32. Bölüm

28. Bölüm (On Üç Ceset)

Betül Başönderoğlu
betulbasndrglu

 

"Yalan söyledim..."

 


Dehşetle dudakları aralandı; nefesi hızlandı. "Ne?"

 

"O bana... bana bir şey yapmadılar dedim ama..." Tekrar hıçkırdığımda yüzüne oturan öfke ve dehşeti gördüm. İki duyguyu da bir anda yaşadı; önce ne yapacağını bilemedi. Öfkeyle benden birkaç adım uzaklaşıp kapıya yöneldi. Peşlerinden gidip hesap sormak istedi ama öne doğru eğilen bedenim, endişesini katladı. Hızla geri döndü; kolumdan tutarak beni sıralardan birine yönlendirdi. Oturduğumda karşımda diz çöktü. Saçlarımı geriye itip sordu. Yüzünde acı çeken bir ifade vardı. "Söyle, ne yaptılar? Söyle güzelim!"

 

Yalnızca "Karnım..." diyebildim. İrileşen gözleri karnıma kaydı. Dudakları aralanmıştı; tuttuğu nefesiyle "Bakabilir miyim?" diye sordu. Utanç içinde inledim. Vurdukları yerin ağrıdığı doğruydu ama... ona karşı acımı kullanıyordum. Samet'i öğrenirse onu kimse durduramazdı. Aslan... O önüne geleni öldürmek için dünden meraklıyken Çakır'ı kendiyle baş başa bırakamazdım.

 


Hafifçe tişörtümü yukarı çekiştirdim. Kızarmış karnım göründü. Çakır'ın gözlerini kapatıp derin bir nefes almasıyla karnımı kapattım. Ayağı kalktı. "Sakin ol." Sınıfın bir ucundan bir ucuna hızlı adımlarla yürüdü. Yumruğunu kendi avucuna vurup "Bırakacaktın, bayıltana kadar dövecektim o çocuğu!" diye söylendi. "Kız vurdu, çocuk değil."

 


Bana 'ciddi misin?' der gibi baktı. "Yani? O da vursun diye tuttu! Aynı şey!"

 


"Tamam, ben yarın kızla ödeşirim. Sen sakin ol." Alay eden sesimle olduğu yerde durdu. Gözleri gözlerime daldı; ardından küçük bir çocuk gibi ayağını yere vurdu. "Ben de çocuğa bir tane vuracağım!" Siniriyle beni daha fazla germek istemiyordu. Ama aldığı sık ve kısa nefeslerle öfkesi hala tazeydi. Buruk bir hisle yavaşça ayağa kalktım. Sırt çantamı alacakken Çakır bende önce davrandı.

 


"Teşekkür ederim."

 


Çantayı sol eline aldı. "Teşekkür etmeyi bırak." derken sağ elini belime sardı ve ağırlığımı hafifletti. "Bana bir daha teşekkür etme."

 

 


Sınıftan çıkarken sordum. "Nedenmiş o?"

 

 



"Söylediklerimi hatırla."

 

 


O an aklıma geldi. 'Yanımda olman en büyük teşekkür zaten.'

 

 


Gülümsedim. "Peki..." diye başladım gözleri gülümseyişime kayınca. "Benim için bir şeyler yaptığında sana ne demeliyim?"

 

 

Birkaç saniye gözünü kırpmadan bana baktı. "Gülümse." dedi. O an anlayamadım; bedenime esen soğuk havayla kaşlarımı çatarak duraksadım. Okulun koridorlarında buz gibi rüzgar esiyordu. "Ne?"

 

 


"Hiçbir şey söylemene gerek yok. Senin için bir şeyler yaptığımda, yalnızca gülümse."

 

 


Söylediklerine karşı kocaman gülümsedim. "Böyle mi?" Gözleri uyku sersemiymiş gibi kısıldı. Dudakları aralandığında gülümsemem sırıtışa döndü. Sonra da... bana baktığı için adımları karıştı; tökezledi. "Hay Allah!" Koca bir kahkaha patlattım. Durup bana baktı. "Gülmesene!"

 

 


Gülüşlerimin arasında konuştum. "Az önce gül diyordun!"

 

 


"Tamam, şimdi de gülme diyorum."

 

 


Derin bir nefes alıp tekrar güldüm. Allah'ım! Çok şapşaldı!

 

 


"Maalesef, bu isteğini göz ardı etmek zorundayım." Gülüşümü komik bir şekilde taklit etti; sonra da somurttu. Yüz ifadesi çok komikti!

 

 

 

Ben güldükçe o da somurtmayı bıraktı. Yüzündeki gülümsemeyle beni izledi.

 

 

Okuldan çıkıp da rüzgarı en net haliyle hissedince sakinleştim; kollarımı, Çakır'ın kollarının altından kendime sardım. Ön koltuğa oturduğumda kemerimi taktı; saçlarımı düzeltti ve arka koltuktaki hırkayı bacaklarıma örttü. Gülümsedim... Sanırım... gülümsemem için onun varlığı yeterdi. Arabanın önünden dolanırken düşündüm. Onu kendimden uzaklaştırmak isterken neyin kafasını yaşıyordum ben? Doğduğum andan itibaren, onunla tanışmak için yaşamıştım adeta. Onu görmek için uyumuştum her gece. Ona uyanmak için. Arabaya bindiğinde bana göz kırptı. Bir daha gülümsedim.

 

 


*********

 


Eve girdim. Annem mutfaktaydı. "Kızım, sen mi geldin?"

 

 


"Evet annecim."

 

 


"Yanıma gel." Çantamı ve kabanımı çıkartıp banyoya ilerledim. Ellerimi yıkadım ve yanına geçtim. "Efendim?"

 

 


Mutfak perdesini kapatıp gizlemeye çalıştığı gülümsemesiyle bana döndü. "Çakır mı bıraktı seni yine?" Ah... Utanarak başımı salladım. Sonra, sanki utanan ben değilmişim gibi cesaretimi sorgulatacak bir soru sordum. "Anne, evlenme teklifi alsam ne tepki verirdin?"

 

 


"NE?" Bağırmasını beklemiyordum(!).

 

 


"Evlenme teklifi mi etti yoksa?"

 

 


"Ya, hayır! Etse, ne dersin diye soruyorum."

 

 


"Kızım, ne diyeceğim? Gelsin, babandan istesin derim." Afallayarak anneme yaklaştım. "E hani lise bitmeden olmazdı."

 

 


"O, o zamandı. Üstüne neler yaşadık... Hayırlı işler ertelemeye gelmez. Ölüm var, kalım var."

 

 


Kaşlarımı çatarak elimi koluna koydum. "Allah korusun! Niye öyle söylüyorsun?" Annem omuz silkip yemeği karıştırdı. Birkaç saniye öylece durduk. Annem sırıtan bir ifadeyle baktı. "Anlat bakayım. Neler oluyor?" İstemsizce yüzüme oturan gülümsemeyle düşüncelere daldım. Annem belimdeki tikimle oynadı; sıçrayarak ondan uzaklaştım. "Anne!"

 

 


"Kızım soru sordum; daldın gittin. Konuşsana!"

 

 


"Anlatmayacağım sana hiçbir şey. Şunu yapmayın dedim kaç defa!" Dokunduğu yeri kaşıyıp mutfaktan çıktım. Arkamdan bağırdı. "Bana bak! Terlik gelecek şimdi!"

 

 


"He he." diye karşılık verdim ve koşarak banyoya girdim. Kapı kapandığında terlik çarparak yere düştü. Güldüm. "Gül gül! Babana 'kızımıza görücü çıktı' diyeyim de yine gülersin öyle!" Bu sefer sessizce güldüm. Öyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Babam beni hala üç yaşımda görüyordu. Evlilik konusu açılınca bile sinir geliyordu üstüne. Annemin tekrar terlik atmayacağına emin olunca banyodan çıkıp odama fırladım. Kapımı kapatıp kilitledim ve giysi dolabıma ilerledim. Her adımımda yüzümdeki gülümseme eksildi.

 

 


İğrenerek üstümdeki kıyafetleri çıkarttım. Yıkamak için kirli sepetine attım. Boynumda nefesini hissettim. Temiz kıyafetler alarak çıktığım banyoya geri girdim. Adeta kaynar olan suyla yıkanıp boynumu defalarca sabunladım. Onun nefesini kesmek istiyordum. Bana, yapacaklarıma devam etmemem için yalvarmasını istiyordum.

 

 

 

Yapma, yalvarırım! Dur! Sen bunu hak ettin! Dur, ne olur!

 

 


"Kızım! Bir saattir içeridesin! Hadi, çık!"

 

 


Annemin sesiyle sudan çıktım. Buruşmuş parmaklarıma baktım. Sonra da buharla kaplanmış aynaya. Görünmüyordum. Silik bir silüetten ibarettim. Elim buğuyu silmek, kendimi görmek için cama doğru uzandı. Tam o an da annem kapıyı tıklattı. "Kızım, iyi misin?"

 

 


Kapıyı açıp banyodan çıktım. "İyiyim annecim." diyerek kucağımdaki kıyafetlerle odama geçtim. "Babamlar ne zaman gelecek?"

 

 


"Baban yoldaymış. Abin de bu akşam nöbete kalıyormuş."

 

 


"Tamam." Koyu yeşil bir kazakla siyah, bol bir eşofman altı giyindim. Hafif nemli saçlarımı kuruması için açık bıraktım. Dalgalarım yüzümü kaşındırıyordu; öndeki tutamları tokayla arkaya ittim.

 

 


Mutfağa geçip "Bir şeye ihtiyacın var mı annecim?" diye sordum. Annem son tabağı da masaya koyup, "Yok kızım. Sen salona geç. Geliyorum." dedi. Başımı sallayıp salona geçtim. Annem de hemen ardımdan gelmişti. "Biraz konuşalım mı?" diye sordu yanıma oturup. Bir bacağımı kendime doğru çekip ona döndüm.

 

 


Kaşlarımı kaldırarak konuşmasını bekledim.

 

 

"Hani demiştik ya sabah... konuşacağız diye. Anlat. Seni dinliyorum." Aklıma gelenlerle ifadesizleşen yüzüme karşı, "Bak, bana anlatmaktan çekindiğin şeyler var. Şu güzel gözlerinde görüyorum! Çektiğin acılar var! Anlat kızım, hadi!" diye isyan etti. Derin bir nefes aldım.

 

 

"Anne, nereden başlayacağımı bilmiyorum."

 

 


"En başından başla. Dinliyorum."

 

 


"Anne..." Anlatsam yaşadıklarımı, o sakinliğe alışmış kalbin kaldırmaz ki anne... Nasıl çekeyim seni düştüğüm bu çukura?

 

 


Kurtarıcım olan kapı sesiyle yerimden kalktım. "Sonra konuşalım annecim. Korkma, merakta etme. İyiyim ben." dedim ve yanağına sulu bir öpücük bırakıp hole çıktım. Kapı tekrar çaldığında, "Geldim!" diye seslendim. Gelen babamdı. "Kızım, niye hazırlanmadın? Hadi, ifadeni vermeye gideceğiz. Unuttun mu?" Elimi alnıma vurup "Tamamen unutmuşum!" diye sızlandım ve "On dakikaya hazır olurum. Sen de o sırada yemek ye." dedim. Annem arkamdaydı. "Sen de ye. Karakol kaçmıyor bir yere. Daha akşam bile olmadı."

 

 


"Peki." diyerek odama geçtim. Saçlarımı kuruttum. Siyah eşofman takımımı giyinip mutfağa geçtim. Tüm gün hiçbir şey yememenin verdiği açlıkla masaya saldırmıştım resmen. Hızlı ve sessiz bir yemeğin ardından babamla birlikte evden çıktık. Arabaya varana kadar donmuştum. "Baba! Çok soğuk!"

 

 


"Araba iki dakikaya ısınır. Sarıl iyice kendine." O da üşümüştü. Arabayı hızla çalıştırıp ana yola çıktı. Trafik yoktu. Yirmi beş dakika sonra karakoldaydık. Samet'in haber vermesi işleri kolaylaştırmıştı; sakince ifademi verdim ve odadan çıktık. İfadem de yalnızca cesetleri bulduğumdan bahsetmiştim. Adamın şüpheli tavırlarından anlamış; ardından kızın sesini duymuş ve içeri girmiştim. Çeteyle ilgili hiçbir şey anlatmamıştım. Böyle olması gerekiyordu.

 

 

Koridorda birkaç adım atmıştık ki babam kolumdan tutarak beni durdurdu. Başımı kaldırarak ona baktım. "Ne oldu baba?"

 

 

 

"Kızım, bir daha asla yaşadıklarını gizleme bizden. Tamam mı?" Dudaklarımı birbirine bastırdım; yavaşça başımı salladığımda yanağımı okşadı. "Hem, ne oldu bize her şeyi anlatan Efsun'a?" Hafifçe güldüm. "Şikayetçiydiniz ya her şeyi anlatmamdan." Başını geriye atıp "Yok, yok bir şikayetimiz. Değişme, lütfen. Biz iletişime açık bir aileyiz. Ben bundan çok memnunum çünkü bu çok güven verici. Anlıyorsun, değil mi?" diye sordu. Anlayışla başımı salladım. "Evet babacım. Haklısın. Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak, merak etme. İlk size anlatacağım." dedim. Gülümseyip kolunu omzuma attı. Ben de ona sarıldığımda başım kolunun altına denk geliyordu. Sakince yürümeye başladık. Karakoldan çıkmak üzereyken camın ardında görünen kalabalık duraksamamıza sebep oldu. Babam beni hafifçe kenara çekti. "Bir suçlu getiriyorlar sanırım. Dur kızım şurada, onlar geçince çıkalım." dedi. Uysal bir şekilde, babamın kolunun altındayken kalabalığın içeri girmesini bekledim.

 

 

 

Otomatik kapı açıldı. Önden dört polis, arkasından da iki polis içeri girdi. İki polisin ortasında, elleri kelepçeli olan adamla göz göze geldik. Bir anda çarpan kalbimle istemsizce bir adım öne gittim. "Sen!"

 

 

 

"Kızım, ne oluyor?" Babamın sorusunun hemen üstüne, üstü başı kan içinde olan Furkan bana doğru seslendi. Polisler durmuyor; onu sürüklercesine ilerletmeye devam ediyordu. "Efsun! Çakır'a söyle! Ben yapmadım! Yemin ederim!"

 

 

 

"Sus! Atın şunu odaya!"

 

 

 

"Efsun! Çakır'a söyle! Ben yapmadım!"

 

 

 

"Kızım, kim bu adam?"

 

 

 

Şaşkın bir sesle "Furkan... Çakır'ın abisi." diye mırıldandım. Sonra hızla babama döndüm.

 

 

 

"Baba, ne olduğunu öğrenmem lazım! Lütfen, hemen gidip geleceğim!" dedim ve polislerin arkasından koşmaya başladım. "Memur bey! Durun, lütfen! Ne oluyor? Neden aldınız onu?" Polislerden biri bana döndü ve küçük, rahatsız edici bir ergene bakar gibi burun kıvırdı. "Siz kimsiniz hanımefendi?"

 

 

 

"Ben-" Babamın sesi benimkinin üstüne çıktı. "Ben babasıyım." Sesi sakin ama otoriterdi. Açık kalan ağzımla nefes nefese ona baktım. Polis de refleksle duraksadı. "Nasıl yani? Kimin?"

 

 

 

"Furkan, oğlumun abisi." dedi yavaşça. "Ne olduğunu öğrenebilir miyim? Burada tesadüfen görmesem haberim bile olmayacaktı!" Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Babamın yüzü sakindi ama çenesindeki gerilmeyi görüyordum. Rol yapmıyordu sanki... Son derece ciddiydi. Polis kısa bir an düşündü. Furkan'ın kapanan kapının ardından sesleri geliyordu. "Ben yapmadım diyorum! Bana inanın! Ben değildim!" Titreyen dudağımı ısırdım. Bana inanın! Dolu gözlerle babama baktım; o da bana bakıyordu. O sırada polis konuştu. Gergindi; Furkan'ın sesini duymak istemiyor gibiydi. "Bakın beyefendi. Dosya yeni; şahıs şüpheli olarak getirildi."

 

 

 

"Şüpheli!" dedi babam, kelimenin altını özellikle çizerek. "Yani kesin bir suçlu değil. Şüpheli olarak getirilen birine bu şekilde davranmanız doğru mu? Onu sürüklediniz!" Babamın böyle bir sesle konuştuğuna ilk defa şahit oluyordum. Karşımdaki poliste hafifçe doğrulmuş; kendine çeki düzen vermek ister gibi omuzlarını hareket ettiriyordu. "Direndi."

 

 

 

Direnir tabii... diye geçirdim içimden. Hemen teslim olacak hali yoktu ya... Hele de 'ben yapmadım' diyorken. Furkan bu.

 

 

 

"Neye göre şüpheli? Tanık var mı?" Babamın net sorularına karşı polis de elinde olmadan hızla cevap veriyordu. "Şikayet üzerine olay yerine gittik. Şüpheliyi orada, canlı kalan tek adamın üstünden aldık. Ölmek üzere olan adamı konuşturmaya çalışıyordu."

 

 

 

Hiç düşünmeden "Yani onun öldürdüğüne dair hiçbir kanıt yok!" dedim. Benim araya girmemle büyü bozuldu; polis, polis olduğunu hatırladı. "Hanımefendi!" dedi, 'kendinize gelin' der gibi. "Olay çözülene kadar herkes şüphelidir. Özellikle de on üç cesedin ortasında bulunan biri."

 

 

 

On üç mü? Yutkunmaya çalışırken yüzüm buruştu. Sayıca düğümlenmişti sanki boğazım. On üç ceset... Toplu katliam. Babamın ciddiyeti bir an için sarsıldı; neredeyse kekeleyerek konuştu. "Avukatı-"

 

 

 

“Avukatı yolda. Şüpheliyle yalnızca avukatı görüşebilir. Yakınlarının görüşmesi için savcılıktan izin alınması gerekiyor.” Polis bunu söyledi ve kapıyı açarak odaya girdi. Aralıktan Furkan'ı görmeye çalıştım. Hızlı hızlı nefes alıyordu ve başını, masaya dayadığı kollarının arasına almıştı. Onu ilk kez böyle görmüştüm. Gözlerindeki acıya ilk kez tanık olmuştum. Çakır'la olan kavgalarında da acı vardı ama bu... Sanki yenilgiye uğramış gibiydi. Umutsuz.

 

 

 

"Baba, çıkalım. Arabada konuşuruz." dedim, zar zor bulabildiğim bir sesle. Babam da sarsılmıştı; yalnızca başını salladı. Arkamızı döndük. Ve bir şeytan da burada belirdi. Göz göze geldiğimiz an onu hatırladım. Bu aralar çokça tekrarladığım bir yüz ifadesiyle ona baktım. Onun, Samet'in aksine sinsi bir ifadesi yoktu. Ama savruk bir öfkesi vardı. Bu da mide bulandırıcıydı.

 

 

 

Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldığında kendimi tutamadım. Sivil kıyafetleriyleydi; gömleğinin yakasından tutarak benden beklenmeyecek bir güçle onu kendime çektim; yerlerimizi değiştirdim ve sırtını arkamdaki duvara çarptım. Yapılı bir adam olmasına rağmen bana karşı koyamadı.

 

 

 

Babam hızla atılıp kollarımdan tuttuğunda bağırmaya başladım. "Sen mi yaptın? Ha? Onu oraya çağırıp sen mi şikayet ettin?"

 

 

 

İsmini bilmediğim, Çakırlara düşman olan polis öfkeyle bağırdı. "Ne diyorsun? Ben niye böyle bir şey yapayım?"

 

 

 

Babam beni tutuyor olmasına rağmen önüme iki polis geçti. Biri ona, biri bana yöneldi. Parmak uçlarımda uzanıp onu görmeye çalıştım. "En başından beri amacın bu değil miydi zaten? Onlara zarar vermek, içeri tıkmak değil miydi?"

 

 

 

"Efsun! Dur!"

 

 

 

"Kes be! İşim gücüm yokmuş gibi onlarla mı uğraşacağım? Hak ettiklerini bulmuşlar işte!" Küfretmemek için dudaklarımı kemirdim. Bu çabam bir saniye kadar sürdü. Öfkeyle soludum. "Yok tabii! Senin işin gücün yok, geri zekalı! Unuttun mu? Beni haksız yere tutukladığın için Ata Komiser seni uzaklaştırdı!"

 

 

 

"Lan!"

 

 

 

"Ha? Unuttun mu hadsiz köpek!?"

 

 

 

"Lan! Bana bak!"

 

 

 

Benim kışkırtıcı cümlelerimle üstüme yürümeye kalktı. Ona engel olan polislerdi. Bense... babamın sabrı kalmamış olmalı ki kendimi bir anda babamın sırtıyla bakışırken buldum. Beni bir halıyı atar gibi sırtına atmıştı! "Baba!"

 

 

 

"Efsun, şu an çok sinirliyim, sus! Ya gidip o herifin suratını dağıtacağım ya da buradan gideceğiz!"

 

 

 

Dudaklarımı bükerek çaresizce sustum. Kendimi bırakarak tüm ağırlığımı babama verdim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ne olmuştu? Ne olacaktı? Onları Furkan'ın öldürmediğine inanmak istiyorum. Ama o da bir katil Efsun.

 

 

 

Babam beni sırtından indirdiğinde bir an için başım döndü. Babama tutunarak ayakta kaldım. Ön kapıyı açarak oturmama yardım etti. Kapımı kapattı; hızlı adımlarla arabanın önünden dolaşıp şoför koltuğuna yerleşti. "Evet, seni dinliyorum. Öncelikle bana şunu açıkla: sen tutuklandın mı?" Sesindeki bariz dehşetle yutkundum. "Şey... evet baba. Bir yanlış anlaşılma oldu."

 

 

 

"Yanlış anlaşılma mı yoksa haksızlık mı?"

 

 

 

"Haksızlık." diye mırıldandım.

 

 

 

"Evet, devam et."

 

 

 

"O adam, Çakırlardan nefret ediyor. Çakır ve Furkan'dan. Bir gün ben okuldayken..." Çekingen sesim bana hiç yardımcı olmuyordu. Babam duyacaklarına kendini hazırlamak ister gibi derin bir nefes alıp, "Evet, sen okuldayken ne?" diye sordu. Gözlerimi kapatıp ben de derin bir nefes aldım. Sakin olmalısın, Efsun. Eğer her şeyi anlatırsan toparlaman çok zor olur. Aklı sürekli sende kalır. Hayatını kontrol etmeye çalışır. Sakin ol.

 

 

 

"Efsun!"

 

 

 

"Okulda bir kız vardı baba. Cansu'yu biliyorsun; onun arkadaşıydı. O da Cansu gibi uyuşturucu kullanıyordu. Bir gün ölü bulunmuş. Polisler soruşturma için okula gelmişti; ifade alırken bana da birkaç soru sordular. O sırada da benim Çakır'ın arkadaşı olduğumu öğrendiler. Bu adam," dedim içerideki polisi kastederek. "Çakır'dan ve abisinden nefret ediyor. Konunun ayrıntılarını bilmiyorum ama onların suçsuz olduğunu biliyorum. O adam, Çakır'ın arkadaşı olduğumu öğrenince beni de suçlu saydı. Karakola götürdü. Çok az bir zaman sonra Çakır ve Furkan gelip çıkarttı beni oradan. Olay bu. Ben de Furkan'ın tutuklanması üstüne o adamı orada görünce... Aklıma direkt onun parmağı olduğu geldi."

 

 

 

Babama baktım. Sinirle soluyordu. "Neden bunu bize anlatmadın?"

 

 

 

"Hemen çözülen bir olaydı. Polis de görevden alındı zaten. Endişelenmenizi istemedim. Hem, sen o sıralar pek de iyi değildin." Son cümlemle bana baktı. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama sustu. "Tamam öyleyse, Çakır'ı ara. Bizim burada işimiz bitti."

 

 

 

"Tamam baba." dedim kısık sesimle. Üstüne söyleyecek bir sözüm yoktu. Çakır'ı aradım. Babam arabayı ralli yarışındaymış gibi sürerken ben Çakır'ın telefonu açmasını bekliyordum. "Güzelim?"

 

 

 

"Çakır, merhaba." dedim yavaşça. Telefonun sesini kısarken yan gözle babama bakıyordum. "Merhaba." dedi alay eder gibi. "Kim var yanında?"

 

 

 

"Babamla karakola geldik; ifade verdim. Sen neredesin? Ne yapıyorsun?"

 

 

 

"Ela'yı dışarı çıkarttım. Az önce eve geldik. Senin sesin iyi gelmiyor; ne oldu?"

 

 

 

"Şey... karakola gelsen iyi olur. Furkan burada." Kısa bir sessizlikten sonra "Ne?" diye sordu. "Ne oldu? Neden?" Duyduğum kapı sesiyle evden çıktığını anladım. Tam cevaplayacaktım ki babamın ani freniyle öne savruldum; telefonu kulağımdan indirdim. Emniyet kemeri sayesinde hızla toparlandık. Babam birine küfredip tekrar gaza bastı.

 

 

 

"Konuşsana Efsun!"

 

 

 

Telefondan bana ulaşan bağırışıyla hızla kulağıma geri yasladım. "Çakır, polisler on üç cesetten bahsediyor. Furkan'ı onların arasında, canlı kalan tek adamı konuşturmaya çalışırken bulmuşlar. Ama Furkan bana kendisinin suçsuz olduğunu söyledi. Sana... sana söylememi istedi bunu."

 

 

 

"Tam olarak ne dedi?"

 

 

 

"Efsun! Çakır'a söyle! Ben yapmadım! Yemin ederim!"

 

 

 

Çakır sustu; aldığı hızlı nefeslerin sesini duyuyordum. Birkaç saniye sonra "Seni arayacağım." dedi ve telefonu kapattı. Afallayarak kapalı ekrana baktım. Onun için kalbimde derin bir sızı hissettim. Kim bilir ne haldeydi şu an? O abisini benden daha iyi tanıyordu. Bu cümleler ona işlemiş miydi? O da inanmış mıydı benim gibi?

 

 

 

"Bundan sonrasına karışmayacaksın. Bırak, kendileri halletsinler."

 

 

 

"Tamam."

 

 

 

"Duyamadım." Kaşlarımı çatarak babama döndüm. Gözleri yoldayken kulağını bana doğru eğmişti. Sinirliydi. Siniri hem banaydı, hem değildi. Boğazımı temizleyerek "Tamam baba, anladım. Karışmayacağım." dedim. Geri çekilip başını hızla salladı; aferin, der gibi. Bu beni rahatsız etti; bir şey söylememek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

 

 

Cama vuran yağmur damlalarıyla kollarımı birbirine bağladım. Eğer Furkan doğru söylüyorsa, katil hâlâ dışarıdaydı; toplu katliam yapan bir katil. Ölenler kimdi? Furkan’ın orada ne işi vardı? Neden ölmek üzere olan adamı konuşturmaya çalışıyordu? Adam ölmüş müydü? Eğer ölmediyse işe yarar bilgiler verebilirdi.

 

 

Ya adam çoktan konuştuysa? Ya bu sorularımın cevabı Furkan’daysa? Belki de hedef Furkan’dı. Belki de o adamlar sırf Furkan’a konuşmasınlar diye öldürülmüştü. Küçük bir ihtimaldi ama düşününce gayet mantıklıydı. Furkan oraya çağırılmadı; kendisi gitti çünkü oradaki on üç adam Furkan’a bilgi verecekti. Ama bu gerçekleşmeden adamlar öldürüldü ve Furkan da oraya gidince… cinayet onun üstüne kaldı.

 

 

Bu… olabilir miydi? Biri Furkan’a böyle bir komplo kurmuş olabilir miydi? O son zamanlarda çeteyle uğraşıyordu. Bu olay ya çeteyle ilgiliydi ya da Furkan’ın kendi karanlık hayatıyla. Her iki ihtimalde de Furkan şu an kapana kısılmıştı. Nefesimi tuttum. Furkan savunmasızdı. Furkan şu an... en açık hedefti.

 

 

 

Titreyerek kollarımı sıkılaştırdım. Araba hızla giderken camda savrulan damlaları izledim. Yağmurun şiddeti, yaklaşan fırtınayı haber veriyordu. Ya da yağmur... yalnızca bir örtüydü.

 

 

 

Fırtına çoktan başlamıştı.

 

 

 

 

*********

 

 

 

Saat 03.37. Uyuyamıyorum.

 

 

 

Gözlerim, sanki içlerine batırılan iğneler varmış gibi acıyordu. Ama kapatınca karşımda büyük, kanlar içinde bir oda beliriyordu. Duvarlarda kan vardı. Yerlerde kan vardı. Ela'yla hastanede kaldığım ilk gece gördüğüm kabustaki gibi. Korkunçtu. Kanın kokusunu alıyordum sanki. Midem bulanıyordu. Neden bu kadar sık midem bulanıyordu? Kan kokusu alır gibi oldum. Yavaşça doğruldum. Sersem bir şekilde etrafa baktığımda, baktığım hiçbir yeri görmüyordum.

 

 

 

"Nane limon içsem..." Kendi kendime konuşup yataktan çıktım. Hem midemi yatıştırırdı; hem de sıcağıyla iyi gelebilirdi. Ses çıkarmamaya çalışarak mutfağa geçtim. Kendime bol ekşili bir nane limon hazırladım. Bir tatlı kaşığı bal da koyduğumda, nefisti. Balkon kapısını aralayıp, hafif esen rüzgar eşliğinde içtim.

 

 

 

Dışarısı çok sessizdi. Kulağımın aldığı kadarı sessiz... Duymadığım yerlerde atılan ne çok çığlıklar vardır, diye düşündüm. Kapasam gözlerimi, kulaklarımı... Atılan çığlıklar duracak mı? 'Dur' desem, duracak mı? Kaç çığlık vardır dünyada atılan? Zihnimin içindekileri de katalım mı?*

 

 

 

Masanın üstünde titreyen telefonla gözlerimi araladım. Çakır arıyordu. Hızla cevapladım. "Alo."

 

 

 

"Açmanı beklemiyordum." dedi yavaşça. Arkadan rüzgar sesi geliyordu. Sesimi kısarak konuştum. "Uyuyamadım. Nane limon içiyordum. Sen ne yapıyorsun? Furkan'ı görebildin mi?"

 

 

 

"Hayır. Avukat izin almaya çalışıyor ama toplu bir katliam söz konusu olduğu için... biraz zor olacak gibi."

 

 

 

"Anladım. Peki, sen nasılsın?" Çekingen sesime karşı derin bir nefes aldı. "Ben nasılım?" diye fısıldadığını duydum. Ses tonuyla dudaklarım titredi; dolan gözlerimi kırparak başımı yukarı kaldırdım.

 

 

"İyi olacağım. Furkan 'yapmadım' diyorsa yapmamıştır. Bunu kanıtladığımızda iyi olacağım. O oradan çıktığında..."

 

 

 

"Çıkacak." dedim emin bir tavırla. "İlla ki anlaşılır. İlla ki cesetlerden biri Furkan'ı aklayacak bir delil sunar."

 

 

 

"Cesetler... Ölenlerin kim olduğunu biliyor musun?"

 

 

 

"Hayır. Sen öğrendin mi?"

 

 

 

"Çetenin adamları. On tanesi uyuşturucuya bağlı suçlardan aranıyormuş. Üçünün herhangi bir sabıkası yok."

 

 

 

Bir süre konuşamadım. Gecenin sessizliğine büründüm. Bu da bir cevaptı.

 

 

 

"Bu iyi bir haber değil." dedim. "Bu bariz bir işaret."

 

 

 

Çakır sanki karşımdaydı; kaşlarını çattığına emindim. "Ne işareti?"

 

 

 

"Nereden geldiğini bilmediğimiz, güçlü bir elden... Ve Furkan'ı da tam ortasına koymuşlar."

 

 

 

"Çok fazla soru işareti var." dedi Çakır. Arabaya bindiğine dair ses duydum. Boğuk sesler kayboldu; şimdi Çakır'ın sesi daha tok geliyordu. "Ölenler çeteden. Öldürenler kim? Çetedense işler sandığımızdan daha karışık, daha tehlikeli. Çeteden değilse... neden Furkan?"

 

 

 

"Öldürenler de çetedense, Furkan'ı kurban etmeleri için fikrin var mı?"

 

 

 

"Çok net değil mi? Furkan onlarla uğraşıyordu. Geçen günkü olayı hatırla; Furkan'ı nasıl sıkıştırdıklarını."

 

 

 

"Evet." diye mırıldandım. Aklımda son derece pesimist düşünceler dolaşıyordu. "O zaman yanında adamları vardı. Ona bir şey yapamadılar. Şimdiyse yalnız." Savcılık iznini düşündüm. Zor, belirsiz, uzun bir süreç. "İzin çıkana kadar da yalnız kalacak." dedim istemsizce. Beni rahatlatacak bir şeyler söylemesini istiyordum. Oysa yalnızca "Evet." dedi. Onun da benimle aynı şeyi düşündüğüne yemin edebilirdim. Derin bir nefes aldım.

 

 

 

Bazı yerlerde yalnızlık, korumasızlıktır. Birine ulaşmanın en kolay yolu da korumasız olmasıdır.

 

 

 

"Çakır." dedim, sesimi bastırarak. "Aklında ne var?" Onun bu ihtimallere boyun eğmeyeceğini biliyordum. Kim bilir, şimdiye kadar aklından neler geçmişti?

 

 

 

"Burada vakit kaybetmeyeceğim. Karakoldaki işbirlikçilerimiz durumdan haberdar; Furkan'ı koruyacaklar. Ben şu an hastaneye gidiyorum. Sona kalan adam yaşıyormuş. Durumunun kritik olduğunu söylediler ama kaybedecek vaktim yok. Uyandırılmasını sağlayacağım. Geberip gitmeden önce bana işe yarar şeyler söylemeli."

 

 

 

Heyecanla açılan ağzımı kapattım. Yaşaması çok iyi bir haberdi. İlla ki Furkan'ı aklayacak şeyler söylerdi. "Umarım en kolay şekilde hallolur."

 

 

 

"Umarım. Hadi, sen de artık uyu. Yarın okulun-" dedi ve bir anda yükselen sesiyle kendi sözünü böldü. "Yarın sabah o iki aptalla görüşeceksin! Ah! Olanlar yüzünden aklımdan tamamen çıkmış. Gitme sakın! Yalnız başına hiç güvenli değil!"

 

 

 

Kaşlarımı huysuzca çattım. "Ama... ama bize işe yarar bilgiler verebilirler."

 

 

 

"Olmaz Efsun! Sonra alırız o bilgileri. Ben yokken gidemezsin!"

 

 

 

"Elbette gidebilirim." dedim yavaşça.

 

 

 

"Efsun! Güzelim, bak, beni dinle! Önceden planlanmış bir buluşmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyorsun! Seni bir tuzağa çekiyor bile olabilirler!"

 

 

 

İçten gelen bir titremeyle son derece saçma, boş bir soru sordum. "Bana ne yapabilirler ki?" On dördüncü ceset? Korkunç.

 

 

 

"Onlar vahşiler! Ellerine geçirdikleri herkese... ölümü bile diletebilirler Efsun!" Dehşetle sustuğumda adeta yalvardı. "Bak, lütfen! O buluşmaya gitme! Ben bu aptal adam ölmeden önce onu konuşturmalıyım. Sırf iki ergenden bilgi alacağız diye elimdeki tek kurtuluşu bırakamam. Anlıyor musun?"

 

 

 

"Evet, tabii ki... senin önceliğin Furkan." dedim ve kısa bir an düşündüm. Haklıydı. "Tamam. Gitmeyeceğim."

 

 

 

"Söz ver." Göremese de gözlerimi devirdim. "Söz! Gitmeyeceğim. Zaten onlar da dünden meraklı değiller. Eğer denk gelirsek, okulun bir yerinde sıkıştırıp konuşurum."

 

 

 

Rahat bir nefes verdiğini duydum. "Tamam. Kendine dikkat et. O şerefsizi gördüğünde yolunu değiştir." Bir an için duraksadı. "Onun orada olmasını engelleyecek bir gücüm olmadığı için beni affet. Yakalanması için bir adamın sözünden fazlası gerekiyor ama o da olacak; en kısa zamanda yakalanacak." Pat diye bir ses geldi. Öfkeyle sesini yükseltti. "Hesap verecek! Hepsi hesap verecek!" Abisine kurulan tuzakla harlanmış öfkesiydi onu bu hale getiren.

 

 

 

Sakince konuşup onu da sakinleştirmeye çalıştım. "Affedilecek hiçbir şey yok. Olması gereken bu ki böyle oluyor. Beni düşünme, tamam mı? Kendimi koruyabilirim."

 

 

 

"Ah, Efsun..." dedi, . "Seni düşünmediğim tek bir anım bile yokken bu söylediğin..." Dilim tutuldu. Hiçbir şey söyleyemeden telefonu kapatacaktım ki bunu anlamış gibi hızla devam etti. Son sözünü söyledi ve telefonu kendi kapattı. Sesi isyankardı. Yorgun bir geceyi, yorgun bir omuzla sırtlanmış olmasına rağmen de son derece güçlü; kendinden emin.

 

 

 

"Aldığım nefessin; şu içine düştüğüm hayatta aldığım en derin nefessin! Bunu aklından çıkarma."

  

 

 

 

************

 

 

Sabah olunca uyuduğum bir iki saatlik uykunun yettiğini hissettim. Gece boyu aklımda dönüp duran, Çakır'ın son cümleleriydi. Yüzümdeki tebessümle evden çıktım. Onu öyle çok seviyordum ki, kalbimi çıkarıp ellerine vermek istiyordum. 'Bu artık senin' demek ve hayat boyu, bugün hissettirdiği huzurla yaşamak istiyordum. Çok bir şey istemiyordum ki... Bastığı toprakta nefes alayım; dinlenmek istediğimde ellerine uzanayım; saklanmak istediğimde de gölgesine sığınayım...

 

 

Çok bir şey istemiyordum, değil mi?

 

 

 

Söz verdiğim gibi direkt okula geldim. Hiçbir sorun çıkmadı. Ders aralarında onları birkaç kez gördüm. İlk gördüğümde bana tedirgin gözlerle bakıyorlardı. Bende ki rahatlığı görünce, bir daha irdelemediler. Yanımdan geçip gittikleri bile oldu. Onları durdurmadım. Belki bencil bir istekti ama... Bugünün sakin geçmesini istiyordum. Onlar, göründüğü üzere kaçmıyordu. Yarın da konuşabilirdik.

 

 

İstediğim gibi oldu. Okul oldukça sakin geçti. Ne Samet'i gördüm; ne de bana zarar vermek isteyen başkalarını. Zeynep'e bakmayı bırakmıştım. Eğer isterse gelip benimle konuşurdu. İstemezse de hak verirdim.

 

 

 

Okuldan çıkarken Çakır'ı aradım. Telefonu kapalıydı. Acaba adamı konuşturabilmiş miydi? Öyle olmasını umdum. Konuşturamadıysa da... adamın hala yaşıyor olmasını. Çakır'a "Ben eve geçiyorum. Müsait olduğunda ara." diye mesaj attım ve telefonu cebime koydum. Hava bugün güneşliydi; dünkü fırtınadan sonra sakinleşmişti. Derin bir nefes aldım ve yürümeye karar verdim. Otobüsün kalabalığına girmeyecektim.

 

 

 

Eve girdiğimde mesaj geldi. Çakır'dandı.

 

 

 

"Konuştu. Sadece Furkan'ı aklamakla kalmadı. Bana bir isim de verdi."

 

 

 

 SON

 

*herkes hak ettiğini mi yaşar? -betül başönderoğlu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

Bölüm : 17.12.2025 20:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...