28. Bölüm

25. Bölüm (İstanbul'daki Ölüler)

Betül Başönderoğlu
betulbasndrglu

"Ben de seni seviyorum."

 

 

Yüzümdeki gülümseme genişlerken ısınan ekmekleri tavadan aldım. Bal, reçel, tereyağ ve zeytini masaya koydum. Peynir sevmediğim için dokunamıyordum; annem koyuyordu masaya. Isınan ekmekleri de tabağa alıp çayları doldurdum. "Hadi, yumurtalar soğumadan gelin."

 

 

Abim esneyerek mutfağa girdi. Arkasından da babam geldi. Gözlerim birkaç saniye mutfak kapısında kaldıktan sonra "Annem nerede?" diye sordum. Babam bana bakmadan cevapladı. "Acıkmamış kızım. Biraz daha uyuyacakmış."

 

 

Kaşlarım biraz şaşkınlık, biraz bilmişlikle havalandı. "Hiç inandırıcı değil."

 

 

"Neyse ki seni inandırmaya çalışmıyoruz Efsun." Annemin imalı sesini duydum. "Yüzümü yıkayıp geliyorum. Bana bir tabak hazırlar mısın Tarık?"

 

 

Babam bana bakıp işaret parmağını dudaklarına yasladı; anneme "Hazırlıyorum hayatım." diye seslenip bize döndü. "İdare edin çocuklar. Dün çok sarsıldı. Gece de kabus görmekten uyuyamadı."

 

 

 

Üzülerek dudağımı ısırdım. Ona karşılık vermemek için kendime hakim olmaya çalışacaktım. Annem uyuyamayınca korkunç biri olabiliyordu. Bir de bu şekilde olunca... Muhtemelen bizi biraz ağlatacaktı(!).

 

 

 

Masaya gelip oturduğunda çayımı içiyordum. Çayımın rengine laf söyleyecek...

 

 

"O nasıl çay öyle? Zaten kansızsın; biraz açık iç şu çayı."

 

 

 

Gülmemek için kendimi tuttum. "Tamam annecim. Bir dahakine öyle içerim."

 

 

Dağınık saçlarını arkaya atıp, çatalını sertçe yumurtasına batırdı. "Her zaman böyle diyorsun. 'Bir dahakine yaparım.' Ama nedense o bir dahaki zaman hiç gelmiyor Efsun."

 

 

 

Yüzümde gizlenen gülümseme yavaşça kayboldu. Üst dudağımı ısırıp parmaklarımı alnımda gezdirdim. "Haklısın annecim."

 

 

 

"Haklı olmak istemiyorum! Sözümüzü dinlemeni istiyorum!" Çatalın tabakta bıraktığı tiz sesle sıçradım. Babam araya girdi. "Gül! Sakin ol, lütfen!"

 

 

 

"Ben sakinim Tarık. Kızımız kendi başına kararlar alıyor ve bundan rahatsızlık duyuyorum. Bunu dile getirmem, sinirli olduğumu göstermez."

 

 

 

"Oysa bana hep, artık kendi kararlarını alabilecek yaştasın, derdin anne."

 

 

 

Bu doğruydu. Şu an, söylediğinin aksine sinirli olduğu için böyle konuşuyordu. Yarın benden özür dileyeceğine emindim.

 

 

 

"Bana cevap verme!"

 

 

 

Yükselen sesiyle dudaklarımı birbirine bastırdım; bacağım huysuzca titremeye başladı. Abimle göz göze geldik.

 

 

 

"Sen-"

 

 

"Anne, yeter! Bağırma Efsun'a!"

 

 

 

Ah, hayır... Bu iş çığırından çıkmadan gitmeliydim. Abimin koluna dokundum. "Beni okula bırakır mısın?" Anneme yönelen bakışlarını bana çevirdi. Haksız yere azar yediğim için sinirlenmiş; karşılık vermişti. Annemin bu huyuna tahammül edemeyen tek kişi oydu. "Bırakırım. Zaten iştahım kalmadı! Hazırlan, salonda bekliyorum." Başımı sallayarak masadan kalktım. Annemin öfkeyle soluduğunu gördüm. Babam, annemin benim ki gibi titremeye başlayan bacağına elini koymuştu. Annemse dirseğini masaya dayayıp elini ağzına kapatmıştı. Eminim, abim ona karşılık verdiği için de bana kızmıştı.

 

 

 

"Afiyet olsun."

 

 

"Sağ ol kızım. Ellerine sağlık. Okul çıkışında haber ver, seni ben alacağım."

 

 

 

"Neden?" diye sordum şaşırarak. İşleri çok yoğun diye biliyordum. Babam tam cevap verecekken annem konuştu. "Neden olacak? Dün yaptığın konuşma senin için endişelenmemize sebep oldu; baban psikolojin yerinde mi diye kontrol edecek!"

 

 

 

"Gül!"

 

 

"Sen bizimkini çok düşünüyormuşsun gibi!"

 

 

 

Sanki görünmez bir el tarafından geri itilmişim gibi olduğum yerde sarsıldım. Dudaklarım aralandı. Dolan gözlerimle etraf bulanıklaştı. Karşımda oturmuş; beni seyreden bir öfke vardı adeta. Annemdi bana bunları söyleyen ama yüzündeki sert ifade bir yabancıyı andırıyordu.

 

 

Çünkü annem asla böyle konuşmazdı.

 

 

"Anne," dedim zorla. "acını benden çıkartma!"

 

 

"Niye? Sen alışıksın bizim acımıza, öyle değil mi? Ağzına geldiği gibi konuşacak kadar hem de!"

 

 

  

Hissettiğim bütün ağırlığı kalbime yükleyip, omuzlarımı dik tutmaya çalıştım. Tırnaklarımı ezmeye başlamıştım bile.

 

 

 

Annem durmadı. Tüm hıncını üstüme yığdı.

 

 

 

"Sahi, sen bizim acımız dışında ne gördün Efsun? Bahsediyordun ya, boğazımıza dizildi diye!"

 

 

Titreyen göz kapaklarımı kapattım. Beynime bir kurşun yemiş gibi hissederken hatırladım, toprağa gömdüklerimi.

 

 

Bırak beni! Dokunma!

 

 

"Sen bizim acımıza acımaktan başka ne yaşadın?"

 

 

İmdat! Kimse yok mu? Yardım edin!

 

 

Bırak!

 

 

Abi! Yardım et!

 

 

Açılan gözlerim abime yöneldi. Toprağı kapatan oydu. Şimdi de aynı toprağın beni içine çekmeye çalıştığını anlamış olacak ki; ben düşmeden atılıp kolumdan yakaladı. "Efsun!"

 

 

Babamın endişeyle yerinden kalktığını gördüm. "Kızım? İyi misin?" Elimi kaldırıp onu durdurdum. "İyiyim baba." Derin bir nefes aldım. Annemin endişeyle bana yöneldiğini gördüm. Muhtemelen kızarmış olan gözlerimle, dolan gözlerinin tam içine baktım. Başımı iki yana sallayarak mutfaktan çıktığımda abim yanımdaydı.

 

 

 

"Odaya... odaya gir."

 

 

Ayaklarım sekiz çizerken duvara tutundum. Abim kapıyı kapatıp hızla yanıma geldi. "Kardeşim!" Ellerini uzatıp beni yakaladı. Başımı göğsüne yasladığımda, yaşlarım dökülmeye başlamıştı.

 

 

 

"Ağla canım. Ağla, rahatla."

 

 

"Abi!"

 

 

"Canım!"

 

 

"Ben bunu unutamayacak mıyım?" Sorum boşlukta asılı kaldı. "Canım çok yanıyor! Her hatırladığımda, sanki nefesi tekrar boğazımda!" Hıçkırıklarımın kestiği sözler döküldü dudaklarımdan. Aynı şekilde zihnimden de dökülsün istiyordum.

 

 

 

Saçlarımı okşarken konuştu. "Unutamayacaksın." Acıyla inledim; alnımı yavaşça göğsüne vurdum. Daha da sıkı sarıldı. "Ama alışacaksın Efsun. Bununla yaşamaya alışacaksın. Günü gelecek, artık acıtmayacak."

 

 

 

"Ne zaman?"

 

 

"Bilmiyorum kardeşim. Ama o gün geldiğinde de yanında olacağım. Korkma, tamam mı? O artık sana zarar veremez. Bunu biliyorsun."

 

 

 

Efsun? Beni özledin mi?

 

 

İrkilerek abimden ayrıldım. "Abi, sana bir şey söylemeliyim."

 

 

 

********

 

 

"Uzan." Uzandım; başımı yerleştirdiğimde abimin sesini tekrar duydum.

 

 

"Şimdi seni içeri göndereceğim. Duyacağın sesler biraz rahatsızlık verici olacak; sabret ve hareket etme, tamam mı?"

 

 

"Tamam." Birkaç saniye sonra hızla "Abi!" diye seslendim.

 

 

"Ne oldu?"

 

 

Duraksadım; dudaklarımı ıslatıp kısık bir sesle konuştum. "Bir şey yok, hadi."

 

 

 

Çok üşüyorum!

 

 

Dayanmalısın. Yalnızca 15 dakika sürecek.

 

 

 

Makine çalıştı. MR cihazının kendine has sesi kulaklarıma doldu. Sanki uzun bir koridorun sonunda biriken insan kalabalığının seslerini duyuyordum. Ritmik vuruşlar bir sağ, bir sol kulağımda yankılanıyordu. Gözlerimi ışıktan ayırmamak için direndim. Dudaklarımı birbirine bastırdım; başımın hareketini sınırlamak için bedenimde dolaşan tüm titremeyi bacaklarıma yükledim. Dizlerim, yaşlı bir kadının yürümeye çalışırken titreyen bacakları gibi titriyordu.

 

 

 

"Tamam, kalkabilirsin."

 

 

Hangi ara 15 dakika geçmişti? Şaşkın bir şekilde doğruldum. Biraz sonra odadaydım. Üstümü giyinip içeride beni bekleyen abimin yanına geçtim.

 

 

"Sonuçların temiz. Herhangi bir kitle, enfeksiyon, damar tıkanıklığı ya da yapısal bir bozukluk yok. Bu iyi bir şey; fiziksel bir sorunun yok." dedi ve elindeki sonuçları masaya bıraktı. Doktor kimliğinin üstüne bir de abi kimliği eklenince, aceleyle bir elimi kaldırdım. "Tamam, ne diyeceğini biliyorum. Ama gerek yok. Sana söylemiştim; yalnızca yorgunluk ve stres. Bunun için bana bir seans ayarlamana gerek yok."

 

 

"Buna sen mi karar veriyorsun ufaklık? Büyü de öyle gel; benimle doktorculuk oyna."

 

 

"He he, tamam." diyerek oturduğum yerden kalktım. "Hadi beni okula bırak."

 

 

"Efsun-"

 

 

"Abi, anlattığıma pişman etme. Okula, hadi."

 

 

 

"Bugün tekrarlarsa ve bana söylemezsen külahları değişiriz."

 

 

 

"Tamam abicim. Hadi, zaten yarım gün yok yazıldım."

 

 

 

"Ben sildiririm onları. Bir imzaya bakar." Ah, evet! Sırıttım; bir elimi dudaklarıma yaslayıp ona öpücük attım. Güldü ve hafifçe kafama vurdu.

 

 

 

"Yürü bakalım. Aileye bir deli yeter; iyi bak kendine."

 

 

 

Çıkışa doğru ilerledik. "Sen misin deli?"

 

 

 

"Ya kim? Dün gece İstanbul sokaklarında deli dana gibi dolaşıyordum." Tabirine istemeden güldüğümde bana katıldı. O da gülünce, bastım kahkahayı.

 

 

 

"Deli dana!" Benim kahkaham arttıkça onunki de yükseliyordu. Karnımı tutarak öne eğildim. Kolumdan tutup yürütmeye devam etti. "Kızım, yavaş! Millet bizi deli sanacak!" Kahkahamı durdurmam için söylediğine daha çok güldüğümde pes etti. İnsanları umursamadan, birbirimize yaslanarak gülerken arabaya yürüdük. Akan bir damla yaşımı sildim ve açılan ciğerlerimle derin bir nefes aldım.

