23. Bölüm

20. Bölüm (Sıradaki Kim?)

Betül Başönderoğlu
betulbasndrglu

 

 

"Hayatta kalmak için, az sonra kendisine saldıracak olan adamları öldürecek. Ve sen de bunu izleyeceksin!"

 

 

 

 

 

"Hayır!"

 

 

 

 

"Evet! O benim kardeşim! O, benim gibi!"

 

 

 

 

"Hayır! O senin gibi değil! Hayır!" Ağlayarak bağırışım acınasıydı. Ellerimden tutmasa, ayakta kalamazdım. Başım önüme düştü; hıçkırarak ağlamaya başladım. "Bunu yapamazsın! O senin gibi değil!"

 

 

Ona söylediklerimin intikamını alıyordu.

 

 

Ellerimi bıraktı. Sarsılarak yere düştüm. Dizlerim tahtaya çarptı. Umursamadım. Altımda duran tahtaya vurup, korkumu öfkeye çevirmeye çalıştım. Öfkelensem, mantığımı kaybedip Furkan'ı şuracıkta öldürsem... Ettiğim tüm büyük lafları yutsam... Çakır'ı çekip alsam oradan.

 

 

 

 

Ne yapacaktı ki? Gerçekten onu öldürmeye çalışan adamlar mı olacaktı? Kardeşini böyle bir tehlikeye atmazdı. Çakır'da, kendisini öldürmeye çalışmadıkları sürece kimseye zarar vermezdi. Ama nereden bilecekti ki? Onların ayarlanmış adamlar olduğunu bilemezdi. Ya öldürürse? Ya zamanında benim bile zorla dizginlediğim öfkesine yenik düşerse?

 

 

 

 

Kolumdan tutulup sertçe çekiştirildim.

 

 

 

 

"Kalk. Film başlıyor."

 

 

 

 

 

Beni cama doğru çekiştirirken yüzüne bakmaya, onunla göz göze gelmeye çalıştım. "Furkan, yalvarırım! Yapma! O bunu kaldıramaz!"

 

 

 

 

"Sen kendini buna inandırmışsın. Damarlarında akan kan, benimkiyle aynı! Kaldıramayacağı bir şey yok."

 

 

 

 

"Onun katil olmasını mı istiyorsun? Nasıl bir abisin sen!?"

 

 

 

 

"Onun güçlü olmasını istiyorum. Sevgi sandığı acizlikte kaybolmasın istiyorum."

 

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırarak hıçkırığımı yuttum. Onu ikna edemeyeceğimi anlayıp önüme döndüm. Çakır, etrafına toplanan beş adama karşı savunmaya geçmiş; yüzündeki ifadeye bakılırsa olanları anlamlandırmaya çalışıyordu. Kim bilir onu nasıl çekmişti buraya!

 

 

 

 

Biri öne atılıp ilk saldırıyı yaptı. Çakır, tek yumrukla adamı yere serdi.

 

 

 

 

Furkan keyifle güldü. "Kolay olacak." Nefret dolu bakışlarla ona baktım. Göğsü gururla kabarmıştı. "O benim kardeşim. Biz aynı toprakta yetiştik."

 

 

 

 

"Senin toprağına sı-"

 

 

 

 

"Şşş, bak. Bence bu son nokta olacak."

 

 

 

 

Korkuyla aşağı baktım. Çakır, saniyeler içinde dört adamı da etkisiz hale getirmişti. Hepsi baygın duruyordu; vücutlarında öldürücü bir iz yoktu. Sona kalan adam, belinden silahını çıkartıp Çakır'a doğrultmuştu. Adam ateş etmiyordu. Amacı öldürmek değil, Furkan'ın oyununa ayak uydurmaktı. Ama Çakır bunu bilemezdi. Adamın bakışları çok kısa bir an olduğumuz yere kaydı. Çakır'sa bunu fırsat bilip ileri atıldı ve tekmesiyle silahı düşürdü. Üç saniye sonra silah, Çakır'ın elindeydi.

 

 

 

 

Ateş etmediğini gören adam, iki elini de havaya kaldırıp bir şeyler söyledi. Ağzını okudum. Furkan'ı ifşalayıp kendini kurtarmaya çalışıyordu. Furkan'ı ifşalayıp... İçime dolan rahatlamayla sırıtarak ona baktım. "Hadi şimdi Çakır'a bunu açıkla."

 

 

 

 

Furkan şaşkına döndü; tek elini cama vurup bağırdı. "Ne oluyor lan?"

 

 

 

 

"Olanı ben sana söyleyeyim." Öfkeli bakışları bana döndü. Bense, bakışlarını bize doğru kaldıran Çakır'a bakıyordum.

 

 

 

 

"Onu sonsuza kadar kaybettin."

 

 

 

 

Derin bir nefes aldım. Yüzüme oturan gülümsemeyi silmeden Furkan'a geri döndüm. Kendi kazdığı kuyu, oldukça derin kazılmıştı. Bu yaptığı affedilemezdi.

 

 

 

 

 

"Kaybettin, Furkan."

 

 

 

 

"Ben kaybetmem!" Silahı başıma yaslandı.

 

 

 

 

Hiçbir duygu değişimi göstermeden konuştum. "Evet, hadi beni öldür. Kardeşinin aşık olduğu kızı öldür ve tüm şanslarını yok et. Senden sonsuza kadar nefret etsin. Yapabileceğin en ufak bir açıklaman dahi olmasın. Hadi, ne duruyorsun?"

 

 

 

 

Dişlerini sıkıp, olduğu yerde öfkeyle tepindi. Geçirdiği ufak çaplı sinir krizini, yüzümdeki gülümsemeyi silerek izledim. Büyük bir aptallık yapmıştı.

 

 

 

 

Bakışlarım tekrar Çakır'a kaydı. Sırtı bize dönük, karşısındaki adamla konuşuyordu. Silahı hala inmemişti.

 

 

 

 

Silahı neden hala inmemişti?

 

 

 

 

Yavaş adımlarla adama yaklaştı. Parmağıyla bir yeri gösterdiğinde, adam sorgulamadan arkasını döndü. Ensesine aldığı darbe de tam o an geldi.

 

 

 

 

 

"Geliyorum Furkan!" Çakır'ın bize dönüp bağırdığı buydu. Ağzını okuduğumu anlayan Furkan, yüzümdeki gülümsemeye bakıyordu. "Geliyor, değil mi?"

 

 

 

 

"Geliyor."

 

 

 

 

Furkan'ın sıkıntılı yüzüne bakarken, aklıma bu sabah söylediklerim geldi.

 

 

 

"Beni bırak. Gideyim. Adam benden bahsetmemiş de olabilir. Durumu daha kolay açıklayabilirsin."

 

 

 

 

Ne yapacağını bilemez hali, sunduğum öneriyle dağıldı. İrileşen gözlerini gözlerime dikti. "Hızlı karar ver. Beni zorla alıkoyduğunu açıklamak istiyor musun, istemiyor musun?"

 

 

 

 

 

"Kapıdan çıkamazsın. Seni görür."

 

 

 

 

Etrafıma, saklanacak bir yer arayarak baktım. Amacım bu olunca, masa gözüme uygun geldi. Hızla örtülü masanın arkasına geçtim. Ben eğildiğimde, kapı açıldı.

 

 

 

 

"Ne zaman bitecek bu oyunların? Ha? Ne zaman beni de kendine benzetmeye çalışmayı bırakacaksın?" Haykırışına bakılırsa, müthiş bir sinir harbindeydi. Aniden, arkasında olduğum masaya tekme attı; başıma vuracak olan masadan elimi koyarak kurtuldum. Öfkesi bu denli büyük olmasa, masanın geri teptiğini fark ederdi.

 

 

 

 

Furkan bir süre sessiz kaldı. Yaptığım şeyi sorguladığına emindim.

 

 

 

 

"Konuşsana!"

 

 

 

 

"Sen benim kardeşimsin. Bu, sen kabul edene kadar devam edecek!" Tam da tahmin ettiğim gibi, bunu ilk kez yapmıyordu. Yalnızca bu sefer, yanında bir seyirci de getirmişti. Beni.

 

 

 

 

 

"Yapmayacağım! Kimseyi öldürmeyeceğim! Kurtulacağım bu hayattan!"

 

 

 

 

"Öldürme. Ama kabul et!"

 

 

 

 

Karşılıklı bağırışlarının arkasındaki öfkeden çok, acıyı hissediyordum. Furkan'ın amacını, Çakır'ın direnişini anlıyordum. Ama asıl sebeplerin çok daha başka olduğunu da görebiliyordum. İki kardeşin arasında, bitmek bilmeyen bir savaş vardı. Kabul edilen ve kabul edilmeyen. Savaşları birbirleriyle değildi. Furkan, Çakır'ın bunu kabul etmesini istiyordu. Çakır'sa en başından, savaşı reddediyordu. Furkan'ın her koşulda Çakır'ı korumaya çalışması da bundandı.

 

 

 

"Etmeyeceğim!" Çakır'ın öfkesine rağmen titreyen sesi, gözlerimi doldurmaya yetmişti. Bir elimi ağzıma kapatarak ses çıkarmamaya çalıştım.

 

 

 

 

Direnişinin altındaki acı, somut bir şekilde karşımdaydı. Benimle birlikte, masanın altında saklanıyordu.

 

 

 

 

 

Furkan'ın aynı ses tonuyla fısıldadığını duydum. "Kardeşim..."

 

 

 

 

"Yapma. Biz kardeşliğimizi sen annemi öldürdüğünde bitirdik! Yapma!"

 

 

 

 

 

 Ne? 

 

 

 

 

"Anneyi ben değil, babam öldürdü!"

 

 

 

 

"Annemi!" Duraksadı. "Annemi babama sen ispiyonladın!"

 

 

 

 

"Seni bırakıp kaçacaktı! Ne yapsaydım? Babamın eline geçmene izin mi verseydim?"

 

 

 

 

"Onu bulunca öldüreceğini biliyordun!"

 

 

 

 

"Bilmiyordum!" Şimdi haykıran Furkan'dı.

 

 

Demek Çakır'ın, söz konusu babası olunca hüzne bürünmesi bu yüzdendi. Hakan Gürel, babamın lisedeyken tanıdığı adam olmaktan çok uzaktı.

 

 

"Bilmiyordum! Ben yalnızca seni korumak istedim. Onun yerini söylemesem, seni alacaktı benden! Benzemek istemediğin benden daha kötü bir adam olacaktın! Belki yaşatmazdı bile seni! Neden anlamıyorsun?"

 

 

 

 

 

"Benim hayatıma karşılık annemin hayatıysa, keşke ölseydim!"

 

 

 

 

 

"Söyleme böyle! Ben, sen yaşa diye hayatımı verdim o adama! Sen yaşa diye!"

 

 

 

 

 

Kuvvetli bir fırtınanın arkasından gelen sessizlik çöktü aralarına. O an anladım ki, Çakır'ın inkar edemeyeceği tek gerçek buydu. Furkan, kardeşi için kendi hayatını feda etmişti.

 

 

 

 

 

"Ben katil olunca eline ne geçecek?"

 

 

 

 

 

"Ben katil olmanı değil; kendini korumanı istiyorum."

 

 

 

 

"Korudum işte. Bak, kimseyi öldürmedim."

 

 

 

 

"Bir gün gerçekten saldırı altında kalırsan, öldürmek zorunda kalacaksın."

 

 

 

 

"Ne yani? Tüm bunları ben alışayım diye mi yapıyorsun?" Ses tonu alaycıydı. "Evet." Furkan'ınsa son derece net. "Hayatını kabul etmen için yapıyorum."

 

 

 

 

"Kimse beni öldürmeye çalışmayacak." Çakır bunu söylerken yüzünü görmek isterdim. Neden ayrı kaldığımızı, yüzüne haykırmak isterdim.

 

 

 

 

 

Birkaç adım sesi duydum. Furkan masaya yaslanmıştı. Kaşla göz arasında beni de kontrol ettiğine emindim. Bir an için güleceğim sandım.

 

 

 

 

"Çeteden haberim var."

 

 

 

 

"Ne?"

 

 

 

 

 Ne? 

 

 

 

 

Çakır'ın şaşkınlığını kendi şaşkınlığım sandım. Ağzıma kapadığım elimi sıkılaştırdım.

 

 

 

 

"Efsun'un seni neden bıraktığını biliyorum. Çetenin kimleri öldürdüğünü, Aslan'ın ne yapmaya çalıştığını, sıradakinin de sizden biri olduğunu biliyorum."

 

 

 

 

 

Bir süre, Çakır'ın söylediklerini idrak etmesini bekledi. "Hatta, belki de sıradaki kim, onu da biliyorumdur."

 

 

 

 

"Nasıl? Yoksa-"

 

 

 

 

"Saçmalama! Çeteyle hiçbir bağım yok."

 

 

 

 

"O zaman nasıl?"

 

 

 

 

Furkan cevap vermedi. Çakır'ın şaşkınlığını hissedebiliyordum. Ben de aynı durumdaydım.

 

 

 

 

"Sakın!" Ne olduğunu anlayamadığım bir an, Çakır'ın tek söylediği buydu. "Sakın, Furkan!"

 

 

 

 

 

Adım seslerinin ardından kapının çarpma sesini duydum. Başımı hafifçe kaldırdım. Gidenin Çakır olduğunu gördüğümde, masanın arkasından çıktım. Ağrıyan elimi ovalayarak Furkan'ın karşısına dikildim.

 

 

 

 

 

"Ne oluyor?" Yerde gezinen düşünceli bakışları gözlerime çıktı. Onu ilk defa bu kadar yorgun görüyordum. Az önceki kavgaları, sanki onu yıllarca yaşlandırmıştı. Ve bunun çok da normal olduğunu anlamıştım. Ben duyduklarımın etkisiyle böyle hissediyorsam, o yaşarken neler hissetmişti... İkisi de...

 

 

 

 

 

Soruma soruyla karşılık verdi. "Neden yaptın?"

 

 

 

 

 

"Çakır üzülmesin, daha çok sinirlenmesin diye. Şimdi sen cevap ver. Ne oluyor?"

 

 

 

 

Söylediklerimin doğruluğunu anlamak ister gibi bakıyordu ama anlamayazdı. Sevgiye inanmayan bir adamdı o. Kardeşini her şeyden çok sevip, sevgiye inanmayan bir adam.

 

 

 

 

 

Sevgiye inanmıyor değil, sevgiyi bilmiyor... Küçük kızın yorumu, Furkan'ın yaşlı gözleriyle içimde ona karşı büyüyen nefret ateşini söndürmeye çalışıyordu.

 

 

 

 

O, o kadar kolay değil.

 

 

 

 

 

Kelimeleri ağzında yuvarlayarak konuştu. "Aslan'la konuştum. Çetenin bazı bağlantılarını yakalamış. 'Kutu hala bulunamadı.' dedi. Bunun ne olduğunu anlamadım ama önemli bir şey olduğu ortada."

 

 

 

 

 

Her şeyden çok, Aslan'la nasıl konuşabildiğini merak etmiştim. Aslan benimle ilgili konuşmamış mıydı? İrdelememeye karar verdim. Öyle ya da böyle, yapacağını yapmıştı Furkan. Adam itiraf etmese, belki de her şey daha farklı olurdu.

 

 

 

 

 

"Evet. Kutu, çete için çok önemli. Kutu bulunursa çete güçsüz kalır."

 

 

 

 

"Ee, bulalım o zaman." Çok kolaymış gibi söylemesi bir yana, 'bulalım' demesine takılarak "Ne yani? Yardım mı teklif ediyorsun?" diye sordum. Bakışları odanın içini turlarken umursamazca konuştu. "Çakır rahatlayacaksa, evet. Ama eminim ki muhattabım sen değilsin."

 

 

 

 

"Evet. Aslan'la tekrar konuşmalısın." Başını sallayarak etrafa bakındı. "Gelişmeleri konuşuruz." Ne demek istediğini anlamayarak, çatılı kaşlarımla yüzüne baktım.

 

 

Sağ elini cebinden çıkartıp gözlerini ovuşturdu. Başını yukarı kaldırdı; derin bir nefes alıp gözlerini kapadı.

 

 

 

 

Konudan bağımsız bir soru çıktı dudaklarımdan. "Benden Çakır'ı sevdiğim için mi nefret ediyorsun?"

 

 

 

 

Sorumla gözleri açıldı. Şaşırmıştı. Kaldırdığı kaşlarının altından kanlanmış gözleriyle gözlerime baktı. "Senden nefret etmiyorum."

 

 

 

 

"Her fırsatta bana zarar vermeye çalışıyorsun. Hatta öldürmeye."

 

 

 

 

"Öldürdüm mü peki?" Sorusuna karşı istem dışı güldüm. Birkaç saniye boyunca değişmeyen ifadesiyle gülmemin bitmesini bekledi. "Sen Çakır'a zarar vereceksin. Buna eminim. Sevgi sanılan şey, aslında çıkarlardır. Eninde sonunda çıkarların ters düşecek ve onu bırakacaksın. Sonsuza dek."

 

 

 

 

Tanımına karşı ağzım açık kaldı. "Çakır'dan nasıl bir çıkarım olabilir?"

 

 

 

 

Omuz silkti.

 

 

 

 

"Cevabını bile bilmediğin bir şeyi doğru kabul ediyorsun. Ben, Çakır'ı seviyorum. Bu öylesine bir sevgi değil. Varlığı, varlığım için var gibi hissettiriyor. Sanki onunlayken tamamlanıyorum. Eksik bir yanım varmış da, o gelince tamamlanmışım gibi... Bana güç veren, hayat veren bir parçam gibi. Kalbime yerleşmiş en güzel duygular gibi..." Tek nefeste anlattıklarımı kime anlattığımı fark edince aniden sustum.

 

 

 

 

  

Furkan'a bakmaya çekinerek bakışlarımı yere indirdim. Bir adım geri gidip, "Her neyse. Artık seni ikna etmeye çalışmayacağım. Bu yaptığını bir daha tekrarlama. Benden uzak dur." diyerek arkamı döndüm. Cevap vermeden kapıya ulaşmamı izledi; bakışlarını sırtımda hissediyordum. Tam kapıyı açmış, çıkacakken aklıma gelenle durdum. Omzumun üstünden arkaya döndüm ama ona bakmadım.

 

 

 

 

 

"Söylesene, sıradaki kim?"

 

 

 

 

 

"Benim."

 

 

 

******

 

 

 

Kırılan telefonum yüzünden kimseyle iletişime geçememiştim. Çakır'ın adresi ezberimdeydi. Ama haber vermeden gitmeli miydim? Emin olamadığım için bir süre yürüdüm. Birkaç dakikanın sonunda gördüğüm taksiyi durdurdum ve gitmeye karar verdim. Beni ikna eden, Ela'ya verdiğim sözdü. Onu çıktığı ilk gün görecektim. Ve annesinin kolyesi de hala bendeydi.

 

 

 

 

Oraya varınca annemi aramayı aklıma not ettim. Bana ulaşamayınca endişelenmiş olmalıydılar.

 

 

 

 

 

Taksiden inerken ekranında gördüğüm saat 21.00'di. Binanın önünde durup derin bir nefes aldım. Çakır evde olmalıydı. Hatta herkes. Ya da... Aslan beni arıyor olabilir miydi? Çakır'a da haber vermiş olabilir miydi?

 

 

 

 

 

Katına çıkıp zile basmadan hemen önce, çantamın içinden bir ayna çıkartıp dağılmış üstümü, saçlarımı düzelttim. Boğazımı temizleyip zile bastım.

 

 

 

 

 

Kapıyı tanımadığım bir kadın açtı. Bu, Leyla olmalıydı.

 

 

 

 

Güzelliği karşısında gözlerim hafifçe açılırken konuşamadım. Ay ışığı gibi bir kadın duruyordu karşımda.

 

 

 

 

"Merhaba, buyrun."

 

 

 

 

"Şey-" Tebessüm ederek konuşmamı bekledi. Bir anlık dilim tutulmuşken sonunda mantıklı bir cümle kurabildim. "Ben Efsun. Ela bahsetmiştir belki."

 

 

 

 

"Ah! Demek meşhur Efsun sensin." Beni kolumdan yakalayıp içeri çekti ve beklemediğim bir şekilde sıkıca sarıldı. "Ela senden çok bahsetti. Ki, sadece bir gündür buradayım. Öyle düşün." diyerek güldü ve benden ayrıldı. Samimiyeti ve sözleri karşısında gülümsememi durduramadım. "O iyi mi?"

 

 

 

 

"Evet, velayetini bizim aldığımızı öğrenince sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Öyle mutluydu ki, yerinde duramayıp yorgun düştü. Uyuyor." Ufak bir kahkaha atarken sesimi alçak tutmaya çalıştım. "Canım benim..."

 

 

 

 

 

"Ayakta kaldın. Geçsene. Bu arada, ben Leyla. Sakın bana 'abla' deme, külahları bozuşuruz."

 

 

 

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp sırıttım. "Abla diyemeyeceğim kadar genç duruyorsun." Teşekkür edercesine güldü.

 

 

 

 

"Mutfakta birkaç işim var. Hadi, üstünü çıkartıp gel. Ela'yı birazdan uyandırırız." Başımı sallayarak kabanımı ve atkımı çıkardım. Leyla onları asarken benim bakışlarım salona kaydı. Gerçi, evde olsalardı çoktan beni fark etmiş olurlardı.

 

 

 

 

"Çakır ve Aslan'ın birkaç işi var sanırım. İkisi de farklı zamanlarda ama apar topar çıktı. Şimdi arayıp nerede olduklarını soracağım."

 

 

 

 

Başımı sallayarak arkasından mutfağa ilerledim. İkisinin de neden apar topar çıktığını biliyordum. Tam da tahmin ettiğim gibi, beni arıyor olmalıydılar. Onlara iyi olduğumu haber vermeliydim. Ama Çakır'la konuşmak da istemiyordum.

 

 

 

 

 

Leyla bir eliyle kaynayan çorbaya kaşık daldırıp karıştırırken, diğer eliyle telefonu kulağına dayadı. Bir süre çaldırıp, "Allah Allah, açmıyor ikisi de." diyerek aramayı bıraktı. "Belki de gelmek üzerelerdir."

 

 

 

 

 

"Belki de. Şey, ben Ela'yı görüp çıksam çok iyi olur aslında. Yolda gelirken telefonumu düşürdüm; annemler merak etmiş olmalı."

 

 

 

 

 

"Ah, ne yazık! İstersen benden arayabilirsin. Ben de o sırada Ela'yı uyandırırım." Memnuniyetle başımı salladım. "Çok iyi olur, teşekkürler."

 

 

 

 

 

Leyla telefonunu açıp bana verdi. Ardından, ocağın altını kapatıp mutfaktan çıktı. Annemi arayarak durumu kısaca özetledim. Ona da aynı şekilde, yolda düşürdüğümü söylemiştim. Delirmiş halde olan Furkan'ın telefonumu parçaladığını bilmeseler de olurdu.

 

 

 

 

Bir saat içinde çıkıp geleceğimi söyledim. Vedalaşarak telefonu kapattığımız sırada, dış kapı açıldı.

 

 

 

 

"Nerede bu kız? Kafayı yiyeceğim!" Çakır'ın alçak tondan çıkan öfkeli sesini duydum. "Sakin ol. Ela duymasın. Furkan'ı tekrar ara."

 

 

 

 

 

"Açmıyo-" Koridora çıktım. Beni görünce sözü yarıda kalan Çakır, olduğu yerde kalakaldı.

 

 

 

 

"Efsun?"

 

 

 

 

 

"Sakin olun. Ben iyiyim. Tam da sizi arayacaktım-" Sesimi duyduğu an kendine gelip büyük adımlarla yanıma ulaşan Çakır, rüzgarıyla saçlarımı savuracak kadar hızla bana sarıldı. Kollarım kollarının altında kalmıştı. Hareket etmeden benden ayrılmasını bekledim. Bir eli saçlarımda, bir eli sırtımdayken ayrılmaya niyeti yok gibiydi. Aslan boğazını temizleyerek uyarıcı bir ses çıkarttığında, "Çakır." diye fısıldadım.

 

 

 

 

 

Yalnızca kafasını geri çekip, beni bırakmadan konuştu. "Furkan sana ne yaptı?"

 

 

 

 

 

"Hiçbir şey."

 

 

 

 

"Aslan'ı aramışsın-"

 

 

 

 

"Evet. Bir şey yapacak sanarak aradım ama hiçbir şey yapmadı. Sadece konuşmak istemiş."

 

 

 

 

Yavaşça kollarının arasından çıktım. Direnmeyip beni bıraktı. Yüzünde öfke vardı. "Seni korkuttu."

 

 

 

 

"Önemli değil. Bak, ben iyiyim."

 

 

 

 

"Ondan bunun hesabını soracağım!"

 

 

 

 

"Çakır!"

 

 

 

 

"Efsun abla!"

 

 

 

 

 

Ela'nın sesiyle hızla arkamı döndüm. Bir eli kapıya yaslanmış, yeni uyandığını belli eden şişkin gözleriyle gerçekten benim olup olmadığıma bakıyordu. İnce, uzun saçları özenle örülmüş; saçları bir anne eliyle okşanmış gibi düzenliydi. Karşımda küçük bir kız çocuğu vardı. Onu diğer küçüklerden ayıran tek görüntü, bileklerindeki sargılardı.

 

 

 

"Ela!" Göz göze geldiğimiz an ağlamaya başladı. Koşar adımlarla yanıma ulaştığında, çoktan bir dizimin üstüne çöküp boyuna ulaşmıştım. "Efsun abla! Geldin!" Boynuma sardığı kollarını sıkılaştırırken hıçkırdı. "Geldim canım. Geldim." Pamuklu pijamasının içinde mis gibi kokan ufak bedeni, kollarımın arasında kayboluyordu. Omzuna sevgi dolu bir öpücük bıraktım. Yanaklarını, saçlarını öptüm. En sonunda benden ayrıldığında, yüzündeki göz yaşlarına rağmen hiç görmediğim kadar huzurluydu. "Hoş geldin." dedi gülerek, göz yaşlarını silmeye başladığımda. "Hoş buldum küçük hanım."

 

 

 

 

 

Yüzünü temizleyip gözlerine baktım. Beklentiyle bakıyorlardı. Neyi beklediğini bilerek ayağı kalktım. Arkamı döndüğümde, Çakır'la burun burunaydım.

 

 

 

 

Nefesimi tutarak fısıldadım. "Çantamı verir misin?" Çantam arkasında, askıdaydı. Benden bir adım bile uzaklaşmadan elini arkasına uzattı; çantayı geniş avucuyla tutup askıdan çekti. Gözlerimizi ayırmadan elinden aldığımda, arkamı dönmek çok zordu.

 

 

 

Kendine gel!

 

 

 

 

Bakışlarımı ondan çekip beni bekleyen Ela'ya döndüm. Leyla'nın gülümseyen yüzünü görmüştüm.

 

 

 

 

Tekrar boyuna indiğim Ela, sevinçle açılmış gözleriyle hareketlerimi takip ediyordu.

 

 

 

 

"Al bakalım." diyerek, annesinin kolyesini ona uzattım. Parmaklarıma doladığım zincirden aşağı sallanan kolyeye baktı. Yüzündeki manidar ifade, yaşına rağmen kendini gösteriyordu. Yaşananları anlıyor; içine işliyordu. Küçükken büyüyen her çocuk gibi, ona bu duyguyu yaşatan anı unutmayacaktı. Beni unutmayacaktı.

 

 

 

 

Kolyeyi aldı.

 

 

 

 

Sonra bana geri uzattı. "Takar mısın?"

 

 

 

 

"Tabii ki." İnce boynundan zarifçe süzülen kolyeyi sevdi. Kolye, bir yıldızdan ibaretti. Ama onun için anlamı, evrendeki tüm yıldızlardan daha değerliydi.

 

 

 

 

 

"Ela'cım. Hadi gel. Efsun ablanla çorba içerken sohbet edelim."

 

 

 

 

"Olur. Efsun abla, hemen gitmeyeceksin. Değil mi?"

 

 

 

 

"Biraz daha buradayım canım. Sonrasında gitmeliyim. Ama merak etme, artık hep görüşebiliriz." dedim, kocaman gülümseyerek. O da güldü ve "Hadi o zaman!" diye bağırarak mutfağa koşturdu. Leyla arkasından seslendi. "Yavaş! Bacağın acıyacak."

 

 

 

 

Bir elimi dizime yaslayıp kendimden kuvvet alarak ayağı kalktım. "Bacağının son durumu nasılmış?"

 

 

 

 

 

"Kemikteki zedelenme iyileşiyor. Ama üstüne çok yüklenmemeliymiş. Dikişleri de kendiliğinden eriyen dikişler. Doktor, on güne kadar erir, demişti. Klinikte neredeyse günü doldu zaten."

 

 

 

 

"Anladım."

 

 

 

 

 

Çakır ve Aslan sessizce bize bakıyordu.

 

 

 

 

"Hoş geldiniz."

 

 

 

"Hoş bulduk abla. Efsun'la iki dakika konuşmamız gerekiyor. Sen Ela'yı idare edebilir misin?"

 

 

 

 

"Tabii ki." dedi bana bakarken. Başımı sallayarak hafifçe gülümsedim. Leyla'da aynı şekilde karşılık verip mutfağa geçti.

 

 

 

 

 

Çakır'a döndüm. Başıyla salonu işaret etti. Salona geçtiğimiz an bana dönüp, "Furkan sana ne dedi? Ne yaptı?" diye sordu.

 

 

 

 

"Furkan hakkında konuşmak istemiyorum. Bana bir zarar vermediğini bil, yeter."

 

 

 

 

 

"Ben oradayken yoktun. Yoksa seni benden sakladı mı?"

 

 

 

 

Aslında, ben saklandım.

 

 

 

Ben sorduğu soruyu düşünürken, cevap vermeyişimle başka bir detayı anladı. Bana doğru birkaç adım atıp, başını eğerek kısık gözlerinin ardından baktı. "Nerede olduğumu sormadın? Sen de oradaydın, değil mi? Beni gördün? Ben neden seni görmedim?"

 

 

 

 

Dudaklarım aralandı ama cevap veremeden geri kapandı. Sorgusu çok ani gelişmişti. İrileşmiş, sıkıntılı gözlerle Aslan'a baktığımda halimi anlamış olmalı ki konuyu değiştirdi.

 

 

 

 

 

"Furkan çeteyi çökertmek için yardım teklif ediyor. Bunu konuşmalıyız."

 

 

 

 

 

Yeni konu dikkat çekici olduğu için Aslan'a minnet duydum. Zaten bildiğim için de şaşırmamıştım.

 

 

 

 

 

Bu da Çakır'ın gözünden kaçmadı. Duruşunu bozmadan, yavaşça çenesiyle beni göstererek "Biliyorsun." dedi.

 

 

 

 

Kafa salladım. "Dediğim gibi. Bana zarar vermedi. Konuştuk, bu da konuştuklarımızın arasındaydı. Senin için yardım edebileceğini söyledi."

 

 

 

 

"Benim için mi?"

 

 

 

 

"Senin için." diye tekrarladım. Nedenini bilmiyordum ama içimde bir yerlerde aralarını düzeltme isteğim vardı. Bu sabah Furkan'ın yüzüne nasıl bağırdıysam, tam zıttını şimdi de Çakır'ın yüzüne bağırmak istiyordum.

 

 

 

 

Çakır sıkıntıyla saçlarını karıştırıp arkasını döndü. Dudaklarımı büzerek, göz ucuyla onu izledim. Siyahlar içindeydi. Aynı benim gibi siyah bir tişört ve eşofman altı giyinmişti. Ellerini ceplerine soktu. Bir bacağıyla ritim tutması, yalnızca iki saniye sürdü. Ellerini geri çıkarttıp parmak kemiklerini çıtlattı. Annemin, ben aynısını yaptığım zaman beni uyarışı aklıma geldi.

 

 

 

 

Başını yukarı kaldırıp derin bir nefes aldıktan sonra "Bana, sıradakinin kim olduğunu bildiğini söyledi." dedi. Bakışları bir anda bana dönünce, onu izlediğim için utandım. Boğazımı temizleyip "E-evet." diye kekeledim.

 

 

 

 

"Ne evet?" Sesinde alay vardı. Zaten bildiğimi düşünüyor olmalıydı. Oysa ben, o an neden öyle bir tepki verdiğini çok merak ediyordum. Furkan'ın bunu söylemesi, onu korkutmuştu.

 

 

 

 

"Evet; yani devam et."

 

 

 

 

 

"İlk başta Aslan'ı çetenin önüne sürüp kurban etti sandım." Demek bu yüzdendi. "Ama işbirliği içinde olduklarını öğrendim. Bu, üzerine düşünülmesi gereken bambaşka bir konu." Göz ucuyla Aslan'a bakıp devam etti. "Hedeflerinde kim var; Furkan bundan nasıl haberdar, bilmiyorum."

 

 

 

 

Kollarımı birbirine bağlayıp ağırlığımı sağ tarafıma verdim. Yeşillerinin içine baktım; kaybolmamak için hızlıca geri çektim. Panikle kollarımı çözüp, saçlarımı kulaklarımın arkasına iterken; sesimin, sanki çok normal bir şeyden bahsediyormuş gibi çıkmasına engel olamadan hızlıca konuştum.

 

 

 

 

"Hedeflerinde Furkan var."

 

 

 

 

Karşımdaki iki adam da aynı anda sordu. "Ne?!"

 

 

 

 

"Aslan'ı değil, kendini kurban etmiş." Bana planını anlattığı anı hatırladım. En az onlar kadar şaşırmıştım. "Amacı, çeteyi kendi üstüne çekmek. Kutunun önemli olduğunu anlayınca, kendisinde olduğu haberini salmış. Bu bilgiyi çeteye nasıl ulaştıracak, bilmiyorum. Ama en kısa zamanda kendisine karşı bir saldırı gelmesini bekliyor. Saldırıya karşı hazırlıklı olduğunu, onları yakalayabileceğini söyledi."

 

 

 

 

 

Çakır öfkeyle söylendi. "Kendi kendine ne yapıyor bu adam!" Salonun içinde dolanmaya başladı. Sargılı elini yumruk yaparak diğer elinin içine vurdu. "Durdurmalıyız! Olmaz öyle iş!" Elini havada savurup, belli belirsiz bir yeri işaret etti. "Bu onun meselesi bile değil!" Sesi çıkmayan Aslan'a baktım. O Çakır'la aynı fikirde değil gibiydi. Yüzünde sakin bir ifade vardı.

 

 

 

 

"Aslında, neden olmasın?"

 

 

 

 

Çakır ona, kendisine küfretmiş gibi baktı. "Neden olsun? Onu bu işlere dahil ettiğimizi bilmiyordum Aslan."

 

 

 

 

"Biz etmedik. Kendi dahil oldu. Bırak, kullanalım. Kötülere bir şey olmaz." Aslan'a karşı gözlerimi devirip tarafsız kaldım. Planı işe yararsa, gerçekten büyük bir avantajları olacaktı. Ama ya onu da diğerleri gibi öldürmeyi tercih ederlerse? Edemezlerdi. Kutuyu bulmaları gerekiyordu. Peki ya...

 

 

 

 

"Ya kutuyu çoktan buldularsa?"

 

 

 

 

"İhtimal dışı. Bulmuş olsalardı haberim olurdu. Hala arıyorlar."

 

 

 

 

 

"Bu, aklıma şu soruyu getiriyor. Kutunun Kazım'da olduğunu bildikleri halde neden onu öldürdüler? Önce kutuyu almaları daha mantıklı olmaz mıydı?"

 

 

 

 

"Bunu ben de düşünüyorum."

 

 

 

 

Çakır, Furkan hakkındaki olayı henüz kapamamış olsa da, aramızdaki tartışmaya dahil oldu. "Belki bilmiyorlardı. Belki sadece tahmin ediyorlardı; emin değillerdi. O yüzden Kazım'ı köşe bucak arıyorlardı. Aralarında ne olduğunu bilmiyoruz. Unutmayın; Kazım, çeteden kaçıyordu. Belki de onu öldürürken öğrendiler. Bizim bilmemizi istemedikleri için bu riski almış olabilirler."

 

 

 

 

 

Aslan çenesini ovarken konuştu. "Ama pusu kurulmamıştı. Kızın anlattığı gibi kalabalık bir grup yoktu onu arayan. Kazım'ı öldüren tek bir kişiydi." Çakır omuz silkti. "Kızı öldüren de aynı şekilde."

 

 

 

 

Gözlerim balkon camındaki sarmaşıkta takılı kalırken "Kızı öldüren kendi abisiydi." diye mırıldandım. Çakır'ın bakışları Aslan'dan bana döndü. O an, bu konuşmanın içinde daha fazla kalmak istemedim. Arkamı dönüp salondan çıktım. Amacım mutfağa, Ela'nın yanına gitmekti. Ama belime sarılan kollar beni yarı yolda durdurdu.

 

 

 

 

Nefesimi tutarak, beni tutan kollara tutundum.

 

 

 

 

 

"Efsun." Yüzü saçlarıma gömülmüşken ismimi fısıldayışı, gözlerimin kapanmasına sebep oldu.

 

 

 

 

Yüzünü hafifçe geri çekti. Başını eğerek başıma yasladı. Bir eli belimden ayrılmış, saçlarıma ulaşmıştı. Gözlerimi açtım. "Bunlara dahil olmanı istemezdim." Okşadığı saçlarımı omzumda toplarken, söylediği buydu.

 

 

 

 

 

Buruk bir gülümsemeyle omuz silktim. Duruşumuz, halimiz... Burnumun ucu sızlarken gözlerimi tekrar kapattım.

 

 

 

 

 

Farkında olmadan sırtımı göğsüne yaslamıştım. Sıcaklığı içime işleyince, geri çekilmek çok zordu. Beni karşılar gibi sarılışı sıkılaşırken, "Çok yoruldun." diye mırıldandı. Kendi kendine konuşuyor gibi çıkmıştı sesi. Kendine kızıyordu sanki. "Çok yoruldun, Efsun. Bir hafta önce tanıştığım kızla şu an kollarımda olan kız, aynı değil."

 

 

 

 

Sessiz kaldım. Haklıydı. Son bir haftada, hayatın hiç bilmediğim yüzlerini görmüştüm. İnsanlığın acısını tanımıştım. İnsan kalabilmenin, insan olmayanlara karşı ne kadar zor olduğunu öğrenmiştim. Aşka direnmeyi; acının katlanmaması için acıya katlanmayı öğrenmiştim.

 

 

 

 

Ama Çakır bana böyle sarılınca, ellerimin yırtılması pahasına tuttuğum ipleri bırakmak istiyordum.

 

 

 

 

Yavaşça, öne doğru bir adım attım. Israr etmeden kollarını çekti. Ama isteksizliği yüzünden okunuyordu. İri dudaklarını birbirine bastırdı. Üstümüzde yanan ışık, onu gördüğüm ilk gün ki gibi kirpiklerini yüzüne akıtıyordu. Tavandaki eseri hatırladım. Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Gülümsediğimi görmek onu da gülümsetti. Ama neden gülümsediğimi anlamaya çalışan, hareketli gözleri vardı. Yüzümü arşınlıyordu.

 

 

 

 

 

Güzelliğine kapılmışken kendi kendime mırıldandım. "Çok güzel."

 

 

 

 

"Güzel olan ne?"

 

 

 

 

"Karşımdaki eser. Tavandakinden de güzel..."

 

 

 

 

Kaşları hafifçe yukarı kalktı. Son söylediğimi anlamamış olmalıydı. Aralık dudaklarından çektiği nefes sesini duydum. Başımı hafifçe sağa yatırırken hala onu izliyordum. Ben miydim bu adamdan ayrılmak isteyen? Arsızın tekiydim.

 

 

 

 

Arsız.

 

 

 

 

İrkilerek kendime geldim. Yutkundum. Arkamı dönüp gidecekken, Çakır'ın kolumu tutmasıyla durdum. Bana doğru bir adım atıp aramızda açılan mesafeyi sıfıra indirdi. Ellerim göğsüne yaslanmıştı; atan kalbi avuçlarımdaydı. "Efsun, yalvarırım gitme."

 

 

 

 

"Ne?"

 

 

 

 

"Bırakma beni. Gel, ömrümün geri kalanını şimdi başlat. Lütfen! Gitme!"

 

 

 

 

 

Yalvarıyordu. Ağzından çıkan tüm harfler önümde eğilmiş; adeta bana yalvarıyordu.

 

 

 

 

 

Şaşkınlık içindeyken cevap veremedim. Göğsünde asılı kalan ellerimi, ellerinin arasına alıp okşadı. Bu sabah, arabada söylediğinin aynısını söyledi. Ama devamı çok daha farklıydı.

 

 

 

"Biliyorum, korkuyorsun." Yüzüm hissettiklerimle buruştu. Hızlıca başımı salladım. Dolan gözlerimin akmaması için direniyordum.

 

 

 

 

"Ama bu korku kimi koruyor Efsun? Söylesene, acı vermekten başka ne işe yarıyor? Gözlerinden akan yaşın acısını almıyor muyum sanıyorsun? Şu titreyen ellerinin, kaçırdığın bakışlarının... Acısını hissetmiyor muyum sanıyorsun?"

 

 

 

 

Boğuk bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Haklıydı! Kahretsin, sonuna kadar haklıydı! Benim korkup gitmem, kimi koruyordu? Kime yararı dokunuyordu? Ben gidince Çakır daha da mı güvende olacaktı? Ona zarar gelirse, ben sırf ondan gittim diye canım yanmayacak mıydı?

 

 

 

 

   

"Biliyorum, iki günü iki sene gibi yaşadın. Ben öyle yaşadım çünkü. Dün sabah beni kendinden uzaklaştırışını, ben bir kez yaşamadım. Gözlerimi her kapadığımda beni itiyorsun Efsun. 'Bırak.' diye bağırıyorsun. 'Beni bırak.' Ben seni nasıl bırakayım Efsun? Daha yeni bulmuşken nasıl bırakayım?"

 

 

 

 

 

Kızaran yeşilleri, söylediği her şeye destek çıkan bakışlarını içime işliyordu. "Bırakma!" diye bağırmak istiyordum. "Beni sakın bırakma!" Nasıl bir tezatlıktır ki onu bırakışımın sebebi de beni bırakmasından korkmamdandı. Ben bunu nasıl yapmıştım?

 

 

 

 

 

Korkum, acımı yenmişti. Nasıl?

 

 

 

 

Tam ağzımı açıp cevap verecektim ki, mutfaktan yükselen sesi duyduk. "Efsun abla! Hadi, gel artık!"

 

 

 

 

Panikle Çakır'dan uzaklaştım. Boğazımı temizleyip burnumu çektim. "Geliyorum ablacım!" Terleyen avuçlarımı eşofman altıma silerken Çakır'a son kez baktım. Benden bir cevap bekleyen bakışları, belki de içimden geçenleri hissetmesiyle canlanmıştı. Ama yine de bir burukluk vardı. Benimse, korkuma kızgınlığım vardı hareketlerimde. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek bir süre olduğum yerde kaldım.

 

 

 

 

Ela'nın sesiyle salondan çıkan Aslan'ın bakışları, yaşlı gözlerle birbirine bakan bize kaydı. "Gençler, iyi misiniz?" Ona baktım. Aslında, olanları biliyor gibiydi; bakışlarında sorgu yoktu. Cevap vermeden hızlı adımlarla mutfağa geçtim.

 

 

 

 

Ela, ben içeri girer girmez, "Efsun abla, bak! Ben kendi bulaşıklarımı kaldırıyorum." diyerek köpük içinde olan ellerini gösterdi. Yaptığı iş, direkt olarak dikişlerini düşünmeme sebep oldu. Su geçirmez sargıyla kapanmış olduğunu gördüm. Leyla bunu düşünerek hareket etmiş olmalıydı. İçten bir gülümsemeyle yanına ulaşıp saçlarını öptüm. "Ellerine sağlık. Ne kadar da düşüncelisin; Leyla ablana yardımcı olman çok güzel."

 

 

 

 

Leyla kaynayan suyu çaydanlığa dökerken, hırçın bir ses tonuyla, torununu seven nineler gibi konuştu. "Oy benim canım! İlla kendim toplayacağım diye tutturdu."

 

 

 

 

Gülmeme engel olamadım. Ela'da çocuksu bir kıkırdamayla Leyla'nın hitabına güldü. "Evde de ben yapıyordum zaten. Ablam sevmezdi hiç bulaşık toplamayı."

 

 

 

 

 

Gülüşüm önce yavaşça kısıldı; ardından da durdu. Ela yaptığı işe devam ederken, bizim bakışlarımız ona sabitlenmişti. O şeytanı unutması ne kadar sürecekti? Unutamayacaktı; ama en azından bahsetmeyecek, aklına getirmeyecek kadar yokluğuna alışması... Ne kadar sürecekti?

 

 

 

 

 

Leyla, sert ifadesine rağmen yumuşak harflerle konuştu. "Tamam, hadi bakalım. Bırak onları. Gerisini ben hallederim."

 

 

 

 

Ela önce Leyla'ya, sonra da bana baktı. Saf bakışlarıyla kafa sallayıp elindeki köpüğü yıkadı ve dolapta asılı olan bezle kuruladı. Onu inceliyordum. Bileğindeki sargılar zaten içimi parçalarken, hastaneden yeni çıktığını belli eden iğne izleri de vardı. Yukarı sıyırdığı pijamasından görünen, etrafı yeşile dönmüş morluklar çok fazlaydı. İnce damarlarının zor bulunduğunu biliyordum. O iğnelerin derisine her girişinde, canının ne kadar yandığını düşündüm. İncecik bedeni, gür ama bakımsız kalmış saçları, ilaçlar yüzünden uyuyarak geçirdiği çoğu günün göz altlarına verdiği kararma... Yoğun bir ilgiye ihtiyacı vardı.

 

 

 

 

Bakışlarım Leyla'ya kaydı. Gözlerinin kızardığını gördüm. Onunsa bakışları arkamdaydı. Dönüp baktığımda, Aslan'la bakıştığını gördüm.

 

 

 

Çakır beni izliyordu.

 

 

 

Ela'nın elimi tutmasıyla hızla ona döndüm. "Çakır abim bize pasta almıştı. Ondan yemeden gitme."

 

 

 

 

"Tabii, ben servis edip getireyim. Sen de Çakır ve Aslan abinle salona geç. Olur mu?"

 

 

 

 

"Tamam ama hızlı ol. Sana göstermek istediğim bir sürü şey var." Yaramaz sesine karşı genişçe gülümsedim. İki parmağımla burnunu kıstırıp "Öyle mi? Çok merak ettim bak şimdi. Hemen geleceğim. Koş." diyerek onu Çakır'a yönlendirdim. Sonra hızla düzelttim. "Ay, sakın koşma!"

 

 

 

 

Ela tepkime gülerek Çakır'ın kendisine uzanan elini tuttu. Çakır'ın anlamlı bakışlarını yakaladım. Ela'yı benimsemiş olduğumu anlamış; bunun için de bana minnettardı.

 

 

 

 

Onlar mutfaktan çıkınca Leyla ile baş başa kaldık. Yanına gidip, içimden gelen koca bir istekle ona sarıldım. Anında karşılık verdi.

   

 

 

  

"İyi ki buradasın. İyi ki Ela'nın senin gibi bir ablası var."

 

 

 

 

Yumuşak bir hareketle sırtımı okşadı. "Ve senin gibi."

 

 

 

 

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra ayrıldık. Beyaz teninin altında sergilenen mavi gözleri parlıyordu. Ufak burnu, yuvarlak bir yüzü ve dolgun dudakları vardı. Tüm bu yumuşaklığa tezat sert kaş hatları vardı. Bu da onu hem tatlı, hem de çekici bir hale getiriyordu. Gerçekten, öyle güzeldi ki... Aslan çok şanslıydı.

 

 

 

 

Doğal olduğu teninden belli olan sarı saçlarını kulağının arkasına itip, "Ay, ağlatma beni. Hadi pastaları koyalım." diyerek benden uzaklaştı. Güldüm. Yüzündeki ışık, kalbindeki iyilikten geliyordu. Sanki yıllardır tanıyormuşum gibi bir güven hissettiriyordu bana.

 

 

 

 

Pasta ve çayları servis ettik. İkimizde ellerimiz dolu bir şekilde salona geçtiğimizde, Çakır sehpa çıkartarak bize yardımcı oldu. Önce Leyla'nın önüne bir sehpa koydu. Ardından da benim önüme. Ben tepsiyi sehpaya bırakıp doğrulduğumda, Çakır hemen yanı başımdaydı. Hiç uzaklaşmadan, gözlerimi yakalamaya çalıştı. Onun çabası beni de kendine kilitlerken, uzaklaşamadan, bir nefeslik mesafesinde kalakaldım. Aslan'ın konuşması bizi kendimize getirdi.

 

 

 

 

Sadece bizim duyabileceğimiz bir tonda, "Ayrılıyor musunuz yoksa yaza düğününüzü mü yapıyoruz, bir karar verin. İkinizde birbirinize ceylan görmüş aslan gibi bakıyorsunuz." dediğinde, utançtan olduğum yere bayılacağım sandım. Panikle geriye doğru bir adım atıp, Ela'nın yanına yerleştim. Çakır, en ufak bir utanma belirtisi göstermedi. Aksine, yüzüne sinsi bir sırıtma oturmuştu. Beni izlerken yavaşça arkasındaki koltuğa yerleşti.

 

 

 

 

İki adamı da boğasım gelmişti!

 

 

 

 

Leyla, Ela'nın diğer tarafında oturuyordu. Ela'nın üstünden bana uzanıp "Efsun, iyi misin? Yüzün kızardı." diyerek, tek kaşını kaldırdı. Dudaklarım aralandı ama konuşamadım. Ela, çok önemli bir dedikodu veriyor gibi Leyla'ya dönerek "Onlar Çakır abimle birbirlerine aşıklar. Az önce Çakır abim ona baktı ya, ondan kızardı sanırım." dedi.

 

 

 

 

 

Bu sefer gerçekten bayılacaktım ama!

 

 

 

 

 

Ağlar gibi bir inleme sesi çıkarttım. Zar zor, onu sevdiğimi yüzüne haykıran ben değilmişim gibi "Ela! Yok öyle bir şey!" diyebildim. Ela ve Leyla gülümseyerek pastasından bir çatal aldı. Bu sırada da bakışlarını üstümden ayırmamışlardı.

 

 

 

 

 

Göz ucuyla Çakır'a baktım. Kısık gözlerini bir an bile üstümden ayırmadan beni izliyordu. Üstümde hissettiğim baskıdan kurtulmak için hızla Ela'ya geri dönüp, hafifçe yükselen sesimle konuştum. "Ee, hadi. Anlat bakalım."

 

 

  

  

"Ayy, Efsun abla! Aslan abim bana ne almış, biliyor musun?" Çocuksu heyecanı beni anında içine çekti; içten bir tebessümle "Ne almış?" diye sordum. Pastasının son lokmasını ağzına atıp, ağzı doluyken konuştu. "Gel, göstereceğim!"

 

 

 

 

 

Heyecanına gülerek onunla birlikte koltuktan kalktım. Diğerleri yerlerinde kalmış, tebessümle bizi izliyorlardı. Ela'nın çekiştirmesiyle salondan çıkıp odasına geçtik. Çakır'ın evinde, Ela için dizayn ettikleri oda geçici olmasına rağmen gerçekten çok güzel olmuştu. Birçok şey düşünülmüş; tam bir çocuk odası kurulmuştu. Ela'nın yanına koşturduğu piyano ise işin cabasıydı. "Bak! Bak!"

 

 

 

 

"Ahh, bu ne kadar da güzel bir piyano böyle!"

 

 

 

                 

"Aslan abimin evi bitince oraya götürecekmişiz. Kendi odamda, kendi piyanom oldu. Hep çok istemiştim, biliyor musun Efsun abla! Aslan abim bana sürpriz yaptı."

 

 

 

 

"Bu çok güzel Ela. Eminim çok güzel de çalacaksın."

 

 

 

 

"Bir tane çalabiliyorum! Göstereyim mi?" Öyle heyecanlı, öyle mutluydu ki şu an... Hızla başımı salladım. Piyanonun karşısına oturdu. Boynunda sallanan kolyesine bir öpücük kondurup, sakinleşen nefesiyle konuştu. "Annemin bana söylediği ninninin melodisi bu. Leyla ablamın telefonundan baktım; birazcık da ezberledim. Çalamazsam bana gülme, tamam mı?"

 

 

 

 

Arkasına geçip saçını öptüm. Öptüğüm yerleri okşarken, "Hiç güler miyim ben sana? Senin yaptığın her şey, yapılabileceklerin en güzeli olur zaten. Hadi, çal. Merakla bekliyorum." dedim. Omzunun üstünden bana gülümseyip önüne döndü. Ufak parmaklarını piyanoya yerleştirip; yavaşça, ahenk içinde gezdirmeye başladı.

 

 

 

 

 

 

Birkaç dakika boyunca çaldı. Ve tam da tahmin ettiğim gibi, çok güzel çaldı. Bu ninniyi biliyordum. 'Elma Attım Yuvarlandı' ninnisiydi. Benim bu yaşımda bile dinlediğim, melodisinin sakinliği yerine sözlerine dikkat kesildiğimde gözlerimi dolduran bir ninniydi.

 

 

 

 

 

Ela çalmayı bitirip bana döndüğünde, koltuğunun önünde eğildim. Ellerini sıkıca tutup, beklenti dolu gözlerine baktım. "Harikaydı! Çok güzel çaldın, bayıldım!"

 

 

 

 

Gözlerini irileştirerek "Gerçekten mi?" diye sordu. "Gerçekten."

 

 

 

 

 

"Bunu hemen Leyla ablamlara da söylemeliyim!" Hızla ayaklanıp kapıya koşturduğunda, ona yaslanmış olan ellerim kısa bir an için havada sallandı. Gülerek kalçamın üstüne düştüm. Ellerimi yere yasladığımda amacım dengemi sağlamaktı. Ama hissettiğm acıyla sessizce inleyerek, hızla elimi geri çektim. Neye bastığımı anlamak için düştüğüm yerde doğruldum ve arkama baktım. Ela'nın çantasıydı bu. Hastaneden getirdiği çanta.

 

 

 

 

 

Elimi neyin acıttığını merak ederek çantayı yerden aldım. Açmamım doğru olup olmadığını bilmiyordum. Ama bu bilinmezlik, çantanın açık fermuarından gördüklerimde kayboldu. Saniyelerle yarışır gibi çantayı tamamen açıp ters çevirdim. İçindekileri halının üstüne boşaltırken, dökülenler tiz bir ses çıkartıyordu. Bu ses, beynimdeki çınlamayla yarışırdı.

 

 

 

 

 

"Allah'ım! Bunlar ne böyle?!"

 

 

 

 

BÖLÜM SONU

 

 

Düşünceleriniz neler?

Bölüm : 15.04.2025 12:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...