Ağlamıyorsam şimdi, silen olmadığından.
Acı denen şey nasıl geçer, diye sormak isterdim hep canımı acıtanın sorduğum kişi olduğunu bilerek. İsterdim ama dudaklarımı bile kımıldatamazdım. Kelimelerin bir gün hançer olarak geri döneceğini bilerek. Susardım çünkü geçmişte onlara konuştuklarımı da bir gün başkalarına konuşamadıklarım yapacaklar ve içimdeki karanlıkta, karanlığa olan düşmanlığımla yalnız bırakacaklar diye. Suçlu her zaman ki gibi karanlıkta kalan olacak diye.
Her çıkmazda kaldığımda yaptığım gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırma işini gerçekleştirdiğim saniyelerde tavanların ya da duvarların daha renkli olması gerektiğini düşünmeden edemedim. Onlara baktıkça geriye yollamaya çalıştığım yaşlar gözlerime geri doluyordu sanki. Ağlamama saatler, saniyeler belki de saliseler vardı fakat ben her şeye gülümsüyordum.
“Sadece, ne kadar daha tavanı izleyebileceğini düşünüyorum,” diye iğneleyeci bir ses, daha günümü aydıramadan kulaklarımla buluştuğunda onları kapatmak için oldukça geç kaldığımı fark ettim. Bu yüzden gözlerimi kapattım. “Hey! Sana diyorum,”
“Ama ben sana bir şey demiyorum…” diye inlercesine konuştuğumda yattığım yatakta tersi tarafa döndüm. “Beni rahat bırak lütfen!”
“Ben de keyfimden gelmedim zaten. İnan, sana meraklı değilim.”
Büyük bir nefes verdiğimde sanırım artık başımdan gitmeyeceğine ikna olmuştum. “Aynı düşünceler içinde olmamız ne kadar güzel,” dedim ben de aynı onun gibi iğneleyici bir şekilde. “Gidebilirsin o zaman,”
Birden kendimi neredeyse içine gömdüğüm örtü üzerimden çekildiğinde yerimde dikleştim ve artık yerle buluşmuş olan örtüme üzgün bir halde baktım. Hızlı kalktığımdan ötürü saçım sağ tarafımda daha fazlaydı ve gözümün önünü örtüyordu. Üfleyerek görüşümü engelleyem saçlarımı geriye yolladığımda sadece etrafa saçma bakışlar atıyordum çünkü kimseyle uğraşamayacak kadar yorgun hissediyordum kendimi.
Liva benden umudu kesmiş bir şekilde başını iki yana sallarken elindeki birkaç kıyafet ve birkaç parça makyaj malzemesini birden kucağıma bıraktı. “Ben, hiç kümesinden çıkmayıp burada kalman taraftarıyım ama sanırım birileri benimle aynı fikirde değil,” dedi gözlerini devirip kollarını önünde birleştirirken. “Kalk bir duş al. Ayrıca geldiğinden beri,” dedi ve dünyadaki en iğrenç şeye bakar gibi ellerime baktı. “ellerin aklımdan çıkmıyor. Bordo oje sürmenin bile bir adabı olur! Madem soyulunca yenilemeyeceksin sürme şu zıkkımı! Duştan çıktıktan sonra onları ya tam anlamıyla tırnaklarından def et ya da adam akıllı silip baştan sür. Ben seni bekliyorum.”
“Saçmalama ben hiçbir yere gelmiyorum.”dedim yerini sahiplenmiş bir kedi gibi yerime geri yatarken. “Ayrıca ojelerimi görmek istemeyen de gözlerini kapatabilir. İnan senin aklından çıkmayanlar hiç umurumda değil,”
“Kimse sana gelip gelmeyeceğini sormadı. Abim, biraz daha odada kalırsan başına bir şeyin gelmesinden korkuyor sanırım.”
Duyduğum kelimeyle birden kapalı gözlerim tekrar açıldı ve direkt onu buldu. “O nerede?”
En son konuşmamızdan sonra her şeyi çözeceğini söylemiş ve beni o soğukta tek başıma bırakıp gitmişti. Gidişi daha soğuk hissettirmişti. Bir şey diyememiştim. Ona güvenmekten başka bir şansım yoktu. Güvenmek birinin yaşamı ve ölümü olabilir miydi?
Dudaklarını büzdü düşünür gibi. “Bilmem. Sanırım Tumar’la birlikte. Sabah çok erken çıkmış olmalılar. Seslerini duymadım.”
Bizim konuşmamızdan sonra, diye mırıldanmak istedim ama Liva’nın hiçbir şey bilmediği geldi aklıma. Kalbimin ritminin hızlandığını hissettim. Ona hiçbir şey anlatmamalı ve bulduğum ilk fırsatta bu evden kaçmalıydım. Aptallık etmiştim.
Sıkıntılıyla oflayıp yüzümü sıvazladım bir süre. Kendime olan sinirimden ötürü kaşlarımı çattım. Ben kuş olsam kafesinin kapısını açık görse bile olduğu yeri ardında bırakamadığından özgürlüğü reddeden bir kuş olurdum. Biri kafasının içinde ne kadar tutsak olursa o kadar gitmesi gerektiği yeri unuturdu ve en sonunda özgürlüğü istemez, tutsaklığına tutunurdu. Aptal olduğum kadar da mutlu olmak isterdim ama ben aptallığımdan mutluluğumu kaybettiğimi unuttum.
Liva sıkılmış gibi, "Nazını abime yapmaya ne dersin? Kimse senin afranı tafranı çekmek zorunda değil." diye söylendi sapsarı saçlarını arkaya atarken. "Abim de çekerse tabii," Tırnağının ucuyla dudağının köşesini kaşıyarak söylediğini anlamamamı istedi belki ama ben onu duydum.
Dediklerine üzülüyordum. Kalbimi kırıyordu ama buranın Karan'ın olduğu kadar onun da evi olduğunu unutmamam gerektiğini biliyordum. Bu yüzden kelimelerimi dilimin altından özenle çıkarıyordum. Velhasıl Liva'yla aramda oluşacak bir çatışmada Karan'ın kız kardeşini seçeceğini ve beni kapının önüne kendi elleriyle koyacağının farkındaydım. Burada kalmak gibi bir gayem yoktu fakat en azından ne yapabileceğime karar verene kadar bu kış günü karların üzerine yatmamayı planlıyordum ve beş kuruş param olmadığını biliyordum.
"Bir şey mi dedin?" diye sordum ne dediğini gayet iyi bilerek.
"Hazırlanmaya başlasan iyi edersin, diyorum. Gidiceğimiz yer muhtemelen abim ve ben olmazsak senin bir daha görmeyi bırak, kapısından bile geçemeyeceğin bir yer, tatlım," Sevimsiz diyebileceğim bir şekilde gülümsedi. Bu gülümsemeden dişleri yerinden sökülecek gibi görünüyordu. "Hızlı olursan iyi edersin,"
"Hızlı olmazsam beni bırakır gider misin?" diye sordum bir ümit.
Bana ümitsiz bir vakaya bakar gibi baktı kısa bir an, ardından gözlerini sıkıca yumdu sabır dilenir gibi. Arkasını dönüp ayağındaki yüksek platformlu topuklu ayakkabılarının tıkırtıları eşliğinde odadan çıktı ve ondan geriye sadece tatlı diyebileceğim bir koku kaldı.
Elimdeki iddialı mini elbiseye baktığımda birkaç gün öncesinin benden ne kadar uzakta olduğunu fark ettim. Her geçen saniyede yıllarımı alıyorlardı sanki benden. Buraya gelmeden önce kendim bir mağazanın reyonunda görüp muhtemelen heyecandan çığlık atacağım o elbiseye şu an dokunmak bile midemi ağrıtıyordu.
