22. Bölüm

20. BÖLÜM Ölüm Sırrı

Betülay belen
betulaybln

✍🏻Yazarınızdan not:🤍✨

Bu bölümün bendeki yeri çok ayrı…
Yazarken içimde derin duygularla yoğrulmuştu zaten. Ama 19. bölümü bitirdikten hemen sonra…
Canım halamı kaybettim 💔🕊️
Ne garip değil mi?
Satırlarda bir vedayı yazarken, gerçek hayatta başka bir veda yaşamak…
O yüzden bu bölüm sadece bir kurgu değil, aynı zamanda benim kalbimin kırık bir köşesi 💭🩹
Her kelimesine elim titreyerek dokundum…
Her satırında biraz daha sustum… biraz daha ağladım… 😔

Bu bölümü, gökyüzüne bıraktığım bir dua gibi düşünün 🌙🤲
Belki siz de okurken içinizden bir yıldız seçersiniz... ⭐
“Bu, kaybettiğim ama hiç unutmam dediğim kişi için” diye fısıldarsınız... 💫

Ve belki hepimiz, artık göğe her baktığımızda...
birini hatırlarız. 🌠💙

Nurlar içinde uyu halacım, toprak seni incitmesin...

Sevgiyle,
B.B. 🌌✨

 

Ölüm neydi?
Sürekli içine düşüp durduğum o karanlık ve soğuk mu?
Ruhun uzun bir uykuya dalması mı?
Koca bir sessizlik mi?
Bilinmezlik mi?
Yoksa uzayda savrulur gibi savrulduğumuz bir boşluk mu?

Ölüme defalarca yaklaşmış olsam da… Cevabını hâlâ veremiyorum. Çünkü ölüm, bende tek bir kelimeye dönüşüyor:
"Sır."

Ne önü belli, ne sonu. Karanlıklarla ve boşluklarla dolu bir geçit… Ve onu yalnızca gidenin bildiği gizemli bir kapı. Tıpkı evren gibi.

Bazıları, öldükten sonra yıldız olup göğe yükseleceğimize inanıyor. Demek gökyüzü, parıl parıl ölülerle dolu, öyle mi? Böyle olmasını çok isterdim. O zaman… Her yıldızı daha çok severdim. Her baktığımda, kaybettiklerimi görürdüm.

“Bugün çok parlak… Demek ki mutlu.”
“Bugün sönük sanki… Acaba üzgün mü?”

Bu düşüncelere dalardım göğe bakarken. Acım belki biraz daha hafiflerdi. Tarih boyunca insanlar da göğe bakmış. Daha inanç denilen şey yokken bile… Gökyüzü onların ilk kutsalıymış. Fırtına çıktığında:

“Tanrı bize kızgın,”
derlermiş ve tövbeye sarılırlarmış.

Güneş açtığında:

“Tanrı mutlu, biz doğru yoldayız,”
diyerek huzur bulurlarmış.

Göğe bakmak, bir duaydı onların gözlerinde. Ben de onların yaptığı gibi, göğe bakıp kaybettiklerimi görmeyi ve onlar için yorumlar yapmayı isterdim. Belki o zaman, canım bu kadar acımazdı. Küçük Prens’in dediği gibi:

“Tüm yıldızlar gülüyor gibi gelirdi bana…” Çünkü… Orada onlar olurdu.

Şimdi bu yıldızlarda gördüğüm babamın yüzü mü olacaktı? Her baktığımda babamı mı görecektim bu yıldızlarda. Hemen üstümdeki yıldızlarla dolu göğe bakıp bunları düşünüyordum. Önümdeki binanın tabelasında yazan yazıyla o kadar çelişiyordu ki. İfadesizce gözümü tekrar gezdirdim o yazıda.

‘’Morg…’’

Göğe baktım tekrar. Parıldayan büyük küçük bir sürü yıldız… Kendi duyabileceğim şekilde fısıldadım göğe:

-Orada mısın baba?

Ses yok.

-Ben korkmayayım diye mi bu kadar parlattın yıldızları?

Ses yok.

-Benim yüzümden mi oldu baba?

Gök gürültüsü geldi bu kez cevaben. Ardından gözümün hemen altına gözyaşı misali düşen yağmur damlasını hissettim. Elimle yavaşça silip parmağın ucunda kalan yağmur damlasına baktım.

-Gökyüzü çok açıktı. Neden yağıyor? Kızgınsın bana değil mi baba?

-Belki de üzgündür.

Dedi arkamdan gelen naif bir kız sesi. Yavaşça başımı döndürdüğüm de doğal olduğu belli olan turuncu ve kısa kesilmiş saçları, yanaklarında ve burnunda çilleri olan, Ela gözlü bir kız karşıladı beni. Samimi bir gülümsemeyle karşılık verdi bakışlarıma.

-Sen üzgün olduğun için üzgündür demek istedim.

Sessiz kalıp başımı tekrar önüme çevirmekle yetindim. Kimseye cevap verecek takatim yoktu. Haberi aldığım andan beri ben, ben değildim sanki. Saat ikiye vururken gelen haber an be an hala kulaklarımdaydı.

“Merhaba, Özgür Akal'la mı görüşüyorum?”

“B-buyurun... Benim.”

“Ben… Ankara Kuzey eğitim ve araştırma hastanesinden arıyorum. Bir kaza meydana geldi. Kimlik bilgileri üzerinden sizinle iletişime geçiyoruz. Ufuk Akal ve Meryem Akal sizin anne babanız mı?”

Sessizlik…

“Özgür Hanım, beni duyabiliyor musunuz? Cevap vermeniz gerekiyor.”

“E-evet… Benim anne ve babam…’’

“Durumları ciddi. Şu anda hastanede, acil müdahale altındalar. Hemen gelmeniz gerekiyor.”

.

.

.

Taksiye atlayıp Adayla birlikte ilk uçakla Ankara’ya gelsem de… Geç kalmıştım…
Annem hayattaydı… Ama babam değil.
Onu bir daha sesinden değil, sedyede taşınan cansız bedeninden tanıyabildim.
Seslenemedim.
Sarılıp “geldim baba” diyemedim. Öylece baktım sadece bembeyaz kalmış, yaralarla dolu yüzüne. Bal rengi gözlerini göremiyordum artık. Dizlerimin üstüne çöktüğümü hatırlıyorum en son. Bir damla gözyaşı dökemeyen donmuş ruhumu anımsıyorum. Ben hâlâ orada mıydım, bilmiyorum. Gözlerim açık ama bir şey görmüyordu. Ne bir çığlık vardı, ne de bir gözyaşı. Sadece... Boşluk. Sanki dünya durmuştu ama bana kimse haber vermemişti. Yanımda biri var mıydı, bilmiyorum. Omzuma dokunan oldu mu, hatırlamıyorum. O anı yaşayan bedenim değilmiş gibi… Sanki uzaktan izliyordum her şeyi.

Ağlayamadım.
Bağıramadım.
Koşamadım.

Dizlerimin üstüne çöküp sadece baktım…

Bunca olayın üstüne işte buradaydım. Nasıl geldiğime dair aklıma gelen hiçbir şey yoktu. Tek hatırladığım geçtiğim hastane koridorları ve sürekli burnuma dolan hastane kokusuydu. Annemi görmeye cesaretim bile olmamıştı. Doktordan iyi haberini aldıktan sonra görmek istesem de beni suçlayacağından korkuyordum. İçimde 18 yaşımdaki acıları yaşayan Deniz çok korkuyordu.

-Beni tekrar görmeselerdi bunlar olmayacaktı…

Dedim yine kendi kendime konuşup yanımda az önce benle konuşan kızı unutarak.

-Senin suçun yok.

Bana karşılık verdiğinde orada olduğunu anımsadığım kıza tekrardan başımı çevirdim. Gözlerimin kan çanağından farksız olduğuna emindim. Ağlamaktan kan çanağı olması gereken gözlerim uykusuzluktan öyle olmalıydı.

-Git lütfen.

-Rahatsızlık mı verdim?

Dedi yine aydınlık gülümsemesiyle.

-Şöyle gülüp durma! Nerenin önünde olduğumuzu görmüyor musun?

-Görüyorum.

- Dalga mı geçiyorsun kendince?

-Hayır.

-Uğraşamayacağım gerçekten!

İçimden sövüp bir hışımla oturduğum betondan kalktım. Sırt çantamı tek koluma takıp uzaklaşacaktım ki kız kolumdan tuttu. Gülümsemesi solmuş yerini ciddi bir ifadeye bırakmıştı. En keskin bakışlarıyla baktı gözüme.

-Dalga geçmiyorum. Yaklaşık bir sene sonra geleceğim yere bakıyorum. O yüzden buradayım. Ben öldüğümde arkamdan birinin böyle düşünmesini istemezdim. Üzülürdüm. Bu yüzden konuştum seninle. Şimdi git babanı gör!

Duyduklarımı hâlâ içime sindirememişken, gökyüzü birden öfkeyle gürledi. Kulaklarıma çarpan ses, içimde bir yerlere indi sanki. İrkildim. Bir refleksle başımı kaldırdım; gri gökyüzü, karanlık bir çığlık gibi üzerimize kapanmıştı. Tam o an, göz göze geldik. Birbirimize bakarken, sanki aramızda sessizce kırılan bir şey oldu. Sözsüz, ama yankısı olan bir şey… Ve ardından… Şimşek geldi. Gökyüzünü ikiye bölen, bembeyaz bir çizik gibi. Bir anlığına gece gündüze döndü, ama sadece göz kamaştıracak kadar kısa. Aramızda yankılandı o şimşek.
Sanki söyleyemediklerimizin çığlığıydı. Gürültünün hemen ardından, gökyüzü ağlamaya başladı. Yoksa babam mıydı ağlayan?
Usul usul değil… Yere düşen her damla şiddetli ve sertti. Damlalar yere değil, ruhuma çarpıyor gibiydi. İçim zaten ıslaktı. Ama şimdi dışım da o karanlığa boyanıyordu. Kısa, turuncu saçlarından alevler saçılan kız arkasına dönüp benden git gide uzaklaşırken son sözleri dolandı zihnimde.

‘’Git babanı gör…’’

Sırılsıklam olmuş bedenime aldırmadan ilk gördüğümden beri kanımı donduran o buz gibi yazının içine gidiyordum şimdi. Kapıdan içeri girdiğimde burnuma dolan koku hastane kokusundan farklıydı. Ne kötü kokuyordu ne de güzel. Ölüm böyle mi kokardı? Arkamdan gelen ses düşüncelerimi bölmüştü.

-Kızım…

Sesi tanımıştım. Aynı babamı da sesinden tanıdığım gibi. Annemdi seslenen. Ama başımı döndürecek cesaretim yoktu. Ya bana ‘senin yüzünden’ dersene yapacaktım.

-Deniz! Bana bak kızım.

Dedi annem güçsüz bir sesle. Hafifçe döndüm başımı. İlk kez başımı döndürmek bu kadar zor bir eylem gibi geliyordu bana. Annemin gözaltları bitkinlikten olsa gerek oldukça mordu. Yanında sağ koluna bağlı serumun askısını tutuyordu. Başında kafasını tamamen saran bir sargı vardı. Ameliyat olduğunu anlamak zor değildi. Kolunda da aynı şekilde sargı duruyordu. Yer yer morlukları vardı yüzünde ve kollarında. Hastane kıyafeti oldukça bol duruyordu üstünde. Yanındaysa bir kız duruyordu. Alev saçlarından anında tanıdığım o kız. Az önce bana ‘’ Yaklaşık bir sene sonra geleceğim yere bakıyorum. ‘’ diyen kızın ta kendisiydi. Annemim koluna girmiş yürümesine yardımcı oluyordu. Annem yavaşça bana ilerlemeye çalışırken ben kıza kitlenmiş kim olduğunu anlamaya çalışıyordum. Annem sonunda yanıma vardığında bana sarılmasıyla irkildim. Yanındaki kızda annemin kolundan çıkmış kenardan bizi izliyordu. Annem öyle sıkı sarılıyordu ki... Sanki tüm gövdesiyle beni dağılmaktan koruyordu. Kolları, içimdeki soğuğa siper olmuştu adeta. Bir anlığına… Sadece bir anlığına,
İçimdeki buz çözülmeye başladı. O çok tanıdık, donuk çatlaktan ılık bir şey akıyordu sanki…
Ama ben yine de kımıldayamadım. Kollarım, anneme uzanmak için kıpırdayamadı.

Çünkü içimde bir ses, durmaksızın konuşuyordu:

“Her şey senin suçun, Özgür…
Ne olduysa senin yüzünden oldu.”


Annemin vücudunun sarsıntısından ağladığını anlayabiliyordum. Benden ayrılırken gözyaşlarını silip yüzümü avuçladı.

-Kızım. Babanı görelim mi?

Dedi annem hıçkırıklarının arasından. Bense tek bir şey söyleyebildim bu uzunca sürenin ardından.

-Benim yüzümden…

Annem elini yüzümden çekip elinin tersiyle gözyaşlarını son bir kez daha sildi. Olabildiğince omzunu dikleştirip bana dikti gözlerini.

-Özgür babanı sen öldürmedin. Ama babanla beraber kendini gömecek olursan, ben o gün hem kocamı, hem de evladımı kaybetmiş olurum anladın mı? Şimdi yürü. Babanla vedalaşacağız.

Annem elimi tutup beni de arkasında sürüklerken gözyaşlarım donup kalmıştı. Yalnızca annemin arkasından ayaklarımı sürüyerek yürümekle yetiniyordum. İçeride bir adam karşılamıştı bizi. İkinci bir kapının önüne dikilmiş gelip gidenleri içeri alıyordu belli ki. Annem az önceki dik duruşunu koruyarak adamla konuşmaya başladı.

-Eşimi göreceğim.

-Yıkanmış mıydı?

-Hayır. Yeni getirildi.

-İsmi neydi?

Dedi adam odanın kapısını açıp eline bir anahtar alırken. Annem adamı takip ederken yanıtladı sorusunu.

-Ufuk… Ufuk AKAL…

Sesinin titremişti babamın ismini söylerken. Kare şeklinde birçok dolap yan yana ve üst üsteydi. Adam hepsinin önünde gezinirken birinin önünde duraksadı. Duraksadığı dolabı inceliğimde ilk gözüme çarpan sol köşesine doğru harf ve numaralardan oluşan bir kombinasyon yer almasıydı.

‘’UA384’’

Adam kilidi tam açmıştı ki durdurdum.

-Bekleyin!

Adam bakışlarını bana çevirip ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

-Bir sorun mu var?

-Evet var! Neden babamın başında sayılar var?

-Tutulan belgeler için kullanıyoruz.

-Onun bir ismi var!

-Hanfend…

-Ufuk onun adı!

-Ufuk onun adı!

-Ufuk onun adı…

Dedim tekrar ve tekrar. Buz kestiğini düşündüğüm göz pınarlarımdan, ağır ağır yaşlar süzülüyordu. Yanağımdan boynuma, oradan da ruhumun derinliklerine inen sıcak çizgilerdi bunlar. Bu kez gerçekten ağlıyordum. Sessizce, hıçkıramadan… İçimdeki fırtına gözlerimden süzülüyordu. Ama ne gözyaşlarım, ne içimde kopan kıyamet... Morg görevlisinin umursamazlığına bir perde olabildi. Adam, bir dakika bile duraksamadan görevine devam etti. Soğuk, solgun bir metal sesi içimde yankılandı o an. Demir kapı, sürülerek açıldı. Sedyeyi dışarı doğru çekerken çıkan o metal sürtünme sesi, kemiklerime işledi.
Sanki babamı değil, içimdeki son sağlam parçayı da kaybetmiştim bu sesle. Ürkekçe başımı kaldırdım. İlk gözüme çarpan şey, beyaz bir örtüydü. Bir ceset örtüsüydü o… Ama altında yatan beden, daha dün gülümseyen, gözlerimin içine bakan babamdı. Orada mıydı şimdi gerçekten? Saatler önce elini tuttuğum, "güle güle" dediğim babam, şimdi birkaç numara ve bir örtüden mi ibaretti? Yoksa bu sadece kötü bir rüya mıydı hâlâ? Kendimi çimdiklesem uyanır mıydım?

Yanımda annem vardı. Küçük bir kuş gibi titreyen bedenini bana yaslamıştı. Kendini unutup varlığını bana kalkan yapmaya çalışıyordu. Oysa ben… Beni suçlayacağını sanmıştım. Ama hayır. Annem tam tersine, bana sarılmıştı. Ben dağılmayayım diye kendini bir arada tutuyordu. Gözleri sedyeye kilitliydi. İçinde biriken yaşlar, gözlerinin kenarına kadar gelmiş ama hala düşmemek için direniyordu. Sanki ağlarsa parçalanacak gibiydi. Morg görevlisi, elleriyle dikkatlice beyaz örtüyü kaldırdı. Ve işte oradaydı...
Babam…

Yüzü bembeyaz kesilmişti. Sanki kan, çoktan çekilmişti o bedenden. Ama o hâlâ babamdı işte. Solgun, sessiz, ama tanıdık. Daha yakından bakınca... Kaşının sağ köşesinde derin bir kesik vardı. Kurumuş kan, koyu renkte iz bırakmıştı. Burnunun bir yanı morarmış yine kurumuş kanlarla kaplıydı. O hâliyle bile sanki hâlâ bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi.
Ama en çok da... Elleri acı veriyordu bana. Her bir yanı sayısız yarayla kaplıydı. O an...
Annem birden kendini bırakıp koştu.

-Ufuk!

Diye haykırarak beyaz örtünün altındaki bedene sarıldı. Tüm vücudu sarsılıyordu.
Başı babamın göğsüne değdiğinde hala kalp atışı arıyor gibiydi.
Sanki yeterince sarılırsa onu geri getirebilirdi… Bense hâlâ ayaktaydım… Ama içimde bir şeyler çoktan terk etmişti beni. Zaman durmuştu sanki. Odanın loş ışıkları, fayanslara düşüyordu. Soğuk… Her şey soğuktu. Duvar, yer, hava… Annemin elleri… Babamın sessiz yüzü…

Sedyenin başında dururken, bir adım atacak halim bile yoktu. Ayaklarım betona gömülmüş gibi ağırdı. Dünya dönmeye devam ediyordu belki… Ama ben durmuş bir sahnenin içinde gibiydim. İçimde bir boşluk vardı, şekilsiz. Yalnızca sustuğum bir boşluk. Beni içten içe oymaya başlayan, ne zaman tamamlanacağını bilmediğim bir çukur. Babamın yüzüne son kez baktım. Ve o an anladım... Bazı vedalar dile gelmez, kalbin en sessiz köşesine düşermiş.
Gözyaşı olmadan ağlatır, ses çıkmadan acıtırmış. Sadece içe çekilirmiş, sessizce… Acıta acıta…

O gün çok sevdiğim gün doğumunu yine görmüştüm ama Gökyüzü hiç mavi olmamıştı…

 


 

 

 

 

 

 


 

 

 


 

 

 


 

 

 

Bölüm : 07.06.2025 21:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...