
Yer: Afganistan
Zaman: Belirsiz
Varlık ve yokluk, insanın en büyük yanılsaması.
Bir gün nefes alıyorsun, ertesi gün ismin sadece fısıltılarda yankılanıyor. Bir sabah gözlerini açıyorsun, teninde güneşi hissediyorsun, ama akşam olmadan toprağa karışabileceğini biliyorsun. Ölüm bir son mu? Yoksa sadece başka bir başlangıç mı?
Bazen düşünüyorum, ben öldüm mü? Yoksa geride kalan herkes mi ölümün içinde yaşıyor?
Kendi mezarımı gördüler. Adımı birer birer duaların içine sıkıştırdılar. Umay ağladı mı? Aybars’ı ilk kucağına aldığında içinden kopan fırtınaları susturabildi mi? Ben öldüysem, geride kalanlar nasıl hayatta kaldı?
Ama buradayım işte. Afganistan’ın keskin rüzgârlarında, unutulmuş toprakların içinde, ölümle yaşam arasında sıkışıp kalmış bir adam olarak.
Adımı unuttular mı? Yoksa hâlâ geceleri fısıldıyorlar mı?
İnsan ölünce gerçekten yok olur mu, yoksa sadece görünmez mi olur?
Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var… Bu hikâye burada bitmedi.
Afganistan - Bilinmeyen Bir Zaman
Sigaradan yükselen duman, gecenin içinde kayboluyor. Tıpkı benim gibi.
Bir elimde kalem, diğer elimde titreyen bir kâğıt. Yazıyorum. Ama kime? Sana mı? Yoksa kendime mi? Bilmiyorum.
Bildiğim tek şey var… Bu mektup da diğerleri gibi asla ulaşmayacak.
Ama yine de yazıyorum:
Sana bunları hiç bilmediğin bir yerden yazıyorum.
Ben senin hiç görmediğin bir yerden düşüyorum.
Gözlerim kapalı.
Her yer karanlık.
Ben senin hiç bilmediğin bir yere yürüyorum.
Bu yolun sonu nereye varır, bilmiyorum. Belki bir ölünün artık huzur bulduğu yere,
Belki de hiç dönmeyeceğim bir mezara.
Sigaramı dudağıma götürüyorum. Bütün gece sussa da, içimdeki yangın durmuyor.
Bu bir yangın.
Tam ortasına daldım.
Her yer ateş.
Ben ortasında kaldım.
Ve biliyor musun, Umay?
Sen benim hiç bilmediğim bir yerde uyuyorsun.
Ben ise senin hiç bilmediğin bir yerde ölüyorum.
İçim paramparçaydı.
Umay’ı çok özlemiştim.
Zaman burada akmıyordu. Gün doğuyor, batıyor ama hiçbir anlamı olmuyordu. Her şey eksikti.
Bir yanım, hâlâ umuda benziyordu.
Bana unutma diyordu.
Susuyordum, susuyordum.
Her gece gökyüzüne baktığımda o uzakta bir yerde, artık zayıflayan bir ses bana "Vazgeçme" diyordu.
Duyuyordum.
Duyuyordum.
Ama yollar kapanmıştı. Önümde yükselen duvarlar, gözlerimde sıkı sıkıya bağlanmış perdeler vardı. İnce bir buzun üzerinde yürüyordum.
Ve her adımım, beni biraz daha alevlerin içine çekiyordu.
Hayat…
Daha kaç kere vurup, kaç kere kıracak?
Kaç kere yıkıp, kaç kere savuracak?
Kalbim…
Kaç kere çarpıp, kaç kere duracak?
Kaç kere inanıp, kaç kere unutacak?
Yıllar önce, savaş alanında ilk kez bir mermi kulağımı sıyırdığında, ölümün bu kadar yakın olabileceğini bilmiyordum. Ama şimdi?
Şimdi ölümle dans ediyordum.
Ama bir şey vardı içimde. Ölmemek için tutunduğum bir şey.
Aybars.
Umay.
İçimde hâlâ sıcak bir iz bırakıyordu.
Ve biliyordum. Kaosu yok etmeden dönemezdim.
Dönmeye hakkım yoktu.
Saçımı ve sakalımı uzatmaya çalışıyordum.
Uzayana kadar buradan çıkamazdım.
Afganistan’ın tozlu sokaklarında, tanınmaz hâle gelmeliydim. Adımı, geçmişimi, kim olduğumu silmeliydim.
Küçük ve küflü dairede dolanıp duruyordum.
Eskiden olsa, böyle bir görev için düşünmeden yola çıkardım. Sorgulamazdım. Ölümün içine doğru yürümek, benim için bir refleks gibiydi. Ama şimdi? Şimdi günlerdir düşünüyor, kararın ağırlığını omuzlarımda taşıyordum.
Bu kez sadece bir operasyona gitmiyordum. Bu, dönüşü olmayan bir yoldu.
Devletim bana güvenmiş, bu görev için beni seçmişti. Ama Halil Komutan gitmeden defalarca sormuştu:
"Emin misin, Altay?"
Binbaşı Özçelik ise her şeyin bir oyun olduğunu bilen tek adamdı. Tuzakları, planları, maskelerin ardındaki gerçekleri görebilen tek kişi.
O biliyordu ki, tim Titanları yok etmeye çalışırken, ben kaosu yok etmeye çalışacaktım.
Ve kaos, sadece bir düşman değil, bir ideolojiydi.
Ölüm gibi, savaş gibi, hiç bitmeyen bir lanet.
Onu yok edemezsem, bütün bu savaşın anlamı kalmayacaktı.
Ama edebilir miydim?
İşte asıl soru buydu.
Afganistan – İlk Gün
Sıcak, insanın içine işleyen, tozla karışmış bir sıcak.
Burada zaman farklı akıyordu. Sokaklar kaostan önceki sessizlik gibiydi. İnsanlar normal hayatlarına devam ediyor gibi görünüyordu ama gözlerinde hep bir temkin, hep bir gölge vardı. Burada kimse uzun uzun konuşmaz, kimse kimseye fazla soru sormazdı.
Küçük, dar bir sokakta ilerlerken, üstüme çeken kahverengi perişan entari ve başımdaki örtüyle diğerlerinden farksızdım. Tenim güneşte esmerleşmiş, sakallarım çıkmaya başlamıştı. Tanınmaz hâle gelmek için biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Gözlerim hâlâ fazlasıyla Türk’ü andırıyordu, ama yeterince kir ve zamanla o da kaybolurdu.
Bugün şehri tanımalıydım. Sokakları, çıkışları, gözetlenen yerleri öğrenmeliydim. Afganistan bir mayın tarlasıydı ve yanlış bir adım, ölüme eşdeğerdi.
Bir çayhaneye girdim. İçeride yaşlı adamlar, ellerinde çay bardaklarıyla kısık sesle konuşuyordu. Gözüm kapının yanında duran siyah cübbeli adamda takılı kaldı. Bir gözünü kaybetmişti, yüzünde derin kesikler vardı. Savaşı görmüş biri olduğu belliydi.
Tezgâha yaklaşıp satıcıya Arapça konuştum. "Selamun aleyküm, bir çay alabilir miyim?"
Adam başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Birkaç saniyelik sessizlik… Sonra başını sallayıp, "Ve aleyküm selam," dedi. "Yabancı mısın?"
İçimde hafif bir kıpırtı oldu. Sorular tehlikeliydi. Ama buraya sığınan birçok kişi vardı, tek başıma olmam olağan bir durumdu.
"Bağdat’tan geldim," dedim sakince. "İşim vardı. Şimdi buradayım."
Adam gözlerini kısmıştı ama daha fazla sorgulamadı. Çayımı tezgâha bıraktığında etrafı gözlemlemeye devam ettim. Bu şehirde, düşmanını tanımadan hayatta kalamazdın.
İlk gün sadece bir başlangıçtı.
Şimdi hayatta kalmayı öğrenmeliydim. Sonra savaşa girecektim.
Çaydan bir yudum aldım, ardından sigaramı yakıp dumanı ağır ağır içime çektim. Burada sigara bile farklı kokuyordu. Tütünün yanık tadı, çayhanenin içinde ağır bir buğu gibi asılı kalıyordu.
Tam o sırada biri gelip yanıma oturdu. 20’li yaşlarının ortalarında olmalıydı. Koyu kumral teni, sert hatları ve gözlerindeki temkinli bakışlarla yabancı olmadığı belli oluyordu.
Başını hafifçe eğerek, "Selamun aleyküm," dedi.
"Ve aleyküm selam," diye karşılık verdim, sigaramın ucunu küllüğe bastırırken.
Adam, dikkatlice beni süzdü. Burada herkes önce gözleriyle yoklar, sonra konuşurdu.
"Yabancı mısın?" diye sordu.
Başımla onayladım, çaydan bir yudum daha alıp gözlerimi ondan ayırmadım. "Bağdat’tan geldim," dedim, sabit bir ses tonuyla. "Burada işlerim var."
Başını hafifçe salladı. "İşler ha?" dedi, alaycı bir gülümsemeyle. "Bağdatlı bir adamın burada ne işi olur ki?"
Sırtımı sandalyeye yasladım, gözlerimi kısıp gülümsedim. "Aynı senin gibi. Para, güvenlik, belki de bir yer edinmek."
Adam kısa bir kahkaha attı ama gözleri hâlâ sertti. "Burada yer edinmek kolay değildir. Hele yabancıysan."
Ona doğru hafifçe eğildim, "Bazı kapılar, doğru insanlarla kolay açılır," dedim usulca.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Beni tartıyordu.
Sonra elini uzattı. "Adım Zeyd," dedi.
Tokalaşırken, bu adamın sıradan biri olmadığını anladım.
Bu tanışma, belki de beni kaosa daha da yaklaştıran ilk adımdı.
Bende elimi uzatıp, "Muhammad," dedim, kendimden emin bir sesle.
Zeyd’in yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ama gözleri hâlâ temkinliydi. Burada herkesin bir adı vardı ama gerçek olup olmadığı asla sorgulanmazdı. Çünkü doğru ismi bilmek, doğru adamın kim olduğunu çözmekten daha önemsizdi.
Tokalaşırken avuçlarının nasırlı olduğunu fark ettim. Bu adam savaş görmüştü. Silah tutan ellerdi bunlar.
Zeyd, gözlerini benden ayırmadan sigarasını yaktı, dumanı havaya üflerken konuştu:
"Muhammad… Buraya yeni gelmişsin. Ama sanki buraya ait gibi davranıyorsun."
Gülümsedim, çay bardağını alıp ağır bir yudum çektim. "İnsan gittiği yere uyum sağlamazsa yaşayamaz."
Başını salladı, hoşuna giden bir cevap bulmuş gibiydi. "Bu topraklarda uyum sağlayamayanlar uzun yaşamaz zaten."
Bir an masaya dirseklerini koydu, sesi biraz daha alçaldı. "Ne arıyorsun burada, Muhammad?"
Bu soruyu bekliyordum. Her yabancı, er ya da geç sorguya çekilirdi.
Sakin bir nefes aldım, gözlerimi kısarak cevap verdim:
"Önce insanları. Sonra fırsatları."
Zeyd gülümsedi. Ama o gülümsemenin içinde bir gölge vardı.
Benimle ilgili bir karar vermeye çalışıyordu.
Ve ben de, bu adamın kim olduğunu ve beni nereye götüreceğini görmek için sabırsızlanıyordum.
Burada çok kalmayacaktım.
Üç ay… Üç ay boyunca bir gölge gibi var olacaktım, sonra kılık değiştirip yok olacaktım.
O yüzden fazla çabalamadım. Fazla dost edinmeye, fazla konuşmaya gerek yoktu.
Son bir yudum çay aldım, fincanı masaya koyup hafifçe başımı salladım. “Alhamdülillah. Allah’a emanet olun.”
Zeyd, hafifçe başını salladı ama gözleri hâlâ üzerimdeydi. Burada kimse kimseyi hemen unutmazdı.
Sokağa adım attığımda, Afganistan’ın tozlu rüzgârı yüzüme çarptı. Gökyüzü mat bir griydi, güneş vardı ama ışığı sanki yere ulaşmadan kayboluyordu.
Eve gitmeden önce bir lokantaya uğramam gerekiyordu. Günlerdir adam akıllı yemek yememiştim.
Küçük, köhne bir yer buldum. Dışarıdan bakınca yıkılmaya yüz tutmuş gibiydi ama içerisi kalabalıktı. Ahşap masalar, yerde eski kilimler, duvarda eski Afgan liderlerinin soluk fotoğrafları vardı.
Garsona Arapça sipariş verdim. “Ne varsa getir.”
Birkaç dakika sonra önüme buharlı bir tabak koydu. Afgan pilavı, et haşlaması ve yanına bol baharatlı bir çorba.
Yemeği çatal bıçakla yemek gibi bir alışkanlık burada yoktu. Ellerimle yedim. Et sertti, baharatlar ağırdı, pirinç ise fazla yağlıydı. Garipti ama açlık her şeyi kabul ettiriyordu.
Lokmaları çiğnerken çevremi izledim. Konuşmalar, bakışlar, iç çekişler. Herkesin sırtında bir yük vardı burada. Kimse burada olmayı seçmemişti, hayat onları buraya sürüklemişti.
Ama ben buradaydım.
Ve buraya kendi isteğimle gelmiştim.
Kaosu yok etmeden buradan çıkamazdım.
Doğruca eve gittim. Sokaklar kararmıştı ama burada gece bile huzur vermezdi.
Kapıyı kapatır kapatmaz arkamı dönmeden silahımı kontrol ettim. Burada hiçbir şeyden emin olamazdın.
Tam o sırada kapı tıklatıldı.