Ağırca kıpırdandım yerimden. Huzurlu değildim uzun bir süredir. Rahat nefes aldığım zamanı hatırlamıyordum. Hele şu iki gündür hiç. Olduğum oda loş bir şekilde aydınlanıyordu ve ayna olmasına rağmen kendime bakamamak çok kötü hissettiyordu beni. Çünkü baksam görebilirdim. Karanlık değildi. Baksam kendimi görürdüm bu sefer, karanlığı değil ama ben kendime bakamadım. Gözlerimi sıkıca yumdum sadece. Kendini görebilmek bile bir lütufmuş. Bunu kişi çok geç anlıyormuş.
Devasa büyüklükteki küveti es geçip daha müsait olan duş kabinini tercih edip kısa bir duş almamım ardından bordo ojelerimi yenilemiştim. Üzerime Liva'nın verdiği elbiseyi geçirip saçlarımı ıslak bir şekilde bıraktım. İstemiyordum onlarla uğraşmak. Görmek. Önceden boş zamanlarımın tümünü onlara verebilirdim ama şimdi tüm zamanlar benim olsa onlarla ilgilenmezdim. Bunu yapmak istemiyordum. Elimi onlara değdirmek bile içimde bir şeylerin kopmasına sebep oluyordu. Kopmasın. Zaten çok şeyimi kaybettim. Şimdi de kopmasın.
Olduğum odadan dışarı çıkmam, kendime bakmadan makyaj yapmayı becerebilişimle birlikte oldu. Nitekim kendini süslemesini seven biri olmuştum hep. Son zamanlarda bunu yapamıyor olsam da eski ben, maskelerin arkasına saklanırdı. Gözlerim, cildim ve biraz daha fazlasıyla birlikte.
Ağzındaki lokmayı çiğnerken bir anda karşımda beliren Liva, "Çıkabildin sonunda," dedi benden hiç haz etmediğini göstermekten hiç çekinmeyerek.
Yine bana kurşun edilen kelimeleri kulak ardı ettim.
Üstelik bedenimden oluk oluk kan akarken.
"Nereye gideceğimizi söylemeyecek misin?"
Ellerini iki yana açtı. "Sürpriz!"
Gözlerimi devirdim kendime engel olamayarak. "Nedense bu sürprizin beni hiç eğlendirmeyeceğini düşünüyorum."
"Zaten sana değil," dedi yanımdan geçip dış kapıyı aralarken. "Bana sürpriz,"
Kendini dışarı neredeyse fırlatarak attığında benim için köşeye bıraktığı siyah uzun kabanı üzerime geçirip saçlarımı serbest bıraktım büyük bir memnuniyetsizlikle. Dış kapıdan içeriye öyle fazla soğuk giriyordu ki, dışarıda olduğumu zannettim kısa bir an. Ve şu an böyle hissediyorsam dışarı çıktığımda ne olacağını merak etmeden edemedim.
Kısa bir soluklanmanın ardından giydiğim topuklu botlar yüzünden karların içinden bata çıka Liva’nın olduğunu düşündüğüm büyük siyah arabaya bindim. Belki kendimi de fırlatmış olabilirdim bilmiyordum ama nihayetinde artık arabadaydım ve lanet geçecek bir günün daha içinde olduğuma neredeyse emindim.
Beni hiç umursamayıp, varlığımı yok Liva arabasını çalıştırıp uzun bayırı inmeye başladı. Gerçekten çok güzel bir kadındı. Arabasına çok yakıyordu. Arabası bir gece vakti gibiyken, kendisi ona sabahı getiriyordu resmen. Direksiyondaki ellerinin hareketleri, kollarına taktığı gold takılar ve gold saati, sapsarı saçlarıyla o gerçekten muhteşem görünüyordu.
“Niye bana öyle bakıyorsun?” diye sordu bir anda Liva kaşlarını çatıp bana bakarken. O an fark ettim dakikalardır rahatsız edici bir şekilde ona baktığımı.
Boğazımı temizleyip önüme döndüğümde utandığımı hissettim. “Hiç,”
“Hiç?” dedi tek kaşını kaldırıp sorar gibi. “Abimden ekmek çıkmayacağını anladığın için yönelim mi değiştirdin yoksa! Sakın öyle bir şey olduğunu söyleme!”
Kahkaha atmamak için dudaklarına dişlerini geçirirken beyaz teni kıpkırmızı olmuştu. Teni benimki gibi hassastı sanırım, ben ondan da beyazdım ama benim kadar kızarmıştı o da. Benim tenimin beyazlığı daha çok bir ölüyü andırıyordu. İdealı onundu. Benimki de fazlaydı. Dokunduğum yer morarıyordu.
Kaşlarımı çattım ağırca. “Liva… Abinle aramazda gerçekten düşündüğün gibi bir şey yok,”
“Düşünmediğim gibi bir şey var mı demek bu?”
Gözlerini devirdi önüne dönerken. “Boş versene. Yakında ne olduğunu sen de çok iyi anlayacaksın zaten,”
Kaşlarım çatıldı ağırca. “Nasıl kim olduğumu?”
Kimseyim, Liva. Bir tek abin için değil. Ben herkes için kimseyim.
Anlamıştım. Huzursuz bir yolculuk olacaktı. Liva’nın dilinin altına süpürme gereksiniminde bulunduğu kelimeleri yoktu. Bana durmaksızın sapladığı bir bıçak gibi saplamaktan çekinmiyordu. Bunu yapmaması için bir sebep de yoktu. Kahretmesin ki yoktu.
Geçen birkaç dakikanın ardından gördüğüm ‘Karina’ tabelasından sonra buradan ayrıldığımızı anladım. Burada işler nasıl yürüyordu bilmiyordum ama Karina’dan çıktığımızda şehir değiştirmiş gibi mi oluyorduk diye merak ediyordum. Ayrıca Karan’ın, Karina benim diye söylenmelerinden sonra onun olmayan bir yere girdiğimiz için içimde ufaktan bir korku tohumu filizlenmeye başlamıştı.
Uzun tırnaklarıyla arabının direksiyonu üzerinde bir ritim tutturmuş olan Liva gayet rahat ve huzurlu görünüyordu. Radyodan çalan şarkıya minik minik eşlik edişlerini saymıyordum bile. Sanırım tehlikede olsak bile o bunu çok önemsemiyordu.
“O ne demek öyle? Niye tehlikede olalım?”
“Karina’dan ayrıldık. Sizin olmayan bir mevkide ne kadar güvende olabiliriz?”Karina’nın çıkışında olan siyah takım elbiselerle bir bütünmüş gibi duran adamları anımsadım o an. “Ayrıca çıkışta gördüğüm takım elbiseli adamlar da kimdi öyle?”
“Bizim ve buranın güvenliğinden sorumlular.”
“Korumalar yani?” dedim sorar gibi. Kafamı da onu anladığıma dair onaylar bir şekilde salladım. “Karan için mi buradalar?”
“Hayır,” dedi hızlıca. “Abim yalnız başına onlara eşdeğer. O yüzden yanına kimseyi almaz. Kimse de ona bulaşma cesaretini gösteremez pek. Gösterenlerden de kaçının şu an hayatta olduğu konusunda çok emin değilim.”
Açıkça söyledikleri tüylerimi diken diken ederken kaskatı kesildim. Bizim olduğumuz arabayı takip eden üç siyah ceep’i görebiliyordum. Bu tehlikede olduğumuz ya da değilsek bile başımızın tehlikeye girebileceği anlamına mı geliyordu yani? İçimde uzun süredir sessizliğini koruyan o kadın öyle gür bir kahkaha attı ki ağlıyordu sanki. Bu kadar gülümseyen birinin ağlamamasına imkan yoktu çünkü.
Yutkunduğumda ne hissettiğimi anlıyor mu diye merak ettim. “İlk soruma cevap vermedin?”
Alayla baktı bana. “Tehlike her zaman vardır. Ne zaman bizi bulacağını düşünüp kendimi yoramam. Bu vücut diskolarda sabahlara kadar dans ederek yorulmayı hak ediyor.”
Bana göz kırptığında onun kesinlikle bir deli olduğunu düşünüyordum. Kafamı iki yana sallayıp ondan biraz uzaklaştım ve kollarımı göğsümde bağlayıp akan yolu izledim. Yolun sonu uçuruma çıkıyordu belki de. Yani benim olduğum yere. Kim itse düşerdim? Birinin iteciğini anladığımdaysa kendim atlayabilir miydim?
Birden arabının içini hoş bir melodi doldurduğunda Liva’nın, “Geç bile kalmıştı,” diye mırıldandığını ardından da huysuz bile sesle açtığı telefonuna, “Efendim?” dediğini duydum.
Telefonunu arabaya bağladığından net bir şekilde duyduğum Karan, sert ve sinirli bir sesle, “Neredesiniz Liva?”
Bana baktı. Ardından tekrar aramaya çevirdi kafasını. “Eğleniceğiz biraz. Korkma, yemem sevgilini!”
“Aklımdan geçen şeyi yapmamış ol, Liva! Duydun mu beni? Yapmamış ol!”
Liva bir anda arabayı durduğunda aniden durduğu için kısa bir sarsıldım ama kendimi toparlayıp ne yaptığını anlamak için ona baktım.
Eli aramayı kapatmak için ekrana gitmeden önce, “Çok geç,” dedi eğlenerek. Ve telefon kapandı. Arabanın kapısını açtı, ağırca indi ve gelip benim kapımı açtı. Gülümsedi. “Yaptım bile.”
Ona zorluk çıkarmadan arabadan inerken, “Neler oluyor?” diye sordum sesimi bulabildiğimde.
“Bir şey olduğu yok. Abimin gereksiz abartmaları… Eğleneceğiz sadece biraz,”
Ben ona cevap veremeden ilerlerken bomboş bir arazinin içinde ne yaptığımızı sorgulamaya başladım. Bomboş bir yerdeydik. Hiç kimse ya da hiçbir şey yoktu burada. Belki de abisinden önce o beni öldürücekti. Emin değildim çünkü burada üzerinde ‘Nebula’ yazan bir levha haricinde olan tek şey ben ve oydu.
“Liva burada hiçbir şey yok!” dedim o benden biraz fazla uzaklaştığı için arkasınsan bağırırken. “Gel, dinle abini. Gidelim buradan. Hadi,”
Bana cevap vermedi. Onun yerine büyük levhanın uzun demirine sırtını yasladı, kollarını önünde birleştirdi ve zevkle benim ona gelmemi bekledi. Ben ona doğru gittikçe o daha çok gülümsedi. Eseriyle gurur duyuyormuş gibi beni baştan aşağıya süzdü ve ben yanına vardığımda yaslandığı yerden ayrılıp bana göz kırptı.
Demirin üzerindeki çivilerden birinin üzerine bastırdı bir anda. Ben şok içinde onun ne yaptığını izlerken çivilerim olduğu yerden küçük, sayıların olduğu bir ekran çıktı. Liva ekranın üzerinden birkaç tuşa tıkladıktan sonra yer ufaktan sallanmaya başladı. Ağzımdan bir çığlık kaçtığında o sadece gülümseyip ne yapacağımı izliyordu. Arkamızda artık kimsenin varlığını hissetmiyordum. Bizi takip eden o adamlar nereye gitmişti? Beni Liva’nın elinden alsalardı da kimin eline verirlerse versinlerdi ama onlarda yoktu.
Yerin altından büyük camdan, lüks bir asansör gün yüzüne çıktığında ağzım bir karış açık kalmış bir şekilde ona bakıyordum. Öyle uzun süre haraket edemedim ki yaşadığım şoktan ağzım bir karış açılmış, tüm vücudum gözle görülür bir şekilde titremeye başlamıştı.
Aldığım nefes genzimi yakarken attığım iki küçük adımla geriye doğru küçük bir kaçma girişiminde bulundum. “Kahretsin! Liva nereye getirdin beni?”
Liva bana alaycı bir tebessümle bakmaya devam ederken korkak bir kedi gibi kaçmamı zevkle izliyordu. Kocaman bir kahkaha attığında onun deli olduğunu, ya da benim onu yalnızca birkaç saat içinde delirttiğime emindim. Yaslandığı yerden ayrılarak asansöre doğru döndü ve demin olduğu gibi birkaç yere dokundu. Asansörün kapısı büyük bir gürültüyle açıldığında o bir saniye düşünmeden içeri girdi ve bana doğru döndü tekrar. Yanını gösterdi güzel elleriyle.
Kaşlarım yukarı doğru kalktığında ölümün bana bir adım yakın olduğunu hissetmem normaldi. “O saçmalığa bineceğimi düşünüyorsan çok yanılıyorsun, Liva. O şeye asla binmeyeceğim!”
Elinde olan telefonuna bir bakış attı ve birine kısa süren bir mesaj yazdı. Sonra bana döndü, aynı benim gibi kaşlarını kaldırdığında cüretkâr görünüyordu. “Seni aşağıda yemeyecekler, bin,” Birkaç saniye durdu ve aklına komik bir şey gelmiş gibi kahkaha attı. “Ya da buna söz veremem,”
Birden elini uzatıp beni olduğu dört duvarın arasına çekti, kendimi bir anda onun yanında bulduğumda daha ben kaçma girişiminde bulunamadan kapıyı başka bir tuşa basarak kapattı. Ellerimi kaldırıp can havliyle camlara doğru vurmaya başladım. Beni kurtarmaları için bağırırken kimsenin beni duymadığını biliyordum.
“Ne yaptığını zannediyorsun sen? Camları kırmayı denemiyorsun umarım?”
“Elbette camları kırmayı deniyorum, Liva!” dedim bağırarak. Boğazım ağrıyordu ama bunu yapmayı kesmedim. Günlerdir yemek yemiyordum. “Bundan daha saçma bir soru var mı sence?!”
“Soru yok ama daha saçma bir şey var,” Eliyle baştan aşağıya beni işaret etti ve artık toprağın altındaydık. “Sen!”
Göğsüm daralmaya başladığında zaten göğüs dekoltesi olan bir elbiseyi daha ne kadar açabileceğimi düşünerek önümü çekiştirmeye başladım. “Çıkar beni, lütfen,” dedim sesim kısılırken. Bayılacak gibi hissediyordum. “Nefes alamıyorum. Lütfen. Kapalı alanda kalamıyorum, boğuluyorum Liva. Anlamıyor musun!”
“İneceğiz şimdi. Sakın öleyim deme!”
Elimi çaresizce cama yaslayıp tırnaklarımla kazımaya çalıştım. “Dayanamıyorum!”
“O camı pençeleyerek buradan çıkmayı mı hayal ediyorsun acaba? Abim duysa hakaret olarak alırdı bunu,”
“Seni anlamıyorum, tek isteğim buradan çıkmak!”
“Burası abimin ve abimin olan bir şeyi de abim istemediği sürece asla yıkamazsın,”
Başımı da ellerimin olduğu yere doğru çarparcasına bıraktığımda, “Senin de, o kahır olasıca abinin de canı cehenneme tamam mı?” dedim terleyen alnımı silmeye çalışırken.
Liva tekrar güldüğünde bana cevap verecek bir zamanı olmadı ve kapılar ardına kadar açıldı. Kendimi dışarı attığım gibi yere çöktüm, buğulanan gözlerimden etrafımı göremiyordum, sadece titriyor, öksürüyor ve derin derin nefes almaya çalışıyordum. Sanırım ölmemi dileyen herkesin isteğini bir asansör boşluğu yerine getiriyordu, şu an hissettiğim tek şey koca bir boşluktu.
Hayat koca bir boşluksa içine ne koyduğun da senin elinde, içine atlamakta.
Bir el bana doğru uzandığında refleksle kendimi geriye doğru çektim, yere kapaklandığımda da birisinin kulağa çapkın gelen gülüşünü duydum.
“İyi misin?” dedi hala elini uzatmaktan vazgeçmeyerek.
Kafamı kaldırıp gelen adama doğru baktığımda ilk dikkatimi çeken şey yeşil gözleriydi, gözleri güzeldi fakat bakışları için aynı şeyi söyleyebilecek miydim emin değildim. Kadına aç bir hayvan gibi bakıyordu yeşilleri.
Elini tutmadım, kendimi zorlayarak ayağa kalktığımda sendeledim. Ona doğru çarptığımda beni sıkıca tuttu ve büyük kahkahası yakınımda olduğu için beni daha çok sarstı.
“Yakaladım seni,” dedi bundan aşırı memnunmuş gibi.
Boy farkından dolayı ona bakmam zorlansa da ondan gözlerimi ayırmadım. Ne istediğini bilmiyordum ama burnuma iyi kokular gelmiyordu. Bana sarılı olan kollarının olduğu yerler karıncalanmaya başladığında kalbim korkudan bir kuş gibi çırpınıyordu. Onu bir anda itip tokadı bassam beni öldürür müydü?
Arkada öyle bir şarkı ve uğultu vardı ki başımın ortasına bir ağrı saplandı. Geldiğimde hissettiğim adrenalin kaynaklı dikkat kesilmemiş olmalıydım. Vücudum kasılırken bu, karşımda olan adamın dudaklarının kıvrılmasına sebep verdi. O yanlış anlamıştı ama ben sadece öleceğimi düşünüyordum.
“Bırak,” dedim beni tutan kollarına ellerimi koyup itmeye çalışırken. “Beni bırak!”
Daha sıkı sardı kollarını. “Heyecanlandın mı güzel kelebek?”
“Hayır!” dedim hızlıca. Kanım damarlarımda çalkalanıyordu adeta. Her an üzerine kusabilirdim. “Arkadaşım burada,” Liva buradaydı. Kötünün kötüsü de vardı. “Bir arkadaşımla geldim ben aslınd_”
Asansörden indiğimiz yere baktığımda Liva’nın orada olmadığını görüp kelimeleri yuttum. Aynı zamanda ağırca yutkunduğumda yanağımda iğrenç nefesini hissediyordum. Gözlerimi ağırca yumdum.
Fısıldadı alkol kokan nefesiyle. “Sanırım arkadaşın ikimizi yalnız bırakmak istemiş,”
Asla Liva’ya uymamalıydım. Bunu asla yapmamalıydım. Kahretsin! Bunu yapmamalı, Karan’ın eve gelip beni evime göndermesinin bir yolunu bulmasını beklemeliydim.
“Bak. Yalnızca arkadaşım değil, sevgilim de benimle. Beni merak etmiştir, onu bulmalıyım, lütfen bırak,”
Yalan söylüyordum. Bırak sevgiliyi bir arkadaşım bile yoktu buralarda. Cenk gibi bile olsa bir abiye muhtaçlığım şu an için beni öldürüyordu. Cenk değişecekti. O sadece hastaydı ama değişmek için bile geç kalmıştı.
Kulağıma doğru eğildi, dudakları yanağıma değdi bu bile onun üzerimde olan ellerine tırnaklarımı geçirmem için iyi bir sebepti. Ağırca güldü tekrar. Elleri durmuyordu. En ufak bir hamlesinde ona vurmak için hazırda bekliyordum.
“Bu dediğine kendin inanıyor musun sahiden?” Kafasını kaldırıp etrafa bakınmaya başladığında, “Ben burada bir sevgili göremiyorum. Kim o lavuk? Söyle de seni ondan birkaç saatliğine rica edeyim,” diye fısıldadı kalın parmaklarının tersini çıplak omuzlarıma nazikçe sürterken.
İçim çekilirken sadece dediğini hazmetmeye çalıştım uzun bir süre. “Pardon?” diye sordum sesimi bulabildiğime kanaat getirdiğimde. Bunu sorarken kendimi tutamayıp büyük bir kahkaha atmıştım sinirden olduğum yerde kalakalırken.
“Senin gibi bir kadını, böyle bir yerde, bir başına bırakacak kadar genişse eminim birkaç saatliğine benim olmana da izin verir,”
Damarlarımda akan, var olan kanın kuruduğunu hissediyordum ve bu ne demek ti hiç bilmiyorum. Ne zaman tedirginliği hissetsem avuçlarım buz keser biz buzluğu anımsatırdı. Kalbim hiç durmaksızın atar, sanki birazdan duracağını haykırırdı. Nefesim kesilirdi, sanki yıllardır alabiliyormuşum gibi. Ve şimdi yine aynı yerdeydik.
Benimle ilgili yaptığı terbiyesiz imalarına bir cevap verebilecek cesareti kendimde bulamıyordum. Onun da söylediği gibi bir sevgilim yoktu, Liva da arkadaşım değildi. Beni buraya böyle bir şey yaşanacığını bildiği ve abisini çıldırtıp benden vazgeçirebilmek için getirmişti. Emindim, daha kötüleriyle tanışmam derken en kötüleriyle daha tanışmadığımı farkettim.
O alaylı yüz ifadesi ve imalı bakışları bir anda öyle küçümseyici oldu ki olduğum yerde küçülmek ve bir daha hiç kimseyi görmemek istedim. “Ha sen buraya ilk kez geliyorsun?”
“Evet?” dedim sorar gibi, neden burayla ilgili ikidir laf saptırıyordu?
Kafasını iki yana sallayıp dudaklarını birbirine bastırdı. Bakışları kısa bir an etrafta gezindi fakat çok sürmedi. Sanki bir şey olmuş ve olan şeyin nasıl böyle olduğunu anlayamamış gibi.
“Git hadi,” dedi bir anda kollarını benden çektiği için tekrar ileriye doğru sendeleyip ona çarpmama sebebiyet verirken. “Bu akşam ‘sözde sevgilin’ gelmezse benim gibi kaç kişiyle başa çıkmaya çalışacağını ve onlardan nasıl kurtulacağını izlemek heyecan verici olacak,”
Ben yutkunurken önümden bir anda çekildi, nutkum tutuldu. Bugün daha ne kadar şaşıracağımı, ne kadar daha büyük bir dehşet ve hayal kırıklığı yaşayacağımı ve kahrolası karanlıktan ettiğim nefretle ne kadar daha ona sığınmak zorunda kalmalarım olacağını sorguladım.
Karanlık, küçük çocukların korkularıdır.
Ben küçük bir kız çocuğu değilim; oyunlar oynamıyorum, oyunlar benimle oynuyor.
Saniyenin kaçta biri benim ciğerlerime nefes olur, kaçı beni boğmaya çalışır bilmiyorum. Beni uçurumun kenarından kurtarmaya çalışan biri omuzlarımdan tuttuğunda kıyıya çıkmama yardımcı mı olur yoksa omuzlarım beni oradan itmesini mi kolaylaştırır, onu da bilmiyorum. Nefretin sahtesi olmaz derler; benden nefret bile edilmiyor. Ben yok muyum yoksa hiç var mı olmamışım?
O arkasını döndü, giderken çok kısa bir an bile olsa, “Dur…” diye mırıldandım ağzımın içerisinde ama bunu duymayacağını biliyordum.
Burası öylesine büyüktü ki girecek olan girmekten, çıkacak olan çıkmaktan vazgeçerdi. Çünkü giren giremez, girdiğinde de çıkamazdı. Lanet olsun! Burası neydi böyle? Çok aydınlık bir ortamdı, gözlerimi acıtıyor, başımı döndürüyor, ciğerlerimi tıkıyordu. Kocamandı, daha önce bundan büyük bir şey gördüğümü hatırlamıyordum. Yerin bilmem kaç kat dibinde, belki de cehenneme gökyüzünden daha yakındık.
Müsabakalar yapılan bir taraf vardı ve oranın ışıklandırılması daha kırmızıydı. Sanki buradan ölünüzü almadan çıkamazsınız diyorlardı. Yarışacak olanların üstleri çırılçıplaktı, her yeri yara bere içerisindeydi ve terleri o kadar kurumuş kana rağmen kendini belli edebiliyordu. Yarışanlar daha çoğunlukta adamlardan oluşurken, onları izleyip destekleyenlerin çoğu kadındı.
Bir diğer tarafın ışıklandırılması daha sarıydı ve en az korkunç olan taraf orası gibi görünüyordu çünkü diğer tarafta öpüşmekten daha fazla birbirlerini yedikleri düşünülebilecek insanlar vardı ve burada sadece kumar ve poker gibi oyunlar oynanıyordu. Ağızlarında sigaraları vardı hepsinin ve görünüşlerinden bile hepsinin leş gibi alkol koltuğundan emindim. Dışarıda görsem hepsi genç ve beyefendi olan insanlar şu an benim için birer leş gibi görünüyorlardı.
Ve son iki taraf kaldığını zannettiğim taraflar daha normal geliyordu bana çünkü Cenk’in mekanı da aynı bu iki taraf gibiydi. Bir tarafta sevgilileriyle vakit geçiren ve pembe aydınlatmaları bulunan bir köşeydi. Diğerlerine göre en küçük köşe burasıydı ama şöyle bir sıkıntı vardı; burası bile devasaydı, içeride olan belki de yüzlerce odayı görebiliyordum, genelde mavi aydınlatmalı olan, daha çok içenlerin ve birbirlerine yürüyüp dans ettikleri yerden geçiyorlardı pembe alana. Beş dakikadır belki buradaydım ve ben daha şimdiden mavi köşeden, pembe köşeye geçen yirmi üç çifti yakalayabilmiştim. Bunlar da sadece benim görebildiklerimdi. Görmediğim bir bu kadar daha çift olduğuna neredeyse emindim.
Biraz ileriye gitmek ya da yalnız başıma asansörde ölmeyi beklemek arasında kalmıştım. Ölmek istemiyordum. En azından şimdilik ama bu dört köşeden birisine gitme düşüncesi bile nabzımı hızlandırıyordu. Karşılaştığım o adam haklıydı. Benim burada hayatta kalmayı başardığım her saniye bana kutsanmış bir ödül lügatındaydı. Karan beni kurtarmaya gelse bile kurtardıktan sonra kendisi öldürmek için kurtarırdı. Aradığında da çok sinirliydi, kardeşini öldürmek yerine beni öldürürdü değil mi?
Birkaç kişin bakışları bana doğru döndü. Tam girişim önünde hangi salak bekler diye düşünüyorlardı kesinlikle ama nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. İleri doğru bir adım attım, bacaklarım titredi.
Biraz etrafta gözlerimi gezdirdiğimde mavi köşede olanlardan birinin masası dikkatimi çekti. Liva’nın, ‘Sana değil, bana sürpriz!’ demesi zihnimde bir yılan gibi dolaştı. Elim kolum düğüm, ağzım lâl oldu. Liyan ve Liva aynı masada durmuş ne olduğunu bilmediğim bir sıvıyı shot atıyorlardı sonra da yanlarında olup onları pis bakışlarla seyreden, ağzı sulanmış iki adama dönüp aynı benim gibi kırmızıya boyadıkları dudaklarıyla dudaklarına birer öpücük bırakıyorlardı. Hepsi aynı anda bir kahkaha attığında yanlarındaki adamlar dudaklarının üzerinde dillerini gezdirip kızların geride bıraktıkları tatları tekrar alıyorlardı.
Midem ağzıma geldiğinde kusacağımı zannettim. Elimi karnımın üzerine yerleştirip biraz bekledim öyle. Bu nasıl bir sistem, nasıl bir kuraldı bilmiyordum ama biraz daha çıkmazsam bayılacağımı düşünüyordum. Ara sıra gözümün önünü saran karanlık ve benekler bana bunun olabileceğini söylüyordu.
Yürüdüm ya da koştum. Ne yaptığımdan emin bile değildim ama artık Liva ve Liyan’ın yanındaydım. Yaptıkları şeye öylesine odaklanmışlardı ki benim geldiğimi fark etmeleri yaklaşık bir otuz saniye sürdü ve ben de onların beni fark etmelerini sabırla bekledim.
Beni ilk gören Liva oldu, benim halimde ne gördü bilmiyorum ama büyük bir kahkaha attı. Kafasının yerinde olmadığı her halinden belliydi fakat bu beni zerre kadar ilgilendirmiyordu. Elim sertçe onun ince koluna dolandı ve kendime doğru biraz çektiğimde o da kendini geriye çekti ve kaşlarını çatarak sıktığım kolunu ovuşturdu.
“Sen ne yaptığını zannediyorsun!” diye bağırdı bana bu kadar yüksek sesli bir ortamda ne kadar bağırılabilirse.
İşaret parmağımı havaya kaldırdım tehdit eder gibi. “Beni hemen buradan çıkarıyorsun Liva! Duydun mu beni!” Gözlerimi açtım kocaman, kaşlarım havalanırken. “Hemen!”
Elini içki bardağına geri götürürken Liyan’ın ters ama düştüğüm durum yüzünden keyifli olan bakışlarını üzerimde hissediyordum.
“Ben sana hiçbir şey yapmak zorunda değilim, ben seni hiçbir şeye zorlamadım sen geldin benimle,”
Ağzım bir karış açık ona bakmaya başladığımda öylesine bir şaşkınlık içerisindeydim ki ne diyeceğimi bilemedim, yalan söylüyordu. Beni buraya zorla getirdiği yetmezmiş gibi zorla da indirmiş böyle bir çukura sokmuştu ve hâlâ onunla kendi isteğimle geldiğimi söylüyordu.
Saldıracakmışım gibi ileri atılıp onu boğmak için parmaklarımı aralamıştım ki yanlarındaki iki adam bir anda öne çıkıp kollarımdan tuttukları gibi geriye doğru çektiler beni. Kollarımı öyle sıkı tutuyorlardı ki tuttukları yerlerin moraracağından emindim. Biraz daha sıksalar narin cildimin birkaç gün içerisinde moraran yerlerden yer yer kanayacağını da biliyordum.
“Şşşş,” diye fısıldadı yanındaki sarı olan kulağıma doğru uyarırcasına. “Ağır gel!”
Liyan umursamaz bir tavırla arkasına yaslanıp bacak bacak üzerine attı ve elinde ki içkisini fondiplemeden hemen önce, “Bırakın onu çocuklar,” dedi beni yerin yedi kat dibine gömer gibi. “Saldırganlaşabilir ama ısırmıyor!”
Ne olduğunu anlamadım ama bir anda yanımda olan iki adamı da devirmiş, Liyan’ın ince, esmer boğazını yakalamış sıkmaya başlamıştım. Karşımdaki kadın morarmaya yüz tutana kadar da durmamıştım. İçimden durmak gelememiş kendime hakim olamamıştım. Şahsen olmak da istememiştim.
