19. Bölüm

Gökyüzüm Yoksa Hayalim Var 19.BÖLÜM PART 1

Betülay belen
betulaybln

📌 Yazardan Not:
Bu bölüm, diğerlerinden biraz daha uzun bir yolculuk…
O yüzden seni tek bir nefeste içine çekmesin, sindirerek ilerle diye üç ayrı durakta anlattım. 🚏🚶‍♀️

🍞 Kimi yerinde içini ısıtacak sofralar var,
👧🏻 Kimi yerinde küçük bir kız çocuğunun kalbine dokunan sözleri,
🌃 Ve kimi yerindeyse… geceyi delen bir sessizlik, bir bekleyiş, bir haberin soğuk yankısı.

Bu yüzden diyorum ki:
Biraz yavaşla.
☕ Belki bir çay koy kendine. 🧣 Belki battaniyene sarıl. 🎧 Belki bu şarkıyı aç:

🎵 Pelin – Nova Norda

Çünkü bu üç parçanın toplamı, bazen bir kalbin bütün yükünü taşır. 💔✨

Ve unutma…
Bazen “her şey yolundaymış” gibi yaparız.
Ama bazı geceler, tek bir cümle bile göğsümüze gökyüzü gibi çöker.
☁️🌌

Hazırsan başlayalım… 🚪

Perdemden sızan günün ilk güneş ışınları gözlerime vurduğunda istemsizce gözlerimi aralayıp yatağımın hemen yanındaki pencereden göğe baktım. Gün doğumu tüm göğü hafif turuncuya boyamış ve bu turunculuğun üstündeki bulutlarla birlikte mükemmel bir görüntüyü sermişti gözlerimin önüne. Bu görüntüye tebessüm etmeden geçemedim. Gökyüzü her zaman en sevdiğim görüntü olmuştu. Ha birde! Deniz. . . İsmimi her daim çok sevmiştim. Bu isimden başka ismi yakıştıramazdım kendime. Ailem bana verebilecekleri en güzel ismi vermişti benim gözümde. Fakat aynı aile beni acımasızca bir akıl hastanesine kapattığında ilk nefret ettiğim şey adım olmuştu. Bilmiyordum. . . Çok severek kullandığım adımın bana yara olacağını bilmiyordum. Hastaydım sadece. Deli değildim. Hastaydım. . . Kalbim atıyordu, karaciğerim süzmeyi bırakmamıştı kanımdaki zehirleri, akciğerlerimse nefes aldırabiliyordu hâlâ bana. . . Hasta olan şey bu değildi. Hasta olan şey elle tutulabilir bir şey bile değildi hatta. Zihnim hastaydı benim. Ruhum hastaydı. Fakat zihni hasta olan herkese acımasızca deli muamelesi yapılıyor ve bir hastanenin soğuk odasına kapatılıyorlardı. Sanki bizde diğer hastalardan değilmişiz gibi. . . Herkes onları öldürecekmişiz gibi bakışlar atıyordu bize. Bizi hasta eden bu bakışlardı, bu kapatıldığımız soğuk dört duvardı belki de. Ailemde bana böyle bakmıştı işte. Onları öldürecekmişim gibi. Zihnim hastalanmıştı sadece. Sevgi dolu bir sarılış, sıvazlanan bir sırt her şeyi düzeltebilecekti oysa ama onlar hastalığımı öğrendikleri gibi beni bir akıl hastanesine kapatmayı ve görmeye bile gelmemeyi seçmişlerdi. Kızgındım, kırgındım. . . hayatımın travmalarını yaşadığım bu yerde kimsem yoktu. Üşüyordum. En çok da ruhum üşüyordu. Ben ruhum üşüdükçe soğuğu sevmeyi öğrendim. İnsan yarasını kapatamayınca sevmek zorunda kalıyordu onu çünkü. Bende öyle yaptım. öyle yapmak zorunda kaldım. Yaramı severken ailemden Nefret ettim. Bu nasıl bir terslikti bilmiyordum. Sevmem gereken ailemdi oysa. . . Hastaneye yatırıldığım ilk haftalar sürekli uyutuldum. Çıkmak istiyordum. 'Bırakın beni' diyordum çığlıklarım arasından. Sayısız ilacı vücuduma enjekte edip uyutuyorlardı beni. Ama daha öncede dediğim gibi; ne kadar ilaç verirlerse versinler ruh uyumuyordu. Hiçbir ilaç ona etki edemiyordu. Ruhum acı çekti her geçen gün ve ben bana bu acıyı yaşatan ailemden her gün nefret ettim. Onlar yeni bir yaşama gün sayarken ben her geçen gün yaşamdan kopartıyordum iplerimi.
Şimdiyse yanlarında kardeşim olduğunu söyledikleri ufak bir kız çocuğuyla ailem çıkagelmiş ve bende onları affetmiştim. İçimdeki yara iyileşmiş miydi? Hayır. Hala kırgındım ilk gün ki gibi. Fakat insan ailesini eninde sonunda affediyordu. Hepimizin bir yanı çocuktur. Hatırlayın! Sizde bir zamanlar odanızda hüngür hüngür ağlayıp anne babanıza kızmadınız mı? Defalarca 'bu kez affetmeyeceğim. ' Demediniz mi kendinize? Sonunda yine affederken ve onlarla konuşmaya çalışırken bulmadınız mı kendinizi? Yetişkinken bile böyleyiz aslında. Bir yanımız küsüp kızıyor, bağırıyor onlara. Bir yanımız yine konuşmak, sarılmak istiyor onlarla.
Benim durumumda bundan ibaretti.

Yanımdaki komodinin üstünde duran telefonum titrediğinde düşüncelerim yarım kalmıştı. Yavaş hareketlerle başımı telefonuma uzatarak önce saate sonra bildirime baktım. Saat daha sabahın yedi buçuğuydu.
" 'Mor' kişisinden bir mesaj "
Gözlerimi anlamaya çalışır şekilde kısarak bildirime tekrar baktım. Yanılmıyordum. Bu Araf'tı.

- Günaydın mavi. Gün doğumu çok güzel. Hastamı konuşturmak için mükemmel bir gün.

Tebessüm ettim. Bu tebessümün sebebi yazdığı mesajdan ziyade hitap şekliyle ilgiliydi. Dün geceden beri bana 'mavi' diyordu. Bu her defasında gülümsememe sebep oluyordu.
- Garip bir psikologsun. Hangi psikolog hastasına böyle söyler ki?
Çevrimiçi
Yazıyor. . .

- Araf Akdemir der.
-peki.

Çevrimiçi
Çevrimiçi
Yazıyor. . .

-peki.
Çevrimiçi
Çevrimiçi

Uzun süre çevrimiçi kaldıktan sonra tekrar 'yazıyor. . . ' bildirimini görünce merakla sohbet ekranında ne yazacağını bekledim. Çok geçmeden beklediğim mesaj gelmişti.
- Bir şey demeyecek misin?
- ne demeliyim?
-bilmem. Neden uyuyamadığından bahsedebilirsin mesela.
-Seansımıza şuanda başlamak istediğimi hiç sanmıyorum.
-Psikolog olarak sormuyorum.
-Ne olarak soruyorsun peki?
- Senin gibi uyuyamadığı için bu saatte kalkan bir hasta olarak.
- Benim gibi. . . Öyleyse ufak bir cevap çıtlatabilirim sanırım. Uyudum ama güneş beni uyandırdı.
- Güneş kim?
-Bildiğimiz güneş işte. Hani şu yuvarlak, sarı olan. Dünyamızı ısıtır falan.
- Haa! Ben seni uyandıran birinin ismi güneş sanmıştım.
- Haksızda sayılmazsın. Tekrar okuduğumda gerçekten de öyle görünüyor. Her sabah genelde güneşin gözüme vurmasıyla uyanırım. Uyanmak zorunda kalırım desem de yeridir. Çok derin bir uykum olmadığı için güneş yüzüme vurmaya başlayınca hemen uyanıyorum. Pencerem yatağımın hemen yanında.
- Bilerek mi böyle dediğimi düşünürsün bilmiyorum ama benimde öyle. Ben de her sabah öyle uyanırım.

Yazmama fırsat vermeden sohbet ekranıma düşen resime bakıp gerçekten de doğru söylediğini bana kanıtlamıştı. Penceresinden sızan güneşe doğru ellerini uzatıp hafif kalın ve uzun parmaklarını aralayarak çektiği bir resimdi bu. Penceresine yer yer yıldızlar yer yer de dalga resimleri çizilmişti. Ufak biçimde kondurduğu bu resimler penceresini çok güzel gösteriyordu. Resimi biraz daha incelediğimde pencere kenarında duran içi izmarit dolu kül tablası, pencereye yapıştırılmış askılığa astığı mavi ve beyaz renklerden oluşmuş düş kapanı çekmişti dikkatimi. Fotoğrafı küçültüp yazmaya başladım. Hâlâ çevrimiçiydi ve benim yazmamı bekliyor gibi görünüyordu.

-Resimleri sen mi çizdin? Çok güzel gözüküyor.
- Evet. Ben çizdim. Denizi ve yıldızları severim.

"Benim gibi. . . " diye fısıldadım kendi duyabileceğim şekilde.
-Mavi?

Düşünme süremin biraz uzadığını ekrana düşen mesajla anlamıştım. Yine bir yalanla durumu idare etmeye çalışacaktım.
-Buradayım. Uyuklamışım.


Hemen ardından ekledim.

-Bir şey merak ettim. Sigara mı kullanıyorsun? Kül tablası baya dolu görünüyor.
- Hayır. Sadece yakıyorum. Yanışını seyrediyorum ve söndürüyorum fakat içmiyorum. Sürekli yaptığım bir şey değil aslında ama terapi gibi geliyor bazen.
-İlginçmiş. Sigara içmeyen ama onu sadece yakıp yanarken seyreden birisi. . . Çok gerçekçi gelmedi açıkçası.
- Sigara içerek bir şeylerin düzeleceğini düşünecek kadar aptal değilim diyelim. Arada bir yakıp izliyorum. Aynı şekilde mum yakıp izlemeyide severim. Hatta yanan her şeyi. Yanan şeyler hoşuma gidiyor. Zümrüd-ü Anka kuşunu ve hikayesini çok severim. Bana onu anımsatıyorlar sanırım. Küllerinden yeniden doğmayı.
-Simurg.
-Efendim?
-Zümrüd-ü Anka'nın diğer adı. Bende çok severim hikayesini.
- Diğer adını duymamıştım.
-Belki de sevme sebebin, küllerinden doğanın kendi ruhun olduğuna inanmak istemendir.

Çevrimiçi. .
Birkaç dakika boyunca ekranda gördüğüm tek şey buydu. Telaşlanıp tam yazacakken tekrardan 'yazıyor' bildirimini gördüğümde derin bir nefes verdim.

-Sende çok yanmışsın o kadar yanmışsın ki küllerin kalmış. Kendine inancını yitirmemek için sürekli bir şeylerin yanışını seyrediyorsun diyorsun yani.

Gözlerimin değdiği her kelime ağırlığıyla kalbime oturuyordu. Gözlerim dolarken aynı anda boğazıma gelip oturan yumruyu yok etmek adına sertçe yutkundum. Cevap vermek için fazla geç kalmadım. Tek istediğim bu atmosferi bir an önce dağıtmaktı.

-Ben öyle edebi söyleyemezdim tabi.

Ne yapmak istediği anlamış olacak ki çabamı karşılıksız bırakmadan konuşmayı bitirmişti.
-Ben seni tutmayayım artık. Uyumalısın. Randevuna geç kalma. Görüşürüz.
-Görüşürüz.

Düşünecek çok fazla şey vardı fakat düşüncelerimin üstünde fazla durmamaya karar vererek kafamı iki yana salladım ve onları dağıttım. Yorganımı üstüme çekerek tekrar uykuya dalmaya çalıştım. Beni şaşırtarak çok geçmeden uyku beni tekrardan kolları arasına almıştı.

-Özgür! Ada!
Kaçıncı kez bağırdığından emin olmamakla birlikte annemin sesine uyanarak yatağımda doğruldum. Yavaşça ayaklarımı sarkıtıp sersem bir duruşla doğruldum. Her zaman olduğu gibi aynama bakmadan geçip gidecekken bir kez daha durmayı tercih ettim önünde. Geçen günlerde yaptığım gibi. . . Yine aynı görüntüydü. Mor göz altları, zayıf bir beden, soluk bir yüz, dalgalı, uzun ve karmakarışık kumral saçlar. . . Daha fazla dayanamadan kısa bir süre sonra aynanın karşısından çekilip mutfağa doğru ilerledim. Geçen gün annemin bileğim hakkında sorduğu sorular yüzünden üstüme de bol ve kalın bir sweat geçirmiştim. Hava soğuk olduğu için çok da yadırganmayacağını düşünmüştüm. Mutfağa girdiğimde annem çay dolduruyor babamsa sofraya yerleşmiş tabağına kahvaltılıklardan koyuyordu.

Bölüm : 01.06.2025 17:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...