından odaya bir sessizlik çöktü. İnsanlar dağılmaya başladığında herkes bana bakıyordu ama hiçbirinin gözlerinde mutluluk yoktu. Adar'ın yanına yaklaşan yaşlı bir kadın, ellerini onun omzuna koyarak bir şeyler mırıldandı. Ardından yanıma geldi, yüzü gözyaşlarından sırılsıklamdı.
"Eşyalarını hazırladım," dedi hıçkırıklarını zor bastırarak. "Bir ihtiyacın olursa... haber ver." Bu sözler bıçak gibi kalbime saplandı. Artık burada bir misafir gibi hissediyordum. Evim dediğim yer, beni bir yabancı gibi uğurluyordu.
Adar, sessiz adımlarla yanıma yaklaştı. Yüzünde hâlâ o değişmeyen, duygusuz ifade vardı. Elini bana uzattı, bir davet gibi. Bir an durakladım, ama sonra kadının arkamdan fısıldadığı "Git artık," sözleri beni harekete geçirdi. Elini tuttum, ama bu bir güven değil, çaresizlik hissiydi.
Avluya çıktığımızda davul zurna yeniden çalmaya başladı. Herkesin yüzü merak ve yargıyla doluydu. Kalabalığın arasından geçerken bir anlığına başımı kaldırıp Adar’a baktım. O, kalabalığa aldırmadan önüme bakmam için hafifçe elimi sıktı. İşte o an fark ettim: Adar, bu dünyada bir müttefik gibi değil, kendi kurallarını koyan bir yabancıydı.
Araba kapısına geldiğimizde bir anlık tereddüt yaşadım. İçeri binmek istemedim. Bu, kendi hayatımdan tamamen vazgeçmek gibiydi. Ama başka bir seçenek yoktu. Adar önce içeri bindi, ardından bana yer açtı. İçeri oturduğumda derin bir nefes aldım, ama o nefes ciğerlerime kadar ağır geldi.
Araba hareket ettiğinde, arkamızda kalan eve son kez baktım. "Burada kalmayacak mıydık? Nereye gidiyoruz bu sefer?" Gözlerini yolun dışına sabitlemişti. Ardından bana doğru hafifçe döndü, yüzünde belirsiz bir ifade vardı. Ama hiçbir şey söylemedi. Çünkü o, konuşmadan da insanı anlayabilen biriydi. "İlk günden burada kalmamız doğru değil, bir kaç gün yaşadıklarını sindirmen gerek." Dedi sakin hareketlerle kendini açıklayarak.
Sözleri beni şaşırttı. Daha önce onu hiç böyle sakin, anlayışlı bir şekilde konuşurken görmemiştim. "Yaşadıklarımı mı?" dedim alayla, gözlerimle ona meydan okuyarak. "Sence bu yaşadıklarımı sindirmek mümkün mü? Ölü bir kadının hayatta kalmaya çalışması gibi bir şey bu."
Adar, gözlerini tekrar yola çevirdi. Sessizliği bir süre daha devam etti. Ama bu sessizlik, rahatsız edici değil, bir anlam taşır gibiydi. "Biliyorum," dedi sonunda. "Bunu isteyerek kabul etmediğini biliyorum. Ama başka bir çıkış yolu da yoktu. Bu yükü birlikte taşımamız gerekiyor."
Onu izlerken hareketleri içinde hem bir gerçeklik hem de bir zorunluluk taşıyordu. Onun için bu evlilik, bir çözümden fazlasıydı; aynı zamanda bir yükümlülüktü. Ama benim için? Bir esaretti.
Araba, taşlarla kaplı dar bir yola saptığında bir süre sessiz kaldık. Camdan dışarı baktım. Güneş batıyordu ve gökyüzü, yanık turuncudan koyu mora dönen bir renk cümbüşüne bürünmüştü. Tıpkı benim hislerim gibi; karmaşık, ağır ve değişken.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum tekrar, bu sefer daha sakin bir tonda.
"Dağ evine," dedi kısa bir hareketle. "Burada kalmak bir süre için daha güvenli olacak. İnsanların gözlerinden uzak."
"İnsanların gözlerinden uzak..." diye tekrarladım fısıltıyla. "Beni saklamak mı istiyorsun, Adar? Yoksa bu evlilikten kaçmanın bir yolu mu?"
Bana dönüp bakmadan cevap verdi. "Seni saklamıyorum. Seni koruyorum."
O an, bu sözlerin altında ne yattığını anlamaya çalıştım. Bu koruma, onun için bir sorumluluk muydu, yoksa daha derin bir anlam mı taşıyordu?
Arabadan indikten sonra, etrafımızı dağların sessizliği sardı. Dağ evi, mütevazı ama sağlam bir yapıydı. İçeri girdiğimizde sade döşenmiş bir odanın içinde buldum kendimi. Adar, sessizce ilerleyip bir pencerenin kenarına oturdu.
"Burada ne kadar kalacağız?" diye sordum, duvarlara bakarak.
"Ne kadar gerekirse, burada, hiçbir şeyin seni incitemeyeceği bir yerde, zamanın nasıl geçtiğini bile anlamayacaksın."
Ama anlamıştım. Zaman burada bile geçmeyecek, sadece ağırlığı daha da hissedilecekti.
Gözleri uzak bir noktaya dalmıştı, sanki bir şeyleri düşünüyor ama dile getiremiyordu. Onun sessizliği beni daha da huzursuz etti. "Adar," dedim, sesim biraz daha sert çıkmıştı, "beni buraya getirdin, ne olacak şimdi? Bu bir hapishane mi, yoksa bir koruma alanı mı? Hangisi olduğunu bilmek istiyorum."
Başını yavaşça çevirdi ve gözleri benimkilerle buluştu. Sessizliği, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ama ben onun sessizliğinden bir anlam çıkaramıyordum.
"Bu bir hapishane değil," dedi sonunda, hareketleri her zamanki gibi sakin ve kararlıydı. "Ama bir süre buradan çıkmaman gerekiyor. Burada güvendesin. İnsanlar hâlâ olanların etkisinde, hem senin hem de bizim için bu en iyisi."
"Siz?" dedim alayla. "Biz mi? Ortada bir 'biz' mi var? Bu sadece sizin dünyanızın bana dayatılmış bir hali."
Adar, ellerini kucağında birleştirdi, bakışlarını yere indirdi. "Haksız değilsin," dedi sessizce. "Ama şu anda bunu değiştirecek gücümüz yok. Zamanla... belki her şey daha farklı olabilir."
Bu sözlerde bir umut kırıntısı vardı, ama ben o kırıntıya tutunamayacak kadar kırılmış hissediyordum. "Zaman mı?" dedim, acıyla gülerek. "Zamanın hiçbir şeyi iyileştirmediğini en iyi sen biliyor olmalısın, Adar."
O an, yüzünde bir şeyler değişti. Hafif bir acı ve öfke karışımı belirdi bakışlarında. Ama yine de sakinliğini korudu. "Zaman bazen sadece yeni bir yol bulmamıza yardımcı olur," dedi. "Ama şu anda konuşarak hiçbir şeyi çözmeyeceğiz. İstersen biraz dinlen, yemek hazırlatacağım." Gergiğinli her hareketinden ve yüz hatlarından belli oluyordu ama yemekten bahsetmesi beni daha da sinirlendirdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. "Yemek mi?" dedim alayla. "Gerçekten Adar, şu anda tek derdim yemek mi olmalı?"
Adar, derin bir nefes aldı, sabrını korumaya çalışıyordu. "Hayatta kalmak zorundasın," dedi. "Ve hayatta kalmak için en temel şeylerden biri de yemek yemek. Her şeyden önce bedenini ve zihnini güçlü tutmalısın."
Bu sözlerle ne yapacağımı bilemedim. İsyan etmek istiyordum ama neye ve kime isyan edeceğimi bilmiyordum. Sessizce oturdum, gözlerimi duvara diktim. İçimde bir fırtına kopuyordu, ama dışarıdan baktığında bu fırtına, sadece derin bir sessizlik gibi görünüyordu. Sertçe başımda duran duvağı çıkararak diğer koltuğa fırlattım. "Lanet gelesice!" Hırsla tekrar arkama yaslandım. Üzerimde rahatsızca duran bu gelinlik daha da sinirlerimi bozuyordu. "Üzerimi değiştmek istiyorum!" Dedim Adar'a dönerek. Parmağıyla yukarıyı gösterdiğinde sert hareketlerle yerimden kalkarak yukarı merdivenlerine yöneldim. "Doksanlardan mı kaldın sen! Ne biçim bir gelinliksin!" Merdivenleri kalkarken ayağıma dolanmasıyla daha da sinirleniyordum. Önüme çıkan koridorda önüme gelen ilk odayı açtığımda boş olduğunu görerek diğer kapıya yöneldim. Kocaman bir banyo önüme çıkarken son olarak diğer kapıyı açtım ve sonunda bulduğumu sandığım odaya girerek kapıyı sesli bir şekilde kapattım. Üzerimdeki gelinlikten kurtulmam gerekiyordu, hemde hemen!
Kapıyı kapatır kapatmaz derin bir nefes aldım. Arkama yaslanıp gözlerimi kapattım bir an için. Başımı çevirip aynaya baktığımda gördüğüm görüntü içimi daralttı. Saçlarım, evde saatlerce uğraşıp yaptıkları o abartılı topuz, rüzgârda darmadağın olmuştu. Gözlerimin altındaki koyu halkalar, ağlamaktan şişmiş yüzüm... Her şey beni ele veriyordu. Bu ben değildim. Bu, bir başkasının hayatını yaşıyormuş gibi hissettiren sahte bir yansımaydı.
Yavaşça, üzerimdeki gelinliği çıkarmak için düğümlere uzandım. Ama düğümler öyle sıkı bağlanmıştı ki parmaklarım titriyordu. Öfkeyle aynaya bakıp, "Biraz yardım etseydiniz ya!" diye kendi kendime söylendim. Derin bir nefes daha aldım, bu sefer daha sakin. Düğümü çözmeyi başardığımda gelinlik omuzlarımdan kayıp yere düştü. Üzerimde kalan ince astarı da çıkarıp kenara attım.
Duvara monte edilmiş dolabı fark ettim o an. Üstündeki işlemeler yeni gibi parlıyordu. Bir süre bakakaldım. Sonra merakla dolabın kapaklarını açtım. İçeride askıya dizilmiş birkaç kıyafet gördüm. Hepsi benim ölçülerimdeydi. Beyaz gömlekler, düz etekler, bir iki ince elbise... Her biri özenle seçilmiş gibiydi. Bir de alt rafta kutular vardı. Ayakkabı kutuları. Ne olduğunu anlamaya çalışırken derin bir öfke hissi içimi sardı.
"Benim için mi hazırladınız? Neden? Bunu da mı planlamıştınız?" diye kendi kendime söylendim. Ama içten içe ne giyeceğimi bilmediğim için bunların varlığı bir rahatlık da vermişti. Çekip askıdan beyaz, sade bir elbise aldım.
Küçük masanın üstündeki aynanın önüne geçtim. Saçlarımı açtım, tel tokalar yere düşerken derin bir rahatlama hissettim. Parmaklarımı saçlarımın arasına geçirip dağılan bukleleri düzelttim. Sonra makyajımı silmek için lavaboya yöneldim. Gözüm kenarda duran minik bir kutuya takıldı. İçinde temizleme mendilleri vardı. Adar ya da bir başkası her şeyi planlamıştı. Kaşlarımı çatarak kutuyu aldım ve yüzümdeki makyajı tek tek temizledim. Sanki her mendil darbesiyle bir kat maskeyi sıyırıyordum. Sonunda kendi yüzümü gördüm. Yorgun ama gerçek.
Elbiseyi giyip aynaya tekrar baktığımda daha sade, daha kendim gibi hissettim. Ama bu his ne yazık ki uzun sürmedi. Yine hatırlatılmıştım; bu hayat benim değildi. Gelişi güzel bir ayakkabıyı elime aldığımda spor olmalarına sevinerek ayağıma geçirdim. Ve tabii ki de bunlar da ayağıma tam olarak oluyordu, sanırsam şaşırmayı bırakmalıydım.
Kapıyı açıp merdivenlere yöneldim. Aşağıda Adar bekliyordu. Gözleri bana kaydı, ama hiçbir şey demedi. Bakışlarındaki bir şey, sanki memnuniyetle karışık bir kabul gibiydi. Ama bu, bana iyi hissettirmekten çok uzaktı.
"Bu kıyafetleri de mi sen seçtin?" dedim, biraz sertçe.
Adar başını hafifçe eğip omuz silkti. "Hazırlanmaları gerektiğini düşündüm," dedi yavaş hareketlerle. "Rahat olacağını umdum."
Cevap vermedim. Daha fazla konuşmak istemiyordum. Sadece oturup sessizliği dinlemek istedim. Ama biliyordum ki bu sessizlik bile huzur getirmeyecekti. Çünkü bu sessizliğin içinde, boğulmuş bir hayatın yankısı vardı.
Mutfağa yöneldiğimde kapı eşiğinde durup çevreme baktım. Her şey kusursuz bir şekilde yerleştirilmişti. Masanın üstünde boş tabaklar ve bardaklar, köşedeki küçük fırının önünde düzenli sıralanmış baharat kavanozları... Ama hiçbir şey pişirilmiş değildi. Karnımın kazındığını fark ettim ve içimdeki sessiz isyana engel olamadım.
Tam geri dönüp Adar’a bir şey söylemeyi düşünüyordum ki kapı zili çaldı. Bir an için irkildim. Gelenin kim olduğunu bile tahmin edemiyordum, ama Adar o kadar sakin kalkıp kapıya yöneldi ki benim yerime onun huzuru beni rahatsız etti. Kapıyı açtığında içeri birkaç büyük poşet taşıyan genç bir adam girdi. Selam verip Adar’a birkaç kelime işaret diliyle bir şeyler söyledi. Adar, başını hafifçe eğerek ona teşekkür etti ve adam kapıdan çıktı.
Poşetlerden yayılan sıcak yemeğin kokusu mutfağı hızla doldurdu. İtiraf etmeliyim ki bu kokuyu almak bir an için karnımdaki açlığı daha da arttırdı. Adar, poşetleri mutfak tezgâhına yerleştirdikten sonra bana döndü.
"Yemek söyledim," dedi, hareketi dingindi. "Açsındır diye düşündüm."
Başımı istemsizce yana eğdim. Bu kadar düşünceli bir adam olabilir miydi, yoksa yaptığı her şey bir oyunun parçası mıydı? Onun yüzüne dikkatle baktım ama bakışlarında hiçbir şey okuyamıyordum. Sadece sessizlik.
"Teşekkür ederim," dedim, sesimde hafif bir isteksizlikle. Ama bu kelimeyi söylerken bile boğazımda bir düğüm vardı. Adar, bir tabak çıkarıp yemekleri hazırlamaya koyuldu. Ellerinin ne kadar sabırlı ve titiz olduğunu fark ettim. Hiç acele etmiyor, her şeyi özenle yapıyordu. Bir süre sadece onu izledim. Bu görüntü garip bir şekilde hem huzur hem de öfke veriyordu. Bu adam bana özgürlüğümü kaybettirmişti, ama bir yandan da sanki bu kaybı hafifletmeye çalışıyordu. Neden?
Elinde bir tabakla yanıma geldiğinde başımı kaldırdım. Masaya koyduğu tabak çeşit çeşit yemekle doluydu.
"Yemeğini ye," dedi sakin bir hareketle. "Bugün uzun bir gündü."
Tabağa baktım, sonra ona. "Sen de yemeyecek misin?"
Adar, başka bir tabak hazırlamak için başını salladı ve yeniden tezgaha yöneldi. O anda, onun bu sessiz ama güçlü varlığı beni daha da rahatsız etmeye başladı. Kendi kendime, bu adamı anlamamın imkânsız olduğunu düşünüyordum. Ama bir yandan da, onu anlamak için çabalıyor gibi hissettim.
Masaya dönerken, yanımda masanın başında oturan ben, gözlerimi tabağımdan alamadım. Yemeği alıp almadığımı bile fark etmemiştim, ama biraz önceki suskunluk içinde açlığa teslim oldum. Tabaktan bir lokma aldım, sonra gözlerim onun hareketlerini takip etti.
Adar masaya oturdu. Çatallarını ellerine aldı, ama önce bana bakarak bir an durakladı. Sanki düşünceliydi, kararsız. Sonra başını hafifçe eğdi. "Yemeklerin soğumadan ye," dedi, fakat bu hareketin arkasında bir şeyler vardı. Sadece yemek değil, bir anlam vardı.
Yavaşça yemeye başladım ama Adar’ın varlığı, yemek yediğim her anı daha ağır ve farklı kılıyordu. Kendi tabaklarımıza odaklanarak birbirimize karşı sessizce yedik. Yalnızca yemek sesleri, çatalların tabaklarda yankılanması duyuluyordu.
Bir süre boyunca her şeyin normalmiş gibi devam ettiğini düşündüm ama bir an, Adar’ın bana bakışları bir şekilde içimdeki duvarları kırmaya başladı. Duvarda yansıyan ışık, yüzünü daha derin ve ciddi bir şekilde gösteriyordu. Yavaşça gözlerim ona kaydı, sonra yeniden tabağıma. Ama o anda bir kelime bile söylemek istemedim. Hissedilen gerginlik yemeklerin tadını bozmaya başlamıştı. Her şeyin tuhaf olduğu, her şeyin bilinçli bir şekilde saklanmaya çalışıldığı o anlardan biriydi.
Bir süre sonra yemeğini bitirdi ve tabağını kenara itti. Sonra bana döndü, yine o anlamlı bakışlarıyla.
“Bunu istemiştin, değil mi?” dedim, sanki söylediklerim yalnızca ona değil, bir zamanlar kaybolmuş olan başka birine hitap ediyordu.
“İstemediğim bir şey olsa, sana da yemek istemezdim.”
bir an için sessiz kaldım, sonra garip bir şekilde gülümsedim. Ama o gülümseme, bir yükün hafiflemesi gibi değildi, aksine, bir sorunun daha derinleşmesiydi. Bu gülümsemem beni yalnızca daha fazla düşündürmeye itiyordu.
Adar, derin bir nefes aldı ve tabakları toplarken “İstersen dinlenebilirsin” diyerek işaret diliyle konuşru. Bu, bir emir gibi değildi, daha çok içten bir öneriydi. Ama ben her şeyi farklı algılıyordum. “Ne zaman gideceğiz?” diye sordum. Cevap almak için sabırsızlandım.
“O kadar çabuk değil,” dedi Adar. “Hala burada, bu evde bir süre daha kalacağız.”
O anda, kendi içimde ne kadar çelişkili olduğumu fark ettim. İstemediğim her şeyin bir parçasıydım ama bir yandan da buradaydım ve ne kadar direnseler de, bu anı bir şekilde yaşayacaktım.
🦋
Yine bir gün doğmuştu, yeni ve temiz bir sayfa açılmıştı... Uyuduğum odada yalnızdım. Düşüncelerim ve yalnızlığımla baş başa... Odanın köşesine sıkışan soğuk, derin bir sessizlikle birleşiyordu. Gözlerim tavana sabitlenmiş, zihnimdeki bin bir soruyla boğuşuyordum.
Her yeni gün bir umut derlerdi, ama benim için her sabah aynı kısır döngüyü başlatır gibiydi. Bir şeylerin değişeceğini ummak, aslında farkında olmadan kendimi kandırmaktı belki de...
Derin bir nefes aldım. İçimde bir yerlerde, ufacık da olsa bir kıpırtı hissettim. Belki bu kez gerçekten yeni bir şey başlayacaktı. Kim bilir, belki bu sessizlikten doğan düşünceler, beni beklediğim cevaplara ulaştırırdı...
Yatağımdan doğrulurken hemen yanı başımda olan pencerenin perdesini hafifçe kaldırdım. Aydınlanmış hava ile mis gibi görünen manzara gözlerimi gezdirirken bahçede koltuklarda oturan adamı gördüm. Dizlerine dirseklerini yaslamış, sigarasını dumanlıyordu. Düşüncelere dalmış, yere odaklanmıştı.
Onu böyle süzerken kendimi çok kötü hissetmiştim. İkimiz de bir kadere, töreye mahkum olmuştuk. Belki zorla belki isteyerek bilmiyordum ama, ikimiz de hiç ummadığı bir durumun içindeydik. Duygularım karmakarışıktı. İçimde ince bir sızı, ruhumun derinliklerinden yükselip beni sarıyordu. Adamı izlemeye devam ederken, onun da içinde fırtınalar koptuğunu hissedebiliyordum. Bu kadar dalgın olması, yüzüne çökmüş hüznü ele veriyordu. Kim bilir, hangi düşüncelerle boğuşuyordu? Kendi içimde bile çözemediklerim varken, onun zihnindekileri anlamaya çalışmak fazlasıyla nafile bir çabaydı.
Kafamı pencerenin kenarına yaslayıp biraz daha baktım. Sigarasından bir nefes daha çekti, duman yavaşça havaya karışırken bakışları hala yere sabitlenmişti. İçimden bir ses, "İn aşağıya, konuş onunla," diyordu. Ama bir başka ses daha baskındı: "Ne faydası olacak? İkiniz de bu girdabın içinde kaybolmuşsunuz zaten."
İkilem içinde bocalarken içeri, odanın soğuk sessizliği iyice üzerime çöktü. Pencerenin perdesini usulca kapatıp yatağıma geri döndüm. Gözlerimi tavana diktim, düşüncelerim darmadağındı. O an fark ettim ki sadece o değil, ben de kendi içimde kaybolmuştum.
Derin bir nefes aldım ve yatağın kenarına oturup düşüncelerimden sıyrılmaya çalıştım. İçimdeki kararsızlık, yerini belirsiz bir cesarete bırakmaya başladı. Bir şeyleri çözmek için adım atmam gerektiğini biliyordum. Ayağa kalktım, üzerime ince bir hırka geçirip sessizce odadan çıktım.
Bahçeye inene kadar adımlarım ağırdı, ama kararlıydım. Adar, hâlâ aynı pozisyonda, sigarasını içerken düşüncelerine dalmış görünüyordu. Yaklaştığımı fark ettiğinde başını yavaşça kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki yorgunluğu ve şaşkınlığı görmek mümkündü. Ben de duraksadım, ne diyeceğimi bilemiyordum.
Bir süre sessizlik hâkim oldu. Sonunda, cesaretimi toplayıp konuşmaya başladım:
"Güzel bir sabah, değil mi?" dedim, sesim hafif titrek ama dostçaydı.
Adar derin bir nefes alıp elindeki sigarayı söndürdü. Bakışlarını tekrar bana çevirdi, hafif bir gülümsemeyle parmakları hareket etti, "Güzel olmasına güzel de... bazen insan ne kadar güzel olsa da hiçbir şeyin farkına varamıyor," dedi.
Söyledikleri içime dokunmuştu. Belki de bu sabah her şeyin için sadece bir başlangıçtı...
"Belki de farkına varmak için zaman gerekiyordur," dedim, sesim biraz daha sakinleşmişti. Yanındaki boş koltuğa usulca oturdum. O, bir süre gözlerini bahçenin bir köşesine dikti. Sonra, hafifçe başını sallayarak, "Zaman... ama bazen zaman da yetmiyor," dediğinde kısa bir an parmaklarının titrediğini fark ettim.
Dedikleri düşündürücüydü. İkimiz de içinde bulunduğumuz durumdan kaçmak istiyorduk belki ama nasıl yapacağımızı bilmiyorduk. Ortada ne varsa, bizi olduğumuz yere zincirlemiş gibiydi.
"Hiç düşündün mü?" dedim, cesaretimi toplayarak. "Buradan kaçsam... her şeyi arkamda bıraksam... başka bir yerde, başka bir hayat kursam?"
Adar, şaşkınlıkla bana döndü. Bir süre sessizce baktı, sonra gözlerinde tuhaf bir parıltı belirdi. "Kaçmak... Kolay gibi geliyor, değil mi? Ama insanlar sadece yer değiştirmekle kurtulamaz bazı şeylerden. İnsan, kaçsa bile kendisinden kurtulamaz."
Sözleri içime oturdu. Belki de haklıydı. Ama yine de denemek istiyor muydum, bilmiyordum?
"denemeden bilemeyiz, değil mi?" diye ısrar ettim.
O derin bir iç çekti, sigarasını tekrar yaktı. "Denemek... Denemek, evet. Ama bunun bir bedeli olur. Hazır mısın?"
Sorusu havada asılı kaldı. Bahçedeki rüzgâr hafifçe saçlarımı savurdu. O an içimdeki korkuyla cesaret birbirine karıştı. Gözlerimiz birleşti. Derin bakan hareleri içimi okumak ister gibi derin bakıyordu. Hafifçe yutkundum. Sanki bütün hevesim diken gibi boğazıma takılıp canımı acıtıyordu.
"Hiçbir şeye hazır değilim, değildim," dedim, boğazımdaki düğümü zorlayarak. "Ama burada kalıp sessizce çürümektense bir şeyler yapmayı tercih ederim." Sesim, düşündüğümden daha kararlı çıkmıştı. O ise bakışlarını benden ayırmadan derin bir nefes daha aldı, sigarasının dumanı aramızda ince bir perde gibi yükseldi.
"Cesursun," dedi sakin bir harekelte, gözlerini dudaklarının arasından çıkan duman yüzünden kısarak. "Ama cesaret, bazen insanın başına büyük dertler açar."
"Belki de açar," diye karşılık verdim. "Ama hiçbir şey yapmadan oturup beklemekten daha iyi değil mi?"
"Biz evlendik." Dediğine gözlerimi devirirken sert bir soluk verdim.
"Seninle evlendim diye, sana karılık yapacağımı düşünmüyorsun değil mi, Devran Adar Saraçoğlu?!"
Dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı ve arsızca gözlerini kırptı. Parmaklarını kaldırarak konuşacağı sırada onu dikkatle izledim. "Benimle berdel sonucu evlendin, bir şey yapmaya kalkarsan, ne olur biliyorsun değil mi, Vera Feris Saraçoğlu!"
Adımı böyle tam haliyle söylemesi midemi bulandırıyordu. Sanki bana kim olduğumu hatırlatması gerekiyormuş gibi, sanki kendi soyadını taşımaktan başka bir şey yapamayacakmışım gibi… Gözlerimi ona diktim ve yüzümdeki tiksintiyi saklamaya çalışmadım.
"Ne olurmuş, Devran? Beni susturabilecek kadar güçlü müsün gerçekten? Yoksa sadece tehditlerle mi yaşıyorsun?" Sesim daha da sertleşti. "Eğer susturabilecek kadar cesaretin varsa, şimdi yap. Yoksa aramızda kalan bu sessizliği boş tehditlerinle doldurma."
Bir anlığına öne atıldı ve yüz yüze geldik. O kadar yakındı ki nefesi tenime çarpıyordu. Gözlerindeki karanlık, yutmak ister gibiydi beni. Ama geri çekilmedim. Bir an bile korktuğumu belli etmeyecektim.
"Vera," dedi alçak ama tehditkâr bir hareketle. "Sınırlarımı zorluyorsun."
"Senin sınırların beni bağlamıyor," diye tısladım. "Bu oyunu sen kurdun, ama kurallarını senin koymana izin vermeyeceğim."
Bir an sessizlik oldu. Gözlerimizi birbirimizden ayırmadan öylece durduk. Hatta o kadar uzun sürdü ki bahçedeki rüzgâr bile durulmuş gibiydi.
"Ben senin karın değilim, hiçbir zaman da olmayacağım! Bu evlik kan dökülmesin diye yapıldı, fazlası yok!" Parmağımı ona doğru sallarken keskin gözlerle beni izliyordu. "Ben eski hayatıma devam edeceğim, sen de umrumda değil-" parmağımı tuttu. Sanki yeterince yakın değilmişiz gibi beni kendine çekerken yerimde kaskatı kesilmiştim.
Teni tenime değdiğinde tüm bedenim alarm haline geçti. Gözlerim, onun o keskin ve karanlık bakışlarında kaybolmamak için direnirken, kalbim deli gibi çarpıyordu. Beni kendine doğru çektiğinde, kaçmak için bir saniyeliğine düşündüm ama yerimde çakılı kalmıştım.
"Eski hayatına devam edeceksin, öyle mi?" Gözlerim hem beden dilini okuyordu hemde onun gözlerine yetişmek için çabalıyordu. Hareketleri tehlikeli bir sakinlikle doluydu. Dudakları öylesine yakındı ki nefesi yüzüme vuruyordu. Tam bir şey söyleyecektim ki aniden, hiç beklemediğim bir şekilde, dudakları benimkilerle buluştu.1
Şok içinde gözlerim büyüdü. Kalbim daha da hızlı çarpmaya başlamıştı. Sanki her şey durmuş, yalnızca biz kalmıştık. Ama o öpücükte bir şefkat yoktu, yalnızca meydan okuma ve hâkimiyet vardı.
Bir an sonra, kendimi toparlayarak onu itmeye çalıştım. "Ne yapıyorsun sen?!" diye bağırdım, elimle dudaklarımı sildim. "Sana bu hakkı kim verdi?" Gözlerim öfkeyle dolmuştu, nefes alıp verişim hızlanmıştı.
Devran geri çekilmedi. Hatta bana meydan okurcasına bir adım daha yaklaştı. Dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılmıştı. "Hakkı ben aldım, Vera," dedi sakin ama soğuk bir hareketle. "Bu evlilik ne kadar sahte olursa olsun, sınırları yalnızca ben çizerim."
"Tüh!" dedim, sesim titrerken öfkemin altından taşan hayal kırıklığını saklamaya çalışarak. "Evlilik mi? Senin evliliğinden de kurallarından da nefret ediyorum, Devran! Senden de!"
Arkamı dönüp hızla uzaklaşmaya başladım. Beni durdurmaya çalışmadı. Ama sırtımda hissettiğim bakışlarından kaçamayacağımı biliyordum. Bu iş daha bitmemişti. Eve vardığımda kapıyı hızla çarptım. İçimdeki öfke, sessiz koridora yankılandı. Ayakkabılarımı aceleyle çıkarıp salona yürüdüm. Ellerim hâlâ titriyordu. Onun dudakları... Hayır! Bu düşünceyi aklımdan atmam gerekiyordu.
Koltukta derin bir nefes alarak başımı geriye yasladım. Tavanı izlerken, beynim susmak bilmeyen bir kaosun içine düşmüştü. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki olanları hazmetmek imkânsız gibiydi. Nasıl bu kadar ileri gitmişti? Nasıl cesaret etmişti?
Derin bir nefes aldım ve ayağa kalkıp mutfağa yöneldim. Bir bardak su alıp pencerenin önüne yaslandım. Bahçeyi görebiliyordum. O hâlâ oradaydı. Rüzgâr kısa saçlarını savururken sigarasını yakmış, bahçede volta atıyordu. Sanki beni yeniden delirtmek için inadına yavaş hareket ediyordu. Gözleri ise evin içini tarıyor gibiydi.
Kendi kendime söylendim: "Benimle oynayamayacaksın, Devran. Ne yaparsan yap, bana boyun eğdiremezsin." Ama dudaklarımda titreşimle yankılanan bu kelimeler bile içimdeki belirsizliği dağıtmaya yetmedi.
Kendi odama çekildim. Kapıyı kapatır kapatmaz sırtımı kapıya yasladım ve yere kaydım. Duygularım öyle karışıktı ki ne yapacağımı bilemiyordum. Kendime yeniden bir söz verdim: Ne olursa olsun, Devran’ın beni kontrol etmesine izin vermeyecektim.
Ama kalbimin köşesinde, beni rahatsız eden bir düşünce vardı. O öpücük... Onun beni sinirlendirmek için yaptığını biliyordum, ama neden hâlâ dudaklarımda hissettiğimi açıklayamıyordum?
Kafamı sallayıp bu düşüncelerden kurtulmaya çalıştım. Devran ne yaparsa yapsın, bu evlilik sadece bir formaliteydi. Ve ben bunu sonsuza dek böyle tutacaktım.
Sanki sabahın güzelliği bana gecenin kahrı gibi dönerken yatağımda sessizce neyi beklediğimi bilmeden beklemeye başladım. Beynimde binlerce düşünce içerisinde, gözlerim kapıda, aklım asla burada değildi.
Bir süre sonra açlıktan karnım guruldarken, ne yapacağımı bilemeyerek derin bir nefes aldım ve yataktan kalktım. Ayaklarım yere değdiği an, sanki içimde bir şeyler yerinden oynadı. Mutfakta onunla karşılaşma ihtimali midemi daha da düğüm düğüm ediyordu. Ama bu evin her köşesine hükmetmesine izin veremezdim.
Üzerime bir hırka alıp kapıyı yavaşça açtım. Koridor bomboştu. Sessizlik, evin içinde yankılanıyordu. Bahçeye bakan pencerenin önünden geçerken dışarıya göz attım. Devran ortalarda görünmüyordu. Belki hâlâ bahçede, ya da başka bir yerdeydi. Bunun rahatlatıcı bir düşünce olduğunu fark ettim.
Mutfağa girdiğimde her şey yerli yerindeydi, ama bu huzurlu görüntü bana bir türlü huzur vermiyordu. Dolaptan birkaç şey çıkartıp hızlıca kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Ellerim istemsizce titriyor, gözlerim sık sık mutfak kapısına kayıyordu. Kendime kızdım, bu kadar tedirgin hissetmek ne kadar acizceydi!
Düşüncelere dalmış bir şekilde ekmeğime tereyağı sürerken, arkamdan gelen o tanıdık nefesi duyduğumda irkildim. Onu yok saymaya çalışarak ekmeğimi çiğnerken bedeni gözlerimin önüne serildi ve çok geçmeden karşıma oturdu. "Güzel karımla ilk kahvaltı, ne kadar da hoş." Ekmek boğazımda kalıp öksürme başlayınca okuduğum sözlerin etkisinden çıkmaya çalışıyordum.
Boğazımda kalan ekmeği yutmaya çalışırken gözlerim sulandı. Öksürükle boğuştuğumu fark eden Devran, dudaklarının kenarındaki o arsız gülümsemeyi saklamadan bana bakıyordu. Bir yandan çayını yudumluyor, diğer yandan eğleniyormuş gibi bir hali vardı.
"N'oldu, Vera?" dedi, hareketlerini okurken buğulanan gözlerimden seçemiyordum. "Sözlerim boğazına mı takıldı?"
Ona cevap vermek yerine masanın üzerindeki bardağıma uzandım ve suyu tek seferde içtim. Nefesim normale dönerken, gözlerimi ona dikerek sert bir şekilde konuştum: "Eğer beni boğmaya çalışıyorsan, çok daha fazlasına ihtiyacın var."
Devran hafifçe arkasına yaslandı, gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmadan gülümsemeye devam etti. "Boğmak mı? Asla, sevgili karıcığım. Ama şu hâlini görmek bana fazlasıyla yetiyor."
Gözlerimi devirdim ve ekmeğimden bir parça daha alarak sakin kalmaya çalıştım. Onun bu tavırlarını ciddiye alırsam, beni gerçekten alt edeceğini biliyordum. "Bu sahte evlilik oyununu fazla ciddiye alıyorsun, Devran," dedim, sert bir tonla. "Ben senin karın değilim ve asla olmayacağım. Bunu kafana sok artık."
Bir an sessizlik oldu. Devran'ın yüzündeki ifade değişmişti; ciddiyetle bana bakıyordu. "Bunu bu kadar basit bir anlaşma olarak görmeye devam edersen, seninle bir yere varamayız."
"Tehdit mi ediyorsun beni?" dedim, kaşlarımı kaldırarak.
"Hayır," dedi sakince, ama hareketi o kadar tehlikeli bir sakinlikle doluydu ki tüylerim diken diken oldu. "Sadece seni uyarıyorum. Şahsen bu evlilik öyle yoldan geçerken olmadı. 'Kan dökülmesin diye' oldu, diyen sensin. Bunun sonucunda bu evliliğe sadık kalmasan da neler olacağını biliyorsundur, öyle değilmi?"
Elimi sertçe masaya vururken hızla ayağa kalktım. "Ne olurmuş, anlatsana! Ben buralarda yaşamadığım için bilmiyorum!"
Benim gibi ama büyük bir sakinlikle ayağa kalktı. "O dökülmesin diye çaba sarf ettiğin kan, senin üzerine dökülür!" Kaşlarım havalandı alayla. "Bu evlilikte sadakatli olursam peki? O zaman ne yapacaksın? Başıma taç mı takacaksın Devran efendi!"
"Neden olmasın," sinirle gözlerim seyirirken bu herifin bu evliliği bu denli kabul etmesinin nedenini anlamıyordum.
"Bu evlilikte sadakatli falan olamam!" Diyerek çıkıştım. Az önceki alaylı yüz ifadesi kendini tamamen gerginliğe bırakmış, damarları belli etmişti. "Benim sevgilim var!" Demeye kalmadan tabak çanakların bulunduğu masa mutfağın diğer ucuna resmen fırlamıştı. Korkuyla geriye doğru giderken çığlık atmadan edememiştim. Üzerime doğru geldiğinde aramızda bir nefeslik boşluk bırakarak tam dibimde durdu.
"Senin sevgilin mi var?" dedi, beden dili artık derindi. Gözlerinde, az önceki alaycı tavır yok olmuş, yerine kıskançlık, öfke ve tehditkar bir soğukluk yerleşmişti. Sözlerini bir tür sindirme çabası gibi hissettim.
Etrafımda dönen eşyaların yankıları hâlâ kulaklarımda çınlarken, her kelime, her hareket bana doğru bir adım daha yaklaşan tehlikeyi hissettiriyordu. Ama geri adım atmayacaktım. Bu kadar kolayca dizginlenmeyecektim.
Ellerimi hemen arkamda duran tezgaha yasladım. nefesimi düzeltip ona meydan okurcasına bakmaya devam ettim. "Evet, var," dedim, sesimdeki tınıyı bile saklamadan. "Ne sanıyordun? Bu evliliği kabul edip seninle evcilik oynayacağımı mı? Ben zaten başkasına söz verdim. Başka birine söz vermiş bir kadını kendine eş olarak istemezsin değil mi Devran?"
Devran, bir an boşlukta kalmış gibi durdu. Gözleri, ellerimin tezgaha yaslandığı noktaya kaydı. Sonra gözlerimi, sanki bir sırrı çözer gibi, baktı "Beni neyle tehdit ediyorsun, Vera? Bir sevgilin olduğunu mu söylüyorsun? Yani beni bu kadar kolayca geçebileceğini mi sanıyorsun?"
Benimle arasında sadece birkaç santimetre vardı. Öylesine yakın... ama o kadar uzak. Kolları arasında boğulmak yerine, bu mesafeyi kaldırıp ona karşı koyacak kadar güçlü hissettim. "Geçebilirim," dedim, ama sesimde hâlâ bir soğukluk vardı. "Ve eğer seninle olan bu 'sözde' evliliği sona erdirmek istesem, bunu yapabilirim."
O anda gözlerinde bir kıvılcım belirdi. Öfkesinin farkındaydım. Bir adım daha attı, sonra bir nefes kadar yakın durarak, "Bunu denemeye cesaretin var mı?"
Hareketi bir tehditten çok, bana ne kadar yakın durduğunun altını çizen bir meydan okuma gibiydi. "Evet," dedim, gözlerimi sabırla ona dikerken. "Bunu denemeye cesaretim var, Devran. Eğer bana dokunursan, o zaman gerçekten kaybeden sen olacaksın."
Devran bir an duraksadı, bakışları benden kayıp boşluğa doğru kayarken, sanki kararsızlık içinde çelişkili duygularla savaşıyor gibiydi. Sonra, gözlerimi bir an daha sabırla süzdü ve dudaklarının kenarındaki hafif gülümsemeyle konuştu.
“Beni ne kadar zorlayabileceğini görmek istiyorum, Vera,” dedi, hareketinde yeniden o alaycı tını vardı. Bana inanmamıştı. “Ama unutma, sınırları ben çizdiğimde, bir daha geri adım atmam.”
Ve bu kez, aramızdaki mesafeyi kapatıp, belimden tutarak beni kendine çekti. Ama bu kez, ellerindeki gücü hissedebildim. Sadece fiziksel değil, psikolojik gücü. Çünkü onun beni tutma şekli, aslında onun dünyasının bir yansımasıydı.
Gözlerime kilitlenmişken, bir adım daha ileri gidip, “Birbirimize ne kadar dayanabiliriz, Devran?” diye fısıldadım. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir savaşı başlatıyorduk ve ben kazanmaya kararlıydım.
Gözleri hem dudaklarımda hemde yüzümün her yerinde dolanıyordu. Sanki bu yakınlığımız onun için keyif veriyordu.
Devran’ın bakışları üzerimde gezinirken, nefes alışverişleri bile bir meydan okuma gibiydi. O an, bana dokunarak sadece bedenimi değil, düşüncelerimi de kontrol altına almaya çalıştığını hissettim. Ama yanılıyordu. Bu savaşı kazanan ben olacaktım.
Soruma mimikleriyle cevapladı. Dudakları büküldü ve tek kaşı bilmem diyerek havalandı. Parmak uçları belimde gezinirken, gerginliğimle besleniyormuş gibi görünüyordu.
Onu itmek istedim, ama ellerim bir türlü harekete geçmedi. Güçsüzlük değildi bu, hayır. Tam aksine, oyunu nasıl oynadığını anlamaya çalışıyordum. Belki de onun silahlarını kendi silahıma dönüştürmenin zamanı gelmişti.
"Devran," dedim, nefesimi yüzüne üfleyip, sesimdeki sükunetle onun dengesini bozmayı umarak. "Beni korkutacağını mı sanıyorsun?"
Kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının kenarında sinsice bir gülümseme belirdi. Gözlerini gözlerimden ayırmadan. "Sadece sana kimin kazanan olduğunu hatırlatıyorum." Dedi tek elini kullanarak konuşurken.
Bu sefer ben gülümsedim. Kendinden bu kadar emin olmasına alışkındım, ama artık bu tavırları beni etkilemiyordu. "Kazanan?" dedim, başımı hafifçe yana eğerek. "Hangi savaşta, biz daha savaşa başlamadık bile."
Belimdeki elleri bir an sımsıkı tuttu, sonra yavaşça gevşedi. Gözlerinde bir anlık öfke gördüm, ama hemen ardından yerini yeniden o tanıdık kibir aldı. "Savaşa gerek kalmayacak, Vera. Çünkü ne zaman istesem, sen zaten benimlesin, yanımdasın, tenimdesin..." Tuttuğu elime bakarken yutkundu ve ardından tekrar gözlerime baktı.
"Yanılıyorsun," dedim, bu kez sesim daha sertti. "Beni tutabilirsin, bana yaklaşabilirsin, ama asla beni gerçekten sahiplenemezsin. Çünkü ben yalnızca kendime aitim."
Bu sözlerimle bir adım geri çekildim ve onun gözlerindeki o tanıdık kıvılcımı bir kez daha gördüm. Ama bu kez, ben kazanıyordum. Ve o da bunun farkındaydı.
Elimi elinden çektim. Son kez gözlerine sertçe ve tehtitkar bir gözle bakarken tezgah ve onun arasından çekildim. Bir an boşluğa düşmüş gibi doğruldu ama sadece iki saniye sürmüştü.
"Sana afiyet olsun." Dedim, yere serdiği manzarayı işaret ederek. "Ben gidiyorum." Ona arkamı dönerken mutfağı hızla terk ettim ve salonda gözüme kestirdiğim arabanın anahtarını masadan aldım. Hızla kapıya koşarken dışarı fırladım. Onun arkamdan geldiğini duymamıştım. Ya da henüz ayılmamıştı. Kapıya yakın duran arabadana birine binerken hızlı olmaya çalışıyordum. Anlık aldığım kararla, kaçacaktım.
Araba çalışır çalışmaz onunla mutfak penceresinden göz göze geldik. Bir an gözümün önünden kaybolurken peşimden geleceğini zaten biliyordum.
Arabanın gazına sonuna kadar yüklendim. Lastiklerin kaldırım taşlarında çıkardığı ses, sabahın sessizliğini keskin bir şekilde böldü. Hızlıca çiflikten çıkıp dik ve dar Mardin sokaklarına dalarken kalbim küt küt atıyordu. Dikiz aynasından Devran’ın evden nasıl fırladığını ve korumalarına hızla emirler yağdırdığını gördüm.
"Gel bakalım, Devran," dedim kendi kendime, direksiyonu sertçe çevirerek. Bu dar sokaklarda, hız ve çeviklik kazananı belirleyecekti. Her viraj, her sokak köşesi bana yeni bir kaçış şansı sunuyordu. Ama arkamdaki motor sesi hızla yaklaşıyordu.
Korumalarının siyah SUV’ları ve Devran’ın lüks arabası, peşimdeydi. Aynadan onun sıkılı yüz ifadesini ve direksiyonu hırsla kavrayışını görebiliyordum. Hemen arkamdaydı.
Bir sokak köşesine daldım. Yolun sonunda dar bir geçit vardı. Arabanın hızını düşürmeden geçidin kıyısına sürüklenirken lastiklerin taşlara çarpışı beni neredeyse oturduğum yerde savurdu. Ancak kontrolü bırakmadım. Şehrin bu labirent gibi sokaklarında, Devran’ın bu kadar hızlı adapte olacağını düşünmemiştim.
İşaretle birine talimat verdiğini görür gibi oldum. Sokaklar arasında dönerken aniden yolun ilerisinde korumalarından biri bir aracı park etmişti. Blokaj kurmaya çalışıyorlardı! İçimden bir küfür savurdum ve hızla geri vitese alıp başka bir sokağa daldım. Onlar beni köşeye sıkıştırmaya çalışıyordu, ama bu kolay olmayacaktı.
Arabanın içinde, nefeslerim hızlanmış, ellerim direksiyona yapışmıştı. Yokuşlardan yukarı doğru hızlanırken, birdenbire bir başka aracın önümü kestiğini fark ettim. Yan aynadan baktığımda, Devran’ın arabası hemen ardımdaydı. İçimdeki korku, yerini inatçı bir hırsa bıraktı.
Dar bir sokakta, arabayı sağa savurup sürtünme sesleriyle yoluma devam ettim. Şehirdeki taş evler ve dar geçitler, benim avantajıma çalışıyordu. Ama Devran, bu sokakların efendisi gibi hareket ediyordu.
Arabanın burnunu ani bir dönüşle başka bir geçide yönlendirdim. Devran sanki bu sokaklar benim dercesine peşimdeydi.
Frenlere basıp sert bir şekilde başka bir yola daldım, taş toprak havaya uçuştu. Ama biliyordum ki, bu kaçış sonsuza kadar sürmeyecekti. Devran'ın inatçılığı, korumalarının stratejisi ve benim daralan yakıt depom…
"Bir çıkış yolu bulmalıyım," diye mırıldandım, direksiyona sımsıkı tutunarak. Ama artık sadece kaçmıyordum. Kendimi özgürleştirmenin yolunu arıyordum.
Dikiz aynasından Devran’ın arkasındaki konvoyu ve yaklaştığını gördüğümde, içimdeki panik yerini kararlı bir plana bıraktı. Hedefimi biliyordum: havaalanı. Bu şehirden gitmek, bu evlilikten kaçmak, Devran’ın zincirlerinden kurtulmak istiyordum.
Gaz pedalına sonuna kadar bastım, motorun uğultusu taş sokaklarda yankılanırken dar geçitlerden bir bir sıyrıldım. Havaalanına giden ana yola çıkmayı başardığımda, içimde bir anlık rahatlama hissettim. Ama çok geçmeden, Devran’ın arabasının farlarını arkamda gördüm. Daha da yaklaşmıştı.
Onun ve korumalarının arabaları da çevreden hızla yolumu kesmeye çalışıyordu. Ama ben sadece önüme bakıyordum.
Yol daha düzdü, hızım arttı. Gözlerim yola kilitlenmişti, ama aklımda sürekli bir hesap vardı: Uçağa yetişmek için yeterince zamanım var mıydı? Biraz para ve kimliğimi göğsüme koymuştum ama bilet için yeter miydi? bu da beni tek şansıma daha çok bağlıyordu.
Havaalanının tabelasını gördüğümde, derin bir nefes aldım. Ama o anda Devran’ın arabası yanımda belirdi. Camı açmış, direksiyonu bir elinde tutarken diğer eliyle bana işaret ediyordu.
"Vera! Durdur şu arabayı!" Gözleri sinirden koyulaşmış, hareketi öfkeliydi, ama içinde bir çaresizlik de vardı.
Ona dönüp sadece bir an baktım, sonra direksiyonu biraz daha sıkı kavradım. "Hayır, Devran," dedim, kendi kendime. "Bu kez beni durduramayacaksın."
Havaalanının girişine vardığımda, arabayı sert bir frenle durdurdum. Arkadaki konvoy da durakladı, Devran’ın arabası hemen peşimdeydi. Motoru kapatmadan kapıyı açıp arabadan fırladım.
Adımlarım yankılanıyordu, kalbim hızla çarpıyordu. Güvenlikten geçmek, uçağa yetişmek… Ama bir yandan arkamdaki ayak seslerini duyabiliyordum. Devran pes etmeyecek kadar yakınımdaydı. Terminaldeki insanların bakışlarına aldırmadan hızla ilerledim.
Güvenlik kısmına geldiğimde hızla göğsüme koyduğum para ve kimliğimi onların bakışlarını aldırmadan çıkardım ve üzerimi aramasına izin verdim. Kadın üzerimi hızla taradığında geçmem için izin verdi ve hemen bilet gişesine geçtim. "İstanbul için bilet lütfen!" ellerim hala titriyordu. Gişe görevlisi ekrana bakıp birkaç tuşa bastı. "Uçuşa çok az kaldı, acele etmelisiniz," dedi.
"Ne gerekiyorsa yapın, lütfen," dedim hızlıca. O sırada arkamdan gelen bir kıpırtıyı fark ettim ama dönüp bakmadım. Görevli, biletimi hazırlarken derin bir nefes aldım. Tam o an omzuma bir elin sertçe dokunduğunu hissettim.
Dönmeye fırsat kalmadan, bir kol belime dolandı ve beni hızla kendine çekti. Çok geçmeden havalandığımı hissederken nefesim kesilmişti. Omzunda çuval gibi sallanırken sinirli soluklarını duyabiliyordum. Artık tüm çabam boşaydı.
"Devran, bırak beni!" dedim, çırpınarak. Ama hiçbir şey ifade etmiyordu. Onun adımlarında sert bir kararlılık vardı.
"Ellerini çek!" diye bağırmaya çalıştım, ama kimse müdahale etmedi. Hızla beni bilet gişesinden uzaklaştırıp kalabalığın içinden geçirdi. İnsanlar sadece bakıyor, kimse bir şey yapmıyordu.
Beni taşıdığı yerin farkına vardığımda, uçak kapılarından uzaklaşıyorduk. Devran, havaalanının daha tenha bir kısmına, lavaboların olduğu koridora götürüyordu. Onun sert adımlarıyla yere çarpan ayak sesleri bir yankı gibi kulaklarımda çınlıyordu.
"Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye sordum, öfkeyle.Tabii ki cevap vermedi ve erkekler tuvaletine doğru ilerledi. Kapıyı sertçe açıp içeri girdi. Beni köşedeki kabinlerden birine indirdiğinde kendisi de içeri girdi ve, kapıyı arkamızdan kilitledi.
"Delirdin mi?!" dedim, kabindeki sıkışıklıkta onunla yüzleşmeye çalışırken.
"Hayır, ama sen delirdin," dedi, hareketi soğukkanlı ve keskin. "Benden, bu şehirden kaçabileceğini düşünüyorsan Vera. Buradan bir yere gidemezsin. Hiçbir yere!"
Gözlerine baktım, içinde öfke kadar başka bir şey de vardı: inat. Beni bırakmayacağını biliyordum. Ama bu savaşı burada kaybedecek miydim? Bu sorunun cevabını düşünürken, o çoktan kazanan gibi davranıyordu. "Yapamam!" Diyerek haykırdım yüzüne. "Yapamam anlamıyor musun, evli kalamam seninle!" Yüz hatları düştü. Elini yumruk yapmış koyulaşan hereleriyle beni izliyordu.
"Ben mutlu değilim!" diye bağırdım, gözlerim yaşlarla dolarken. "Sana söylemekten yoruldum, Devran. Ben... ben bu evliliği istemiyorum! Beni anlamıyorsun, dinlemiyorsun, sadece kendine göre hareket ediyorsun!"
Sert bakışları bir an yumuşar gibi oldu ama hemen ardından o tanıdık duvarları geri ördü. "Bana zorla dayatılan bir hayatın içinde sıkışıp kaldım, ama sen bunu hiç görmüyorsun. Kendimi bir insan gibi değil, bir bedel gibi görüyorum yanında!"
Sırtımı kabinin soğuk duvarına yasladım, nefesimi kontrol etmeye çalışırken ellerimi avuçlarımda yumruk yapıp titremeyi durdurmaya uğraşıyordum. "Beni dinle, Devran. Eğer beni gerçekten önemsiyorsan, bana gitme hakkımı ver. Lütfen..."
Sesi çıkmıyordu. Gözlerim gözlerinde kilitliyken, bir adım bile atmıyordu. Ama bu sessizlik beni daha da öfkelendirdi.
"Birbirimizi tüketiyoruz," dedim, artık güçsüz bir fısıltıyla. "Beni zorladıkça, sebden daha çok uzaklaşıyorsun. Bunu neden görmüyorsun?"
Sözlerim kabinin havasını ağırlaştırdı. Gözlerimi ondan ayıramıyordum, ama her nefesimde içime dolan öfke, çaresizlik ve korku birbirine karışıyordu. Devran bir adım geri çekildi, sanki söylediklerim midesine yumruk gibi inmişti. Ama yüzündeki sertlik hâlâ silinmemişti.
"Gitmek istediğini biliyorum," dedi, daha alçak ve titremeyen bir hareketle. "Ama kaçıp kurtulamazsın. Seni burada tutmak istemiyorum, zevk alıyorum sanıyorsun, değil mi? Hayır, Vera. Seni bırakmıyorum çünkü senin yapacağın hatalar sadece seni değil, hepimizi yakar."
"Benim hatalarım mı?" dedim alaycı bir kahkahayla. "Hayatımı kendi ellerimde yaşamak istemem mi hata? Devran, senin için her şey kontrol, her şey sahip olmak. Ama ben senin malın değilim!"
Yüzüme eğildi, gözlerindeki öfke daha derin bir şeye dönüşmüştü. "Ben seni malım gibi görmüyorum. Seni koruyorum. Bu dünyada ayakta kalmanın başka bir yolu yok. Sen bilmiyorsun, ama ben biliyorum."
Başımı iki yana salladım. "Benim ne bildiğimi ya da bilmediğimi bilemezsin," dedim, gözlerim dolmuştu ama ağlamamaya kararlıydım. "Bana bu hayatı dayatmak, beni korumak değil, Devran. Bu... bu beni hapsetmek."
Bir an sessizlik oldu. O sessizlikte nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Ellerim titriyordu, ama güçlü görünmeye çalışıyordum. Onun beni bırakmayacağını biliyordum, ama bu savaş burada bitmeyecekti. Gözlerimle ona meydan okuyarak, "Beni buraya kilitleyebilirsin, ama zihnimi, ruhumu asla kontrol edemezsin," dedim. Bu seferde ona yıkılmadığımı göstermek ister gibi.
Devran derin bir nefes aldı, ellerini saçlarına geçirdi ve bir adım geri çekildi. "Seninle konuşmak... bazen dağları yerinden oynatmaya çalışmak gibi. Ama Vera, bu savaş benim için de bitmedi. Gitmek istiyorsan, yine dene. Ama şunu bil: Seni yakalarım. Her defasında."
Sanki gözlerim bunu bekler gibi yaşlarını yüzüme salarken çaresizce ağlamaya başladım. "Nerden düştüm buraya," dedim kısık bir sesle yakınırken. Duvara yaslanarak yere doğru çöktüm. Beni izlediğini hissedebiliyordum. Onu umursamadım. "Ben okuyup, mesleğimi elime alıp sevdiğim adamla telli duvaklı evlenme hayalleri kurarken başıma gelenlere bak!" Sitemim onun kalbini kırıyordu belki de ama asla umrumda değildi.
"Dilsiz, sert, otoriter robot gibi bir herifsin!" Son sözlerim onun kalbine bıçak gibi saplandı belki de. Başını önüne eğdi. Gözlerini kapattı, ve sert nefesler alıp, veriyordu.
Sözlerim havada yankılanırken Devran’ın başını önüne eğmesi beni bir anlığına duraklattı. Sanki içinde tuttuğu tüm öfke ve hayal kırıklığı, kelimelerimle dışarı çıkmaya çalışıyordu. Ama bu, beni durdurmadı.
"Seninle evlenmek bir lanet gibi!" dedim, sesim titrerken. "Sürekli beni kontrol etmeye çalışıyorsun, beni hapsediyorsun. Beni bir insan gibi değil, sahip olduğun bir şey gibi görüyorsun!"
Devran başını yavaşça kaldırdı. Gözlerindeki karanlık, kelimelerimin ne kadar derine indiğini gösteriyordu. Ama yüzü taş gibi ifadesizdi. Bir adım bana doğru attı, ve önüme diz çöktü
"Vera," dedi, parmakları ilk defa titriyordu. "Ne dediğinin farkında mısın?"
"Her kelimesinin," dedim kararlılıkla. "Ben senin gibi bir adamla evli kalamam. Ne kadar çabalarsan çabala, bu gerçek değişmeyecek."
Bir an sessizlik oldu. Devran’ın gözleri benimkilerde kilitliydi, ama o sessizlikte bile içimde bir şeylerin kırıldığını hissediyordum. O da bunu biliyor gibiydi.
"Senin hayallerini yıkmak istemedim," dedi. "Ama bu dünyada hayallerle yaşamak yetmez, Vera. Hayatta kalmak için güçlü olmalısın. Ve ben seni bu yüzden bırakmıyorum."
"Bu bir güç göstergesi değil," dedim. "Bu sadece korkaklık, Devran. İnsanları kontrol ederek güçlü olduğunu sanıyorsun, ama asıl güçlü olan, sevdiklerini serbest bırakandır."
Bu sözlerim onu sarsmış olmalı ki bir an geri çekildi. Yüzündeki sertlik yerini karmaşık bir ifadeye bırakmıştı. Ama yine de, Devran’ın beni bırakacağını sanmıyordum.
"Sen ne dersen de, Vera," dedi sonunda, buz gibiydi. "Ben sana engel değilim, yine yap ne yapacaksan, yine git çalış, yine insanlara danışmanlık yap... Ama usulüne uygun yap. Bu evliliği yok sayarak değil, aklında bulundurarak yap."
Titreyen bedenim biraz gevşedi. "Evet, dilsizim." Bunu söylediğim için kendimden nefret etmiştim. Neden böyle bir şey söyleme ihtiyacı duymuştum ki! "Ama doktorum sensin," kısa bir an duraklama yaşadım. "Benim dilimi çözersen, doktorluğunun hakkını verirsen, o zaman dilsiz değil, sana bülbül gibi şakıyan bir koca olurum belki!" Bir yandan gülme tutarken, diğer yandan da gözlerimi devirirken onun da gülümsediğini görmüştüm. "Yapma böyle! Ben hâlâ aynı fikirdeyim!" Diyerek karşı çıkmaya çalıştım ama onun ifadesi çoktan yumuşamıştı. Ayağa kalkmaya çalıştım ama daracık yerde bu hemen olmadı tabii ki. O da kalktığında yüz yüze gelmiştik. "Bir daha kaçmaya çalışmazsın diye düşünüyorum." Onu okuduktan sonra tekrar gözlerimi devirdim. "Belli olmaz." Dediğimde hemen yanından geçerek kapıyı açmaya çalıştım ama benden önce davranarak kollarını karnıma sardı ve beni kendine çekti. Yüz yüze geldiğimizde dilimi yutmuş gibi gözlerine kilitlendim. "Ne yapıyorsun Devran?" Sesim titreye titreye konuşmaya çalıştım. Dudaklarını ıslatması ile karnımda bir ağrı oluşurken, gözleri gözlerimde kilitliydi, ama bu kez sertlik yerine garip bir sıcaklık vardı. Kollarını daha sıkı sardığında nefes almakta zorlanmaya başlamıştım.
"Ne yapıyorum biliyor musun, Vera?" dedi bana sarılı olmayan elini dili yerine kullanıp gözlerini bir an olsun benden ayırmadan. "Kaçamayacağını sana hatırlatıyorum. Çünkü sen benimle bir savaş başlattığını sanıyorsun, ama aslında bu bir savaş değil."
"Öyle mi?" dedim, sesimi güçlendirmeye çalışarak. "Ne o zaman? Esir almak mı? Korkutmak mı?"
"Hayır," dedi, başını sallayıp, ardından hafifçe yana eğerek. "Bu, seni anlamaya çalışma şeklim. Çünkü sen bana sadece meydan okumuyorsun. Beni sınırlarımla yüzleştiriyorsun."
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Onun bu kadar yakın olması, söyledikleri, hepsi beni hem kızdırıyor hem de kafa karıştırıyordu. "Bırak beni," dedim zayıf bir sesle.
Ama o, beni bırakmak yerine daha da sıktı. Nefesi yüzümde hissediliyordu. "Seni bırakmak en kolay yol olur." dedi, gözleri dudaklarıma kayarken. "Ama kolay olan şeyleri hiç sevmem." "Devran," dedim, sesim kararlı çıkmaya çalışırken. "Bu... bu şekilde olmaz, bırak beni."
Bir an durdu, beni tartıyormuş gibi baktı. Sonra yavaşça kollarını gevşetti, ama yine de tamamen bırakmadı. "Haklısın," dedi. "Bu şekilde olmaz." Dilini dudaklarında gezdirdi. "En güzel anımızı küçücük bir kabinde yaşamak istemem." Yanaklarım alev alev yanarken ne demek istediğini algılamaya çalışıyordum. "Güzel karımı," burnunu yanağıma sürterek boynuma doğru inerken derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. "Onun istediği şekilde..." Sanki bütün benliğimi esir almış gibi hareket edemiyordum. "Onun istediği yerde..." Artık susmasını istiyordum çünkü bacaklarımın arasında başlayan sızı daha fazlasını isteyecek gibiydi. "Sus." Demek ilk defa bana bu kadar azap vermişti. "Sus, ve çekil Devran." Boynumda dudağının sıcaklığını hissettiğimde gözlerim kapandı. "Ne yapıyorsun!" Sesim fısıltı dan ibaret çıkarken onun kollarımı sıkan eli sıkılaştı. Sanki bütün dünya durmuş gibiydi. Az önce kaçmaya çalıştığım adamın şuan bana azap çektirmesi ve benim buna karşı koyamamam kesinlikle benim iradesizliğimdi. "Adar!" Diyerek çığlık attım. "Bırak beni!"
Beni yavaşça bıraktığında, kalbimin atışı daha çok hızlanmış gibiydi. Aramızdaki mesafeye rağmen, gözleriyle üzerimde bir hakimiyet kurmuş gibiydi. "Bir daha kaçmayı düşünüyorsan, Vera," dedi, alaycı bir gülümsemeyle. "Sana bir tavsiye: Daha iyi plan yap." Sarsılmış bedenimle derin bir nefes almaya çalıştım. Koyulaşmış hareleri onun da büyük bir istek içerisinde olduğunu gösteriyordu.
Kapıya doğru döndü, ama çıkmadan önce bir kez daha bana baktı. "Ve bir şey daha," sertçe yutkundu.
"Kaçmayı gerçekten başarsan bile, nereye gidersen git, seni bulurum, sevgili karıcığım." Sert hareketleri bunu tastikler nitelikteydi.
Ardından kapıyı açtı ve dışarı çıktı, arkasında karmaşık hislerle dolu bir sessizlikle kalırken küçük adımlarla onu takip ettim.
Aklım ve kalbim şiddetle çalışırken sanki bozulmaya ramak kalmış bir robata dönmüştüm. Güvenlikleri baş selamı verdiğinde anlamıştım ki istesemde buradan gidemeyecekmiştim.
Açılan kapıdan çıkarken adımları yavaşladı. Yanına vardığımda gülümseyerek tekrar yürümeye başladı. Amacı benimle yürümekmiş. Sadece göz devirdim. Arabaya yaklaştığımızda ön kapıyı binmem için açtı. Sesimi çıkarmadım. Sadece yüzüne sert bir bakış atarak arabaya bindim. Kapıyı kapattığında onunda binmesini bekledim. Biner binmez arabayı çalıştırdığında eve doğru sürmeye başladı.
Sessizliğimiz sanki arabanın içinden taşarken elim radyoya gitti. Düğmeye bastığımda çalan şarkı sessizliğimizin ağırlığını bastırsın istedim ve sesi daha çok açtım.
Bir an göz göze geldik ama hemen çektim bakışlarımı ve önüme döndüm.
Ama ne yapsam hep sende biter yolum
Yalnızlıktan dokunmuş bir esir gibi
Kendi kaçışımı ararken yine sende buldum
Çalan şarkı sanki bize ithafen yazılmıştı. Bunu o da düşünmüş gibi başını çevirip bana baktı ama ben ona bakmadım.
Her söz bir bıçak gibi, kanar derinlerim
Kendimden mi kaçıyorum, yoksa senden mi?
Sen sert bir duvar gibi, ben kırık bir rüya
Ama bu savaşı kazanan kim, kim suçlu bu dünya?
Kim suçluydu şimdi? Kimdi başlatan bu savaşı? O gerçektende sert bir duvar gibiydi. Ve ben kaçarken o duvara çarparak parçalanmış bir rüyaydım.
Öyle bir hikayeydi ki bu, ne nasıl başladığı belliydi, ne de nasıl biteceği...
Bir kapı, bir kaçış, nefesimde yangın var
Her adımda yankılanır, kalbimde ağır duvar
Gölgeler peşimde, adım adım izler
Gözlerindeki karanlık, tüm yollarımı gizler
Ben artık onun esirimiydim, yoksa rehberi miydim?
Ya da benim ondaki yerim neydi? Bana dokunması, isteği ve ya merhameti sevgi miydi? Yoksa hepsinin bir amacı var mıydı?
Eve vardığımızı fark ettim. Bahçede durduğunda arabadan indim ve etrafta duran arkası dönük korumalara baktım. Sanırım tekrar kaçarsam diye önlem almıştı. Ya da o öyle sanıyordu.
Bizimle beraber bir araba daha durdu. Olduğum yerde dönüp gelene bakarken Devran gelip hemen yanımda durdu. İkimizin de bakışları arabadan inen adama kayarken onu hemen tanıdım. Avşin'in babasıydı bu. Adar elimi tutarak beni arkasına aldığında ona karşı koyamadım. Hemen önümde kalkan gibi dururken bakış alanımı daraltmıştı. "Yeni evli çifte bir merhaba etmek istedim." Amcasının sert ve duvarlı sesiyle adar beden dilini konuşurken bu sefer ne dediğini okuyamamıştım. "Hadi senin dilin yok, anladık. Karının dili de mi yok, bize merhaba edecek!" Arkasından çıkmaya çalıştım ama ama koluyla beni hep durduruyordu.
Adar’ın kolu, beni sıkıca arkasında tutmaya devam ediyordu. Onun beden dili, sözcüklerden daha net bir mesaj veriyordu: Yaklaşma.
Avşin’in babası, alaycı bir ifadeyle Adar’a doğru bir adım attı. "Adar… Hâlâ aynısın yeğenim. Suskun ve inatçı. Ama karın pek sessiz durmuyor. Yoksa sen onu da mı susturmaya çalışıyorsun?”
Adar, omuzlarını geriye doğru itip daha dik durdu. Ellerini yanlarına sıkıca bastırdı, yumruk yaptığı elleri hafifçe titriyordu. Sınırda.
Tam arkasından sıyrılmaya çalıştığımda, Adar kolunu hafifçe kaldırıp önüme set çekti. Yana dönüp bana bir bakış attı, gözleri, sessiz bir emir gibi üzerimde durdu. Lütfen, Karışma.
Adam bir kahkaha attı. “Böyle mi koruyorsun onu? Kendin gibi suskun mu yapacaksın?”
Adar, derin bir nefes aldı, göğsü kalkıp indi. Sonra bir adım attı, bedeninin tamamıyla adamın önüne geçti. Elleriyle avuç içlerini hafifçe göstererek yanlara açıldı, açık ve net bir mesaj veriyordu: Bize yaklaşma.
“Ah,” dedi Avşin’in babası, başını yana eğerek. “Kalkan olmaya devam ediyorsun. ne zamana kadar peki? Karın yaptığının bedelini ödemeden kurtulamazsın, Adar.” sesi sert ve soğukkanlıydı. Tüylerim diken diken olurken onun derdinin zaten benimle olduğunu anlamıştım. Anlaşılan kurşunun etkisinden yeni çıkmıştı.
Adar, başını yana eğip onu dikkatle süzdü. Dudakları hafifçe aralandı, ama yine tek bir kelime çıkmadı. Gözleri, buz gibi keskin ve uyarıcıydı. Adam, Adar’ın boynundaki damarların kabardığını fark etmiş olacak ki hafifçe geri çekildi.
“geri çekil!" Dedi adam bağırarak. Belinden siyah metal bir silah çıkarırken bize doğrultması geç olmamıştı.
Adar’ın gözleri, buz gibi sert ve keskin bir şekilde adamınkine kilitlenmişti. Sessizdi, her zamanki gibi. Ama bu sessizlik, kararlı bir çığlığa benziyordu. Nefes alışverişini bile zar zor duyuyordum; sanki bir volkan gibi patlamayı bekliyordu.
Adamın elinde silahı gördüğümde midem düğümlendi. Sanki zaman yavaşlamıştı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Korkuyu bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Ama o silah bize doğrulmuştu ve nefes almak bile zordu.
"Beni tüm Mardin'e rezil ettin, öylece seni gelinim olarak kabul edeceğimi mi sandın!" diye bağırdı adam. Sesindeki öfke, bulunduğumuz havayı dolduruyordu. "Ben daha gözümü açamamışken sen nasıl berdeli gerçekleştirdim!" Bu sefer sözleri Adar'aydı.
Adar’ın tek bir kelime etmeden olduğu yerde dimdik durduğunu görmek beni çıldırtıyordu. Onun dilsiz olduğunu biliyordum, ama bu fark eder miydi? Adamın tetiği çekmeye ne kadar yakın olduğunu görebiliyordum.
"Adar," dedim alçak bir sesle, ama beni duymadı ya da umursamadı. Ellerini yavaşça kaldırarak sakinleşmesi için işaret etti. Fakat bu hareket, adamın öfkesini daha da artırmıştı.
"Yeter artık! Geri çekil yoksa seni burada öldürürüm!" diye haykırdı yeğenine.
O an bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim. Dizlerimin titremesine aldırmadan bir adım öne çıktım. "Hayır!" dedim, sesim çatallıydı ama kararlıydım. "Zaten kan dökülmesin diye evlendik, şimdi birimizi vurursan neler olur biliyor musun!"
Adar’ın bakışları aniden bana döndü. Gözlerinde öfke değil, saf korku vardı. Ama onu dinlemeden devam ettim. "Babamlar, aşiretin, hatta kendi aşiretin bile sana düşman olur!."
Adamın yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. "Ne kadarda umrumda?" dedi alayla. "Bak, elim titredi korkudan." Alay etmesi onun gerçekten korkmadığı anlamına gelmiyordu.
O an Adar’ın bir şey yapacağını biliyordum. Onun sessizliği, bu tür durumlarda en güçlü silahıydı. Fakat ne olduğunu anlamadan, her şey bir anda oldu.
Sıcak bir acı, göğsümün sol tarafına yayıldı. Ellerim istemsizce yarama doğru giderken dizlerim boşaldı. Yavaşça yere düşerken Adar’ı gördüm. Yanımdaydı. Ellerini üzerime koymuş, gözlerinde tarifsiz bir acıyla bana bakıyordu.
"Adar…" dedim, nefesim giderek zayıflıyordu. Vurulmuştum, buna inanamıyordum.
Adar’ın yüzündeki panik, beni hayatta tutmak için elinden geleni yapacağına dair sessiz bir yemin gibiydi. Kanın bedenimden aktığını hissediyor, nefes almakta zorlanıyordum. Gözlerim yavaşça kapanmaya başlamışken, Adar’ın ellerini üzerimde hissettim. Onun güçlü ve kararlı bakışları, bu anın gerçekliğini daha da keskinleştiriyordu.
"Vera, dayan," diye fısıldadı. Sesi, her ne kadar kelimelere dökülmese de, gözlerindeki yalvarıştan bunu okuyabiliyordum.
Beni yerden kaldırmaya çalıştı. Canım yanıyordu ama onun dokunuşu, acıyı ikinci plana itiyordu. Beni kollarına aldı ve hızla az ilerdeki arabaya doğru yöneldi. Ayak seslerindeki acelecilik, zamanla yarıştığını hissettiriyordu.
"Adar… yapma," diye fısıldadım, kelimeler dudaklarımın arasından zorlukla çıkıyordu. "Beni bırak…"
Gözlerindeki kararlılık değişmedi. Sanki beni bırakmayı düşünmek bile onu çileden çıkaracak bir fikir gibiydi. O sırada dışarıdaki hava soğuk ve keskin bir şekilde yüzümü okşadı.
Yolun sonunda beliren adamın sesi yeniden duyuldu. "Buraya kadar, ikiniz de!" diye bağırdı.
Adar durmaksızın hareket etti, bir yandan beni taşırken diğer yandan adamın hamlelerinden kaçınıyordu. Kalbim hızla çarpıyor, nefes alışverişlerim düzensizleşiyordu. Ama içimdeki bir his, onun beni bu kaostan kurtaracağına dair umudu koruyordu.
Beni arabanın arkasına nazikçe bırakıp üzerime eğildi. Bir an göz göze geldik. Onun bakışlarında hâlâ aynı şey vardı: beni asla bırakmayacağına dair sessiz bir söz.
"Burada bitmeyecek," dedim, nefesimi toparlamaya çalışarak. "Bunu bana borçlusun, Adar."
O, gözlerini gözlerimden ayırmadan başını hafifçe salladı. Sanki bir şey söylemek ister gibiydi ama kelimeler yoktu. Ve ben, bu sessizliği, onun benim için yapacağı her şeyin kanıtı olarak kabul ettim. Hareket ettikçe canım yanıyordu, ama bu acıdan daha kötü olan şey, onun yüzündeki çaresizliği görmekti. Her zamankinden daha sessizdi, ama gözlerinde fırtınalar kopuyordu.
Şoför koltuğuna geçtiği gibi motoru çalıştırdı ve gaza bastı. Tekerlekler sert bir şekilde yere tutunduğunda arabanın içinde yankılanan ses, kalp atışlarım kadar hızlıydı.
"Adar..." dedim, ama bu sefer sesim zar zor çıkıyordu. Kan kaybım artıyor, bilincim bulanıklaşıyordu. Onun gözleri dikiz aynasından bir an için benimkilere kilitlendi. Bu bakış, beni hayatta tutmaya çalıştığını haykırıyordu.
Yol boyunca sessizlik içinde ilerledik. Adar, bir eliyle direksiyonu kavrarken, diğer eliyle telefonunu alıp birini aradı. Konuşmasa da birkaç tuşa basıp mesaj gönderdi. Ardından, telefonunu kenara bırakıp tekrar hızlandı.
Hastane binası nihayet görünür hale geldiğinde gözlerim kapanmaya başlamıştı. Arabanın sert bir şekilde durmasıyla başım yana düştü. Adar hızla arabadan inip kapıyı açtı, beni kollarına aldı.
Hastane kapısına adım attığı anda içeridekiler panikle hareket etmeye başladı. "Yardıma ihtiyacımız var!" diye bağırdı bir hemşire, ama Adar sessizdi. Tek yaptığı, beni daha sıkı kavrayıp bir sedyenin üzerine yatırmaları için izin vermekti.
Son kez onun gözlerine baktım. Gözlerindeki endişeyi, korkuyu ve öfkeyi... Ama hepsinden çok, bir söz vardı o bakışlarda: "Seni bırakmam."
Ve o an karanlık beni içine çekti.
Diğer kurgularıma da bir şans verir misiniz dostlar 🥺
Hepinize iyi okumalar dilerim ❤️
Bol bol yorum, ve beğenilerinizi bekliyore🦋🤗
Okur Yorumları | Yorum Ekle |