“N-ne…” dedi nefes alamadığı için hırıltılı sesler çıkarıp kollarıma sardığı ellerindeki tırnaklarını benim kollarıma geçirmeye çalışırken. “…y-yapıyorsun sen?”
“Seni gebertirim!” Eklemlerimi sızlatacak kadar güçleştirdim parmaklarımı ve onun hafif aralık olan dudakları benim bu haraketimle daha fazla açıldı. “Beni anlıyor musun? Seni öldürürüm ve kimse sikimde bile olmaz!”
Kafasını hızlıca aşağı yukarı sallayıp beni onayladığını belli ederken, “A-anlıyorum. Bırak!” dedi genzi yırtılıyormuş gibi bir tonlamayla.
Güldüm demin onların bana güldüğü gibi alayla. “Sen anladın ama bakalım çok sevgili arkadaşın anlayabilmiş mi?” Kafamı çok ağır bir şekilde bize tedirginlikle bakan ama kafasının yerinde olmaması sebebiyle bir atakta bulunamayan Liva’ya çevirdim. “Beni buradan çıkarıyorsun. Öyle değil mi Liva?”
İçimde beni yiyip bitiren bu vahşi dürtüyü hissetmemim üzerinden günler geçmiş, nasıl bir his olduğunu unutmuştum. Minik Dalya’yı sinirlendirmek de bu kadar kolay mıydı yoksa ben bazı şeyleri yeni yeni mi öğreniyordum? Bu içimdeki önüme geleni öldürme dürtüsü ve gözümün önünü bulayan kan da nereden gelmişti? Hayatımın hiçbir zamanında istemediğim kadar birilerine zarar vermek ve ortalığı kana bulamak istiyordum, karnımdan başlayıp boynuma kadar yükselen sıcaklık, bana kendimi sakinleştirmeme izin vermiyordu.
“Karan abim kimseyi sevmeyecek,” Liva bana büyük bir acımayla baktı. Ellerim gevşer gibi oldu. “Aynı seni sevmediği gibi…” Biliyorum, Liva. Bir tek abin değil. “Seni kullanacak. O sadece birini sevdi bu zamana kadar, sevse bile onu sevdiği kadar sevmeyecek seni. Yıllar önce ona da sana yaptığımın aynısını yaptım ama onu ne yapıp edip kurtarmışken, senin için hâlâ beni aramadı bile,” Masadaki telefonunu alıp ekranını bana gösterdi. “Telefonum açık. Arayabilirdi. Bu kadar düşmemelisin, aciz görünüyorsun,”
Boğazım düğümlendi sanki bir an. Bunlar zaten bildiğim şeylerdi. Dedikleri beni üzmemeliydi. Neydi bu içimdeki yıkılmış kadının hali? Kaç gün olmuştu onlarla tanışalı, bir de beni mi düşünecekti. Karan’ın sevdiği varmış. Ölüm değilse onları ayıran, seven sevdiğinden gider mi?
“Bu dediklerinin benim umurumda olduğunu mu sanıyorsun sen? Sana söyledim. O da söyledi. Biz hiçbir şey değiliz. O beni kurtardı, şimdi de yardımcı oluyor.”
Adını anmak sana nefes almak kadar önemli olan birisinden ‘o’ diye bahsetmek, ölüm olmalıydı.
“Kendini kandırmaya devam et. O sadece birini sevdi, onun yokluğuna bile ihanet etmez. Seni sevmeyecek!”
Öyle bir çığlık atmıştım ki Liva ve Liyan’ın bile sıçradığını görmüştüm. Saçlarımı yolar gibi çekiştirmeye başladığımda kafa derimin neden acımadığını anlayamıyordum. Sakin görüyordum şu an. Kendimi görmesem bile içimde olan sular hırçın değil dingindi. Saçlarımı çekiyordum ama dışarıdan gören biri onlarla oynadığımı düşünebilirdi. Benim ani çıkışmamla masadaki içki şişesi ve bardaklar devrilmiş, birkaçı yere düşüp parçalanmıştı ama buradaki hiçkimsenin umurunda değildi iki bardağın kırılması.
Biri koluma dokundu. Kendimi geri çekip derin nefesler almaya koyuldum. Gelen kişiyi tanımıyordum, tanımak da istemiyordum. Pek tekin görünmeyen kahverengi gözleri olan biriydi. Nefesinden gelen sert alkol kokusunu soluyabiliyordum. Midem kalktı, sadece içki içtiğine de inanmıyordum. Gözlerinin altı mosmordu.
“Korkuttuysam kusura bakmayın,” O görüntüsüne rağmen tam bir beyefendi gibi konuşması beni şaşırttı. “Sadece size yardımcı olmak istemiştim. Çıkmak istediğinizi söylerken kulak misafiri oldum istemeden. İsterseniz yolu gösterebilirim,”
Tereddütte kalır gibi, “Bilemedim şimdi…” dedim çekingen bir şekilde ama bu lanet delikten çıkmayı her şeyden çok istiyordum.
Güven verircesine tebessüm etti. Bu beni rahatsız etmedi. “Merak etmeyin, Liva Hanım da beni tanıyor. İsterseniz ona sorun, sadece bu güzel hanımefendiye yardımcı olmak istiyorum,”
Daha Liva’ya bakamamıştım ama nefret barından sesinden, “Tanıyorum,” diye adamı onayladığını duyabilmiştim. “Bizi rahat bırak. Şurada iki eğleneceğiz, onun da içine ettin zaten!”
Karşımdaki adam boğazını temizleyip ceketinin önünü ilikledi, sanki bana çıkışı gösterecek değilde beni dansa kaldıracakmış gibi. Bu ciddiyeti içime kurt düşürdü. Ya fazla heyecanlı biriydi ya da bu da Liva’nın bir oyunuydu. Gözleriyle aynı renk olan saçlarını eliyle karıştırıp serseri bir hava katarken, diğer koluna girebilmem için hafifçe kırıp havaya kaldırmıştı.
Dürüst oldum. “Gidelim ama koluna girmeyeceğim…”
Yine güldü ama bu daha sesliydi. Teslim olur gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Bizde zorlama yok!”
Etrafı inceledim bir süre. “Nereden gitmem gerek?”
Referans yapar gibi elini uzattı sağ çaprazıma doğru. “Buyurun,”
Gösterdiği yeri inceledim biraz zümrütlerimle ama gösterdiği yer çok ta çıkışa benzemiyordu. Tedirgin hissettim kendimi. Burada olan ve Liva’nın tanıdığı birine ne kadar güvenebilirdim ki? Beni sürpriz diyerek yem etmeye balıkların arasına getiren biri, bir adamla ölüme de gönderir di bence.
“Orada bir çıkış olduğuna emin misin?”
Duraksadı. “Neden sordunuz? Bir sıkıntı mı var?”
Sadece bilmediğim kelimelerden oluşan bir yazı ve uzun, bir sürü kapının olduğu bir koridor vardı gördüğüm üzere. Evet kapı mevcuttu beni götürmek istediği yerde ama bir çıkış kapısı da göremiyordum ben orada, olduğundan da pek emin değildim. Çok karanlıktı ayrıca orası. Ben karanlıktan korkardım.
“Orada bir çıkış kapısı olup olmadığından emin değilim,”
“Dürüst olduğunuz için teşekkür ederim ama kapı var. Sadece ötede ve buranın devamlı müşterileri bilir orayı, böyle düşünmeniz normal,”
Dediklerine inanmıştım. Umarım bu bir salaklık değildir ama güveniyordum ona. İlk başta evet kötü biri gibi görünüyordu ama konuşma tarzı ve bana olan tavrı, kararlarıma karşı olan saygısı bilmem kaç dakikada ona güvenmemi sağlamıştı. Açıklaması beni tam tatmin etmemişti ama yine de mantıklıydı. Burada kimseye güvenmek istemediğim tarafımdan dolayı böyle düşünüyordum bence.
Kafamı sallarken, “Adın nedir?” diye sordum ve bir adım attım gösterdiği yere doğru. O da benimle aynı anda bir harakette bulunmuştu.
İsmim buydu. Evet fakat ne zamandan beri bu ismi üzerime sadece yük ediyordum bilmiyordum. Adım bile yabancıydı sanki bana. O bile yalnız bırakmıştı beni. Belki tekrar adıma ait hissettiğim gün iyileşmiş olurdum.
“Sizin isminiz biraz değişik geldi bana…”
Güldü bu kadar patavatsız olmama. “Nedenini öğrenebilir miyim?”
“Bilmem ki. Korin diye isim hiç duymamıştım. Lorin diye duymuştum ama bunu hiç duymamıştım. Tumar da çok değişik mesela. Ona bunu hiç söylemedim ama tuhaf…”
Kendinden emin halleri sekteye uğrar gibi oldu ve yavaşladı fakat hemen düzeltti kendini devam etti. Şu an gösterdiği yere bayağı bir yaklaşmıştık. Neredeyse geldik sayılırdı.
“Tumar Bey’i nereden tanıyorsunuz?”
Heyecanla ona döndüm. “Tumar’ı tanıyor musun?” Emindim ki Tumar bana yardım ederdi. O iki ruhu ölmüş kardeştense en azından canlı birine kendimi emanet edebilirdim. “Numarası varsa arayabilir misin? Rica ediyorum, lütfen!”
İki yana salladı başını. Hayal kırıklığına uğradım ama bunu ona belli etmedim. Duygularımı saklamak konusunda aşırı iyiydim. Ben istemediğim sürece kimse benim ne düşündüğümü, ne hissettiğimi bilemez, anlayamazdı.
“Üzgünüm, sadece birkaç kere yüz yüze geldik. Onun haricinde çok tanıdığım söylenemez. Siz nereden tanışıyorsunuz?”
“Çok uzun hikaye. Birgün başka bir yerde karşılaşırsak anlatırım belki,”
Omuzları düştü. “Bir daha buraya geldiğinizde_”
Cümlesini tamamlayamadan ben girdim araya. “Bir daha buraya asla gelmeyeceğim!”
“Buradan bu kadar nefret ediyorsanız, neden geldiniz?”
“Bu arkadaş Liva Hanım mı oluyor?”
“Liva Hanım’ı tanıyorsanız, Karan Bey’i de tanıyorsunuzdur o zaman…”
Sanki soru sormuyordu da kendi kendine konuşuyor, ağzının içerisinde bir şeyler geveliyordu. Olabileceklerden bahsediyor ve bunlarla ilgili fikirler yürütüyordu. Kendisi bir şey söylüyor ve yine kendi cevabıyla kendiyle çelişiyordu. Garip davranıyordu ve bu benim canımı sıkmakla kalmıyor tedirgin hissetmeme sebep oluyordu.
Olduğum yerde dikilmeye başlayıp kollarımı bağladım göğsümde. “Süper olan nedir?”
“Süper mi?” diye sordu bana garip garip bakarken. Bakışları alnıma kayarken sanki aklımdan şüphe eder bir hali vardı. “Süper bir şey mi varmış?”
O şaşırdı ben daha çok şaşırdım. “Evet, süper dedin!”
“Ben öyle bir şey demedim… Siz iyi misiniz?’
Biri aklıma biraz daha mukayyet olmazsa delirecektim. Serkan’la olan konuşmalarımız bir bir aklımda film şeridi gibi oynarken, anılarımın tekrar edip durması nabzımın derimi yırtıp atacakmışçasına hızlı atmasına sebep oldu.
‘Kapı mı?’ diye soruyordu Serkan. ‘Ne kapısı?’
Elimi alnıma koyup zihnimi düzelteceğine inanarak ovuşturmaya başladım. “Sanırım iyiyim,” Uzun bordo tırnaklarım alnımdaki deriyi kaldırdığını hissediyordum. “Sen ne demiştin ben seni yanlış anlamadan önce?”
“Bir şey dememiştim. Bir soru sormuştum yalnızca,”
“Karan Bey’le nasıl tanıştığınızı sormuştum…”
“Sana ne ya benim kiminle nasıl tanıştığımdan!” Böyle sert bir tepki beklemeyen Korin gerilmeye başlamıştı. Alnındaki ıslaklığa bakılırsa terliyor olmalıydı. “Tumar, Liva, şimdi de Karan… Ne oluyoruz çok pardon?” Güldüm alayla. “Beni çıkışı göstermek için mi çağardın, ağzımdan laf almak için mi?”
“Üzgünüm, Dalya Hanım,” Bunu söylerken öyle samimiydi ki ona inanmak isteyen tarafım baskın geliyordu. “Amacım size bunu düşündürmek değildi. Sadece gidene kadar konuşmak istemiştim sizinle ama siz sanırım beni yanlış anladınız. Sizi gerçekten çıkışa getirecektim,” Bir kapıyı işaret etti. “Ki getirdim de, çıkış orası.”
Açıklamasıyla ilgili tek kelime bile etmedim, kime güvenip kime güvenmeme konusunda henüz emin değildim, bu konusa başarılı olduğumda söylenemezdi zaten.
“Kapıya kadar eşlik etmeyecek misin?”
“Size istediğinizi verdim, artık durmamın bir anlamı yok. Siz gidin. Sanırım ben biraz kumar oynayacağım,”
Onun kumarbaz biri olduğunu ilk baştan anlamıştım ve tekrar yerine gidecek olmasını da yadırgamamıştım, aksine beni rahat, kendi halime bırakmış olması rahatlamama sebep olmuştu.
Göğsünü gere gere konuşmuştu kendinden çok eminmiş gibi. “Şanstan yana yüzüm güler de denilebilir tabii,”
Cılız bir tebessüm ettim. “Öyle dedim say. Teşekkürler bıraktığın için,”
Ona arkamı dönüp ilerlerken ardımda bıraktığım adamın şahin bakışlarının odağında olduğumu hissedebiliyordum. Ben yürüdükçe kararan etraf da cabasıydı. Tüylerim diken diken olmuştu ve ayağımdaki topuklu ayakkabıların tıkırtıları da her attığım adımda boş koridorda tok bir ses çıkarıyor, bedenimi ürpertiyordu. Bu kadar büyük ve ağzına kadar dolu olan bu mekanın da sadece burasının boş olması da bana hala mantıklı gelmiyordu.
Korin’in dediği kapının tam karşısında öylece dikilerken içimden bir ses bunun bir hata olduğunu haykırıyordu bana. Fakat ben burada ne gibi bir hata olduğunu anlayamıyordum. Umarım bu bir hataysa bile hatalarımdan ders çıkaracak kadar zamanım olurdu.
Kulbu tuttum ve sanki o dakikada zaman durdu. Kısa, düz ve siyah saçlarım geriye doğru savruldu. Sessizliğiyle aciz olduğunu kanıtlamış olan kadın, çığlıklarıyla birinin sonunu buldu. Gözlerimin önüne küçük bir kız çocuğu geldi, aynı bana benziyordu ama o bir erkek çocuğuydu.
Bir çocuğa oyuncak mı versek daha iyi olurdu yoksa gelecek için bir kılavuz mu?
Beni en çok sevdiklerimin nefreti öldürüyordu.
Bir adım. İki adım. Geriye gitmeye zaman var mıydı? Bir adım. İki adım. Elim kolum bağlı, boğazım yaralıydı. Bir ileri. İki geriyse ileriye gitmenin bir anlamı mı vardı?
