20. Bölüm

Zeynep

Rahime Deniz
ben1deniz

Gözlerimi usulca açtığımda hâlâ hastane odasındaydım. Serum damla damla akıyor, sabahın yumuşak ışığı perdelerden süzülüp yatağımın ucuna vuruyordu. Yanımda, sandalyesine kıvrılmış bir halde Adar uyuyordu. Saçlarının arasına düşen bir tutam beyazlık gözüme ilişti yine... ve kalbim, her şeyin bu kadar kırık olduğu bir dünyada hâlâ onunla atabildiği için şükretti.

 

"Adar..." dedim usulca, sesi yankı gibi duydu, hemen başını kaldırdı.

"Gitmişsin sanmıştım," diye ekledim gülümseyerek.

 

"Hiçbir yere gitmedim, gitmem," dedi, elimi tuttu, alnına koydu.

Doktor kontrolünden sonra taburcu edildim. ‘Önlem olsun diye bir gece yatırdık,’ demişti doktor. Kızımız… evet, artık biliyordum, bizim bir kızımız olacaktı. Ve içimde, ilk kez bir ismin yankısı vardı, henüz söyleyemediğim ama kalbimin çoktan fısıldadığı o isim...

 

Hastaneden çıkarken yüreğimde tuhaf bir his vardı. Sevinçle kederin incecik bir çizgide yürüdüğü, hayata yeniden doğmuş gibi olduğum bir sabah… Bir elim karnımda, diğer elim Adar’ın avucunda, arabaya doğru ilerledik. Hafif bir rüzgar vardı, ama içimdeki sıcaklık, onun yanında yürüdüğüm her adımda çoğalıyordu.

 

Arabaya bindik, motorun sesi şehirle buluştu. Adar direksiyon başındaydı, gözlerini yola dikmişti ama ben, yan profiline baktığımda kalbinde hâlâ bir yerlere dokunan kırılganlığı görebiliyordum.

 

"Kahvaltı yapalım mı bir yerde?" diye sordum sessizce.

 

"Olur," dedi, sesi yorgun ama huzurluydu.

 

Yol bir süre sessizlikle aktı. Kuş sesleri, sabahın telaşsız ışıkları, camdan yansıyan gökyüzü… derken Adar aniden yavaşladı. Arabayı kenara çektiğinde içim ürperdi bir an.

 

"Ne oldu?" diye sordum, hafifçe doğrularak.

 

Cevap vermedi hemen. Gözleri bir yere takılmıştı. Takip ettim bakışını… yolun kenarında küçük, sevimli bir vitrin… pastel renklerle süslenmiş bir bebek mağazası. Pencerede minicik patikler, fırfırlı battaniyeler, peluş oyuncaklar…

 

Adar, hiç konuşmadan emniyet kemerini çözdü ve kapıyı açtı. Ardından bana döndü.

 

“Gel,” dedi sadece.

 

Gözlerinde bir şey vardı… kelimelerin söyleyemediği, sadece kalbin anlatabildiği o çocukça mutluluk. Peşinden indim. Elimi tuttu, parmaklarımız kenetlendi. Adımları yavaş ama kararlıydı. Sanki içindeki savaşın üstüne bir perde çekilmişti, yerini bu yeni hayatın şaşkın sevincine bırakmıştı.

 

ama en çok da her şeyin ne kadar küçük olduğu çarptı gözüme. Sanki zaman, bu mağazada daha yavaş akıyordu, daha kırılgandı, daha umutluydu.

 

Adar sessizce yürüdü. Ayak sesleri bile özenliydi. Sanki ses çıkarırsa bu narin dünyanın bir köşesi parçalanacaktı. Bir standa yaklaşırken elini uzattı. Orada duran minik bir tulumu avuçlarının içine aldı. Parmakları o kumaşta gezinirken nefesini tuttum. Zamanın, kollarını ilk defa böyle çektiğini gördüm.

 

"Tanrım..." dedi fısıltıyla.

Sesi öyle hafifti ki sanki yalnızca kendi kalbine söylenmiş bir dua gibiydi.

 

Elindeki tulumu yüzüne biraz daha yaklaştırdı. Baş ve işaret parmağıyla omuz genişliğini ölçer gibi yaptı.

“Ne kadar da küçük,” dedi... sesi çatallıydı, boğazındaki yumruyu yutamamış gibiydi.

