29. Bölüm

28.Bölüm:Gelinin ilanı

Büşra
berfinatman

Yaptığım hatanın farkındayım. Neden yaptığımı asla bilmiyordum. Tek bildiğim şey, beynimin karar verip dilimin itaat etmesiydi. Ortamda büyük bir sessizlik hakimdi; herkesin bakışları benden sıyrılıp Baran’a dönmüştü. Baran yavaşça elindeki çay bardağını sedire bıraktı ve ağır hareketlerle ayağa kalktı. Bir açıklama yapacaktı; herkes bunun farkındaydı ama ne diyeceğini kimse bilmiyordu.

 

Yengem korkuyla bana baktı, “Ne yaptın?” der gibiydi. Biliyordum, yaptığım hataydı ama abimin ötekileştirildiği bu ortamda Baran'ın yüceltilmesine dayanamamıştım.

 

Babam bana seslendi:

“Bu da ne demek oluyor? Ne kavgası bu, doğru mu, Baran?” Baran derin bir nefes aldı, babamın gözlerine baktı: “Doğru,” dedi, “ama sebebini sormayın, çünkü söyleyemem.”

 

“Ne demek söyleyemem? Ortada bir kavga var ve sen sebebini söyleyemiyorsun, öyle mi?” diye hiddetle bağırdı babam.

 

“Oğlanı boşuna susturmuşuz, meğer bir bildiği varmış da bağırıyormuş,” diye araya girdi dedem.

 

“Biz de Malik’in Ferhat öfkesinden dolayı sana bu kadar çıkışıyor diye düşünmüştük. Meğer oğlumu dövmüşsün. Ben bunu bilmeden seni onunla aynı ortama soktum. Nasıl yaptın bunu? Neyi paylaşamadınız, neyin meselesi bu, hâlâ daha çözemediniz? Nasıl yaptın, Baran? Oğlumu nasıl dövdün? Hiç mi acımadın? Biz sana evimizi açtık, evladımız bildik, düşmanlığı bir kenara attık. Bu yaptığın sana yakıştı mı?”

 

Yengem korkuyla olanları izliyordu. Ortaya atılmak isteyen bir yanı vardı, bunu görebiliyordum ama ne yapacağını, nasıl dile getireceğini o da bilmiyordu. Ellerini ovuşturuyor, konuşulanları sessizce izliyordu ama gözlerinde büyük bir haykırış vardı.

 

Baran bir adım öne çıktı: “Hepiniz haklısınız, dışarıdan ben suçlu, Malik haklı görünüyor. Çünkü yüzümde bir tane bile darbe izi yok. Malik bana bir tane bile vurmadı. Ama şimdi size bunun sebebini açıklayamam, nedenini de sormayın. Günü geldiğinde hepiniz öğreneceksiniz ve o gün geldiğinde bana hepiniz hak vereceksiniz. Ama hak verdiğiniz gün iş işten geçmiş olacak.” Annem’e döndü, birden yeniden konuştu: “Bana evinizi açtınız, Allah razı olsun. Ama şunu bilin ki benim Malik’le kavgam düşmanlıktan sebep değil. O sebebini çok iyi biliyor, benden değil Ondan duymanız daha iyi. Benden duyarsanız sonu iyi bitmez. Size diyeceklerim şimdilik bu.” Babama döndü:

“Ne olduğunu bana sormayın, oğlunuza sorun. Tabii, açıklayabilirse.”

 

“Mevzu ne, ne sen söyleyemiyorsun ne Malik söyleyebiliyor. Düşmanlık değilse ne olabilir? Tarla desen mevzunuz değil, arsa desen mülkünüz değil, sevda desen muhatabınız değil. Niye o zaman mevzu ne?” diye bağırdı babam.

 

“Size diyeceğimi dedim ama tek bilmen gereken şey mevzu düşmanlık değil. Oğluna sor. Açıklayamazsa o zaman gel ben sana açıklarım ama olacaklardan ben sorumlu olmam. Bunu bilin. Size saygım var ve buna zarar gelmesini istemem. Bunu bilin yeter.”

 

Bakışları bana döndü; öfke ile karışık ama bir yandan sevgi barındıran bir bakıştı bu. Sonra herkese döndü, “Hayırlı akşamlar,” deyip kapıya yöneldi. Yanımdan sıyrılıp geçti. Kapanan kapının gürültüsüyle bu kez bakışlar tekrar bana yöneldi.

 

“Ne zaman oldu bu kavga? Niye bize söylemedin? Niye saklıyorsun? Niye kendi başınıza iş yapıyorsunuz? Ne bu kendini bilmezlik? Ya size bir şey olsaydı, ya sana ya Baran’a, Malik’e zarar gelseydi? O zaman ne yapacaktın? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Kendi başınıza iş yapıyorsunuz. İş işten geçince mi söyleyecektiniz?Sadece bu kadarıyla kalmasaydı, o zaman ne olacaktı? Yetti artık, bu kendinizi başınıza iş yapmanız! Bu bir şeyler saklamandan çok sıkıldım Berfin! Bilesin bu sana ilk ve son ikazım olsun. Tekrarını asla kabul etmem, bunu bil.” Babam sinirli bağırıp merdivene yöneldi ama bir yandan da söyleniyordu:

“Bir daha kendi başınıza iş yapmayın!”

 

Ben üzgün gözlerle bakarken dedemin sinirli gözlerine denk geldim. Tam ağzını açıp bir şey diyecekken nenem koluyla dürttü: “Sen karışma Hacı, babasıyla kendi arasında.”

 

Dedem sinirle elini silkeleyip, “ona karışma Buna karışma, neye karışacağız Biz? al karışmadık, gördün kavga edip duruyorlar. Kim tutabiliyor bunları, iki tane it birbirine girmiş. Aha, kimsenin haberi bile yok. Gel de karışma.”

 

“Karışma, Hacı dedim, karışma. Az tut şu dilini. Sen karışınca düzelecek mi sanki? Bırak baba, çocuklarla halletsin. Bırak Sadık oğluyla, kızıyla kendi halletsin meselesini. Her şeye karışma. Sen karışınca bir şeyin düzeldiği yok, zaten daha da bozuyorsun.”

 

“Pehh pehh, daha da bozuyormuşum. Ne haliniz varsa görün, daha da bir şey karışmıyorum, burnunuz boktan çıkmasın!”

 

Dedem bastonunu yere vura vura evine doğru geçti. Nenem de arkasından söylene söylene onu takip etti. Yengem ve annem kaldı. Sadece annem üzgün gözlerle merdivenlere bakıyordu. Abimle babam kavga eder diye korkuyla duruyordu. Farkındaydım o an, keşke söylemeseydim diye içimden geçirdim ama abime olan bu ötekileştirmeleri canımı çok sıkmıştı.

 

Annem üzgün sesiyle konuştu: “Ben biliyordum bir sorunu var ama inatçı, söylemezdi ki. Hali hâl değildi, iki kelime etmiyordu? Ben biliyordum. İnsan evladını bilmez mi? Biliyordum ama işte yapacak bir şeyim yoktu.Malik derdim, ‘Yemek yedin mi?’

‘Yedim.’ ‘Derdin mi var'‘Derdim yok.’ Derdini anlatmazdı, açım tokum demezdi.” Bugün sordum:

“Oğlum ne oldu?” dedim “Bir şey yok.” Ana derdi... Oh oh... Keşke biraz daha soraydım, belki inat etseydim, o da söylemek zorunda kalırdı." Bana döndü: “Demek günlerdir yemek yemiyor ha? Ah ah.” elini dizine vurdu. "Ben de anayım da bunu anlamadım, anayım da, oğlum aç yatmış günlerdir, ben bilmemişim."

 

Yengem bana suçlayıcı bakışlar atıp annemin yanına oturdu, koluyla sardı. “Ana, nereden bilebilirdin? Malik kimseye anlatmıyor ki derdini. Bak sen kendi ağzınla söyledin, söylemiyor. Bilemezsin ki yanımızda normal davranıyordu. Sait ile uyuyor, seninle konuşuyordu. Bilemezdik ama...” yengemde durumu kurtarmaya çalışıyordu. “Ama şimdiki gençlerin hepsi böyle, dert anlatmazlar ki. Sen niye kendini suçluyorsun? Senin gibi ana nerede var? Senin gibi ana bulunur mu hiç? Sakın kendini suçlama. Demek ki bir çıkmaza girmiş, ne yapacağını bilememiş. Eğer böyle olmasaydı gelip sana anlatmaz mıydı"

 

Üzüntüyle omuzlarımı düşürüp sedire oturdum.

“Ah şu dilime bir sahip çıkamadım.”

 

Annem şimdi kendini suçluyordu, babam çocukları ondan bir şey saklıyor diye kendini suçluyordu. Yengem kardeşi suçlandı diye üzgündü. Baran bütün suçlamaların hedefi olmuştu.

 

“İyi halt ettin Berfin, iyi halt ettin.”

 

✨️

 

Sabah namazıyla beraber herkes hazırlanmıştı. Bugün, Sait’in sünnet düğünü vardı. Gözümü açar açmaz annem bana avluyu yıkatmıştı. Yengem Gülistan abla ve annem mutfaktayken, Beritan üst katları süpürüyordu. Elimde süpürgeyle avluyu yıkarken, Sait köftenin tasmasını söktü ve köpek etrafımda koşmaya başladı. “Alın bakalım size!” deyip hortumu havaya tuttum. Sait’in çığlığıyla köpeğin havlaması birbirine karışmıştı. Ben de kahkahalarla onlara eşlik ediyordum. Ta ki annemin sesini duyana kadar:

“Berfin! Oynamanın vakti mi? Çabuk işini bitir!” Oflayarak hortumu indirdim. “Ya ama hala oynuyorduk.”

 

“Napalım, emir büyük yerden.” Eğilip köpeğin başını sevdim. “Başka sefere oynarız, oğlum, olur mu?” Eğilip kafasını öptüm.

 

“O iti elleme kız! Yemek yapacağız, yemek!” diye çırpındı annem.

 

“Off, tamam!”

 

“Of deme bana!”

 

“Hadi Sait, hadi halam, sen köfteyi bağla, sonra odana çık. Ben burayı bitirince gelip seni yıkarım, tamam mı?”

 

“Tamam,” dedi ama yüzü asılmıştı. Düşük omuzlarla köpek kulübesine doğru gitti.

 

Tüm işler bitmiş, yemekler kazanlarda pişmiş, ev halkı hazırlanıyordu. Aynada son kez kendime bakıyordum.

“Kız Berfin!” Yengem telaşla odaya girdi. “Bu makyaj çok olmuş, az sil şunu.” Yaptığım makyajı abartılı bulmuştu.

 

“Yenge, ne var? Çok güzel oldun işte.”

 

“Kız, dul kadınım ben, millet laf eder.” Tekrar yanıma gelip aynadan kendisine baktı. “Yok anam yok. Ayıptır, kocası yok, kime süsleniyor derler. Hadi az sil şunu, ben beceremem.”

 

“Yenge, o nasıl laf ya! Allah aşkına, sen kendine bunu yakıştırsan millet neler neler yakıştırır. Allah için ne var makyajında? Oğlunun sünnet düğünü, tabii ki süsleneceksin, nolur yapma şunu ya.”

 

Tekrar aynaya baktı. “Yok babamgil de kızar, bu çok olmuş.” Çok olmuş dediği makyaj, bizim üniversitede yaptığımız günlük makyajdı halbuki. “Ya kızmaz babamgil, niye kızsın?” diye çıkıştım.

 

“Neye dövüşüyorsunuz gene, ne oldu?” diye annem odaya girdi. Beyaz gold şeritleri olan bir kaftan giymişti, başına beyaz melesini takmıştı.

“Anne, şu yengeme bir şey de, makyajı çok oldu diyip duruyor. Babamgil kızarmış, millet laf edermiş diyor. Bak nasıl güzel oldu.”

 

Annem yengeme baktı, baştan aşağı süzdü. Yeşil kaftan ve başında beyaz melesi vardı. “Ceylanım, güzel gelinim, neyine kızacak baban? Bak nasıl güzel olmuşsun. Sen içini serin tut. Düğün günü elbet süsleneceksin, olur mu öyle şey?”

 

“Doğru diyor da ana, ne bilim, ayıp olmaz mı?” tereddüt yaşıyordu.

 

“Neyine ayıp olacakmış? Ne var da ayıp diyeceğimiz? Hele söyle bakayım. Hıh, sen bugün hiçbir şeyi dert etmeyesin, emi kızım.” Elini yengemin çenesine koydu. Yengem gülümsedi. “Heh, şöyle gül bakayım. Şimdi şunları da taktın mı tam olacak.”

 

Elindeki poşetten kutuları tek tek çıkarıp yatağımın üstüne koydu. Yengemin altınlarıydı bunlar.

“Ana, ne ediyorsun sen? Bir de altın mı takacağım? Elalemin dilinden nasıl kurtulurum?” Yengem kaygılı bakışlarla anneme baktı. “Neye düşeceksin dillere, heh de bakayım. Senin alnın ak kızım, neyine utanıyorsun sen ha.”

 

“Yapma ana, demeyecekler mi; ‘Baba evinden kaçtı, kocası öldü, dul kaldı, altın taktırdı’ diye. Sen benden iyi biliyorsun.”

 

Annem elini beline koydu. “Bana bak kız. Benim senden çok gördüğüm var bu hayatta. Sen kendini niye bir şeye layık görmüyorsun ha? Bugün takmayacaksan ne zaman takacaksın? De bakayım sen. Sen kendini layık görmesen altına millet hiç görmez. Sen bu eve kaçarak geldin, doğru. Ama sen kocana iyi bir eş, evladına iyi bir ana, bize hayırlı bir evlat oldun. De bak şimdi kim en çok bu altınları hak ediyor? Elalemin lafına düşersek, aha bu düğünü de edemeyiz. ‘Oğulları öldü, çalgıcı tuttu’ derler, bu millet derler, kızım derler. Kimseye bakmayacaksın, senin alnın ak, onlar utansın, onlar sıkılsın sen değil. Şimdi tak altınlarını, Atmanların gelini nasıl olunurmuş millete göster.”

 

Yengem bana baktı, destek almak için. Gülüp kafamı salladım. “Hadi yenge.”

 

Yengem yatağa doğru gidip kutulara yöneldi. Boynuna frenk bağı, zincir taktı. İki koluna da kelepçesini taktı. En sonda altın kemerini taktı. “Hıh, şöyle bak nasıl güzel oldu.”

 

Yengem uzun zamandır takmıyordu altınlarını, garip gelmiş gibi bakınıyordu. Ben de aynanın önünden kendi altın rengi kemerime uzandım. “Eh, napalım biz de sahtesiyle idare edelim,” deyip kemeri taktım.

“Eşek sıpası,” diye güldü annem. “Evlen de alsınlar gerçeğini, çok istiyorsan.”

 

“Aman yok yok ben böyle iyiyim.” Sonra başıma saç tokamı taktım. Etrafımı döndüm. “Nasıl oldum?”

 

“Eh valla güzel oldu. İnşallah nazar değmez. Anam zayıf da bir şey, inşallah gözleri kalmaz evladımda, Allah’ım sen koru. Hele gel size ben bir okuyup üfleyeyim.” Annem bize okuyunca yüzümüze doğru üfledi. “Allah’ım sen nazardan koru.”

 

Birden davul ve zurna sesi duyuldu.

“Aa, başladılar!” dedim.

 

“Anam, aşağı in de bir bak bakalım gudubet halan ne giymiş?” dedi annem memnuyetsizce.

 

“Ne giymiş?” Yengem kutuları kaldırırken ben de ayakkabımı giyiyordum. “Babanın bana alacağı kaftan vardı ya, gitmiş aynısını almış. Ah, hasetten ölecek.”

 

Yengemle birbirimize bakıp güldük.

“Gülün siz gülün.” Bir yandan da kaftanını düzeltiyordu. “Hiih, anne mendiller nerede?” Kaftanının kemerine sıkıştırdığı mendilleri çıkardı.

“Al bak, hadi hadi, inin, aha misafirler geliyordur.”

 

Odadan çıkınca terastan aşağı baktık. Kuzenlerimin davul zurna eşliğinde oynadığını gördüm. “Gudubet karı illa giymiş,” annemin sesiyle halama baktım, suratsızca oturuyordu köşede. Sonra köşede gülerek oynayanları izleyen Beritan’ı gördüm. Bir tek o kaftan giymemişti. “Anne,” dedim, Beritan’ı işaret ederek,

“Benim en son aldığım pembe kaftanı Beritan giyer mi acaba? Ha?”

 

“Essah mı kızım, benim de aklımda geçti, dedim bekar kız güzel giyinsin ama sen dövüşürsün benle diye elleşmedim. Essah giysin mi? Hayır edersin ha.”

 

“Anne, abartma istersen ya. Tabii giysin, ne diyeceğim ben sanki, kemerimde var, onu da taksın.”

 

“Helâl, dur bakalım görecek mi?” Elini salladı. Beritan kafasını kaldırıp baktı. Eliyle ‘gel’ işareti yaptı. Beritan koşarak merdiveni tırmandı. Annem koluna girip benim odama çekiştirdi.

 

“Maşallah maşallah, damat olur inşallah!” nidaları yükseldi.

 

Kapıdan, abimin omzunda sünnet kıyafetiyle Sait girdi. Babam, dedem, amcalarım, hepsi yanlarındaydı. Tıraş olmuştu. Davulcu babamların önüne gelip davul çaldı, babam cebinden para çıkarıp verdi. Sonra kapıdan, ay gibi ihtişamıyla ve yakışıklılığıyla Baran girdi.

 

O an içimden bir şey koptu sanki. Kalabalığın arasında süzülüp yürüyüşünü izlerken nefesimi tuttum, gözlerimi kaçırmak istedim ama yapamadım. Gözlerim ona takıldı, kalbim darmadağın oldu. Bir tek bana bakmıyordu, belki de hiçbirimize... Ama ben sadece onu izliyordum.

 

Omuzlarının duruşu, yürürken hafifçe savrulan ceketi, yüzündeki o tanıdık ama ulaşılmaz ifade… İçimde, adını koyamadığım bir sıcaklık yayılmaya başladı. Seslenmek, dokunmak, yaklaşıp kalbimi olduğu gibi önüne koymak istedim. Ama olduğum yerde kalakaldım. Yalnızca uzaktan baktım ona. Çünkü bazı aşklar, adım atmadan da yakar insanı.

 

Sonra Baran’ın o keskin gözleri varlığımı fark etti. Bir anlığına bakışlarımız çarpıştı. O kara gözlerde bir destan yazıldı sanki—sessiz ama yankısı içime işleyen bir hikâye gibi. Zaman orada durdu, herkes silindi. Sadece ben ve o kaldık o anın içinde. Gözlerini benden ayırmadı; ne bir tebessüm, ne de bir söz… Ama bakışıyla içimi delip geçti. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi, ellerim titredi. Sanki içimde sakladığım her şey, o gözlerin karanlığında bir bir açığa çıktı.

 

Uzakta durmuş, sadece izliyordum onu. Ama o tek bakışıyla, beni en derin yerimden okudu. Sustu, ama ben duydum. Kalbinde bana ait bir kıpırtı vardı… ve ben ilk kez o gün, suskun bir bakışla sevildiğimi hissettim.

 

Kıyafetimin içinde beni baştan aşağı süzdüğünü, beğendiğini o yakıcı gözlerinden anladım. Bakışı tenime dokundu sanki, içim ürperdi. Utandım belki ama kaçmadım; çünkü o an, bakışlarında kendimi ilk kez bu kadar güzel hissettim. Gözlerinde hayranlık vardı—öyle alelade bir beğeni değil, derin, sahiplenici bir hayranlık. Sanki beni ezberliyordu; saçlarımın düşüşünü, duruşumu, nefes alışımı… Beni tüm karmaşıklığımla seyre dalmıştı.

 

O an, zamanın dışında bir yerdeydik. O gözlerle beni değil, içimde sakladıklarımı görüyordu. Ve ben, ilk defa birinin beni gerçekten gördüğünü hissettim. Sessizdi ama bakışlarıyla “sen” diyordu—olduğun gibi, saklanmadan, eksilmeden.

 

Bakışmamızı abimin ıslık çalması böldü. Eliyle bana gel diyordu. Davul bir an bile durmadı. Yengem kolumdan tuttu. “Sen önden in, ben seni takip ederim.” Altınları var diye utanıyordu.

 

Kafamı sallayıp merdivenden inmeye başladım. Herkes avluda oynuyordu. Mendilimi sallaya sallaya aşağı indim, yengem de hemen ardımdan geliyordu. Abim Sait’i yere indirip iki elini açıp oynamaya başladı. Ben de karşısına geçip zılgıt çalıp oynadım. Benim zılgıt çekmemle kuzenlerim de eşlik etti, hep beraber oynadık. Ben davul eşliğinde oynarken, kenarda duran Baran’ın bakışlarının ağırlığını iliklerime kadar hissediyordum. O bakış bir gölge gibi üzerimdeydi; ama içimde saklamaya çalıştığım o kıpırtıyı bastıramadım. Yine de oynadım, hem de en içten halimle. Gülücükler saçtım etrafa, neşemle meydanı doldurdum. Sarı saçlarım rüzgârla birlikte savrulurken, aslında her adımımda ona daha çok yaklaşıyor, her dönüşümde biraz daha kendimi ele veriyordum.

 

Ne gözüm Baran’daydı, ne de kalbim başka yerde… Ama bir yanım onun bakışlarının içinden çıkamıyor, orada yakalanmış gibi kalıyordu. Oynuyordum; ama sanki her hareketim, onun için söylenmemiş bir söz, gösterilmemiş bir duyguydu. Ve o, tek kelime etmeden, beni en çok anlayandı.

 

Babam köşede olan yengemi tutup yanımıza yöneltti, alkış tuttu. Yengem utanarak, sıkılarak oynamaya başladı. Sait de annesini ilk defa altınlı ve süslü görünce o da sevinçle oynamaya devam etti. Tam oynarken, kalbim hâlâ Baran’ın bakışlarının ağırlığındayken, babam birden köşede duran onu fark etti. Gülerek yaklaştı, elini Baran’ın koluna attı:

“Ne duruyorsun orada, hadi sen de oyna hadi!” diye bağırarak söylendi. Baran önce bir an duraksadı, sonra bakışları benimkilere değdi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. Babam onun elinden tuttuğu gibi, davulun ritmine karışmamıza vesile oldu.

 

O an dünya sustu. Baran yanıma geldiğinde etraf bulanıklaştı sanki. Kalabalık vardı, ama biz ikimiz yalnızdık. Davul çalıyor, ayaklarımız ritme uysa da kalbimiz başka bir dilde konuşuyordu. Ne ben bir şey söyledim, ne o… ama dokunduğumuz hava bile birbirine karıştı. Babam farkında olmadan suskun bir hikâyeye ilk kelimeyi yazmıştı.

 

Zılgıtlar, ıslıklar birbirine karışmıştı. Malik bile Baran’a tepki vermemişti bu sefer. Oynayışımızı babam durdurdu. “Hadi bakalım, düğün yerine bu kadar yeter, devamı düğün yerinde.”

 

Bu sefer Baran Sait’i omzuna aldı. Hep bir ağızdan söylendi: “Maşallah maşallah, damat da olur inşallah!” Kızların zılgıtı yankılandı.

 

Herkes tek tek araçlara binerken, babam anneme sinirlendi: “Ya saat kaç oldu, hâlâ çıkamadınız Sara! Misafirler geldi, düğün sahibi yok Sara!”

 

“Geldim geldim, patlama!” diye annem de kolunun altına sıkıştırdığı çantayla merdivenlerden iniyordu.

“Yav kaç saattir ne yapıyorsun ha, ne yapıyorsun? Millet geldi, kim karşılayacak şimdi?”

“Napim, iki ayağımı bir pabucu soktunuz. Abiler önden gitti zaten, onlar karşılar milleti. Ne edeyim, herkes bir yandan, yetişemiyorum.”

Merdivenlerden koşa koşa, pembe kaftanıyla Beritan indi. Mutfak kapısını kapatan annesinin yanına gidip kıyafetini gösterdi.

 

“Onlar mı düğün sahibi, biz mi? Hasbinallah, hadi çıkın şu evden artık, hadi!”

 

“Anne!” Malik kapıdan kafasını uzattı. “Altınları aldın mı?”

 

“Aman be! Akıl mı kaldı? Al, koş benim çekmecede!” Anahtarı bana uzattı.

 

“Daha çıkamıyoruz evden, düğün bitti ama biz hâlâ buradayız!”

 

“Eh, Sadık, hele sen git arabaya, geliyor biz, hadi!”

 

“Kaç saat oldu, kaç saat!” Babam sinirle arkasını döndü.

 

“Berfin!” Merdivenleri çıkarken döndüm. “Az benim çoraplarımı getir, o da aynı yerde.”

 

Koşarak merdivenleri çıktım, annemin odasına girdim. Çekmecemin önüne çöküp karıştırdım. İlk önce çorabını bulup ayırdım. Sonra çarşafın altında olan kırmızı kutuyu gördüm. Onu da kaptığım gibi odadan çıkıp kapıyı kilitledim.

 

“Heh, geldin mi? Hadi, kapıyı kilitleyip, gidelim.” Herkes çıkınca elimdeki anahtarla kapıyı kilitleyip arabaya bindim. “Boşuna gidiyoruz, düğün mü kaldı sanki!” Babam hâlâ söyleniyordu.

 

“Ee, yeter artık Sadık! Valla bu gün sabahtan belli belim koptu, sen hâlâ söyleniyorsun, bana da yazık.” Babam ağzında bir şeyler geveleyip sustu. Yengem, ben, abim yan yana oturuyorduk. Babam arabayı sürüyor, annem de babamın yanındaydı.

 

“Sait nerede?” diye yengeme sordum.

 

“Baran aldı.” dedi.

 

Abim beni dirseğiyle dürttü. Sigara içeceğini işaret etti. O sırada babam sigara içiyordu. Birden öksürmeye başladım, art arda öksürürken abim çakmağı çakıp sigarasını yaktı. Babam, sigaradan öksürdüğümü sanıp camı sonuna kadar açtı. Malik hafif kafasını öne eğip sigarasını çekiyordu. Yengemle bu halimize güldük. Sonra düğün meydanına geldik. Bizim araç da dahil, önümüzdeki araçlar korna çalmaya başladı. Araçlardan inince davulcular, babamın önünde çalmaya başladı. Babam cebinden para çıkarıp verdi. Köyün ileri gelenleri babamın gelmesiyle ayağa kalkıp babamı tebrik etmeye geldiler. Bir yandan oynayanlar, bir yandan zılgıt çekenler ve uzun bir selamlaşma kuyruğu vardı.

 

Abim elimden tutup çekiştirdi, ben de yengemi. Meydanın ortasında abim, ben ve yengem halay çekmeye başladık. Abim ikimizin ortasındaydı, halay başında ben vardım. Mutlulukla, sevinçle zılgıt çekip oynuyorduk. Daha sonra ağzında sigarayla babam gelip halay başını benden aldı ve o başa geçti. Kuzenlerimin hepsi etrafımıza doluşup zılgıt çekmeye başladı, etrafımızda oynadılar. Davulcuların hepsi önümüzde diz çökmüş çalmaya devam ettiler. Biraz sonra Memo, benimle babamın arasına girdi ve elimi tutarak oynamaya başladı. Bu durum beni rahatsız etmişti, tüm sevincimi almıştı. Yüzüm istemeden düşse de oynamaya devam ettim. Biz oynarken, omzunda Sait ile Baran belirdi. Gözleri önce etrafı süzdü, sonra bana takıldı. Kalabalığın gürültüsü bir anlığına sustu sanki; müzik, davul sesi, kahkahalar arka planda silindi. Baran’ın bakışlarında hem bir merak hem de belli belirsiz bir öfke vardı.

 

Sait, omzundan inip yanına geçerken Baran adımlarını yavaşlatarak bize doğru ilerledi. İçimdeki huzursuzluk, oyun havasının coşkusunu bastırdı. Dudaklarımda zoraki bir gülümseme, ellerimde ritme uymaya çalışan bir titreme vardı. O an, olacakları tahmin etsem de gözlerimi onunkilerden ayıramadım. Gözleri Memoyla birleşmiş ellerimize kilitlendi, karartısını seçebilmiştim. Bakışları ağır, sanki her hareketimizi tartıyor, anlamaya çalışıyordu. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşmişti; bu, onun sabrının sınırına geldiğinin işaretiydi. Ellerin ısısı avucumda daha da belirginleşti, nefesim hızlandı.

 

O an ne müzik duyuluyordu ne de etraftaki kalabalık... Sadece Baran’ın bakışları ve aramızda giderek artan sessiz gerilim vardı. Bir adım attı, ama bu adım bana kilometrelerce yaklaşmış gibi hissettirdi. Bize doğru geldiğini gören babam, eliyle onu tutup mendili eline tutuşturdu, yanına çekip halaya dahil etti. Baran, çatık kaşlarıyla oynarken etrafa belli etmeden beni uyarıyordu. Daha sonra abime dönüp omzumla dürttüm.

 

“Ortaya çıkalım mı?” Abim elimi tutup havaya kaldırdı, ikimiz ortada oynadık. Bizim üç kişi başladığımız halayın şimdi sonu görünmüyordu. Karşılıklı abimle oynarken kalabalığın arasında sigara içen Serdar’ı gördüm. Oynayarak abime yaklaştım.

 

“Serdar köşede duruyor, git çağır gelsin.” Abim etrafına bakındı. “Hani nerede?”

 

“Bak şurada.” Gözümle işaret ettim. Abim baktı, baktı. “Gidip getireyim şu yavşaklığı.” dedi sırıtarak.

 

Abim uzaklaşırken ben de mendilimi sallaya sallaya oynamaya devam ettim. İsmet amcam birden dibimde belirdi. “Berfin, bavonun tansiyonu çıktı. Evin anahtarı nerede, ilacını alalım.”

 

“Benim çantamda. Sen ilacın yerini biliyor musun? Hangisi olduğunu?”

 

Kulağıma eğildi. “Malikle gidin getirin ilacı o zaman.”

 

“Tamam.” deyip abimin yanına gittim, hızlı adımlarla. Serdar’la köşede konuşuyorlardı.

 

“Malik.” Serdar’a kafamla selam verdim. “Beni eve götürsene, bavonun ilacını alacağım.”

 

“Bir şeyi de unutmayıverin be kızım.”

 

“Ben mi unuttum sanki? Nene almamış yanına, bavonun zaten aklına gelmiyor.”

 

“Ben götürürüm Berfini, sen yemeklerle ilgilen, misafirlere hoş geldin dersin.”

 

Serdar’ın sunduğu teklifle abim elini cebine koyup araba anahtarını çıkardı. “Çabuk gidip gelin.”

 

Serdar kafasıyla arabayı gösterdi. “Hadi.” Arabaya doğru ilerlerken sordum, “Barıştınız mı?”

 

“Kızım, bizde küsme olmaz. Biraz ağız burun girişiriz sonra devam ederiz.”

 

“Kesin öyledir.” Kaftanımın sürünen eteğini elimle topladım. “Küs olmasaydınız, bu kadar uzun olmazdı, ortalıkta yoktun. Baksana misafir gibi gelmişsin düğüne.”

 

“Ne misafiri kızım, ben ev sahibiyim.”

 

“Hiç öyle görünmüyorsun, kusura bakma.” dedim.

 

“Sen başkasının meselesiyle bu kadar ilgilenme Berfin, sonra millet de senin meselene dahil olur.” Durup gözlerime baktı. “Tadımız kaçmasın.” Sokağın köşesinde olan arabayı uzaktan açtı. “Bir şey dedim sanki. Ee, sen şimdi hem abimle hem Baran’la görüşecek misin? Malik bunu kabul etti mi?”

 

Arabanın kapısını açıp bana baktı. “Ne dedim ben sana, kendi işine baksana kızım.”

 

“Yahu merak ettim, sordum. Malik kabul etti mi Baran’la görüşmene?” Kapıyı açıp bindim. O soruma cevap vermedi ama başkası cevapladı. Arka kapı birden açıldı.

 

“Hayır kabul etmedi.”

 

Arkamı döndüm, koca cüssesini koltuğa atan Baran’ı gördüm. Şaşkınlıkla kalakaldım. Serdar arabayı çalıştırdı, ben de önüme döndüm. Arabada büyük bir sessizlik hakimdi.

 

“N’oldu, sesin kesildi. Konuşuyordun cır cır, niye süt dökmüş kediye döndün?”Serdar’ın alay eden sesiyle olduğum koltuğa gömüldüm sanki.

 

“Ha, n’oldu Berfin hanım, n’oldu?” Gülüp eğlendi.

 

“Serdar, sus, önüne bak.” dedim sinirle.

 

“N’oldu ha? Başkasının meselesi gibi olmuyor dimi?” diye gülmeye devam etti. “Sorup soruşturuyordun, şimdi niye sesin çıkmıyor?”

 

Kaşlarımı çatıp önüme baktım, cevap vermedim.

 

Arka koltukta Baran’ın varlığını bilmek, nefes alışımı bile değiştirmişti. Gözlerimi yola dikmiş olsam da, bakışlarının enseme saplandığını hissediyordum. Her kıpırdanışında koltuk hafifçe sarsılıyor, bu küçük hareket bile kalbimin hızını artırıyordu.

 

Konuşmasa da sessizliğiyle, yanımda değil de arkamda oturuyor oluşuyla bile üzerimde ağırlığını hissettiriyordu. Sanki tüm kelimeler boğazıma düğümlenmiş, arabada yalnızca motor sesi değil, görünmez bir gerilim dolaşıyordu. Kara gözlerinin ağırlığını saçlarımın her telinde hissediyordum sanki.

 

Araba evimizin olduğu sokağa girince yerimde doğruldum. Durunca kapıya yönelip açtım. “Hemen gelirim.”

 

Araçtan inip konağın kapısına doğru yürüdüm. Baran’ın arabadan bana bakan gözleri, sanki camın ardından değil de doğrudan tenime dokunuyordu. Gözlerinde kelimesiz bir sorgu, derin bir öfke ve bastırılmış bir sitem vardı. Dudakları kıpırdamıyordu ama bakışları konuşuyordu. Hafif kısılmış gözleri, karanlıkta bile keskin bir çizgi gibi seçiliyordu. Yanak kemiklerine düşen gölge ifadesini daha da sertleştiriyor, nefesinin camda bıraktığı buğu aramızdaki mesafeyi görünmez bir perde gibi kapatıyordu. O an, Baran’ın bakışlarından kaçmanın imkânsız olduğunu fark ettim; çünkü ne tarafa dönsem, o gözler çoktan beni bulmuştu. Kapının soğuk metal tokmağını kavradım ve sırtımda şiddetle hissettiğim o bakışların ağırlığından kurtulmak için avluya attım kendimi. Telaşlı adımlarla dedemlerin evine doğru yürüdüm. Topuklu ayakkabımı çıkarıp eve doğru ilerledim. Salona geçip, dedemin ilaç çekmecesini açtım ve üstünde kendi el yazımla “Tansiyon” yazan kutuyu avuçladım. Çekmeceyi kapatıp arkamı döndüğüm anda, dibimde Baran’ı buldum. Gölgesi bile üzerime düşmeden, varlığıyla nefesimi kesmişti. Yüzü bana öyle yakındı ki, gözlerindeki parıltıyı ve kaşlarının arasındaki gerilimi net görebiliyordum. Bir an, elimi hâlâ kutunun etrafında sımsıkı kenetlemiş olduğumu fark ettim. O konuşmasa da, sessizliği kelimelerden daha sert bir darbe gibi üzerime çöküyordu. Kalbim, bulunduğumuz dar alanda yankılanacak kadar hızlı atıyordu.

 

“Bana uzatmadığın o eli, başkası mı tutmaya layık?” dedi keskin sesiyle. Gözleri karanlık ve öfke doluydu. “Benim tutamadığım eli o it nasıl tutar, Berfin? Aklın alıyor mu bunu? Nasıl izin verdin?”

 

“İzin vermedim,” dedim aniden. “Yanıma geldi, yapabilecek bir şeyim yoktu.”

 

“Çıksaydın o zaman halaydan, hâlâ ne diye elini tutmasına izin verdin?” diye çıkıştı.

 

“Ne yapsaydım? Herkesin içinde ittirip rezil mi etseydim kendimi?”

 

“Etseydin!” diye bağırdı. “O eli benden başkası tutamaz, Berfin, anladın mı? Tutamaz.”

 

“Halaydaydık, ne yapabilirdim? Kafayı mı yedin sen!” diye kendimi savundum. “Evet, yedim! Beni ispiyonladın kızım sen, o da yetmedi o piçinin elini tutmasına izin verdin! Ben kafayı yemeyip ne yapacaktım, ha?”

 

“Onu abimi dövmeden önce düşünecektin, Baran,” dedim. Kafamı havaya kaldırıp baktım. “Sana gitme dedim, ona zarar verme dedim, beni dinlemedin. Şimdi beni suçlayamazsın.”

 

“Suçlarım. Burada davası görülecek biri varsa, o sensin, Berfin,” dedi. Vicdan azabı değil de “Berfin” demişti. Neden?

 

“Neden vicdan azabı değil?” diye tedirginlikle sordum. Bana bir adım yaklaştı. Kokusu burnuma çarpar çarpmaz içimde istemsiz bir dalgalanma yarattı. Hafif ama keskin; topraklı bir sıcaklıkla karışan o koku, Baran’ın varlığını daha da ağırlaştırıyordu. Sanki nefes aldıkça onu içime çekiyor, aramızdaki mesafeyi tamamen siliyordum. Kalbim, ritmini kendi isteğimle değil, onun nefesinin temposuyla tutmaya başlamıştı. O an, kokusunun bile kelimelerden daha güçlü bir hafıza bıraktığını fark ettim; çünkü biliyordum, bu anı ne kadar unutmak istesem de, o koku hep zihnimin bir köşesinde kalacaktı.

 

“Çünkü Berfin,” dedi. Elini yüzüme uzatıp, saçlarımın arasından usulca süzülerek yüzümü açığa çıkardı. Parmaklarının hafif temasında hem bir sertlik hem de kontrol edemediğim bir sıcaklık vardı. Gözlerim istemsizce onun bakışlarına kilitlendi; bakışlarındaki derinlik, sanki söylemediği her cümlenin ağırlığını taşıyordu. Saçlarım yana düşerken, tenime değen soğuk hava yerini onun nefesinin sıcaklığına bıraktı. O an, zaman bir anlığına durdu; dışarıdaki sesler, hatta kendi nefesim bile yok oldu; sadece Baran’ın parmaklarının bıraktığı iz ve bakışlarının üzerimdeki ağırlığı kaldı.

 

“Vicdan azabı, Baran’ı yaralamaktan zevk alan bir kız, gözünü kırpmadan paramparça eden biri; her umutlanışında umudunun bir çöpten ibaret olduğunu gösteren birisi… Ama beni ispiyonlayan o değildi. Beni ispiyonlayan Berfin’di. Abisinin acısına tanık olup ona yardımcı olmak istedi. Mahkemesi görülecek kişi de o olmalı, öyle değil mi?”

 

“Berfin’le vicdan azabı mı?” Yutkundum. “Farklı kişilermiş gibi konuşuyorsun… Halbuki ikisi de aynı kişi.”

 

Sözlerim dudaklarımdan çıkarken, aramızdaki hava daha da ağırlaştı. Baran, gözlerini benden ayırmadan sustu; ne inkâr etti ne de onayladı. Sanki sessizliğiyle bile beni köşeye sıkıştırıyordu. O an anladım ki, asıl mesele kimin kim olduğu değildi… Aynı bedende, birbirine zıt duygular taşıyan iki yüzle karşı karşıyaydı. Ve ikisi de ona dokunuyordu; biri yaralıyor, diğeri kanayan yeri okşuyordu.

 

“Tüm mesele de bu ya,” dedi. Saçlarımın uçlarına doğru elleri dolaştı. Diğer eli, kaftanımın üstünde, belimde duran kemere yöneldi. “Birbirinden bu kadar farklı olup aynı bedende toplanması. Sen, Berfin’in şefkatini bilmezsin, vicdan azabının gazabını görmeden. Berfin’in sevgisini görmezsin, vicdan azabının öfkesini tatmadan.” Eli, kemerin sivri yerlerinde dolaştı. “Ben iliklerime kadar yaşadım, acısını çektim, darbesini yedim ama sevgisinden mahrum kaldım. Olmadığından değil, korktuğundan.”

 

“Biraz korku her şeyi silip atmaya yetiyor. Biraz korkaklık sevginin önüne geçebiliyor.” Sözleri hatırladı, ama ben tekrar ettim. “Senin sözlerin bunlar. Bile bile direniyorsun.”

 

Elleri yüzümde iki yandan kavramıştı. “Bile bile yanmaya varım, varım ben. Sen sadece ateşi gördün. Benim, senin için yanmak isteyen bedenimi görmezden geldin.”

 

“Ben kimse yanmasın istedim.” Ellerim bileklerini buldu.

 

“Bu güzelliğe rağmen mi?” Sarhoş gibiydi; bir anda ağzından kaçırıp itiraf etmiş gibiydi ama bunun farkında değildi. “Çok güzelsin Berfin, kontrolümü kaybettirecek kadar güzelsin. Nolurdu lan benim olsan.” Bunu kızarak değil de, küçük bir çocuğun isteği gibi söylemişti. “Mutlu mesut yaşardık, iki çocuğumuz olurdu. Ben güzelliğin karşısında bir şiir okurdum, evimiz mısra kokardı; biraz dize, bir tutam da aşk. Nolurdu benim olsaydın?” Yüzünü yüzüme yaklaştırıp dolgun, sıcak dudaklarını yanağıma yasladı. Göğsüm şiddetle havalandı; öyle güçlü bir nefes aldım ki, bir daha veremedim. Baran’ın dudakları yanağımda bir mezar taşı gibi ağırlığınca duruyor, ıslaklığı yüreğimdeki solgun çiçeklere hayat oluyordu. Yanağıma dudaklarını tekrar yasladı. Şaşkınlığım süzülerek yüzüme yansıdı; kalbim bir anlığına duracak gibi oldu. O sıcak temas, beklenmedik ve dokunaklıydı; ne öfke ne de mesafe vardı içinde, sadece kelimelere dökülemeyen bir his… Gözlerimi kapattım, zamanın ağır ağır aktığını hissettim. O an, bütün karmaşa, bütün sorgulamalar bir an için sustu; sadece Baran’ın o nazik dokunuşu ve benim içimde beliren kırılganlık vardı.

 

“O zor günlerimde acı çekmemek için kendimi uykuya verdiğimi bilirim,” dedi Baran, sesi derin ve kırılgandı. Gözlerimi açtım; bensiz geçen zamanlarından bahsettiğini anladım. “İçimde tükenip bitmeyen bir hasret acısı vardı; sanki ruhumun en derinlerinde, senin adınla yanıyordu. Berfin… Sen benim yalnızlığımın ışığı, karanlık gecelerimin tek umudusun. Gözlerin, yıldızların en parlak hali gibi ruhumu aydınlatıyor; gülüşün, fırtınalı denizlerimde beni limana götüren bir fener gibi.” Elleri saçlarıma doğru gidiyordu. “Seni sevmek, kaderimin hem en güzel hem en sancılı yanı. Her anını yaşamak, bir destanın satır aralarında gezinmek gibi; acısıyla tatlısıyla, umutla ve yıkımla dolu bir masal. Sensiz geçen her dakika, içimde yankılanan bir boşluk, kalbimde bir çöl fırtınası... Ama bil ki, bu hasret yangını her ne kadar içimi kavursa da, senin varlığınla yeniden doğuyorum.” Yüzü yanağımdan uzaklaşıp alnıma doğru tırmandı. “Berfin, seni sevmek bir savaş, bir zafer ve sonsuz bir şiir...” Dudakları alnıma yazgısını damgalarken döküldü bu sözler. “Ve ben, her dizede senin adını fısıldamaya devam edeceğim.”

 

“Sevmek bu kadar acı vermemeli,” diye mırıldandım, yaşadığım heyecan girdabından çıkıp gerçekleri tartmaya çalıştım. Gözlerim Baran’ın derin hissiyatlarında kaybolurken, içimdeki yangını söndürmek istercesine o kelimeleri fısıldadım. Ama biliyordum ki, aşk bazen en güzel çiçekleri yetiştirmek için en derin acılardan geçmek zorundaydı. O an aramızda, sözcüklere sığmayan bir sessizlik hüküm sürdü; her ikimiz de sevgimizin yükünü yüreklerimizde taşıyorduk, birbirimize dokunan ve yaralayan bir gerçeklikle. “Belki de yanlış olan bir şeyler vardır, Baran,” dedim. “Sevgi bu kadar acıtmamalı.”

 

“Kalp midir insana ‘sev’ diyen, yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı?” Ellerini sırtıma usulca tırmandırırken, Baran’ın sesi adeta ruhuma işliyordu. “Demiş Şemsi Tebrizi,” dedi; “Ve ben anlıyorum ki sevgim, o muma ateş olmak kadar tutkulu, ama aynı zamanda yanan ateşe dokunmak kadar yakıcı. Berfin… Benim sevgim, kendi yüreğime saplanan bir hançer gibi. Kendi acımı büyütürken, seni koruma çabasıyla yanıyor, alevleniyor. Bu sevda, benim için hem bir cehennem hem de cennet; her yanım yanarken, her yanımda sen varsın.” Sesindeki derin hüzün ve kararlılık, sözlerinin içinde destansı bir yanardağ gibi patlıyordu. “Sevmek, kendini yakmaksa, ben bin kere yanmaya hazırım. Çünkü sen, yanan ateşin kendisi değil, o ateşte var olan anlam, o alevin içinde saklı kalan hayatın ta kendisisin.” Ve o an, zaman durmuştu; Baran’ın bu sözleri, yüreğimin en derinlerinde yankılanan bir ezgi gibi, beni hem sarıyor hem de sarsıyordu. Yüzünü kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Çok güzelsin, Vicdan Azabı.” Artık elleri sırtımdaydı. Bana sarılıyordu. “Herkesin dönüp tekrar baktığı bir güzellik. Ama günün birinde, o Baran’ın vicdan azabı diyecekler. Onun sadece bakmaya hakkı var diyecekler. Benim tutmaya kıyamadığım o eller benim ellerimde yeşerecek. Yüzünde beni görünce belirecek o gülücükler.” Bedenlerimiz çok yakındı; bu yakınlık harlanıp alev alacaktı. “Ben hayalperest bir adam değilim. Olmayacakları olacak diye anlatan bir ermiş hiç değilim. Ben bizim hikayemizi yazan aşık bir aptalım.” Alnını alnıma yasladı. “Çok güzelsin, Vicdan Azabı. Keşke benim olsan.”

 

Yankılanan korna sesiyle olduğum yerde sıçradım. Baran’la olduğum bu anın hülyasından sıyrılıp geriye doğru bir adım attım. Ne yaşadık ne oldu, asla anlamış değildim. Farklı bir alemde yolculuk yapmış gibiydim ve kaptanımız Baran’dı. Yanından geçip giderken kolumu tuttu. O hikaye yazan maşuk gitmiş, sinirli Baran geri gelmişti.

 

“O herifi kendinden uzak tut,” dedi.

 

“Çok biliyorsan sen tut,” dedim ve kolumu kurtardım.

 

“Canıma minnet,” dedi. “Hele bir yaklaşsın sana, elimden kimse alamaz onu.”

 

“Eşkıya kesildin iyice başıma,” dedim kapıya dönüp salondan çıktım. Ayakkabılarımı giyerken o da arkamdan geliyordu.

 

“Kızım, sen beni anlamıyor musun?” O da ayakkabısını giyiyordu. “O herif yaklaşmayacak sana, duydun mu?”

 

Ayakkabılarımı giyip doğrulup avlu kapısına doğru yürüdüm. Kapıdan geçip onun çıkmasını bekledim, daha sonra kapıyı kilitleyip arabanın arka koltuğuna geçtim. O da öne oturdu.

 

“Nerede kaldınız oğlum?” dedi Serdar.

 

Baran arkaya döndü. “Beni delirtme Berfin, o herif sana yaklaşırsa olacaklardan ben sorumlu değilim.”

 

“Saçma sapan konuşma Baran, düğün bu, düğün. Nasıl yapacağım o dediğini?”

 

“Beni ilgilendirmiyor, o herif yaklaşmayacak sana, o kadar.” Parmağını bana doğru salladı. “Biraz yakınına bile girmeyecek, anladın mı? Bak halay çekmeyi bırak, biraz yakınına bile girmeyecek!”

 

“Baran, saçmalamayı kes artık bence, sıkıldım,” dedim, kollarımı göğsümde bağlayıp dışarıyı izlemeye başladım.

 

“N’oluyor oğlum, içeri girdiniz başka türlü, çıktınız baksa türlü,” dedi Serdar, bu değişimi anlamaya çalışıyordu.

 

“Onu arkadaşına sor. Düğün yerinde Memo yanıma yaklaşmayacakmış, neymiş beraber halay çekmişiz.” Benim alelade söylediğim laflara arkasını dönüp kısa bir bakış attı ve önüne döndü.

 

“Oğlum kafayı mı yedin? Düğün yerinde kız nasıl yapacak ha dediğini? Hem kuzeni lan o.”

 

“Başlarım kuzenine ha!” diye bağırdı Baran. “O piç kurusu Berfin, isteseydi şimdi nişanlısı olacaktı, nişanlısı. Gelip bana onu savunma, piç bilerek Berfin’in eline giriyor sanki, bilmiyor muyuz?” Arkasını döndü tekrar. “Bu kez de eline girerse ben ona ne yapacağımı biliyorum.”

 

“Off Baran, off.”

 

“Hiç oflama bana, ben diyeceğimi dedim. Ha ister eşkıya de, ister haydut, o senin tercihin.” Elini bu kez Serdar’ın omzuna koydu. “Sen de o gereksiz iyi niyetini bir köşeye bırak, o yavşak yaklaşırsa bana haber edeceksin, duydun mu?”

 

“Yemin ederim bıktım sizden,” diye söylendi.

 

“Tabii sana hava hoş, aldın sevdiğin kızı sözlendin, konuşursun tabii böyle,” alaya aldı Baran. “Gerçi bana kalsa ben de alacağım da, işte bana kalmıyor.”

 

“Ee sende kaçır kızı gitsin,” dedi Serdar, ne kolay söylüyordu. Şaşkınlıkla baktım.Baran biraz düşündü, ardından arkasını dönüp bana baktı.

"Kaçırayım mı seni, kız?" dedi.

 

"Hem eşkıyasın hem haydut," diye cevap verdim.

 

Düğün yerine yaklaşınca orkestranın sesi daha da ağır geliyordu. Arabadan inerken Baran, Memo konusunda beni tekrar uyardı. İlacı dedeme teslim ettikten sonra tekrar oynamaya devam ettim. Bir ara babam, yengemin elini tutup halayın ortasına çıktı; karşılıklı oynadılar. Ben de onların neşesine zılgıtlarla eşlik ettim. Yengem artık utangaçlığını atmış, gururla babamla oynuyordu. Abim de gelip yanıma ıslık çaldı; hemen yanında Serdar vardı. Onların ıslığı, benim ve kuzenlerimin zılgıtları ortalığı şenlendirdi. Halaya durunca yengemin yanına geçtim; abim de diğer yanımdaydı. Biz oynarken Serdar, elindeki tespihi sallaya sallaya ortada süzülüyordu. Bize doğru yaklaşan Memo’yu defalarca oyundan uzaklaştırdığını görmüştüm.

 

Sonra yengemle aramıza halayda biri girdi. Döndüğümde bunun Baran olduğunu fark ettim. O an davulun sesi birden uzaklaştı sanki; içimde bambaşka bir ritim başladı. Elini bana uzatırken, gözlerindeki parıltı yıllardır dillendirilmemiş bir hikâyeyi anlatıyordu. Parmakları avucuma değdiğinde, kalabalığın içinde görünmez bir bağ kuruldu aramızda.

 

Halay adımlarımız birbirine karışırken, ayaklarımız toprağa aynı anda vuruyordu; sanki o toprak geçmişimizin ve geleceğimizin ortak şahitliğini yapıyordu. Bir anlık bakış, bin kelimeden fazlasını fısıldadı. Ne yengemin neşeli kahkahası, ne de etrafın coşkusu... Sadece ben, Baran ve aramızdaki sessiz ama gürültülü hikâye vardı.

 

Yanımdaki varlığını hissetmem, önce omuzlarımıza değen hafif temasla başladı. Ne çok sertti ne de tamamen tesadüfi… Sanki bilerek, dikkatlice ayarlanmış bir yakınlıktı. Vücudunun sıcaklığı, kalabalığın içinde bana sığınacak bir yer sunar gibiydi. Elinin avucuma yerleşmesi ise başka bir hikâyeydi; parmak uçlarının hafif titremesi, derinin deriye değdiği o ince an, tenimde yankılanan bir sıcaklık bıraktı. Omzumun onun omzuna her temasında kalbim ritmini bozuyor, adımlarım sanki müziğin değil, onun nefesinin temposuna uymaya başlıyordu. Aramızdaki o milimlik mesafe, binlerce kelimeye bedeldi; dokunmak ile dokunmamak arasındaki o ince çizgide en çok hissedilen şey, hiç söylenmeyenlerdi.

 

Her adımda toprak ayaklarımızın altından çekiliyor, biz havada asılı kalıyorduk sanki. Onunla aramdaki milimlik mesafe koca bir dünyayı içine alıyor; göz göze gelmeye cesaret edemediğim her saniye, dokunuşlarımızdan taşan anlamı büyütüyordu. O kalabalığın ortasında, biz kimseye görünmeyen bir sır paylaşır gibiydik… Ne şarkının sözleri ne de halayın ritmi; sadece temasın söylediği sessiz cümleler vardı. Tüm bakışların bizi seyrettiğini hücrelerimle hissediyordum. Atmanların kızı ile Turanlıların oğlu…

 

Az ilerden, halamın Memonun elinden çekiştirerek yanımıza getirdiğini gördüm; Baran’ın bedeninin kasıldığını anında hissettim, kaşları çatıldı. Oynayışı donuklaştı. Halam, Memo’yu abimle benim arama koydu. Sağımda Baran, solumda Memo vardı. Oynayışımız sekteye uğradı. Adımlarım neredeyse durmak üzereydi. Halam, kaftanının içinde sakladığı mendili çıkardı ve hiç ummadığım bir şey yaptı: Memoyla benim önümde zılgıt çekip oynadı.

 

Bu, şu demekti : Beni gelini ilan etti.

 

Bölüm sonu.

 

Bunlar tam olarak kafamdaki kıyafetler değil ama aşağı yukarı benzer tarzda. Umarım bölümü beğenirsiniz. Yorumlarınızı bekliyorum 🌺💕

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 10.08.2025 22:51 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...