Kapı ardına kadar açıldı. İçerisi karanlıktı. Bir adım attım. Sanki boşluğa bırakmıştım kendimi, öylesine bir sarsılış yaşadım. Elim ışığı buldu, sanki yerini her şeyden çok iyi biliyor muşum gibi. Karanlık beni aydınlığa kadar bile saklamadı. Işıklar açıldı, ardımdaki kapı bir anda kapandı, geriye dönüp baktım ve tanımadığım iki çift yüzle karşılaştım. Önümü döndüm, daha onlarcası…
Bir masa vardı. Etrafında toplanmış beş kişi vardı. Masanın üzerinde kartlar, kartların hakimi olduğunu düşündüğüm adamların yüzünde iğrenç bir sırıtış vardı.
Biri ayağa kalktı. Etrafımdaki korumaların silahları bana doğru hücum aldı. Esmer adam ağır bir şekilde yürüdü ve tam önümde durdu. Siyah rugan ayakkabılarıyla topuklularımın sivri burunlarını birbirlerine değecek kadar yaklaştı bana. Zengin kokusu burnumu doldurdu ama onun amacı başka gibi bakıyordu.
“Hoşgeldiniz,” dedi ve ben o an ilk defa onun kalın sesini duydum.
Tüm damarları tıkanan, ölmüş hasta bir kadın gibi kalakalmıştım ama her şeyden çok merak ediyordum onun kim olduğunu. Ne şaşkındım ne de sesimi çıkarmıştım. İçimdeki o hırçın kadının sesine her zamankinden ihtiyacım vardı.
Kafasındaki şapkasını çıkardı ve bana doğru uzattı. Almadım.
“Bir çıkış aradığını duydum ama burada çıkabileceğin tek şey birinin kucağı olur. Dışarısı değil.”
Korin yalan söylemişti. Birinin bana durduk yere yardımcı olmayacağını anlamam gerekirdi. Kalbim kırıldı ve yüzümde buruk bir gülümseme oluştu.
Ona biraz da ben yaklaştım, bu cüretkarlığım onu güldürdü.
“Böyle bir şey asla olmayacak!” diye fısıldadım kulağına doğru.
Kendinden emindi. “Olmasını sağlarım,”
“Neyle sağlayacaksın?” Küçümsercesine baktım ona. “Şu sikik bir kaç korumaya mı güveniyorsun?”
Bunu dememle yanağımda bir sızı hissetmem bir oldu. Kafam sağ tarafıma doğru düşerken dudağımdan sızan kanı hissediyordum. Elini bir anda saçlarıma dolayıp kafamı geriye doğru çektiğinde dudaklarım aralandı ve küçük bir nefesi dışarıya bıraktım. Tokadın etkisiyle gözlerimin önünü kaplayan saçlarım artık geriye yatırdığım kafam yüzünden arkamdaydı.
Dudaklarıma baktı ve dudaklarını yaladı iç çekerken. “O pis ağzını terbiye etmek bir zevk olacak benim için,”
Dudaklarım titrerken bir cevap vermemem onu keyiflendirmişti. Beni bir anda çektiği gibi ileriye doğru ittirdi ve ben koca odada sadece tek eşya olan masanın üzerine doğru savruldum. Kendimi korumak amaçlı ellerimi önüme getirdiğimde masaya çarpma hızımı durdurabilmiştim ama tam karnıma batan masanın köşesine karşı bir önlemim yoktu. Başımı öne eğip acıyla inledim ve uzun parmaklarımı karnımı vurduğum yere doğru bastırdım.
Adını öğrenemediğim esmer adamın hızlıca kendi yerine oturduğunu kaşla göz arasında görebilmiştim ama bu heyecan neyeydi anlayamıyordum. Ben neden buradaydım ve bana ne yapacaklardı? Masada neden bu kadar çok kart vardı?
“Hadi!” dedi sol tarafımda olan sarışın dayanamıyormuş gibi.
“Ben bu kızı istiyorum abi!” dedi başka biri.
Esmer adam, “Yalnızca bir el oynuyoruz beyler,” dedi açıklama yapar gibi. “Kazanan kızı alır!”
Bir dakika… Ne demişti o? Umarım şizofrenimdir de yanlış duymuşumdur. Umarım kafamdan senaryolar kuruyorumdur da bunu dememiştir. Umarım ben yanlış anlamışımdır ve yalnızca beni öldüreceklerdir.
Bir anda duyduğum Korin’in sesi beni yerime sabitlerken, “İyi şanslar beyler!” diyerek araya girmesi beni kırdı. Şans. “Şanslı olan kazansın ama son dakika oyuna biri daha katılmaya karar vermiş. Onu beklemelisiniz,”
Esmer, “Sikerim lan böyle işi!” dedi kabaca. “Kimse o pezevenk söyle gelmesin. Kimseyi bekleyemeyiz!”
“Üzgünüm efendim. Özellikle onun gelmesi gerekli oyunu başlatabilmem için,”
Celallendi hemen kabadayı gibi. “Kim lan o? Söyle de alalım bir ifadesini!”
“Geldi, efendim. Kendisine sorun,”
Gelen kişiyi o kadar çok merak ediyordum ki diğer herkes gibi açılan kapıya çevirdim başımı ben de, ne kadar ağrıdığını umursamadan. Kapı ağır bir çekimseymiş gibi açıldı ve o girmeden içeriye giren soğuk kokunun sahibini tanıyor olmak belki de günler içinde uğradığım en büyük dehşet ve kırıklığını uğrattı bana.
Kalbim öylesine hızlı ve sert attı ki kalp krizi mi geçiriyorum zannettim ve derin nefesler almaya başladım. Hepsi bir rüya olmalıydı bunların. Bunların hepsi bir masal olmalıydı. Ben Rigel olurdum, biri beni bu masaldan kurtarsın.
Gözlerimi açtım ve bana asla bakışlarını değdirmeyen Karan’ı görüp kapattım. Bu saatten sonra olan hiçbir şey beni hareket ettiremezdi. Bir damla gözyaşı aktı yeşil gözlerimden. Onlar da bana ihanet eden bir düşmandı artık.
Karan kimseyi sevmeyecek… Aynı. Beni. Sevmediği. Gibi.
Onun hiçkimseye benzemeyen acımasız ses tonundan duydum sonra benim sonum olacak kelimeleri. O bir bıçak oldu kesti, bir yara oldu kanadı, bir düşman oldu ve kandırdı. Ona kızmıyorum ama ben, ona inanan kendime kızıyorum.
Karan, “Yalnızca bir el oynuyoruz beyler!” dedi aynı demin esmer adamın dediği gibi. “İlk kazanan oyunu alır!”
Kalbime saplı olan o bıçak sen miydin?
Fısıldadım ama o beni duydu. “Zaten birini sevmek için o kalbin fazla karanlıktı…” Duyduğunu biliyordum. “Eminim o da senin karanlığına olan nefretinden bırakıp gitti seni.”
Yapayalnız Karan. Hep yapayalnız kalacak olan Karan.
Karan bana sahip olabilmek için kumar mı oynayacaktı?
Adem elmasının oynamasıyla anladım yutkunduğunu. Evet, yutkunmuştu sanki pişman olmuş gibi. Sanki aklımdan geçenleri benden iyi biliyormuş gibi. Acıttığını biliyordum, acısın diye söylemiştim. Eğer elimde olsa kalbime bunu nasıl yaparsın diyerek kalbine sapladığım bir bıçağı ağır ağır çevirip durabilirdim.
Sustum ama atabilsem en büyük çığlığı o an atardım.
Herkeste olan bıçağın keskin tarafını kullanmamayı tercih ediyorum diye beni masum sanan herkes bedelini ödeyecek.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |