

Umay’ı gördüm.
Görmek mi? Daha çok bir hançerin saplandığı yerden kopup bütün vücuduma yayıldığı bir yangın. Gözlerim kaçmak istedi, ama kaçamadı. Ayaklarım... Ayaklarım asfalta mıhlanmıştı. Gözlerim, onu bir an bile bırakmadı.
Gitsem... gidemem. Kalsam... kalamam.
İlteriş durumu fark etti. Göz ucuyla bana baktı, ama bir şey demedi. Bir selamla Umay’ı yanımıza çağırdı. O geldi. Ama geliş o geliş... Sözler sanki başkalarına söyleniyordu, ama bakışları, her saniye, her kelime, sadece bana.
Beni mi sorguluyordu? Kendine mi?
Her ne yapıyorsa, gözleriyle içimdeki tüm duvarları yıkıyordu. İlteriş konuşuyordu. Ben sustum. Sesim vardı ama kelimelerim yoktu.
Sonra birden... beni kenara çekti.
O an. O tek an.
Bir meydanda gibiydim, yalnız ve çıplak. Savaşçı olmaktan çıkmış, kılıcımı bile unuttuğum bir savaşın içinde buldum kendimi.
“Bu kadar mı hukukumuz yok?” dedi.
Sesi... Zarif bir rüzgâr gibi vurdu, ama içinde fırtına saklı.
“Tek kelime etmeyecek kadar mı nefret ettin benden?”
Bakıştık. O gözler... ah o gözler!
Yıllar geçer de unutmazsın ya bir nehri, bir rüzgârı... Öyle işte.
Onu izledim. Ağzını. Burnunu. Yüzünün her kıvrımını. Çok özlemiştim. Çok...
Ama sonra, birden, içimdeki buzlar yeniden sertleşti. O nehir kurudu. O rüzgâr sustu. Kendime geldim. Dik durdum. Ve sertçe söyledim:
“Yok.”
“Sen benim komutanımın kızısın. O kadar. Umay, aramızda başka hukuk yok.”
Sözlerimden bir bıçak yapıp ona fırlattım. Gözleri... Bir an çatıldı, bir an hırsla parladı. Dudakları titredi. Ama bir şey demedi. Döndü, çekip gitti.
Ve ben...
Ben ayakta kalmaya çalıştım.
Dizlerim titredi. Göğsüm sıkıştı. İlteriş tuttu beni omzumdan. “Oğlum, ne yapıyorsun lan? Kendine gel!” dedi. Ama ne kendime gelebildim ne başka bir şey.
Tim de gelmişti. Herkes sustu. Umay’ın uzaklaşan siluetine baktılar. Ve Burak... O her zamanki gevşek sırıtışıyla, “En güzel ship bu be!” dedi.
Ben mi?
Sustum. Sadece sustum.
Umay uzaklaşırken, o anın ağırlığı üzerime çökmüştü. Sanki vücudumdaki tüm kemikler birer birer kırılmış, içimde bir boşluk oluşmuştu. Onun gidişini izlerken, dizlerimin altındaki toprağın kaydığını hissettim. Ama hareket edemedim. Ne ileri ne geri.
İlteriş omzumdan tutuyordu, sarsmaya devam etti. “Altay! Kendine gel oğlum!” dedi, ama sesinde her zamankinden daha sert bir ton vardı. Onun bu ciddiyeti bile beni uyandırmaya yetmiyordu.
Burak ise her zamanki gibi durumun ciddiyetini anlamaktan çok uzaktı. “Vallahi bu sahneye bir fon müziği lazımdı,” dedi. “Hani şu dram dolu Türk filmlerinde çalanlardan. Tam aşıkların ayrılık sahnesi!”
Eren, Burak’a ters bir bakış attı. “Burak, sus. Gerçekten sus. Bu, senin saçma yorumlarını kaldıracak bir an değil.”
Burak, elini iki yana açtı, masum bir ifadeyle. “Tamam, tamam, sustum. Ama siz de kabul edin, bu işte bir hikâye var.”
O sırada Mustafa Kemal yavaşça yanıma yaklaştı. Gözlerinde o derin, sessiz anlayış vardı. “Altay komutanım,” dedi yumuşak bir sesle. “Bir şey söylemek ister misin?”
Söylemek mi? İçimde fırtınalar kopuyordu, ama kelimelerim yoktu. Ağzımı açtım, ama hiçbir şey çıkmadı. Sadece başımı iki yana salladım.
“Altay,” dedi İlteriş, daha sert bir tonla. “Kendini toparla. Bu kadar dağılamazsın. Senin gibi bir adam... Böyle olmaz.”
Derin bir nefes aldım, ama nefes almak bile acı veriyordu. Gözlerimi İlteriş’e çevirdim, sonra tekrar yere indirdim. “Toparlayacağım,” dedim, ama sesim o kadar zayıftı ki, sanki kendi kulağım bile inanmadı.
Tim sessizce birbirine baktı. Herkes bir şeyler hissediyordu, ama kimse konuşmuyordu. Bu sessizlik, Burak’ın bile sustuğu bir an olmuştu.
Umay’ın uzaklaşan silueti artık görünmez olmuştu, ama içimde bıraktığı izler, sanki dağlar kadar büyüktü. Bir an için o gözleri, o sesi, o sözleri tekrar zihnimde duydum:
“Bu kadar mı hukukumuz yok? Tek kelime etmeyecek kadar mı nefret ettin benden?”
O an, dizlerimde bir titreme hissettim. Bir an için gerçekten yere yığılacağımı sandım. Ama İlteriş’in omzumu sıkması beni ayakta tuttu.
“Altay,” dedi yavaşça. “Biliyorum. Ama ne yapıyorsan, doğru olanı yapmaya çalışıyorsun. Bunun bedeli ağır olabilir. Ama sen, sen bu ağırlığı kaldırırsın.”
Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerinde her zamanki o alaycı ifade yoktu. Bu kez ciddi, hatta anlayışlıydı.
“Altay komutanım,” dedi Burak, bu kez sesinde alışılmadık bir ciddiyetle. “Bazen bir şeyleri söylemek, bir şeyleri yaşamak kadar önemlidir. Belki de bu kadar sustuğun için bu kadar acı çekiyorsun.”
Burak’ın bu sözleri, beklenmedik bir şekilde içime dokundu. Ama hiçbir şey söylemedim. Yine de içimde bir şeyler hareketlenmişti.
“Haydi,” dedi İlteriş, omzumdan çekerek. “Hepimiz buradayız. Ama önce senin burada olman lazım. Kendine gel, Altay.”
Derin bir nefes aldım. Başımı salladım. “Tamam,” dedim. “Tamam.”
Ama içimde hâlâ bir yangın vardı. Ve bu yangın, söndürmesi kolay olmayan bir ateşti.
İlteriş’in omzundan elimi çekip, ona dönmeden seslendim. “Beni yalnız bırak,” dedim, sesim kısık ama kararlıydı. O, ne diyeceğini düşündü bir an. Sonra bir şey demedi. Çünkü en iyi dostlar, bazı şeylerin söylenmesine gerek olmadığını bilir. Sessizce arkasını döndü ve uzaklaştı.
Gözlerim, onun gidişini izlemek yerine yerde bir noktaya takıldı. Ama o an bile Umay’ın bakışları zihnimdeydi. Her adımım, o bakışların ağırlığını taşıyordu. En sonunda, yalnız kalabileceğim tek yere gitmeye karar verdim.
Tepenin zirvesine vardığımda, önümde uzanan Dilek Dağı tüm görkemiyle duruyordu. Sessiz, soğuk, ama bir o kadar da davetkar. Manzara, içimdeki fırtınayı susturur mu bilmiyordum, ama bir anlığına bile olsa bu yükü bırakmak istiyordum.
Kulaklıklarımı taktım. Telefonumdan şarkıyı açtım. “Vurgun yemiş misali gönlüm tutuldu aşka...”
İlk notalar duyulduğunda, içimde bir şeyler kırıldı. Gözlerimi manzaraya diktim, ama gözlerim gördüğünden çok daha fazlasını görüyordu. Dağlar, o bakışın ardındaki duyguları taşıyor gibiydi. Umay’ın sesi, sözleri, gülüşü... Hepsi birden geri geldi.
“Ciğerimden yanıyorum ben bu defa başka...”
Şarkının her kelimesi, içimde yankılanıyordu. O yangın, göğsümde haftalardır taşıdığım ama kimseye göstermediğim o ateş, yeniden alevlenmişti. Ellerimi yumruk yapıp dizlerime dayadım. Nefes almak bile zor geliyordu.
“Velhasıl yüzümde kış dinmedi...”
Evet, yüzümde bir kış vardı. Soğuk ve sert. Ama bu kışın içinde, onun o son bakışı, o sertliği eritmeye çalışan bir güneşti. Ve o güneşi, kendimden saklamaya çalışıyordum.
“Doymadım doyamadım sevmelere seni ben...”
Doyamadım. Çünkü her şey yarım kalmıştı. Çünkü onu her gördüğümde, içimdeki bütün eksiklikler birer birer ortaya çıkıyordu. Çünkü bu yangın, onun gidişiyle başlamış, ama asla bitmemişti.
Dağın tepesinde, rüzgâr yüzüme vuruyordu. Ama o rüzgâr bile içimdeki ateşi söndürmüyordu. Ellerimi saçlarıma götürdüm, gözlerimi sımsıkı kapattım. Şarkının her kelimesi, zihnimin duvarlarına çarpıyordu.
“Kimseyi koyamadım yerine yeniden...”
Hayır, kimseyi koyamadım. Çünkü onun yerine kimseyi koyamazdım. Umay... Sadece bir isim değildi. Sadece bir anı, bir bakış, bir gülümseme değildi. Umay, içimdeki her boşluğu dolduran, ama aynı zamanda her boşluğu yeniden yaratan bir nehirdi.
Şarkı devam ederken, gözlerimi açtım. Dağlara baktım. O an, tüm dünya sessiz gibiydi. Ama içimdeki sesler, bir türlü susmuyordu. Şarkı bittiğinde, kulaklığımı çıkarıp yere bıraktım. Ellerimi cebime sokup, derin bir nefes aldım.
Unutabilir miyim?
Hayır. Çünkü bazı yangınlar, insanın ciğerine işler. Ve o yangınla yaşamak, bazen bir seçim değil, bir zorunluluktur. Ama o an, Dilek Dağı’nın zirvesinde, kendime bir söz verdim.
“Her şey biter, ama bu yangın kalır. Ve bu yangınla yürümeyi öğreneceğim.”
Ayağa kalktım, rüzgâr yüzüme vururken bir kez daha o bakışı hatırladım. Ve sonra, dağların sessizliğinde, o bakışı da rüzgâra bıraktım.
Dilek Dağı’nın zirvesinde, rüzgârın soğuğu yüzüme vuruyordu. Ama içimdeki yangın, hiçbir rüzgarla sönmeyecek kadar büyüktü. Ellerimi cebime soktum, ayaklarımın altındaki toprağı hissettim. Bu yükle daha ne kadar yürüyebileceğimi bilmiyordum. Ama yine de adım atmaya mecburdum. Çünkü başka çarem yoktu.
Rüzgâr, Umay’ın adını taşıyor gibiydi. Sessiz, ama ısrarcı. Onu unutamam diye fısıldıyordu. Onun gözleri, gülüşü, sesi… Hepsi, sanki burada, bu zirvede, gökyüzüne yazılmıştı. Ama yıldızlar, bu hikâyeyi kimsenin okumayacağı bir dile çevirmişti.
Bir adım attım, sonra bir tane daha. Her adımda içimde bir şeylerin kırıldığını hissediyordum. Çünkü bu adımlar, ondan uzaklaşmak anlamına geliyordu. Ve biliyordum, ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım, onun izi hep benimle kalacaktı.
Duraksadım. Gözlerim gökyüzüne kaydı. Gecenin karanlığı, içimdeki boşluğu doldurmaktan acizdi. Rüzgâr, saçlarımı karıştırırken, kalbimde yankılanan bir soruya cevap arıyordum: “Onu sevmek neden bu kadar acıtıyor?”
Cevap yoktu. Çünkü sevgi, sadece mutluluk taşımıyordu. Sevgi, aynı zamanda bir bıçaktı. Beni kesiyor, kanatıyor, ama aynı zamanda ayakta tutuyordu.
Dizlerimin bağı çözüldü. Toprağa oturdum, başımı dizlerime dayadım. Gözlerimden bir damla yaş, yanaklarımı yakarak aşağı süzüldü. O damlayla birlikte, yıllardır biriktirdiğim her şey akmaya başladı. Çünkü burada, bu yalnızlıkta, ağlamak bir zaaf değil, bir özgürlüktü.
“Umay…” dedim, fısıldar gibi. Adını söylediğimde, rüzgâr o ismi alıp götürdü. Belki yıldızlara, belki sonsuz bir boşluğa. Ama o isim, içimde yankılanmaya devam etti.
“Sana hiçbir zaman yeterince cesur olamadım.”
Sesim titriyordu. Gözlerimi kapattım, ama o gözleri, o bakışı hâlâ görebiliyordum. Umay… Yıllarca içimde taşıdığım, ama asla ulaşamadığım bir yıldızdı. Şimdi o yıldızdan geriye sadece soğuk bir ışık kalmıştı.
“Seni sevmek, beni yeniden yaratmak gibiydi. Ama bu yaratılış, hep eksik kaldı.”
Gözlerimi açtım. Ufuk çizgisine baktım. Dağlar, birer mezar taşı gibi uzanıyordu. Her biri, içimde gömdüğüm bir hayali temsil ediyordu. Ama Umay... Umay, gömülemeyecek kadar büyük bir gerçektir.
Bir an için rüzgâr durdu. O an, sanki evren bile nefes almayı unutmuştu. Ve o sessizlikte, içimden bir fısıltı yükseldi:
“Keşke…”
O kelime, her şeyi özetliyordu. Keşke zaman başka türlü işleseydi. Keşke cesur olabilseydim. Keşke ona, gerçek duygularımı söyleyebilseydim. Ama şimdi, bu zirvede, yalnızlığımın tam ortasında, sadece kendime konuşabiliyordum.
Başımı gökyüzüne kaldırdım. Gözlerim, yıldızlara dikildi. “Eğer beni duyuyorsan,” dedim, sesi rüzgâra bırakarak. “Beni bağışla. Çünkü ben, seni sevmeyi başardım, ama seni hak etmeyi başaramadım.”
Ve o an, kalbimde bir şeyler çözüldü. Rüzgâr yeniden esmeye başladı, ama artık daha farklıydı. Sanki içimdeki yangını söndüremese bile, onun küllerini alıp götürmeye çalışıyordu.
Ayağa kalktım. Toprak, ayaklarımın altında sertti, ama içimdeki duygular hala yumuşaktı. Bu zirvede, bu yalnızlıkta, Umay’ı bir kez daha bıraktım. Ama biliyordum, onu asla gerçekten bırakmış olmayacaktım.
Çünkü bazı sevgiler, insanın kaderi gibi taşınır. Ve bu yük, hayat boyu sırtımdan inmez.
Eve döndüğümde, zihnim hala Dilek Dağı’ndaydı. Kapıyı açıp içeri girdiğimde, ayaklarım beni nereye götüreceğini biliyordu. Seccademi serdim, sessizce yatsı namazımı kıldım. Dualar dudaklarımdan dökülürken, içimdeki yangının biraz olsun hafiflediğini hissettim. Ama yine de tam bir huzur değildi bu; sadece biraz daha dayanacak güç.
Duasını bitiren bir adamın sessizliğiyle ellerimi yüzüme sürdüm. Kalktım, ışığı kapattım ve yatağın kenarına oturdum. Telefonum hâlâ sessizdeydi, olduğu yerde masanın üzerinde duruyordu. O an, dış dünyadan tamamen kopmuş gibiydim.
Telefonu elime aldığımda, ekranın ışığı gözümü aldı. Ve işte o an, mesajların bombardımanıyla karşılaştım. WhatsApp grubu: "Altay Baba ve Çocukları." Evet, bu isim Burak’ın eseri.
Gruba bir fotoğraf gönderilmişti. Gözlerimi kısıp baktım. Ben. Seccadede, namazdan yeni kalkmış, derin bir sessizlikle otururken çekilmiş bir fotoğraf. İlteriş’in elinden çıkma olduğu o kadar belliydi ki. Altında bir mesaj:
İlteriş: “Bakın kim Dilek Dağı’ndan dönüp huzuru bulmuş? 🙏😂”
Dişlerimi sıktım. Fotoğrafı çekerken fark etmemiştim bile. İlteriş, sinsice hareket etmiş olmalıydı. Mesajların geri kalanı hızla alt alta dizilmişti:
Burak: “Komutanım, mübarek mi oldunuz yoksa? 😂 Şimdi sizi hacı Altay komutanım mı diyeceğiz?”
Eren: “Burak, sus. Ama Altay komutanım, maşallah... İlham veriyorsunuz.”
Mustafa Kemal: “Yürekten gelen dualar boşa gitmez. Altay komutanım, Allah kabul etsin. 🙏”
Burak: “Tamam, ciddi bir şey söyleyeyim: Bu fotoğraf sanat eseri gibi. Altay komutanım, sizin gibi bir adamın timin lideri olması çok şey ifade ediyor. 🙌 Ama o seccadede biraz daha oturursanız, gökyüzünden vahiy indireceksiniz diye korkuyorum.”
Gözlerimi devirdim. Telefonu masaya bırakmayı düşündüm, ama mesajlar gelmeye devam ediyordu.
Eren: “Burak, abartma. Ama komutanım, gerçekten etkileyici bir görüntü. Bizimle dualarınızda yer verdiğiniz için teşekkürler.”
Burak: “Eren, tamam. Sen şiir yaz, ben mizah yapıyorum. Takım işi bu.”
Fotoğrafın altına bir mesaj daha düştü. Bu kez İlteriş:
İlteriş: “Altay, bir şey demiyorsun. Yoksa biz de mi dua edelim?”
Başımı sallayıp telefonu aldım. Parmaklarım, onlara ne söyleyeceğini düşünüyordu. Sonunda bir cevap yazdım:
Ben: “İlteriş, bu yaptığın sınır ihlali. Fotoğraf çekmek için izin mi aldın? Ayrıca Burak, bir daha böyle bir yorum yaparsan, seni Dilek Dağı’na tek yön biletle gönderirim.”
Hemen cevap geldi.
Burak: “Komutanım, ne diyeyim? Mübarek bir anı paylaşmışsınız. Şimdi sizi biraz güldürmeye çalışıyoruz.”
İlteriş: “Altay, kızma. Sadece timinle paylaştık. Bu aile içinde bir anı. Ayrıca... o fotoğrafta gerçekten huzurlu görünüyorsun. Hepimiz için bu yeter.”
Bir an duraksadım. İlteriş’in mesajı, tüm o mizahın altında bir gerçeklik taşıyordu. Fotoğrafa tekrar baktım. Gerçekten... huzur mu vardı o anda? Yoksa yorgunluk muydu?
Eren: “Komutanım, şaka bir yana, hepimiz sizin gibi olmayı öğreniyoruz. Sayenizde sabır, dua ve liderlik ne demek, görüyoruz.”
Derin bir nefes aldım. Parmaklarım bir mesaj daha yazdı:
Ben: “Sağ olun çocuklar. Ama unutmayın: Liderlik, yalnızca bir duruştur. Önemli olan, o duruşu sizinle paylaşabilmek. İyi geceler.”
Mesajı gönderdim, telefonu kapattım. O gece, timimin her biriyle bir kez daha gurur duydum. Ama aynı zamanda, o fotoğrafın altındaki huzuru bulabilmek için ne kadar daha savaşmam gerektiğini düşündüm.
Sabahın körü. Kahvaltı hazır, masa donatılmış, çay demlenmiş. Tek eksik? İlteriş. Onu uyandırmak için belki yüz kere kapısına gitmişimdir. Kapıyı çal, içeri bağır, hatta kapıyı tekmele. Hiçbir şey fayda etmiyor. Adam, taş gibi uyuyor. Neyse ki, bir süredir bu işin çözümünü buldum.
Mutfaktan bir sürahi buz gibi su aldım. Buz gibi. Suyun içindeki buz küpleri birbirine çarpıyor, adeta kendi intikamlarını almak için ses çıkarıyordu. Gözlerimde şeytani bir parıltıyla İlteriş’in odasına girdim.
Orada yatıyordu. Yorgan, bir tarafı yerde, bir tarafı üstünde. Horlama desen, bir senfoni orkestrası gibi. Yanına yaklaştım. Sürahiyi havaya kaldırdım. “Bu cezayı hak ettin, İlteriş,” diye mırıldandım. Ve suyu döktüm.
Buz gibi su, kafasından başlayarak yatağın her köşesine yayıldı. O an İlteriş, rüyasından fırlamış gibi doğruldu. Ama işin komiği, doğrulur doğrulmaz asker selamı verip tekmil getirdi:
“Üsteğmen İlteriş Yıldırım, emret komutanım!”
Birkaç saniye öylece kaldı. Ben, elimde boş sürahiyle ona bakıyorum. O, kafasından damlayan suyla selam duruyor. Sonunda gözleri bana odaklandı.
“Nağıyon ya?” dedi, sesi hala uykulu ama yüzünde şokla karışık bir öfke vardı.
Omuzlarımı silktim. “Seni kahvaltıya çağırdım. Tam yüz kere. Ama dinleyen kim? İşte böyle cezalandırılır.”
Bir an daha bana baktı, sonra dişlerini sıkarak titremeye başladı. “Titriyorum lan! Banyoya gidiyorum!” dedi ve yorganı kenara atıp banyoya koştu.
Ben ise elimde sürahiyle kapının önünde dikildim. Banyodan gelen su sesiyle birlikte kendi kendime gülüyordum. Ama bir dakika sonra, banyodan bir çığlık geldi:
“Yandım Allah!”
Banyodaki sıcak suyun fazlasıyla sıcak olduğunu fark etmişti. İlteriş’in sesi koridorda yankılanırken, yüzümde istemsiz bir sırıtma belirdi. Sürahiyi mutfağa geri götürdüm ve kahvaltı hazırlıklarına geri döndüm.
Buz gibi sudan sıcağa, İlteriş’in bu sabahı unutamayacağı kesindi. Ama unutmasın da. Çünkü bu, kahvaltıya geç kalanların hak ettiği bir ders. Ve kahvaltıya gelmezse, daha neler yapacağımı hayal bile edemezdi.
Menemeni masaya bıraktım. Dumanı üstünde, tam kıvamında bir menemen. Soğanlı mı, soğansız mı tartışmalarına girmeye gerek yok. Ben yaptım, benim usulüm. Çayın altını kıstım, tam demlenmiş. Ama İlteriş? Hâlâ yok.
Adam banyoda suyla savaşıyor olmalıydı. Bekleyecek sabrım kalmadı. Oturdum, kaşığı aldım ve başlamaya karar verdim. Çünkü beklemek benim işim değil. Hele ki menemenin başında.
İlk lokmayı ağzıma attım. Tereyağının kokusu, domatesin hafif ekşiliği ve yumurtanın yumuşak dokusu… İşte hayatın gerçek zevki bu. Ama o an, koridordan gelen ağır adımları duydum. İlteriş nihayet banyodan çıkmıştı.
Odaya girdi. Saçları hala ıslak, yüzünde somurtkan bir ifade. Oturdu, ama oturması bile sanki bir protesto gibiydi. Sandalyeyi hafifçe çekip, üzerindeki yorgunluğu masaya bıraktı. Bana bir bakış attı, ama tek kelime etmedi.
Kaşığıma bir parça daha menemen aldım, ama bakışlarını görmezden gelemedim. “Ne oldu, İlteriş?” dedim, dudaklarımın kenarında hafif bir gülümsemeyle. “Buz gibi suyun şokunu atlatamadın mı?”
O, kaşığını alırken homurdandı. “Altay, bir gün bu yaptıklarının hepsini geri ödeyeceğim. Sabah sabah hem buz gibi suyla uyan hem de kaynar suyla haşlan. Bu nasıl bir hayat?”
Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Bak,” dedim, menemeni göstererek. “Hayatın tatlı yanı da var. Mesela menemen. Yersin, rahatlarsın.”
Kaşığını menemene daldırdı, ama hala surat asıyordu. İlk lokmayı aldıktan sonra yüzündeki ifade biraz yumuşadı. “İyi yapmışsın,” dedi, istemeyerek. “Ama bu seni affettiğim anlamına gelmiyor.”
Çay bardaklarını doldururken, alaycı bir tonla cevap verdim. “Affetme meselesi değil bu, İlteriş. Bu bir eğitim. Disiplin. Sabah kahvaltısını kaçıranlara hayatın sert gerçeklerini hatırlatma yöntemi.”
O, çay bardağını alırken bana bakış attı. “Disiplin ha? O zaman ben de seni sabahın köründe kaldırıp kilometrelerce koşturduğumda disiplin diyelim. Bu günleri özleyeceksin.”
Gülerek çayımı aldım. “Hadi bakalım, dene şansını. Ama unutma, ben uyanırım. Sen ise... buz gibi suyla uyanıyorsun.”
O an, masadaki sessizlik yerini hafif bir gülümsemeye bıraktı. İlteriş, hala somurtuyordu, ama menemenin tadı, suratındaki bulutları biraz olsun dağıtmıştı. Kahvaltı devam ederken, onun suratını izleyerek bir kez daha düşündüm: Bu adamla aynı masada olmak, sabahları anlamlı kılan şeylerden biri.
Hava, o yorgun operasyon gecelerinden biri gibi ağır. Yol sessiz. Tim arada bir gülüşüyor, Burak yine bir şeyler geveliyor, ama benim içimde fırtına kopuyor. Gözlerim yola bakıyor ama zihnim... zihnim Umay’ın o sözlerine takılı kalmış.
Elimi cebime attım. Bir sigara çıkardım. Çakmağı çaktım. Ateşin kıvılcımı bir an yüzümü aydınlattı. Derin bir nefes aldım, ciğerlerime duman doldu. Belki de yanan tütün değil, içimdeki yangındı.
İlteriş’in bakışlarını hissettim o an.
Başımı çevirdim, gözlerini bana dikmiş, sustu. Sonra o tok sesiyle konuştu:
“Altay, hani sen içmezdin sigara? Bak, bu kaçıncı denk geliş. Napıyorsun abicim, farkında mısın?”
O an durdum.
Sigara elimdeydi, ama ne diyeceğimi bilemedim. Bir anlık bir boşluk, bir duraksama. Gözlerimi kaçırdım, derin bir nefes daha çektim. Duman, boğazımdan geçerken bile sanki bir şeyleri yutmaya çalışıyordu.
“Bilmiyorum,” dedim sonunda. Sesim kısık, kendi kulaklarım bile zor duydu.
“Bilmiyorum İlteriş. Sadece... öyle işte.”
İlteriş sustu. Ama gözleri konuşuyordu. O bakışlarda bir şey vardı, bir anlam. Sanki ne demek istediğimi anlıyordu, ama yine de konuşmamı istiyordu. Ben ise kelimelerden kaçıyordum.
Yol devam etti. Sigara elimde yanıp kül oldu. Ama içimdeki o ateş, hiçbir zaman sönmedi.
Herkes birer birer dağıldı, kendi köşelerine çekildi. Sessizlik sokakları doldurmuştu. Tim’in şakalaşmaları, Burak’ın gevrek gülüşü, her şey bir anda geride kalmış gibiydi. İlteriş’le ben kapıyı açıp içeri girdik.
Ev dediğim, dört duvar bir çatı. Ama savaşın ardından insan dört duvarı da kutsal sayıyor. Botlarımı çıkardım, montumu askıya astım. İlteriş de bir köşeye oturdu, sessizce ayakkabılarının bağcıklarını çözdü. Ama göz ucuyla beni izliyordu, farkındaydım.
Kafamda yine o cümleler dönüyordu:
“Bu kadar mı hukukumuz yok?”
Yutkunuyordum, ama o sözler boğazıma düğüm gibi oturmuştu. İçimde bir sızı vardı. O kadar tanıdık bir sızı ki, adı bile yoktu.
O an karar verdim.
Lavaboya gidip yüzümü yıkadım, alnımı suyla serinlettim. Bir an aynaya baktım. Gördüğüm yüz, benim yüzüm değil gibiydi. Gözlerimde yorgunluk, içimde koca bir dağ gibi biriken kelimeler... Ama susmaya mahkûmdum.
Yatsı ezanı yankılanırken, odaya geçtim. Seccadeyi serdim. Ellerimi kaldırdım. O anda gözlerimden yaşlar süzüldü, istemsizce. Dualarım, sessizce gökyüzüne karıştı:
“Allah’ım... Beni bu yükten kurtar. İçimdeki yangını söndür. Kalbimi serinlet. Ne yapmam gerektiğini göster.”
Namazımı bitirip tesbihime uzanacakken İlteriş belirdi kapıda. Elinde kendi tespihi vardı, ağır ağır sallıyordu. Bir şey demeden içeri girdi, yanımda yere oturdu. Tespihini uzattı bana.
“Al, Altay,” dedi. “Benim tespihim sana emanet. Sen şu sıralar daha çok ihtiyacındasın gibi.”
Tesbihi elime aldım. Ahşap boncukların soğukluğu avucuma doldu. Ama içimdeki yangını soğutmaya yetmedi.
İlteriş bir süre sustu. Ama ben onun suskunluğunu tanıyordum. Söylemek istediği bir şey vardı. Ve sonunda konuştu:
“Altay, oğlum... neyin var? Sen böyle değildin. Bu kadar içine kapanmazdın. Neyin seni böyle yıktığını bana söylemeyecek misin?”
Başımı eğdim. Gözlerim yerde, dilim tutulmuştu. Birkaç saniye sustum. Ama İlteriş bekliyordu. Sonunda ağır ağır konuştum:
“Abi... bilmiyorum. Her şey karışık. Kafam... içim... Sanki boğuluyorum. Bir çıkış arıyorum ama bulamıyorum.”
İlteriş derin bir nefes aldı. Ellerini dizine koyup başını öne eğdi.
“Bazen insanın içinde taşıdığı yük, omuzlarından daha ağır olur,” dedi. “Ama oğlum, o yükü tek başına taşımak zorunda değilsin. Anlat bana. Kim bilir, belki bir çözüm buluruz. Ya da en azından, hafiflersin.”
Ona bakamadım. Gözlerim hâlâ yerdeydi. Ama o konuşmaya devam etti:
“Bak Altay, ben seni çocukluğundan beri tanırım. Her zaman güçlü oldun. Ama bazen güçlü olmak, susmak değildir. Bazen güçlü olmak, içindekini dökmektir. Yoksa bu yangın seni bitirir.”
O an bir şeyler kopacak gibiydi içimde. Ama kopmadı. Sadece başımı salladım. “Sağ ol abi,” dedim. “Ama... bunu anlatmak o kadar kolay değil.”
İlteriş, omzuma bir elini koydu.
“Ne zaman istersen, ben buradayım,” dedi.
Sonra kalktı, bana biraz daha zaman verdi. Ama tespihi bırakmadım. Boncukları bir bir çekerken dualar mırıldandım:
“Allah’ım... içimdekini biliyorsun. Beni doğru yola çıkar. Ne yapmam gerektiğini göster.”
Ve o gece...
Yine uykusuz geçti. Gözlerimi her kapattığımda Umay’ın bakışlarıyla karşılaştım. Ve her defasında, İlteriş’in sözleri yankılandı:
“Bu yangın seni bitirir, Altay.”
Yarbayımın kızı…
Yan gözle mi bakacaktım?
Bu düşünce bile içimde koca bir uçurum açıyordu. Her adımda, her bakışta, her sustuğumda... O uçurum büyüyor, beni daha da derinlere çekiyordu.
O gece yatağıma uzandım. Ama uyumak mı?
Mümkün değildi. Gözlerim tavana dikili, düşüncelerim bir sel gibi kafamda dönüp duruyordu. İçimde bir sızı, ama nereden geldiğini bilmediğim bir yara gibi. Ne dokunabiliyorum ne iyileştirebiliyorum.
Birden o türkü geldi aklıma. Ruhumda Sızı.
Mırıldanmaya başladım, sesim kısık ama titrek. Her kelimesi, içimdeki acıyı biraz daha deşiyordu:
“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı...”
Pencereden dışarı baktım. Gece karanlığı bir deniz gibi önümüzde uzanıyordu. Ay ışığı her zamanki gibi parlak, ama benim için o ışık... Umay’ın gözlerinden başka bir şey hatırlatmıyordu.
“Görünmez bir yara acısı çoktur
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy
Ruhumda sızı oy oy...”
Sözler dökülürken dudaklarımdan, içimdeki boşluk daha da büyüdü. Saplandı sineme görünmez bir ok.
Bu nasıl bir yara? Kurşun yok, kan yok. Ama acısı... insanın tüm varlığını söküp alacak kadar derin.
Ayağa kalktım, pencerenin önüne geçtim. Sokak lambasının soluk ışığında bomboş sokağı izledim. Her adım, her sessizlik, içimdeki feryadı daha da büyütüyordu.
“Kurşunsuz hançersiz kansız bir yara
Hiç bir tabip buna bulamaz çara...”
Elimi duvara yasladım. Dışarıdaki sessizlik, içimdeki fırtınaya inat, öyle derin ki. Gözlerim doldu. Dudaklarım titredi. Ama ağlamadım.
Ağlasam da bu dert geçmeyecek. Bunu biliyorum. Çünkü bu yara, bedenimde değil. Bu yara ruhumda.
Birden o türküdeki sözler bir ok gibi saplandı zihnime:
“Keşke Mansur gibi çekseler dara
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy...”
“Keşke,” dedim kendi kendime. “Keşke bir darağacı olsa, bir savaş olsa, bu acıyı bedenimle taşısam. Ama yok. Bu, başka bir şey. Bu, ruhumu saran bir yangın.”
Bir süre daha pencerenin önünde durdum. Türküyü sessizce tamamladım. Her dizesi bir çığlık, her notası bir yara.
Sonunda, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Ama o nefes bile yetmedi. Bu yangını söndürmeye yetmedi.
Yatağıma geri döndüm. Ama uyumak hâlâ mümkün değildi. O türkü hâlâ zihnimde dönüyordu:
“Doktoru lokmanı yok ilacı yok...”
Ve o gece de, bir kez daha, Umay’ın bakışlarıyla sabaha kadar döndüm durdum.
Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan o garip sessizlik, içimdeki karmaşaya inat bir huzur vaat ediyordu. Ama o huzur... ulaşılmaz bir hayal gibiydi.
Saatin beşi olmuştu. Gözlerim kapanmak için çırpınıyor, zihnimse Umay’ın o sözlerini tekrarlayıp duruyordu:
"Bu kadar mı hukukumuz yok?"
Bir yanım uyumayı istiyordu, bir yanım bu düşüncelerden kaçmayı. Ama hiçbir yanım başarılı olamıyordu.
Kalktım. Yatak, zaten bu gece bana ait olmamıştı. Çekyatın köşesinde bırakılmış yorgana bakarken bir an gülümsedim. Gülümsemek, içimdeki yükü azaltmasa da, sabahın ağır havasına karşı bir dirençti belki.
Mutfağa geçtim. Ocağı yaktım. Çaydanlıkta su fokurdamaya başlarken, düşüncelerim yine Umay’a kaydı.
“Neden bu kadar derinlere iniyor bu kelimeler? Bir cümlenin ağırlığı bu kadar mı büyük olur?”
Yumurtaları kırarken, bir yandan masayı hazırlıyordum. Tabaklar, bardaklar... Her şey olması gerektiği gibi yerleştirildi. Ama içimdeki düzensizlik, masadaki düzenle dalga geçiyor gibiydi. Çaydanlıkta su kaynadı. Demliği yerleştirirken, ocağın başında bir an durup pencereden dışarı baktım. Sokak hâlâ uykudaydı. Gecenin kalıntıları, sabahın ilk ışıklarıyla mücadele ediyordu.
İlteriş içeri girdiğinde, bakışlarından uykunun izleri hâlâ silinmemişti. Ama beni görünce kaşlarını çattı. Bir süre sustu. Sonra o bildik, sert ama dostane sesiyle sordu:
“Altay, sen neden hâlâ ayaktasın? Geceyi hiç uyumadan mı geçirdin?”
Bir cevap aradım. Ama o an... verecek hiçbir şey bulamadım. Çünkü ne desem, içimdeki o boşluğu doldurmayacaktı. Gözlerimi kaçırdım, elimle masayı işaret ettim:
“Kahvaltı hazır,” dedim sadece.
İlteriş bir süre daha baktı bana. Gözleri, sorgulayan bir komutanın gözleri gibi değil, bir arkadaşın, bir ağabeyin gözleriydi. Ama yine de yüzündeki ifadeyi değiştirmedi.
“Sen kendini bu kadar yıpratacaksan, kimseye faydan olmaz Altay,” dedi sonunda.
Sözlerine bir cevap veremedim. Sessizce masaya oturdum. İlteriş de karşıma geçti. Çayı doldurdu. Masadaki her şey tamamdı ama benim iştahım, tıpkı içimdeki huzur gibi, kayıplardaydı.
“Ye,” dedi İlteriş, sesi bu kez yumuşaktı ama yine de otoriter bir ton taşıyordu.
Elimle bir dilim ekmek aldım. Biraz peynir, biraz zeytin. Her lokma, boğazımdan geçerken sanki taş yutuyordum.
Masada sessizlik hüküm sürüyordu. Sadece çatal bıçak sesleri ve çayın buharıyla yükselen o hafif çıtırtı... Ama bu sessizlik, benim zihnimdeki gürültüye meydan okuyamazdı. Umay’ın sesi, masadaki her sessizlikte yeniden yankılanıyordu.
Kahvaltıyı bitirdiğimizde İlteriş ayağa kalktı. Bir süre beni izledi, sonra başını salladı. “Toparlan, çıkıyoruz,” dedi. Ben de kalktım. Montumu alıp kapıya yöneldim. Jeep Wrangler JK’mız garajdaydı.
Direksiyona geçtiğimde, İlteriş yan koltuğa oturdu. Arabayı çalıştırdım. Motorun sesi, bir süreliğine içimdeki düşünceleri bastırdı. Ama Umay...
“Bu kadar mı hukukumuz yok?”
O söz, motorun uğultusunun arasından bile sıyrılıp zihnime kazınıyordu.
Yola çıktık. Sabahın serin havası, pencereden içeri süzülüyordu. Sokaklar, uyku mahmurluğunda hâlâ sessizdi. Gözüm yolda, elim direksiyonda, ama zihnim Umay’daydı. İlteriş’in bana bakışlarını hissediyordum. O bakışlarda bir dostun endişesi vardı. Ama o da bir şey demedi.
Karargâha yaklaştığımızda, içimdeki ağırlık daha da büyüdü. Jeep’i park ettim. İlteriş, koltuğunda bir süre daha oturdu.
“Altay,” dedi, sesindeki ton, o bildik sertliğini bir anlığına kaybetmişti. “Bir şey söylemeyecek misin? Bu hâlinle nereye kadar gideceksin?”
Cevap veremedim. Başımı salladım, derin bir nefes aldım. Ve sonra, direksiyondan inip karargâhın kapısına yöneldim. İlteriş arkamdan yürürken hâlâ bana bakıyordu.
O gün de diğer günler gibi geçecekti. Ama içimdeki bu fırtına... Her geçen gün biraz daha büyüyecek, biraz daha beni yutacaktı. Çünkü Umay’ın o sözleri, zihnimde yankılanmaya devam ediyordu:
"Bu kadar mı hukukumuz yok?"
Yolda sessizdim.
Direksiyonun başında, asfaltın monotonluğuna sığınmıştım. Motorun düzenli sesi, içimdeki karmaşayı yatıştırmasa da en azından ona bir ritim veriyordu. İlteriş yanımda oturuyordu, koltuğa yayılmış, bir eliyle pencereden dışarıyı izliyordu. Bazen başını çevirip bana bakıyor, ama bir şey söylemiyordu. O bakışlarda, dostane bir endişenin sessizliği vardı.
Birden elini uzatıp radyoyu karıştırmaya başladı. Parmakları düğmelerin üzerinde gezinirken, bir süre rastgele frekanslarla oynadı. Sesler, cızırtılar ve melodiler birbiri ardına geçti. İlteriş bir şey arıyordu. Ve sonunda buldu.
Radyodan yükselen ilk notalarla birlikte, İlteriş’in yüzünde bir gülümseme belirdi. Atabarı’nın o tanıdık, coşkulu melodisi arabayı doldurdu.
"Bağçesi var bağı var,
Ayvası var narı var,
Atamızdan yadigar,
Bizde atabarı var..."
İlteriş coşkuyla eşlik etmeye başladı. Bir eliyle tempo tutuyor, diğer eliyle dizine vuruyordu. Sesi, melodiyle uyum içinde yükselirken, o sert mizacı yerini bir anlığına çocukça bir heyecana bırakmış gibiydi.
“Altay!” dedi birden, sesinde bir canlılık vardı. “Hadi oğlum, katılsana! Bu bizim türkümüz, atalarımızdan yadigâr!”
Başımı çevirdim, ona baktım. Gözlerimde bir şeyler birikiyordu, ama ne olduğunu anlayamıyordum. İlteriş’in yüzündeki o coşku, içimde yıllardır bir köşeye sıkışmış bir duyguyu harekete geçirdi.
Doğduğum yeri hatırladım. Artvin.
Bildiğim çok az şey vardı kendimle ilgili. Ama bu... Bu, bir şekilde bana aitti. Artvin’in dağları, yaylaları, o türkülere yansıyan sevinci ve hüzünleri...
Bunları hiç yaşamamıştım belki. Ama kanımda, iliklerimde bir yerlerde vardı.
"Uzun uzun kamışlar,
Benim ela gözlümü,
Gurbete yollamışlar..."
Melodi devam ettikçe, İlteriş’in neşesi büyüyordu. Dizine vurduğu elinin sesi, melodinin ritmine karışıyordu. Gözleri ışıl ışıldı, dudakları sürekli kıpırdıyordu. Onu böyle görmek... Beni bir şekilde kendime getiriyordu.
Bir an, direksiyonu sıkıca kavrarken, gözlerimde biriken yaşlar yanaklarıma düşmeden yutkundum. Gözlerimden sıyrılan buğuyu temizledim ve başımı sallayıp gülümsedim. İlteriş’in coşkusu, benim içimdeki o derin boşluğu bir an için doldurmuştu.
“Görüyor musun Altay?” dedi İlteriş, sesi hâlâ neşeli ama bu kez biraz daha ciddi bir tonda. “Bizim köklerimizde sevinç de var, hüzün de. Ama her zaman ayağa kalkıp devam etmek var. Atabarı işte bu! Atalarımızdan bize bir ders gibi.”
Başımı salladım. Gözlerim yine yola döndü. Ama artık o asfalt, biraz daha anlamlıydı.
“Doğduğum yer,” diye mırıldandım. İlteriş bunu duymadı belki, ama ben söyledim. Çünkü bu küçük bilgi, bu küçük bağ, bir an için beni köksüzlükten kurtarmıştı.
"Bura baba evidir,
Tahtaları kevidir,
Çalın vurun oynayın,
Burası düğün yeridir."
İlteriş son dizesini söylerken bana döndü. Gözlerimdeki yaşları fark etti mi bilmiyorum. Ama onun coşkusuna bir an için katıldım. Güldüm. Öyle içten, öyle gerçek bir gülüş...
Belki de uzun zamandır ilk kez.
Jeep’in motoru hâlâ düzenli bir ritimde çalışıyordu. Ama artık içimdeki o ritim de bir şekilde onunla uyum sağlamıştı. Ve ben, bu sabahın o melodiyle biraz daha anlamlı hale geldiğini hissettim.
Sabah spor salonuna girdiğimizde, içeride ter kokusuyla birlikte bir disiplin havası vardı.
Her zaman olduğu gibi, herkes işine odaklanmıştı. Ağırlıklar yer değiştiriyor, mekiklerin ritmik sesi kulakları dolduruyordu. İlteriş salona girdiğinde gözleri bir radar gibi timi taradı. Hata aramıyordu; sadece sessiz bir kontrol, görünmeyen bir emir gibiydi bakışları.
Ben de bir köşede mekik çekmeye başladım. Yorgundum. Gözlerim hâlâ gecenin izlerini taşıyordu, ama burada durmak gerekiyordu. Disiplin her şeyden önce gelirdi. Disiplin, zihnimdeki karmaşayı bir nebze olsun bastırmanın tek yoluydu.
Tam o sırada Burak’ın sesi salonu doldurdu.
“Komutanım, Altay komutanım! Size buranın kralını göstereyim mi?” dedi.
Herkes bir an durup ona baktı. Burak, elinde üç kiloluk bir dambılla, öyle dramatik bir pozdaydı ki sanki bir film afişinden fırlamış gibiydi.
İlteriş, her zamanki sakin ama sert sesiyle, “Burak, senin kral olduğun tek yer, aynanın karşısıdır,” dedi.
Birkaç kişi hafifçe güldü, ama kimse işi bırakmadı. Çünkü burası bir spor salonuydu. Burada çeneler değil, kaslar çalışırdı.
Burak ise durmadı. Elindeki dambılı yere koyup salonun ortasına çıktı.
“Arkadaşlar, tamam, şaka bir yana,” dedi, sanki ciddi bir şey söyleyecekmiş gibi. “Ama şu barları kaldıranların yüz ifadelerine bir bakın. Hepimiz savaşın en sert anlarında bile böyle acı çekmedik! Ağırlık kaldırmak mı, yoksa kendimizi işkenceye mi teslim ediyoruz?”
İlteriş’in kaşları hafifçe kalktı. “Burak,” dedi. “Eğer bu kadar konuşacak enerjin varsa, sana yirmi şınav daha ekleyelim. O enerji boşa gitmesin.”
Burak hemen toparlandı. Selam verdi. “Emredersiniz komutanım!” dedi, ama hemen ardından ekledi: “Ama ben konuşmasam, bu salon çok sıkıcı olmaz mı? Yani, moral de önemli, değil mi?”
Bu sefer İlteriş ona döndü. Gözlerinde hafif bir kıvılcım vardı, ama sesi hâlâ sertti.
“Burak, moral dediğin şey savaşı kazandırır. Ama unutma, savaşta çene değil, kollar kazanır. Şimdi barın altına geç.”
Burak itiraz etmedi. Hemen barın altına geçti. Ama her zaman olduğu gibi, sessiz kalmayı başaramadı.
“Komutanım, bu barı kaldırınca yeni rütbe alıyor muyum?” diye sordu.
Bu sefer salonun tamamından hafif bir kahkaha yükseldi. Ben de köşeden bu manzarayı izlerken başımı salladım. Burak, disiplinin içinde bile bir şekilde neşeyi bulmayı başarıyordu.
İlteriş bir adım daha attı. Barın başında duran Burak’a yaklaştı. Hafifçe eğildi, sesini biraz alçaltarak ama otoritesinden hiçbir şey kaybetmeden konuştu:
“Burak, bu barı kaldırınca rütbe değil, terfi alacaksın. Daha ağır bir barın altına geçme terfisi.”
Burak güldü. “Anlaşıldı komutanım! O zaman tüm gücümle kaldırıyorum!” dedi. Ve bu sefer gerçekten ağırlık kaldırmaya başladı.
Ben, mekik çekerken bir an için durup onları izledim. İlteriş’in sert ama dengeli tavrı, Burak’ın o bitmeyen enerjisi... Bunlar bizim timin dengesi gibiydi. Herkesin rolü belliydi. Ve o sabah, bu dengenin bir parçası olduğumu bir kez daha hissettim.
Ama bir yandan da içimde, gece boyu zihnimi kemiren o cümle yankılanıyordu:
"Bu kadar mı hukukumuz yok?"
Bu düşünceyi kafamdan atmak için barın altına geçtim. Çünkü burası, düşüncelerden kaçmanın tek yoluydu.
Belli ki bugün göğüs çalışmam gerekiyordu. Spor salonunda banch press sehpasına uzanmış, 80 kiloyu göğsümden itip duruyordum. Ağırlık, yüreğime oturmuş tüm dertleriyle birlikte kalkıp iniyor gibiydi. İlteriş yanımda durmuş, sessizce beni izliyordu. O sert bakışı, her tekrarda “Hadi oğlum, pes etme,” der gibiydi.
Tam o sırada, nereden çıktığını anlamadığım Burak belirdi. Her zamanki gibi cıvıl cıvıl bir hâlde yanıma eğildi.
“Altay komutanım, bakıyorum formundasın,” dedi, bir eliyle dambılı işaret ederken diğer eliyle beni dürtüyordu. “Ama bu kadar çalışmayla ne olacak? Hadi be abi, biraz daha ekleyelim! Adam dediğin sınırlarını zorlar!”
Başımı kaldırıp ona baktım. O gözlerindeki şeytanî parıltıdan anladım ki beni rahat bırakmayacak.
“Burak, git işine bak. Ben buradayım, 80 kilo kaldırıyorum işte, daha ne istiyorsun?” dedim, nefes nefese.
Ama Burak mı pes edecek? Tabii ki hayır.
“Abi, sen savaşta düşman mermilerine göğüs germiş adamsın. Bu kadarcık ağırlık mı seni zorlayacak? Hadi, 10 kilo daha ekleyelim. Göğsün tam otursun, kasların bayram etsin!”
Burak’ın lafı bitmeden, İlteriş omuz silkti. “Hadi bakalım Altay komutanım, koy 10 kilo daha. Bakalım Burak’ın gazıyla nereye kadar gideceksin.”
O an düşündüm. Kendi içimde bir mücadele yaşadım. Ama sonunda, Burak’ın lafı ağır bastı. “Tamam ulan, koyun,” dedim. Ve 10 kilo daha eklendi. 90 kiloyla çalışmaya başladım.
İlk tekrarlarda sorun yoktu. Göğsümdeki kaslar geriliyor, kollarım görevini yapıyordu. Ama sonra, o ağırlık, sanki göğsüme oturan bir fil gibi hissettirmeye başladı. Ter içinde kaldım, nefesim hızlandı.
Tam o sırada...
Gözümün ucuyla, kapıda bir hareket fark ettim. Başımı çevirip baktığımda, karşımda Umay’ı gördüm. Evet, Umay.
O an... göğsümdeki 90 kilo birden 190 kilo olmuş gibi hissettirdi.
Bir an daldım. Ellerim titredi. Halter, göğsüme doğru inmeye başladı. “Lan!” diye bağıracak oldum, ama sesim çıkmadı. Neyse ki İlteriş yanımdaydı. Bir refleksle eğilip halteri kaldırdı ve yerine yerleştirdi.
“Altay, ne yapıyorsun lan? Kendine gel!” dedi, sesi sertti ama endişeliydi.
Nefes nefese yerimden kalktım. Tişörtüm terden sırılsıklam olmuştu. Karşımda Umay, ellerini kavuşturmuş, kaşlarını hafifçe kaldırmış bir şekilde bana bakıyordu.
Bir an hiçbir şey söyleyemedim. Sonunda, boğazımdaki düğümü çözmeye çalışarak, “Sen... sen burada ne arıyorsun?” diye sordum.
Salon bir anda sessizleşti. Herkes işini bırakmış, gözlerini bize dikmişti. Sanki tüm salon nefesini tutmuştu. Burak bile susmuştu ki bu başlı başına bir mucizeydi.
Umay hafifçe başını eğdi. Dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı.
“Babamı görmeye geldim,” dedi. Sonra salonu süzdü, gözleri tek tek herkesi taradı. “Ama eski takım arkadaşlarımı da bir göreyim dedim. Kötü mü ettim?”
Bu laf, bir kılıç gibi indi salona. Kimseden çıt çıkmadı. İlteriş hafifçe arkasına yaslandı, gözlerini kapattı, sonra derin bir nefes aldı. Burak, hemen fırsatı yakalayıp mırıldandı:
“Yok, yok, hiç kötü etmedin. Tam zamanında geldin, tam!”
Ama kimse gülmedi. Hatta Burak bile son lafının gereksiz olduğunu fark etmiş gibi sustu. Ben ise hâlâ yerimdeydim, nefesim düzelmiş ama içimdeki karmaşa bir kez daha kabarmıştı.
Bir an sessizlik devam etti. Umay, gözlerini tekrar bana çevirdi. “Altay, iyi misin?” diye sordu, sesi yumuşaktı ama bir o kadar da anlam yüklüydü.
“İyiyim,” dedim sonunda, ama sesim zayıftı. Ve o an, salondaki sessizlik, 90 kilodan bile ağırdı.
Tim yavaşça salonu terk ederken, ortamın sessizliği üzerime bir battaniye gibi serildi.
Biraz önce terin altında ezildiğim 90 kiloluk ağırlık gitmiş, yerine 190 kiloluk bir gerginlik oturmuştu. Umay karşımdaydı. Gözlerinde, bana sormadığı soruların cevabını arıyordu sanki.
Ben mi?
Ter içindeydim. Hem gerçekten, hem mecazen. Tişörtüm sırılsıklam, saçlarım dağınık. Ellerim nereye koyacağımı bilemediğim için cebimdeydi. O an kendimi dünyanın en dağınık adamı gibi hissettim.
“Altay, sen ne kadar sessiz bir adamsın,” dedi Umay, hafif bir tebessümle. Adım adım yaklaşıyordu.
“Ben... sessiz değilim aslında,” dedim, ama sesim titrek çıktı. Kelimeler, ağzımdan çıkarken tökezliyordu. “Yani, bazen sessizim. Ama şimdi, yani... çok terliyim.”
O an kendimi tokatlamak istedim. Çok terliyim mi? İnsan bunu mu söyler?
Umay hafifçe başını eğdi. O sırada gözleri, sanki bir ok gibi üzerime saplanmıştı.
“Terliyim, dedin,” dedi, gülümsemesi büyürken. “Ben de buraya seni rahatsız etmeye gelmedim ki. Konuşmaya geldim. Konuşabilir miyiz, Altay?”
Bir an durdum. Gözlerim yere kaydı. “Tabii, konuşabiliriz,” dedim. Ama içimdeki gerginlik, bir türlü rahat bırakmıyordu.
Bir şeyleri yanlış yapacağımı biliyordum.
“Sen böyle sürekli yere bakarsan nasıl konuşacağız?” dedi. Adımları, artık neredeyse yanımdaydı. “Ben buradayım, Altay. Karşında.”
Gözlerimi kaldırdım. Ama o bakışlar... O bakışlara nasıl dayanır ki insan?
“Umay, sen...” dedim, ama cümle havada kaldı. Ne söylemek istediğimi bilemedim.
“Ben?” dedi, kaşlarını hafifçe kaldırarak. Gözlerinde hafif bir meydan okuma vardı.
“Sen buraya niye geldin, gerçekten?” diye sordum sonunda. “Babanı görmek için dedin, ama... başka bir şey mi var?”
Umay bir adım daha yaklaştı. Şimdi aramızda sadece birkaç santim kalmıştı. Kalbim göğsümde bir savaş davulu gibi çarpıyordu.
“Belki var,” dedi. Sesi alçaktı, ama kelimeleri sanki salonun duvarlarına kazınıyordu. “Ama Altay, sen neden bu kadar huzursuzsun?”
“Neden mi huzursuzum?” dedim, saçmalayacağımı bile bile. “Çünkü terliyim. Çünkü... senin karşında böyle... böyle görünmek istemem. Çünkü...”
Cümlelerim yine havada asılı kaldı. O an Umay’ın gözlerinde bir parıltı belirdi. Hafifçe gülümsedi.
“Altay,” dedi, sesinde bir sıcaklık vardı. “Sen her zaman böyle mi saklarsın kendini? Yani, neden hep bir adım geride duruyorsun? Ne söylemek istiyorsan, söyle. Merak etme, ben buradayım.”
Ben mi?
Ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim yine yere kaydı.
“Ben... Umay, ben seni rahatsız etmek istemem. Yani, burada... böyle bir yerde, böyle bir durumda...”
Umay, aniden güldü. Ama kahkahası öyle inceydi ki, sanki beni daha da sıkıştırıyordu.
“Altay,” dedi. “Beni rahatsız etmek mi? Altay, sen ne söylüyorsun? Ben seni rahatsız etmek için buradayım belki. Ne var bunda?”
Bu sözle birlikte bir adım daha attı. Artık aramızda hiçbir mesafe kalmamıştı. Gözleri gözlerime değdi.
Ve o an... ne söyleyeceğimi ne yapacağımı tamamen unuttum.
O an geri çekildim.
Adımlarım geriye doğru iki taş gibi düştü. Bir şeyler sıkıştı boğazımda, göğsümde, her yerde.
“Yeter be!” dedim, sesim belki çok çıkmadı ama Umay’ın gözlerinde bir ürperti yaratmaya yetti.
“Sakın...” dedim, ellerimi hafifçe kaldırarak. “Bir adım daha atma.”
Umay durdu. O sert bakışı bir an için yerini şaşkınlığa bıraktı. Gözleri kısıldı, ama dudaklarında hâlâ bir meydan okuma vardı.
“Altay...” dedi, sesi artık biraz daha temkinli. “Ne oldu şimdi? Bir şey söylemeyecek misin?”
Tam o anda...
Kapıdan haluk yarbay göründü.
Hâlimizi gördü mü, duydu mu, bilmiyorum. Ama ben o an... bittim.
Kanım beynime sıçradı. Ellerim nereye koyacağımı bilemedi, ayaklarım birbirine dolandı. Esas duruşa geçmeye çalıştım, ama o kadar beceriksizdim ki sanki kendi vücudumu kullanmayı unutmuş gibiydim.
“Ne oluyor burada?” dedi yarbay, sesi sert, tok, emir gibi.
“Komutanım!” dedim, kelimeler ağzımdan dökülürken birbirine çarpıp düşüyordu. “Ben... şey... Spor salonundaydık, terliyordum... Umay... Umay Hanım... şey...”
O an kafamın içinde bir savaş başladı.
"Allah kahretsin Altay, ağzından çıkanlara bak! Terliymişsin de, Umay’mış da, şeymiş de... Böyle mi konuşulur lan yarbay’ın karşısında?!"
yarbay gözlerini bana dikti. Bakışlarında bir sorgu vardı. Umay’a döndü, sonra tekrar bana baktı.
“Altay, bu ne hâl? Derli toplu konuşsana!” dedi.
Bir yutkundum. Dilim dönmedi, ama içimden bir küfür patladı:
"E be Allah’ın sopası, ne diyeyim şimdi? Karşımda Umay, önümde yarbay, içimde savaş meydanı... Bu ağırlıkla halteri kaldırmışım, ama kafamı kaldıramıyorum lan!"
Bir derin nefes aldım. Sesimi toparlamaya çalıştım.
“Komutanım!” dedim, ama sesim yine titriyordu. “Umay Hanım... sizi görmek için gelmiş. Ben de... şey... Terliyordum, yani, çalışıyorduk burada. Hiçbir şey yoktu, yani... Şey...”
yarbay kaşlarını kaldırdı. O an gözlerindeki o bakışı gördüm ya... Ulan Altay, bittin işte, dedim kendi kendime.
"Komutan karşısında kekelemeler, saçmalamalar... Umay’ı da rezil ettin, kendini de! İki cümleyle durumu açıklayamıyorsan, sen bu timin yüz karasısın lan Altay!"
Umay, bir adım geriye çekildi. Gözlerinde hâlâ bir şaşkınlık vardı, ama yarbay’ın karşısında o da fazla konuşmadı. Sadece kısık bir sesle, “seni görmek için gelmiştim, babacığım, hazır gelmişken eski takım arkadaşlarımı da ziyaret edeyim dedim” dedi.
Ben ise hâlâ oradaydım. Esas duruştaydım, ama içimden bir fırtına kopuyordu.
"Ulan Altay, böyle mi olur askerlik? Böyle mi durulur bir komutanın karşısında? Bir de koskoca Umay’ın yanında! Kafanı topla lan, kafanı! Amma sıvadın bu işi!"
Yarbay derin bir nefes aldı. Sonra sert bir bakışla, “Altay, derhal topla kendini. Burası spor salonu, kafanla değil, bedeninle çalış. Umay, sende gel benimle odama gidiyoruz.” dedi.
“Emredersiniz Komutanım!” dedim. Ama o an içimden bir ses hâlâ küfürler savuruyordu.
"Komutan bir de ‘topla kendini’ dedi ya... E Altay, var ya, sen tam bir kepazelik anıtısın! Alayını mahvettin bu sabah, bravo oğlum, bravo!"
Yarbay döndü, Umay’la birlikte kapıya yöneldi. Ben ise o an, derin bir nefes alıp salonun duvarına yaslandım. Ter, yüzümden yere damlıyordu. Ama o ter, halterden değil, utançtan akıyordu.
Duştan çıktım.
Suyun sıcaklığı, üzerimde biriken ağırlığı bir nebze olsun almıştı. Ama kafam hâlâ karışıktı. Umay, babası, spor salonundaki o sahne... Hepsi birbirine karışmış, zihnimde dönüp duruyordu. Üzerime kuru bir tişört geçirip saçımı havluyla karıştırırken, koridordan gelen kahkahaları duydum.
Dinlenme salonuydu orası.
Bizim tim, genelde burada toplanır, bazen operasyondan konuşur, bazen de gereksiz yere birbirine laf atardı. Kahkahalar artınca, içimde garip bir merak yükseldi. “Ne oluyor ki içeride?” dedim kendi kendime.
Kapıyı itip içeri girdiğimde, manzara karşıma çıktı.
Umay...
Bizimkilerin tam ortasında oturuyordu. Gözleri ışıl ışıl, kahkahaları yankılanıyor. Tim ise etrafında yarım ay şeklinde toplanmış, herkes bir şeyler anlatıyor, sorular soruyor, bazen de boş bir espriyle birbirini patlatıyordu.
Bir an durup izledim.
“Lan, bunlar ne yapıyor?” dedim içimden.
Umay’ı böyle, timin ortasında görmek garipti. Onların muhabbeti... Ne bileyim, hafif patavatsız, biraz fazlasıyla cıvık olurdu genelde. “Ya kızın keyfini kaçırırlarsa?” diye düşündüm. Ama sonra fark ettim ki...
Kaçırmak mı?
Umay onlardan beter olmuştu.
“Eee, ne oldu peki sonra?” dedi Umay, Burak’ın bir hikâyesinin tam ortasında.
Burak, ellerini havaya kaldırarak dramatik bir şekilde devam etti:
“Sonra ne olacak? Komutan baktı ki ben tek başıma beş adamı yere sermişim, bir madalya vermediği kaldı!”
Herkes kahkahaya boğuldu. Umay da öyle. Ama kahkahanın ortasında gözlerini kısarak Burak’a döndü:
“Yalnız, o madalyayı sana vermemişlerdir. Sana en fazla ‘çok konuşma ödülü’ verirler.”
Bu laf, tüm salonu bir kez daha salladı. Tim kahkahalara boğuldu. Burak ise elini göğsüne koyarak teatral bir şekilde yere çöktü:
“Hanımefendi, beni buradan vurdunuz! Benim emeğime, kahramanlığıma dil uzattınız!”
Umay gülerek ellerini havaya kaldırdı:
“Tamam, tamam. İnanıyoruz Burak. Ama abartma artık.”
Bir adım attım.
Gözlerim hâlâ Umay’daydı. Bu kadar... Bu kadar “bizden biri” gibi olması garipti. Sanki yıllardır bizimle operasyona çıkmış, aynı mevzide nöbet tutmuş gibiydi.
Sessizce tekli koltuğa gidip oturdum. Umay’ın tam karşısına.
O sırada Umay göz ucuyla bana baktı. Hafifçe gülümsedi ama muhabbeti kesmedi.
Burak, benim oturduğumu fark edince birden parmağını bana doğru uzattı:
“Bak, bak, Altay abimiz de geldi! Salonun en sessizi. Ama bu sessiz adam var ya, Umay Hanım, gerektiğinde bir orduyu sırtında taşır!”
Timden birkaç kişi “Doğru, doğru!” diye Burak’a eşlik etti. Umay da Burak’a dönüp kaşlarını kaldırdı:
“Altay gerçekten sessiz biri, evet. Ama ne bileyim, bu kadar övdüğünüze göre bir hikâyesi vardır.”
Burak, bu fırsatı kaçırır mı?
“Olmaz mı hanımefendi? Altay komutanımın bir hikâyesi var ama o hikâye, bir roman! Başka bir güne bırakırız, değil mi Altay komutanım?”
Burak’ın bu laflarına cevap vermedim. Sadece gülümsedim. Ama Umay, sanki her şeyi anlar gibi bir bakış attı.
Muhabbet devam ederken, gözlerim yine ona kaydı. Timle birlikte kahkahalar atıyor, her sohbete bir şey ekliyordu. O anda bir şey fark ettim.
Umay sadece bir misafir değildi.
O an, sanki bizden biri gibiydi. Garipen ne o kahkahalara katılabiliyordum ne de kendimi bu garip hissin ağırlığından kurtarabiliyordum.
Tim tam gaz muhabbetin içindeydi.
Konu dönüp dolaşıp Mustafa Kemal’e gelmişti. Fantastik kitaplar ve mitolojiden başka bir şey konuşmayan Mustafa Kemal, bu kez kendine sağlam bir hedef bulmuştu: Umay.
“Umay Hanım, mitoloji sever misiniz?” dedi Mustafa Kemal, gözleri heyecanla parlayarak. Sanki biri ona hayatının en önemli sorusunu sorması için fırsat vermiş gibi bir hali vardı.
Umay, çayından bir yudum alıp başını hafifçe salladı. “Severim tabii,” dedi. “Özellikle Yunan mitolojisi. Hikâyeleri çok ilginç geliyor.”
Bu cümle, Mustafa Kemal’in zihninde bir havai fişek gibi patladı.
“Peki, en sevdiğiniz hikâye hangisi?” diye sordu, ses tonu ciddi bir profesör edasıyla.
Umay biraz düşündü, sonra gözleri hafifçe parladı.
“Eros ve Psykhe’nin hikayesi,” dedi.
O an salon birden sessizleşti. Çünkü herkesin kafasında aynı şey dönüyordu: “Kim lan bunlar?”
Burak, arkasına yaslanıp yüzünde o klasik sırıtışıyla araya girdi:
“Eros mu? Hani şu ok atan çocuk, değil mi? Psykhe kim peki? Yanında mı çalışıyormuş?”
Tim kahkahaya boğuldu. Ama Umay, bu espriye aldırmadan sakin bir şekilde devam etti.
“Eros, aşk tanrısı. Psykhe ise bir ölümlü. Ama güzelliği o kadar dillere destan ki, Afrodit bile kıskanıyor. İşte hikâye burada başlıyor…”
Ve başladı anlatmaya.
Umay’ın sesi, salonun içinde yankılanıyordu. Psykhe’nin Afrodit tarafından sınavdan geçirilmesi, Eros’un ona âşık olması, o okların nasıl kendi sahibine döndüğünü anlattıkça… herkes büyülenmiş gibiydi.
Ben mi?
Ben dinliyordum. Ama sadece hikâyeyi değil. Umay’ın bu kadar zeki, bu kadar bilgili ve bu kadar… büyüleyici olması sinirlerimi bozuyordu.
“Altay, kendine gel,” dedim içimden. “O sadece bir hikâye anlatıyor. Senin bu kadar etkilenmene gerek yok.”
Tam bu düşüncelerle kendimi toparlamaya çalışırken, Umay cümlesini tamamladı:
“Sonunda Psykhe, Eros’un yanına gitmeyi başarır ve aşkları ölümsüz olur. Hatta Psykhe’nin adı, ‘ruh’ anlamına gelir. Bu yüzden aşk ve ruh hep birlikte anılır.”
Salon bir kez daha sessizleşti. Çünkü herkes bir şey demek istiyordu ama kimse lafı nasıl toparlayacağını bilemiyordu.
Tabii ki Burak susmadı:
“Peki, bu Eros dediğimiz çocuk, oklarını sağa sola atarken hiç sakatlanmıyor mu? Merak ettim.”
Herkes güldü, ama Umay Burak’ın lafını pek ciddiye almadı. Hafifçe gülümseyerek, “Eros’un işi bu zaten. Ok atmak ve insanları aşık etmek,” dedi.
O sırada dayanamadım.
“Ben anlamıyorum,” dedim, sesim biraz daha yüksek çıkmıştı. “Neden bir hikâye, bir tanrının başka bir ölümlüye aşık olmasıyla bitiyor? Gerçekten aşk bu kadar önemli mi?”
Tim birden sustu. Umay bana döndü, kaşlarını hafifçe kaldırmıştı.
“Sen aşkı küçümsüyor musun, Altay?” diye sordu, sesi alaycı ama içinde bir meydan okuma vardı.
“Yoo,” dedim, omuz silktim. “Ama bence bir tanrı, işi gücü bırakıp bir ölümlüyle uğraşmamalı. Yani, bir düşünün. Koca Eros. Ok atmayı bırakıp neden bir ölümlünün peşine düşsün ki? Bence fazla romantik bir hikâye. Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz.”
Umay hafifçe gülümsedi. Ama o gülümsemede bir meydan okuma vardı.
“Altay,” dedi, “bazen tanrılar bile aşkın karşısında yenilir. O yüzden biz ölümlülerin de bu kadar önemli görmesi normal, değil mi?”
Bu laf beni susturdu. Ama içimden yine bir ses yükseldi:
"Lan Altay, bu kadar zekice bir lafın karşısında niye bu kadar aptalca konuştun? Resmen kendi kuyunu kazıyorsun!"
Mustafa Kemal araya girip konuyu başka bir mitoloji hikayesine çektiğinde, ben sessizce oturdum. Gözlerim Umay’daydı.
Tim hâlâ gülüyor, Burak saçmalıyordu. Ama ben, karşımda oturan bu zekâdan ve onun ışığından kaçamıyordum.
Ve işte tam o an…
Bu kız beni mahvedecek, dedim kendi kendime. Ama bunu kimseye belli etmedim.
Mustafa Kemal şen şakrak bir hâlde, Umay’ı da bulmuşken resmen coşmuştu.
Salonun içinde adeta bir stand-up sahnesi kurmuş gibiydi. Tim, Mustafa Kemal’in sorularını pür dikkat dinliyor, ama asıl ilgi tabii ki Umay’daydı. Zeki bir kadın ve Mustafa Kemal gibi fantastik hikayelerle kafayı bozmuş biri birleşince, salonun havası değişmişti.
“Peki, Umay Hanım,” dedi Mustafa Kemal, bir elini çenesine koyup filozof pozu verirken, “Yunan mitolojisini seviyorsunuz, güzel. Ama asıl soru şu: Tanrı olsaydınız, hangisi olurdunuz?”
Bu soruyla salon bir kez daha kahkahaya boğuldu. Burak hemen atıldı:
“Eee, tanrı mı olurmuş? Umay zaten tanrıça gibi! Baksana, bizimle oturuyor ama hâlâ bizden daha havalı duruyor!”
Umay gülerek Burak’a döndü:
“Teşekkür ederim Burak. Ama tanrıça olmak demek, havalı olmak değil. Sorumluluk almak demek.”
Bu lafın ardından, Mustafa Kemal ellerini havaya kaldırdı. “İşte budur!” dedi. “Bakın, ne dedim size? Umay Hanım tam bir Athena. Zekâ ve strateji tanrıçası!”
Umay gülerek başını salladı. “Teşekkür ederim Mustafa Kemal. Ama tanrı olsaydım, Athena olmazdım. Belki Artemis olurdum.”
Salon bir an sessizleşti. Burak yine fırsatı kaçırmadı:
“Artemis kimdi ya? Hani şu... avcı olan değil mi? Yay falan kullanıyordu galiba?”
Mustafa Kemal derin bir iç çekti.
“Burak... Ah, Burak. Sen mitoloji dünyasına açılmış bir kara deliksin. Artemis, avcı tanrıçadır. Doğanın, vahşi yaşamın koruyucusudur. Ayrıca bir de... şey, evet, evet, Umay Hanım devam etsin,” dedi, bir anda toparlanarak.
Umay hafifçe gülümseyip açıkladı:
“Evet, Artemis. Hem doğayı hem de kendini savunan bir tanrıça. Ve en önemlisi, kimseye bağımlı değil. Kendi kurallarını koyar, kendi yolunda yürür. O yüzden Artemis olmayı seçerdim.”
Bu lafın ardından salon bir kez daha sessizleşti. Çünkü herkes fark etmişti ki Umay sadece konuşmuyor, aynı zamanda kendini anlatıyordu.
Tabii ki Burak bu sessizliği yine bozdu:
“Tamam da Artemis dediğin ormanda geziyor. Bizim oralarda pek Artemis işi olmaz. Biz daha çok... şey... Zeus gibiyizdir!”
Herkes kahkahaya boğuldu. Umay ise gözlerini devirdi.
“Zeus musun?” dedi, alaycı bir gülümsemeyle. “Zeus, tanrıların babası. Ama aynı zamanda sürekli sorun çıkaran, her şeye karışan, her şeyi bilen adam. Sen Zeus olsan, mitoloji biterdi Burak.”
Burak elini göğsüne koyup dramatik bir şekilde eğildi. “Hanımefendi, bu kalbi paramparça ettiniz,” dedi.
Ben mi?
Ben sessizce tekli koltukta oturuyordum. Umay’ın zekâsı, espri yeteneği ve bu kadar rahat olması... Beni büyülüyordu.
Ama işte o an, kendi içimde bir karar verdim:
"Altay, sakin ol. Belli etme. Yine saçma bir şey söyle. Yoksa herkes anlayacak!"
“Bence Artemis falan hikâye,” dedim birden. Sesim tüm salonda yankılandı.
Umay, kaşlarını kaldırıp bana döndü.
“Öyle mi? Nedenmiş?” diye sordu, sesi sakin ama meydan okur gibiydi.
“Çünkü,” dedim, omuzlarımı silkip. “Kimse tanrıça falan olamaz. Gerçek dünyada Artemis falan işe yaramaz. Ormanda dolaşırken bir kurt görse, tanrıçayım demeden kaçar.”
Salon bir anda sessizleşti. Herkes bir an ne diyeceğini bilemedi. Ama sonra Umay gülümseyerek bana döndü.
“Altay,” dedi. “Ormanda kurt gördüğünde kaçmayan bir tanrıça, o kurtla konuşur. Ama merak etme, seni kurtarırdı.”
Bu lafla salon kahkahaya boğuldu. Ben ise sustum.
"Altay, işte bu kadar. Gene kaybettin. Zeki bir kadına laf yetiştirmek kolay mı? Otur yerine, çayını iç, sus."
Umay konuşuyordu.
Sesindeki ahenk, kelimeleri o kadar ustalıkla taşırıyordu ki, her biri havada dans ederek bize ulaşıyordu. Eros ve Psykhe’nin hikâyesini bitirdiğinde, timde çıt çıkmadı. Sanki herkesin aklında aynı düşünce vardı:
"Bu kız başka bir boyuttan gelmiş olabilir mi?"
Ama ben...
Ben içimde büyüyen o garip duyguyu bastırmaya çalışarak, gözlerimi ona dikmeden dinliyordum. Sadece dinliyor gibi görünüyordum.
Aslında içimden bir ses sürekli konuşuyordu:
"Altay, bu kadar zeki bir kadın karşısında ne yapacaksın? Sustun mu? Konuştun mu? Saçmalama bari."
Sonunda, sustum. Ama bu çok sürmedi. Bir anda ağzımdan şu sözler döküldü:
“Bence sen tanrıça olsan, Yunan mitolojisinden değil, Türk mitolojisinden olurdun.”
Salon bir anda sustu.
Tim, konuşmayı bırakıp gözlerini bana dikti. Umay da şaşırmış gibiydi. Gözlerini kısarak bana baktı.
“Öyle mi?” dedi. Sesinde hafif bir alay vardı, ama o alayın altında merak gizliydi. “Nedenmiş o?”
Derin bir nefes aldım. Kendime hâkim olmaya çalıştım.
“Çünkü,” dedim, gözlerim Umay’ın gözlerine takılı kaldı, “Yunan mitolojisi, tanrıçalarını bir savaşçı ya da avcı olarak anlatır. Güçlüdürler, evet. Ama uzak, ulaşılmazdırlar. Hep bir mücadeleye mahkûmdurlar. Sen ise...”
Bir an durdum. Cümlelerim aklımda dolaşıyor ama hiçbir yere oturmuyordu. Yine saçmalamaktan korkuyordum. Ama Umay’ın gözlerindeki merak, beni devam etmeye itti.
“Sen bir Umay Ana Tanrıça gibi görünüyorsun,” dedim sonunda. “Türk mitolojisinde olduğu gibi... Ruhların Şifacısı ve Kılavuzu.”
Timden birkaç kişi kıpırdandı. O kadar sessizdiler ki, nefes alışlarını bile duyabiliyordum. Ama ben yalnızca Umay’a bakıyordum. Ve Umay...
Gözleri hafifçe büyüdü. Sanki bir şey söylemek istiyor ama ne diyeceğini bilmiyordu.
Sonunda, sessizliği o bozdu.
“ Umay Ana Tanrıça mı?” dedi, gülümseyerek. Ama bu gülümseme, öyle bir meydan okuma değildi. Sanki söylediğim şey, onu şaşırtmıştı. “Altay, bu kadar mitolojik bir şey söyleyeceğin aklıma gelmezdi.”
Gözlerimi yere indirdim. İçimde bir huzursuzluk vardı.
“Mitolojik değil,” dedim, sesi biraz daha alçaltarak. “Gerçek. Sen buradasın, biz de buradayız. Ama bir şekilde, senin burada olman... farklı hissettiriyor.”
Umay bir süre sessiz kaldı. Gözleri gözlerime değdi, ama içinde ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Tim ise sessizce bizi izliyordu. Kimse bir şey söylemedi, kimse kıpırdamadı.
Sonunda Umay, hafifçe başını eğip gülümsedi.
“Türk mitolojisindeki tanrıçalar daha güçlüdür, değil mi?” dedi. “Doğayı korurlar, ruhlara yol gösterirler. Belki haklısın Altay. Belki Yunan tanrıçalarından değil, Türk mitolojisinden biri olmalıyım.”
Bu lafla timden hafif bir uğultu yükseldi. Ama kimse alaycı bir şey söylemedi. Çünkü herkes o an, bir şeylerin farklı olduğunu anlamış gibiydi.
Bense sustum.
Söyleyecek başka bir şeyim yoktu. Çünkü o anda, Umay’ın gözlerinde gördüğüm o parıltı... her şeyi anlatıyordu.
Tim sessizdi.
Umay’ın gülümsemesi ve söylediklerim arasındaki boşluk, salonun havasını ağırlaştırmıştı. O an, her şeyin tek bir anlama geldiği hissine kapıldım. Umay’ın gözlerindeki o parıltı, kelimelerin ötesine geçiyordu.
Ama işte, ne kadar hissetsem de bu kadar yoğun bir duyguyu dillendiremezdim.
Birden Burak, sessizliği bozdu.
“Abi, Altay komutanım tam şair çıktı ha! Umay Ana Tanrıça dedi, Ruhların Şifacısı dedi, bir de Kılavuz falan...”
Burak’ın sesi hafif alaycıydı, ama kimse gülmedi. O da gülmedi. Umay, ona kısa bir bakış attı.
“Evet,” dedi, sesi netti ama bir o kadar da yumuşaktı. “Altay doğru söylüyor. Umay Ana Tanrıça, hepimizin ruhunu iyileştiren bir figürdür. Belki biz fark etmesek de hepimize bir yol gösterir.”
O an gözlerimiz yine buluştu.
Tim, sessizce bizi izliyordu. Ama Umay’ın gözleri benimkilere kenetlendi. O an... tüm salon kaybolmuş gibiydi. Ne tim vardı ne sesler ne Burak’ın patavatsızlığı.
“Altay,” dedi Umay, sesi daha da alçalmıştı. “Beni böyle tanımlaman... neden bilmiyorum, ama bir şekilde doğru hissettirdi.”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Göğsümde bir ağırlık vardı. Konuşsam her şey yanlış anlaşılacak, sussam kelimeler beni terk edecek gibiydi. Bu yüzden saçmaladım.
“Yani, şey... doğru hissettirdiyse, iyidir. Çünkü...” Bir durdum, boğazımı temizledim. “Çünkü ben bazen doğru hissettiririm. Sanırım.”
Umay hafifçe güldü. Ama bu gülüş, diğerlerinden farklıydı.
“Altay, sanırım sende çok fazla şey var. Ama hepsi saklı. O yüzden bazen ne diyeceğini bilemiyorsun, değil mi?”
O an bir şeyler koptu içimde. Ne diyeceğimi gerçekten bilemedim.
Bir yandan Umay’ın sözleri beni tam yerimden vurmuştu, diğer yandan tüm salonun bizi izlediğini biliyordum. Kendimi toparlamak zorundaydım.
“Herkes saklar bir şeyleri,” dedim sonunda. Sesi biraz daha düzgün çıkarmaya çalışarak. “Ama bu... saklamak değil. Sadece...”
Yine cümlelerim havada kaldı. Umay başını hafifçe eğdi. Gözlerinde anlayış vardı, ama içinde bir meydan okuma da saklıydı.
“Tamam,” dedi sonunda. “Saklamaya devam et Altay. Ama şunu bil ki, bazen insan neyi sakladığını unutur. O yüzden dikkat et.”
Bu laf, salonun içinde yankılandı.
Burak bile sessizleşmişti. Timden kimse bir şey demedi. Herkes Umay’ın bu lafının anlamını düşünür gibiydi. Ama ben...
Ben sadece o anı yaşıyordum.
Umay gözlerini benden ayırmadan konuşmaya devam etti:
“Umay Ana Tanrıça, sadece yol göstermez. Aynı zamanda insanlara kendilerini hatırlatır. Bazen bu bir aynadır, bazen bir kelime. Altay, sen bir şeyler saklıyorsan, sakla. Ama sakladığın şeyi kendine hatırlatacak bir şeyin olsun. Yoksa... kaybolursun.”
Timde hafif bir kıpırtı oldu. Eren, Burak’ın omzuna hafifçe vurdu. Burak, “Abi, ağır oldu biraz,” diye mırıldandı, ama Umay’ın lafını bölmeye cesaret edemedi.
Ben mi?
Gözlerim yerdeydi. Ama zihnimde Umay’ın söyledikleri yankılanıyordu. “Kendine hatırlatacak bir şeyin olsun.”
Bir kelime, bir bakış... belki bir insan.
Sonunda sessizliği bozarak başımı kaldırdım.
“Sanırım haklısın,” dedim. Sesim bu kez daha sakindi, ama içinde hâlâ bir titreme vardı. “Sakladığım şeyleri hatırlamak için bir yol bulmalıyım.”
Umay gülümsedi. Hafifçe başını salladı.
“İşte bu,” dedi. “Belki Umay Ana gibi konuşuyorum ama... doğru hissettiriyor.”
Salonun havası bir anda dağıldı. Tim tekrar normal muhabbetine döndü. Ama herkesin bakışlarında o kısa anın ağırlığı vardı.
Ben ise yerimde kaldım. Gözlerim hâlâ Umay’daydı.
Ve o anda fark ettim ki... bu kız sadece bir misafir değil.
Bu kız, bana sakladıklarımı hatırlatan bir şeydi.
Umay gülümsedi.
Ama bu sıradan bir gülümseme değildi. İçinde bir meydan okuma vardı, ama aynı zamanda bir davet gibiydi. O gülümseme, ne söyleyeceğini merak ettirirken seni kendine çekiyordu. Gözlerini gözlerime dikti.
“Altay,” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı ama içinde bir ciddiyet vardı. “Sen hep böyle misin? Yani, kelimeleri saklayan, ama hislerini gözlerinden kaçıran biri mi?”
Bu laf, bir bıçak gibi geldi. Gözlerim yerdeydi, ama bu sefer kaçtığım yerde bile o sorunun ağırlığını hissediyordum. Timden birinin kıkırdamasını duydum.
“Abi, çok fena ya. Resmen sahada paslaşma izliyoruz,” dedi Burak.
Bir başkası, “Burak, sus lan! Sessiz ol, şu muhabbetin tadını çıkarıyoruz,” diye fısıldadı.
Ama ben o an, timin orada olduğunu bile unuttum. Çünkü Umay’ın sorusu kafamın içinde yankılanıyordu.
“Belki de” dedim sonunda. “Belki de hep böyleyimdir. Kelimeleri saklayan, ama hislerini saklayamayan biri. Ama bu, kötü bir şey değil ki.”
Umay kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Kötü mü demişim?” dedi, alaycı bir tonla. “Ben sadece merak ettim. Kendini saklamak... belki bazen işe yarar. Ama insan neyi sakladığını bilmezse, bu bir süre sonra kendini kaybetmek demek değil mi?”
Timden birkaç kişi kımıldandı. Pinpon maçı izler gibi kafalarını bir Umay’a, bir bana çeviriyorlardı. Ama kimse bir şey demiyordu. Çünkü bu, artık sıradan bir muhabbet değildi.
“Kaybetmek mi?” dedim, hafifçe gülerek. “İnsan, bazen kaybetmek ister. Sakladığı şeylerin ağırlığı o kadar büyür ki, bir süre sonra onunla yüzleşmek yerine, kaybolmayı seçer.”
Bu laf salonda yankılandı. Tim, sanki top ağlara çarpmış gibi sessizleşti. Burak bile bu kez tek kelime etmedi.
Umay ise gözlerini kısarak bana baktı. Sanki her kelimemi ölçüp tartıyormuş gibiydi.
“Altay,” dedi. “Bence sen kendini saklamıyorsun. Kendinden kaçıyorsun. Ama bilmiyorsun ki, insan ne kadar kaçarsa, o kadar kendiyle yüzleşmek zorunda kalır.”
O an, içimde bir şey kırıldı. Bir sessizlik oldu.
Ve o sessizlikte, sanki herkes bir anlığına beni izliyordu.
“Kaçmıyorum,” dedim sonunda. Sesim kısık ama netti. “Sadece... bazı şeyler konuşulmaz. Konuşursan, büyür. Büyür ve seni yutar.”
Umay başını hafifçe yana eğdi. Gözlerinde hâlâ o keskin bakış vardı.
“Altay, saklamak da konuşmaktır. Kelimelerle değil, ama hâlinle. Sen bir şey söylemeden bile sakladıklarını anlatıyorsun. Ve herkes bunu görüyor. Tim görüyor. Ben görüyorum.”
Timden biri, “Abi, resmen edebiyat dersi gibi oldu bu ya,” diye mırıldandı. Ama hemen ardından sessizleşti. Çünkü Umay konuşmaya devam etti:
“Altay, korkma. İnsan sakladıklarından korktuğu sürece, onları taşır. Ama bir gün, onları serbest bırakacak cesareti bulursan... işte o zaman, o yük hafifler.”
O an gözlerimi Umay’dan kaçırdım. Ama söyledikleri, içimde bir yankı gibi büyüyordu. Haklıydı. Ama bu kadar haklı olması beni rahatsız ediyordu.
Timden Eren, “Abi, galiba Altay komutanım yenildi,” dedi, ama bu kez sesi hafifti. Kimse bu muhabbeti bölmek istemiyordu.
Sonunda, başımı kaldırdım. Gözlerim tekrar Umay’a döndü.
“Belki haklısın,” dedim. “Ama bazen insan, sakladıklarının da bir anlamı olduğunu bilmek ister. Belki de onları bırakmak, kaybetmek demektir.”
Umay hafifçe gülümsedi. Ama bu kez gülümsemesinde bir sıcaklık vardı.
“Altay,” dedi. “Kaybetmek, bazen kazanmak demektir. Ama bunu öğrenmek için önce denemen lazım.”
Tim bir süre daha sessizdi. Herkes sanki Umay’ın bu lafını düşünüyordu. Ben ise sadece ona bakıyordum.
Ve o anda fark ettim ki, bu kız sadece beni çözmüyordu.
Bu kız, beni kendi kendimle yüzleştiriyordu.
İlteriş bana baktı.
Ama bu öyle sıradan bir bakış değildi. İçinde hem bir dostun merakı hem de bir komutanın sorgusu vardı. Bunu bilirdim. İlteriş’in gözleri bir kez üzerinize dikildiyse, kaçış yoktu. Çünkü o gözler, neyi sakladığınızı sizden önce fark ederdi.
Elinde tuttuğu şey, cebimden çıkardığı sigara paketiydi. İki paket. Yan yana. O an hissettiğim şey utanç değil, daha çok yakalanmışlık duygusuydu.
“Altay,” dedi sonunda. Sesi sakin ama bir o kadar da sorgulayıcıydı. “Bu ne lan?”
Cevap vermedim. Gözlerimi başka bir yere dikmeye çalıştım. Ama nafile. İlteriş gözlerini bir an olsun benden ayırmadı.
“Altay,” dedi tekrar. Bu kez sesi biraz daha yumuşaktı. Ama bu yumuşaklık, cümlelerin ağırlığını hafifletmiyordu. “Sen ki sigaradan nefret eden adamdın. Cebinde iki paket sigara ne arıyor?”
Bir şeyler söylemem gerekiyordu. Ama nasıl başlayacağımı bilmiyordum. Çünkü sigaradan nefret eden adam, sigaraya başladığını nasıl açıklar?
“İlteriş,” dedim sonunda, ama sesim kısık çıktı. Boğazımı temizledim, devam ettim: “Bu... bir şey değil. Yani, aslında bir şey ama... bilmiyorum. Sadece...”
İlteriş elindeki sigara paketine baktı, sonra tekrar bana döndü.
“Altay, eğer sebebinin aşk olduğunu söyleyeceksen, o sigarayı burada çiğnetirim sana,” dedi. Ama bu sözde bir sertlik yoktu. Daha çok bir dostun şakası gibiydi.
“Ne aşkı be!” dedim, sesimi biraz yükselterek. Ama o an fark ettim ki, söylediklerim gerçeği örtmekten çok, gerçeği açığa çıkarıyordu. İlteriş bunu fark etmişti.
“Tamam,” dedi, bu kez daha ciddi bir tonla. “O zaman söyle. Niye başladın?”
Bir an durdum. Kelimeler kafamın içinde dolaşıyordu, ama hiçbirini tutamıyordum. Sonunda, derin bir nefes aldım.
“Stres,” dedim. “Stres yönetimi yapamıyorum, İlteriş. Bu kadar basit.”
İlteriş bir kaşını kaldırdı. “Basit mi?” dedi. “Stres yönetimi yapamıyorsun diye sigaraya mı başladın? Altay, sen böyle biri değildin.”
Bir an sustum. Çünkü İlteriş haklıydı. Ben böyle biri değildim. Ama artık kimin olduğumu bile bilmiyordum.
“Bilmiyorum,” dedim sonunda. “Sadece... her şey üst üste geldi. Bazen baş edemiyorsun, anladın mı? Ve o an... o an eline geçen ilk şeyi tutuyorsun. İşte bu sigara da... öyle bir şey oldu.”
İlteriş, bir süre sustu. Gözlerini bana dikti. O gözlerde bir yargı yoktu, ama bir hayal kırıklığı vardı.
“Altay,” dedi sonunda. “Seni anlamıyorum. Hayatta bu kadar şey gördün, geçtin. Savaşlar, kayıplar... Hepsine dayandın. Şimdi ne oldu da sigaraya tutundun?”
O an kafamın içinde bir çığlık yükseldi. “Umay,” diye bağırmak istiyordum. “Her şey Umay yüzünden. Onun o bakışları, o sesi, o zekası... İçimde bir fırtına kopardı ve ben bu fırtınayı nasıl dindireceğimi bilmiyorum.”**
Ama bunları söyleyemezdim. Çünkü bu, sadece İlteriş’e değil, kendime de itiraf edemediğim bir şeydi.
“Bilmiyorum,” dedim yine. “Belki de bazı şeyler birikiyor. Ve bir noktada... insan ne yapacağını bilemiyor.”
İlteriş başını salladı. Ama bu, anlama işareti değil, daha çok bir çaresizlik gibiydi.
“Altay,” dedi, “seni kurtaracak şey sigara değil. Ne olduğunu bilmiyorum ama bu değil. O yüzden bu saçmalığı bırak. Kendine gel.”
Sesi, bir komutandan çok bir dostun sesi gibiydi. Ama o sözler, içimde bir yankı bıraktı. “Kendine gel.”
“Tamam,” dedim sonunda. Ama bu tamam, bir sözden çok bir iç çekiş gibiydi. İlteriş sigara paketini bana uzattı.
“Al,” dedi. “Ama unutma, bu seni kurtarmayacak.”
Paketleri aldım. Ama o an içimde, bir şeylerin değişmeye başladığını hissettim. Belki de gerçekten, bu beni kurtarmayacaktı.
Mutfaktan su alıp döndüğümde, salonun atmosferi tamamen değişmişti.
Bir süre önce Yunan mitolojisinden bahseden Umay ve Mustafa Kemal, bu kez coşkuyla İskandinav mitolojisinin derinliklerine dalmışlardı. Masanın etrafında bir heyecan hâkimdi, ama bu heyecan bir tür bilgi yarışması havası taşımıyordu. Daha çok, biri diğerini şaşırtmak ister gibi anlattıkça anlatıyordu.
“Ve tabii ki Loki,” dedi Mustafa Kemal, gözlerini kısarak. “Sadece bir hilekâr değil, aynı zamanda kaosun vücut bulmuş hali!”
Umay hemen araya girdi. “Ama bir şey söyleyeceğim,” dedi, sesi her zamanki gibi net ve zekiydi. “Loki’nin yaptığı her şeyde bir tür düzen de var. Kaos yaratıyor, evet, ama sonunda herkesin işine yarıyor. Yani, o tam bir anti-kahraman!”
O an salondaki tüm hava değişti.
Herkes pür dikkat onları dinliyordu. Ama ben, elimde su şişesiyle bir köşeye geçip sessizce izlemeyi seçtim. Çünkü bu konuşma... bambaşka bir boyuttaydı. Umay’ın Loki hakkındaki o cümlesi, sanki masaya bir ok gibi saplanmıştı.
Tabii ki Burak bunu bozdu.
“Pardon ama,” dedi, yüzünde o bildik sırıtışıyla. “Loki tamam da, aşk ne alaka? Yani, İskandinav mitolojisinde hiç aşık var mı? Hep savaş, hep kılıç! Arada bir romantizm koymamışlar mı bu hikayelere?”
O an derin bir nefes aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bugün Burak sabrını sınamak için özel olarak görevlendirilmiş olabilir. Sakın tepki verme. Dinle. Sadece dinle."
Mustafa Kemal, Burak’ın bu sorusuna gözlerini devirdi ama sabırla cevap verdi.
“Tabii ki var Burak,” dedi, ellerini iki yana açarak. “Freya! Aşk, güzellik ve bereket tanrıçası. Ama Freya’yı romantik bir karakter gibi düşünme. O hem savaşçı hem de stratejist. Sadece aşkın değil, savaşın da tanrıçası.”
Burak, bu cevabı duyunca hemen atıldı.
“Tamam da, aşkı nasıl anlatıyorlar? Hani, biri diğerine çiçek mi veriyor, mektup mu yazıyor? Freya’nın bir sevgilisi falan var mı?”
Umay gülümsedi. Ama bu, öyle sıradan bir gülümseme değildi. Gözlerinde bir meydan okuma vardı.
“Burak,” dedi. “Freya’nın aşk anlayışı bizimkinden farklı. Mesela, Freya’nın gözyaşlarının altına dönüştüğünü biliyor musun? Çünkü o, sevdiği birini kaybettiğinde bile değer yaratabilen bir figür. Onun aşkı, sadece birine bağlılık değil. Aşk, aynı zamanda bir fedakarlık.”
Bu lafla Burak’ın yüzündeki sırıtış biraz kayboldu. Ama hemen toparlandı.
“Yani,” dedi, ellerini birleştirerek, “bizim aşkımız biraz daha... nasıl desem... gerçekçi. Çiçek, çikolata falan. Freya’nın gözyaşlarını dökmesine gerek yok!”
Salon kahkahaya boğuldu.
Ama ben... ben sadece dinliyordum. Çünkü Umay’ın anlattıkları, o kadar anlam yüklüydü ki, sanki o anda zaman durmuştu.
Mustafa Kemal, Burak’a döndü ve hafifçe gülümsedi.
“Burak,” dedi. “Bence sen İskandinav mitolojisine hiç bulaşma. Çünkü o dünyada senin gibi adamları ilk fırsatta bir dev yiyor.”
Bu lafla salon bir kez daha kahkahaya boğuldu. Burak bile güldü. Ama ben...
Ben hâlâ Umay’ın sözlerini düşünüyordum. Freya, gözyaşları, fedakarlık... Aşkı böyle tanımlamak, bu kadar derin bir şekilde anlatmak... Umay’ın zekası beni bir kez daha alt etmişti.
Ama tabii ki bunu belli etmedim. Çünkü bu timin ortasında bir şeyleri belli etmek, en büyük hataydı. Sadece oturdum, su şişemi masaya koydum ve sustum.
"Altay," dedim kendi kendime, "sakin ol. Dinle. Ama bu kez fazla kaptırma. Çünkü Umay seni yavaş yavaş içine çekiyor."
Burak yine sahneye çıkmıştı.
Salonun ortasında İskandinav mitolojisinin aşk anlayışını tartışıyor gibi görünse de, aslında Burak sadece Burak’tı: Gereksiz cümlelerin, patavatsız esprilerin ve sınırsız özgüvenin timsalı.
“Yani,” dedi Burak, elini havada savurarak, “bizim gibi insanlar bu mitolojide yer bulamaz. Çiçek, çikolata falan yok. Freya’nın gözyaşı dökmesi, fedakarlık yapması falan... Kardeşim, biz böyle bir dünyada ne yaparız? Bir de Altay abi...”
Bana döndü. İşte o an başıma geleceği biliyordum.
“komutanım, sen o devlerden biri olurdun! Hani, Jotunheim’dan falan gelen kocaman devler var ya! Bak boyuna, posuna, endamına! 2 metre 4 santim boyun var. Enini bilmiyorum ama en azından bir gardırop kadar var!”
Salon kahkahaya boğuldu. Eren, “Oğlum Altay dev olsaydı ilk seni yerdi,” diye laf attı. Mustafa Kemal, “Ama o zaman Altay komutanım ‘şefkatli dev’ olurdu,” diyerek ekledi.
Ben mi?
Ben sadece gözlerimi devirdim. Çünkü bu sahne, her zaman olduğu gibi, tam bir Burak klasiğiydi. Ama bir şey diyemedim. Çünkü konuşursam bu muhabbeti daha da uzatacaklarını biliyordum.
Burak ise hızını alamadı. “Komutanım, cidden düşünsenize,” dedi, İlteriş’e dönerek. “Altay komutanım dev olmuş, elinde bir balta, ‘kim boş konuşuyor burada?’ diye bağırıyor. Yani, biz daha ne yapalım? Freya bile korkar!”
İlteriş, Burak’a doğru döndü. Bir süre sessizce baktı.
İşte o an herkesin gülüşmesi bir anda kesildi. Çünkü İlteriş’in bakışı, herhangi birinin ne kadar ileri gidebileceğini hesaplayan bir bakıştı. Ama sonra, hafifçe başını sallayıp kısık bir sesle konuştu:
“Burak, sus. Yoksa Altay dev olmasa da seni yer.”
Salon bir kez daha kahkahaya boğuldu. Ama bu kez kahkahaların içinde, bir tedirginlik de vardı. Çünkü İlteriş’in o bakışında biraz da ciddiyet vardı.
Umay ise sessizce çayını yudumladı. Ama yüzündeki gülümseme, her şeyi anlatıyordu. Gözleri hafifçe kısıldı, dudaklarının kenarında bir kıvrım belirdi. O gülümseme, bir zafer gibiydi.
Bense, Burak’a döndüm.
“Burak,” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Sen bir gün konuşmayı bırakıp düşünmeye başlarsan, o zaman bu tim gerçek huzuru bulacak.”
Burak, her zamanki gibi, bu lafı ciddiye almadı.
“Komutanım, ben konuşmazsam, bu timin ruhu solar!” dedi, sırıtarak.
O sırada Umay, çayını yudumlayıp bana hafifçe baktı. Gözlerinde yine o anlam yüklü bakış vardı.
“Altay,” dedi, alaycı ama tatlı bir tonla. “Bence sen dev olsaydın, Burak’ı yemezdin. Onu konuştururdun. Çünkü böyle eğlenceli bir ‘minik’ bulmak zor olurdu.”
Salon kahkahadan bir kez daha sallandı. Ben ise sadece başımı sallayıp gülümsedim. Çünkü bu muhabbet hem Burak’ın hem de Umay’ın işiydi.
Ve bu sefer, sadece dinlemek en iyisiydi.
O an, söylediklerimin nereye gideceğini hiç düşünmemiştim.
Bazen kelimeler öylece dökülür, sanki kendi başlarına bir yol bulurlar. Ama bu sefer kelimelerim yanlış bir yol bulmuştu.
“Seni konuşturmak daha işime gelirdi,” dedim, hafif bir gülümsemeyle. “Onun boyu en azından 1.85, seninki 1.63. Hatırlatırım.”
Bu, bir iltifattı. Gerçekten öyleydi. Ama Umay’ın yüzündeki değişimi gördüğüm an, ne yaptığımı anladım. Gözleri yere kaydı, dudaklarındaki gülümseme yavaşça silindi. Bir an için sanki bulunduğu yerden çekilip gitmiş gibiydi.
İlteriş durumu hemen fark etti.
Dirseğiyle beni dürttü, hafifçe eğilip kulağıma, sesini alçaltarak ama kelimelerini bıçak gibi saplayarak konuştu:
“Altay, Allah belanı versin. Ne dedin sen? Kızın moralini mahvettin. Büyüksün diye böyle saçmalamak zorunda mısın?”
Başımı kaldırdım, gözlerim Umay’a kaydı. Gerçekten de yüzü düşmüştü. Gözleri masadaki boş bir noktaya dikilmişti. O an içimde bir suçluluk fırtınası koptu.
"Altay, koca bir dağsın ama her şeyi mahvediyorsun. Ağırlığın sadece bedeninde değil, kelimelerinde de var. Ve bu kelimeler şimdi onun üzerine düştü."
Hemen toparlanmam gerekiyordu. Ama nasıl? İlteriş’in bakışı, bir dağın gölgesi gibi üzerimdeydi. Ona döndüm, gözlerimle timi işaret ettim. İlteriş bir şey demedi. Ama yüzündeki ifadeyle herkese tek bir mesaj verdi:
“Çıkın.”
Tim, hiçbir şey demeden kalktı ve dışarı çıktı. Burak bile laf atmadan sessizce kapıyı kapattı. Geriye sadece Umay ve ben kaldık.
Koca cüssemle kanepeye oturdum. Yanı başında oturmak, dev bir ağacın ince bir çiçeğin yanına eğilmesi gibiydi. Bir süre sessizce durdum. Çünkü ne diyeceğimi bilmiyordum. Ama sonunda kelimeler, kendiliğinden döküldü:
“Umay...” dedim, ama sesi titrek çıktı. Boğazımı temizleyip tekrar denedim. “Umay, ben... şey, yani, öyle demek istemedim. Sen kısa değilsin. Ben... büyüğüm. Yani, boyum büyük. Yoksa sen... sen gayet...”
Sustum. Çünkü her kelimem, kendi ayağına dolanıyordu.
Umay başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinde bir sitem vardı, ama dudaklarının kenarındaki kıvrım hâlâ oradaydı. O an bir şeyler hissettim. O kıvrımı yeniden ortaya çıkarmam gerekiyordu.
“Bak,” dedim, bu kez biraz daha toparlanmış bir sesle. “Ben her şeyi batırmakta ustayım. Ama inan ki kötü bir niyetim yoktu. Sadece... seni konuşturmak daha güzel olurdu diye düşündüm. Yani, bir şekilde... sen konuşunca insan rahatlıyor.”
Umay’ın kaşları hafifçe kalktı. Dudakları hafifçe oynadı, ama bir şey demedi. Bense bir kez daha kelimelerin peşine düştüm.
“Şunu demek istiyorum,” dedim. “Senin sesin... bir şeyi açıklıyor. İnsanların sustuğu yerlerde bile bir anlam yaratıyor. Bu yüzden boyun... şey, boyun falan önemli değil.”
Umay, sonunda gülümsedi. Ama bu, alaycı bir gülümseme değildi. Daha çok, içindeki kırgınlığın yerini sıcak bir duygunun aldığı bir gülümsemeydi.
“Altay,” dedi. “Sen bazen o kadar saçmalıyorsun ki, insan istemese de gülüyor.”
O an içimde bir rahatlama hissettim. O gülümseme, bir zafer gibi gelmişti.
“Güldün ya,” dedim, hafifçe gülerek. “Demek ki hâlâ beni sevmekten tamamen vazgeçmedin.”
Umay, kahkahasını tutmaya çalışırken, “Sevmek mi? Sana sinir olmaktan fırsat kalmıyor ki,” dedi. Ama bu sözler bile sıcaktı.
Sonra sustuk.
Umay çayını yudumlarken, ben başımı kanepenin arkasına yasladım. Gözlerim, onun gülüşüne takıldı. Ve o an, tüm dünya durmuş gibiydi. Çünkü o gülüş, o kadar gerçekti ki... insanın içinde bir şeyleri yerinden oynatıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu gülüş, bir savaşı kazanmaktan daha değerli olabilir. Ama sakın bunu belli etme."
Umay’ın gülüşü odayı doldururken, sessizlik o kadar tatlı bir hal aldı ki, konuşmaya gerek yokmuş gibi hissediyordum.
Ama aynı zamanda, sessizlik uzadıkça içimde bir huzursuzluk büyüyordu. Çünkü bir şeyler söylemeliydim. O gülüşü izlemek güzeldi, evet. Ama sanki o gülüşü bir kez daha duymak için her şeyi yapabilecek gibiydim.
“Umay,” dedim sonunda. Sesim bu kez daha sakindi, ama içinde bir çekingenlik vardı. “Sana bir şey sorabilir miyim?”
Bana döndü. Gözlerindeki o yumuşak ifade hâlâ oradaydı. Ama hafifçe kaşlarını kaldırdı.
“Altay, bence sorunun cevabı genelde ‘evet, sorabilirsin’ oluyor,” dedi gülerek.
Ben de gülümsedim. “Tamam,” dedim. “Ama bu, biraz... kişisel bir soru.”
O an gülümsemesi biraz daha azaldı. Ama bu, ciddiyetsizlik değil, daha çok bir merak ifadesiydi.
“Sor bakalım,” dedi, elindeki çayı yavaşça masaya bırakırken.
Bir an durdum. Cümlelerimi nasıl kuracağımı düşündüm. Ama sonunda, yine doğrudan söylemeye karar verdim:
“Sen neden buradasın?”
Umay kaşlarını çattı. Ama bu bir öfke ifadesi değil, daha çok bir şaşkınlıktı.
“Burada mı?” diye sordu. “Yani, ne demek istiyorsun?”
“Burada,” dedim. Ellerimi iki yana açarak. “Babanı görmek için geldin, evet. Ama timle oturup konuşmaların, bu kadar rahat olman... Bilmiyorum. Bize bu kadar... yakın olman. Beni şaşırtıyor. Yani, sen bambaşka bir dünyadan gibisin. Biz ise buradayız. Aramızda böyle bir... mesafe olmalı gibi geliyor. Ama sen o mesafeyi ortadan kaldırıyorsun. Neden?”
Bu soruyu sormak cesaret istiyordu. Çünkü Umay, bazen sadece bir bakışıyla insanı susturabilirdi. Ama o an... sadece sustu. Ve düşündü.
“Bilmiyorum,” dedi sonunda. Ama sesi titrek değildi. Düz ve netti. “Belki de sizinle olmaktan hoşlanıyorum. Çünkü bu dünyada, sizin dünyanızda bir gerçeklik var. Sizin sohbetleriniz, tavırlarınız... Her şey o kadar samimi ki, burası bir tür kaçış gibi geliyor.”
“Kaçış mı?” dedim, biraz şaşırarak.
Umay başını hafifçe salladı. Gözlerini yere indirdi, sonra tekrar bana döndü.
“Evet, Altay. Çünkü kendi hayatımda her şey... biraz fazla mükemmel gibi görünüyor. Ama o mükemmellik, bazen insanı boğar. Sizde ise bir gerçeklik var. Her şey biraz eksik, biraz karmaşık, biraz... doğru.”
O an sustum. Çünkü bu kadar dürüst bir cevap beklemiyordum. Ama Umay devam etti:
“Ve sen,” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Sen de bu gerçekliğin en büyük parçasısın. Senin sakarlığın, suskunluğun, bazen pat diye söylediğin şeyler... Hepsi gerçek. Ve belki de ben, o gerçeği arıyorum.”
Gözlerim ona dikildi. O kadar ciddiydi ki, söylediklerini bir şaka olarak görme ihtimalim yoktu. Ama aynı zamanda, bu kadar yoğun bir duyguyu taşımak da kolay değildi.
“Umay,” dedim, ama devamını getiremedim. Çünkü ne söylemem gerektiğini bilmiyordum.
O an gülümsedi. Hafifçe başını eğdi, çayını tekrar eline aldı ve bir yudum aldı.
“Merak etme,” dedi, gülümseyerek. “Sadece sorunun cevabını verdim. Ama seni daha fazla düşündürmek istemem.”
Ben de gülümsedim. Ama o gülüşün altında, Umay’ın söyledikleri yankılanıyordu.
“Belki de ben, o gerçeği arıyorum.”
Ve o an, fark ettim ki, Umay’ın burada olmasının bir sebebi vardı. Ve o sebep, sadece babasını görmek değildi.
Sessizlik yeniden odanın içinde dolandı. Ama bu kez rahatsız edici değildi. Daha çok, her şeyin yerine oturduğu bir an gibiydi.
Başımı kanepeye yasladım. Gözlerim hâlâ onun üzerindeydi. Gülümsemesini izledim. Ve o an, dünyanın geri kalanı tamamen önemsizleşti.
"Altay," dedim kendi kendime. "Bu kızı unutmak diye bir şey olmayacak. O yüzden unutmaya çalışma. Ama hissettiğini de sakla. Çünkü onun gerçeği aradığı yerde, sen kendini kaybediyorsun."
Umay birden başını kaldırıp bana baktı.
O anki bakışlarında hem bir meydan okuma hem de garip bir sıcaklık vardı. Gözleri, bir soruyla parlıyordu.
“Altay,” dedi. “En sevdiğin şiir ne? Hadi, ezberinde varsa okusana.”
Bir an afalladım. Bu soru, bir köşeye sıkıştırılmak gibiydi. Çünkü böyle şeyleri kimse bana sormazdı. Timdekilerle şiir üzerine konuşmak mı? Burak’ın esprilerine, Mustafa Kemal’in fantastik hikayelerine şiirle karşılık verecek halim yoktu. Ama şimdi... Umay’ın bu sorusuna cevap vermem gerekiyordu.
Gözlerimi ona diktim.
“Yani,” dedim, sesimi toparlamaya çalışarak, “aslında düşündüğün kadar kalas değilim. Hatta...”
Bir an durdum. Sözlerimi tarttım. “Hatta timdekilerden daha romantik bile sayılırım.”
Umay hafifçe gülümsedi. O gülümsemede, bir tür zafer havası vardı. Ama bu zafer, savaşla değil, merakla kazanılmış gibiydi.
“Öyle mi?” dedi. “Peki, o zaman en sevdiğin şiiri söyle. Eğer romantiksen, bunu kanıtla.”
Bir an düşündüm.
O an, zihnimde geçmişten bir parça yükseldi. Nihal Atsız’ın “Geri Gelen Mektup” şiiri. Gençliğimden beri bu şiir, içimde bir köşeye oturmuştu. Hem hüzünlü hem de tarifsiz bir şekilde tutkulu... tıpkı içimdeki duygular gibi.
“Tamam,” dedim. Sesim bu kez daha sakindi. Gözlerim yere kaydı, ama sözlerim havaya yayıldı:
“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.”
İlk dizeler odaya dolduğunda, bir sessizlik oldu.
Umay, gözlerini kırpmadan beni izliyordu. Ben ise kelimelerle ilerledikçe, sanki her dize biraz daha ağırlaşıyordu.
“Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...”
Umay’ın gözleri o an hafifçe parladı.
Ama bu bir şaşkınlık mıydı, yoksa şiirin derinliğine kapılmak mı, bilemedim. Sadece devam ettim. Çünkü kelimeler artık benden bağımsız bir şekilde dökülüyordu:
“Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince...”
O an, Umay’ın yüzündeki ifadeyi gördüm. Gözleri hafifçe yere kaymıştı, ama dudaklarının kenarında bir titreme vardı.
Ve o an fark ettim ki, bu şiir... sanki yalnızca onun için yazılmış gibi duruyordu.
“Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!”
Son dize, sanki salona bir ok gibi saplandı. Sözler bittiğinde, sessizlik her şeyi sardı.
Umay’ın yüzü, o an başka bir hale bürünmüştü. Dudaklarında bir gülümseme yoktu, ama gözlerinde bir parıltı vardı. Ve bu parıltı, sanki bir teşekkür gibiydi.
“Altay,” dedi sonunda, sesi hafifçe titreyerek. “Bu... gerçekten çok güzel bir şiir.”
Ben başımı salladım.
“Evet,” dedim. “Ama güzelliği, nasıl okuduğunda değil, kime okuduğunda saklı.”
O an, göz göze geldik.
Zaman durmuş gibiydi. Ama ben, o anda, Umay’ın gözlerindeki o parıltıyı gördüm. Ve içimden sadece bir cümle geçti:
"Bu şiiri bir daha unutmak mümkün değil. Tıpkı seni unutmanın mümkün olmadığı gibi..."
Umay, şiiri bitirdiğimde gözlerime bakıyordu.
Ama bu bakışta sadece bir beğeni ya da şaşkınlık yoktu. Daha derin bir şey vardı. Bir anlam arayışı. Sanki okuduğum her kelimeyi çözmeye çalışıyordu.
Ben mi?
Ben o sessizliği bozmaktan korkuyordum. Ama o sessizlik beni de kendi ağırlığında boğuyordu. Bir şey söylemeliydim. Kendimi toparlamalıydım.
“Peki ya sen?” dedim sonunda, sesi mümkün olduğunca doğal çıkarmaya çalışarak. “Senin en sevdiğin şiir ne?”
Umay, hafifçe gülümsedi. Ama bu gülümseme, sanki bir sırrın eşiğindeymiş gibi hafif ve çekiciydi.
“Bir sürü var,” dedi. “Ama bir tanesi var ki...”
Bir an durdu, gözlerini yere indirdi, sonra tekrar bana baktı. “Okuyayım, anlarsın.”
O an kalbim hızlandı.
Çünkü Umay’ın şiir okuyacağı fikri bile beni başka bir dünyaya çekmeye yetmişti.
Umay’ın sesi, odayı doldurduğunda, dünyanın geri kalanı sustu.
Gözlerim onun yüzündeydi. Ama yüzünde değil, sanki o anda başka bir alemde dolaşıyordum. Şiirin her dizesi, onun dudaklarından dökülüp ruhuma dokunuyordu.
O, sadece bir şiir okumuyordu. O, bir kalbi alıyor, avuçlarının içinde sıkıyordu.
“Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş;
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş.
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu, ölsen bile açamazsın...”
Her kelime, içimde bir yere saplanıyordu.
Bu şiir, sanki o an onun bana söyledikleriydi. Sanki, her dize bir sırrı fısıldıyordu. Ölsen bile açamayacağın sır... Gözlerim bir an yere kaydı, ama kafamdaki her şey onun sesiyle dolmuştu.
“Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki...
Bak emrediyor: Daldığın alemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...”
Mutlak seveceksin beni... Bundan kaçamazsın.
O an bir rüzgar esti sanki içimde. Ne yaparsan yap, ne kadar kaçarsan kaç, sonunda bir yerlerde yakalanacağını biliyordum. Çünkü bu ses, bu şiir... sanki kaderin bir fısıltısıydı.
Gözlerim, onun gözlerine takıldı. Umay o kadar sakindi ki... O sakinlik, bir yıkım gibiydi.
“Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder...
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök, ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...”
Bu dizeyle gözlerimi yere indirdim. Çünkü artık gözlerine bakamıyordum. Bu kelimeler, o kadar gerçekti ki... sanki içimden geçip beni alt üst ediyordu.
“Ram ol bana, ruhun yeni bir aleme girsin...
Yazmış kaderin: Aşkıma ömrünce esirsin!
Aklınla, şuurunla, hayalinle bilirsin.
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın...”
Son dizeyle, odanın sessizliği ağırlaştı.
Ama bu ağırlık, insanı ezen bir şey değildi. Bu, insanı içine çeken, her şeyin ötesine taşıyan bir sessizlikti. Umay, şiiri bitirdiğinde gözlerimi kaldırıp ona baktım.
O an fark ettim.
Aşk, bir kelimeden, bir histen çok daha fazlasıydı. Aşk, seni kendi içinde yok eden bir şeydi. Ama o yok oluşta, kendini buluyordun.
Ve o an, aşkın sadece bir kelime olmadığını anladım. Aşk, Umay’ın o sesiyle, o gözleriyle, o duruşuyla vücut bulmuştu.
“Bu... inanılmaz bir şiir,” dedim sonunda. Sesim kısılmıştı, kelimelerim zayıftı. Çünkü onun söylediği her şeyin karşısında, hiçbir şey yeterli değildi.
Umay hafifçe gülümsedi. O gülümseme, bir sır gibi saklıydı.
“Değil mi?” dedi. “Ama bu şiir, sadece okuyan için değil, dinleyen için de bir şey ifade etmeli.”
O an başımı salladım.
“Evet,” dedim. “Ama bu şiir... senin sesinle anlam buldu. Ve bu sesi dinledikten sonra, insanın kaçacak bir yeri kalmıyor.”
Umay gözlerini bir an yere indirdi, sonra tekrar bana baktı.
“Belki de öyledir,” dedi. “Ama kaçmak, aşkın doğasına aykırıdır. Aşk, kalmayı gerektirir.”
O an sustuk.
Ama bu sessizlikte her şey vardı. Sözler değil, hisler konuşuyordu. Ve o hisler, Umay’ın gözlerinde saklıydı.
Ben başımı hafifçe arkaya yasladım. Gözlerim onun yüzündeydi. O an, dünyanın geri kalanı yok olmuştu. Sadece o vardı.
Ve o an düşündüm:
"Aşk, bir şiirle başlamaz. Ama bir şiirle kendini bulur. Ve o şiir, her zaman onun sesiyle gelir."
"Dua et komutanın kızısın," diye düşündüm.
Ama bu düşünce, öyle sıradan bir düşünce değildi. Gerçeğin soğuk, ağır bir kapı gibi suratıma çarptığı bir andı. İçimde fırtınalar koparken, o fırtınayı bastırıp Umay’dan uzaklaşmak zorunda olduğumu biliyordum. Çünkü... çünkü o sadece Umay değildi. O, aynı zamanda Yarbay’ın kızıydı. Ve bu gerçek, bir yanardağın üstüne dökülen buz gibi her şeyi donduruyordu.
Derin bir nefes aldım, başımı çevirip odanın diğer köşesine yürüdüm. Bir şey dememeliydim. Bir şey dersem, ya saçmalardım ya da kendimi ele verirdim. Ve ben Altay, hayatım boyunca bu kadar “düşünerek” hareket etmemiştim.
Tam o sırada kapı açıldı ve tim, elinde meyve tabağı ve bir kutu oyunuyla içeri daldı.
“Arkadaşlar, sahne hazır!” diye bağırdı Burak, elinde tuttuğu oyun kutusunu havaya kaldırarak. “Dixit zamanı!”
Dixit.
Ah, Dixit. Bu oyunun adını duyduğum an içimden geçen tek şey şuydu:
"Hay sizin kutu oyunu aşkınıza!"
Ama tabii ki dışarıdan hiçbir şey belli etmedim. Sadece kaşlarımı hafifçe kaldırıp onları izledim.
Burak, elindeki kutuyu masaya koyarken heyecanla konuşuyordu:
“Arkadaşlar, bu oyun muhteşem! Bakın, kartlar var, ama bu sıradan kartlar değil. Sanat eseri gibi kartlar! Hayal gücünüzü kullanarak ipucu vereceksiniz, ama çok açık olmayacak, tamam mı? İpucunuz ne kadar yaratıcıysa, o kadar puan alırsınız. Anlayın işte, zekâ oyunu!”
Timden Hakan hemen atıldı:
“Burak, zekâ oyunu diyorsun ama sen bu oyunu kazandığında herkes hile yapıldığını düşünüyor. Hadi bakalım.”
Burak aldırmadı. Hatta yüzündeki sırıtış biraz daha büyüdü.
“Hakan, sen bu sefer bana odaklanma. Umay Hanım burada. Belki o kazanır da oyun bir anlam kazanır.”
Umay, bu lafı duyunca hafifçe gülümsedi. Ama o gülümseme, Burak’ın beklentisinin çok ötesindeydi. Çünkü Umay’ın gülümsemesi, “Bu oyunu nasıl kazanacağımı zaten biliyorum,” diyen bir gülümsemeydi.
Meyve tabağı masaya yerleşti, kartlar açıldı ve herkes yerini aldı.
8 kişiydik. Timden sadece iki kişi dış görevdeydi, geri kalan herkes buradaydı. Ben, oyunun köşesine iliştim. Herkes heyecanla kuralları öğrenmeye çalışırken, Burak bir elinde kartlar, diğer elinde skor tahtasıyla sahneyi yönetiyordu.
“Tamam, dinleyin,” dedi. “Herkese altı kart veriyorum. Bunlar sizin kartlarınız. Şimdi sıra kimdeyse, bir kart seçiyor ve bu karta bir ipucu veriyor. Mesela, bu kart diyelim ki... hımm, bir orman. İpucu olarak ‘sessizlik’ diyebilirim. Ama çok açık olursa olmaz, tamam mı? Herkes tahmin etmeye çalışacak.”
Kartlar dağıtıldı.
Ben kartlarıma baktım. Hepsi birer sanat eseri gibiydi. Bir tanesinde bir kadın bir balinanın üstünde oturuyordu. Diğerinde, dev bir saat bir ağacın içinde asılıydı. “Bunları kim çizmişse çok ilginç biriymiş,” diye düşündüm.
İlk tur Burak’taydı. Elindeki kartı masaya koydu, yüzünde muzip bir sırıtışla:
“İpucu: ‘Hayallerde kaybolmak.’”
Timden Hakan hemen atıldı:
“Burak, ipucunu verirken yüzünle spoiler verdin. Kartta kesin bir yatak falan var!”
Herkes kahkahaya boğuldu. Ama Burak, sırıtarak cevap verdi:
“Hakan, kıskanma. Ben sanatsal bir ipucu verdim. Senin hayal gücün bir sandalyeyi bile geçmiyor.”
Kartlar masaya koyuldu, tahminler yapıldı ve Burak ilk turda tahminleri topladı. “Gördünüz mü? İşte hayal gücü böyle bir şey!” diyerek skor tahtasına adını yazdı.
Sıra Umay’a geldiğinde, oyun başka bir boyuta taşındı.
Umay, elindeki kartı masaya koyarken, “İpucu: ‘Bir sır fısıldanıyor,’” dedi.
Herkes bir an sustu. Çünkü bu ipucu, öyle basit bir cümle değildi. O kadar derindi ki, herkes kartını koyarken bir şeylerin yanlış olabileceğini düşündü.
Hakan, “Tamam, bu kesin çok soyut bir şey,” dedi. “Belki bir rüzgâr, belki bir göl...”
Burak ise, “Hayır, bu kesin bir aşk kartıdır,” dedi. “Umay Hanım aşkı bilir. Değil mi?”
Umay sadece gülümsedi. Ama o gülümseme, “Sen hiçbir şey bilmiyorsun Burak,” diyen bir gülümsemeydi.
Kartlar açıldı, tahminler yapıldı ve sonunda Umay, skor tahtasında zirveye oturdu. Burak ise, “Ben bilerek kaybettim,” diyerek olayı geçiştirmeye çalıştı.
Sıra bana geldiğinde, kartlarıma baktım.
Elimde dev bir kediyle bir yıldızın dans ettiği bir kart vardı. Bir diğeri, ay ışığında yürüyen bir adamdı. Ama ben en soyut olanını seçtim: bir balinanın üstünde oturan bir kadın.
“İpucu: ‘Ulaşılmaz bir sessizlik,’” dedim.
Herkes bir an durdu. Çünkü bu ipucu, ne demek istediğimi kimsenin anlamadığı bir cümleydi. Ama Umay... Umay, bir şey anlar gibi gözlerini kıstı.
Sonunda, tahminler yapıldı, kartlar açıldı ve Burak en yüksek sesiyle bağırdı:
“Altay, sen bu oyunu fazla ciddiye alıyorsun. Ama kazanamayacaksın. Çünkü bu masada bir Umay var.”
Umay güldü.
Ve o gülüş, tüm oyunu anlamsızlaştıracak kadar güzeldi.
Ben mi? Ben sadece sustum. Çünkü o gülüşü dinlemek, her karttan daha anlamlıydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu oyun bitse de bu gülüş bitmesin."
Oyun tam gaz devam ediyordu.
Burak’ın kendine has yüksek enerjisiyle, Umay’ın zekâsıyla, Hakan’ın patavatsızlığıyla... Ve ben, köşede sessizce her şeyi izliyordum. Aslında izlemekle yetinmek istiyordum, ama bu oyunda sessiz kalmak mümkün değildi. Çünkü Dixit, kelimelerin, hayallerin ve kimin daha çok kafa karıştırabileceğinin oyunu.
Sıra Mustafa Kemal’e geldi.
Kartına şöyle bir baktı, sonra masaya koydu. Derin bir nefes aldı ve çok ciddi bir yüz ifadesiyle konuştu:
“İpucu: ‘Tanrıların son savaşı.’”
Tabii ki salonda bir uğultu yükseldi.
Burak hemen atıldı: “Yine mitoloji, yine epik bir ipucu. Abi, sen başka bir dünyada yaşıyorsun.”
Hakan kaşlarını çattı. “Kesin bir Yggdrasil var,” dedi. “Bize fantastik hikaye anlatacaksan önceden söyle de çayımı tazeleyeyim.”
Mustafa Kemal sırıttı. “Evet,” dedi, “burası sizin dünyanız değil. Benim hayal gücüm, sizin hayal gücünüzden daha geniş. Tanrıların son savaşı diyorsam, bir anlamı vardır.”
Herkes kartını koydu.
Ama herkesin kafası karışıktı. Ben kartımı masaya koyarken, içimden şunu geçirdim:
"Umarım bu ipucu, gerçekten bir savaşı anlatıyordur. Yoksa Mustafa Kemal bizi yine ters köşe yapacak."
Kartlar açıldığında...
Mustafa Kemal’in kartı bir yıldırımın ortasında duran bir savaşçıydı. Ama bizim kartlarımız? Hakan’ınki bir kelebek, Burak’ınki bir çocuk ve balondu.
“Bu mu tanrıların savaşı?” dedi Hakan. “Mustafa Kemal, kelebekli kartın savaşa nasıl dahil olduğunu açıklar mısın?”
Mustafa Kemal, kaşlarını kaldırıp hafif bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Kelebek, kaosu temsil ediyor. Kaos olmadan savaş olmaz. Ama tabii ki sen bunu anlayamazsın.”
Salondaki kahkaha, birkaç saniye boyunca kesilmedi.
Ama Burak, kahkahalar arasında bile kendi yorumunu yapmaktan geri durmadı:
“Abi, kaos diyorsun, kelebek diyorsun. Ben bu kadar felsefi bir oyun istemiyorum. Daha basit ipuçları verin!”
Sıra tekrar Umay’a geldiğinde, odanın havası değişti.
Çünkü herkes onun verdiği ipuçlarının zekâ dolu olduğunu fark etmişti. Kartını masaya koydu ve hafifçe gülümseyerek konuştu:
“İpucu: ‘Bir şeyin başlangıcı.’”
Bir şeyin başlangıcı mı?
Bu ipucu hem her şeyi açıklıyor hem de hiçbir şeyi açıklamıyordu. Kartlarıma baktım. Elimde bir ağacın dallarına tırmanan bir çocuk vardı. “Başlangıç,” dedim kendi kendime. “Bu olabilir.”
Kartlar masaya konuldu. Hakan, bir kaplumbağayı koymuştu. Burak, bir yıldız patlamasını. Ben ise o ağacı.
Kartlar açıldığında... Umay’ın kartı, uyanan bir çiçekti. Sessizlik oldu.
“Bu ne?” dedi Burak. “Bir çiçek mi? Bu kadar basit mi?”
Umay, gülümseyerek cevap verdi:
“Her şey bir çiçekle başlar. Hayat, doğa, her şey. Ama sen, Burak, çiçeklerin ne anlama geldiğini anlayamazsın. Çünkü çok hızlı yaşıyorsun.”
Burak bir an durdu, sonra sırıtarak cevap verdi:
“Tamam, o zaman bana bir çiçek gönder. Belki anlarım.”
Herkes kahkahaya boğuldu. Ama ben, Umay’ın verdiği ipucunun altında başka bir anlam olduğunu hissediyordum.
"Bir şeyin başlangıcı," dedim kendi kendime. "Belki de bu oyun, bazı şeylerin başlangıcıdır."
Sıra bana geldiğinde, herkes sessizleşti.
Çünkü benim ipuçlarımın genelde çok soyut olduğunu öğrenmişlerdi. Kartıma baktım. Üzerinde bir balina vardı, ama bu balina gökyüzünde yüzüyordu. Derin bir nefes aldım ve kartı masaya koyarken konuştum:
“İpucu: ‘Hayalin ağırlığı.’”
Tabii ki Burak, bu cümleyi kaçırmadı.
“Hayalin ağırlığı mı? Abi, sen her turda bir roman yazıyorsun. Daha basit bir şey söyle. Mesela ‘balina’ de geç.”
Hakan ise Burak’a döndü. “Burak, hayal gücünü zorlaman gerek. Hayalin ağırlığı derken... sence bu bir tür metafor mu?”
Kartlar masaya konuldu, tahminler yapıldı ve kazanan... Umay oldu.
“Tabii ki,” dedi Burak, başını iki yana sallayarak. “Umay Hanım yine kazandı. Çünkü hayal gücü konusunda hepimizden üstün.”
Umay gülümsedi.
Ama o gülümseme, yine derin bir şeyler saklıyordu.
Ben ise sadece sustum. Çünkü Umay’ın bu oyundaki başarısı, onun zekasının bir yansımasıydı. Ve ben... o zekayı anlamaya çalışıyordum.
Oyun devam ederken, her turda kahkahalar yükseliyor, ama arada bir sessizlik oluyor ve o sessizlikte Umay’ın verdiği ipuçları yankılanıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime. "Bu oyun bitse de bu hikâye burada bitmeyecek. Çünkü bu, sadece bir başlangıç."
Dixit oyunu, kahkahalar ve biraz da hile şüphesiyle sona erdi.
Burak, son turda yaptığı tüm “sanatsal” tahminlerin başarısız olmasını timin ona karşı komplo kurmasına bağladı. Mustafa Kemal, oyun boyunca zihnimizde açtığı mitolojik deliklerden memnun, Umay’a bir sonraki oyun için taktikler öneriyordu. Herkes keyifliydi.
Ben mi?
Ben köşemde oturmuş, timin kahkahaları arasında Umay’ın gülüşüne dalmıştım. Çünkü o gülüş... insanın içine işleyen bir melodiydi. Hangi kelimelerle açıklanır, bilmiyorum. Belki de açıklanamaz.
Tam o sırada kapı çalındı.
Kapının arkasında kimin olduğunu tahmin etmek zor değildi. Yarbay’ın kararlı adımları, tüm salonun havasını değiştirdi. Tim bir anda ciddiyet moduna geçti. Hakan elindeki boş çay bardağını yere koydu, Burak tişörtünü düzeltmeye çalıştı. Mustafa Kemal, oturuşunu düzeltti. Herkes ayağa kalkıp esas duruşa geçti.
Yarbay içeri girdi.
Her zamanki gibi duruşunda bir otorite, ama aynı zamanda bir sıcaklık vardı. Gözleri, odadaki herkesi hızla taradı ve bize ‘’rahat.’’ Dedikten sonra Umay’a döndü.
“Kızım,” dedi, sesinde hafif bir yumuşaklıkla. “Hazır mısın?”
Umay, yüzünde hâlâ oyun sırasında kalan o hafif gülümsemeyle başını salladı. “Hazırım baba,” dedi. Ama gözlerindeki mutluluk, bir çocuğun mutlu olduğu bir günü tamamlaması gibiydi.
Yarbay bunu fark etti.
Bir an durdu, etrafına bakındı. Timi ve onların gevşek ama samimi hallerini izledi. Gözleri Burak’ın yarı boğulmuş gülümsemesine, Mustafa Kemal’in hala masanın köşesine dayanmış entelektüel havasına, Hakan’ın çay lekesiyle dolu eline takıldı. Ama sonra bana döndü. Gözlerini üzerimde bir süre tuttu.
“Altay,” dedi, adıma vurgu yaparak. “Kızımı burada iyi ağırladınız sanırım.”
Sesim, boğazımda düğümlenmiş gibiydi. Ama sonunda toparlanıp, “Elimizden geleni yaptık, Komutanım,” dedim. Hafifçe başımı eğerek.
Yarbay gülümsedi. Ama bu gülümseme, Umay’a dönükken daha farklı bir hâl aldı. Çünkü o, kızının mutluluğunu görmekten gerçekten memnun olmuştu.
“Umay,” dedi. “Belli ki burada eğlenmişsin.”
Umay hafifçe gülerek başını salladı. “Evet baba. Hem de çok.”
Yarbay bir an durdu. Sonra yüzünde bir kararın işareti belirdi. Gözlerini tekrar timin üzerinde gezdirip, kollarını hafifçe göğsünde birleştirdi.
“Peki,” dedi. “Madem öyle, size teşekkür etmenin bir yolu var.”
Burak, o anda biraz ileri giderek, “Komutanım, terfi mi geliyor yoksa?” diye patladı. Hakan hemen dirseğiyle onu dürttü. Ama Yarbay bu soruyu görmezden geldi. Hafif bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti:
“Yarın akşam, sizi bizim eve davet ediyorum. Hepinizi. Bir akşam yemeği. Bu kadar keyifli bir ortam kurduğunuza göre, bunu hak ettiniz.”
Timin şaşkınlığı salona yayıldı.
Burak, “Gerçekten mi, Komutanım?” diye sordu. “Yani, biz... şey... tüm tim?”
Yarbay kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Evet Burak, tüm tim. İtirazın mı var?”
Burak hemen toparlandı. “Hayır, Komutanım! Aksine, büyük bir şeref olur!”
Umay sessizce babasına baktı. Ama gözlerindeki sıcaklık, o anda tüm odayı sardı. Ben ise bir köşede durup, bu anı izliyordum. Yarbay’ın daveti, Umay’ın gülüşü ve timin heyecanı arasında, içimde garip bir huzur vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "yarın geceyi düşünme. Ama bu geceyi de unutma. Çünkü bu, bazı şeylerin değiştiği bir an."
Yarbay, bir kez daha Umay’a dönüp, “Hadi gidelim,” dedi. Umay ayağa kalktı. Tim, saygıyla onları uğurladı.
Kapı kapanırken, Burak elini havaya kaldırıp, “Arkadaşlar, bu bir zaferdir!” diye bağırdı. Hakan, “Burak, biraz sus da bu geceyi güzelce hatırlayalım,” dedi.
Ama ben sadece sustum. Çünkü o gülüş... Umay’ın o gülüşü, hâlâ aklımdaydı.
Kapı kapanır kapanmaz, timin bakışları bir anda üzerime çevrildi.
Her şey sessizdi. Ama o sessizlik, içinde büyük bir fırtınayı barındırıyordu. Burak’ın gözleri kısılmış, Hakan sinsi bir şekilde sırıtıyor, Mustafa Kemal bile bir şeyler demek için fırsat kolluyordu. İşte o an, başıma geleceği anladım.
Ve tabii ki Burak ilk atağı yaptı.
“Komutanım,” dedi, o bildik sırıtışıyla. “Ben şimdiden söylüyorum, kız tarafıyım. Yani sonuçta, düğün yaklaşıyor. Ben de kendimi hazırlayayım.”
Tam o sırada İlteriş lafa atladı.
Ama İlteriş öyle sıradan bir şekilde değil, omuzlarını dikleştirip sanki bu konunun tartışmasız kazananıymış gibi bir edayla konuştu:
“Burak, bırak o işleri. Ben erkek tarafıyım. Komutanımı geçtim, abimi bırakmam. Hatta çiçeği bile ben kapacağım, haberiniz olsun.”
Salon kahkahaya boğuldu.
Ama Burak, Burak’tı. Asla pes etmezdi. İlteriş’e döndü, kaşlarını kaldırıp ellerini iki yana açtı.
“Komutanım, siz beni küçümsüyorsunuz. Ama unutmayın, ben varken o çiçeği tutmanız biraz zor. Çünkü...” dedi ve dramatik bir duraklama yaptı, “Umay yengemin ayakkabısında ilk benim ismim yazacak!”
O an bir şeyler koptu.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. “Altay,” dedim kendi kendime, “sakin ol. Burak sadece Burak. Ama İlteriş? İlteriş’i de Burak seviyesine çekmiş olabilirler mi? Bu timde aklı başında kimse kalmadı mı?”
Ama sonra Burak’ın sözleri bir kez daha yankılandı zihnimde: “Umay yengemin ayakkabısında ilk benim ismim yazacak.”
Bir an içimden çığlık atmak geldi.
Ama kendimi tuttum.
Kaşlarımı çatıp İlteriş’e döndüm.
“İlteriş,” dedim, sesimi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak, “sen neden bu salakla yarışıyorsun?’’
İlteriş, ciddi bir şekilde başını salladı. “Çünkü bu, Altay. Bu bir dava meselesi. Seninle bağımı göstermek için o çiçeği kapacağım. Burak’ın bu yarışta şansı yok.”
Burak hemen atıldı.
“Komutanım, şansı olmayan sizsiniz. Ben varım, Umay yengemin ayakkabısında ismim var. Yani, bu bir gerçek. Altay komutanım da bunu kabul etmeli.”
O an gerçekten sabrım taştı.
Derin bir nefes aldım, başımı iki yana salladım ve en ciddi ses tonumla konuştum:
“Burak, İlteriş... Tebrikler. Bugün burada tarihe geçtiniz. Çünkü bu kadar saçma bir muhabbeti bu kadar ciddi tartışan iki insan daha görmedim.”
Tim kahkahaya boğuldu. Ama ben yerimden kalktım, iki elimi masaya koydum ve biraz eğilerek konuştum:
“Tamam. Şimdi beni iyi dinleyin. Madem bu kadar heveslisiniz, size güzel bir görev veriyorum. Tuvalet temizleme cezası. İkiniz birden. Birlikte. Hatta bir sonraki nöbet değişimine kadar.”
O an Burak’ın sırıtışı bir anda kayboldu.
“Komutanım, ceza mı? Bu sadece şakaydı. Ben eğlence katmaya çalışıyordum!”
İlteriş kaşlarını çattı, ama yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
“Komutanım, yani, bu bir stratejik hamleydi. Ama... Tuvalet temizliği biraz ağır değil mi?”
Gözlerimi ikisine diktim.
“Hayır. Hatta bu ceza size hafif bile. Çünkü bu kadar saçma konuşmanın başka bir karşılığı olamazdı.”
Tim kahkahalarla yere yattı.
Hakan, Burak’a bakarak, “Burak, bu sefer kesin kazandın. Çünkü Altay komutanım bile seni ciddiye aldı!” dedi.
Burak ellerini iki yana açtı. “Abi, peki. Kabul. Ama şunu unutma, ben o tuvalet temizliğinde bile bir şekilde eğlenirim. Ve düğünde ilk çiçeği yine ben kaparım!”
Derin bir nefes alıp başımı masaya yasladım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu timle birlikte olmaya nasıl dayanıyorsun? Ama kabul et, hayat da bu kadar eğlenceli olmazdı."
Eve tek başıma dönüyordum.
Hava soğuktu, ama bu soğuk beni rahatlatıyordu. Çünkü kafamın içindeki karmaşayı dağıtıyordu. Burak ve İlteriş’in cezaya kalması, biraz olsun içime su serpmişti. Tuvalet temizliği gibi “sanatsal” bir ceza, onların muhabbetine ancak yakışırdı. Ama Mustafa Kemal’i başlarına dikmek... işte o tam bir şaheserdi. Adamı görev bilinciyle doğurmuşlar resmen.
Eve vardığımda, üstümü değiştirdim, biraz su içtim ve kendimi koltuğa attım. Ama aklım hâlâ timdeydi. Telefonumu çıkardım ve grup sohbetine bir mesaj yazmaya başladım
Grup: “Altay baba ve çocukları”
Altay: “Mustafa Kemal, tuvalet temizliğinin kanıtlarını istiyorum. Fotoğraf at. Hatta video çek. Bak, sabunlu su görmezsem direkt arıyorum.”
Mustafa Kemal: “Komutanım, hiç merak etmeyin. Tüm süreci belgeleyip size rapor edeceğim. İsterseniz bir excel tablosu bile hazırlarım.”
Burak: “Abi, vallahi çok ağır ceza verdin. Hayatım boyunca böyle zulüm görmedim. Bir tuvalet temizliği, bir de şu anda Mustafa Kemal’in gözü üzerimizde. Kamera gibi adam ya!”
Hakan: “Burak, sabun kullanmayı öğreniyorsun işte. Bu da bir eğitim. Şikayet etme.”
İlteriş: “Altay, bil ki seni unutmam. Bu ceza başka bir dünyada döner dolaşır seni bulur. Tuvalet temizliği tamam ama Mustafa Kemal’i dikmek neydi?”
Altay: “Adalet, İlteriş. Sabunlu suyla gelen adalet.”
Mustafa Kemal: “Komutanım, merak etmeyin. Fotoğraflar yolda. Ayrıca Burak gerçekten sabun kullanmayı öğreniyor. Bir başarı hikayesi yazıyoruz burada.”
Burak: “Abi, biraz insaf be! Mustafa Kemal, bari fotoğrafı düzgün çek, benim kötü çıkmadığım bir açıdan çek.” Formun Altı
Telefonu masaya bırakıp bir süre güldüm.
Grup sohbeti, benim için bir çeşit terapiydi. Her mesajda Burak’ın çaresizliğini ve İlteriş’in komutanlığı sorgulamasını görmek, gerçekten bir nimet gibiydi.
Sonra mutfağa gidip bir elma aldım. Kabuklarını soymadan, dişledim. O ilk ısırıkla birlikte odanın sessizliği biraz daha anlam kazandı. Ama o sessizlikte, Umay’ın gülüşü yankılandı. Evet, yine Umay.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu iş ciddiye biniyor. Bir kızın gülüşü, neden bir adamın aklına bu kadar takılır?"
Ama cevap vermedim. Çünkü cevabı zaten biliyordum. Umay’ın gülüşü sadece bir gülüş değildi. Bir meydan okumaydı. Bir davetti. Bir muammaydı.
Elmayı dişlerken, kafamda onun söylediği cümleler dönüyordu:
"Şiir, hissettiğin ama kelimelere dökemediğin şeyleri fısıldar."
İşte tam olarak öyleydi. Kelimelere dökemediğim şeyler vardı. Ve bunların hepsi, Umay’ın o gülüşüne bağlıydı.
Bir yandan elmayı yerken, diğer yandan telefonu tekrar elime aldım.
"Altay, sakin ol," dedim kendi kendime. "Gruba geri dön. Dikkatini dağıt. Yoksa sabaha kadar Umay’ı düşünürsün."
Ama grupta bile dikkatimi dağıtamıyordum. Çünkü Burak, o anda mesaj attı:
Burak: “Abi, temizlik tamam ama Mustafa Kemal bir askeri belgesel çeker gibi her hareketimizi kaydetti. Bu kadar kanıt yeter, değil mi?”
Altay: “Belki. Ama o sabunlu suyu biraz daha köpürtün.”
Telefonu masaya bırakıp elmayı bitirdim.
Başımı kanepeye yasladım. Ama ne kadar uzaklaşmaya çalışsam da aklımda yine Umay vardı.
Ve o anda fark ettim ki, bu kız sadece bir gülüşle bir adamın gecesini alt üst edebilirdi.
"Altay," dedim kendi kendime, "sen bu işten nasıl çıkacaksın, hiçbir fikrin yok. Ama bir fikrin olmalı. Çünkü o gülüş seni her seferinde geri çağıracak."
Telefonu tekrar elime aldım.
Bir yandan Umay’ın gülüşü aklımda dönüp duruyor, diğer yandan o gülüşü düşünmemek için timi cezadan kurtarma bahanesiyle meşgul olmaya çalışıyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bir çözüm bul. Yoksa sabaha kadar bu döngüden çıkamazsın."
Grup sohbetini açtım ve yazmaya başladım:
Grup: “Altay baba ve çocukları”
Altay: “İlteriş, cezan bitti. Direkt eve dön. Hemen. Emrediyorum.”
İlteriş: “Komutanım, gerçekten mi? Daha Burak’a sabunlu suyu nasıl köpürteceğini anlatıyordum. Ama emredersiniz, çıkıyorum.”
Burak: “Ne? İlteriş komutanım gidiyor mu? Komutanım, beni burada yalnız mı bırakıyorsunuz? Bu çok ağır bir ceza. İnsanlık dışı resmen!”
Mustafa Kemal: “Burak, senin insanlıkla ilgili yorum yapman biraz iddialı oldu. Ama doğru, komutanım. Eğer İlteriş gidiyorsa, Burak’ın da cezasını bitirelim. Çünkü bu kadar sızlanmayı dinlemek bile başlı başına bir ceza oldu.”
Altay: “Burak, senin de cezan bitti. Ama şunu bil ki, bu son şansın. Bir daha bu kadar saçma bir muhabbet açarsan, sabunla dostluğun ömür boyu sürecek.”
Burak: “komutanım, yemin ediyorum bir daha böyle bir şey yapmayacağım. Tamam mı? Söz. Ama... gerçekten mi? Cezam bitti mi?”
Altay: “Evet Burak. Ama sabunlu suyu unutma. Her zaman lazım olabilir.”
Burak: “Komutanım, vallahi siz büyük bir insansınız. İnsanlık abidesi resmen! İyi geceler, Altay komutanım. Bu gece rahat uyuyacağım.”
Hakan: “Burak, sabunlu suyu ne kadar övdün ya. Resmen reklama dönüştürdün olayı. İyi geceler Altay komutanım.”
Mustafa Kemal: “Komutanım, rapor tamamlandı. Tüm temizlik belgelendi. Size raporu mail olarak da atabilirim.”
Altay: “Gerek yok, Mustafa Kemal. Sen de git artık. İyi geceler, hepiniz. Ve bir daha bu kadar saçma bir durum yaratmayın.”
Mesajı gönderip telefonu masaya bıraktım.
Bir an sessizlikte oturdum. Timi serbest bırakmak, biraz olsun içimi rahatlattı. Ama o sessizlikte, yine Umay’ın sesi yankılandı zihnimde.
"Altay," dedim kendi kendime, "kafanı dağıtmak için timi cezalandırdın. Şimdi hepsi gitti. Ama sen hâlâ buradasın. Ve hâlâ Umay’ı düşünüyorsun."
Başımı arkaya yasladım. Derin bir nefes aldım. Ama o gülüş, o ses, her şey hâlâ benimleydi.
Ve o anda fark ettim ki, Umay’dan uzaklaşmak mümkün değil. Çünkü Umay, sadece aklımda değil, içimde bir yerlerdeydi.
"Altay," dedim, "bu geceyi bitir. Çünkü yarın, bu düşüncelerle başa çıkmanın bir yolunu bulmak zorundasın."
İlteriş, kapıdan girer girmez o meşhur sırıtışıyla beni süzdü.
“Ne oldu? İşin mi düştü 2 metrelik Altay?” dedi. Sesinde hem alay hem de dostça bir meydan okuma vardı. Sanki beni zor duruma düşürmekten keyif alıyordu.
Koltuğa yayılıp oturdu. Ama bu oturuş, sanki bu evin asıl sahibi oymuş gibi bir rahatlıktaydı. Ayağını sehpanın kenarına uzattı ve ellerini arkasında birleştirdi.
“Peki, anlat bakalım. Neden beni apar topar çağırdın? Burak’tan kurtuldum diye sevinecekken, seninle baş başa kaldım. Hadi, dökül.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi devirdim. Beni tanıyordu. Fazla kurcalarsa, ağzımdan dökülecek her şeyi öğrenebilirdi. Ama o an için bunu engellemek zorundaydım.
“İlteriş,” dedim, sesimi sakin tutmaya çalışarak. “Sana ihtiyacım var. Çünkü kafamı dağıtacak birine ihtiyacım var. Yoksa... yoksa ben bu kafayı kesip köpeklere yem yapacağım.”
İlteriş kaşlarını kaldırdı, ama sırıtışı kaybolmadı.
“Ciddi misin?” dedi. “Senin gibi bir kaya, bir dağ, bir... ne bileyim, betondan yapılmış adam, kafa mı dağıtmak istiyor? Bu işte kesin bir iş var.”
Başımı eğdim, içimden derin bir iç çektim. Tabii ki bu işte bir iş vardı. Ama bunu ona söylemek... işte bu, başlı başına bir meydan okumaydı.
“İlteriş,” dedim, ona dönerek. “Sadece otur ve bir şeyler konuş. Ne bileyim, saçma sapan hikayeler anlat. Burak’ı rezil et. Mustafa Kemal’in hırslarını yerle bir et. Ama kafamı başka yere çek. Çünkü...”
Cümlemi tamamlamadan sustum.
O an İlteriş’in yüzünde bir kıpırtı oldu.
Kaşlarını hafifçe çatıp bana baktı. Ama bu, sorgulayıcı bir bakıştan çok, bir dostun endişeli bakışı gibiydi.
“Altay,” dedi. “Böyle şeyleri kolay kolay demezsin. Kafanı bu kadar karıştıran şey ne? Burak mı? Mustafa Kemal mi? Yoksa...”
Bir an durdu. Gözleri kısıldı, sanki bir şeyi çözmeye çalışıyordu. Sonra yüzüne hafif bir sırıtış yerleşti.
“Yoksa... Umay mı?”
Bu lafla içimden bir şeyler koptu.
Ama kendimi toparladım. Gözlerimi ondan kaçırıp, mutfağa doğru yürüdüm.
“Umay falan değil,” dedim. “Sadece stres. Çok fazla şey üst üste geldi. O kadar.”
Arkamdan İlteriş’in kahkahası duyuldu.
“Altay, sen gerçekten berbat bir yalancısın,” dedi. “Ama tamam. Şimdi seni daha fazla sıkıştırmayacağım. Kafanı dağıtmak istiyorsan, o işi hallederiz.”
Bir an durdu, sonra sesi biraz daha alçaldı:
“Ama bil ki, eğer Umay’ı düşünüyorsan... bu kadar zorlanmana gerek yok. Çünkü onun gözleri, senin düşündüğünden çok daha fazla şeyi söylüyor olabilir.”
Bu laf, mutfağın ortasında donup kalmama neden oldu.
Elimdeki bardağı bırakıp başımı kaldırdım. Ama arkamı dönüp bir şey demedim. Çünkü İlteriş’in bu sözlerini düşünmek bile beni fazlasıyla zorlamıştı.
"Altay," dedim kendi kendime, "şimdi sessiz kal. Çünkü eğer konuşursan, İlteriş seni tamamen çözer. Ve buna hazır değilsin."
İlteriş birden koltuğa daha rahat yayılıp gözlerini bana dikti.
“Senin en sevdiğin şiir neydi lan?” dedi, sesinde o alışılmış rahat ve biraz da alaycı tonuyla. O kadar beklenmedik bir soruydu ki, elimdeki bardağı tezgaha bırakmayı unuttum.
Baktım ona.
“Ne alaka şimdi?” dedim. “Benim kafamı dağıt diyorsun, sonra da şiir soruyorsun. Hayırdır, sanat gecesi mi yapıyoruz?”
İlteriş, yüzünde o hafif sırıtışıyla omuzlarını silkti.
“Bilmiyorum, belki. Ama seni bu kadar gerilmiş görmek tuhaf. Şiir falan sorayım da kafan açılır diye düşündüm.”
O an ne diyeceğimi bilemedim. Çünkü bu sorunun tam ortasında, aklıma gelen ilk şey Umay’ın bana sorduğu o soruydu: “En sevdiğin şiir ne?” Ve tabii ki, o an Nihal Atsız’ın “Geri Gelen Mektup” şiirini okumuştum.
Ama İlteriş’e bunu söylemek? Hayır. Mümkün değil. Çünkü bu bilgi, onu bir ömür boyu eğlendirmeye yeterdi.
Derin bir nefes aldım, bardağı tezgaha bıraktım ve mutfaktan salona doğru yürüdüm. Ama İlteriş, beni gözleriyle takip ediyordu.
“Altay,” dedi, sesini biraz daha yumuşatarak. “Ciddi soruyorum. Sevdiğin bir şiir yok mu? Senin gibi biri için ilginç olurdu.”
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım.
“Benim gibi biri mi? Ne demek o?” dedim. “Dağ gibi adam, şiir sevemez mi?”
İlteriş kahkahayı patlattı.
“Tabii ki sevebilir,” dedi. “Ama Altay... Senin şiir sevmen, Burak’ın sessiz kalması kadar garip olur. O yüzden merak ettim işte. Neydi o şiir?”
Başımı sallayıp kanepeye oturdum. Bir an düşündüm. Hangi şiiri söylesem, bu muhabbetten sağ çıkardım? Nihal Atsız’ı mı söylemeliydim? Daha sert bir şey mi bulmalıydım? Ama sonunda pes ettim. Çünkü bir şekilde, bu muhabbette daha fazla kaçacak yer yoktu.
“Tamam,” dedim. “Söylüyorum. Ama dalga geçersen, bu evi başına yıkarım.”
İlteriş, ellerini kaldırıp teslim olmuş gibi yaptı.
“Tamam, tamam. Söz veriyorum. Düzgün dinleyeceğim. Neymiş o şiir?”
Derin bir nefes aldım, hafifçe sırtımı geriye yasladım ve başladım:
“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu...”
Şiirin ilk dizeleri salona dolduğunda, İlteriş’in yüzü bir anda değişti.
Beklediğim gibi alaycı bir tepki gelmedi. Tam tersine, yüzünde hafif bir şaşkınlık ve merak vardı. Devam ettim:
“Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince...”
Şiiri bitirdiğimde, odada kısa bir sessizlik oldu.
İlteriş, bir süre konuşmadı. Ama sonunda, bir kaşını kaldırıp hafifçe sırıtarak konuştu:
“Altay... Bu şiiri sen mi seçtin, yoksa biri sana bunu mu okuttu? Çünkü bu kadar derin bir şeyin senin aklına gelmesi tuhaf olur.”
Gözlerimi devirdim.
“İlteriş, lafı uzatma,” dedim. “Şiir bu. Beğendiysen dinle, beğenmediysen sus. Ama böyle abuk sorularla gelme.”
Kahkahasını tutamadı.
“Tamam, tamam,” dedi. “Ama bak, gerçekten şaşırdım. Altay şiir okuyorsa, dünya bir süre durabilir.”
O an bir şey fark ettim.
Şiiri okurken, aklıma yine Umay gelmişti. Ve bu, aslında beni rahatsız eden şeydi. Ama İlteriş’in yanında bunu belli etmek istemiyordum. Çünkü o, bu durumu anında çözebilirdi.
Başımı kanepeye yasladım, gözlerimi kapattım. İlteriş’in hâlâ sırıtıyor olduğunu hissedebiliyordum.
Ve kendi kendime dedim ki: “Altay, bu şiir meselesi fazla uzadı. Ama işte, Umay’ın yüzünden her şey uzuyor.”
İlteriş kahkahasını bitirip tekrar rahatça koltuğa yayıldığında, bu sefer sıra bende diye düşündüm.
“Peki, İlteriş,” dedim, ona dönüp hafifçe sırıtarak. “Madem beni böyle köşeye sıkıştırdın, şimdi sıra sende. Senin en sevdiğin şiir ne?”
O an İlteriş’in yüzü hafifçe değişti.
Sanki böyle bir soruyu hiç beklemiyormuş gibi bir an duraksadı. Ama sonra toparlanıp kendine has o ukala tavrıyla bana baktı.
“Ben mi?” dedi, eliyle göğsünü işaret ederek. “Ben şiir sevmem ki.”
Kaşlarımı kaldırıp gözlerimi devirdim.
“Yemezler, İlteriş,” dedim. “Şiir sevmeyen adam yoktur, itiraf etmeyen adam vardır. Hadi bakalım, dökül. Neymiş o en sevdiğin şiir?”
Bir an sessizlik oldu. İlteriş, sanki gerçekten bir şey seçmeye çalışıyormuş gibi hafifçe gözlerini tavana dikti. Ama bu sessizlik, onun tarzıydı. Konuyu büyütüp beni daha da meraklandırmaya çalışıyordu.
Sonunda, derin bir nefes aldı ve yüzünde hafif bir sırıtışla konuştu:
“Tamam, madem sordun, söyleyeyim. Ama sen dalga geçersen, sabah seni koşu parkurunda süründürürüm, haberin olsun.”
Gülümsedim.
“Yahu, söyle artık. Meraktan öleceğim.”
İlteriş ciddileşmeye çalıştı ama yüzündeki o alaycı kıvrım hâlâ oradaydı.
“Attila İlhan’dan,” dedi, sesi bu sefer daha derindi. “Benim favorim: ‘Ben Sana Mecburum.’”
O an durdum. Çünkü beklediğimden çok daha anlamlı bir cevap almıştım. Attila İlhan mı? İlteriş? Bu kombinasyon, düşündüğümden çok daha karmaşıktı. Ama şaşkınlığımı belli etmeden, ona bir kaşımı kaldırarak baktım.
“Gerçekten mi?” dedim. “Sen? Attila İlhan?”
İlteriş, kaşlarını kaldırıp omuz silkti.
“Ne sandın? Her şey komando eğitimi değil, Altay. Ruhum da var benim.”
Sonra hafifçe öksürüp oturuşunu düzeltti. Sesi bu kez daha sakindi:
“Hatta ezberimde de var. Dinlemek ister misin?”
Bu kez ben duraksadım.
Ama bir yandan da merak ediyordum. İlteriş şiir okuyorsa, bu kesinlikle tarihe geçecek bir an olacaktı.
“Tabii ki,” dedim. “Hadi bakalım, oku. Görelim o ruhunu.”
İlteriş gözlerini kısıp hafifçe iç çekti, sonra başladı:
“Ben sana mecburum bilemezsin,
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum,
Büyüdükçe büyüyor gözlerin,
Ben sana mecburum bilemezsin.”
Sesi, alıştığım sert ve tok tonunun aksine, şaşırtıcı derecede yumuşaktı.
Her dizeyi, sanki bir hikâye anlatır gibi okuyordu. Ama bu hikâyede, onun içinden bir şeyler dökülüyordu.
“İçimde bir şey, seninle tamamlanıyor.
Ben aslında bir şair değilim Altay,
Ama işte bu dize… Beni hep mahveder.”
Şiiri bitirdiğinde, odada bir anlık bir sessizlik oldu.
Sonra ben, ellerimi birleştirip onu alkışladım. Hafifçe eğilip alaycı bir şekilde konuştum:
“Vay be, İlteriş. Sen gerçekten büyük adammışsın. Ruhun falan da varmış. Ama dur, sabah seni süründürmekten vazgeçerim diye umutlanma.”
İlteriş kahkahayı bastı.
“Altay,” dedi, koltuğa tekrar yaslanarak. “Bak, gördün mü? Şiir okuduk, ruhlarımızı rahatlattık. Ama sen hâlâ gerginsin. Hadi bakalım, sıra sende. Şimdi bu ruh halinden nasıl çıkacağını düşün.”
Ben sadece güldüm. Çünkü o haklıydı. İlteriş’le konuşmak, bir yandan kafa dağıtmanın en iyi yoluydu, bir yandan da insanı her zaman kendine döndürüyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu geceyi böyle bitir. Çünkü İlteriş’in bile şiir okuduğu bir dünyada, her şey mümkün."
Yatmaya hazırlanıyordum.
Ama ellerime baktığımda, kazık gibi olmuş nasırlarla karşılaştım. Bir insanın elleri bu kadar sertleşir mi? Belli ki günün bütün ağırlığı sadece kafama değil, ellerime de vurmuştu. Bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Ama o şey neydi? Tabii ki nemlendirici krem.
Sorun şuydu: Benim gibi bir adamın evinde krem olur muydu? Hayır. Çünkü bu tür şeyleri almak aklıma bile gelmezdi. Ama birinin aklına gelmiş olabilirdi. İlteriş’in. Çünkü İlteriş her zaman her şeyin bir yedeğini bulundururdu.
Çekingenlikle İlteriş’in odasına doğru yürüdüm.
Kapıyı hafifçe araladım ve başımı uzattım. O, yatağında telefonuyla meşguldü. Ama beni görünce kaşlarını kaldırdı.
“Ne var lan?” dedi, sesinde hafif bir merakla.
Bir an duraksadım. Nasıl soracaktım şimdi bunu? Ama geri dönmek de mümkün değildi. Derin bir nefes alıp söyledim:
“Lan, sende nemlendirici var mı?”
O an İlteriş’in yüzü değişti.
Önce kaşlarını çattı, sonra bir anda kahkahayı bastı. O kahkaha odayı doldurdu, duvarlardan sekip bana geri geldi.
“Oğlum, sen hakikaten yanmışsın!” dedi, hâlâ gülerek. “Bu kıza ne ara böyle düştün lan? Daha dün normal bir insandın, bugün nemlendirici soruyorsun. Bravo!”
Ben o an gerçekten pişman oldum.
Bu odaya gelmemeliydim. Bu soruyu asla sormamalıydım. Ama artık geri dönüş yoktu. Kendimi savunmalıydım.
“Ne alâkası var oğlum?!” dedim, biraz sinirli ama hâlâ durumu kurtarmaya çalışarak. “Krem istedim, altı üstü krem! Ellerim kazık gibi olmuş, nasır tutmuş. Ne var bunda?”
Ama İlteriş durur mu?
Başını iki yana sallayarak sırıttı. “Yok bir şey, Altay. Sadece... senin gibi adamlar genelde nemlendirici istemez. Hele hele bir kızla bu kadar kafayı yemeden önce.”
Ellerimi iki yana açtım.
“Bak, hâlâ aynı şeyi söylüyorsun! Ne kızı? Ellerim çatladı diyorum, anlamıyor musun? Bir yardım etsen de şu konuyu kapatsak?”
Sonunda kalktı.
Dolabının bir köşesini karıştırdı ve bir tüp krem çıkardı. Ama kremi bana vermeden önce bir süre tuttu, yüzünde o sırıtışıyla.
“Tamam,” dedi. “Ama bil ki, bu kremi verdiğim an, senin bu kız meselesini daha da konuşacağız. Çünkü böyle bir Altay’ı bir daha göreceğimi sanmıyorum.”
Kremi elinden kapıp kaşlarımı çattım.
“Sen bir şey görmeyeceksin. Konu kapandı. İyi geceler!” dedim, arkamı dönüp hızla odadan çıkarken.
Arkamdan gelen sesi hâlâ duyabiliyordum,
“Altay, o kremi güzelce sür. Çünkü bu kadar hassas bir Altay, nadir bir şeydir!”
Kapıyı kapatıp kendi odama döndüğümde, içimden derin bir iç çekiş geçti.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu geceyi bir şekilde atlattın. Ama İlteriş’e bu malzemeyi sorduğun gün, zaten kaybetmişsin demektir."
Kendimi aynada bir kez daha gördüğümde içimden koca bir küfrettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "sen bu kadar kıvırcık bir insan mıydın? Bu kadar başına buyruk, asi saçlarla ne yapacaksın?"
Saçlarım, sanki kendi özgürlük savaşını ilan etmiş gibiydi. her köşeye doğru fırlıyordu. Ama bu savaşın galibi ben değildim. Çünkü onları kontrol etmek için hiçbir silahım yoktu.
Ve bıyık... ah, bıyık meselesi.
Bu saçlarla bıyık bırakmaya çalışmak, düpedüz işkenceydi. Her gün o kıvırcıkların arasında şekil vermek ayrı bir uğraş. Zaten düzgün çıkmaz, düzgün dursa da kıvırcık saçların arasında kaybolurdu. Halid iti bile bıyığımla dalga geçerdi. Adamı her pozisyonda becerme hayalleri kuruyordum zaten; bir de bıyığımın saçlarıma uyumlu olmadığını düşünüp duruyordum.
"Böyle olmaz," dedim kendi kendime. "Bıyığı unut. Bırak komple sakal olsun. Çünkü bu kafa yapısıyla, bıyık sana yakışmayacak."
Ama asıl mesele saçlardı.
Her sabah kalktığımda, aynada karşıma çıkan o kıvırcık yığını görmek, artık bir tür travmaya dönüşüyordu. Umay’ın böyle bir şeyi sevip sevmeyeceğini düşünmek ise bambaşka bir işkenceydi.
"Belki sever," diye düşündüm. "Ama belki de bir şey demez. İçinden güler. ‘Altay koyun gibi olmuş,’ diye geçirir. Sonra gider başkasına anlatır."
Yeter.
Kararımı verdim.
"Yarın," dedim, "ilk iş soluğu berberde alacağım. Bu saçlar böyle devam edemez. Kıvırcık mı, dalgalı mı, koyun postu mu.… ne olursa olsun, bu baştaki şey düzelecek, yakışıklı bir adamım aslında biraz bakım yapılsa."
Bu düşünceyle yatağıma uzandım.
Ama kafam hâlâ durmuyordu. Berberde ne yaptıracaktım? Kısa mı kestirsem? Biraz modern bir şey mi? Ya Umay’ın hoşuna gitmezse?
"Altay," dedim, "berbere gidip saç kesimini düşünmek normaldir. Ama Umay’ı düşünmek nedir? Ne hale geldin sen?"
Yatağımda döndüm durdum. Gözlerimi kapattım ama o kıvırcık saçlar zihnimde dolanmaya devam etti. Umay’ın beni kıvırcık bir kahraman olarak görüp görmeyeceğini düşündüm.
"Kahramanlık mı? Saçlarınla uğraşmaktan savaşa gidemiyorsun, Altay," dedim kendi kendime. "Yarın bu işi çöz. Çünkü bu kafa seni mahvedecek."
Sonunda düşünceler arasında kaybolarak uykuya daldım. Ama rüyamda bile saçlarım başına buyruk bir şekilde dalgalanıyordu….
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |