21. Bölüm

18. Bölüm (Bedenleri Olan Ruhlar)

Betül Başönderoğlu
betulbasndrglu

 

 

 

"Bırak beni! Artık olmaz!"

 

 

 

 

"O ne demek Efsun?" Çakır şaşkınlık ve korku içinde bana bakıyordu. Bir daha uzatmaya çekindiği elleri hala havada, tek bir olumlu hareketimi bekliyordu. Yüzümü buruşturarak başımı iki yana salladım. Geri çekilebildiğim kadar çekildiğimde, sırtım arabasına yaslandı. Ellerimi kulaklarıma kapatıp yanan tahtaların sesini duymamaya çalıştım.

 

 

 

O bundan anlıyor!

 

 

 

Çete burada...

 

 

 

Başını delip geçen mermi...

 

 

 

Alevler!

 

 

 

Bırak beni!

 

 

 

 

"Kalkın! Alevler yayılıyor. İtfaiyeyi aradım. Gitmeniz lazım!"

 

 

 

 

Ben hiçbir tepki vermezken Çakır'ın sesini duydum. "Ama, Kazım?"

 

 

 

 

"Onu ben halledeceğim. Efsun'u da al ve git!"

 

 

 

 

******

 

 

  

Dikenli bir yolda yürüyor gibiydim. Acıyan ayaklarım yüzünden sürekli yere düşüyor; ellerimi bastırarak doğrulmaya çalışıyordum. Ellerim de acıyordu. Tüm bedenim acıdan sızlarken yürümeye devam ediyordum.

 

 

 

 

 

Hastane odasının kapısında oturmuş, tahtayı kırarken elini de kırmış olan Çakır'ın doktora görünmesini beklerken, halim buydu. Omzum sarılmıştı. Elimdeki sargı o arbedede açıldığı için o da yenilenmişti. Tüm yaralarımın üstü sarılmıştı. Gördüklerimin de üstünü böyle sarmak isterdim. Muhtemelen hayatım boyunca zihnimin bir köşesinde yaşayacak olan bu günlerin üstünü, böyle kapatmak isterdim.

 

 

 

 

 

Gözüm doktorun kapısına kaydı. Şimdi ne olacaktı? Beni bırak, demiştim. Bırakır mıydı? Ya ben? Bırakır mıydım onu? Yeni bulmuşken... Gerçekten bırakmak mı istiyordum? Yoksa o anki acımla mı söylemiştim? Kazım'da kardeşi gibi öldürülmüştü. Aynı şekilde. Aynı anda. Kutunun yerini öğreneceğimiz o anda... Kutu. Kazım kutunun evinde olduğunu söylemişti. 'Evimde...' Ve bam!

 

 

 

İrkilerek yerimde sıçradım. Öne eğilip dirseklerimi dizlerime yasladım. Kabarmış, kendi şekline bürünmüş dalgalı saçlarımı çekiştirdim. "Allah'ım! Nasıl unutacağım?"

 

 

 

 

"Unutamayacaksın."

 

 

 

 

Aslan'ın sesiyle başımı kaldırdım. İri bedenini tepeme dikmişti. Ceketini çıkarıp eline aldı. Baygın bakışlarımla yanıma oturuşunu izledim. İri bedenini tek koltuğa sığdırdı; bana değmemek için ufalabildiği kadar ufaldı.

 

 

 

 

"Senin burada ne işin var?" Hiç beklemediğim bir anda kolunu kaldırıp, yanmış yerini gösterdi. Bu ani hareket geri çekilmeme sebep oldu. Dudaklarım hızlı nefes alışverişlerimle aralanmıştı.

 

 

 

 

"Kazım şerefsizini yangından çıkartacağım diye oldu. Sanırım tedavi ettirmem gerekli."

 

 

 

 

"Sanırım mı? Hala kimseye göstermedin mi?"

 

 

 

 

Başını iki yana salladı. "Direkt yanınıza geldim." Dudaklarımı birbirine bastırıp söyleyeceklerimi yuttum. Homurdanır gibi bir sesle "Çakır'ın eline bakıyorlar. Ben tamamım." dedim. Sonra hızla ona döndüm. "Hadi git, sen de göster."

 

 

 

 

Oysa konudan bağımsız bir şekilde bana döndü. "İki günde iki cinayete şahit oldun. Nasılsın?"

 

 

 

 

Sorduğu soruda kullandığı ses tonu tüylerimi ürpertirken, belki de ilk kez gözlerine bu kadar uzun baktım. Orada, hiçbir duygu yoktu. Kazım'ın ölümü onda hiçbir etki bırakmamıştı. Neydi bu? Kötülük mü? Alışmışlık mı?

 

 

 

 

 

Bana kaşlarını kaldırarak baktığında, boğazımı temizleyerek konuştum. "İki günde iki cinayete şahit olmuş gibi."

 

 

 

 

"Güzel." Ciddi mi diye yüzüne baktım. Çatık kaşlarıma karşı; "Olması gereken de bu." dediğinde, kollarımı kavuşturarak önüme döndüm. "Oysa siz alışık gibisiniz?" Bunu soru sorar gibi söylemiştim. Bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Belki de durumu hafifletecek -ne kadar mümkünse- cümlelere.

 

 

 

 

"Bazı insanların acı eşikleri yüksektir. Birinin ölümüne şahit olmakta bir nevi acı çektirir insana. Bedenleri olan ruhların serbest kalışı, izlemesi kolay olan bir şey değil."

 

 

 

 

Tanımı, dudak uçuklatacak kadar korkunçtu.

 

 

 

 

"Acı eşiğiniz ne zaman bu kadar yükseldi?"

 

 

 

"Bunu bana soruyorsun. Ama benim cevabımla Çakır'ın ki aynı olmayacaktır. Söyleyeyim." Baştan savmaya çalışır gibi konuyu Çakır'a çevirmesi, beklediğim bir şey değildi. Aslan benim gözümde korkan değil, korkulandı. Ve az önce sorumdan korkmuştu.

 

 

 

 

"Şu an sana soruyorum. Cevap vermeyecek misin?"

 

 

 

 

Sahte bir sakinlikle gözlerime baktı. Oldukça yavaş bir şekilde "Zorunda değilim." dedi.

 

 

 

 

"Elbette zorunda değilsin. Yalnızca, konuyu sen açtığın için sormak istedim."

 

 

 

 

Yanağını ısırdığı belli olan yüz ifadesine, aynı sahte sakinliği yansıtmaya devam etti. Bir süre bana bakıp, sonrasında önüne döndü. "Şimdi de kapıyorum." derken gözlerini de kapattı. Benim gibi kollarını kavuşturup arkasına yaslandı. Gözleri kapalıyken ona baktım. Acımasız olduğunu düşünüyordum, evet. Ama bu farklı bir histi. Sanki, acımasızlığı için ona kızıyor olduğumu hissediyor ve buna tepki gösteriyordu. Hak etmediğini düşünüyordu.

 

 

 

 

Kendimi tutamadan sordum.

 

 

 

 

"Neden, Aslan? Bu duruşun neden? Bu acımasızlığın neden?"

 

 

 

 

 

Gözlerini huzursuzca açtı. "Çünkü onlarda zamanında bana acımadı."

 

 

 

 

Az önceki suskunluğuna tezat verdiği cevapla nefesimi tuttum. "Kimler?"

 

 

 

 

Yüzünü yavaşça bana çevirdi. Ama gözlerime bakmamak için çaba sarf ediyordu. O an anlayamadım; anlattıklarının bende bırakacağı hüznü görmemek için gözlerime bakmadığını.

 

 

 

 

"Onun gibiler. Diğer insanlara zarar vermek için var olan, asıl acımasızlar. Benim gibi değil; gerçekten, acımayanlar."

 

 

 

 

Titreyen sesimle sordum. "Babandan mı bahsediyorsun?"

 

 

 

 

Belli belirsiz başını salladı. Önümüzden geçen doktor kalabalığından hemen sonra konuştum. "O sana ne yaptı, Aslan? Baban sana ne yaptı?"

 

 

 

 

Aslan'ı tanıdığımdan beri ilk defa, titreyen sesiyle konuştu. "En değerlimi aldı elimden." Yumruklarını sıktı. "Annemi..." Boğuk bir hıçkırık sesiyle sustu. Ağlamıyordu; acısı, boğazına dizilmiş gibiydi. Dolan gözlerimin ardından onu izliyordum. Dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp kendini tutmaya çalıştı.

 

 

 

 

"Annemi aldı elimden, Efsun!" Gözlerimin içine baktı. "Hep hak etmekten bahsediyorsun. Daha on yaşındaydım. Annemin gözlerimin önünde öldürülüşünü hak etmiş miydim sence?"

 

 

 

 

 

Şokla irişelen gözlerimden, akan yaşları izledi. Elimi açılan ağzıma kapadım. Bu halimi bekliyormuş gibi tebessüm etti. "Bence de hak etmezdim."

 

 

 

 

 

"Nasıl?" diye sordum, zorla yutkunarak. Sonunda kırdığım kabuğunun altından böyle bir şey çıkması... Ona bakarken daha da çok ağlamamak için kendimi tuttum.

 

 

 

 

Önüne döndü. Ellerini birbirine bağlayarak parmaklarına baktı. "Ben kötü biri değilim, Efsun. Acımasız olabilirim. Ama sadece acımasız olanlara. Ela'nın benim için ne anlam ifade ettiğini bilsen, beni bununla suçlayamazdın. Onların bize ne yaptığını bilsen..."

 

 

 

 

"Onlar dediğin, sen ve Çakır'ın ailesi mi? Annelerinizin öldürülüşü... Birbirleriyle bağlantılı mı?"

 

 

 

 

Kızarmış gözlerine rağmen her zamanki Aslan'ın şüphesine büründü. O hıçkırığı duymadan önce, onun bir kalbi olduğundan şüpheliydim. Ama şimdi farklıydı.

 

 

 

 

Çatık kaşlarıyla sordu. "Sen Çakır'ın annesini nereden biliyorsun?"

 

 

 

 

"Cansu beni öldürmeye çalışırken Çakır'a bir şeyler söyledi. Bununla ilgili. Ama Çakır, kendisi anlatmadan ona sormamamı istedi. Yani biliyorum sayılmaz."

 

 

 

 

Başını sallayarak geri önüne döndü. "Bilme zaten. O da anlatmaz."

 

 

 

 

 

"O ne demek?"

 

 

 

 

Sorumu cevapsız bıraktı.

 

 

 

 

"O ne demek Aslan?"

 

 

 

 

"Bilmemen senin için daha iyi. Çakır'ı gerçekten tanımasan, ona olan duyguların daha gerçekçi olur."

 

 

 

 

"Ne diyorsun sen?"

 

 

 

 

Öfkeli sesime karşı hiddetle bana döndü.

"Diyorum ki; ona acıdığın için değil, onu sevdiğin için yanında kal! Eğer onun yaşadıklarını, sana gösterdiğinin altında, aslında nasıl biri olduğunu öğrenirsen, gözünde zavallı bir erkek çocuğundan başkası olmayacak!"

 

 

 

Hiddetle ayağı kalktım. "Onun hakkında böyle konuşma! O gözümde hiçbir zaman zavallı biri olmayacak!"

 

 

 

 

"Öyle mi? Hala her gece annesini bekleyerek uyuduğunu bilsen bile mi?"

 

 

 

 

Söylediklerinden önce, bunları onun söylemesine öfkelenerek ellerimi yumruk yaptım. "Bu zavallılık değil! Şu an bu söylediklerinle asıl zavallı sensin!"

 

 

 

 

Kaba bir homurtu çıkartarak ayağı kalktı. "Ben mi zavallıyım? Ben ölü annesini bekleyen bir erkek çocuğu değilim! Ben-"

 

 

 

 

"Kes artık!" Tüm gücümle atabildiğim en sert tokadı yüzüne savururken, arkamdaki kapı açıldı. Bu, Aslan'ın bana uzanan eliyle aynı anda oldu. Çakır'ın araya girmesiyle ayrıldık. Aslan'ın elini itip ona kafa atması, kesinlikle beklemediğim bir şeydi. Ağzım açık kalırken sadece izledim. Aslan sarsılarak arkaya adımladığında, Çakır yakalarından tuttu. "Lan!" Öfkeyle soludu. "Sen Efsun'a el mi kaldırdın lan?!"

 

 

 

 

Aslan, Çakır'ın elinden kurtulabilecek bir adamken hiçbir şey yapmadı. Cevap vermeden yüzüne baktığında, bu bir kafa daha yemesine sebep oldu. Hala ayakta duran bedenine hayretle baktım. Karşılık vermemesinin tek nedeni, hak ettiğini düşünmesiydi. Buna yemin edebilirdim.

 

 

 

 

"Çakır, tamam. Dur artık!" Sesimle birlikte Aslan'ı ittirip bana döndü. "Ne oldu? Ne oldu da ona tokat attın?" Aslan'a geri döndü. "Ya sen? Ne oldu da ona saldırmaya kalktın?"

 

 

 

 

Aslan bıkkınlıkla konuştu. Bir yandan da ikinci kafayla kanamaya başlayan burnunu, eliyle örtüyordu. "Ben kimseye saldırmadım. Bana tokat atan oydu."

 

 

 

 

 

Çakır'ın sırtını aşıp ileri atılmaya çalıştım. Beni, bana dönmeden tutup durdurdu. Bakışları Aslan'ın üstündeydi.

 

 

 

 

"Sen bunu hak ettin, Aslan! Bir daha sakın, bu söylediklerini tekrarlama! Sakın!"

 

 

 

 

Ne demek istediğimi anlamış olduğunu umarak arkamı döndüm ve hastanenin çıkışına ilerledim. Çakır'ın iyi olduğunu gördüğüme göre gidebilirdim.

 

 

 

 

 

Aslan'dan beklemediğim bu cümlelere karşı öfke ve kırgınlık duyuyordum. Kırgınlığım Çakır'ın yaşadıklarınaydı. Öfkem ve yine kırgınlığımsa, Aslan'ın Çakır hakkında böyle konuşmasınaydı. Ondan gerçekten beklemezdim. Bu düşmanca tavrı kimeydi? Beni mi yıldırmaya çalışıyordu? Çakır'dan uzaklaşmamı mı istiyordu? Ama o zaman bana 'onu gerçekten sevdiğin için yanında kal' demezdi. Amacı neydi bu adamın? Çakır'ı sevdiğini biliyordum. Öyle olmasa, onun için canını hiçe saymazdı. Ama bu kaba tavırlarının hedefinde kim olduğunu anlayamıyordum. Belki de sadece kabaydı. Söylediklerini söyleyiş tarzına kızmıştım. Bunu farklı bir zamanda, farklı bir şekilde söyleseydi, yalnızca Çakır için üzülecektim. Ne olursa olsun, ona acımazdım. Yaptığı tek şey acısını hafifletmeye çalışmaktı. Hiç gelmeyecek olanı beklemek... Bu hissin nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Nasıl aştığımı da.

 

 

 

 

 

Kolumdan tutulup çekildim. Çakır'la bedenlerimiz çarpıştığında anlık bir korkuyla nefesim kesildi. Gözlerine baktığımdaysa saatlerce nefessiz kalmışım gibi hızlandı.

 

 

 

 

"Ne yapıyorsun?"

 

 

 

 

"Bana neler olduğunu anlatacaksın!"

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp bakışlarımı çektim. Anında çenemden tutup geri çevirdi. "Anlat!"

 

 

 

 

"Anlatacak bir şey yok."

 

 

 

 

"Anlatacak bir şey yok mu?!" Dalga geçiyormuşum gibi tekrarladı.

 

 

 

"Ona tokat attın! O sana-" Öfkeyle duraksadı. Kirpikleri titrerken, gözlerinin kızardığını gördüm. "-saldırmaya kalktı. Ne demek anlatacak bir şey yok!"

 

 

 

 

"Beni sinirlendirdi. Tamam mı? Bırak şimdi kolumu." Ben kolumu kurtarmaya çalışırken o, çenemi bırakıp diğer kolumu da tuttu. Hareketlerimi kısıtlamak için kollarımdan tutup kendine çekti; yerimde öyle bir sıçradım ki, anlık olarak ayaklarım yerden kesildi. Acıyan omzumla yüzümü buruşturdum. Oysa bunun farkına varmadan bağırdı. "Anlat! Aslan'la neden tartıştığını, barakada ne işin olduğunu, beni neden bırakıp gittiğini..." Son cümlesini devam ettirmeden dudaklarını birbirine bastırdı. Vücudu kaskatı kesilmişti; ellerinin altındaki bense donmak üzere olan bir kuş gibi titriyordum. Aralık dudaklarımdan içeri giren soğuk hava boğazımı kurutuyordu. Yutkunmaya çalıştım.

 

 

 

 

"Bırak, Çakır! Canımı yakıyorsun!"

 

 

 

 

Gözleri önce titreyen dudaklarıma düştü. Ardından kollarımı sıkan ellerine. Yavaşça beni serbest bıraktı. Esen rüzgarın uçuşturduğu saçlarımın ardından onu izliyordum. Kasılan bedeni, beni bıraktıkça gevşedi. Şimdi, donmak üzere olan oydu.

 

 

 

 

"Özür dilerim. Canını yakmak istemedim."

 

 

 

 

"Biliyorum." Sesimin titrememesi için fısıldamıştım. Dolan gözlerimin akmaması içinse gözlerimi kapattım.

 

 

 

 

 

Git, Efsun.

 

 

 

 

Karanlıktan gelen sese uydum. Gözlerimi açıp, sanki karşımda titreyen bir Çakır görmemişim gibi gitmeye yeltendim. Tek bir adımdan sonrasının gelmeyeceğini, ıslanan yeşilleriyle anlamıştım.

 

 

 

 

Parmak uçlarımda yükselip kollarımı boynuna sardığımda, hiç beklemeden belime sarıldı. "Efsun!" Başını boynuma gömüp ismimi söylediğinde, nasıl gidebilirdim ki? O kısık gözleriyle bana baktığında, çatlak dudaklarını titremesinler diye sıktığında, omuzlarını düşürüp bana kendini adeta acındırdığında, bu oyununa nasıl karşı gelebilirdim? Ona koşarken, ondan nasıl kaçabilirdim?

 

 

 

 

Gitmelisin, Efsun. Ona, onu bırakacağını söyledin. Artık bunları kaldıramayacağını. Sözünde durmalısın. Kendin için.

 

 

 

 

 

"Çakır." diye fısıldadım. Ben ismine veda ederken o, kendisine seslendiğimi sandı. Başını geri çekip, yaşlarından dolayı rengi açılmış olan yeşilleriyle bana baktı. Bu gözleri bir gün bile olsa görmediğimi düşündüm. Gökyüzüne bir gün bile olsa bakmadığımı. İrkilerek kollarından çıktım.

 

 

 

 

Bu tavrım onu endişelendirdi. Bir eli, gitmemden korkar gibi havada kaldı. Oysa az önce ne kadar da kalacak gibiydim, değil mi!

 

 

 

 

"Gitmeliyim."

 

 

 

"Nereye?"

 

 

 

"Eve. Eve gitmeliyim."

 

 

 

Senden gitmeliyim. Bu hayattan gitmeliyim. Ölümden gitmeliyim.

 

 

 

Başını iki yana salladı. Düşüncelerimi okumuş gibi; gidersem, bir daha geri gelmeyeceğimi bilirmiş gibi. "Gitme, Efsun!"

 

 

 

 

Kabaran acıma öfkelenip aniden bağırdım.

 

 

 

"Eve gitmek istiyorum!"

 

 

 

 

Aynı benim gibi, yüzüme karşı bağırdı.

 

 

 

 

"Senin evin benim!"

 

 

 

 

Gözlerimi kırparken bedenim taş kesildi. Çakır, az önceki haykırışının aksine, şimdi yalvarırcasına fısıldıyordu.

 

 

 

 

"Ne olur, gitme Efsun! Bırakma beni."

 

 

 

Git, Efsun!

 

 

 

Küçük kız, karanlığıma karşı bağırdı. Nasıl gidersin Efsun? Onu nasıl bırakırsın?

 

 

 

 

Kendin için. Çakır'ın öldürülüşünü görürsen ne olacak? Ya sıradaki Çakır olursa? Kaldırabilecek misin?

 

 

 

 

"Çakır, bu kadar ölüm..." Artık tutamadığım hıçkırıklar sözümü kesti. "...bu kadar ölüm çok fazla! Ya bir sonraki sen olursan? Ben bunu kaldıramam!" Sarsılarak ağlamaya başladığımda bedenim öne doğru eğildi. Ellerimle yüzümü örttüm. Birkaç saat önce atamadığım tüm duygular, şimdi boşalıyordu.

 

 

 

Çakır kollarımı tutarak ayakta durmamı sağladı. "Bana bak Efsun. Kaldır başını."

 

 

 

Dokunuşuyla ellerimi indirdim. Yüzlerimizin arasında santimler vardı. Tüm yüzümün kızardığına emindim. Islak ve hasta görünüyor olmalıydım çünkü tam olarak hissettiğim buydu.

 

 

 

 

"Benden gitmenin sebebi bu mu? Bana bir şey olacağından korkman mı?"

 

 

 

 

Cevapsız bırakarak cevabını verdim.

 

 

 

"Efsun, sana söz veriyorum. Bana hiçbir şey olmayacak. Sen varken, kendimi hiç korumadığım kadar çok korurum. Seninle kalmak için ne yapmam gerekiyorsa, onu yaparım Efsun! Söz veriyorum!"

 

 

 

 

 

Huysuzca geri çekildim. "Böyle bir şeyin sözü verilmez Çakır! Ben çocuk değilim. Beni eğlemeye çalışma. Sen bu hayatın içinde olduğun sürece güvende değilsin. Ben... ben bunu yapamam! Bu hayatta daha fazla kalamam!"

 

 

 

 

Çakır sarsılmış bir ifadeyle geri çekildi. Bıraktığı kollarım soğuğu anında içine çekerken titredim. "Tehlike, kötülüğü getirdi Çakır. Bu, sen istemesen de oldu." Üstüne basa basa tekrar ettim. "Sen istemesen de."

 

 

 

Çakır hiçbir şey söylemeden yüzüme baktığında, o günü hatırladığını biliyordum. Üzgünüm. Gitmek için doğru anın bu an olduğunu düşündüm. Arkaya doğru bir adım attım. Çakır'ın eli hafifçe havalandı; hala engel olmak isteyen tarafıyla, söylediklerime hak veren tarafı savaşıyordu. Elini yanına indirip yumruğunu sıktığında, hangi tarafın kazandığını anladım. Buruk bir ifadeyle gözlerine baktım. Kabaran duygularıma kapılmamak için hızla arkamı döndüm. Yalnızca birkaç adım atmıştım ki, arkamdan söyledikleriyle duraksadım.

 

 

 

 

"Atladığın bir şey var, Efsun. Ne tehlikeyi, ne de kötülüğü biz getirmedik. Biz bu hayata düşenleriz; düşürenler değil."

 

 

 

 

Ona döndüm. Oysa çoktan arkasını dönüp hastaneye yönelmişti.

 

 

 

 

******

 

 

 

 

Buz gibi soğuk, içime işlerken evden çıktım. Sakin bir akşam yemeğinin ardından dışarı çıkacağımı söylemiştim. Babam havanın soğukluğunu ileri sürüp huysuzlansa da, annem buna ihtiyacım olduğunu anlayıp babamı susturmuştu. Ona minnet duyarken kabanıma daha sıkı sarıldım. Siyahlar içindeydim. Siyah eşofmanlar, siyah kaban, siyah botlar... Annemin hediyesi olan bere, üstümdeki tek renkti. İçinde yürüdüğüm karanlıkta parlayan tek renk.

 

 

 

 

Kalbim sıkışıyordu. Sanki bir gün boyunca yalnızca kafein almışım gibi. Ya da uzun süre koşmuşum, ya da nefessiz kalmışım gibi. Ya da Çakır'sız. Titreyen dudağımı ısırdım. Kabanımın üstüne aldığım atkımı yüzüme doğru çekiştirirken parka girdim. Çam ağaçlarının kokusu bu havada bile alınıyordu. Derin derin soludum. Bedenimdeki tüm sular yukarı çıkıp gözlerimden akmaya çalışıyordu. Bakışlarımı yıldızlı gökyüzüne kaldırdım. Hızlı adımlarıma rağmen önüme değil; gökyüzüne bakıyordum. Her an düşebilirdim. Bir dal parçasına ya da bir taşa takılıp düşebilir; yaralanabilirdim. Buna rağmen durmadım. Koca parkı defalarca turlarken istediğim tek şey unutmaktı. Bu sabahı unutmak. Dünü unutmak. Geçirdiğim tüm bu haftayı unutmak.

 

 

 

 

Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. En sonunda, belki yorgunluktan belki de bir şeye takıldığımdan, sendeleyerek öne düştüm. Düştüm denmez; az kalsın düşecektim. Güçlü bir el kolumu yakalayıp beni sertçe yukarı çekti. Dudaklarımdan istem dışı küçük bir çığlık kaçtığında, aynı el ağzımı da kapattı.

 

 

 

 

"Yahu niye bağırıyorsun?"

 

 

 

 

Yüzünü görünce elini ittirdim. "Ne yapıyorsun be!?"

 

 

 

 

  

"Düşüyordun. Bak burada ne var?" İşaret parmağıyla, eğer düşseydim muhtemelen bana büyük zarar verecek kaya parçasını gösterdi.

 

 

 

 

"Önüne bak."

 

 

 

 

"Sanane! Bir tokat daha istiyorsun sanırım!"

 

 

 

 

Kalın kaşları hayretle havalandı. "Seni elimden Çakır aldı; hatırlatayım!"

 

 

 

 

"Ya ya..." Elimi umursamazca salladım. "Sen bana hiçbir şey yapamazsın!" İstese, beni şuracıkta öldürebilirdi.

 

 

 

Bunun farkında olduğumun da farkındaydı üstelik.

 

 

 

 

Daha fazla benimle uğraşmayacağını belli eden bir ifadeyle, arkasında duran banka oturdu. "Otur; konuşacağız."

 

 

 

Normalde onun lafıyla asla oturmayacağımı biliyordum. Ama o an, bu konuşmanın yapılması gerektiğini düşünüp itiraz etmeden oturdum.

 

 

 

 

"Dinliyorum. Yine ne saçmalayacaksın acaba? Bu sefer ezeceğin kişi kim? Ben mi? Yoksa geceleri uyumadan önce ballı süt içtiğimi mi öğrendin?"

 

 

 

 

Mekanik bir sesle, yavaşça konuştu.

"Ben de geceleri ballı süt içerek uyuyorum."

 

 

 

 

Bir an için birbirimize bakakaldık. Ağzım açık kalırken bakışlarımı karşıdaki çam ağacına diktim. Dudaklarımı birbirine bastırmasam, muhtemelen kahkahamı annemler dahi duyardı. Sinirim bozulmuştu.

 

 

 

 

Önümüzdeki birkaç dakika duyulan tek ses ağaçların hışırtısıydı. Rüzgar da sakinleşmiş; insanın içine işlemekten vazgeçmişti. Saate baktım. 22.19'du.

 

 

 

 

"Özür dilerim Efsun."

 

 

 

Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Yüzüne baktım. Bana değil; karşısına bakıyordu. İki gün de iki özür.

 

 

 

İki gün de iki ölü.

 

 

 

"Söylediklerim doğru değildi."

 

 

 

"Ne?"

 

 

 

"Sadece seni denemek istedim. Çakır hakkında duydukların, ona olan duygularını etkileyecek mi diye merak ettim. Ama sen duydukların için değil; söylediklerim için kızdın."

 

 

 

 

"Neden böyle bir şeyi denemek istedin ki Aslan?"

 

 

 

Küçük bir çocuk gibi omuz silkti.

 

 

 

"Bak, ben o bahsettiğin duygunun ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Hiç gelmeyecek olanı beklemek. Evet, insanı güçsüz kılan bir duygu. Ama asla zavallıca değil. Ki, bu Çakır'a olan duygularımı zerre kadar bile etkileyemez."

 

 

 

 

Memnun bir sesle konuştu. "Çakır'a karşı bir duygun olduğunu açıkça itiraf ediyorsun."

 

 

 

 

Net bir dille cevap verdim. "Kesinliği anlaşılır şeyler de itirafa gerek duymam."

 

 

 

 

"Onu hala seviyor musun?"

 

 

 

 

"Elbette!"

 

 

 

 

"Ama onu bırakmışsın."

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp sızlayan burnumu ovaladım. Soğuğa rağmen yanan içim, yaşlarımı kaynatıyordu. Tekrar yukarı çıkmak için yarışa girmişlerdi.

 

 

 

 

"Onu ölümle kaybetmektense, kendi ellerimle bırakmak istedim."

 

 

 

 

"Aynı şey değil mi? İki türlü de onu kaybediyorsun."

 

 

 

 

Bu sefer çocukça omuz silken bendim.

 

 

 

 

"Onun da ölümüne şahit olamam. Bunu kaldıramam." Ağlamak üzere olduğum boğuk sesimle söyleyebildiklerim bunlardı. Buraya kadar, diye düşünüp direnmeyi bıraktım.

 

 

 

 

Aslan dakikalarca süren ağlayışımı sabırla bekledi. En sonunda sakinleşip burnumu silecek bir peçete aradığımda, bana kolunu uzattı. Alık bir ifadeyle yüzüne baktım.

 

 

 

 

"Ne? İğrenmem."

 

 

 

Gözlerimi devirdim. "Ama ben iğrenirim." diyerek bulduğum peçeteye burnumu sildim. Yalandı. Kusmuk, ıslak saç ve yabancı bir nefesten başka hiçbir şeyden iğrenmezdim.

 

 

 

 

"Barıştık mı?"

 

 

 

 

"Küsmemiştik ki."

 

 

 

 

"Ne? Bana tokat attın!"

 

 

 

 

"Sen de üzerime yürüdün."

 

 

 

 

"Bana vurduğun için."

 

 

 

 

Omuz silktim. "Beni kışkırttın."

 

 

 

 

"Özür diledim ya!"

 

 

 

 

"Tamam, bir şey demedim! Kapat konuyu!"

 

 

 

 

"Ha, tamam."

 

 

 

 

İsterik bir şekilde gülüp ona döndüm. Soracağım soruyla gülüşüm kendiliğinden kayboldu.

 

 

 

 

"Ela'dan haberin var mı?"

 

 

 

 

"Yarın çıkacak. Onu ben ve Leyla alacağız. Baraka yandı, biliyorsun. Birkaç günlüğüne Çakır'da kalacağız ama yeni bir ev tuttum bile. Yerleşene kadar yalnızca."

 

 

 

 

"Zaten o barakaya çocuk vermezlerdi."

 

 

 

 

Aslan burun kıvırdı. "Kayıtlardaki evi görmedin." Bu sefer de ben burun kıvırdım.

 

 

 

 

"Sen ve Leyla, evli misiniz?"

 

 

 

 

"Kağıt üstünde." Söylerken ki ses tonu... Resmen memnuniyetsizlik akıyordu. Bu beni gülümsetti. "Ama sen ona aşıksın?" Soru sorar gibi söylemiştim ama cevabı öyle açıktı ki...

 

 

 

 

Şu an karşımda utanan bir Aslan vardı. "Ne?" derken ellerini koyacak yer bulamadı. "Leyla bana ailemden kalan son kişi. Annem onu çok severdi. Bu duruma... Yani, bu evliliğe... Mecbur kaldık. Bir süre önce. Onu korumam için bunu yapmam gerekiyordu. Sonuçta, emanet olan korunur. Değil mi?" Gözlerime bakıp sorduğu soruya karşı, merhametle başımı salladım. Olayların karışık olduğu belliydi. Ama kesin olan tek şey, Aslan'ın Leyla denen kadını seviyor oluşuydu.

 

 

 

 

"Demek senin de bir kalbin var, Aslan." Mırıldanır gibi söylediklerimi duymadı. Rüzgar kelimeleri dağıttığında, Aslan hala ona sorduğum sorunun etkisindeydi.

 

 

 

Diğer yandan, Ela ilk günlerini Çakır'da geçirecekti. Ben onu nasıl görecektim? Çakır'la yan yana geldiğim ilk an tabularımın yıkılacağını biliyordum. O yeşil gözleriyle bana bakarken...

 

 

 

Başımı iki yana salladım.

 

 

 

"Bugün hastanede konuştuğumuz konu..." Aslan utancından sıyrılıp bana döndü. "Yarım kalmıştı."

 

 

 

Neden bahsettiğimi anladığı an yüzüne oturan sertlik, karşımda her zamanki Aslan'ı görmemi sağladı.

 

 

 

"Anlatmak zorunda mıyım?"

 

 

 

"Yani, sen bilirsin. Seni zorlamak istemem." dedim, anlayışlı bir tonla.

 

 

 

Başını sallarken ellerini ovuşturuyordu. Düşündü; bir süre sonra, "Sanırım bunu sana borçluyum." diyerek yerinde doğruldu. O doğrulunca ben de toparlanmak istedim. Ciddi bir duruşla karşımızdaki ağaçları izlemeye başladık. O konuşana kadar tek kelime etmedim.

 

 

 

 

"On yaşındaydım. Doğum günümdü. Aynı zamanda dedemin ölüm yıl dönümü. Annem sevmezdi dedemi. Babamı o yetiştirmişti çünkü. 'Oğlun olursa adını Aslan koy. Onu bir kral gibi, acımasız yetiştir.' diyen adamın oğlu, benim babam." İsterik bir şekilde güldü. Bense ürpererek kendime sarıldım. "Annem için o günün tek anlamı, benim doğuşumdu. Babam o gün evde olmazdı. Bir meyhanede sabaha kadar içer; öğlen vakitlerinde de meyhanedeki çalışanlar bırakırdı evin önüne. Annem onu taşır, ayıltır, işe gönderirdi. Ama o gün, nedenini hala bilmem, annem pastamın mumlarını dikerken geldi eve. Sarhoştu. Ben tam mumları yakması için anneme seslenecekken, babamın sesini duydum."

 

 

 

 

Boğuk sesiyle duraksadı. Ona baktım. Kıpkırmızı kesilmişti. "Hainler, diye bağırıyordu bize. İlk defa görmüştü doğum günümü kutladığımızı. Ona göre o gün, yas günüydü." Hıçkırığını duyduğumda, kendi hıçkırığımı bastırmaya çalışıyordum. Elimi sıkıca ağzıma örttüm.

 

 

 

 

"Annem diz çöktü önünde." Artık fısıldıyordu. Sesi daha fazla çıkamazmış gibi, boğulurcasına fısıldıyordu. "Yalvardı. Yapma, dedi. O daha çocuk." Ellerini hafifçe önüne uzattı. Sessiz yaşlarımın arkasından onu izliyordum. "Ben böyle elimi uzatsam, tutabilirdim annemi. Çekebilirdim belki arkama. Onun derdi, babasının öldüğü gün doğan çocuğuylaydı; annemle değil ki!"

 

 

 

 

"Aslan!" diye mırıldandım. Acı, esen rüzgarla yüzümüzü keserken yaşlarımı silmeye çalıştım. Onun suçu olmadığını söylemek istedim. Oysa, artık tamamen indirdiği gardıyla ağlamaya başladı. Afallayarak sustum.

 

 

 

 

Aslan, ağlıyordu.

 

 

 

 

"Gözlerimin önünde annemi öldürdü! Altı kurşunla! Annemi mezara, kendini hapse soktu!" Bana döndü. Gözlerinde gördüğüm tek duygu acıyken fısıldadı. "Annemi aldı benden!"

 

 

 

 

"Ah!" Onun acısını kalbimde hissederken, artık ikimizde sesli bir şekilde ağlıyorduk. Dakikalar sürdü. Tüm bu yaşanmışlığın üstüne tek bir söz daha söylenmedi. Artık Aslan'ı daha iyi tanıyordum. Bunu hissediyordum. Neden böyle olduğunu, duruşunun arkasındaki duvarın neden bu kadar sıkı örüldüğünü, artık anlıyordum.

 

 

 

 

Sonunda sakinleşmeye başladığımızda, telefonum çalıyordu. Arayan annemdi. Sessize alıp birazdan geleceğime dair mesaj attım. Telefonu cebime koyarken, "Peki bunların Ela ile ne ilgisi var? Ela senin için ne anlam ifade ediyor?" diye sordum.

 

 

 

 

Burnunu çekip boğuk sesiyle konuştu. "Ela bilmez; babası da babamın yolunda olan adi herifin tekiydi. Annesi melek, babası şeytan. Cansu'nun kime çektiğini anla. Ela, o adamın nasıl biri olduğunu anlayamayacak kadar küçük ve saftı. Onların nasıl öldüğünü biliyor musun?" Başımı iki yana salladım. "Babası uyuşturucunun etkisindeyken araba kullandı. Annesi de arabadaydı. O kadıncağız, bunun kurbanı oldu. Uyuşturucunun! Ve şerefsiz kocasının!"

 

 

 

 

 

"O yüzden böylesin..."

 

 

 

 

"O yüzden böyleyim. Bir kişinin daha bu illet yüzünden canının yanmasına sabrım yok. Kaldı ki, binlerce insan zehirlenmeye devam ediyor." Yüzüme baktı. "O kutuyu bulacağım. Bütün planlarını alt üst edeceğim. Buna yemin ettim, Efsun. Ela'ya her şeyin düzeleceğine dair yemin ettim."

 

 

 

 

"Sen ne yapa-" Sözümü kesti. "Ben gerçekten polis değilim. Bunu blöf olarak kullandığımı anlamışsındır." Başımı salladım. "Ama bağlantılarımın olduğu bir gerçek. Bunun derinini sorgulama. Ne iş yaptığımı, aslında kim olduğumu... Bilmesen de olur. İnan, kötü biri değilim. Tek derdim bu."

 

 

 

"Kötü biri olduğunu düşünmemiştim zaten." diyerek yalan söyledim. Oysa yarım bir şekilde sırıttı.

 

 

 

 

Her şeyin farkındaydı.

 

 

 

 

 

"Artık bana güveniyor musun?"

 

 

 

"Güveniyorum."

 

 

 

******

 

 

 

"Kızım, nerede kaldın? Deliye döndüm meraktan!"

 

 

 

"Geldim işte anne." Soğuktan morarmış tırnaklarımı ovuşturdum. Sonra, neden yapmayayım ki diye düşünüp, koşarak abimin yanına gittim. Bana alık alık baktığı bir anda ellerimi ensesine dayadım. Yerinde sıçradı. Kalın sesiyle "Git be! Dondum!" diye bağırdı. Elimi hemen çekip gidiyormuş gibi yaptım. O sızlanmaya devam ederken arkasından sarılıp koltuğun başlığına oturdum. Elimi sırtına soktuğumda neredeyse koltuktan düşecekti. "EFSUN!"

 

 

 

 

Kahkaha atarak geri çekildim ve odama koştum. Arkamdan geldiğini anlamam için bakmama gerek yoktu. Kapımı kilitlediğim ve onun kapıma dayandığı an, annemin sesi duyuldu. "Bana bakın! Valla dayak yersiniz he! Adam uyuyor; çocuk musunuz siz?"

 

 

 

"Ama anne-"

 

 

 

"Sus! Dana kadar adamsın; bilmiyor musun, kız kardeşinin aklı yarım!"

 

 

 

Kapının ardından homurdandım. "Ayıp oluyor anne."

 

 

 

 

 

******

 

 

 

 

Sabahın erken saatinde beni kapıya dikip yavaş yavaş hazırlanan abimi bekliyordum. Hava soğuk olduğu için beni okula bırakacağını söylemişti. Dün akşamın üstüne, bunun bir tuzak olduğunu anlamalıydım. Bir saattir kendisini bekletiyordu. "İlk derse geç kaldım." diye homurdandım. "Uydurma, daha yarım saat var."

 

 

 

Odasından bana laf yetiştiriyordu.

 

 

 

"Tamam işte, senin acemi sürücülüğün beni yetiştiremeyecek."

 

 

 

Yediği laf oturmuş olmalı ki, odasından çıktı. "Şaka mısın sen? Senin yaşın kadar araba kullanmışlığım var."

 

 

 

"Nasıl kullandığını bilmiyoruz sanki." dedim burun kıvırarak. Evet, çok iyi kullandığını hepimiz biliyorduk.

 

 

 

 

Ağzının kenarıyla gülüp elini 'hadi oradan' der gibi salladı. Sonra mutfağa girdi, salona girdi, tekrar odasına girdi ve tekrar mutfağa girdi. En sonunda patlayarak "Ay yeter! Donarım daha iyi!" dedim ve arkamı dönüp ayakkabılarımı giymeye başladım. O sırada da homurdanmaya devam ediyordum. "Annem olsaydı görürdün sen!"

 

 

 

 

"Aynen! Dün kadın kapında terlikle bekliyordu. Ne anlatıyorsun sen?"

 

 

 

 

"Hep senin yüzünden!"

 

 

 

 

"Aynen, aynen."

 

 

 

 

Ben ayakkabılarımı giyinene kadar, o dışarı çıkmıştı bile. Kapıyı kilitleyip arabaya koştum. İki saniyede buz kesmiştim.

 

 

 

 

"Annemler sabah sabah nereye gitti, biliyor musun? Hem de arabasız."

 

 

 

 

"Bilmiyorum. Sordum ama geçiştirdi. Taksiyle gittiler."

 

 

 

 

"Garip. Geçen olaylar yüzünden babamın navigasyon geçmişine baktım. Onu mu anladı acaba?"

 

 

 

Abim bana şok olmuş bir ifadeyle baktı. "Ne yaptın?"

 

 

 

 

"Nereye gittiğini öğrenmek istedim. Anahtar masada duruyordu. Sadece motoru çalıştırdım. Biliyor musun, tam dört kez şehir hastanesine gitmiş. Neden bize hiçbir şey anlatmıyorlar?"

 

 

 

 

"Kızım, sen başımıza dedektif mi kesildin? Bıraksana adamın yakasını. Belki bir işi vardı."

 

 

 

 

"O ne demek ya? Bize de anlatsın. Ben her günümü size anlatıyorum."

 

 

 

 

"O senin gevezeliğinden." Biz bunun tartışmasını yaparken okula gelmiştik bile.

 

 

 

 

 

"Of, hiç ders havamda değilim."

 

 

 

 

"Kendine gel. Son senendesin; hemen eksiklerini toparlayıp sınava odaklanman lazım."

 

 

 

 

"Bana program yapacaktın. Ne oldu o iş?"

 

 

 

 

"Akşam hatırlat. Aylık programını yapalım. Gidişatına göre devam ettiririz."

 

 

 

 

Başımı sallayarak kemerimi çözdüm. Vedalaştıktan sonra arabadan indim ve kasvet dolu bir havada okula girdim. Derse on beş dakika vardı.

 

 

 

 

Çantamı tek omzumda, gevşek bir tutuşla taşırken merdivenleri tırmandım. Acele etmeden, sakince yürüyordum. Uykumu alamamıştım. Ayrıca hava çok soğuktu. Bir türlü ısınamıyordum.

 

 

 

 

Son merdiveni çıkarken bakışlarım koridordaki hareketliliğe kaydı. Sınıfımın önündekiler polis miydi? Arabalarını fark etmemiştim. Burada ne işleri vardı?

 

 

 

 

Benim için geldiklerini anlamam gerekirdi.

 

 

 

 

 

Sınıftaki birkaç kızın, yüzlerinde acı bir ifadeyle beni göstermesi, polisleri bana döndürdü. Kaşlarımı çattım. Hala anlayamamıştım.

 

 

 

 

"Bir sorun mu var?" diye sordum, yanlarına ulaşınca. Polislerin yanında hoca olduğunu tahmin ettiğim biri daha vardı.

 

 

 

 

Üç polisten biri, kibar bir ifadeyle elini bana uzattı. Tokalaştıktan sonra lafa girdi. "Merhaba, Efsun Doğan siz misiniz?" Başımı salladım.

 

 

 

 

"Biz cinayet şubeden geliyoruz. İrem Aksu cinayetiyle ilgili sizinle konuşmamız gerekiyor."

 

 

 

 

"Cinayet mi?" diye sorarken, şaşırmış gibi yaptım.

 

 

 

 

Aksu... Adını yeni öğrendiğim, gözlerimin önünde abisi tarafından başından vurularak öldürülen İrem hakkında benden bilgi almak istiyorlardı. Onlara ne anlatabilirdim ki? Hem, neden benimle konuşmak istiyorlardı?

 

 

 

 

"Anlamıyorum." dedim, saf ayağına yatarak bir şeyler öğrenebilirim umuduyla. "Neden benimle konuşmak istiyorsunuz ki? Adını bile yeni duyuyorum."

 

 

 

 

Polis, temkinli bir ses tonuyla "Birkaç sınıf arkadaşınız, İrem'le tartıştığınızı söyledi." diyerek, tepkimi izledi. İfademi sabit tutmak için çabaladım.

 

 

 

 

"O kızın adı İrem'miymiş? Evet, tatsız bir an geçirdik. Benim hakkımda konuşuyordu. Ben de bundan rahatsız olduğumu, tekrarlamaması gerektiğini söyledim. Basit bir tartışmaydı."

 

 

 

 

"Anlıyorum. Yalnızca bir kere konuştuğunuzu, haricinde onu görmediğinizi mi söylüyorsunuz?"

 

 

 

 

Terleyen avucumla sıkıca çantamı kavradım. "Haricinde onu tabii ki gördüm. Aynı sınıftayız sonuçta. Sınıftaydık."

 

 

 

 

Bilerek yaptığım kelime hatasından sonra, kızın ölü bedenini her hatırladığımda yaşadığım ürpertiyi hiçbir oyunculuk olmadan sergiledim.

 

 

 

 

Yalan ifade vermektense, eksik ifade vermeye çalışıyordum. Beni basit bir kavgaya dahil olmuş, sıradan bir kız olarak görmeliydiler. Çakır'ların arkada iz bırakmadıklarına emindim. Şu an yalnızca, o gün ki tartışmadan dolayı beni sorguluyorlardı. Şüphelendiklerini sanmıyordum.

 

 

 

 

Tahminimi doğrularcasına "Tamamdır, eğer başka bir şey hatırlar, anlatmak isterseniz-" diyerek bir kart uzattı. Elimi karta uzattım. Tam o sırada, arka taraflarda konuşan iki kişinin sesi duyuldu. "Çakır'ın arkadaşı değil mi bu kız? Kim bilir, belki de onlar öldürdü İrem'i."

 

 

 

 

Polisin, kirpiklerinin altından bana baktığını gördüm. Bakışları, bana ne yapacağını anlatırmış gibi olmasına rağmen elimi çekmekte geç kaldığımı, ani bir hareketle kelepçelendiğimde anladım.

 

 

 

 

 

Benden önce hoca tepki gösterdi. "Ne yapıyorsunuz? Bir öğrenciyi bu şekilde alamazsınız! Okuldayız!"

 

 

 

 

   

Hocanın sesi duyulmadı bile.

 

 

 

"Demek Çakır Gürel'le arkadaşsın." Polisin mırıldandıkları bunlardı. Haklı hiçbir gerekçesi yokken kolumu sertçe çekiştirip beni arkadan kelepçelemesi, sakinliğimi koruduğum son andı.

 

 

 

 

"Bırak beni! Buna hakkınız yok! Bırak!" En baştaki kibarlığına tezat, beni yerimde sarsacak kadar hızla çekiştirip göğsüne yaslayan polisi ittirmeye çalıştım. Gözlerim irice açılmış; hızlı hızlı nefes alıp verirken herkes bizi izliyordu. Hoca polislere müdahale etmeye çalıştı ama nafile. Çakır'ın ismi ortaya düştüğü an, kulaklarını tıkayıp beni alıkoydular.

 

 

 

 

"Veline haber veriyorum kızım." Hocanın arkamdan söylediği en son söz buydu.

 

 

 

 

Okuldan çıktık. Polis arabasının arkasına yerleştirildiğimde öfkeyle konuştum. "Bu yaptığınız kanunlara aykırı! Ben hiçbir şey yapmadım! Beni bu şekilde alamazsınız!"

 

 

 

 

"İnisiyatif kullandım. Çakır'la arkadaşsan, elini kana bulamamanın imkanı yok."

 

 

 

 

Rahatça söylediği söze karşı donakaldım. Koca şehrin polisi, Çakır'a nasıl böyle düşman kesilebilirdi?

 

 

 

 

"Böyle bir saçmalık olamaz! Sizi şikayet edeceğim!"

 

 

 

 

 

Duymamazlıktan geldiler. Kısa sürede emniyete vardığımızda, beni çekiştirerek arabadan indirdiler. Bu, birkaç polisin dikkatini çekti. Ama kimse bir şey söylemedi.

 

 

 

 

Sorgu odasına girdik. Kelepçelerimi çözüp odadan çıkan polislerle derin bir nefes aldım. Ne yapacaktım şimdi? Hiçbir şey anlatamazdım. Neden daha önce konuşmadığım sorgulanırdı. Ben bir şekilde yırtsam bile, Aslan ve Çakır'ın başı belaya girerdi.

 

 

 

 

Ben stres içinde bunları düşünürken, kapının ardından bağırış sesleri duydum.

 

 

 

 

"Derdiniz benimle! Kızı bırakacaksınız!"

 

 

 

"Sen kimsin de bize emir veriyorsun lan? Katil!"

 

 

 

 

Çakır'ın sesiydi bu. Karşılık veren de beni kendine sıkıştıran polisti.

 

 

 

"Ben katil değilim! Bunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun!"

 

 

 

Sesini duyduğum an ayağı kalkıp kapıya yönelmiştim. Söylediklerinin durmamı sağlamasına izin vermeden kapıyı açtım. Tahmin ettiğim gibi, kapının önünde bir polis bekliyordu. Beni geri tutmak için iyice yaklaşıp çıkacak bir yer bırakmadı ama Çakır beni çoktan görmüştü. "Efsun! Çıkacaksın oradan, korkma!"

 

 

 

 

"Çakır!"

 

 

 

"Elinizde onu tutacak kanıt bile yok!"

 

 

 

 

"Adı, senin adının yanında anılan herkes, gözümde potansiyel bir suçlu. Kanıta ihtiyacım yok."

 

 

 

"Öyle mi? Kanunlar da bunu mu söylüyor? Yoksa elle tutulur hiçbir kanıt yokken birini gözaltına alman yasal mı?"

 

 

 

Polis sustuğunda, Çakır sırıttı. "Onu bırakacaksın."

 

 

 

"Sen suçunu itiraf edersen, neden olmasın?"

 

 

 

 

"Ne suçu? Ben bir şey yapmadım!"

 

 

 

 

Polis, Çakır'ın çıkışmasıyla onu yakalarından tuttu. Önümde duran polis hızlı bir hareketle onları ayırmak için atıldı. Endişem ayağıma dolanmıştı; olduğum yerde kalıp onları izledim.

 

 

 

 

"Sen bizim arkadaşımızı öldürdün lan! Sen de, senin o katil abin de hala dışarıdasınız!"

 

 

 

 

"Biz öldürmedik!"

 

 

 

 

"Öldürdünüz!"

 

 

 

 

"Öldürmedik!"

 

 

 

  

Polis, Çakır'ı tutan ellerinden birini beline götürdü. Korkuyla, kılıfında parlayan silaha baktım. Aynı anda, koridorun sonundan bir ses duyuldu.

 

 

 

"Bırak kardeşimi."

 

 

SON

Bölüm : 20.02.2025 00:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...