 

Gözlerini kaldırdı, bana değil, sanki kendi içine bakıyordu. Kirpiklerinin ucunda biriken o ışık… bir damla gibi asılı kaldı, düşmedi ama düştü içime.

“Buna nasıl sığacak?” dedi sonra, neredeyse çocuk gibi.

Elindeki kumaş parçası sanki bir giyisi değil de geçmişine ait yumuşak bir anıydı.

 

Ben hiçbir şey söyleyemedim. Bu adam, yıllarca savaşmış, kardeşini toprağa vermiş, ellerini kanla, yükle, dağla kirletmiş adam... şimdi minicik bir tulumu ellerinde tutarken titriyordu. Ve ilk defa, korumaya çalıştığı şey bir toprak değil, bir hayat parçasıydı.

 

Kendini tuttuğunu gördüm. O kadar alışmıştı ki güçlü olmaya… ama şimdi o gücün altındaki kırılganlık tavan yapmıştı. Bir gözyaşı, sonra bir tane daha… Adar başını eğdi, o tulumu göğsüne bastırdı. Sanki bu dokunuşla geçmişin bütün kirini, o taş gibi sert zamanları silmek istiyordu.

 

Yanına yaklaştım, elimi sırtına koydum.

"Birlikte büyüyecek bu elbiseyle," dedim.

"İçine senin kokun siner, ben her yıkadığımda onu senle sararım," diye fısıldadım.

 

Adar tulumu yavaşça yerine koymadı. Sanki elinden bırakmak istemedi. “Bu onun ilk eşyası,” dedi. “Ben aldım… ben seçtim…”

Gururu gözyaşına karışmıştı. O an anladım… Bu sadece bir alışveriş değildi. Bu bir adamın baba olmayı ilk kez dokunarak hissetmesiydi.

 

Sonra bir battaniye aldı, pembe ve fırfırlı.

"Uyurken üzerine örteriz," dedi, sesi ninni gibi titriyordu.

Ve bir ayıcık… onu aldı, başını hafifçe eğdi, göz göze geldi oyuncakla.

“Onunla konuşurum geceleri,” dedi. “Senin yanında olamadığın zamanlarda…”

 

Kalbim sanki bedenimde değildi artık. O an bu adamın içindeki çocukla, doğacak olan kızımızın ilk bağı kuruldu. Ne silah, ne intikam, ne yalnızlık kalmıştı… yalnızca bir odada duran tulum ve o tulumun ölçüsünde atan bir yürek vardı.

 

Kasaya doğru yürürken Adar’ın elini tuttum. Parmaklarımız kenetlendiğinde artık sadece sevgili değil, artık sadece yaralı değil… artık birer ebeveyn olduğumuzu hissettim. Küçücük bir bedenin geleceği için atan iki kalp, yeryüzünde birbirine en çok inanan iki insan gibi yürüdük.

 

Mağazadan çıktık. Rüzgar biraz serinlemişti. Battaniyenin ucu, poşetten dışarı sarkmış, rüzgârla dans ediyordu.

 

Adar arabayı açarken bana döndü. Gözleri hâlâ nemliydi ama içinde başka bir şey vardı artık.

"Bu sefer koruyacağım," dedi.

"ne olursa olsun sizi koruyacağım.”

 

Ve işte o an... kalbimin en sessiz yerine, onun adı gibi bir şey kazındı.

Baba.

 

Arabaya bindiğimde hemen kemerimi uzattı. Ben yapacaktım ama o her zamanki gibi önce davrandı. Elini karnıma koydu.

“İyi misiniz ikiniz de?”

Sesi her zamankinden daha yumuşaktı, ama gözleri hâlâ alarma açıktı. Bir asker gibi, ama artık bir babalıkla.

 

Yola çıktık. Elini direksiyonda tutarken diğer eli hep bana yakın bir yerdeydi. Sanki her an bir şey olacakmış gibi tetikteydi. Bu tedirginlik, bana güven veriyordu.

“Yalnızca kahvaltı,” dedim gülümseyerek.

“Kurşun değil, sancı değil… sadece peynir zeytin göreceğiz.”

Gülmedi, ama yüzü hafif gevşedi.

“Bundan sonra sana hiçbir şey olmayacak,” dedi.

“Hiçbir şey,” diye tekrarladı.

 

Küçük bir köy kahvaltıcısının önünde durduk. Tek katlı, ahşap, çiçekli bir yerdi. Sobalı iç kısmı da vardı ama biz verandayı seçtik. Temiz hava iyi geliyordu. O an fark ettim ki Adar, nereye oturacağımıza kadar her şeyi gözleriyle tarıyordu. Masayı seçtiğinde hemen sandalyeme yöneldi.

“Sen otur, ben içeri girip sıcak bir şeyler isteyeyim,” dedi.

“Oturdum zaten,” dedim.

Yine de sandalye altına bir yastık yerleştirdi.

“Belin ağrır sonra…” diye mırıldandı.

 

İçeri gidip geldi, her şeyi detaylıca anlatmış. Kaşarsız menemen, iyice pişmiş yumurta, sıcak süt, şekersiz çay... her biri düşünülmüştü. Masaya her tabak geldikçe bakışlarını üzerimde hissettim. Kaşık uzatırken “Sıcak dikkat et,” deyişinden, bardağımı kendi eliyle dolduruşuna kadar her şeyde koruma içgüdüsü vardı. Ama öyle bir sevgiyle yapıyordu ki bu, boğucu değil... sığınılasıydı.

 

Bir lokmayı ağzıma atmadan önce gözleri hep bendeydi. Sanki bir çatlak daha verecekmişim gibi hazırda bekliyordu.

Elimi onun avcunun içine koydum.

“Buradayım,” dedim.

“İkiniz de,” dedi ve karnıma baktı.

Gözleri dolmadı ama daha karanlık bakmayı bıraktı o an. Birkaç lokma daha yedikten sonra elimi tuttu, parmaklarımı okşadı.

“Bir gün okula bırakacağız onu,” dedi aniden.

“Saçlarını örüp minik bir çanta takacağız sırtına.”

İç çektim. Gözlerim doldu ama gülümseyerek.

“Adını düşündün mü?”

Kafasını iki yana salladı.

“Ad koymak için, önce yaşanmalı,” dedi.

“Önce büyüsün biraz... sonra o fısıldar bize adını.”

 

Masaya bir sessizlik çöktü ama bu sessizlik tedirgin değildi. Huzurluydu. Sessizlik, sadece iki insanın aynı duyguda bekleşmesiydi artık.

 

Sonra garson hesap için yaklaştı. Adar hemen ayağa kalktı, ben elimi çantama atarken beni gözleriyle susturdu.

“Sen artık iki kişisin,” dedi.

“Senin ellerin artık sadece dua etmeli... para çıkarmaya değil.”

 

Bunu söylerken sesi sert değildi. Şefkatin bir tonuydu. Bir adamın, sevdiği kadının yüklerini almak için eğildiği bir vurguydu. Garsona teşekkür etti, hatta kapıya kadar eşlik etti. Döndüğünde gözlerinde bir ışık vardı.

“Hazırsan,” dedi.

“Kalkalım.”

 

Ve ben onun elinden tuttuğumda, kahvaltının ötesine geçtik. Bir yolculuktu bu. İçimizde bir can, elimizde bir fısıltı, gözümüzde bir umutla… ikimiz değil, artık üç kişiydik.

 

Ayaklarımda hâlâ o huzurlu kahvaltının ağırlığı vardı. Ama içimdeki kıpırtı daha hafif, daha yeniydi. Kıpırdayan yalnızca bebeğimiz değildi... kalbimde bir yer de yürümek istiyordu. Adar yanımdaydı, usul usul çalan bir şarkı gibiydi varlığı. Sessizdi ama içimde yankılanıyordu.

 

“El ele biraz yürüyelim mi?” dedim ona dönerken.

Gözleriyle etrafa baktı, sonra başıyla onayladı. “Yeşillikler arka tarafta. Göl kenarı gibi bir şey var sanırım.”

“Haydi,” dedim. “Hem kızımız da güneş görsün azıcık.”

 

Yürürken çimenler yumuşaktı topuklarımın altında. Kuş sesleri, hafif esen rüzgarla hışırdayan yapraklar ve Adar’ın parmaklarımın arasına sıkıca geçen eli… işte bazen mutluluk, sadece yürümekti. Sadece yan yana olmaktı. Sadece yaşadığını hissetmekti.

 

Bir süre sustuk. Sadece doğayı dinledik. Ama içimde bir soru dönüp dolaşıyordu. Ağzımda duruyordu bir türlü dile gelmeyen bir merak. Sonunda kendiliğinden döküldü:

 

“Adar...”

“Hmm?”

“Annenin adı neydi?”

 

Ayak sesleri yavaşladı. Eli, elimde titredi gibi. Yutkundu. Bir an durdu. Gözleri ufka takıldı, ama baktığı yer dünya değildi artık. Hafızasının en eski, en kırık yeriydi.

“Zeynep,” dedi sonunda.

Sadece bir kelimeydi ama içinde ne çok şey vardı… bir mezar toprağı gibi, hem ağır hem sessiz.

 

“Zeynep,” diye tekrar ettim. Gözüm doldu ama tebessümle.

Ne güzel bir isimdi. Dağ gibi, rüzgar gibi, biraz acı ama çokça yaşanmışlık gibi.

 

O an durdum. Elimi karnıma koydum önce, sonra Adar’ın elini aldım ve bebeğimizin üzerine yerleştirdim.

O da anladı. Baktı bana.

“Zeynep olsun mu?” dedim yavaşça.

Sanki adını onun kalbinden çekip almıştım. Gözleri doldu. Sustu önce. Dudakları kıpırdadı ama kelime çıkmadı.

Sonra sadece başını eğdi. Ama bu baş eğiş, bir kabulleniş değil, bir dua gibiydi.

“Annem...” dedi sessizce.

“Annem... artık nefes olur ona.”

 

Elimi biraz daha sıktı. Avuçlarındaki sıcaklık, yıllardır tuttuğu acının ısısıydı sanki. Ama o an, o sıcaklık sadece geçmişe değil geleceğe de akıyordu. Bir isim... bir kız çocuğuna miras bırakılan bir sevgi... bir yara ama aynı zamanda bir umut.

 

Adım attık tekrar. Ama bu kez farklıydı.

Adımlarımızın altında sadece çimen değil, kalbimiz de eziliyordu. Ama bu ezilme... bizi büyütüyordu.

 

Kızımızın adı artık vardı.

Zeynep'ti.

Ve artık her nefesimizde, biraz annesi, biraz babası olacaktı.

 

Nefesi değişti. Gözlerindeki gölge, yerini loş bir aydınlığa bıraktı. Çenesi titredi, bakışları boğazına doğru indi.

“Zeynep...” diye fısıldadı.

 

Yavaşça bana döndü. Bakışlarında minnettarlık vardı, ama kelimeler yetmiyordu.

“Zeynep’ti annemin adı,” dedi sonunda, sesi çatallıydı. “En son ne zaman sesli söyledim... hatırlamıyorum.”

Gülümsedim. Gözlerimin yaşla dolmasına engel olamadım.

“Artık her gün söyleyeceğiz,” dedim.

“Her sabah... ‘Zeynep uyanmış mı’ diyeceğiz. Her gece üstünü örterken ‘Zeynep’ diye fısıldayacağız.”

 

Adar başını öne eğdi. Alnı, benim alnıma değdi.

“Annem çok severdi beyaz yaseminleri,” dedi. “Saçlarına takardı çocukken. Kızımın saçına da takacağım...”

Sesi çatladı. Bir damla gözyaşı yanaklarına indi.

“Sana söz... Zeynep’i yasemin gibi büyüteceğim Vera.”

 

Elini karnıma koydu yine. Parmakları bu kez bir duayla dolaştı etrafında.

“İsmini taşıdığı kadının yükünü değil, ışığını alacak,” dedi.

“Zeynep olacak ama geçmişin küllerinden değil, geleceğin toprağından doğacak.”

 

Ben sadece baktım ona. İçimde bir çiçek açıyordu, yavaş ve derin.

“Ve sen çok güzel bir baba olacaksın,” dedim usulca.

Sözümün ardından yüzüme eğildi. Dudakları dudaklarıma dokundu. Sessiz, kısa ama içten bir öpücük. Sadece sevgi değil, bir sözleşmeydi bu… Zeynep’e, birbirimize, geleceğimize dair verilen bir yemin gibiydi.

 

 

 

Kısa ama hızlı bölümler atmaya karar verdim, iyi okumalar dostlarım 💝

 

Bölüm : 30.05.2025 22:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...