 

 

 

*******

 

 

 

Abimle birlikte okula girdik. Teneffüstü. Müdür yardımcısının katına çıktığımızda Zeynep'le karşılaştık. Önce beni gören bakışları abimi fark etmedi. Hızla yanıma gelip sevecen bir tavırla bana sarıldı. "Efsun! İlk derslerde seni göremeyince hiç gelmeyeceksin sandım. Hoş geldin!"

 

 

"Hoş buldum Zeynep. Abimle ufak bir işim vardı. O da müdür yardımcısına imza vermeye geldi; yok yazılmamam için." Abimi ben söyleyince fark etmiş olmalı ki şaşkın bakışları ona döndü. "Ben-" derken duraksadı. Kaşlarımı kaldırarak abime baktım. O da kaşlarını çatmış, Zeynep'e bakıyordu. Zeynep konuşmayınca "Merhaba!" diyerek başıyla selam verdi. Zeynep'e geri döndüm. Kekeleyerek "Merhaba." dedi. Gözlerini kırpmadan abime bakıyordu. Gülmemek için dudağımı ısırdım.

 

 

Sonunda bakışları bana döndüğünde, dolgun yanakları kızarmıştı. "Sınıfta görüşürüz o halde."

 

 

"Görüşürüz." dediğimde hızlı adımlarla bizden uzaklaştı. Kıkırdayarak, yürüyen abimin arkasından baktım. "Sanırım senden hoşlandı."

 

 

 

"Saçmalama. Kız beni fark etmedi, afalladı bir an."

 

 

 

Ona yetişip koluna girdim. "Ne var canım? Hoşlanmış olamaz mı?"

 

 

 

Kıstığı gözlerini bana çevirdi. Uyarıcı bir tonda "Efsun!" dediğinde, "Ay, tamam. Ne dedim sanki?" diyerek kendimi aklamaya çalıştım. Birkaç saniye sonra "Ne zaman evleneceksin sen?" diye sordum. O sırada müdür yardımcısının odasına gelmiştik. Bana 'Yok artık' der gibi baktı ve kapıyı tıklatıp içeri girdi. Kendi kendime gülüp kollarımı bağladım. Sırtımı duvara yasladığımda telefonum çaldı.

 

 

"Alo, Çakır."

 

 

"Efsun, neredesin?"

 

 

"Şimdi okula geldim."

 

 

"Neden geç gittin?"

 

 

Saçlarımı sağ omzumda toplayıp ensemi kaşıdım. "Ufak bir işim vardı. Ne oldu?"

 

 

"Kaybedenleri bulamadık. Üçü de kayıp. Bir fikrimiz var. Okulda olabilirler. Kalabalığın güvenli olacağını düşünmüş veya yönetici denen adamla konuşup ikna etmeye çalışacak olabilirler. Kaçmak, Kazım ve İrem'i düşündüklerinde pek cazip gelmemiş de olabilir." Dudaklarımı birbirine bastırarak düşündüm.

 

 

Onları bulmalıydık. Başlarına kötü bir şey gelmeden bulmalı ve polise teslim etmeliydik. Kaybedenleri ancak onlar koruyabilirdi. Aslan ve Çakır'ı bu pis işin içinde düşünmek istemiyordum; çete hiç şüphe etmeden onlara zarar verirdi. Hele de bunun için fırsat kolluyorlarken.

 

 

 

"Polisin haberi var mı?"

 

 

"Evet. Bir ekip yola çıktı bile. Oraya gelmeleri 15 dakikayı bulur ama sivil olacaklar. Gelseler bile fark etmezsin."

 

 

"Neden sivil gelecekler?"

 

 

"Orası biraz karışık. Sonra anlatırım. Polis oldukları belli olmamalı."

 

 

"Peki, benden ne istiyorsun?"

 

 

"Vakit kaybetmememiz lazım. Ben 10 dakika içinde orada olacağım ama senin onların orada olup olmadığını hemen öğrenmen lazım. Ona göre, okula polis girmeyecek." Polis meselesi merakımı kabartmıştı; aklımdan bir sürü senaryo geçiyordu ama önceliğim kaybedenleri bulmaktı. Bu düşüncemin hemen üstüne Çakır konuştu. "Önceliğin asla onları bulmak değil. Kendini tehlikeye atmanı istemiyorum. Sadece okulda olup olmadıklarını öğrenmen lazım. Sınıflarını bul ve yoklama kağıtlarına bak. Kimseye sormadan yapman lazım; kimler bu işin içinde bilmiyoruz."

 

 

 

"Tamam. Halledeceğim."

 

 

"Senden haber bekliyorum."

 

 

Telefonu kapattıktan sonra ne yapabileceğimi düşündüm. Önce sınıflarını öğrenmeliydim. Kimseye sormadan nasıl öğrenecektim? Olduğum yerde dönüp durdum. O sırada kapı açıldı. Abim ve bir adam çıktı. "Efsun! Müdür yardımcınızın çocukluk arkadaşım olması hakkında ne düşünüyorsun?"

 

 

Gergin bir gülümsemeyle onlara baktım.

 

 

Bu adamı buradan çıkartabilirsem odasına girip öğrenci bilgilerine bakabilirim!

 

 

"Ne hoş!" dedim abime bakarken. Yanındaki de... Samet Soylu. Kapıdaki unvanın altına bakıp öğrenmiştim. İlk defa görüyordum; ya ben çok küçükken arkadaşlardı ya da o günlerden bugüne çok değişmişti. "Merhaba hocam!" diyerek selam verdim.

 

 

"Merhaba Efsun. Abini bana getirdiğin için teşekkür ederim. Bu hayırsıza kalsak anca düğününde görüşeceğiz." Yapaylık akan bir gülümsemeyle karşılık verdim. Abim 'ne oldu' der gibi kaşlarını kaldırdı. Omuzlarımı silktim ve "Siz nereye?" diye sordum. Lütfen birkaç dakika buradan uzaklaşın, hadi!

 

 

 

"Bir kahve içelim dedik. Sen sınıfa geç istersen; devamsızlığı hallettim."

 

 

 

"Ah! Teşekkürler. Siz geçin o halde, ben de bir lavaboya girip sınıfa çıkayım." dedim. "Bu arada, teşekkür ederim hocam."

 

 

İlgilendiği telefondan başını kaldırıp gülümsedi. "Rica ederim, iyi dersler."

 

 

Ufak adımlarla bu katın lavabosuna ilerliyordum; abim başıyla onayladığında merdivenlere yöneldiler. Şimdi tam sırası!

 

 

 

Gözden kaybolduklarında etrafıma baktım. Dikkat çekmeden elimi kapı kulpuna götürdüm ve odaya girdim. Yakalanırsam okuldan atılabilirdim. O yüzden çok hızlı olmam gerekiyordu. Garip bir şekilde kameralardan korkmuyordum. Oldukça işlevsiz olduklarını, Cansu başıma silah dayayıp beni rehin aldığında anlamıştım.

 

 

 

Bilgisayara yöneldim. İsimleri hatırlamaya çalışırken ilk aklıma geleni hızla yazdım. Eslem Oğuz, 12-D.

 

 

Şansa bak ki Buğra Alp ve Emre Bölen'de bu sınıftaydı. Saatime baktım. Ders zili şu an çalıyordu. Öğretmenlerin gelmesine iki dakikaya yakın bir süre vardı. Hızlıca ekranı kapattım ve odadan çıktım. Kapıyı kapatır kapatmaz, sert bir şeyle çarpıştım.

 

 

"Ah!"

 

 

"Kafamı kırdın!" Öfkeyle nefesim hızlandı; elimi ağrıyan yerden çekip, bana çarptığı halde ben çarpmışım gibi davranan kıza baktım. Bu aptalın ismini hala bilmiyordum. Bu yüzden aptal demem sorun olmazdı.

 

 

"Bana çarpan sensin, aptal! Çekil önümden!" Omzuna çarpıp onu ittim; hızlı adımlarla üst kata çıktım. Ben merdivenlerdeyken tiz sesi kulaklarıma ulaştı.

 

 

 

"Sensin aptal!" Al işte!

 

 

12-D, bizim sınıfın karşısındaydı. Sınıflara geçen öğrenci kalabalığını yarıp hızlıca sınıfa girdim. Üstümde toplanan bakışlara aldırmadan sınıf defterine ulaştım. Bu sırada öğretmenler zili çaldı. Paniğin elime dolanmasına izin vermemek için derin bir nefes aldım. Bugünün listesini açtım.

 

 

Üçü de okuldaydı. Sesler kulaklarıma bir uğultu gibi gelmeye başladığında gözlerimi yumdum. Sakin ol! Onları buldun! Buradalar!

 

 

"Merhaba, yardımcı olabilir miyim?" Gözlerimi açtım; sesler düzeldi ve her şey normale döndü. Bana seslenen de öğretmendi.

 

 

Bu riski almalıyım, diye düşünüp role girdim. "Merhaba hocam. Müdür yardımcımız üç ismi yanına çağırmıştı da; sizi beklerken burada olup olmadıklarına baktım." İnce kaşlarını kaldırıp bakışlarını üstümde gezdirdi. "Sen nöbetçi öğrenci misin? Kartın nerede?" Duraksamadan cevapladım. "Masamda unutmuşum hocam. Kusura bakmayın. İsterseniz gidip alayım; öyle geleyim." Birkaç adım atıp kapıya yönelmiştim ki beklediğim gibi beni durdurdu. "Tamam, gerek yok canım. İsimleri söyle, gelsinler. Ama Samet Bey'den imzalı izin kağıdı almayı unutmasınlar." derken bakışlarını öğrencilere çevirdi. Başımı sallayıp "Eylem Oğuz, Buğra Alp ve Emre Bölen." dedim. Gözümü kırpmadan onlara bakıyordum.

 

 

 

Kimse ayaklanmamıştı.

 

 

 

"Çocuklar, arkadaşlarınız nerede?"

 

 

Orta sıralardan biri konuştu. "Hocam, onlar sabah buradaydı ama bir önceki derse gelmediler."

 

 

Başlarım böyle işe!

 

 

Konuşan kişiye hitaben "Nerede olduklarını biliyor musun?" diye sordum. Başını iki yana salladı. O sırada da biri "Ben Eslem'i en son lavaboda gördüm." dedi. Başımı sallayıp hızlıca sınıftan çıktım. Hoca arkamdan seslenmişti ama umursamadım. Lavaboya girdim ve tüm kabinlere baktım. Burada değildi!

 

 

Stresle titreyen ellerim telefonuma yöneldi. Çakır'ı aradım.

 

 

"Okuldalar ama sınıfta değiller."

 

 

Benimle aynı tepkiyi verdi. "Başlarım böyle işe!"

 

 

"Ne yapacağız?"

 

 

"İki dakikaya oradayım. Sakın kendi başına bir işe kalkışma!"

 

  

"Ya onları bizden önce bulurlarsa?"

 

 

"Efsun! Sakın tek başına onları aramaya kalkma! Gelmek üzereyim!"

 

 

"Tamam! Acele et!" diyerek telefonu kapattım ve lavabodan çıkıp aşağı indim. Onlara bir zarar gelmeden önce bulmalıydık.

 

 

Okul sessizleşmişti; ben birini öldürecek olsam, bu anı beklerdim.

 

 

Gözlerimi kapattım ve düşündüm. Peki beni öldürmek isteyen birinden kaçsam, nereye saklanırdım?

 

 

Kantin? Orada çalışanlar vardı; yalnız kalamayacağınız bir yerdi.

 

 

Spor salonu? Ancak ders varsa dolu olurdu. Şimdi bunu öğrenemezdim. Öncelik kantine bakmaktı. Merdivenlerden inerken düşündüm. Madem sabah okula gelmeyi seçmişlerdi, şimdi neden sınıfta değillerdi? Orası en güvenli yerdi.

 

 

Öğretmen olduğu sürece... Öğrencilerden bazılarının da bu işe dahil olduğunu düşünürsek, belki de tehlikeli bir durumda kalmışlardı. Kaçmaları gerekmişti. Her ne olduysa, umarım şu an güvenli bir yerdedirler...

 

 

 

Kantine girdim. Bir çalışan masaları temizliyordu. Tezgaha bakmadığımı fark ettim, görmek için kantinin girişine birkaç adımla geri döndüm, boştu. Ortalıkta hiç öğrenci yoktu. Abimler de yoktu. Terleyen saç diplerimi karıştırdım ve birine yöneldim. "Merhaba, kolay gelsin." Elindeki bezi masaya bırakıp bana döndü.

 

 

"Merhaba."

 

 

"Bir arkadaşımı arıyordum da; bana kantinde olacağını söyledi. Burada birilerini gördünüz mü acaba?"

 

 

Adam etrafına baktı ve omuz silkip "Üzgünüm, zilden sonra kimse kalmadı burada." diye cevapladı. İçimden ettiğim küfür bitince adama teşekkür ettim ve bir adım geri gittim. Sonra, bir şey beni durdurdu. His mi yoksa dürtü mü bilmiyorum; durdum ve adama tekrar baktım. Gözlerim masayı sildiği beze kaydı. Bezi kaydırdıkça gördüm.

 

 

 

Belli belirsiz lekeler vardı. Kırmızı... aynı kan lekeleri gibi.

 

 

O anı ağır çekimde yaşadım sanki. Aldığım nefesin bile sesini duyuyordum. Bakışlarımı etrafta gezdirdim. Kantin tezgahının arkasına açılan bir kapı vardı. Başka hiçbir yer saklanılacak gibi değildi. Ya da saklayacak.

 

 

 

Kantinden çıkıyor gibi ilerledim. Anladığım için fark edebildiğim bakışların hizasından çıkmalıydım. Gözleri üstümdeydi. Muhtemelen ben çıkar çıkmaz, yakaladığı üç öğrencinin yanına geri dönecek ve kalan işini bitirecekti.

 

 

 

Ya işi çoktan bittiyse?

 

 

 

Kantinin girişine geldiğim an kapıdan sıyrılıp içeri girdim. Beni kısa ve dar bir koridor karşıladı. Duvar siyaha boyalı, aynı bir mezarı andırıyordu. Burnuma gelen kokuyla istemeden adımlarım yavaşladı. Dehşet verici bir kan kokusu vardı! Sanki kanı içiyordum; kokusu o denli baskındı. Hayır, lütfen! Çalan telefonumu açarken koridorun sonundaki kapıya varmak üzereydim. "Çakır, kantin-"

 

 

 

Elimdeki telefon aniden çekildi ve adam ensemden tuttuğu gibi başımı duvara çarptı. Kolumu başıma dayadığım için çok etkilenmemiştim. "Nereye gittiğini sanıyorsun, küçük ajan?" Saçlarımdan yakalayıp yüzümü kendine çevirdi. Havalanan elini gördüm; ona fırsat vermeden yumruğumu kulağının arkasına savurdum. Sert vuramadığım için yalnızca sarsıldı. Bilinci gidip geliyormuş gibi gözlerini kırpıyordu; gerinip sert bir yumruk daha attığımda bayıldı.

 

 

Öfkeyle bağırdım. "Şerefsiz!" Bedeninin üstünden uzanıp kapıyı araladım; bilerek karnına bastım ve içeri girdim.

 

 

 

Beni, yorgun bir çift göz karşıladı. Onunla birlikte yerde yatan diğer iki cesetten tek farkı, hala yaşıyor olmasıydı. Ellerim dehşetle ağzıma kapandı; çığlığımı böyle bastırdım.

 

 

Üçünün de göğsünde bir delik vardı. Üst bedenleri kırmızıya boyanmış; düştükleri yerde bir kan gölü oluşmuştu. İrileşmiş gözlerimle dehşet içinde kalakaldım. Eslem'in iniltili sesi beni kendime getirdi; boğulur gibi fısıldadı. "Abla!"

 

 

"Ben- ben buradayım!" Panikle yere, yanına çöktüm. Dizlerim kan gölünün içine girdi. Kanın sıcaklığını düşünmemeye çalışarak konuştum. "İyi olacaksın!" dedim, buna inanmak isterken. Formamım üstüne giyindiğim gömleğimi çıkarttım ve göğsüne tampon yaptım. "Beni duyuyor musun? Hey! Benimle kal!" Sesim, sanki biri boğazımı sıkıyormuş gibi boğuk çıkmıştı.

 

 

Omzundan tutup sarstım. "Benimle kal! Ne olur! Aç gözlerini!"

 

 

 

Açtı. Boş bakışları beni buldu. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gördüm. Benim akıttığım bir damla yaş yüzüne düştüğünde, gözleri kapandı.

 

 

 

Başı son kez titreyerek boşlukta sallandı.

 

 

 

"Hayır! Lütfen!" Acıyla inleyip yüzümü buruşturdum. "Hayır!"

 

 

 

"EFSUN!" Çakır'ın sesini duyduğumda, ciğerlerimdeki tüm nefesle haykırdım.

 

 

 

Hava, ölüm kokuyordu. Ölüm; kan doluydu.

 

 

 

Acıya öfke karıştı.

 

 

"Allah belanızı versin!" Beni duyabilecekmiş gibi, kapının önünde baygın yatan adama doğru bağırdım. "Allah hepinizin belasını versin!"

 

 

 

Hıçkırarak ağlarken alnım Eslem'in omzuna düştü. Şimdi öfke, yorgun bir fısıltıya dönüşmüştü. "Ne istediniz onlardan!"

 

 

 

"Efsun!" Çakır'ın kolu belime sarıldı; tek bir hamleyle beni Eslem'den ayırdığında ellerim boşlukta sallandı. "Çakır..."

 

 

Dizlerimden akan kanın sıcaklığını duydum. Bedenim yüklenen dehşeti kaldıramadığında, bilincim gidip geldi. Çakır'ın hafifçe yanaklarıma vurduğunu hissettim. Eslem'e söylediklerimin aynısını söyledi. "Benimle kal! Duyuyor musun? Efsun!" Odadan çıktığımızı gördüm. Çakır beni kucaklamışken kantine giren Aslan'a başıyla işaret verdi. "Adamı götürdüler, peşinden git!" Kim götürmüştü? Aslan başını sallayıp bana kısa bir bakış attı; aynı hızda geri çıktı. Akan yaşlarıma rağmen etrafı görmeye çalıştım. Bakışlarım birini arıyordu. Bu gürültüyü, çığlıklarımı duyup gelmiş olmalıydı. Sonuçta kardeşinin öldürüleceğini biliyor; bekliyordu.

 

 

Son sözü 'abla' olan kardeşinin...

 

 

 

Bu tanıdık düşünceyle kavrulan kalbim çarptı; derin bir hıçkırıkla Çakır'a sarıldım. Yüzümü boynuna gizlediğim anlarda, beklediğim sesi duydum.

 

 

 

"Kardeşim!" Çığlığında acı vardı.

 

 

 

"Şşş..." Çakır, başımı kaldırmak istediğimde bana engel oldu. Eliyle yanağıma bastırdı ve görmeme izin vermedi. Kardeşini kaybeden bir kızın acısını, öldürülen üç insandan daha mı ağır görüyordu?

 

 

 

"Eslem! Kardeşim! Hayır!"

 

 

 

******

 

 

Okul bahçesindeki bir banka çökmüştüm. Dizlerimdeki kan hala ıslaktı; esen rüzgar bacaklarımı kesiyordu. Burnumu çektim ve bakışlarımı kaldırdım. Sınıf camlarında beni izleyen gözler vardı. Kantin, saniyeler içinde insanla dolmuştu. Bakışlarımı yere indirdim ve gözlerimi kapattım.

 

 

Çakır'ın geldiğini hissettim. Gözlerimi açtığımda, önümde diz çökmüştü. Elinde su ve mendil vardı. Mendili ıslattı. Hiçbir şey söylemeden ellerimi tuttu ve kanı temizlemeye başladı. Mendili her sürttüğünde kan sulanıyor; yere damlıyordu. Onu izlerken tepkisizdim. Ama ellerim temizlenip de yerde küçük bir su birikintisi oluşunca, kendimi daha fazla tutamadım. Sağ tarafımdaki toprağa eğilip içimde biriken tüm zehri kustum. Çakır hızla uzanıp saçlarımı geri çekti; bir eli saçlarımı tutarken diğer eliyle sırtımı sıvazlıyordu.

 

 

Sakinleştirici sesiyle fısıldadı. "İyisin Efsun. Rahatla, iyisin." Dediği gibi oldu; midemdeki yangın kusunca biraz olsun hafifledi. Öksürerek doğruldum. Şişeyi dudaklarıma uzatıp birkaç yudum almamı sağladı. Çenemden boynuma akan suyla titredim; kollarımı kendime sardığım an ceketi omuzlarıma serildi. Kısık bir sesle konuştum. "Teşekkür ederim."

 

 

 

Saçlarımı okşayarak geriye itti. "İyi misin?"

 

 

 

"Sanırım hayatım boyunca unutamayacağım bir anım oldu."

 

 

 

Rahatsız bir şekilde yüzünü buruşturdu. "Sana ben gelmeden bir şey yapma demiştim! Bunu... görmemeliydin Efsun." Omuz silkip dudaklarımı birbirine bastırdım. "Onlara zarar gelmeden bulabilirim sanmıştım. Ama... yetişemedim."

 

 

 

Kalın kaşlarını çattı; çenemden tutarak bakışlarımı kendisine çevirdi. "Bunun için kendini suçlamıyorsun, değil mi?"

 

 

 

Buruk bir ifadeyle başımı iki yana salladım. Bu canilik içinde kendime bir pay çıkartmayacaktım.

 

 

 

Çenemdeki parmakları uzanıp yanağımı okşadı. Bakışları dizlerime kaydığında, ben gökyüzüne baktım.

 

 

Yağmur yağacaktı.

 

 

"Gel, seni eve bırakayım. Silerek çıkacak gibi değil bunlar..."

 

 

 

Dalgın bir şekilde başımı salladım. Bir kolunu belime dolayıp beni ayakta tuttu. Böyle nasıl eve gidecektim? Gerçi, gitmeyip ne yapacaktım? Eninde sonunda haberlerden öğrenirlerdi.

 

 

 

Okulun çıkışına doğru yürüdük. Aynı anda polis arabaları okulun önüne park etti.

 

 

"Hay ben böyle işin!"

 

 

Ben daha ne olduğunu anlayamadan Çakır tarafından polislere sırtım çevrildi. Kendisi de önümde eğilip bağcıklarımı bağlıyormuş gibi yaptı. Kaşlarım çatık bir şekilde onu izliyordum. Polislerle aramızda hatırı sayılır bir mesafe vardı. Tam onlara dönecekken "Dönme, bana bak." dedi. Bakışlarımı ondan ayırmadan "Ne oluyor?" diye sordum. Göz ucuyla önce okula giren polislere, sonra da kapıda bekleyen iki polise baktı. "Şimdi seninle arka çıkışa yürüyeceğiz."

 

 

"Çakır, neden saklanıyoruz? İfademi almak isteyeceklerdir." Doğrulup elini belime koydu ve yavaş adımlarla okulun arka çıkışına yürümeye başladık.

 

 

"Saklanmıyoruz. Dediğin gibi, ifadeni isteyecekler."

 

 

"Eee?"

 

 

"Bugün değil; yarın gidip veririz ifadeni."

 

 

 

"O ne demek ya?!"

 

 

"Arabada anlatacağım. Sabırlı olur musun?"

 

 

"Sana kafayı bir koyacağım şimdi, göreceksin sabrı!" Ağzımın içinden mırıldandıklarımı duymazlıktan geldi. Yüzünde beliren yarım sırıtışı görmüştüm.

 

 

 

Okulun arka çıkışındaydık. Bana dönerek omuzlarımdan tuttu ve başını eğerek gözlerimizi hizaladı. "Burada beni bekle. Arabayı alıp geliyorum, tamam mı?" Gözlerimi kırparak ona baktım. Gözleri, her ne olursa olsun parlıyordu; güzelliğiyle kendini seyrettiriyordu... "Hey!" Sesiyle kendime gelip başımı salladım. "Tamam." Geri çekildi. Omuzlarımdaki ceketi aldı ve sırt kısmı ön bacaklarımı örtecek şekilde tuttu.

 

 

"Dikkat et." diye fısıldadım. Elleri belimin arkasında, başı omzumun hizasındayken bakışlarını kaldırıp bana baktı. Ceketi bağladı; gözlerini benden ayırmadan geri çekildi ve "Hemen geliyorum." diyerek uzaklaştı. Esen rüzgara karşı kollarımı bağladım. Ayağımın dibindeki taşlarla oynadım; gökyüzüne bakıp rüzgarla hareket eden yağmur bulutlarını seyrettim.

 

 

 

Üç ölü daha eklenmişti listeme. Bu listenin başlığı farklıydı; İstanbul'daki ölüler listem. Eğer biraz daha istersem, kolaylıkla uzatabilirim gibi hissediyordum. Yalnızca doğru zamanda, doğru yerde olmam gerekiyordu. Son zamanlarda da bunu oldukça iyi başarıyordum. Anlarsınız ya... Bir ceset bulmak isterseniz, derin bir nefes almanız yeterliydi. Kanın kokusunu kolaylıkla alabilen biri için bu çok da zor olmazdı.

 

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İstanbul'un egzoz dumanıyla kaplı havası bile bastıramazdı o kokuyu. Bazı sokakları çekerdi mesela; gel, derdi ve izin verirdi buna. Üstünü örtüp gizlerdi yapılanları, o uzun duvarlar. Kimi zaman bir kapı aralığından sızan ışıkta, kimi zaman bir sokak lambasının aydınlatamadığı karanlıkta... Biraz sonra başınıza ne geleceğine dair ipuçları verirdi. Ve işte... Bu kısacık sürede, bu şehirden anladığım buydu. Bazen bir adım ötede, bazen bir saniye öncesinde... Ama yolun sonu hep aynıydı. Acı haykırış. Uzun sessizlik. Ve tanıdık olan o metalik koku.

 

 

 

Beni bu düşüncelerden ayıran arabanın kornası oldu. Çakır gelmişti. Belimdeki ceketi çözdüm ve arabaya yaklaştım. Çakır uzanıp kapımı açtı. Ceketi ön koltuğa serip üstüne oturdum. "Kan olmasın." diye mırıldandım. Kemerimi bağladım ve ellerimi önümde birleştirip camdan dışarı baktım. Çakır motoru çalıştırırken bana baktı; yüzünde bir şey söylemek isteyip de vazgeçmiş birinin o kısa tereddüdüyle önüne döndü. Klimayı çalıştırdı. Havalandırmadan gelen sıcaklık direkt olarak ellerime vurdu; birbirinden ayırıp rahatlamalarına izin verdim. Parmak uçlarıma kadar gerilmiştim.

 

 

"Anlat hadi, dinliyorum."

 

 

 

"Okulda çeteden olanlar var. Kantindeki adam gibi."

 

 

 

"Öğrencileri zaten biliyorduk. Çalışanlardan mı bahsediyorsun?"

 

 

 

Kısa bir an için göz ucuyla bana baktı. "Öğretmenlerden bahsediyorum." İrileşen gözlerimle ona baktım. Elimi açılan ağzıma kapadığımda beklediği tepki buymuş gibi yavaşça başını salladı. "Bu yüzden işbirliği yaptığımız polislerle kapsamlı bir plan yaptık." dedi, sesi kararlı bir soğukluk taşıyordu. "Eğer onlardan haberdar olduğumuzu anlarlarsa işler zorlaşabilir. Bu yüzden operasyon gizli yürütülecek. Şu anki önceliğimiz yönetici denen adamı bulmak. Senin bayılttığın adam-" dedi ve dudağının kenarı hafifçe kıvrılırken bana baktı. "-kolay çözülecek gibi. Aslan onunla ilgileniyor."

  

 

Aklımdaki düşünceleri sıraya koymak için yavaşça konuştum. "Aslan ilgileniyorsa hiç şansı yoktur zaten."

 

 

 

"Ne düşünüyorsun?"

 

 

 

"Seni." Kaşlarını kaldırarak devam etmemi bekledi. Gözü hızla akıp giden yoldaydı. "Sen bu operasyonun neresindesin?" Sesimde hem merak hem de tedirginlik vardı. Onun zarar görmesinden korkuyordum. Aslan... Nedense Aslan bana hiçbir zaman zarar görmezmiş gibi geliyordu. Karakterinin üstümde kurduğu bir güven vardı. Ama Çakır... O her ne kadar ayak uydurmaya çalışıyor olsa da bu hayata uygun değildi. Kendisi de bunu her fırsatta söylüyor; bu hayata zorunda bırakıldığından bahsediyordu.

 

 

 

Çakır'dan bir süre ses gelmedi. Cevap vermeyecek sanıp önüme dönmüştüm ki, "Hem içindeyim... hem dışında." dedi.

 

 

Devam etmesini bekledim. "Masada polisler oturuyor. Polislerle iletişim kuransa Aslan. Yani işbirlikçi olanlar aslında onlar. Ben..." dedi ve doğru kelimeyi bulmaya çalışır gibi bir süre bekledi. "Ben gölgede dolaşan kişiyim. Kimsenin görmediği yerden çıkıp, Aslan'ı ipuçlarına götürecek kapıların kilidini açan kişiyim."

 

 

 

Kendinden emin tavrına, mutluluktan çok uzak bir gülümsemeyle karşılık verdim. "Yani Aslan için burada; operasyonun tam ortasındasın. Eğer kilide takılı bir bomba varsa ilk ölecek kişi sensin!"

 

 

 

Dudaklarını öne doğru büzerek omuz silkti. "Ya da bombayı imha ederim."

 

 

 

Umursamaz tavrına karşı sinir olarak omzuna vurdum. "Şansın her zaman yaver gitmeyebilir. Ne kadar da kendine güveniyorsun ya!" Kaşlarını çattı ama gülüyordu; sanki benimle dalga geçmeye hazırlanır gibiydi. "Güvenmeyeyim mi? Bak işte, o zaman gerçekten ölebilirim." Bu sefer daha sert vurdum. "Sus! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin?" Titreyen sesimle şaşkın bakışları bana döndü. "Efsun-"

 

 

 

Bir anda ağlamaya başladım. Ona yönelen bedenimi geri çektim ve öne eğilerek yüzümü kapadım. Hıçkırıklarımın arasında konuştum. "Sus! Konuşma! Sana bir şey olursa ben ne yaparım, hiç düşünüyor musun? Ölebilirmiş(!). Ne kadar da kolay söyleniyor öyle!"

 

 

 

Araba sarsılarak durdu. El fenerini çekerek kemerini çözdüğünü duydum. Yüzüme uzandı ve ellerimi çekerek gözlerimi yakalamaya çalıştı. Alınmış bir sesle "Bırak!" diyerek onu ittirdim. Tekrar uzandı. Bu sefer iki elimi de tutup ona bakmaya zorladı. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırarak ona baktım.

 

 

 

"Efsun... Özür dilerim... Lütfen, ağlama!" Sanki 'ağla' demiş gibi daha içten ağlamaya başladım. Bir an ne yapacağını bilemedi; pişmanlığı gözle görülür şekildeydi. "Efsun..." Yaşlarımı silerken başını hızla iki yana salladı. "Ağlama... Özür dilerim!"

 

 

 

Yanağımdaki elinin üstüne elimi koyarak "Dileme!" dedim. "Seni bırakmak istediğimde verdiğin sözü tut! Ne demiştin o gün bana? Hatırla."

 

 

'Efsun, sana söz veriyorum. Bana hiçbir şey olmayacak. Sen varken, kendimi hiç korumadığım kadar çok korurum. Seninle kalmak için ne yapmam gerekiyorsa onu yaparım Efsun! Söz veriyorum.'

 

 

 

"Senden tek istediğim sözünü tutman, Çakır. Benimle kal!" Acıyla fısıldadım. "Seni kaybedemem!"

 

 

 

Çakır rengi gözlerinin kızardığını gördüm. Bana sıkıca sarılmadan önceki o birkaç saniyede, verilen sözler tekrarlandı. Çakır, beni asla bırakmayacağının sözünü tekrar verdi.

 

 

İmzası da akan bir damla yaşıyla atıldı.

 

 

 

*********

 

 

Eve girdiğimde mutfaktan sesler geliyordu. Kilit sesini duyan annem koridora çıktı. Beni beklemiyordu; saat henüz çok erkendi. Önce bir şaşkınlık sergiledi. Sonra dizlerimi gördü. Yüzündeki ifade aynı anda dehşete dönüştü. "Ne? Ne oldu? Kim yaptı bunu?" Yüksek sesine karşılık elimi kaldırarak "Korkma, benim kanım değil." dedim. Sakinliğime ayrı, cümleme ayrı şaşırdı. "Kimin kanı? Kızım! Bu ne hal? Bu ne sakinlik? Dalga mı geçiyorsun sen benimle?"

 

 

Yüzümü buruşturarak ayakkabılarımı çıkardım. "Anne, şu an hiç sırası değil. Temizlenmem gerekiyor."

 

 

 

Annemin ağzı açık kaldı. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Yanından geçerken bir an için durdum; aramızdaki kısa mesafeyle fısıldadım. "Bugün okulda üç kişiyi öldürdüler. Biri kollarımda can verdi. Bu onların kanı."

 

 

 

Sağ elini kalbine götürüşünü izledim. Başımı biraz daha yaklaştırıp, yakınımda olmasa duyamayacağı bir sesle devam ettim. "Bu da benim acım, anne." Sol eliyle duvara tutundu. Gözlerini sıkıca kapatıp açtığında, dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleşti. "Akşam babamla oturur, konuşuruz psikolojimi(!). Olur mu?"

 

 

 

Yaptığın çok acımasızca!

 

 

 

Küçük kızın sesini, annemden uzaklaşıp banyoya girdiğimde duydum. O senin annen! O seni üzse de sen onu üzemezsin!

 

 

 

Yanaklarım alıştığı sıcaklıkla buluştu. Hızla üstümü çıkarttım; yaşlarımı bastırsın diye buz gibi suyun altına girdim. Ne çok ağladın bugün... Aslan'ın, Kazım'ın öldüğü gün söyledikleri aklıma geldi. 'Bedenleri olan ruhların serbest kalışı, izlemesi kolay olan bir şey değil.' Haklıydı.

 

 

 

Birinin ölümüne şahit olmak, hiç kolay değildi. Belki ölen senden değilse dilin dolanmazdı birbirine ama... Eğer ölen sendense, senin canındansa... Ölüm yalnızca tek bir kişiye gelmezdi. Seni de koparıp götürürdü uzaklara. Benim korktuğum da buydu. Uzaklara savrulmak. Yaşarken ölmek.

 

 

 

Yaşarken listeye kendi adımı kazımak.

 

 

 

**********

 

 

Odama geçmiştim. Annemin sesi çıkmıyordu ama mutfaktan sesler geliyordu. İyiydi yani. Onun için endişelenmiyordum; babam gelince düzelirdi.

 

 

İnce bir pijama takımının üstüne kalın bir hırka giyinip yatağa uzandım. Saçlarımı tarayıp havluyla ıslaklığını almıştım. Ferah koku biraz olsun iyi gelmişti. Kanın ekşi, metalik kokusundan kurtulduğuma sevinmiştim. Derin bir iç çektim. Bugün de yaşıyordum. Ailem de yaşıyordu, Çakır'da, Ela'da, Aslan'da... Leyla'da yaşıyordu. Mutlulardı. Ela git gide iyileşiyordu. Onun için kalbimin bir köşesinde çok huzurlu bir yer vardı.

 

 

 

Yüzümdeki küçük tebessümle telefonuma gelen mesajı açtım. Çakır'dandı.

 

 

"Adam konuştu; okuldaki yöneticinin ismini verdi."

 

 

"Kimmiş?"

 

 

"Samet Soylu. Tanıyor musun?"

 

 

 SON

 

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 30.11.2025 01:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...