14. Bölüm

YÜREK SEVDALISI

Rahime Deniz
ben1deniz

 

Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin çiçeklerim, 🌼.

 

🙏🏻🌼🕊️

 

İnsan sadece nefes alabilen bir varlık mıydı?

 

Peki ya nefes almak, ciğerlere dolan havanın boğazdan geçemediği o anlarda ne ifade ediyordu? Göğsüme çöken ağırlık, içimde yankılanan sessizlik, Adar’ın geçmişine dair öğrendiğim her şey sanki içimde derin bir boşluk açıyordu. Bir insan bu kadar acıyı taşıyabilir miydi? Bir çocuk, omuzlarına böylesine ağır bir yükü alıp nasıl yürüyebilirdi?

 

Nefes almayı unuttuğum anlardan birindeydim. Sanki göğsümün tam ortasına görünmez bir taş yerleşmişti ve her saniye daha da ağırlaşıyordu. Boğazım kuruyordu, ellerim titriyordu ama en kötüsü, içimde hiçbir şeyin düzelmeyeceğini fısıldayan o karanlık histi.

 

Adar, gözlerimin önünde, hiçbir şey olmamış gibi duruyordu. Güçlü, sarsılmaz… Ama o çocuğun, o geçmişin yükünü hâlâ taşıdığını, gözlerinin derinlerinde kaybolan bir gölge gibi sakladığını görebiliyordum.

 

Bir insan, bu kadar acıyla nasıl yaşardı? Bir insan, nefes almayı unuttuğunda, ona yeniden nasıl öğretilirdi?

 

Adar’ın gözlerine baktım. Onun da nefes almakta zorlandığını fark ettim. Ama o bunu bana asla belli etmezdi. Yıllar boyunca üzerine binen yükü taşımaya alışmıştı. Kendini bu ağırlığın altında ezilmeye, susmaya ve devam etmeye alıştırmıştı. Ama ben… ben buna alışamıyordum.

 

Boğazımdaki düğümü çözmeye çalışırken, içimdeki titremeyi durduramadım. Onun yaşadığı her anıyı, her acıyı, her kaybı içime çekmiştim sanki. Kendimi o anların içinde, o küçük çocuğun yerinde hayal ettim. O soğuk, karanlık gecelerde, suskun duvarlar arasında yalnız başına otururken neler hissettiğini düşündüm. Annesinin gidişini, babasının yokluğunu, ona kimsenin sarılmadığı geceleri…

 

Bir adım atmaya çalıştım ama ayaklarım sanki yere çakılmıştı. Gözlerim doldu, nefesim sıkıştı, ellerimi yumruk yaparak göğsüme bastırdım. "Adar…" dedim, sesim neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. "Bunu nasıl taşıyabildin?"

 

Adar başını eğdi. Bir an gözlerini kaçırdı, sonra yüzüme tekrar döndü. İçinde ne bir öfke ne de acıma vardı. Sadece derin, dipsiz bir boşluk… ve alışkanlık.

 

“Başka seçeneğim yoktu ki.”

 

Hareketi öyle sakindi ki, beni en çok bu ürküttü. Sanki yaşadığı her şey, anlatmaya bile değmeyecek kadar sıradandı. Sanki o çocuk, o acılar içinde kaybolup gitmemiş gibi…

 

Ben ise kayboluyordum. Onun yerine, onun için, onun acısında… Ve bu yükü nasıl taşıyacağımı bilmiyordum.

 

Parmakları önce göğsüne bastı, sonra yavaşça havada bir şey tutuyormuş gibi sıktı. Küçükken elinden alınan bir şeyin, belki de birinin yokluğunu hissettirir gibiydi.

 

Sonra gözlerime baktı. Elleri yanına düştü, omuzları hafifçe çöktü. “Bitti.”

 

Öylece durdum. Hayır, bitmemişti. Onun için bitmiş gibi görünse de, o küçük çocuk hâlâ orada, içinde bir yerlerde hapsolmuştu. Ona uzanmak, ona "artık yalnız değilsin" demek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi.

 

Adar hafifçe başını iki yana salladı. “Üzülme.”

 

Nasıl üzülmeyebilirdim? İçimde bir yerleri kıran bu ağırlığı nasıl görmezden gelebilirdim? Ellerimi kaldırdım, parmaklarımı titreyerek saçlarının arasına geçirdim. Beni durdurmadı. Yalnızca gözlerini kapattı ve o an anladım ki, Adar geçmişinden bahsetmeye alışık değildi. Onu bir sır gibi saklamış, bir yük gibi taşımıştı.

 

Ama artık yalnız değildi.

 

Ve ben, onu her haliyle anlamaya hazırdım.

 

Adar bileğindeki saate kısa bir bakış attı. Kaşları hafifçe çatıldı, sonra bana döndü.

 

"Sanırım senin de, benim de burada zamanımız doldu." Ellerini ceplerine soktu, kısa bir duraksamayla devam etti. "Konağa geçelim mi?"

 

Bir şey söylemek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne söyleyebilirdim ki? Geçmişini öğrendiğimden beri içimde büyüyen o ağırlık, göğsümde kocaman bir taş gibi duruyordu. Bütün bunları bilmek, onu geçmişin karanlığından çekip çıkarmaya yetmiyordu.

 

Çaresizce başımı salladım. Onun kararına boyun eğmekten başka bir seçeneğim yoktu. Çantamı aldım, ayağa kalktım ve Adar’ın bana uzattığı eli gördüm.

 

Küçük bir tereddüt… Ama sonra elimi, onun avcunun içine bıraktım.

 

Sıcak, güçlü ve güven vericiydi.

 

Parmakları nazikçe ama sağlam bir şekilde kapanırken, bu dokunuşun yalnızca bir yönlendirme değil, aynı zamanda bir destek olduğunu fark ettim. Birlikte yürümeye başladık. Adımlarımız eşit, sessiz ama bir o kadar da kararlıydı.

 

Elini bırakmadan birlikte kliniğin kapısından çıktık. Havanın serinliğini yüzümde hissettiğimde, içimdeki ağırlık biraz daha arttı. Buradan çıkıyor olmamız gerçeği değiştirmiyordu. az önce öğrendiğim karanlık, hâlâ bizimleydi.

 

Adar arabaya doğru ilerledi, kapıyı açarak bana yerimi işaret etti. Sessizce oturdum. O da şoför koltuğuna geçti ve kontağı çevirdi. Motorun sesi havaya karışırken, ben camdan dışarı bakarak nefes almaya çalıştım.

 

Yol boyunca sessizlik hâkimdi. Konuşmuyorduk ama bu sessizlik rahatsız edici değildi. Adar, bir elini direksiyona, diğerini vitesin yanına bırakmıştı. Parmakları farkında olmadan ritmik hareketlerle hafifçe vitesin kenarına vuruyordu.

 

Konağın sokağına döndüğümüzde, loş sokak lambalarının altında eski taş duvarları gördüm. Arabayla avluya girdik, Adar motoru kapattığında gördüğü kalabalıkla bir süre öylece oturduk.

 

Çenesinin gerildiğini fark ettim. Direksiyondan ellerini çekti, bileklerini çıtlatarak bir süre dışarıyı izledi. Ardından derin bir nefes alıp kapıyı açtı. Hemen peşinden ben de inmek için harekete geçtim ama o, bir adım öne geçip beni arkasına aldı.

 

Sessizlik içinde ilerledik. Konağın taş avlusunda ayak seslerimiz yankılanırken, topluluğun ortasında duran bir adam öne çıktı. Üzerinde koyu renkli bir şalvar vardı, başında siyah bir poşu. Elleri saygıyla önünde birleşmişti.

 

"Ağam," dedi, sesi tok ama içinde bir çekince vardı. "Destursuz geldik ama, konu mühim."

 

Adar başını hafifçe yana eğip adamı süzdü. Tek kelime etmedi. Sadece gözleriyle devam etmesini bekledi. Adam, etrafındaki kalabalığa rağmen dimdik duruyordu ama gözlerindeki yorgunluk saklanamayacak kadar derindi.

 

Meryem hâlâ, telaşla mutfağın kapısından çıktı. Adar’ın yanına gelip başını eğerek selamladıktan sonra sessizce bekledi. Şalvarlı adam, başını kaldırıp Adar’a baktı ve derin bir nefes aldı.

 

"Ağam, bir kan davamız vardır, yıllardır sürüyor. Artık ne bizde ne de onlarda öldürülecek adam kaldı. Ama yine de durmuyorlar. Evimiz barkımız yıkıldı, hiçbir yerde huzurumuz kalmadı. Sıra bizde, ama artık devam ettirmek istemeyiz. Sen ağasın, bize yol gösterirsin. Yardımcı ol ağam, nasıl bitirelim bu davayı? Töre yakamızı bırakmıyor."

 

Bir an nefes almayı unuttum. Kan davası mı? Şu lanet şey yüzünden mi bu kadar adam burada toplanmıştı? Kaç kişinin hayatına mal olmuştu bu gereksiz kin? Kaç ocak sönmüştü? Adar’ın avlunun ortasında, ifadesizce duran adam gibi kaç kişi, "töre" adı altında bir savaşın içinde kaybolup gitmişti?

 

Adar gözlerini kıstı. Beden dili, içinde fırtınalar koptuğunu gösteriyordu ama bir şey söyleyemedi. Konuşamıyordu. Onun yerine Meryem hâlâ devreye girdi, sesi sert ama anlaşılırdı.

 

"Adar diyor ki, eğer bu kan davasını devam ettirirseniz, hem kendinizi hem çocuklarınızı bir lanetin içine sürüklersiniz. Kanla gelen kan, kinle büyür. Bunu bitirmenin yolu, ya araya bir elçi koymaktır ya da açıkça gidip barış istemektir. Töre bir gölge gibi üzerinizde, ama onu kaldıracak olan da sizlersiniz."

 

İçimde kopan öfke dalgasını zapt etmekte zorlandım. Töre… İnsanların hayatlarını mahveden, nesilden nesile aktarılan bu hastalıklı inanç… Kaç masumu almıştı bu kan davası? Kaç çocuğun babasız büyümesine sebep olmuştu? Kaç kadının kocasını, kaç ananın evladını almıştı?

 

Öfkemi içime gömüp Adar’a baktım. O ise gözlerini adamdan ayırmadan bekliyordu.

 

Şalvarlı adam derin bir nefes aldı, gözlerindeki çaresizlik daha da belirginleşti. Kalabalık susmuş, herkes Adar’ın vereceği kararı bekliyordu. Adam, bir an etrafına baktı, ardından tekrar Adar’a döndü.

 

“Ağam, barış istesek de onlar istemiyor. Kaç kez el uzattık, her defasında elimiz kanla döndü. Sonra dedik ki, ya biz öldüreceğiz ya da onlar bizi. Şimdi de geldik, senin yol göstericiliğini istedik. Töre bizim elimizi kolumuzu bağlıyor, biz nasıl bir yol bulalım?”

 

Meryem hâlâ, Adar’ın omzuna hafifçe dokunarak tercüme etmeye devam etti. Adar, gözlerini kısarak adama dikkatlice baktı. Dudakları sıkı bir çizgi halindeydi, düşünüyordu. Ellerini arkasında bağlayarak başını hafifçe eğdi, sonra gözleriyle Meryem hâlâya işaret verdi.

 

Meryem hâlâ, Adar’ın mesajını aldı ve derin bir nefes alarak konuştu:

“Bu iş böyle devam ederse, iki taraftan da kalan son erkekler de ölür. O zaman geriye kim kalacak? Kan davası dediğiniz şey, sizi toprağınızdan da, soyunuzdan da edecek. Eğer barış istiyorsanız, bunu göstermek zorundasınız. Artık silah kaldırmayacaksınız, intikam yemini etmeyeceksiniz. Kan, kanla temizlenmez.”

 

Kalabalıkta hafif bir mırıldanma yükseldi. Adam başını salladı, yüzündeki yorgunluk artık iyice belirginleşmişti.

 

“Ama ağam, biz barış isteriz de onlar ister mi?”

 

Adar bu kez duraksamadan başını iki yana salladı. İsterlerse, barış olur. İstemezlerse, töre onları da bitirir.

 

Ben, bütün bu konuşmaları dinlerken içimdeki öfkeyi zor dizginliyordum. Töre… Bu kelimenin bile midemi bulandırdığını hissediyordum. Bir insan, sadece bir insan olduğu için değerli olmalıydı. Kim kimin canını alma hakkına sahipti? Sırf geçmişte birileri birbirini öldürdü diye, gelecekte doğacak çocuklar da mı bu kanın yükünü taşıyacaktı?

 

Diğer adamlar da başlarını eğerek dinliyor, kimisi hak verir gibi kımıldanıyordu. Bazıları ise hâlâ şüpheli bakışlarla Adar’ı süzüyordu. Adar, yüzündeki ciddiyeti hiç kaybetmeden adamın gözlerinin içine baktı. Sonra parmaklarını birleştirip, Meryem hâlâya baktı.

 

Meryem hâlâ derin bir nefes alarak çevresine döndü ve gür sesiyle konuştu:

 

“Eğer barış istiyorsanız, bir aracı gönderin. Karşı tarafla konuşacak, anlaşmaya varacak biri olsun. Eğer bu kan davası bitecekse, bunun tek yolu budur.”

 

Şalvarlı adam başını salladı, birkaç adım geriye çekildi. “Tamam ağam, dediğin gibi yapacağız. Allah razı olsun.”

 

Adar, bir süre kalabalığın uzaklaşmasını izledi. Etrafındaki hava yoğunlaşmıştı; insanlar sessizleşmiş, bir ağırlık tüm konağa çökmüştü. Sonunda, gözlerini yeniden şalvarlı adama çevirdi. Derin bir nefes aldı ve ardından başını hafifçe eğdi.

 

"Ben de sizinle geleceğim," dedi, hareketinde kesin bir kararlılık vardı.

 

kalabalık bir anda sessizleşti. O an, Adar’ın her zamanki soğukkanlı duruşunun ardında bir şeylerin değiştiğini fark ettim. İnsanlar, Adar’ın bir lider gibi duruşuna, gözlerindeki kararlılığa ve bir nevi ağalık havasına çekildiler. Ama ben, içimdeki huzursuzluğu bir türlü bastıramıyordum.

 

Adar, arkasını dönerken bir an bana baktı. Gözlerinde, o her zamanki mesafeli ama derin bakışlarını hissettim. “Beni bekle, burada kal,” dedi, ama o an gitmesini hiç istemedim.

 

Bir an için nefesim tutuldu.Bekleyeceğim, dedim, içimde ağır bir yük hissettim, ama Adar’ın söylediği tek bir şey vardı: "Beni bekle."

 

Yavaşça arkasını dönerken ben kalakaldım. Kalabalık arasındaki gerginliği hissettim, ama kalbimde bir şeyler sanki daha çok sıktı beni.

 

Ve Adar, tüm o adamlara doğru yönelirken, gözlerimi bir an daha ondan alamadım. İçimdeki boşluk, bu kadar güçlü bir adamın bile kendi yolunu yalnız yürüdüğünü fark ettikçe biraz daha büyüdü. Sadece Meryem hala yanımda duruyordu. Gözlerimi bir an daha kalabalığa çevirdim, sonra Meryem hala hafifçe koluma girdi.

 

“Hadi gel, ayakta bekleme,” dedi, sesindeki nazik ama kararlı tonla beni mutfağa doğru yönlendirdi. Zihnimdeki karmaşık düşüncelerle boğuşurken, Meryem hala adeta bir sığınak gibi yanımda duruyordu. Yavaşça adımlarımı mutfağa doğru attım, ama içimdeki hisler ne kadar ağırsa, adımlarım o kadar yavaşlayıp ağırlaştı.

 

Meryem hala bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Adar gelene kadar biz de yemekleri hazırlamış oluruz,” dedi, bana bir yudum rahatlık hissi verecek şekilde. İçimden hafif bir nefes aldım. Hemen ardından, “Hem Avşin ve abin Baran da gelecek bu gece,” dedi.

 

Bir an için duraksadım. Abimin geleceğini duymak, uzun zamandır hissettiğim bir boşluğu hafifletmişti. onun gelmesi demek, evin havasının biraz daha değişmesi demekti. O an bir kıvılcım gibi, hafif bir sevinç dalgası içimi kapladı. "Gerçekten mi?” dedim, sesimdeki şaşkınlıkla. Bir an bile olsa, abimin gelip eve katılacak olması bana o kadar çok şey ifade etti ki, bu geceyi daha kolay atlatabileceğimi düşündüm.

 

Meryem hala hafifçe gülümsedi. “Evet, gerçekten,” dedi. “Hadi, birazcık rahatla. Mutfakta işimiz var, sonra Adar gelir, sen de yanında olursun.”

 

O küçük sevinçle adımlarım biraz daha hızlandı.

 

Mutfakta birkaç dakika boyunca yemeklerin içinde kaybolmuşken, zihnimdeki dalgınlık yavaşça kaybolmuştu. Meryem hala arada bir yardımcı olurken, yemekleri hazırlamak bana biraz olsun huzur vermişti. Ellerim, doğranan sebzelerin üzerindeyken, aklımdan geçen her şeyi unutmuş, sadece o anı yaşamaya başlamıştım. Fakat o sakinlik kısa sürdü.

 

Birden kapı açıldı ve Zelal içeri girdi. Gözleri bir anda üzerime dönerken, alaycı bir gülümseme dudaklarında belirdi. “Bak bak, gelin hanım işinden ara verip de mutfağa girmiş,” dedi, sesindeki tınıda bir zorlama vardı. Her adımında biraz daha yaklaşıyor, her kelimesiyle sanki bıçak gibi içime saplanıyordu.

 

O an ne kadar güçlü olduğumu hissettim. Bir kadın, bir insan, o kadar zorbalıkla yola çıkmazdı ama Zelal bunu seçmişti. Bütün derin hislerim, nefreti bir kenara bırakıp, onu sadece bir engel olarak görmeme neden oldu. Sert bir bakışla ona döndüm.

 

Zelal’ın gözleri bir an için benden kaçtı ama sonra tekrar yüzüme odaklandı. “Kariyer de yaparım, karılık da yaparım diyorsun ha, öyle mi gelin hanım,” dedi, lafını biraz daha acılaştırarak.

 

Gözlerimdeki öfke ve sükunet arasında ince bir denge vardı. Zelal’ın söyledikleri, bana fazla batıyordu ama bunu ona göstermemeliydim. “Söylemlerinize dikkat edin Zelal hanım.” diye yanıtladım. İçimdeki karanlık bir süreliğine aydınlanmıştı, çünkü artık bana bir şey söylemekten vazgeçip, sadece denemekle yetiniyordu.

 

Birden gözlerinde yine alaycı bir parıltı belirdi. O kadar kolay pes etmeyeceğini biliyordum. Her kelimesi, her hareketi içimi kemiriyordu ama kendimi tutmak zorundaydım.

 

Birden yerini değiştirip bir sandalyeye oturdu. “Bir bardak su ver hele, gelin hanım,” dedi, yüzünde sinsi bir gülümseme vardı. Yüzü her zamanki gibi küçümseme doluydu. Ama en iyi şekilde karşılık vermek için sakinliğimi bozmamalıydım.

 

İçimden derin bir nefes alarak bir bardak su doldurdum. Meryem hala bir köşede yemeğine göz atıyordu, ama her hareketim dikkatle izliyordu. Bardağı almak için uzandım ve Zelal’a doğru adım attım.

 

Suyu ona uzattığım anda, bir şeyler oldu. Zelal, suyu alacak gibi yapıp aniden bardağı yanlış bir şekilde tutarak üzerine döktü. Sular, elbiseme ve zemine sıçrayarak her yeri ıslattı. Zelal’ın yüzündeki o acımasız gülümseme, içimi daha da soğutuyordu.

 

“Sakar gelin, sakar,” dedi Zelal, alayla. “Bunu bile doğru yapamıyorsun, vah haline gelin hanım.” Sözlerinin arasında, beni küçümseme kokusu vardı.

 

Şok olmuş bir şekilde bakakaldım. Meryem hala arkamda, ne diyeceğini bilmeden duruyordu. Ama Zelal'ın çirkefliği, benim bütün sabrımı zorluyordu.

 

Sadece derin bir nefes alıp, biraz daha sakin kalmaya çalıştım. “Zelal hanım, ama bu kadarı da artık fazla.”

 

Zelal, suyu döküp benden duyduğu öfkeyi daha da körüklerken, yüzündeki ifadenin değişmediğini fark ettim. Bu çirkin davranışlarına rağmen, kendimi onun seviyesine indirmemeliydim.

 

“Beni zor durumda bırakmak ne kadar hoşuna gidiyor bilmiyorum, ama buna devam edersen, benden daha kötü bir şey görürsün,” dedim, her kelimemde ona duyduğum nefreti hissettirmeye çalışarak.

 

"Ne gibi kötü şeyler?" Diyerek bana doğru bir adım attı. Gözlerinde gördüğüm yalnızca kindi.

 

"Hanımlar!" Meryem hala Zelal'ın kolundan tutup geriye doğru çekiştirirken gözlerimiz birbirine kenetlenmişti. "Git elbiselerini değiştir Vera, ben kalanı hallederim."

 

Bu kadının ne yapacağını kestiremiyorum. Ama yüzündeki o acımasız gülümseme, hala başa çıkmadığım bir düşmandı. "Görürsün sen," dedi, dudaklarının kenarında ince bir sarkıt varmış gibi.

 

Meryem hala, zelal'ı geriye itip, bana dönerek gülümsedi. "Git elbiselerini değiştir Vera, ben kalanı hallederim." Dedi tekrar. Gözlerim, onun bu sakin ifadesini görünce bir nebze rahatladı. Zelal'ı tek başına bırakmanın daha doğru olacağına karar vermiştim. Onunla bir daha tartışmamaya kararlıydım.

 

Başımı eğip, mutfaktan çıkarken, zihnimde yine karışık düşünceler sardı. Bu kadınla başa çıkmak ne kadar zor oluyordu. Ama bir şekilde üstesinden gelmeliydim.

 

Günler sonra, kapıdan adımlarını duyduğumda, içim bir an için boşaldı. Abim Baran ve Avşin, nihayet konağa gelmişti. Tam kapıyı açıp içeri gireceklerken, bir an durakladılar ve gözlerimi üzerlerinde hissettim.

 

İçimden bir şeyler sıcakken, onlara yaklaşırken, "Hoş geldiniz," dedim, içimden geçenleri bastırarak, abime doğru yöneldim.

 

Baran, gözleriyle beni taradı ve biraz tedirgin bir şekilde başını salladı. “İyi görünüyorsun Vera,” dedi ve hemen omuzlarımı sımsıkı sarıldı. O an, günlerdir birbirimizden uzak kalsak da, bağımızın ne kadar güçlü olduğunu hissettim.

 

Avşin, Baran'ın aksine biraz daha neşeliydi. İçeri adımını attığında, gözleri hemen konağın duvarlarına ve köşelerine kaydı, sanki hepsini hatırlamaya çalışıyordu. "konağımı özledim,” dedi, gözlerinde bir nostalji vardı.

 

Ardından, Zelal hızlı adımlarla içeri girdi ve bir anda kızına sarıldı. "Nasılsın kızım?" dedi ve elleriyle yavaşça yüzünü okşayarak onu kendine çekti. Hızla birbirlerine sarıldılar, annesiyle kızı arasındaki bağ derindi.

 

Meryem hala, yavaş adımlarla gelerek abim ve Avşin'i karşılamıştı. “Hoş geldiniz, gözümüz yollarda kaldı.” dedi, gözlerinde içten bir gülümseme vardı.

 

Tam bu sırada konağın diğer ucundan Esra ve Serdar geldi. Esra, Meryem halaya doğru yürüdü ve onun yanına durdu. Serdar ise, Avşin ve Baran’la selamlaşıp onları misafir Perver gibi salona yönlendirdi. Konak içindeki sıcaklık, her adımda biraz daha arttı ve herkes birbirini selamlayarak, konakta misafirlik için uygun bir yer aramaya başladı.

 

Her şey bir anda huzurlu ve normal bir hale gelmiş gibiydi. Ama o huzurlu anın içinde bile, içimdeki duygular bir türlü durulmuyordu.

 

Adar hâlâ gelmemişti.

 

Onlardan izin alarak odama kalktım. Gün boyu zaten yeterince yorulduğum için kısa bir duş iyi gelir diyerek doğrudan banyoya geçtim. Sıcak suyun başımdan aşağı dökülmesini hissederken kendimi biraz olsun hafiflemiş hissettim.

 

Dakikalar geçerken sıcak suyun altından hiç çıkmak istemedim. zihnimdeki tüm sıkıntılar yavaşça kayboluyordu. Ama aniden, bir çift el belimi sardığında, tüm vücudum kasıldı. Korkarak hızla döndüm. Gözlerim suyun verdiği bulanıklığa rağmen, tanıdık bir silüeti gördü.

 

Adar, gözlerimdeki korkuyu fark edip hemen bana sarıldı. Kolları, beni sıkıca kavrayarak, tam bir güven duygusu verdi. Hemen ardından dudakları, ıslak ve sıcak bir şekilde, dudağımı buldu.

 

Zihnimde her şey bir an için donmuştu. Her türlü düşünce silindi, kalbim çılgınca atmaya başladı. Onun kollarında, o kadar huzurlu bir şekilde, her şeyin doğru olduğunu hissediyordum.

 

Adar, benden koparak bakışlarımı derinlemesine inceledi. Hiçbir kelimeye gerek yoktu; o an gözlerimiz her şeyi anlatıyordu. Sarıldığı kadar güçlüydü, ama sanki başka bir dünyadaydık. Yavaşça, bir adım daha yakınlaştı. O an üzerinin çıplak olduğunu fark ettim. Tekrar dudaklarıma yaklaşırken bu sefer onu zevkle kabul ettim.

 

Öpüşü derinleşirken geri çekilmeye çalışıtım. "Hoş geldin..." demek istedim ama o an kelimelerin hiç anlamı yoktu.

 

Adar, bir an bile duraksamadan beni kucakladı, elleri belimdeki her kası hissederek sıkıca sardı. Beni kaldırıp, hemen dudaklarımın üzerine tekrar yapıştı. Bir an bile yavaşlamadı, dudaklarının sıcaklığı her geçen saniye artarak, tüm bedenimi sarıp sarmalıyordu.

 

"Kuru kuru hoşgeldinleri sevmem,” dedi, o tanıdık sertlik ve derinlikle, kalbimin daha hızlı atmasına sebep oldu. Gözlerimiz, her şeyin ötesinde, sadece birbirimizi arıyordu.

 

"Abimler aşağıda bizi bekliyor," diye fısıldadım, onu durdurmaya çalışarak. Ama Adar, sanki duymamış gibi, beni daha da sıkıca kendine çekti. Sırtımı soğuk fayanslara yasladı ve akan sıcak suyun altında, boynumdan başlayarak göğüslerime doğru öpmeye başladı. Nefesim kesilirken, titreyen ellerimle onu itmeye çalıştım ama nafileydi.

 

"Adar, lütfen," diye yalvardım, sesim titreyerek. Ama o, beni dinlemiyordu. Dudakları, tenimde bıraktığı her izle beni yakıp kavuruyordu. Gözlerimi kapattım ve kendimi onun kollarına bıraktım. O an, dünyada sadece biz vardık ve zaman durmuştu.

 

Dudakları göğüslerime indiğinde, nefesim kesildi. Ellerim, onun sırtına tutunarak denge sağlamaya çalışırken, vücudum titremeye başladı. Akan suyun sıcaklığı, tenimi yakarken, Adar'ın dudaklarının dokunuşuyla içimde bir yangın başladı.

 

"Adar..." diye fısıldadım, sesim titreyerek. Ama o, beni duymuyordu. Dudakları, tenimde bıraktığı her izle beni yakıp kavuruyordu. Gözlerimi kapattım ve kendimi onun kollarına bıraktım. O an, dünyada sadece biz vardık ve zaman durmuştu.

 

Beni kucağında tutarak duvardan uzaklaştırdı ve akan suyun altına girdi. Suyun sıcaklığı, tenimizi okşarken, dudakları tekrar dudaklarıma yapıştı. Öpücükleri, her zamankinden daha tutkulu ve daha derin bir hal aldı. Ellerim, saçlarının arasında dolaşırken, onun sıcak nefesini ensemde hissediyordum.

 

"Seni o kadar çok özledim ki," dudakları dudaklarımdan ayrılırken. "Sanki yıllardır senden ayrıymışım gibi hissediyorum." Dedi, bütün bedeniyle.

 

"Ben de seni özledim," diye fısıldadım, gözlerim kapalı bir şekilde. "Ama abimler aşağıda bizi bekliyor."

 

Titreyrek açtığım gözlerime baktı ve gülümsedi. "Onlar biraz daha bekleyebilirler. Şimdi sadece ikimiz varız."

 

Ve o an, dünyada gerçekten de sadece ikimiz vardık. Zaman durmuştu, dışarıdaki dünya yok olmuştu. Sadece Adar'ın dudaklarının tenimde bıraktığı izler ve kalbimin atışları vardı.

 

Tenmi duvardan uzaklaştırdı. Banyodan çıkıp yatak odasına doğru ilerlerken, dudakları hala dudaklarımdaydı. Beni yatağın üzerine bıraktığında, gözlerindeki arzu beni ele geçirdi.

"Seni o kadar çok istiyorum ki," diye fısıldadım sesim titreyerek. "Sanki yıllardır bu anı bekliyormuşum gibi."

 

Birden onun içimdeki varlığını hissettim. Derin bir inlemeyle onu karşılarken kendisininde benden farkı yoktu. Yavaş ama tutuklu hareketlerle gidip gelirken onun adını sayıklamaktan kaçınamıyordum.

 

"Adar," öpücüklerinin ateşi yetmezmiş gibi bir de sert hareketlerinin verdiği zevkten inim inim inliyordum.

 

Birden kendimi onun üstünde bulurken arzuyla parlayan harelerinde o zevk ışığını gördüm. Hareketlerimi hızlandırırken başının geriye gidişini, sert soluklarını ve kasılan bütün bedenini izleyebiliyordum.

 

Parmaklarım karın kaslarında turlarken beni tekrar altına aldı. Arkamı dönerken avuçlarını kalçalarımın etrafına bastırdı. Ama bu sefer daha hızlıydı. Başımın döndüğünü hissederken kendimi ılık bir hissiyatın içinde buldum. Saçlarımı tutup beni kendine çekerken onunda rahatladığını hissedebiliyordum. Hararetle şişip kalkan göğsü sırtıma değiyordu. Yüz üstü yatağa düşerken sanki dünyayla bütün bağlantım sona ermiş gibiydi. Kendisi de üzerime uzanırken onun büyük bedeninin altında küçücük kaldığımı hissetmiştim.

 

Durmak istemezmiş gibi Dudakları, boynumdan aşağıya doğru kayarak omzuma indi ve orada oyalandı. Islak öpücükleri, tenimde ateşten izler bırakırken, içimde yeni bir arzu dalgası yükseldi. Ellerim, onun saçlarının arasında dolaşırken, parmaklarım ensesine sıkıca tutundu.

 

Beni yavaşça yan tarafıma çevirdi ve yüz yüze geldik. Gözlerimiz kenetlenirken, aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha hissettim. Ellerim, yüzünü okşarken, parmaklarım teninde dolaştı. Dudakları, dudaklarıma dokunduğunda, içimde bir kıvılcım çaktı.

"Seni hiç bırakmayacağım," permakları heyecandan mı, yoksa dediği sözün ağırlığından mı titriyordu bilmiyordum. "Asla..."

 

Ve o an, zaman durdu. Sadece Adar'ın dokunuşları ve kalbimin atışları vardı. Onunla birlikte, sonsuz bir huzurun ve mutluluğun içinde kaybolmuştum.

 

Beni yavaşça kucağına aldı. Ellerimi omuzlarına koyarak yüzüne baktım. Kaçınılmaz bir teslimiyetle boynumu büktüm. Çünkü Adar’a güveniyordum. Çünkü o, en karanlık yanlarıma bile ışık tutan tek insandı.

 

Beni nazikçe taşırken tekrar banyoya girdik, hatta ilk çıkışımızda suyu bile kapatmamıştık. Beni indirip suyun altında kalmamam için eliyle yüzümü göğsüne yasladı. Parmakları, sanki kırılgan bir şeyi tutuyormuş gibi dikkatle tenime dokundu. Duşun altında, tıpkı bir bebeği yıkar gibi saçlarımı arkaya attı, avuçlarıyla suyu yüzümden uzaklaştırdı.

 

Bir an için gözlerimi kapattım. Sıcak su damlaları tenimde süzülürken onun dokunuşlarının huzur veren hissiyle içimdeki tüm yorgunluğu unuttum. Ellerim farkında olmadan göğsüne kaydı, nefes alışımdaki titremeyi o da fark etti.

 

“İyi misin?” Sesini duyamadım ama parmaklarının kıpırdayışını gördüm.

 

Gözlerimi açıp ona baktım. Dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleştirerek başımı salladım. “Evet.”

 

Başını hafifçe eğip alnıma bir öpücük kondurdu. Sonra bir süre daha konuşmadan, sadece birbirimizin varlığıyla, suyun sıcaklığıyla ve aramızdaki o görünmez bağla durduk.

 

Beni koruyan, sarmalayan bu adamın karşısında dururken, ona duyduğum sevgi daha da derinleşmişti.

 

Bu kez ben harekete geçtim. Ellerimi yüzüne kaldırdım, avuçlarımın içinde çenesini hafifçe tuttum. Yorgun ama huzurlu gözlerle bana bakıyordu.

 

Parmaklarımı saçlarının arasına daldırarak suyu süzmesine izin verdim. Ardından başını hafifçe eğmesini sağladım çünkü benden daha uzundu ve bunu göremiyordum. tıpkı onun bana yaptığı gibi, nazikçe saçlarını yıkamaya başladım. Parmaklarım saç derisinde dolaşırken, Adar’ın gözlerini kapattığını fark ettim.

 

Bu an, zamansız ve sonsuzdu.

 

Sıcak su, onun güçlü omuzlarından aşağı akarken, parmak uçlarım vücudunda gezindi. Onu incitmekten korkar gibi, usulca, sevgiyle… Ellerim omuzlarına kaydığında, suyun teninde bıraktığı parlaklığı izledim.

 

Adar gözlerini açtı, bir an için yüzüme baktı. İçinde alışık olmadığım bir yumuşaklık vardı. Elimi tutup dudaklarına götürdü, parmak uçlarıma küçük bir öpücük kondurdu.

 

Gözlerim nemlendi. Sevildiğimi hissettim.

 

Ama burası fazla duygusallaşmak için yanlış yerdi. Gözlerimi kaçırıp dudaklarımı büzerek ona baktım. “Bana neden öyle bakıyorsun?”

 

Adar hafifçe güldü, hareketinde ki derinlik içimi titretti. “Sana hep böyle bakacağım.”

 

Bir damla su kirpiklerime düştü. Onu bile fark etmeyecek kadar kaybolmuştum Adar’ın sözlerinde.

 

Su hâlâ akıyordu, ama ben sadece onun varlığında ısınıyordum.

 

🕯️

 

Berdelle evlenip, hiç mutlu olacağımı düşenemediğim bir adamın beni böylesine sarması, nazikçe sahip çıkması, içimde bir yerleri ürpertiyordu. Çünkü bu kadar sevilmeye alışık değildim. Bir adam, hiç sevgi görmemişken nasıl böyle sevebilirdi? Kalbinin her atışında, gözlerimin içine bakışında, sanki hayatındaki tüm eksiklikleri benimle tamamlıyordu. Korkutucu bir şeydi bu. Çünkü biri eğer bu kadar severse, bir gün o sevgiyi kaybetmek de bir o kadar yakıcı olurdu.

 

Ama o an, kaybetme korkusuna yer yoktu. Adar’ın varlığı, en az su kadar gerçeğimdi.

 

Konağın geniş salonunda uzun, işlemeli ahşap masa her zamanki gibi kusursuzca hazırlanmıştı. Ortada dumanı tüten yemekler, gümüş çatal bıçaklar ve kristal bardaklarla donatılmış sofrada herkes yerini almıştı.

 

Ben, abimin yanına oturdum. Baran, omzuma hafifçe dokunarak bir şey demeden yüzüme baktı. O bakışın içinde, hem özlem hem de beni koruma içgüdüsü vardı.

 

Zelal, kızı Avşin’in yanına kurulmuştu. Kendisinden emin, başı dik, ama gözlerinin içinde her zamanki sinsi kıvılcım saklıydı. Masanın diğer ucunda Serdar ve Esra, evliliğin alışkanlığıyla birbirlerine yakın oturmuşlardı. Meryem hala ise her zamanki gibi sofrayı kontrol eden, herkesin tabağını kollayan şefkatli bir ev sahibesi gibi, sofranın başındaydı.

 

Ve Adar... Tam karşımda oturuyordu. Gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmıyor, ben ise içimdeki o sıcak hissi bastırmaya çalışıyordum. Daha az önce, tamamen ona ait hissettiğim bir zamandan çıkmıştım ve şimdi herkesin önünde, hiç olmamış gibi oturmaya çalışıyordum. Ama Adar’ın bakışları beni ele veriyordu.

 

Avşin, gözlerinde bir hüzünle, derin bir iç çekerek konuştu: "keşke babam da burada olsaydı..." dedi, sesi hafifçe titriyordu. "Abim ve dedem de gitmeseydi keşke."Sözleri, ortamın huzurunu bir an için bozmuştu. Adar, Avşin'in yüzüne bakarak içinde bir şeylerin kırıldığını hissedebiliyordu. Amcasının ölümünü ve kuzeninin, dedesinin Almanya'ya gitmesini hatırlayarak, bir anlığına kendi iç dünyasına çekildi. Sessizce, Avşin'e destek olmak için elini masanın üstüne koydu. Parmakları tenine dokunarak onu teselli etmeye değil, sadece ondan güç almaya çalıştı.

 

Sadece bakışlarıyla, o kaybolan aileyi anarken içindeki eksikliği hissedebiliyordum. kafasında bir an Avşin’in yaşadığı o boşluğu düşündü, sonra gözlerini kısarak, "Bazen hayat, elimizden aldıklarıyla kalır," diye parmaklarıyla fısıldadı. O kadar farkında olmasa da, içindeki empati Avşin’i biraz olsun rahatlatmak istiyordu.

 

Bir süre sustular, sadece ortamın gerginliği ve dolaylı acıları havada asılı kaldı.

 

Zelal’in sesi, havada yankılandığında, her kelimesi bir darbe gibi hissediliyordu. “Ailemizin ne olursa olsun dağılacağını sanma,” dedi, gözlerinde o sert ve alışılagelmiş bakışlarla. “Biz hiçbir zaman yıkılmayacağız kızım. Gerçek aile bağları, ne kadar uzak olursa olsun, her zaman bizi bir arada tutar.”

 

Bunu söylerken ne kadar inanıyordu, bilemiyorum. O kadar kabuklanmış ve duygusuzdu ki, söylediklerinin ardında ne hissettiğini kestirmek imkansızdı. Ama ne olursa olsun, içimdeki karmaşayı bir an olsun durduramadım. Çünkü, o an düşündüm, her şeye rağmen aile ne kadar güçlüydü? Ve o bağ ne kadar sağlam kalabilirdi?

 

Avşin’in gözlerinde hissettiğim o derin boşluk, Zelal’in söylediklerini daha da ağırlaştırdı. Babasını kaybetmiş, abisi ve dedesi ise Almanya’ya gitmişti. Bir eksiklik vardı, büyük bir boşluk vardı, bunu çok iyi biliyordum.

 

Bir yanda da Adar’ın bakışları... ona yöneldiğimde, gözlerimiz kısa bir an için buluştu. Onun bakışlarında beni rahatlatan bir şeyler vardı, ama aynı zamanda biraz korkutuyordu da. Beni, bu anın içinde bir yere sıkıştırıyordu. Ama bunu bir türlü açıklayamıyordum.

 

Zelal’ın sözleri aramızda asılı kalmıştı. Aile bağları... Gerçekten güçlü müydü? Bunu düşündüm bir an, ama kafamda yankılanan tek şey, Zelal’in kelimelerinin içi boşluğu oldu.

 

Bir süre sessiz kaldım. Kimse konuşmadı, sadece yavaşça havada asılı kalan o his, bir şekilde hepimizi sarıp sarmalıyordu.

 

Bir süre sonra, o ağır sessizliğin ardından Baran, yavaşça döndü ve gözlerini bana odaklayarak, “Sen nasılsın kardeşim? Halin, sıhhatin yerinde mi?” diye sordu. Sesi, tıpkı eski zamanlardaki gibi, güven vericiydi. O an, biraz olsun rahatladım. Baran’ın sorusu, bana normalde fazlasıyla abartılı gibi gelebilecek bir ilgiyi gösteriyordu ama bu sefer içimde farklı bir huzur yarattı.

 

Zelal’in ise, hemen lafı alıp, ortamı bozan o tavırları devam etti. “Yerinde tabii,” dedi, gözlerinde alaycı bir parıltıyla. “Ne yapıyor sanki? Koca konak ona kaldı. Bu keyif kimde var, ağalar paşalar kıskanır, hanımı.”

 

Sözlerinin altında gizlenen anlamı fark ettim. Yine, her zaman olduğu gibi, o sert ve küçümseyen bakışlarıyla hayatını zorlaştıran bir şeyler arıyordu. İçimdeki sabır giderek tükeniyordu, ama kendimi tutmak zorundaydım. Çünkü şu an, tek başıma değilim.

 

Adar benim cevap vermemi beklemeden, Hiçbir şey söylemeden, çatalını masaya sertçe bıraktı. O an çıkan yüksek ses, odadaki herkesin dikkatini çekti. Zelal, bir an irkildi ve gözleri hızla Adar’a kaydı.

 

Adar’ın bakışları, ona doğru yöneldiğinde, Zelal’in vücudu bir an gerildi. Sadece bakışlarıyla değil, sesinin sertliğiyle de bir tehdit olduğunu hissetmişti. O kadar güçlüydü ki, bir kelime bile etmeden, masadaki herkesin atmosferi nasıl değiştirdiğini fark ettim.

 

Zelal, bir an bile gözlerini ondan ayırmadan, içine işleyen korkuyu gizlemeye çalıştı, ama başaramadı. Yavaşça ağzını kapatıp, sessizleşti. Herkesin üzerinde fark ettiği bu gerilim, bir süre daha havada asılı kaldı.

 

O an, Adar’ın kararlılığı, bana olan koruyucu yaklaşımını bir kez daha hissettirdi. Zelal, o an ne kadar güçlü olursa olsun, bir kez daha susarak, sesini kısmıştı.

 

Yemek faslı sona erdiğinde, herkes sohbetin dozunu biraz daha düşürerek salona geçti. Konak, yavaşça gecenin sakinliğine bürünmeye başlamıştı. Meryem halam, Esra ve Serdar biraz daha sessizleşip sohbet ederken, Zelal'in gözleri hala soğuk ve uzak görünüyordu. Avşin ise, biraz hüzünlü ama derin bir mutluluk içinde, hepimizin dikkatini çekmek istercesine odaklandı.

 

Adar ve ben, koltuklarda yan yana oturuyorduk. Gözlerimiz arada bir buluştu, ama Adar’ın tavrı o kadar koruyucu ve sakin ki, ondan uzak durmak imkansızdı. Kimse fark etmeden, baş parmağıyla sırtımı nazikçe okşuyor, bu ince hareket bile içimde farklı bir huzur yaratıyordu. Ellerim, yanındaki koltuğa yaslanmışken, kalbim hızla atıyordu, ama Adar’ın varlığı her şeyin önündeydi, beni en çok rahatlatan şey oydu.

 

Birden, Avşin masanın tam ortasında, garip bir sessizliği bozdu. Sözleri, hem şaşırtıcı hem de mutlu ediciydi: "Bir müjde vereceğim," dedi, sesi titremekle birlikte gülümsemesi neşeliydi. "Ben... hamileyim."

 

Herkes bir an suskun kalırken, Avşin'in kelimeleri havada yankılandı. Gözlerim, Avşin'in gözlerinden mutlulukla parlayan bakışlarına kaydı. Adar’ın bakışları da bir anda yumuşadı. Avşin'in müjdesi, salonu bir an için daha da ışıltılı hale getirdi. O an, her şeyin pozitif bir şekilde değiştiğini hissedebiliyordum.

 

Avşin'in müjdesi hepimizi şaşkına çevirmişken, daha ne olduğunu anlamadan, Esra birden gülümsedi ve kelimelerini heyecanla söyledi: "Aslında bizim de söyleyeceğimiz bir şey var," dedi, sesi hafif titrek ama neşeliydi. "Ben de hamileyim."

 

Herkesin gözleri önce Avşin'e, sonra Esra'ya kaydı. Bir anda salondaki tüm atmosfer değişti. Avşin'in sevinciyle birleşen bu ikinci haber, sanki evin içinde bir patlama yaratmış gibi bir enerji yaydı. Birbirimize sarılmak istedik ama önce gözlerimizdeki şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk.

 

Adar, beni daha da yakın tutarak, gülümsedi ve gözleriyle Esra’yı ve Avşin’i tebrik etti. Baran, gözlerinde gurur ve mutlulukla "baba oluyorum," dedi, sesindeki derinlik herkesin içini ısıttı.

 

Zelal bile, en sonunda dilini tutup sessiz kaldı. Meryem halam da gülümsedi, "şimdi bu konak daha da kalabalıklaşacak," diyerek hem Esra’yı hem de Avşin’i tebrik etti.

 

Ve o an, bu iki müjdeyle konak, sanki yeni bir hayatla dolmuş gibi hissediliyordu. Aile büyüyordu ve bu, her şeyin daha parlak bir hale geldiği bir anı simgeliyordu.

 

Serdar ve Baran, birbirlerine bakıp gülümseyerek kalktılar. İkisi de, yeni baba adayları olmanın heyecanını ve biraz da korkusunu taşır gibiydi. Birbirlerine doğru adım atıp, önce tokalaştılar, ardından birbirlerini sımsıkı sarıldılar.

 

"galatasaraya yeni minik transferler geliyor." dedi Serdar, esprili bir şekilde gülerek.

 

Baran, “sen Galatasaraylı olabilirsin kardeşim ama, bizim minik Fenerbahçeye transfer olacak.” diye cevap verdi. “Çünkü babası fenerli."

 

İkisi de kahkahalarla gülerek birbirlerine bakarken, bu espriler konakta bir neşe dalgası gibi yayıldı. Avşin ve Esra da gülümsediler, ancak ikisinin de içinde minik bir heyecan vardı.

 

Serdar, Baran’a dönüp “Bana sorarsan Avşin'i hafife almazdım, çünkü o da koyu bir Galatasaraylı.” diyerek göz kırptı.

 

Baran başını sallayarak gülümsedi, “Benim eşim tabii ki de çocuklarımıza Fenerbahçeyi aşılayacak, kocası fenerliyken galata anca rüyasında."

 

"Öyle mi canım?" Dedi Avşin, imalı imalı.

 

Herkesin gülüşleri arasında, yeni baba adayları olarak birbirlerine ve etraflarına neşeli anlar yaşatmaya devam ettiler.

 

Herkesin gözleri bir anda üzerimize yöneldi. Ne kadar rahat görünmeye çalışsam da, gülümsemem yavaşça solmaya başladı. Bir anda ellerim terlemeye, kalbim hızla çarpmaya başladı. Gözlerim, kimseye bakmadan yere kaydı, içimde beliren o garip hisle baş edemeyecek gibiydim. Adar, bir tek o sakin şekilde hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu, fakat ben... Hızla bakışlarımı kaçırarak, masanın kenarına odaklandım.

 

Adar ise hiçbir şeyin farkında olmamış gibi saatine bakmaya devam etti. O an hiç umursamıyormuş gibi davrandı, oysa içinde biriken her şey bana bir dağ gibi geliyordu.

 

Baran, dikkatleri dağıtarak Avşin’e dönüp, "Kalkalım mı artık?" dedi. Herkesin bakışları Avşin ve Baran’a kayarken, o gergin atmosferi bir nebze olsun yumuşattılar.

 

Ben hâlâ sessizdim, bakışlarımı onlardan kaçırarak, içimdeki karmaşayı bir nebze olsun gizlemeye çalışıyordum.

 

Artık evlerine gitmek için hareketlenen ikilinin ardından bizde gidiyorduk. Konağın kapısında önce abime sonra Avşin'e sarılırken onların gidişi içimi biraz burkmuştu.

 

"Kendinize iyi bakın abi," Avşin ve Adar'ın sarılması kuzenden çok iki kardeşin hasreti gibiydi.

  

Kısa ama net bir vedayla ayrılırken onları evlerine uğurlamıştık.

 

Diğerleri odalarına giderken, avluda yalnızca ikimiz kalmıştık. Derin bir nefes verip bana döndü, elimi tutup sessizce bizi odamıza yönlendirirken onu adım adım takip ettim. Merdiven basamaklarını hiç acele etmeden kalktık. Odaya girdiğimizde parmaklarımı bırakmadı. Odadaki loş ışık duvarlara yumuşak gölgeler düşürüyordu. Adar, hâlâ parmaklarımı bırakmadan bizi yatağa yönlendirdi. Sessizce oturdu, ardından hiç tereddüt etmeden beni de kucağına çekti.Başımı göğsüne yasladığımda kalbinin ritmini hissettim. sakin, düzenli ama bir o kadar da derinlerde bir şeyler saklayan bir ritim. Bir şeyler söylemek istedim, ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Adar’ın sessizliği bulaşıcıydı.

 

Parmaklarını usulca sırtımda gezdirdi, sanki beni uykuya çağırıyormuş gibi. O an düşündüm. konuşmadan da anlaşılabilirdi. Kelimeler olmadan da birini hissedebilirdin. Ve Adar, her sessizliğiyle bana bir şey anlatıyordu.

 

Gözlerimi kapattım. Kolları etrafımda, nefesi saçlarımın arasında yankılanıyordu. O gece, ilk defa kelimelere ihtiyaç duymadan anlaşıldık.

 

Sonra usulca eğildi, ayakkabılarımı çıkardı. dikkatlice, acele etmeden elbiselerimi çözdü. Hareketlerinde bir telaş yoktu, sadece doğal bir sakinlik vardı. Sıcak avuçları bileklerimde, omuzlarımda gezindi, beni soğuktan koruyormuş gibi.

 

Sonra kendi kıyafetlerini de çıkardı. Üzerinden ağır bir yükü bırakıyormuş gibi, bir an durdu. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerinde hiçbir tereddüt görmedim. Sadece o sessiz, güven veren ifadesi vardı.

 

Yatağa uzandı, ardından beni de nazikçe kollarının arasına çekti. Göğsü sıcaktı, nefesi düzenliydi. Yorganı üzerimize çektiğinde, o anın içine gömüldüm.

 

Kalp atışlarını dinleyerek gözlerimi kapattım. Sessizlik hiç bu kadar huzur verici olmamıştı.

 

🕯️

 

G

 

özlerimi açtığımda, Adar çoktan uyanmıştı. Bana sessizce bakıyordu, parmakları hâlâ yanağımda geziniyordu. Gözleri, uyanmamı beklerken her zamanki gibi derin ve sakindi.

 

Başımı yastıktan kaldırıp ona baktım. Gözlerindeki anlamı hemen yakaladım. Bir şey söylemeyecek, ama bana bir şey anlatacaktı.

 

Parmaklarını hafifçe bileğimde gezdirerek, sonra avucumu kendi avucuna alarak küçük bir hareket yaptı,bir davet gibi. Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Bir yere mi gitmek istiyorsun?"

 

Gülümsedi, başını hafifçe eğdi. Sonra iki parmağıyla masayı işaret etti, ardından ağzına götürerek yemeği işaret eden küçük bir hareket yaptı. Kahvaltı.

 

Gözlerimi kırpıştırarak doğruldum. "Dışarıda mı?"

 

Bu kez hafifçe başını salladı, ama durmadı. Elini havaya kaldırıp, başparmağıyla işaret parmağını hafifçe birbirine sürttü ince, zarif bir hareket. Lüks bir yer.

 

Gözlerim büyüdü. "Beni şımartıyorsun, Adar."

 

Omuzlarını silkti, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Kabul edip etmeyeceğimi merak ediyordu.

 

Derin bir nefes aldım ve ona gülümsedim. "Peki, kabul. Güzel bir kahvaltı hiç fena olmaz."

 

Bunu duyunca, yüzündeki ifade yumuşadı. Başını hafifçe eğerek minik bir onay verdi. Sonra usulca yataktan kalktı ve elini uzatarak bana da kalkmam için yardım etti.

 

Hazırlanmamız gerekiyordu. Bugün, Adar’ın sessiz ama her hareketiyle anlam dolu dünyasında, birlikte yeni bir güne başlayacaktık.

 

Kısa bir hazırlıktan sonra, Adar’la birlikte konaktan ayrıldık. O her zamanki gibi sessizdi ama hareketleriyle beni yönlendiriyordu. Arabaya bindiğimizde, elini dizime koyarak yumuşak bir bakış attı. Gülümsedim ve camdan dışarı baktım. Şehir, sabahın erken saatlerinde bile canlıydı.

 

Lüks mekâna vardığımızda, içeride zarif bir atmosfer hakimdi. Büyük pencerelerden içeriye güneş ışığı süzülüyor, masalar ince porselen tabaklarla donatılmıştı. Adar, kibar bir hareketle sandalyemi çekti. Oturduğumda, kendisi de karşıma geçti ve hemen garsona siparişimizi iletti.

 

Kahvaltı boyunca, sessiz ama dolu dolu anlar yaşadık. Adar, çatalını alıp bana küçük parçalar halinde yemek uzattı, ben de aynı şekilde karşılık verdim. Arada bir elimi tutup parmaklarımı öptü, ben de yanağına hafif bir dokunuş kondurdum. Sessizliğimiz kelimelerden daha çok şey anlatıyordu.

 

Yemek bittikten sonra, Adar cebinden küçük bir kutu çıkardı ve bana uzattı. Gözlerim merakla ona kaydı. “Bu benim için mi?” diye sordum, ama cevabı zaten biliyordum. Hafif bir gülümsemeyle başını salladı.

 

Kutuyu açtığımda, içindeki zarif kolyeye gözlerim takıldı. İncecik işlenmiş gümüş bir zincirin ucunda, nazikçe parlayan bir taş duruyordu. Çok şık ve özel görünüyordu.

 

Başımı kaldırıp Adar’a baktım. Gözlerinde tuhaf bir derinlik vardı. Sonra, ellerini kullanarak yavaşça anlatmaya başladı.

 

"Annemin kolyesi... Artık senin..."

 

Nefesim bir an durdu. Gözlerimi tekrar kolyeye çevirdim, sonra Adar’a. Bu, onun için çok değerli bir şeydi. Ve şimdi… bana ait olduğunu söylüyordu.

 

Elimi uzatıp avuçlarını tuttum, başımı hafifçe eğerek. “Teşekkür ederim, Adar… Bu benim için çok değerli.”

 

Başını yana eğip hafifçe gülümsedi. Sonra parmaklarını nazikçe çeneme dokundurdu, beni kendine çekti ve dudaklarını alnıma bastırdı. Bu, onun dünyasındaki en güçlü sevgiydi. Ve ben, bunu en derinden hissediyordum.

 

Gözlerinde kelimelere sığmayacak kadar derin bir duygu gördüm. Sessiz ama yankısı içimde çınlayan bir his… Bir hüzün vardı orada, geçmişin izlerini taşıyan bir gölge gibi. Ama aynı zamanda bir kabulleniş, bir teslimiyet de vardı.

 

Bu kolye, onun annesinden kalan belki de son hatıraydı. Ellerinde tuttuğu an, parmaklarının arasında hissederken, gözlerinde geçmişe dair bir kırılganlık sezdim. Sanki yıllardır sakladığı bir anıyı, en değerli parçasını, bana emanet ediyordu.

 

Ama en çok ne gördüğümü biliyor musunuz? Sevgi. Sessiz ama derin bir sevgi. Söyleyemediği kelimeler, içindeki fırtınalar, beni anlatamadığı kadar sevmesi… Hepsi oradaydı. Gözlerinin içinde, titreyen kirpiklerinde, parmaklarının bana dokunuşunda.

 

Beni gerçekten seviyordu. Ve ben, bunu kalbimde en saf hâliyle hissediyordum.

 

Elimi hâlâ ellerinin arasında tutarken, Adar gözlerimin içine baktı. O an, içimde bir şeylerin kırılıp yeniden şekillendiğini hissettim. Sözcükleri olmadan bile, bana en derin duygularını anlatabiliyordu. Ama bu sefer, kelimelere ihtiyacımız vardı.

 

Parmaklarımı onun avuçlarına sıkıca bastırıp hafifçe fısıldadım: "Seni seviyorum, Adar."

 

O an gözleri büyüdü. Sanki bir anlığına nefesi kesilmişti. Ama sonra, yüzüne hafif bir gülümseme yerleşti. Kalbinin benim için attığını bilmek, beni her şeyden fazla ısıttı.

 

Derin bir nefes aldı, sonra yavaşça elini kaldırdı. Avuç içini kalbinin üzerine koydu, sonra parmaklarını yavaşça bana doğru uzatarak, elleriyle kelimeleri şekillendirdi:

 

"Seni seviyorum, Vera'm"

 

İçimde bir sıcaklık dalgası yükseldi. Sesi çıkmasa da, dudakları kıpırdamasa da, o kelimeler ruhuma işlenmişti.

 

Gülümsedim. Ellerimi kaldırıp yüzünü tuttum, başımı hafifçe eğerek dudaklarımı nazikçe onun dudaklarına bastırdım. Sessizliğimiz içinde yankılanan tek şey, kalp atışlarımızdı. "Hadi, gidelim," dedim yumuşak bir sesle.

 

Başını salladı, sandalyesinden kalkıp elini bana uzattı. Onunla birlikte yürümek, kendimi en güvende hissettiğim anlardan biriydi. Restorandan çıkarken, elimi hiç bırakmadı.

 

Arabaya bindiğimizde, sessizlik yine konuştu. Adar bir elini direksiyona koyarken, diğer elini dizimin üzerine bırakıp başparmağıyla hafifçe dokunuşlar yapıyordu. Bu, onun sevgisini gösterme biçimiydi.

 

Klinik binası gözükmeye başladığında, içimde hafif bir burukluk oluştu. Onun yanında kalmak istiyordum. Ama biliyordum ki, günün geri kalanını işime ayırmam gerekiyordu.

 

Sonunda arabayı kliniğin önüne çekti. Motoru susturduğunda, bana döndü. Sessizce gözlerimin içine baktı, sonra başını hafifçe yana eğdi. Vedalaşma zamanıydı.

 

Eğilip dudaklarımı nazikçe öptü. Kısa ama derin bir veda…

 

Gülümsedim, elimi yüzüne götürerek yanağını okşadım. "Görüşürüz," diye fısıldadım.

 

Adar hafifçe başını salladı, parmaklarını bileğime doladı ve sonra yavaşça bıraktı.

 

Kapıyı açıp arabadan indim. Kliniğin kapısından içeri girerken hâlâ onun sıcaklığını hissediyordum. Derin bir nefes aldım ve odama doğru yürümeye başladım. Bugün seanslarım vardı, ama aklımın bir köşesinde hep Adar olacaktı.

 

Binaya girerken hâlâ Adar’ın dokunuşlarını hissediyordum. Dudaklarımda onun vedasının sıcaklığı vardı. Gözlerim kaliniğin salonunda birilerini aradı ama kimseyi göremedim, saatime baktığımda biraz erken geldiğimi fark ettim, herkesten önce hizmetlilerin burada olduğunu düşünerek koridoru geçip odamın kapısına ulaştım. Derin bir nefes alıp kapıyı açtım.

 

Ve o an, içimdeki sıcaklık buz gibi bir soğuğa dönüştü.

 

Odamın ortasında üç adam duruyordu. Siyah kıyafetler, karanlık bakışlar, yüzlerinde tehditkâr bir sakinlik… Ellerini ceplerine sokmuşlardı ama silahlarının varlığı odanın havasını ağırlaştırıyordu.

 

Bir an beynim durdu. Kalbim mideme düştü, avuçlarım soğudu. İçgüdüsel olarak kapıyı kapatıp kaçmak istedim ama ayaklarım yere çivilenmişti.

 

Ortadaki adam başını kaldırdı, gözleri doğrudan benimkilerle buluştu. Yüzünde tedirgin edici bir sırıtış belirdi.

 

“Bizimle geliyorsunuz, doktor hanım.”

 

Sesi sakindi ama içinde tehdit gizliydi. O anda silahını kaldırıp doğrudan bana doğrulttu.

 

Kanım çekildi. Göğsüm sıkıştı. Ellerimi kaldırmalı mıydım? Bir şey söylemeli miydim? Kalbim göğsümde deli gibi atarken, beynim çözüm üretmekte yavaş kalıyordu.

 

Kaçamazdım. Bağırmak bir seçenek değildi. Kaçış yolları hesaplanmamıştı.

 

Sadece donup kaldım.

 

Korku, her hücreme işliyordu. Beynimde düşünceler çarpışıyordu, ama bedenim sadece bir şey yapmak istiyordu. kaçmak. Hızla arkamı dönüp kapıyı çarptım, ama o kadar çabuk hareket edemedim ki, bir saniye bile geçmeden elleri beni yakaladı.

 

Beni tutan adamın parmakları sertti, acı veriyordu. Silahın soğuk ucu karnıma dokundu. Aniden irkilip geriye doğru bir adım atmaya çalıştım ama adamların güçlü kolları beni sıkıca sardı.

 

“Bizimle geliyorsunuz, dedim doktor hanım,” dedi o adam, sesi soğuk ve tehditkar. Silahı biraz daha bastırarak devam etti. “Nereye kaçabileceğini sanıyorsun?”

 

Bir an daha, kasvetli bir sessizlik. Derin bir nefes alarak, hiçbir yere kaçamayacağımı, bu durumda sadece onların söylediğini yapmam gerektiğini fark ettim. Ellerim titriyor, kalbim deli gibi atıyordu.

 

Bir adım bile atamadan, ellerimi kollarımın etrafında güçlü bir şekilde tutarak beni dışarıya sürüklendiler. Klinikten çıkarken, çevremdeki her şey bulanıklaşmış gibiydi. Kafamda sadece tek bir şey vardı: kaçmak, ama bunu yapabilecek güçte değildim.

 

Siyah bir araba bizi bekliyordu. İçeri itildim, sert bir şekilde oturttular. Her biri birer koltukta yerini aldı ve araç hareket etmeye başladı. Silah hâlâ karnımdaydı, adamlar sessizdi, sadece arabada ilerliyorduk.

 

Korku, her hücremde daha da derinleşiyordu. Bütün vücudum donmuş gibiydi. Bir hamle yapacak cesaretim yoktu. Dışarıdaki dünyadan, her şeyden kopmuştum. Silahın baskısı midemi sıkıştırıyor, her nefeste biraz daha korkuyordum.

 

Araba hızla ilerliyordu. Birçok kez sağa ve sola savrulduk, ama hiçbiri beni rahatlatmaya yetmedi. O karanlık, soğuk dünya beni yutacak gibiydi. O an, her şeyin bir oyundan daha fazla olduğunu fark ettim. Kendimi çaresiz hissediyordum.

 

Araba hızla ilerlerken, korku içimi tüketiyordu. Her bir sarsıntıda, kendimi daha da kaybolmuş hissediyordum. Hızla ardıma bakarak bir umut, bir çıkış yolu aradım ama etrafımda sadece soğuk, kara yüzler vardı.

 

Beynimin içinde, sadece bir soru vardı: "Kimsiniz? Benden ne istiyorsunuz?"

 

Sözlerim, boğazımda titrek bir şekilde yankılandı. Adrenalinin etkisiyle sesi çıkmamıştı, ama sorularım bir çıkış yolu, bir cevap arıyordu.

 

Ama adamlar, sanki beni hiç duymuyorlarmış gibi sessizdi. Hiçbir tepki vermediler. Gözleri, yüzleri soğuk ve donuktu. Birinin parmakları, silahın ucu hâlâ karın boşluğumda, her an bir kıpırdanmamı bekliyormuş gibi baskılıydı.

 

Birden, sağdaki adam yerinden kalkıp, telefonumu çantamdan hızlıca aldı. Gözlerim büyüdü, her şeyin daha da kötüleşeceğini hissettim. Panik içinde bağırmak, hareket etmek istedim, ama silahın baskısı ve adamların sert bakışları buna izin vermedi.

 

Telefonumu hızla camdan dışarı attılar. Tekerleklerin altından sürtünme sesiyle kayarak uzaklaştı.

 

O an tüm dünyamın alt üst olduğunu hissettim. Adar aklımda, gözlerim doldu. “Adar...” diye fısıldadım içimden.

 

Gözyaşlarım hızla döküldü. Onu, burada, şu anda düşünmek, onu kaybetme korkusuyla yanmak dayanılmazdı.

 

Bir korku seli sardı beni, içimdeki hıçkırıklar boğazımda düğümlendi. Ne yapabilirdim ki? Kapatıldığım bu araç, beni bir yerlere götürecekti ve belki de o yer, geri dönmeyeceğim bir yerdi.

 

Ağlamaya başladım, ellerim cebimdeki soğuk demir parçasına sıkıca sarılıydı ama elimdeki tek şey, sessizce kalmak ve ne olacağını görmekti. Korkum arttıkça, Adar’a duyduğum sevgi her geçen saniye daha da derinleşiyordu. Korkudan soluğum kesiliyordu, ama kalbimde sadece bir şey vardı, Adar.

 

Korku, her geçen saniyede daha da büyüyordu. Vücudum donmuş gibiydi, ama ruhum, bir çıkış yolu arıyordu. Arabadaki bu soğuk, sert adamların arasında, sadece bir anlık bir çaresizlikle titriyordum. Ellerim, artık kendimi bile tutmakta zorlanırken, kalbimdeki yoğun korku da her geçen saniye daha fazla hissediliyordu.

 

Bir şey yapabilirdim, diye düşündüm, ama hangi hareketi yapabilirdim ki? Her şeyim, içimdeki acı ve korkunun pençesinde sıkışıp kalmıştı. İsyan etmek, onlara direnmek, belki de daha fazla acı vermekti. Kendimi tamamen teslim etmiş gibi hissediyordum.

 

Telefonum camdan atıldığında, bir şeyin kırıldığını duyduğumda, içimde bir şeyler de kırıldı. Bir parçam, Adar’la olan dünyamı kaybetmiş gibi oldu. O ana kadar hep yanımda olan o güven verici düşünce, şimdi sadece bir hayale dönüşmüştü. Adar’ın o gülümsemesi, onun soğuk ama güven dolu bakışları, her şey uzaklaşmıştı. Onu kaybetme korkusu o kadar büyüktü ki, sesim soluğumda sıkıştı, ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum. Bir hamle yapmak istedim, belki bir çığlık atmak, belki kapıyı çalıp kurtulmak. Ama vücudum bana ihanet ediyordu. Silahın baskısı karnımda soğuk bir metal gibi hissediliyordu. Bir şey söyleyemedim, sadece gözlerimden yaşlar dökülüyordu.

 

Beynimde her şey bulanıklaştı. Ne olacak? Nereye götürüyorlar beni? İçimdeki korku adeta her hücreme işliyordu. Gözlerim, yalnızca Adar’ın arkasını aradı. Ne olursa olsun, ona dönmek, ona ulaşmak istiyordum. Ama şu an, o arabada, onlarla birlikte, her şeyim elimden kayıp gidiyordu.

 

Bir an, sanki her şey yavaşladı. Zihnimde Adar’ın gülümseyen yüzü, beni güvende tutan o sıcak bakışları canlandı. Ama sonrasında, gerçek beni yeniden vurdu, buradaydım, yalnızdım, ve kimse beni kurtaramaz gibiydi.

 

4 AY SONRA

 

Dört ay… Dört ay boyunca, her anımı bir yerlerde, bir zaman diliminde kaybolmuş gibi geçirdim. Zamanın ne kadar hızlı aktığını bilmek, beynimin içinde sürekli dönüp duran bir çark gibiydi. Bazen günlerin birbirine nasıl karıştığını, sabah mı gece mi olduğunu bile anlayamaz hale geliyordum.

 

Ayaklarım yere basıyordu ama ruhumun her bir parçası sanki boşluğa düşmüş gibiydi. Sessiz adımlarım, vücudumun diğer her parçasıyla uyumsuz bir şekilde ilerliyordu. Adımlarımın sesini duymuyordum, çünkü zaten sesimi kaybetmiştim. Ruhumun derinliklerinde bir yerde ben de kaybolmuştum. Gövdem vardı, ama içimdeki ben yavaşça bir hayalet gibi soluyordu.

 

Vücudum yorgundu, ellerim titriyor, kalbim ise bir bataklık gibi çırpınarak atıyordu. Ama duygularım? Hissedemiyordum onları, tıpkı bebeğimi hissedemediğim gibi… O büyüyen bedenimdeki küçücük varlık, bir zamanlar bana umut verirken, şimdi bir boşluk gibi hissettiriyordu. Onu hissetmiyorum. Onun varlığını bilemiyorum. Ama o, içimde, benden bir parça olarak kalmaya devam ediyor.

 

Bir odada, dar bir alanın köşesinde durdum. Bu, uzun zamandır karşılaşmadığım adamın bulunduğu yerdi. Onun bakışları hep soğuktu, hep tehditkar, ama şimdi o bakışlarda bir şey daha vardı, belki de bir tür kayıtsızlık, belki bir rahatlama.

 

Adamın karşısına geçtim. O soğuk bakışlarını sabitliyordum. Gözlerimdeki boşluk, onun gözlerinde bir karşılık buluyordu. İçimden bir şeyler daha ölüme yakın hissediyordu. Ellerim, o an ne yapmam gerektiğini bilecek kadar titriyor, ama ne yapmam gerektiğini bildiğimi de hissetmiyordum. O an, gerçekten hiç bir şey umurumda değildi.

 

"Hamileyim," dedim, sesim yavaşça ve boğuk bir şekilde odanın sessizliğine karıştı, ellerim artık belirginleşmiş karnıma gitti. Bunu söylemek, bir itiraf gibi geliyordu. Ama bir yandan da garip bir kabulleniş vardı. İçimdeki bu yeni varlık, bu hayat, belki de her şeyin sonu olacaktı.

 

"Bebeğimi hissetmiyorum. Doktora görünmek istiyorum."

 

Söyledim. Ona bakarken, daha fazla söylenecek hiçbir şey yoktu. Kafamın içinde sonsuz bir boşluk vardı. Kocaman bir delik. O deliğin içinde sadece karanlık vardı ve hiçbir şey yoktu, hiçbir şey hissetmiyordum. Sadece bir bedene sahip olduğumu hissedebiliyordum. Bir hayat var, ama ben o hayatı anlamıyordum. Bebeğim yoktu, ben yoktum. Bu hâl, içimdeki sessiz feryatla daha da derinleşiyordu.

 

Adamın suratında hiçbir değişiklik olmadı. Sadece sessizce, soğuk bir şekilde durdu. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Ama bu kez, ben de biliyordum...hiçbir şeyin değişmeyeceğini. Bunu biliyordum.

 

Bir anda her şey donmuş gibi oldu. Sadece derin, hıçkırıklara yakın bir sessizlik vardı. Ağlamadım. İçimde ağlıyordum ama dışarıda her şey duruyordu. Hala... hala o boşluk vardı.

 

Adar diye düşündüm içimden, neden hâlâ beni bulamadı? Neden hâlâ gelmedi.

 

Hamileydim, bizim, onunla benim bir parçamı taşıyordum içimde. Ama o yoktu. Hâlâ gelmemişti. Yoksa vaz mı geçmişti?

 

Adar benden vaz mı geçmişti?

 

Titreyen parmağım boynumda duran kolyeme gitti. Bana son bir veda gibi gelen kolye...

 

Onu hissetmeye çalıştım, bir parça metalden Adar'ı aramak istedim ama olmadı.

 

O yoktu.

 

Ve sanki bir daha da olmayacak gibiydi...

 

Gözlerimin önü kararırken bayılmanın eşiğindeydim. "Doktora görünmek istiyorum," dedim tekrar buz gibi olan o duvara. Adamın yüzünde mimik oynamadı.

 

"Bir de piçin bebesine hizmet etmediğimiz kalmıştı!" Koltuğundan kalktı. Ağır adımlarla karşıma geçerken onu bulanık görmeye başlamıştım. "Yok doktor falan!" Gözlerinde saf intikam ve kin vardı. "Ne olur." Dedim, yalvardım. Artık tutmayan bacaklarım yere çöktü. Aylardır başımı bile eğdirmediğim adamın karşısında artık diz çökmüştüm. "Onu hissetmiyorum, bebeğim öldü mü? Ne durumda bilmiyorum." Gözlerimden hunharca yaşlar akıyordu. "Lütfen, sadece bir dakika, kalp atışlarını duyayım, yaşıyor mu, yaşamıyor mu bileyim. Lütfen. Yemin ederim bir dahası olmaz, sadece bir dakika, bebeğimin kalp atışlarını duyayım lütfen!"

 

"Vahit!" Bir adamına seslendi. Ama artık son raddede olduğumu hissediyordum. "Alın şu karıyı, götürün odasına kilitleyin! Doktormuş, yok doktor falan, git geber!"

 

Üzerime kaynar sular dökülürcesine bir irkilme yaşadım. "Lütfen!" Diye bağırdım bir kez daha, ama beni duymadı. Yanımdan geçip giderken yüzüme bile bakmadı. "Sadece bir dakika! Yaşayıp yaşamadığını söylesin yeter, lütfen!"

 

Gitti. Etimi, yenimi lime lime çiğneyerek, beni ateşlere atarak gitti. Başımın ağırlığını taşıyamadım. Yere yığılırken titreyen parmaklarım karnımın üstünden bebeğime ulaşmak istercesine sıkıca sarılmıştı. "Lütfen," diye fısıldadım tekrar.

 

"Lütfen bul bizi artık Adar." Dedim. Kimse duymadı. Kimse yardım etmedi.

 

Yavaşça gözlerimi kapattım, her şeyin bittiğini düşündüm. Ama o bir umut ışığı, içimde bir yerde hala yanıyordu. Adar’ın adı, bir çağrı, bir tutku, gönlümde yankı yapıyordu. “Lütfen…” diye fısıldadım. O küçük umutla, hala bir yol vardı. O yol, Adar’a olan inancımdı.

 

Bir hışırtı, bir adım sesi… Yavaşça kafamı kaldırdım. Karanlıkta, uzaklarda, belki de yanı başımda bir hareket vardı. Yavaşça nefes aldım. Kimseye duyurmadım, ama o an bir umut daha doğmuştu. Bir gün, Adar gelecekti. O gün… belki de çok uzak bir gün, ama gelecekti.

 

 

 

 

 

 

 

Diğer bölüm Adarın ağzından okuyacağız,

Anlamadığınız olacaktır elbette, diğer bölümde atladığım dört ayı okuyacağız, şimdiden iyi okumalar 🙂

 

Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin dostlarım, iyi ki varsınız, beni takip etmeyi unutmayın 🌼

 

İyi bayramlar 🌼

 

 

 

Bölüm : 02.04.2025 01:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...