Dikkatle yaklaştım, elim içgüdüsel olarak belimdeki silaha gitti.
Kapıyı hafifçe araladım.
Eşikde duran adam, tam anlamıyla bir Afgan gibi görünüyordu.
Giysileri solmuş, yüzü güneşte yanmış, sakalları düzensiz uzamıştı. Ama gözleri… O gözleri tanıyordum.
Bakışları bir savaşçının bakışlarıydı.
MİT'tendi.
Başını hafifçe eğerek, Arapça konuştu:
"Selamun aleyküm kardeşim."
Hemen toparlanıp "Aleykümselam" dedim ve onu içeri aldım.
Kapıyı kapattıktan sonra kenara çekildik, yan odaya geçtik. Dışarıdan birisi dinliyormuş gibi kısık sesle konuşmaya başladık.
"Nasılsın? Alışabildin mi?" diye sordu, Türkçeye geçerek.
Düşündüm. Alışabilir miydim?
Buraya ait olmaya çalışıyordum ama hiçbir zaman ait olmayacaktım.
Kısa kesmek için sadece başımı salladım.
Adam bir süre yüzüme baktı, sonra çantasından kalın bir dosya çıkardı. Gözleri bir an ciddileşti.
"Cenaze töreninden fotoğraflar getirdim. İyi hissetmezsen bakma."
Nefesimi tuttum. Damarlarımda bir şeyler buz kesti.
Ama elim istemsizce dosyaya uzandı. Bakmadan edemezdim.
Görmek zorundaydım.
Gerçekten ölmüş müydüm?
Yoksa hayatta kalan bir ölünün kalıntıları mıydım?
Dosyanın kapağını açtım. Ve dünya bir anlığına sustu.
Dosyanın kapağını açtığım an, içimde bir şey koptu.
Bir ip gibi, ince, gergin, keskin. Tutunduğum ne varsa, ellerimin arasından kayıp gitti.
İlk fotoğraf.
Bayrak örtülü tabut. İnsan bir tabutun içinde kendini görür mü?
İkinci fotoğraf.
Omuzlarında taşınan, artık nefes almayan bir adam. O ben miydim?
Üçüncü fotoğraf.
Umay. Başı yerde, elleri yumruk olmuş, yüzünü göremiyorum. Ama ağladığını biliyorum. Bir kadın en çok nasıl ağlarsa, işte öyle.
Aybars oğlum asker ablasının kucağında her şeyden habersiz. Ama babasını kaybetmiş.
O an içimden geçen şeyi tarif edemem. Ne bir acı ne bir öfke.
Bir yokluk.
Öyle bir yokluk ki, teninin altında yaşayan biri var da, sen onu öldürmüşsün gibi.
Ben öldüm mü?
Ölmek, mezara girmek midir?
Yoksa bir tabutun içinde taşınmak mı?
Ben hâlâ nefes alıyorsam, kim ölmüştü o zaman?
Fotoğrafları kapattım. Ellerim titriyordu.
Başımı eğdim, gözlerimi sımsıkı kapattım. Karanlık olsun istedim.
Ama kapatınca da fotoğraflar gitmiyordu.
O tabut.
O bebek.
O kadın.
Umay.
Bir sigara yaktım. Ama dumanı içime çekemedim.
Çünkü içimde yanacak bir şey bile kalmamıştı.
Sessizce ağlarken bir kalem çıkardım.
Ne yapacaktım? Yazacak mıydım? Çizecek miydim? Yoksa içimde kalan her şeyi kelimelere mi dökecektim?
MİT’ten gelen adam çoktan gitmişti. Fotoğraflar hâlâ önümdeydi. Onlara tekrar baktım, sanki gerçeği inkar etmenin bir anlamı varmış gibi. Ama her bakışımda, daha da derine battım.
Tim…
Yüzleri perişandı. Burak’ın gözleri şişmişti. Ulaş… Sahi, o da mı böyle hissetmişti beni izlerken?
Ölümün ortasında bir adam vardı. Bendim. Ama ben hâlâ buradaydım.
Yine de her şey kaybolmuş gibiydi. Gözlerim artık Umay’a uzaktan bakıyordu.
“Sana uzaktan bakıyor artık gözlerim
Gönlüm senden geçmez, bana döndü hep sözlerim”
Unutmak kolay mıydı?
Gitmek kolay mıydı?
Ayrılık bana aşktı artık.
Dağılmış saçları, gönlümün yatağına dolanmıştı. Onu uyandırmak istemiyordum. Sabah olsun, ben giderdim.
O kalırdı.
Rüyamda.
Bir sigara daha yaktım. Ama tadı bile yoktu.
Sesini düşünüyorum. Bende artık bir yabancı gibi. Onu kaybedeli kaç gün oldu? Kaç ay? Kaç ömür? Bilmiyorum.
Gönlümün takviminde hâlâ o gün var.
O fotoğraflar var.
O an var.
Ve ben, bulmak için yollara düşsem bile, gittiğim her yol bana ayrılığı hatırlatıyor.
Aramak…
Aramak bana aşktır artık.
Hıçkırarak ağlamaya başladım.
Ne zamandır tutuyordum bilmiyorum. Kaç zamandır taş kesilmiş gibi yürüyordum bu yolda. Ama şimdi, fotoğraflar önümde açıkken, Umay’ın cenazede yıkılmış hâli gözümün önündeyken, içimdeki duvarlar çöktü.
Normalde bu tür görevleri hiçbir bağı olmayanlara verirlerdi. Çünkü bir insanın geçmişi ne kadar ağırsa, geleceği o kadar kırılgandır.
Ama Khaos’un hedefindeki bendim.
Bu görevi benden başkası başarıyla sonuçlandıramazdı. Çünkü benim kaybedecek bir şeyim kalmamıştı.
Gözlerimin ferini söndüren bu görev önüme geldiğinde, Binbaşı Özçelik defalarca sordu:
“Emin misin, Altay?”
Sustuğumu gördü, tekrar sordu.
“Altay, geri dönüşü yok.”
Ve ben, her seferinde aynı cevabı verdim:
“Görev seçilmez, komutanım.
Emir demiri keser.”
Emir açıktı.
Khaos benim peşimdeydi. Beni öldü göstererek onları rahatlatacaktık.
Onlar öldüğümü sanacak, savunmalarını indireceklerdi.
Ve tim Titanları yok ederken, ben doğrudan Khaos’un kalbine ulaşacaktım.
Ölümün içinden geçip, onu yok edecektim.
Ama şimdi, ilk defa gerçekten ölü hissettim.
Bu bir görev değildi.
Bu, benim için yazılmış bir kefendi.
Bu görevde her şey kapalıydı.
Bütün kapılar.
Bütün kartlar.
Ne kadar tecrübeli olursan ol, hiçbir şeyin garantisi yoktu.
Bu, Rus ruletiydi.
Silahın namlusunda kaç kurşun var, bilmiyorsun. Tetiği çekeceksin ve ya hayatta kalacaksın ya da karanlığa karışacaksın.
Her hamle, bir ölüm fısıltısı kadar sessizdi.
Her adım, geri dönüşü olmayan bir yoldu.
Burada şansın varsa yaşarsın.
Şansın yoksa… hiç var olmamışsın gibi kaybolursun.
Ama benim için şans diye bir şey kalmamıştı.
Bu görevde ya Khaos’u yok edecektim.
Ya da Khaos beni.
Benim için günler çok sıkıcı ve yavaş ilerliyordu.
Afganistan’da zaman, insanın sabrını sınayan bir şeydi. Sanki her dakika, bir ömrün ağırlığını taşıyordu. Geceler uzuyor, gündüzler bitmek bilmiyordu. Her sabah aynı toz, aynı sessizlik, aynı belirsizlik.
Buraya geldiğimden beri tam bir hafta geçmişti ama MİT’ten hâlâ haber yoktu.
Her gün aynı rutini yaşıyordum. Sokaklara çıkıp insanları izliyor, yeni yüzler tanıyor ama mesafemi hep koruyordum. Kimsesiz gibi, unutulmuş gibi yaşamak zorundaydım.
Ama içimden bir ses, asla gerçekten güvende olmadığımı fısıldıyordu.
Çaresizce bekliyordum.
Bu tür görevlerde sabır, en tehlikeli silah kadar önemliydi ama beklemek insanı çürütüyordu. Her saniye tetikte olmak, gözlerini kapadığında bile bir tehlike aramak… İnsan bu kadar uzun süre ölmeden nasıl yaşar, bilmiyorum.
Aynada kendime baktım. Sakallarım biraz olsun uzamıştı. İnce kıvırcık saçlarım artık kendini belli ediyordu. Yavaş yavaş bu coğrafyaya ait biri gibi görünmeye başlamıştım.
Ama içimdeki savaş ne saçlarımla ne sakallarımla gizlenebilecek kadar küçük bir şeydi.
Her gece, gözlerimi kapattığımda Umay’ı düşünüyordum. Beni öldü sanıyordu. Aybars… Bir baba olarak göremediğim ilk anlar, bir evlat olarak bana ait olmayan bir hayat.
Ve ben burada, hiçliğin ortasında, Khaos’a ulaşmak için gün sayıyordum.
Ama MİT’ten gelen tek bir haber bile yoktu.
Ve bu sessizlik, yakında fırtınanın kopacağının işaretiydi.
Kahvaltı yapacağım sırada kapım çalındı.
Elim istemsizce silahıma gitti. Burada temkinli olmak hayatta kalmanın ilk kuralıydı.
Yavaş ve sessiz adımlarla kapıya yaklaştım, göz deliğinden baktım.
MİT’ten bir adamdı. Onu daha önce görmüştüm. Ama yanında başka biri daha vardı. Yüzü yabancıydı ama duruşu ve gözlerindeki sakinlik, onun da bizden biri olduğunu gösteriyordu.
Kapıyı açtım, arkamı dönmeden önce bir saniye daha duraksadım. Her şeyin planlandığı gibi gittiğine emin olmak istedim.
İçeri girdiklerinde adam doğrudan konuya girdi. “Altay,” dedi, sesi aceleciydi. “Yanımdaki berber bizden biri. Seni Arap bir zengin haline sokacak.”
Kaşlarımı çattım. “Zengin mi?”
Adam başını salladı, “Seni Amerika’ya yolluyoruz.”
Bir sigara yaktım, dumanı havaya üflerken gözlerimi adamın gözlerine diktim. “Nereye?”
Cümlesi sert ama netti: “Görevinin ilk durağı Las Vegas.”
Sessizlik odanın içine çöktü.
Afganistan’dan, tozun ve ölümün içinden çıkıp Las Vegas’a…
Khaos’a giden yol, artık kumar masalarında oynanacaktı.
"Peki," dedim, sigaramın son nefesini içime çekerek. "Öyleyse hazırlıklara başlayalım."
Adam başını salladı, berber çantasını açıp malzemelerini çıkarmaya başladı. Aynanın karşısına oturduğumda, gözlerimdeki yorgunluğu fark ettim. Buraya geldiğimden beri ilk kez kendime dikkatlice bakıyordum.
Sakallarım dağınıktı, saçlarım karmaşıktı. Ama en çok değişen şey gözlerimdi. Orada bir şeyler ölmüştü.
Berber saçlarımı kesmeye başlarken, MİT’ten gelen adam kısık sesle konuşmaya başladı. Talimatları veriyordu.
"Yeni kimliğin hazır. Artık Altay yeryüzünde yok."
Bir kağıt önüme düştü. Adım değişmişti. Doğum yerim, kimliğim, geçmişim… Artık ben başka biriydim.
"Arap iş insanı olarak geçeceksin. Paran olacak, statün olacak ama en önemlisi, bağlantıların olacak."
Başımı hafifçe salladım. Bu, savaşın bambaşka bir yüzüydü.
"Khaos'un büyük isimlerinden biri Las Vegas’ta," dedi adam, sesi daha da alçalarak. "Onunla tanışman lazım. Ama unutma, orada seni kimse korumayacak. Eğer açığa çıkarsan, devlet bile seni tanımayacak."
Bıçağın saçlarımın arasından geçişini hissederken gülümsedim. "Biliyorum. Zaten yıllardır öyle değil miyiz?"
Adam başını eğdi, "Evet. Ama bu sefer, ölürsen seni gömecek kimse olmayacak."
Berber son rötuşları yaparken, aynaya tekrar baktım. Bambaşka bir adam vardı karşımda.
Ve bu adamın kim olduğunu öğrenmek için Las Vegas’a gitmesi gerekiyordu.
Yeni ismimi öğrendim.
Yeni hayatım, yeni kimliğim, yeni yalanlarım… Altay yoktu artık.
Adım başka biriydi. Geçmişim yeniden yazılmıştı. Bağlantılarım, işim, statüm… Hepsi önceden hazırlanmıştı.
Dosyayı dikkatlice inceledim. Kimdim ben artık?
Ortadoğulu bir iş insanı. Silah ve petrol ticaretine yatırım yapan, uluslararası piyasada tanınan, arkasında büyük isimler olan biri.
Bağlantılarım kağıt üzerinde güçlüydü. Ama gerçekte? Henüz bir hiçtim.
Bir an gözlerimi kapadım, aylar öncesine gittim.
İlteriş ve Ulaş’la birlikte gittiğimiz o operasyonu hatırladım.
Kuzey Irak…
Sırtımızda silahlar, gözlerimizde hiç kaybolmayan o savaşın izi… Ölümün gölgesinde yürüyen üç adamdık.
Ulaş, çölün ortasında şaka yapar gibi "Bu savaş bir gün bitecek mi lan?" diye sormuştu.
İlteriş omuz silkmişti. "Biter ama biz göremeyiz."
Ben ise sadece gülmüştüm. Güzel dünlerdi.
Gözlerimi açtım.
Şimdi kimdim ben?
Bilmiyorum.
Ama bildiğim tek şey vardı:
Bu görev, sadece bir oyun değildi.
Bu, benim var olabilmem için, birilerinin yok olması gereken bir savaştı.
Başıma sarığı doladım, sakallarımın arasına yüzümü gizledim.
Dışarı çıktığımda yine bir Afgan’dım. Toza, ölüme, zamansızlığa karışan bir gölge gibi.
Buluşma noktasına kadar bu şekilde yürüdüm. Hiç dikkat çekmeden, hiç var olmamış gibi. Kimse beni fark etmedi.
Ama ben her şeyi fark ediyordum. Sokaklardaki gözleri, suskunlukları, ölümle barışmış insanları.
Sonra, özel uçak beni karşıladı.
İçeri adımımı atar atmaz, bir gölge gibi üzerime çullandılar. Sarık çıkarıldı, kıyafetler değiştirildi, üzerimde Afganistan’a dair ne varsa silindi.
Aynada kendime baktım. Artık bir Afgan değildim.
Bir an arkama döndüm.
Ve o an gördüğüm şey, içimde bir düğüm gibi kaldı.
Adamlar ölmüştü.
İntihar etmişlerdi. Sadece beni gördükleri için.
Onların işi buydu.
Onlar zaten var olmamak için yaşayan adamlardı. Onlar, benim gibi insanların iz bırakmadan kaybolmasını sağlamak için buradaydılar. Ölmek için eğitilmişlerdi.
Ama insan, ölümle bu kadar kolay barışabilir miydi?
Bir saniye…
Sadece bir saniye durdum.
Sonra başımı çevirip içeri girdim.
Ama içimde bir şey, o adamlara borçluymuşum gibi hissettirdi.
Onlar öldü. Ve ben yaşıyorum.
Şimdi bu hayatı onlara değecek kadar yaşamak zorundayım.
Uçak hareket ettiğinde, yanımda biri daha olduğunu fark ettim.
Sessiz, durağan, dikkat çekmeyecek kadar sıradan ama bir o kadar da tehlikeli biri.
MİT’ten bir adam. İsimsiz.
Bu tür ajanlar kimlik taşımaz, geçmiş anlatmaz, anılardan bahsetmezdi. Onlar sadece var olurdu.
Bana başını hafifçe eğerek baktı. Ne dostane ne de düşmancaydı.
“Gölge1,” dedi, sesi soğuktu. "Bana böyle diyebilirsin."
Başımı salladım. İsimler önemli değildi. Ben de artık kendi adımı taşımıyordum.
Oturduğu yerde hiç kıpırdamadan bana baktı. Beni inceliyordu.
Sonunda, "Bu görevde tek başınasın, ama asla yalnız değilsin," dedi.
Derin bir nefes aldım. Biliyordum.
Ben ölü bir adamdım.
Ama ölü bir adam bile bazen gölgelerle konuşmak zorundaydı.
“Biraz müzik dinlemeye ne dersin?” dedi Gölge1. “Özledin mi Türk müziklerini?”
Yalnızca başımı salladım.
O, cebinden küçük bir cihaz çıkarıp müziği açtı. Kulaklıkları taktım, arkama yaslandım.
Ve o an... şarkı başladı.
"Geldiğin vapurla hasretim döner
Geldiğin yağmurla yangınım söner…"
İçimde bir şey çöktü. Boğazım düğümlendi.
"Ağırıma gidiyor sensiz geçen günler
Yüreğime kazınmış o güzel gözler…"
Nefes almayı unuttum.
Gittiğin yağmurla gel…
Küskünüm yağmurlara…
Gittiğin yağmurla gel…
Böylesi daha güzel…
Gözlerimi kapadım. Umay geldi aklıma.
Ortaköy… O kahve… Biz…
Bugünlerde seni düşünüyorum sık sık, neden?
Yutkunamadım.
Ağlayamadım.
Sadece yumruğumu sıktım.
Ve o an anladım…
Bunlar Umay’ın sözleriydi.
Bunlar, bana asla ulaşamayacak fısıltılarıydı.
Ben bir hayalet olmuştum.
Ve Umay, bir hayaleti sevmeye mahkûmdu.
Bulutlara baktım.
Umay…
Kokusunu özlemiştim. Düşmanın ortasında, ölümü ensemde hissederken bile en çok onu özlemiştim.
Bir an gözlerimi kapattım. O sabahlar geldi aklıma.
Saçlarını omzuma bırakıp uyuduğu, gözlerini araladığında bana gülümsediği sabahlar… Şimdi o gülümseme kime dönüktü?
Aybars…
Oğlum.
Oğlum hangimize benziyordu acaba?
Gözleri annesi gibi derin miydi?
Yoksa benim gibi sessiz mi bakıyordu hayata?
Beni tanımıyordu. Benim sesimi duymamış, ellerimi tutmamış, nefesimi hissetmemişti.
Ve ben, babasının öldüğünü sanan bir çocuğun babasıydım artık.
Tim… Ne durumdaydı?
Burak, Ulaş, Kerim, Mustafa Kemal… Onlar hâlâ benim için savaşıyorlar mıydı?
Yoksa onlar da beni öldü kabul edip, yasımı bitirmişler miydi?
Gözlerimi açtım.
Gökyüzü bomboştu.
Ve ben, hiçliğin ortasında Umay’ı, oğlumu ve kaybettiğim her şeyi düşünerek bir adamı öldürmeye gidiyordum.
Gökyüzünde bulutlar ağır ağır akarken, gözlerim doldu.
Sessizce.
Önce boğazım düğümlendi, sonra içimde bir yer sızladı. Sonra gözyaşlarım, hiç ses çıkarmadan yanaklarıma süzüldü.
Umay…
O kadar uzaktaydı ki artık, onu düşündüğümde bile sanki bir yabancıyı hatırlıyormuşum gibi geliyordu.
Ama kokusunu unutmadım.
Sesini unutmadım.
Bana dokunduğu anları, Aybars’ın cinsiyet partisinin olduğu günü unutmadım.
Özlemek…
Bunun ne demek olduğunu, ancak sevdiğini öldü bilenler anlar.
Ben Umay’ı unutmadım.
Ama Umay, beni unutmaya çalışıyordu.
Ve bu gerçekle, canım öyle çok yandı ki, o an ölmek istedim.
Ama ölmek bile bir lükstü bana.
Ben yaşamak zorundaydım.
Ve bu laneti, sonuna kadar taşımaya mahkûmdum.
Gözyaşlarımı silmedim. Aksın istedim. Çünkü ne kadar silersem sileyim, Umay içimden silinmeyecekti.
Uçak rüzgârı yararak ilerlerken, içimde bir fırtına kopuyordu. Özlemek mi daha ağırdı, yoksa unutulmak mı? Bilmiyordum. Ama bildiğim tek şey, bu görevin beni Umay’a daha da uzaklaştıracağıydı.
Umay…
Oğlum Aybars… Beni hiç tanımayacak bir çocuk.
İlk kelimesi ne olacaktı acaba?
İlk gülüşü kimeydi?
Düşerken kimi çağıracaktı?
Ben orada olmalıydım. Babasının öldüğünü sanan bir çocuğun babası olmak, bir adamı kaç kez öldürürdü?
Ellerimi yumruk yaptım. Kendi duygularımla savaşmak, bir düşmanla savaşmaktan daha zordu.
Yanımda oturan Gölge1 sessizce bana baktı. Uzun zamandır izliyordu. Ama ne düşündüğünü bilmiyordum. O zaten duygularını göstermeyen adamlardandı.
Bir süre sustu, sonra kısık bir sesle konuştu.
"Eğer kafan başka yerdeyse, bu görevi bitiremeyiz, Altay."
Başımı çevirdim, ona baktım. Altay…
Bu isim artık benim değil. Ama hâlâ kim olduğumu bilmiyorum.
Sesim soğuk çıktı. "Bunu bana öğretme. Ben geri dönmeyeceğim bir göreve çıkıyorum. Kafamın nerede olduğu seni ilgilendirmez."
Gölge1 başını eğdi, "Bunu sen de bilmiyorsun," dedi sadece.
Ve belki de haklıydı.
Biliyordum… Kaos’u yok etmeden geri dönemem.
Ama bir ihtimal daha vardı. Kaos, beni yok ederse…
O zaman gerçekten, her şey biterdi.
“Bana Harry de,” dedi Gölge1, sesi hâlâ aynı soğuklukta. “Senin asistanınım bu süreçte.”
Gözlerimi aynadan ayırmadan başımı hafifçe salladım. Asistan ha?
Gerçekte kim olduğunu biliyordum. O sadece bir asistan değildi. Beni gözetleyen, her adımımı takip eden, gerekirse bir tetikçi kadar soğukkanlı olabilecek bir gölgeydi.
Asansör durdu. Kapılar açıldı, lüks otelin en üst katındaki süite adım attım.
İçeri girdiğimde, gösteriş beni boğacak gibiydi. Altın detaylı mobilyalar, tavandan sarkan dev kristal avize, camdan dışarı bakınca Las Vegas’ın neon ışıklarının göz alıcı parıltısı.
Ama içimde hâlâ o eski boşluk vardı.
Harry arkamdan kapıyı kapattı, çantasını bir kenara koyup bana döndü. “Odada her şey dinleniyor olabilir. Gereksiz konuşma yapma.”
Yüzüne baktım, hafifçe gülümsedim. “Benim için gereksiz konuşma diye bir şey yoktur.”
Harry gözlerini kıstı, ama hiçbir şey söylemedi. O bir gölgeydi, ben ise artık adı bile değişmiş bir yabancı.
Şimdi oyuna başlama zamanıydı.
Harry, içeri girdiğimiz gibi sessizce çantasını açtı ve böcek avına çıktı.
Böcek dediği, dinleme cihazlarıydı.
Gözlerimle onu takip ettim. Ne bir tereddüt, ne bir yanlış hareket. Profesyoneldi.
İlk cihazı masanın altından çıkardı. Sonra duvardaki bir tabloyu kaldırdı, arkasında küçücük bir mikrofon saklıydı. Sonra avizeye, koltukların altına, televizyonun içine, hatta banyodaki havalandırmaya baktı.
Her yerdelerdi.
Harry bir süre durdu, gözlerini kısarak tavan köşesine baktı. Sonra yavaşça tırmanıp bir duman dedektörünü söktü.
Altında bir cihaz vardı. Yüzünde en ufak bir şaşkınlık bile belirmedi.
Tam 25 farklı noktada böcek tespit etti.
Beni izlediler. Beni dinlediler.
Ama bu beklediğim bir şeydi. Ben zaten ölüyken, kim beni gerçekten hayatta bırakırdı ki?
Harry, elindeki cihazları sessizce masaya koydu. “Senin her kelimen kaydediliyor,” dedi sakin bir sesle. “Her hareketin izleniyor.”
Gülümsedim. “O zaman onlara izlemeye değecek bir şey verelim.”
Çünkü ben buraya saklanmaya değil, kaosu yok etmeye gelmiştim.
Role başlamıştık.
Harry ile otelin geniş salonunda karşılıklı oturduk. Sesimiz, bizi dinleyen kulaklara ulaşsın diye biraz daha yüksek çıkıyordu.
"Bu ülke," dedim gözlerimi kısarak, "sınırlarını aşan bir güç olmaya başladı. Tehlikeli bir yükseliş içindeler."
Harry başını salladı, sanki uzun zamandır bu konuda fikir sahibiymiş gibi. "Evet," dedi ağır bir tonla. "Onları durdurmak lazım. Ama herkes korkuyor. Türkiye artık sadece bir bölgesel güç değil. Küresel dengeleri değiştirmeye başladı."
Gülümsedim, sigaramın ucunu küllüğe bastırırken. "Durdurulamaz hiçbir güç yoktur," dedim. "Önemli olan doğru hamleleri yapmak."
Harry arkasına yaslandı, ellerini birleştirip yüzüme baktı. "Senin bağlantıların var," dedi. "Paran da var. Ama ne kadar ileri gidebilirsin?"
Gözlerimi ona diktim. "Benim gidemeyeceğim bir yer yok."
Konuşmalarımız bizim için sadece bir tiyatroydu. Ama bizi dinleyenler için? Onlar burada büyük bir planın konuşulduğunu sanacaklardı.
Ve böylece, Khaos’un dikkatini çekmeye başlamıştık.
"Harry, biraz gevşemeye ihtiyacım var," dedim sigaramın dumanını havaya üfleyerek. "Gel, gece kulübüne inelim, birkaç kadeh bir şeyler içelim."
Rol icabıydı.
Beni izleyen gözlere, benim gerçekten bu kimliğe büründüğümü göstermek zorundaydım.
Harry başını hafifçe eğdi, yüzünde her zamanki o ifadesiz bakışıyla. "Tabii efendim, nasıl uygun görürseniz."
Ceketimi düzelttim, Rolex saatimi kontrol ettim. Mükemmel bir ilüzyondu bu. Türkiye’nin yetiştirdiği en tehlikeli adamlarından biri, şimdi bir Ortadoğulu iş insanı gibi lüks içinde eğlenmeye gidiyordu.
Ama ben burada sadece içki içmeye değil, iz bırakmaya gidiyordum.
Khaos’un dikkatini çekmeye devam etmeliydim.
Ve en iyi dikkat çeken yer, Las Vegas’ın en karanlık geceleriydi.
"Bugünlerde poker oynadınız mı?" dedi Harry, bana bakarak. Sesi doğal, ama içinde gizli bir mesaj vardı.
Beni dinleyenler için, bu sadece sıradan bir sohbetti. Ama aslında Khaos'a gönderilen bir sinyaldi.
Gülümsedim. Rolümü iyi yapmalıydım. Ah Harry, bilirsin işler yoğundu, hasret kaldım," dedim, elimdeki bardağı hafifçe sallayarak. "Ama bu gece şansımı tekrar denemek istiyorum."
Harry başını salladı, bir sigara yaktı ve dumanını havaya üfledi. "O halde efendim, en büyük masalar sizi bekliyor."
Bu, oyunun yeni perdesiydi.
Ve ben artık bu masada yalnız değildim.
Khaos beni izliyordu.
İçeri girdiğimde, büyük bir loca dikkatimi çekti.
VIP’lerin yeri başkaydı. Burası, sıradan insanların giremediği, gerçek gücün konuştuğu masaydı.
Ve o masanın ortasında, elinde purosuyla oturan bir kadın vardı.
Gözleri keskin, duruşu kendinden emin. Burası ona aitmiş gibi.
Gözlerini bana dikti, göz kırpmadan. Sonra, dudaklarının kenarında beliren hafif bir gülümsemeyle elini kaldırıp beni masasına davet etti.
Bu, sıradan bir davet değildi.
Bu, bana açılan ilk kapıydı.
Gülümseyerek yaklaştım. Adımlarım ağır, kontrollü.
Masasına vardığımda, hafifçe eğilip "Merhaba bayan," dedim. "İsminizi öğrenebilir miyim?"
Kadın puroyu zarifçe dudaklarına götürdü, dumanı yavaşça havaya üfledi.
Gözleri hâlâ bende.
Bu bir sınavdı.
Ve benim bu sınavı geçmem gerekiyordu.
“İsmim Anna,” dedi kadın, sesi derin ve sakindi.
50’li yaşlarındaydı. Ama yüzüne baktığımda, zamanın ona sadece bilgelik kattığını gördüm. Bu kadın bir savaşçının soğukkanlılığına, bir liderin gücüne sahipti.
Elindeki puroyu zarif bir hareketle küllüğe bastırdı, sonra gözlerini gözlerime dikti. Beni tartıyordu.
Ben kimdim?
Gerçekten oynamaya değer biri miydim, yoksa sadece birkaç eli oynayıp kaybolacak bir adam mı?
Bunu görmek istiyordu.
Gülümseyerek sandalyeye oturdum, arkamı yasladım. “Sizinle tanışmak bir onur, Anna.”
Gözleri kısıldı, ince bir tebessüm belirdi. "Onur mu?" dedi hafif alayla. "Onurun burada pek değeri yoktur, Bay…?"
İsmimi söyleme zamanıydı.
Ben artık Altay değildim.
Ve bu kadın, benim kim olduğuma karar verecek ilk kişiydi.
Poker Masası – İlk Oyun
Anna’nın davetiyle poker masasına oturdum. Burası farklı bir dünya gibiydi. Paranın, gücün ve oyunun kesiştiği, en tehlikeli insanların bir araya geldiği bir arena.
Masanın etrafında üç adam daha vardı. Biri takım elbiseli, keskin bakışlı bir iş insanı. Diğeri, yaşını almış ama hâlâ sahada olduğunu belli eden, altın yüzüklü bir adam. Sonuncusu ise Anna’nın sağ kolu gibi duran, gözleri sürekli beni tartan sessiz bir oyuncuydu.
Harry, lozanın biraz gerisinde kaldı. Bu oyuna benim girmem gerekiyordu.
Deste karıştırıldı.
Kartlar dağıtılırken ellerimi dikkatlice masaya koydum. Yavaş hareketler, sabit bir nefes. Eğitimlerim sayesinde poker bana hiç yabancı değildi. Beden dilini kontrol etmek, duygularını saklamak, insanları okumak… Bunlar benim için savaş alanında nişan almak kadar doğaldı.
İlk turda herkes temkinliydi. Bahisler düşük, hareketler ölçülü.
Herkes birbirini tartıyordu.
Bu masada para kazanmak önemli değildi. Bu masada güven kazanmak, oyun içinde oyun oynamak gerekiyordu.
İlk elimi oynadım, kazandım. Fazla agresif değil, ama yetenekli biri olduğumu gösterecek kadar sağlam bir hamleyle.
Anna hafifçe başını salladı, gözleri bende. "Yeni gelen biri için fena değil," dedi puro dumanını havaya üfleyerek.
Gülümsedim. "Şansın da biraz yardımı oldu sanırım."
Altın yüzüklü adam kahkaha attı. "Şans mı?" dedi. "Burada şansa inanan kalmadı dostum."
İkinci el geldi.
Bu kez kartlarım daha riskliydi. Ama amaç kazanmak değil, masadakileri çözmekti.
Adamların nefes alışlarını, el hareketlerini, gözlerini takip ettim. Kim gerçekten oynuyor, kim blöf yapıyor?
Birkaç el daha geçtikçe, herkesin tarzını çözmeye başladım.
Takım elbiseli adam hesapçıydı. Her hareketi mantıklı, soğukkanlıydı. Fazla risk almaz, garantici oynardı.
Altın yüzüklü adam tam bir kumarbazdı. Büyük oynar, kaybetmekten korkmazdı. Ama kontrolsüzdü. Onu manipüle etmek kolay olurdu.
Sessiz adam… O farklıydı. Beni izliyordu. Oyunu umursamıyordu. Beni umursuyordu.
Anna ise…
O bir bilmeceydi. Ama şu ana kadar oyunumdan memnun görünüyordu.
Üçüncü elde biraz daha agresif oynadım. Bahsi yükselttim.
Gözler masaya döndü. İlk defa benim hamlelerimi ciddiye almaya başladılar.
Birkaç el sonra Anna yeniden konuştu. "Gerçekten uzun zamandır poker oynamamış gibisin."
Bu bir sınavdı.
Sigaradan bir nefes aldım, kartlarımı masaya bıraktım. "Öyle ama," dedim hafif bir gülümsemeyle. "Kumar bazen zamansız bir tutkudur."
Anna’nın gözlerinde bir kıvılcım belirdi.
Bu masaya oturduğumda bir yabancıydım.
Ama şimdi, onlar beni gerçekten tanımak istiyordu.
Ve bu ilk adımdı.
Kadın gözlerini gözlerime dikmişti.
Sadece kartları değil, beni okumaya çalışıyordu.
Beni daha yakından tanımaya çalışıyordu ve ben de ona istediğini verdim.
Bir sigara yaktım, dumanı ağır ağır havaya salarken gözlerimi ondan ayırmadım. Burası bir savaş alanıydı ve her kelime bir silahtı.
"Beni merak ediyorsunuz, değil mi Anna?" dedim gülümseyerek. "Masama davet ettiğinize göre sizi tatmin edecek bir şeyler görmüş olmalısınız."
Anna, içkisini yavaşça yudumladı, puroyu parmaklarının arasında çevirdi. Gözlerini benden ayırmadı.
"Senin gibileri çok gördüm," dedi sonunda. "Parası olan, oynayabilen ama asla gerçek oyunu bilmeyen adamlar."
Eğilip masaya yaklaştım, sigaramdan bir nefes daha aldım. "Ve ben onlardan biri miyim?"
Kadın bir an duraksadı, sonra başını hafifçe yana eğdi. "Bunu anlamaya çalışıyorum."
Bu, gerçek soruydu. Ben kimdim?
Ben, gerçekten büyük oynayan biri miydim?
Yoksa sadece bir sahtekar mıydım?
"Ben oyunu severim, Anna." dedim, kartlarıma göz gezdirerek. "Ama benim oynadığım oyunlar biraz daha büyük olur."
İşte o an kadının gözlerinde kıvılcımı gördüm.
İlk defa gerçekten ilgisini çekmiştim.
Bu, masaya oturmaktan fazlasıydı. Bu, Khaos’a açılan ilk kapıydı.
Anna, çapkınca bir bakış atıp puroyu dudaklarına götürdü. Dumanı yavaşça havaya üfledi, gözlerini benden ayırmadan.
"Başına çok büyük bir bela alıyorsun," dedi sesi kadifemsi ve tehlikeli bir tınıyla. "Yani... Beni."
Sırıttım.
"Belayı çekerim, bayan..." dedim, sesimi bir tık daha alçaltarak, etkileyici ve kendinden emin bir tonla.
Anna, masaya yaslanıp beni baştan aşağı süzdü. Bakışlarında bir sınav vardı.
Tehlikeyi test ediyordu. Cesaretimi.
Buraya kadar gelen birçok adam vardı. Parasıyla, statüsüyle ön plana çıkmaya çalışanlar.
Ama ben farklıydım.
Bunu biliyordu. Hissediyordu.
Puroyu küllüğe bastırıp başını yana eğdi. "Göreceğiz bakalım, Bay...?"
İsmimi duymak istiyordu. Ama ona asla gerçeği veremezdim.
Gülümseyerek bardağıma uzandım. "Beni sadece Muhammed olarak bilin," dedim gözlerimi kırpmadan.
O an, Anna’nın yüzünde ince bir tebessüm belirdi. Sınavı geçmiş gibiydim.
Ama bu daha başlangıçtı. Asıl oyun şimdi başlıyordu.
Anna hafifçe kaşlarını kaldırdı, gözlerinde merak ve hafif bir meydan okuma vardı.
“Müslüman mısın?” diye sordu, sesi hem ilgisiz hem de test eder gibi.
Bir an duraksadım. Bu sorunun cevabı, beni ya daha derine çekecekti ya da şüphe uyandıracaktı.
Gözlerimi kısmadan, bakışlarımı onunkilerden kaçırmadan cevap verdim:
"Hayır. Dubaili, Müslüman asıllı bir ateistim."
Cümleyi kurar kurmaz içimden defalarca tövbe çektim.
Ama rol, roldü.
Bu kimliğe büründüm mü, sonuna kadar oynamak zorundaydım.
Anna hafifçe gülümsedi. "İlginç," dedi, parmaklarını bardağının kenarında gezdirerek. "Ateist ama Arap... Bu pek sık rastlanan bir şey değil."
Omuz silktim. "Dünya değişiyor, Anna."
Kadın kahkaha attı, purodan bir nefes daha alıp arkasına yaslandı. "Gerçekten ilgimi çekiyorsun, Muhammed."
O an anladım. Bu kadın beni kabul etmeye başlamıştı.
Ama aynı zamanda beni daha çok test etmek isteyecekti.
Şimdi sadece bu dünyanın kapısından içeri girmiştim. Ama içeride neyle karşılaşacağımı bilmiyordum.
"Evli misiniz?" diye sordu Anna, gözlerini gözlerimden ayırmadan.
Boşandım," dedim, dosyalarda yazan hikâyeyi oynayarak. Bu rolü en iyi şekilde benimsemem gerekiyordu.
Anna dudaklarının kenarında hafif bir tebessümle yaklaştı, kulağıma eğilip fısıldadı:
"Benimle gel, Muhammed. İçeride daha rahat oluruz."
VIP’lerin odasını işaret etti.
Gözlerim işaret ettiği lojanın kapısına kaydı. Burası, gerçek konuşmaların yapıldığı, yüzlerin düşüp maskelerin takıldığı yerdi.
"Hay hay," dedim, hafifçe gülümseyerek. "Bana yol gösterin, bayan."
Anna önünden yürüdü, puro dumanı hâlâ etrafında bir iz bırakıyordu. Ben de peşinden gittim.
Bu, oyunun bir sonraki aşamasıydı.
Ve gerçek sınav, şimdi başlıyordu.
Parmak iziyle içeri girdik. Kapı sessizce açıldı, karşımda başka bir odaya açılan uzun, loş bir hol belirdi.
Bu, sıradan bir VIP odası değildi.
Anna’nın adımları kendinden emindi, beni altın maskelerin olduğu bir bölüme götürdü. Duvarda onlarca farklı maske asılıydı.
Anna, ahşap bir kutuyu açtı ve içinden altın bir tilki maskesi çıkardı. "Burada maske takmak zorunludur," dedi, yüzünde gizemli bir tebessümle.
Bu, kimlikleri sıfırlayan bir ritüeldi.
Buraya giren kişi artık geçmişinden bağımsızdı.
Etrafıma baktım, gözlerim duvardaki maskelere kaydı. Aslan, panter, kartal, tilki, kurt...
Elim kendiliğinden birine uzandı. Kurt maskesi.
Maske elimdeyken Anna bana döndü, gözleri seçtiğim maskeye takıldı. "Vahşi bir şey seçtin," dedi hafif bir alayla.
Gözlerimi maskeye diktim, "Bazı hayvanlar doğası gereği yalnızdır," dedim başımı kaldırarak.
Maskeyi başıma taktım ve etrafıma baktım.
Artık bu dünyanın kurallarına göre oynayacaktım.
Ve gerçek oyun, şimdi başlıyordu.
Altın maskelerin ardında kaybolan yüzler…
Fısıltılar…
Loş ışık, sigara ve puro dumanına karışan ağır bir viski kokusu… Burada herkes bir avcıydı ve herkes bir avdı.
Maskemi taktım. Kurt…
Beni içine çeken bu dünyada ilk adımı atarken, içimde bir şeyler hareket etti.
Bu bir heyecan mıydı?
Yoksa yaklaşan fırtınanın ayak sesleri mi?
Anna maskesini takıp bana yaklaştı. Yüzünü göremiyordum, ama gözlerinin beni incelediğini hissediyordum.
"Hazır mısın, Muhammed?" diye sordu, sesi hafifçe yankılandı.
Bir adım attım, içimde bir ateş yandı.
"Ben doğduğumdan beri hazırım." dedim.
Kapılar açıldı.
Ve ben, artık geri dönüşü olmayan bir oyuna girmiştim...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |