
"Allah'ım! Bunlar ne böyle?"
Elimi, sanki canlanıp bana saplanacaklarmış gibi hissettiğim şırıngalara uzattım. Bazısı dolu, bazısı yarım, onlarca şırınga vardı. Sararmış kağıt parçaları; bazılarında kara kalem çizimleri, bazılarındaysa anlamlı ve anlamsız yazılar vardı. Rastgele bir kağıdı alıp hızlıca göz gezdirdim.
'Kimse inanmadı.'
'Bu sondu.'
'BU SON! SON KEZ!'
'Karanlıktayım...'
'Kollarım çok acıyor. İğneler çok kalın. Benim damarlarıma uygun değil ama durduramıyorum. İçimdeki zehri akıtmak için bileklerimi keseceğim.'
Boğazıma takılan şaşkınlık çığlığını, elimi ağzıma kapatarak durdurdum. İç organlarıma kadar titrerken, elimden kayıp havada salınarak yere düşen kağıttan gözlerimi ayıramıyordum. Şoka girmiştim. Çakır'ın bana seslenişine dahi cevap veremedim. Neler yazmıştı öyle? Neler yapmıştı? Uyuşturucu mu kullanıyordu orada? Nasıl? İntihar hikayesi bir yalandan mı ibaretti? Hayır! Anlatırken yaşadıkları gerçekti! Ya bunlar?
"Efsun." Yerimde sıçrayarak, kapı girişinde durup bana bakan Çakır'a döndüm. "Çakır!"
Korkumu soluduğu havadan etkilenip aynı dehşete kapılması, çok uzun sürmedi. Yerdekileri görmeden yanıma gelişi böyleyse, şimdi görecekleriyle ne yapacaktı?
Ellerini yanaklarıma koyup sıkıca tuttu. "Bana bak! Bak bana, sakin ol! Titriyorsun! Ne oldu?"
"Kapıyı kapat. Ela görmesin! Kapıyı kapat!" Sorgulamadan kapıyı kapatıp koşar adımlarla yanıma geri geldi. "Neler oluyor? Ela neyi görmesin?"
Hafifçe kenara kayıp yerdekileri görmesini sağladım.
Tepkisini izliyordum. Önce inanamayarak kaşlarını kaldırdı. Yüzüme baktı. "Ela'nın mı?" diye sorarken, cevabı yüzümden okumaya çalışıyordu. Okudu da. Alnında şişen bir damar, kızaran bir yüz ve nabız gibi atan bir gözle, gördüklerini sindirmeye çalıştı. Ona uzattığım kağıdı elimden almadan okudu.
"Bu son." dedi, fısıldayarak. Bu son...
"Çakır, bu nasıl olabilir?"
Çakır sessiz kalarak elinin altındakileri incelemeye devam etti. Kağıtlara baktı. Şırıngaları kaldırıp içlerindeki sıvıları inceledi. En sonunda, telefonunu çıkarıp Aslan'ı aradı. "Aslan, Ela'ya belli etmeden odasına gel. Leyla'ya söyle, onu oyalasın."
Telefonu kapatıp elindekileri yere bıraktı. Aslan gelene kadar tek kelime etmedik.
Aslan içeri girip hemen arkasından kapıyı kilitledi. "Neler oluyor?"
"Kendin gör."
"Bunlar da ne böyle?"
"Ela'nın çantasından çıktı." diyerek ona da bir kağıt uzattım. Onlarca kağıttan biriydi sadece.
Aslan küçük gözlerini kısarak yazıları inceledi. "Her akşam bir tane. Ne aldığımı bilmiyorum ama çok iyi geliyor. Ablam biliyor olabilir. Onunla konuşmalıyım." Yavaşça başını kağıttan kaldırıp gözlerini kapattı. "Ya sabır! Ya selamet! Çantasından mı çıktı tüm bunlar?"
"Evet. Ben rastlantı sonucu buldum. Klinikten getirdiği çantası..."
"Ha bir de klinikten getirdiği çanta! Eski de değil, öyle mi?"
Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım. "Eski olsa, bir şekilde anlaşılır. Ama klinikte kaldığı sürece bunlara nasıl erişti, bu notları nasıl yazdı... Bulmalıyız."
"Her şeyden önce abinle konuşmalıyız. Bize Ela'nın iyiye gittiğini söyleyip durdu. Şimdiyse bağımlılığa yol aldığını görüyoruz! Bu nasıl bir hastane ki Ela bunlara ulaşabildi?"
Suçlayıcı çıkan sesiyle tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. "Abim onun doktoru Aslan; gardiyanı değil." Bana yalnızca derin bir nefes sesiyle karşılık verdiğinde devam ettim. "Belki de birileri koymuştur. Belki Ela'nın haberi bile yoktur. Tüm bunlar, bu yazılar... Onun elinden çıkmış olamaz! Bize intihar sebebini anlattığı günü hatırla, Çakır!" Sessizce beni dinleyen Çakır'a baktım. "Burada yazdığına göre, damarlarını temizlemek için bileklerini kesmiş. O zaman anlattıkları yalan, öyle mi? Sence o gün yaşadıkları yalan olabilir mi Çakır?"
"Olamaz. Korkusu gerçekti."
Aslan atıldı. "İyi ama kim, neden böyle bir şey yapsın?"
"Orası bir akıl hastanesi. Herkes yapmış olabilir."
"Hastalardan mı bahsediyorsun?"
"Hastalardan, hasta bakıcılarından. Hastaları manipüle eden hasta bakıcılarıyla ilgili çok hikaye dinledim. Belki de biri Ela'yla kendince eğlenmiştir. Belki bizimle bile eğleniyor olabilir. Bunları düşünmeden, tüm gördüklerimizi gerçek kabul edersek, Ela'nın tekrardan kliniğe yatırılması gerektiği bir gerçek. Belki de bunu düşünerek yaptılar."
Aslan ve Çakır birbirine baktı. Aslan'ın "Senin nasıl bir kafa yapın var?" diye mırıldandığını duydum. Gözlerimi devirip "Yani-" diyerek vurgu yaptım. "-şimdilik Ela'ya hiçbir şey belli etmeyelim. Önce bir araştıralım."
"Tamam. Zaten bana da inandırıcı gelmiyor. Ela çok iyi gözüküyor; hiç de bu düşüncelere sahip gibi değil. Ayrıca, uyuşturucu bağımlısı olsa, bu illa ki fark edilirdi."
Aslan'a karşı başımı sallayıp Çakır'a baktım. "Sen ne düşünüyorsun?"
"Bilmiyorum."
"O ne demek?"
"Her şeyi bekliyorum, demek."
"Efsun abla!"
Ela'nın seslenmesi dikkatimi dağıttı. Bir anda dengemi kaybettim; düşmemek için elimi kağıtlara yasladım.
Bakışlarım, elimi yasladığım yerdeydi.
"Efsun, Ela sana sesleniyor."
"Efsun?" Sıçrayarak bakışlarımı kaldırdım. "Ge-geliyorum."
Yerden kalkmadan önce tüm kağıtları bir araya topladım. Şırıngaları çantaya geri koyup, kağıtları da arasına koydum. Biri hariç. Kimseye belli etmeden katlayıp, tam önüme dönerken arka cebime sıkıştırdım.
"Bu çantayı siz alın. Yarın ne yapacağımızı düşünürüz. Benim şimdi gitmem gerek."
"Tamam. Ben seni bırakırım."
"Olur." Odadan çıkıp mutfakta su içen Ela'nın yanına gittim. Beni görünce bardağı ağzından çekip, "Neredesin Efsun abla? Sana seslenip durdum." dedi. "Hayatım, Çakır abinle konuşmaya dalmışız. Kusura bakma. Şimdi de çıkmam gerek. Saat çok geç oldu. Ama en kısa zamanda tekrar yanına geleceğim." Saçlarını öperek okşarken söylediklerim bunlardı. Bana gülümseyerek "Görüşürüz." dedi. "Görüşürüz canım."
Mutfağa giren Çakır'a döndüm. Bakışları Ela'daydı. Yanımıza gelip Ela'ya benim gibi sarıldı. "Ben Efsun ablanı eve bırakıp geliyorum canım. Tamam mı?"
"Tamam."
Çakır'ın sesine sinen şüphe rahatsız ediyordu. Ela'da fark etmiş gibi bakışlarını abisine kenetlemişti. Küçük kalbinden geçenleri bilmek isterdim. En ufak bir şüphede, korkuyla, bırakılacağını düşünüyor olabilir miydi? Bunu düşünebilir miydi?
"Seni hiç bırakmayacağız Ela."
İrileşmiş gözleri hızla bana çevrildi. Aniden söylediklerime bir anlam vermeye çalıştı. Dolan gözlerimi saklamak için kocaman gülümsedim. "Bunu unutma. Hep seninleyiz. Yanındayız."
"Biliyorum." Kızaran yanaklarını öptüm. Ve hızlı adımlarla boğulduğum havadan çıkıp kendimi önce evden, sonra da binadan dışarı attım. Gözlerimi kapatıp temiz havayı hissetmeye çalıştım. Arka cebimdeki kağıt sanki kilolarca ağırlıktaymış gibi beni aşağı çekiyordu. Öne eğilerek ellerimi dizlerime yasladım.
"Efsun!"
Saniyesinde yanı başımdaydı. Bir elini karnımın üstüne, bir elini de sırtıma koyup beni doğrulttu. "İyi misin?"
"İyiyim. Çok uzun bir gündü, Çakır. Beni eve götür, lütfen."
"Tamam, tamam hadi gel. Bin." Hemen önümüzdeki arabasının kilidini açıp beni ön koltuğa oturttu. Kemerimi bağlayıp atkımı üstümden aldı. Bacaklarıma serdi. Saçlarımı kabanımın içinden çıkartıp biraz olsun ferahlamamı sağladı. Benden uzaklaşmadan önce saçlarımı öptü.
Derin bir nefes alıp, kokusuyla ciğerlerimi doldurdum.
Bu nefes, bu gece başucuma yerleşecek olan gölgeden beni koruyabilirdi.
*******
"Anne. Ben geldim." Kabanımı holdeki askıya asarak bakışlarımı yerde gezdirdim. "Terliklerimi kim aldı?"
"Benim odamda."
Abimin sesiyle, anahtarlarımı çıkartmak için kabanıma uzattığım elim havada kaldı. Yavaşça ona döndüm. Odamın kapısının önünde durmuş; elleri cebinde, bana bakıyordu. "Saat kaç oldu? Neredesin sen?"
"Annemlerin haberi vardı."
"Annemler uyudu." Başımı sallayarak ona bakmaya devam ettim.
"Bir daha bu kadar geçe kalma. Meraktan uyuyamadım."
"Kalmam." derken, ufak adımlarla ona yaklaşıyordum. "Odama geçebilir miyim?" Hiçbir şey söylemeden, yavaşça kapının önünden çekildi. "İyi geceler."
"İyi geceler." dedim ve odaya girip kapıyı kapattım. Hızlı nefes alışverişlerimin arasında alnımı kapıya dayadım.
Cebimdeki kağıt kendini hatırlattığında, neden onunla konuşamadığımı düşünüyordum.
Korkuyla kapadığım kapımı, bu düşünceyle açtım. Abimin odasına girdim. Kapıyı açış hızımla irkilerek, yatağına yönelmiş bedenini bana çevirdi.
"Ne oluyor?" Arka cebimdeki kağıdı bir hışımla çıkardım. "Bana bunu açıkla!"
Kağıda bir kez bile bakmadan, sert bakışlarını bana yöneltti. "Sen iyi misin? Ne bu öfke?"
Parmaklarımın arasında buruşmasına sebep olacak kadar sıkı tuttuğum kağıdı, göğsüne doğru attım.
Kelimelerin üstüne basarak, alçak tonda bağırdım. "Bana bunu açıkla, abi!"
"Şş! Annemler uyanacak!" diyerek yanıma geldi ve beni tamamen içeri çekerek kapıyı kapadı. Burnumdan solurken onu izliyordum. Kağıdı yerden aldı. Açıp okurken ki yüz ifadesi hiçbir ipucu vermiyordu. Aynı ifadesizlikle bana döndü. "Nereden çıktı bu?"
"Ela'nın çantasından."
"Ee, ben burada seni öfkelendirecek bir şey görmüyorum."
Bir an için ağzım açık kaldı. Dudaklarım bir şeyler söylemek için aralandı ama her seferinde geri kapandı. En sonunda "Ne görüyorsun?" diye sordum. Bakışlarını tekrardan kağıda yöneltti. "Ela'nın yüzünü."
Duraksayıp devam etti. "Benim kalemimden."
"En alt, sol köşeye bak."
Dediğimi yaptı. Gözlerinin yavaşça irileşmesini izledim. İşte şimdi, beklediğim o tepkiyi gördüm.
Korku. Çok güzel geçmiş bir tatilden, kaçtığın cehenneme geri dönüş yolunda duyulan korku.
"Efsun! Yemin ederim, farkında bile değilim!"
"Onu unutamamana değil öfkem. Buna anca üzülürüm. Benim öfkem, onu Ela'yla bağdaştırmana! Profesyonel yaklaşamadığın birini tedavi edemezsin!"
Zaten edememişsin, demek istemedim. Henüz hiçbir şey tam olarak belli değildi.
Elleri titrerken kağıdı tekrar tekrar inceledi. "Ben, farkında olmadan yazmışımdır. Aklımın ucundan bile geçmiyor artık. Atlattım, yemin ederim! Ela iyileşsin diye elimden geleni yaptım. O istedi çizmemi. Kara kalem çizimlerimi göstermiştim; belki ilgisini çeker diye."
Kendini kanıtlama çabası karşısında dudaklarımı birbirine bastırdım. Yanan gözlerim dolup taşmadan önce abime sarılmalıydım. Sarıldım da. Onun kolları bana sarılmazken "Tamam abi. Ben sana inanıyorum. Elinden geleni yaptın." diyerek yavaşça geri çekildim. "Hala da yapıyorsun. Tamam."
Kabullenmiş bir edayla başını salladı. Muğla'da intihar eden hastasının ismini, Ela'nın resminin altına yazmış oluşunu mu kabulleniyordu? Yoksa elinden geleni yapmış olduğunu mu? "Bilinçaltımda hala o varsa, belki de sandığım kadar yardımcı olamadım Ela'ya. Belki de tedavisinin tekrarlanması gerekiyor."
"Nasıl yani?"
"Başka bir doktorun gözetimi altında geçirmesi gereken bir haftası daha olabilir."
"Ah! Hayır!"
Buna itiraz ederken kendimden emin değildim. Ela ya çok iyiydi ya da çok kötü. Çantasındakiler onun eseriyse, belki de bir haftadan daha uzun bir tedaviye ihtiyacı vardı. Ama bize yansıttığı; inanılmaz umutlu, hayata tutunduğu için kendiyle gurur duyan bir kız çocuğuydu.
Bir an önce o çantanın sırrını çözmeliydik. Bir an önce.
*******
Sabah, okul saatinden çok daha önce uyanıp hazırlandım. Uyku tutmuyordu. Düşüncelerim öyle çok ve öyle karmaşıktı ki... Defalarca düşündüğüm, sonucuna vardığım düşünceler kendini tekrarlayıp duruyordu. Salaş bir örgüyle topladığım saçlarımı iki yanıma alıp aynada kendime baktım. Solgun yanaklarım, kuruluktan dolayı kızaran dudaklarım, hafifçe kanlanmış gözlerim ve kararmış göz altlarımla berbat gözüküyordum. Aklım bir yandan Ela'da, bir yandan da abimdeydi. 'Her psikologun, psikiytristin de bir doktoru olmalı' görüşünü, şimdilerde daha iyi anlıyordum. Abimin de uzman biriyle görüşmesi gerekiyordu.
Mutfakta kahvaltı hazırlayan annemi öpüp, sessizce konuştum. "Annecim, ben çıkıyorum."
"Tamam kızım. İyi dersler. Okulda kahvaltı yapmayı unutma; söz verdin."
"Unutmam."
Evden çıkarken kabanıma iyice sarıldım. Hava dehşet verici bir soğukluğa sahipti.
Yeni öğrendiğim otobüs güzergahına gidip, gelen ilk otobüse bindim. Beş dakika sonra okulun önündeydim. Çalan telefonumu açarken binaya girmiştim. "Alo, Çakır."
"Efsun, neredesin?"
"Şimdi okula girdim. Devamsızlığım yüzünden okulu ekmemem lazım. Yoksa bugün sizinle gelmek isterdim."
"İyi yapmışsın. Onca hengamenin arasında okulun çok aksadı. Burayı bize bırak. Seni haberdar edeceğim."
"Teşekkür ederim. Aslan'a selam söyle." Arkadan gelen bir homurtu duydum.
"Onun da sana selamı var. Merdiven altı yağlarla hazırlanmış, son derece sağlıklı poğaçaları tükettiği için sesini çıkaramıyor şu an." Tam o an da Aslan'ın ağzındakiler bitmiş olmalı ki, "Haberleşiriz Efsun." diye seslendi. Gülerek "Tamam. Afiyet olsun." deyip telefonu kapadım.
Sınıfımın olduğu kata çıktığımda, koridorun sonundan bir gelen bir gürültü duydum. Kaşlarım çatılırken sesin kaynağını görmeye çalıştım. Daha önce fark etmediğim bir asansör vardı. Kapıları açıktı ama içeride biri vardı. Hızlı adımlarla koridorun sonuna yürüdüm. Tekerlekli sandalyede oturan bir çocuk, asansörden çıkmaya çalışıyordu. Ama tekerleği takılmıştı. "Hey, yardım etmeme izin verin." diyerek sandalyenin kollarını sıkıca kavradım ve sert bir hareketle havaya kaldırdım. Çocuk çok ağır değildi; bir hamlede tekerleği kurtarıp onu asansörden çıkarttım.
Benden birkaç yaş küçük olduğunu düşündüğüm çocuk, gözlerini boş bir noktada gezdirirken "Teşekkür ederim hanımefendi." dedi ve bacağının yanında duran bir çubuğu çıkartıp sandalyesinin önüne uzattı. Dudaklarımı birbirine bastırıp ilerleyişini izledim.
Hem yürüyemiyor hem de göremiyordu.
Ben buruk bir ifadeyle arkasından bakarken, aniden durdu. "Hanımefendi, acaba bana yardımcı olabilir misiniz?" Kendime gelerek koşar adımlarla yanına ulaştım. Ellerimi sandalyesinin arka kollarına koyup, onu hafifçe ilerletmeye başladım. "Tabii ki. Buyrun."
"Ben, edebiyat dersi öğretmeni olan Mehmet Bayrak'ın sınıfını arıyorum."
"Ben de onun dersine girecektim. Sizi götüreyim."
"Ne güzel bir tesadüf! Teşekkür ederim."
İçten bir tebessümle, "Rica ederim." dedim. Sınıfın önüne geldiğimiz an, Mehmet hoca koridorda belirdi. "Ah, oğlum! Neden beni beklemiyorsun? Aklım çıktı!"
"Kendi başıma gelebileceğimi düşündüm baba. Ufak bir aksaklık haricinde, bence başardım."
Mehmet hoca "Ne oldu?" diye sorarken, bakışları beni bulmuş, gözleriyle bana teşekkür ediyordu. Yerime geçip oğlunu kendi yönlendirdi.
"Tekerleklerim asansör kapısındaki boşluğa takıldı. Yanımdaki hanımefendi de bana yardım etti."
Bu sefer sesli bir şekilde "Çok teşekkürler Efsun." dedi ve sınıfın kapısını açarak önden geçmemi istedi. "Rica ederim hocam." diyerek fazla uzatmadım; hızlıca sırama geçtim. Ben sıraya yerleşirken sınıftan sesler yükselmeye başladı.
"Ooo, hoş geldin Mert."
"Mert, kardeşim hoş geldin."
"Hoş buldum arkadaşlar." Sınıfın çoğunluğu Mert'i selamlarken, bu çok hoşuma gitmişti. Sınıf arkadaşlarım, okulun geri kalanında çoğu kez karşılaştığım hayvanlar gibi değildi anlaşılan. Samimilerdi. Okulu bu kadar aksatmamış olsam, belki arkadaş edinebilirdim.
"Arkadaşlar, merhaba. Mert size, geçen hafta gezdiği Gürcistan'ı anlatmak istedi. Ben de gün geçmeden onu derse almak istedim. İlk yirmi dakika Mert'le sohbet içinde olacaksınız. Ben de o sırada, dünkü sürpriz sınavlarınızı değerlendireceğim. Anlaştık mı?"
Sürpriz sınav mı?! Ah... Mert çok hızlı bir adaptasyonla konuya girip sınıfı kendine kilitlediğinde, her ne kadar onu dinlemek istesem de yerimden kalkıp hocanın yanına ilerledim. Çantasından kağıtları çıkartırken beni fark etti. Masasında öne eğilerek, sesin içinde beni duymaya çalıştı. "Hocam, ben geçtiğimiz birkaç gün okula gelemedim. Dolayısıyla sınava da katılamadım. Bu sınavın sene sonu puanlamamıza herhangi bir etkisi olacak mı acaba?"
"Elbette. Benim tüm sınavlarım puanlamaya dahil olur. Ama endişelenme, al bakalım." diyerek bana boş bir kağıt uzattı. "Buraya, geçen hafta seslendirdiğin şiiri yorumlamanı istiyorum. Beklentim, düzgün bir Türkçe ile düzgün bir metin yazman. Kendine özgü olsun. Amacım, kaleminizi tanımak."
"Tamamdır hocam. Hoşgörünüz için çok teşekkür ederim."
"Rica ederim. Hadi, başla. Yirmi dakikan var. Puanlamanı daha sonra öğreneceksin."
Hızlıca yerime geçip yazmaya başladım:
ÖMÜR HANIM
Güzelliğin geçici olmadığını senden öğrendim
Emeğin aşktan daha büyük bir hazine olduğunu senden
Zaman, kâküllerinden doğar topuklarından batardı
Al yeşil soluğum, yarasına döndüğüm, sözümün sahibi
Sevmenin, dünyayı sevmek olduğunu senden öğrendim
(Şükrü Erbaş-Yaşıyoruz Sessizce, Ömür Hanım)
"Bu şiir, aşkı romantizmden öte, bir varoluş, bir yaşama sebebi olarak ele almış. Şükrü Erbaş, rahmetli eşinden bir öğretmen gibi bahsetmiş. Güzelliğin geçici olmadığını, emeğin aşktan daha değerli olduğunu; aşkı emekle süsleyip, asıl olanın çaba, özveri, değer vermek olduğunu öğreten bir öğretmen. Ölümü bile öğreten bir öğretmendir, Ömür Hanım... 'Ölümü senden mi öğrenecektim? / Soluğu canımdan çekilen kadınım.'
'Zaman, kâküllerinden doğar topuklarından batardı' dizesinde eşinin varlığı zamanla bağdaştırılmış; hayatın onunla başladığını, onunla sona erdiğini söylemiş. Başka bir eserinde de vurgulamıştır benzer cümleleri. Bahsettiğim cümleler, 'Adını Aşk Koydum' adlı denemesinde geçer. 'Kâküllerinin gölgesi büyüyünce inerdi dünyamıza akşam. O yorulunca gelirdi uykunun vakti; o uyanınca başlardı dünya telaşı.'
'Al yeşil soluğum, yarasına döndüğüm, sözümün sahibi' dizesi ise hem umut dolu hem de acı dolu bir ifade içerir. Ömür Hanım'ı, doğanın güzelliğiyle tarif edip, nefesi olduğundan bahseder. Yarası haline dönen mi, yarasına doğru dönen mi olduğunu düşündürür. Tüm bu sözlerinin sahibi olduğunu, ona bağlı olduğunu söyler.
Son dize de, belki de rahmetli eşine kadar sevmeyi bilmediğini; onunla birlikte sevginin, dünyayı sevmekten geçtiğini öğrendiğini söyler: 'Sevmenin, dünyayı sevmek olduğunu senden öğrendim.'
Son bir söz söylemek gerekirse; Şükrü Erbaş, Hatice Erbaş'ın ölümüyle yaşadığı acının ona öğrettiklerini, yalnızlığını; tek kişilik bedene bir ölü ve bir diriyi sığdırmanın acısını anlatır."
Yazdıklarımı son kez okuyup yerimden kalktım. Kağıdı hocanın önüne bıraktığımda, gözlüğünü burnunun ucuna indirip bana baktı. "Henüz on dakika oldu."
Tereddütle gülümseyip omuz silktim. Hızlı yazmış olmam onun için bir sorun muydu acaba? Kağıdı aldı. Birkaç saniye bakıp diğerlerinin altına koydu ve "Tamam, yerine geçebilirsin." diyerek okumaya geri döndü.
Sırama geçtim. Mert anlatmaya devam ediyordu. Biraz bile onu dinleyince, göremeyişinin yanında gelişen diğer tüm duyularını ne kadar profesyonelce kullandığını anladım. Onu inceledim. Kıvırcık saçları vardı. Uzun bir yüze, ince bir burun ve dudaklara sahipti. Alnı genişti; güneş gözlüklerini saçlarının üstüne takmak yerine alnına sabitlemişti. Ayrı bir havası vardı Mert'in. Çok saygılı birine benziyordu. Dünyayı saygının kurtaracağını bilen her insan gibi, insanca bir duruşu vardı.
"Tiflis'in Abanotubani bölgesini görmeliydiniz. Sülfür hamamlarından yükselen o kükürt kokusu... İnsanın genzini yakıyor."
"Ah, Tiflis'i görmeyi çok istiyorum. Seneye ailemle gideceğiz."
"Harika bir tercih, Zeynep. Narikala Kalesi'ni ziyaret etmeyi unutma. Tepenin uğultusunu dinlemelisin." Sınıfın ortalarından gelen sesin sahibini anında tanıyıp cevaplaması, sınıfla gerçek ve uzun bir arkadaşlık kurduğunu gösteriyordu. Hoşuma gittiği için güldüm. Bu, sınıfın sessizleştiği bir ana denk geldi; sesim duyuldu. Dudaklarımı birbirine bastırarak yerime sindim. Ama beklemediğim bir şekilde, Mert'in muhatabı oldum. "Sen ne düşünüyorsun Efsun?"
Birkaç saniye cevap veremedim. Tüm sınıfın bakışları üstümdeyken "Anlattıkların çok güzeldi. Sanırım artık ben de Gürcistan'ı görmek istiyorum." dedim. Bu onu güldürdü. O gülünce, tüm sınıf güldü. Sindiğim yerden hafifçe doğrularak kollarımı masaya dayadım.
"Seneye de babamdan izni koparabilirsem Rusya'ya gitmek istiyorum. Lütfen onu ikna edin."
Mehmet hoca, başını kağıtlardan kaldırmadan konuşmaya dahil oldu. "Oğlum, oranın havası da insanları da buz gibi. Ne yapacaksın Rusya'da?"
"İnsanlarıyla işim yok. Gezeceğim."
"Bakarız." diyerek elinin altındaki tüm kağıtları topladı ve masaya vurarak düzenledi. Sanırım erken verdiğim için benimkini de okumuştu. Masada elindekilerden başka kağıt yoktu.
"Evet. Anlaşılan sohbetiniz bitti. Puanları şimdi mi duymak istersiniz? Yoksa sistemden mi görmek istersiniz?"
Hep bir ağızdan "Şimdi." dendiğinde, Mehmet hoca başını sallayarak sandalyeden kalktı. Masasının üstüne oturup ayaklarını birbiri üstüne attı. Beyaz saçlarını arkaya yatırıp puanları okumaya başladı.
"Elif, 90. Yakup, 95. Zeynep, 100. Deniz, 85. (...) Efsun, 100."
Memnuniyetle gülümseyip ellerimi kavuşturdum. Belki de okula ayak uydurmak, sandığım kadar zor olmayacaktı.
Ders sonlandı. Son yirmi dakika, Mehmet hoca kaldıkları yerden derse devam etmişti. Ben de eksiklerimi kapamak adına konuyu yakalamaya çalıştım. Teneffüs zili çaldığında, Mert hepimize veda ederek okuldan ayrıldı. Camdan dışarı baktığımda onu görmüştüm. Özel bir araba gelip almıştı; anlaşılan maddi durumları iyiydi.
Diğer derse kadar kaçırdığım konuları inceledim. Çok eksiğim yoktu. Birkaç gün içinde tamamlayabilirdim.
Sakin bir okul gününün ardından saat 16.00'yı gösteriyordu. Zille birlikte hızlıca kalkıp sınıftan çıktım. Aynı anda telefonum çaldı. Arayan Çakır'dı.
"Çıktın mı?"
"Şimdi çıkıyorum."
"Tamam, kapıdayız."
"Tamam." diyerek telefonu kapadım ve bahçeyi yürüdüm. O sırada sınıfımdaki birkaç kişi beni gördü; adının Zeynep olduğunu öğrendiğim kız bana el salladı. Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Bakışlarımı onlardan çekmeden önce aralarında hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Tam bahçe kapısına gelmiştim ki, adım seslenildi. "Efsun!" Arkamı dönüp bana doğru koşan Zeynep'e baktım.
"Merhaba Efsun."
"Merhaba Zeynep."
"Seni pek sınıfta göremediğimiz için tanışamadık da. Kızlarla konuşuyorduk da-" Lafını kesen korna sesi oldu. Çalan arabaya baktığımda Çakır'ı gördüm. Onlara işaret parmağımı kaldırıp 'bir dakika' işareti yaptım. Zeynep beklendiğimi anladığı için aceleyle konuşmaya çalıştı. "Ah, kusura bakma! Vaktini alıyorum. Hızlıca sorayım o halde. Daha sonra kaynaşırız."
Samimiyetine tebessüm ederek "Tabii ki, sor." dedim. "Okulumuzda bir yemek programı düzenlenecek. Haberin var mı?" Başımı iki yana sallayarak cevapladım. "Ben de öyle tahmin ettiğim için hem sana söylemek, hem de katılıp katılmayacağını öğrenmek istedim. Sınıf başkanı olarak listeyi ben hazırlayacağım." Demek Zeynep sınıf başkanımızdı.
"Haberim yoktu. Neyle ilgili olduğunu söylersen, düşünebilirim."
"Her sene yapılan bir program. Son sınıf öğrencileri ve hocalar arasında oluyor. Ve bazı özel misafirler. İsteğe bağlı sektörlerden, önemli isimler geliyor. Bu programla, mezuniyetten sonra ki network pazarımızın genişletilmesi amaçlanıyor. Üniversite döneminde oluşturulan network, sonrası için çok işe yarayacak." Heyecanlı konuşması bitince kocaman gülümseyip "Katılırsın, değil mi?" diye sordu. "Elbette katılırım. İnce düşünüp bana haber verdiğin için çok teşekkürler. Bundan sonra okulu aksatmamaya çalışacağım. Belki yarın bir kahve içeriz, ne dersin?"
"Çok sevinirim. O halde yarın görüşmek üzere. Seni ve yanında olmasını istediğin bir misafirini listeye ekleyeceğim. Diğer ayrıntıları yarın konuşuruz."
"Anlaştık. Görüşmek üzere."
Vedalaşıp arkamı döndüm. Adımlarımı hızlandırdım; arabada beni sabırsızlıkla bekleyen iki adam vardı. Çakır onlara yöneldiğimi görmesine rağmen kornaya abandığında, kulağını çekmeye hazırlanan bir anne edasıyla ona parmak salladım.
Kapıyı açıp kendimi arka koltuğa attım. "İki dakika sabredemiyorsunuz!"
"Ben sabrettim; Çakır kornaya bastı."
Çakır, "Tamam, en uslu sensin Aslan." dediğinde kolunu çimdikledim. Acıyla inleyip kolunu tuttu. "Ne yapıyorsun kızım!"
"Öncelikle, bana 'kızım' deme. Çocukluk yapana kadar hadi, anlatın! Neler öğrendiniz?"
Çakır somurtarak arabayı çalıştırdı. Aslan'da elinde tuttuğu kağıtlardan başını kaldırmadan konuşmaya başladı.
"Şırınganın içindekileri bir laboratuvarda incelettim. On üç şırınganın on ikisi, tuzlu su."
Doğru duyup duymadığımdan emin olamayıp sordum. "Ne? Ne dedin?"
"Tuzlu su. Bildiğin, tuz ve su karışımı. Nedenini bilmiyoruz. Ama durum bu."
"Peki ya on üçüncü?"
"İşte mesele orada patlak veriyor. On üçüncü şırıngadaki karışım, ruhsatsız bir bileşen. Bazı maddeler tanımlanamıyor bile. Uzman arkadaşım, bu bileşenin piyasada var olmadığını söyledi. Biri bunu, özellikle bir amaç için üretmiş."
"Uyuşturucu mu?"
"Öyle görünüyor."
"Böyle bir şeyin Ela'da ne işi var? Bunu o yapmış olamaz."
"Kesinlikle. Bunu Ela yapmadı. O şırıngalar ona ait değil."
Ben afallamış bir şekilde yola bakarken, Aslan devam etti. Çakır sessizliğini koruyordu. "Anlaşılan o ki, karışımı yapan kişi de bu işte yeni. En dolu şırınga oydu; ya Ela'ya hiç enjekte etmedi ya da çok az kullandı. Neler olacağını kestiremedi."
"Ela'yı bir denek gibi kullandı." Hepimizin aklından geçeni dile dökmem, Aslan'ın öfkesini harladı. "Bunu yapan şerefsizi bir bulayım. Gör bak, kim kimin üstünde deney yapıyor!"
"Nasıl anlayacağız? Ela'ya etki etti mi? Ne kadar verdi? Şu an Ela'nın damarlarında mı? Ne tür bir uyuşturucu? Nasıl anlayabiliriz?"
"Onu bu bilgileri aldığım arkadaşımın kliniğine götüreceğim. Kan testiyle bunun anlaşılabileceğini söyledi. Ama bence, şu an Ela tertemiz. Asıl etki ettiği gün, o kağıttakileri yazdığı gün." Dudaklarımı birbirine bastırıp kafa salladım. Buna katılıyordum. İki farklı ruh söz konusuydu. Biri, o kağıttakileri yazan; biri de evde bana piyano çalan kıza aitti.
"Ama ya değilse?" Çakır'ın sorusuyla kaşlarımı kaldırdım. "Ne değilse?"
"Ya iyi değilse?"
Birkaç saniye, kimse konuşmadı. Bu soru havada asılı kaldı; Aslan hızla başka bir konuya geçti. "Şırıngalardaki parmak izlerine de baktırdım."
"Ne çıktı?"
"Hiçbir şey. Tahmin ettiğim gibi."
"Bu karışımı yapan kişi, yalnızca karışım açısından toy gözüküyor." Aslan, dikiz aynasından bana bakıp sıkıntılı bir ifadeyle başını salladı.
"Sana yardım eden yerdeki insanlar, ilacın içindeki etken maddeleri de araştırabilir mi?" Aslan, bu sefer arkasına dönüp bana baktı. "Sen bunlardan nasıl haberdar olabilirsin yahu? Ben bile onlar teklif edene kadar böyle bir şeyden habersizdim."
Şaşkınlığına yarım ağız sırıttım. İmayla, "İyi bari. Etken maddelerin ne olduğunu bilirsek daha kolay ilerleriz." dedim ve Çakır'a döndüm. "Nereye gidiyoruz?"
"Bize. Sormadım; eve gitmen gerekiyor muydu? Ela seni görmek istiyor da."
"Tabii. Annemi arayıp haber vereyim. Ama birkaç saat içinde eve gitmeliyim. Bugün ailecek akşam yemeği yenecek." Çakır'ın bakışları dikiz aynasından gözlerime kilitlenmişken, yavaşça başını salladı.
Aile acısı çeken birinin bakışları vardı gözlerinde. Telefon kulağımda, annemin açmasını beklerken ona hafifçe gülümsedim. Dudaklarıma inen gözlerini, Aslan'ın "Önüne bak. Araba geliyor." demesiyle yola çevirdi. O sırada da annem telefonu açtı. Bana hala, müdürün aramalarıyla ilgili soru sormadığı aklıma geldi.
"Kızım, çıktın mı okuldan?"
"Evet annecim. Senden birkaç saatliğine izin istemek için aradım. Ela beni görmek istemiş."
"İki saatin var. Yemeğe geç kalma. Ela kızıma da benden çok selam söyle."
Gülümseyerek konuştum. "Tamam canım. Söylerim, görüşürüz."
Telefonu kapattığımda Aslan'la Çakır tartışıyordu.
"Kardeşim, arabayı dikiz aynasına bakarak süren sensin! Uyarınca ben mi kötü oluyorum?"
"Arkadan araba geliyordu; ona baktım. Saniye başı 'önüne bak' demenin ne anlamı var?"
"E bakmıyorsun çünkü!"
"Lan arabayı ben sürüyorum!"
"Kaza yapınca da söyleyecek misin bunu?"
"Abi şuraya bir kıracağım direksiyonu! Dua et; Efsun var." Gülmemek için dudağımı dişledim.
Aslan ağzının içinde mırıldandı. "Zaten Efsun var diye 'önüne bak' diyorum ya, neyse." Gülmemeye çalışan ifadem dağıldı. Kaşlarımı kaldırarak Çakır'a baktım. Aslan'a karşılık vermek için açılıp kapanan ağzından bir türlü söz çıkmazken, en sonunda arabayı durdurdu. "Geldik!"
Aslan, yüzüne alışık olmadığım bir sırıtış yerleştirip "Görebiliyoruz." dedi ve kapıyı açarak aşağı indi. Ben de hemen arkasından aşağı indim. Neden utanmıştım bu kadar? Yüzümün kıpkırmızı kesildiğine yemin edebilirdim.
"Efsun!" Arkamdan seslenen Çakır'la durdum. Aslan asansöre bindi; bizi beklemeden kapıyı kapattı ve kat sayısı yükselmeye başladı. "Efendim?" Hızlı adımları yanı başımda son buldu. Ayağımın dibindeki taşlarla oynarken otoparkın esintisi içimi ürpertti. Kendime sarılarak bakışlarımı yerden kaldırdım. Çakır'ın bir şeyler söylemesini bekliyordum. Seslenişinin devamı gelecek gibiydi. Ona baktım. Oysa bana değil; omzumun üstünden arkaya bakıyordu. Kaşlarım çatılırken saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım. Yüzü ifadesizdi; neye baktığını görmek için arkamı döndüm.
Tek başına dikilen bir Furkan görmemle, çatılan kaşlarım havaya kalktı. Onu ilk defa tek görüyordum.
Bir sorun vardı. Gözlerimi kısarak daha dikkatli baktım.
Başını hafifçe sola eğdi. Kaşından akıp yüzünün bir kısmını boyayan kanı da o an gördüm.
İstemsizce ona doğru bir adım attım. "Ne olmuş ona öyle?"
"Sen dur Efsun." Çakır hızlı adımlarla Furkan'a doğru ilerledi. Furkan'sa onu bekledi. Yanımıza gelmek yerine, orada durmayı tercih etmişti.
Çakır karşısına dikildiğinde, ikisinin de ağzını okuyabiliyordum.
"Ne bu halin?"
"Çeteden ufak bir 'merhaba!' sürprizi."
"Yaralanmışsın. Ne oldu? Babanın adamları koruyamadı mı seni?"
"O beyinsizler daha kendilerini koruyamıyorlar."
Çakır'ın alayla güldüğünü gördüm.
"Aslan'ın adamlarından istiyorum."
Çakır'ın gülüşü yüzünde donakaldı.
"Artık bu işte berabersek sizden yardım isteyebilirim, değil mi? Çetenin adamları tam anlamıyla sokak çocuğu. Hepsi dolu geziyor ve çocuklar gibi her delikten çıkıyorlar. Benim adamlarımsa emekliye ayrılmayı bekleyen paralı askerler gibi; ilk yumruğu yiyene kadar kimseyi indiremiyorlar." Sıkıntılı bir ifadeyle yüzünü buruşturup ellerini ceplerine koydu. "Bana sokaktan gelen adamlar lazım."
"Aslan'ın hiçbir adamı senin için çalışmaz."
"Aslan isterse çalışır."
"Olay da o zaten. Aslan asla böyle bir şeyi istemez."
Furkan alayla kaşlarını kaldırdı; yüzünde de aynı alayın sırıtışı vardı. "Anlamadım. Ben bu cephede tek mi savaşıyorum?"
"Kimse senden bunu istemedi." Çakır'ın bu tavrının altında, Furkan'dan değil de; canını tehlikeye atmasından rahatsız olması yatıyordu. En azından ben öyle olmasını umuyordum.
"Konu senin güvenliğinse benden bir şey istenmesine gerek yok."
Çakır tepkisiz kalarak ona baktı. Aralarındaki sessiz gerilim çok yüksekti. Uzakta olmalarına rağmen o gerilime kapılıp çarpılacak gibi hissediyordum. Tüylerim diken diken oldu; kendime daha sıkı sarıldım.
"Ne olduğunu anlat."
"Klasik. Yolumuzu kesip beni almaya çalıştılar. İki araba adamımı etkisiz hale getirdiler. Ama kimseyi öldürmediler." Son cümlesindeki yüz ifadesine bakılırsa, nedenini merak ediyordu.
"Kalabalık oluşumuz işlerini zorlaştırdı. Yalnızca beş adam saydım. Dördünü bir şekilde indirdim. Beşincisi, sizin şu dağ kaçkınına benziyordu; yumruğunu yemeden kurtulamadım." Eğlenen yüz ifadesine karşı, Çakır yumruklarını sıktı. "Düzgün konuş!"
Ah, sanırım yanlarına gitme vaktim gelmişti.
Yanlarına ulaştığım an ellerim, Çakır'ın koluna dolandı.
"Sakin ol, kardeşim. Yanlış bir şey söylemedim. Her neyse, kurtuldum ama diğer adamlarım yanıma ulaşana kadar tekim. Beni takip ettiler mi, ya da şu an zaten burada olduğumu biliyorlar mı; bilmiyorum. İsteklerimin sebebi bu. Her an, her yerden çıkabiliyorlar. Onlara karşı savaşırken, onlar gibi düşünen adamlara ihtiyacım var."
"Dağ kaçkınlarına mı yani?" Çakır'ın dinmemiş öfkesiyle sorduğu soru, Furkan'ı tekrar güldürdü. "Yalan mı? Neydi o arkadaşın adı?" Düşünürmüş gibi yaparken son derece itici duruyodu. Neyden bahsettiğini anlamamama rağmen, adilik yaptığını anlayabiliyordum. "Heh! Umut. Annesi onu dağa gönderirken hangi umudunu beslemek istiyordu acaba?"
Bu, Çakır için son damlaydı. Koluna sarılı olan ellerime tüm gücümü vererek onu tutmaya çalıştım. Furkan, diğer elinin havalanmasıyla birkaç adım uzaklaştı; Çakır'ın sağ yumruğu boşlukta savruldu. Bana direnmedi. Ama haykırışı, tüm otoparkı inletti. "Onun hakkında tek kelime daha edersen, yüzünün diğer tarafını da ben dağıtırım!"
"Sen de mi ondan yana umutlusun yoksa?"
"Lan kes!"
Furkan'ın sırıttığını görünce, korku içinde bağırdım. "Furkan, kes şunu!" Çakır'ı zar zor tutuyordum. İşaret parmağını havada sallarken, aynı ses tonuyla tekrar bağırdı.
"Bizim dostlarımız, senin o köpeklerine benzemez! Düzgün konuşacaksın! Anladın mı? Düzgün konuşacaksın!"
Furkan tam cevap verecekti ki, otoparkın diğer yanından araba sesleri duyuldu. Üçümüz de o tarafa baktık. Dört araba saydım. Çakır, ona sarılı ellerimi sıkıca tutup beni arkasına çekti. Bu sırada Furkan konuştu. "Benimkiler. Rahat olun."
Çakır'ın göğsü hızla inip kalkarken, öfkesini dindirmeye çalıştım. Sağ elimi sırtına yasladım; hafif dokunuşlarla okşadım. "Sakin ol. Gel, eve çıkalım." Omzunun üstünden bana bakıp başını salladı.
Furkan'a dönüp, alçak tutmaya zorladığı sesiyle konuştu. "Seni bu işin içinde istemiyorum! Hele de bu saygısızlığından sonra!" Arkamızı döndük. Birkaç adım ilerlemiştik ki, Furkan'ın sözleri önümüze dizildi. "Artık çok geç. Çetenin hedefindeyim. İstesen de istemesen de; bu iş, benimle çözülecek."
Çakır ona dönmedi. Bense omzumun üstünden susması için uyarıcı bakışlar atıyordum. Furkan bana bakıp sırıttı.
"Aslan'a haber versen iyi olur. Bence o senin gibi düşünmeyecek."
Yanında durup kapısı açılan arabaya bindi. Çakır araba sesleriyle uzaklaştığını anladı. Tek kelime bile etmeden garaj asansörüne ilerledi. Ben de hemen arkasındaydım. Asansöre bindik. Harekete geçen halatların sesine, Çakır'ın öfkeyle aldığı nefeslerin sesi eşlik ediyordu. "İyi misin?"
"Adi! Bir saniye bile yaşayamayacağı hayatlar hakkında konuşma cürretinde bulunan, ayarsız bir adi!"
"Umut kim?" Merak edip sorduğum soruyla, etrafta gezinen bakışları gözlerime çıktı. Siniri hala dinmemişti; sorduğum sorudan pişman olarak ellerimle oynamaya başladım. Gözlerine bakmaya çekindiğim an da, soğuk parmaklarını çenemde hissettim.
"Bak bana." Kaldırdığı başımla gözlerine baktım. Sakin bir ifadeyle yanağımı okşadı. Perçemlerimi sevdi; yüzümü seyretti. Asansör sarsılarak durduğunda, kalbim yanaklarımda atıyormuş gibi kaçtım ondan. Kaçtım dediğim de; yalnızca asansörden dışarı bir adım atabildim. Anında yanı başımdaydı. Belimden tutarak beni durdurdu; kollarını belime sardı. "Seni korkuttuğum için özür dilerim. Beni zorladı."
"Biliyorum. Önemli değil; açıklama yapmana gerek yok."
"Önemli. Öfkemi körükleyen en büyük nedenlerden biri, senin korkman. Korkun beni daha çok öfkelendiriyor."
Nefesimi tutup "Nasıl?" diye sordum.
"Tüm korkularını söküp almak istiyorum. Bunu başaramamak, beni daha da öfkelendiriyor."
Ah... "Çakır..." Söyleyemediklerimin kıstığı sesimle, yalnızca ismini fısıldadım.
Sıcağıyla mayıştığım saniyeler de daire kapısı açıldı.
Aslan!
Çakır'dan hızlıca ayrıldım. Neyse ki ilk bakışta bizim olduğumuz yere bakmamıştı.
"Nerede kaldınız siz?"
"Bir ziyaretçimiz vardı." Çakır'ın ses tonundan olsa gerek, ciddiyetle dışarı adımladı. "Hayırdır? Bir sorun mu var?"
Çakır onu içeri doğru ittirdi; beni de kolumdan çekerek eve soktu. "Hayır. Yalnızca senin adamlarının koruması olmasını isteyen bir adet Furkan tarafından ziyaret edildik." Aslan alayla güldü. Ama yüz ifadelerimizi görüp, şaşkınlığa büründü. "Ciddi olamazsın."
"Ben de aynı tepkiyi verdim."
"Ha, ciddisin!"
"Ha, ciddiyim."
Çakır'ın cevabıyla istemeden güldüm. Benim gülmem onu da güldürdü. Belki onun ki Furkan'a sinir olmasındandı ama... Olsun. Ela'nın güldüğümüzü görerek bize katılmasına değerdi.
"Efsun ablam geldiii!"
"Ela'cım!" Bir dizimin üstüne çökerek onu karşıladım. Sıkıca sarıldık. Mis kokan saçlarını öptüm. Arkasında duran Leyla'ya kocaman gülümseyip, Ela'dan ayrıldım. "Nasılsın bakalım? Bacağın nasıl?"
"Çok iyiyim. Bugün Leyla ablamla birlikte yürüyüş yaptık. Bana faydası dokunacak birkaç hareket yaptırdı. Çok eğlenceliydi! Bacağım hiç ağrımadı."
"Öyle mi? Ne hoş. Leyla ablan sana iyi bakıyor, desene." Ela minnet dolu bakışlarla, saçlarını seven Leyla'ya baktı.
"O, benim bir tanem. Tabii ki iyi bakacağım."
Doğruldum. Ela, elimi bırakmadan beni mutfağa çekiştirdi. "Efsun abla, gel. Çok güzel bir kek yaptım. Tadına bakmalısın." Mutfağa doğru ilerlerken Leyla arkamızdan gelip, sadece benim duyabileceğim bir tonda konuştu. "Çok çabuk toparlıyor. Sürekli mutfakta, benimle birlikte bir şeyler yapıyor." dedi. Sevinçle gülümsedim. Tahlillerin tertemiz çıkacağına öyle emindim ki. Gözlerindeki ışıltının altında, herhangi bir madde olamazdı. Bu ışıltının tek sebebi, ailesinin yanında olmasıydı.
Ela, bu evin içinde olduğu sürece, hep çok iyi olacaktı.
Beni sandalyeye oturttu. Çakır, Aslan ve Leyla'da yanımıza yerleşti. Hepimize iki dilim kek servis etti; yardımımızı istemedi. Keklerin yanında içecek de servis edip, elleri çenesinin altında, tatmamızı bekledi. Dördümüz de birbirimize bakıp kekten bir çatal aldık. Ve memnuniyet dolu mırıltıları aynı anda çıkardık.
"Harika olmuş."
"Enfes!"
"Çok güzel. Ben hayatımda böyle bir kek yemedim."
"Ela, bu çok güzel olmuş! İçindeki ne?"
"Ceviz ve kaju koydum; onları kekle karıştırdım. Üstüne de fındık koydum. Dibe batmamaları için hepsini una buladım."
Aslan şaşırarak sordu. "Vay be. Batmamaları için öyle mi yapmak gerekiyormuş?"
Çakır alayla ona sataştı. "Sanki hayatında kek yapmışlığı var da... Bu bilgiye şaşırıyor."
"Tabii yaptım. Leyla, söylesene."
Bunun gerçekleşmiş olmasına inanamayarak Leyla'ya döndüm. Oysa yüzünde manidar bir ifadeyle Aslan'a bakıyordu. "Evet, yaptı."
Çakır gülerek sesini yükseltti. "İnanmam!"
Ela ile birlikte güldük. Gülüşlerimin arasında, Aslan'ın Çakır'a cevap vermesini bekleyerek ona baktım. Oysa Leyla'ya bakıyordu. Allah'ım! Böyle bakıp da aşkını inkar ediyordu ya!
İkisi de parmaklarındaki yüzükle oynayarak, bakışlarını önlerindeki keke çevirdi. Çakır'la göz göze geldik.
"Hadi, keklerinizi bitirin. Efsun abla, akşam yemeğine de kalır mısın? Çorbayı yapmak için Leyla ablamdan izin aldım." Heyecanlı sesine karşı gülümsedim. "Ela'cım, akşam yemeği için evde olmam lazım. Bir sonraki sefere, olur mu? Çorbandan bana da ayır." Ela itiraz etmek istese de kendini durdurdu. O kısacık an da ki duygu geçişini gördüm. Çocukluk yapmak istemeyerek itirazını kendine sakladı; bir yetişkin gibi baş salladı. "Peki. Ayırırım. Gül teyzeyle Tarık amcaya selam söyle."
"Tabii söylerim." Gülümseyerek tekrar başını salladı.
Kalbimden taşan sevgimle yanaklarını avuçladım; kocaman, sulu bir öpücük kondurup onu da yanıma çektim. "Hadi, birlikte yiyelim."
Aslan kekini saniyeler içinde bitirip Ela'ya döndü. "Hafta başında yeni evimizde olacağız. Okul için acele etmediğine emin misin? İstersen tüm dönem boyunca dinlenebilirsin."
"Hayır, Aslan abi. Okula, yeni evimize geçtiğimiz ilk gün başlamak istiyorum. Bence daha kolay alışırım."
"Bence kendini yormana gerek yok."
"Aslan!" Leyla'nın uyarıcı sesinden sonra, "Tabii, sen nasıl istersen." diye düzeltti kendini.
Ela, oturduğu iki bacağımdan kalkıp Aslan'ın yanına geçti. Uzun, ince kollarını, Aslan'ın koca bedenine sararak "Beni düşündüğünü biliyorum. Teşekkür ederim." diye mırıldandı. Aslan'da ona sarıldı. "Sen benim küçük kardeşimsin. Tabii seni düşüneceğim. Başka kimi düşüneceğim, bunu mu?" diyerek, işaret parmağıyla Çakır'ı gösterdi. "Dana kadar oldu, baksana."
Leyla'yla birbirimize bakıp aynı an da kahkaha attık.
Çakır yerinden kalkıp Aslan'ın arkasına geçti. Boynuna sarılıp onu boğuyormuş gibi yaptığında, Ela gülerek uzaklaştı. "Ben mi dana kadar oldum? Aramızda kaç yaş var? Sanırsın elli."
"Onu bilemem; bildiğim tek şey, ben mahallede volta atarken senin bezlendiğin."
"Ay!" Gülmekten nefesim kesildi. Ela'da onların üstüne atladığında, artık hepimiz kahkaha atıyorduk. Aslan, Çakır'dan kurtulmak yerine, onun ablukası altındayken Ela'yı kucakladı. Bir eliyle havalandırdığı bedenini, diğer eliyle gıdıklayacak kadar kuvvetliydi. Çakır'da ona katıldı. Aslan'ın gıdıkladığı Ela'yı ondan kurtarıp, tek omzunun üstüne attı. "Bakın burada kim var?" Kendi etrafında dönmeye başladı. Kahkaha sesleri eksilmezken, Ela kollarını iki yana açıp mutlulukla bağırdı. "Eveett! Daha hızlı! Daha hızlı döndür Çakır abi!" Çakır, saniyelerce onu döndürdü. Kahkahalarımız geniş gülümsemelere döndüğünde, o da Ela'yı yere indirdi. Çakır Aslan'a, Ela'da Çakır'a tutunarak ayakta kaldı.
"Tamam, hadi bakalım. Bu kadar oyun yeter. Yordunuz kızı." Leyla'nın yerinden kalkıp anaç bir şekilde Ela'yı kucaklamasını izledim. "İlaç saatin geldi, hayatım. Onları içip biraz dinlen. Ben yemekler hazır olunca çorbayı yapmak için seni uyandıracağım. Tamam mı?"
"Ama Efsun ablam burada. Şimdi uyumak istemiyorum. İlacı sonra içsem?" Leyla'yı zor duruma sokmamak için hızlıca atıldım. İlaç saatini geçirmemesi gerekiyordu. "Benim de gitme vaktim gelmişti zaten. Sen dinlen. Yine görüşürüz Ela'cım." Ela dudaklarını büzüp, tatlı bir küskünlükle kollarını birbirine bağladı. Leyla haline gülümseyip yanağından öptü. Tam mutfak kapısına gelmişlerdi ki, Ela "Bir dakika." diyerek Leyla'yı durdurdu.
Onun kucağından inmeden bana döndü.
"Erdem abi benim için bir şeyler çizmişti. Ama çantamı bulamadım. Ona sorar mısın; klinikteki odamda mı kaldı acaba?"
BÖLÜM SONU
Düşünceleriniz neler?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 513 Okunma |
97 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |