15. Bölüm
Beyza Yıldırım / YÜZBAŞININ PORTRESİ (FİNAL OLDU) (DÜZENLENMEDE) / DAĞ VAR DAĞLARDAN YÜCE, DAĞ MI DAYANIR BU GÜCE?

DAĞ VAR DAĞLARDAN YÜCE, DAĞ MI DAYANIR BU GÜCE?

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Altay’ın Anlatımı

 

Mustafa Kemal’in bilinci gidip geliyordu. Yaralı haliyle bile dimdik durmaya çalışıyordu ama gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönüyordu. Ellerimle yarasına bastırıyordum.

 

“Dayan Kemal. Ambulans geliyor. Beni bırakma kardeşim, beni bırakma.” Sesim titriyordu, ama ne olursa olsun sakin kalmaya çalışıyordum.

 

Gözlerini hafifçe araladı. Dudaklarından zar zor bir ses çıktı. “Komutanım, hakkınızı helal edin. Ama bu benim son durağım galiba...”

 

“Kes lan o lafları! Sana burada ölmek yok dedim!” dedim sert bir sesle, ama boğazım düğümlenmişti.

 

Bir anda dudaklarından bir türkü dökülmeye başladı. Sesi kesik kesikti, ama o tanıdık ezgiyi hemen tanıdım.

 

“Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım... Sen sallan gel, ben boyuna bakayım...”

 

Türkünün ilk mısrası dudaklarından dökülürken, ben dayanamadım. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Mustafa Kemal gibi bir adamı bu halde görmek... Bu kadar aciz hissetmek... Kalbim sıkışıyordu.

 

“Kes, söyleme! Söyleme ulan!” diye bağırdım ama o, devam etti.

 

“Uzun olur gemilerin direği... Çatal olur efelerin yüreği...”

 

Elimi cebime attım, sigara paketini çıkarıp titreyen ellerimle bir sigara yaktım. Onunkini de yaktım ve dudaklarına uzattım. Sigarayı güçlükle tuttu, dumanı içine çektiğinde dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi.

 

“Komutanım, hâlâ sigara mı içiyorsunuz? Ne olacak bu haliniz?” dedi zayıf bir gülümsemeyle.

 

Ben de zorlukla güldüm. “Sus ulan, konuşma! Hadi devam et. Türküyü birlikte söyleyelim.”

 

Ve başladık. Sigaradan çektiğim her nefesle içimdeki yangını bastırmaya çalıştım. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken, o yanık ezgiyi birlikte söyledik:

 

“Ah vur ataşı, gâvur sinem ko yansın... Arkadaşlar uykulardan uyansın...”

 

Sesimiz çatallıydı, hüzünlüydü, ama bir o kadar da kararlıydı. Her mısrada Mustafa Kemal’in gözlerine baktım. O ışığı söndürmeyecektim.

 

Son mısrayı söylediğimizde, sigarasını yere attı ve yorgun bir sesle konuştu: “Komutanım, bir gün yine türkü söyleriz. Ama bu sefer, daha güzel bir yerde. Belki Artvin’de... Belki de sonsuzlukta...”

 

Başımı salladım. Gözlerim dolmuştu, konuşamadım. Elimi omzuna koyup sıktım.

 

“Sana bir şey olursa, o sonsuzluğu cehenneme çeviririm. Ambulans geliyor. Dayan!”

 

O an, bu türkü, sadece bir ağıt değil; bir yemin olmuştu. Umay’ı bulacak, Mustafa Kemal’i yaşatacak ve bu kahrolası düşmanları yok edecektim.

 

Ambulans geldiğinde Mustafa Kemal’i hekimlere teslim ettim. Sedye üzerinde taşınırken yüzündeki zayıf gülümseme hâlâ aklımda yankılanıyordu. Elimi sıkarak son bir şey söylemek istedi ama konuşacak hali kalmamıştı.

 

Telefonu titreyen ellerimle çıkardım ve İlteriş’i aradım. “Hemen devlet hastanesine geçiyorsun. Mustafa Kemal yaralandı. Ben karargaha dönüyorum.” dedim. Sesim gür çıkmıştı, ama içinde koca bir sarsıntı vardı. İlteriş bir şeyler söylemeye çalıştı ama lafını bitirmesine izin vermeden kapattım telefonu.

 

Arabaya atladım ve direksiyonu öfkeyle kavradım. Gözlerim hala Umay’ın kaybolduğu yere kayıyordu. O anlarda yaşadığım çaresizlik, içimde bir volkan gibi patlamıştı. Direksiyonu yumrukladım. “Seni koruyamadım Umay. Seni koruyamadım...”

 

Karargaha vardığımda çoktan acil durum düğmesine basmıştım. Girişe geldiğimde tüm tim (Mustafa Kemal ve İlteriş hariç), Haluk Yarbay ve birkaç üst rütbeli komutan oradaydı. Hepsi sessizce bana bakıyordu. Üzerimde Mustafa Kemal’in kanı vardı, yüzümde hiddetle karışık bir acizlik.

 

Bir adım attım, herkesin gözü üzerimdeydi. “Koruyamadım!” diye bağırdım. Sesim, odanın duvarlarında yankılandı. “Umay’ı kaçırdılar. Gözümün önünden aldılar!”

 

Haluk Yarbay’ın yüzü o an kıpkırmızı kesildi. Gözlerindeki öfke, yılların deneyimiyle bastırılmaya çalışılan ama taşmak üzere olan bir sel gibiydi. Sert bir adımla yanıma geldi, gözlerini benimkine dikti.

 

“Ne dedin sen? Umay mı? Kızımı mı kaçırdılar?” dedi, sesi her zamankinden daha sert ve tok.

 

“Evet, komutanım. Koruyamadım. Görevim... Onu korumaktı, ama başaramadım.” dedim, yutkunarak. Sesim titriyordu.

 

Haluk Yarbay, masaya öyle bir yumruk indirdi ki odaya ölüm sessizliği çöktü. “Kim yaptı bunu? Hangi hain yaptı? Bana kim olduklarını söyle, Altay!” diye kükredi.

 

Derin bir nefes aldım, kendimi toparlamaya çalıştım. “Komutanım, takipteydik. Onların kim olduğunu bilmiyoruz ama kesinlikle profesyonel bir operasyondu. Keskin nişancı vardı. Umay’ı planlı bir şekilde aldılar. Şimdiye kadar aldığımız istihbarat, bunun İngiltere bağlantılı olduğunu gösteriyor.”

 

Yarbay bir adım geri çekildi. Gözleri hâlâ üzerimdeydi, ama bu kez öfkenin yanında bir parça korku vardı. “Altay, bu işin peşini bırakmak yok. Umay benim kızım, ama senin de sevdiğin. Onu bulup getireceksin.” dedi.

 

Başımı salladım, boğazımdaki düğümü yutmaya çalışarak. “Onu bulacağım, komutanım. Canım pahasına, ama bulacağım.”

 

Herkesin bakışları arasında o an bir karar alındı. Bu iş artık sadece bir görev değil, onurumuzdu. Ve Umay, benim için dünyadaki her şeydi.

 

Karargahtaki sessizliği diğer komutanlardan birinin sorusu bozdu. “Altay, Mustafa Kemal’in durumu ne? Bilgin var mı?” dedi, yüzünde endişe dolu bir ifade.

 

Telefonumu hızla elime aldım ve İlteriş’i aradım. “İlteriş, durum ne?” dedim, sesi sakin ama endişeliydi.

 

“Komutanım, acil ameliyata alındı. Ama...” diye duraksadı. “0 Rh- kana ihtiyaç var. Acilen. Kan bankasında yeterli yok.”

 

Telefon elimdeyken tüm salona döndüm. “0 Rh- kana ihtiyaç var! Kim bu gruba uyuyorsa hemen çıksın!” diye bağırdım.

 

Burak, bir saniye bile tereddüt etmeden ayağa fırladı. “Ben veririm komutanım. Hemen gidiyorum!” dedi.

 

Ama yetmeyeceğini biliyordum. “Burak, bu yetmez. En az iki kişi lazım. Listelere bakmamız gerek.” dedim.

 

Yanımdaki bilgisayara koştum ve personel kan gruplarını kontrol etmeye başladım. Parmaklarım hızla klavyede dans ediyordu. Bir isim buldum: Astsubay Yalçın Göker.

 

“Astsubay Yalçın Göker!” diye seslendim. Kalabalıktan bir adım öne çıktı. “Emredin, komutanım.” dedi.

 

“Senin de kan grubun 0 Rh-. Hemen Burak’la birlikte hastaneye gidiyorsun. Bu bir emir.” dedim.

 

“Emredersiniz!” diye bağırdı, hiç tereddüt etmeden.

 

Burak ve Yalçın hızla hazırlanıp çıkarken Haluk Yarbay yanımdan geçti ve sırtıma hafifçe vurdu. “İyi iş çıkardın, Altay. Şimdi Umay’ı bulmaya odaklan. Mustafa Kemal emin ellerde.” dedi.

 

Onları uğurlarken içim hâlâ sıkışıyordu. Bir yandan Umay, bir yandan Mustafa Kemal... İkisi de benim sorumluluğumdaydı ve birini bile kaybetmeyi göze alamazdım. “Kurtaracağım sizi. Her ne pahasına olursa olsun...” diye fısıldadım kendi kendime.

 

Telefon çaldığında odada yalnızca Haluk Yarbay ve ben vardık. Numara bilinmeyendi. Telefonu açtım, yüzümde bir maskenin ardında gizlenen öfkeyle. “Altay Öztürk.” dedim.

 

Hattın diğer ucundan gelen ses İngilizceydi, ama laubali bir tondaydı. “Selam Altay, nasılsın? Umarım fazla gergin değilsindir.”

 

Damarlarımda dolaşan kan anında kaynadı. “Kimisin sen? Ne istiyorsun benden?” diye bağırdım.

 

Adam gülerek devam etti. “Aman Altay, bu kadar bağırmana gerek yok. Seni gayet net duyuyorum. Bak, yanımda çok güzel bir kız var. Gözleri dolu dolu, ama hâlâ çok güçlü duruyor. Umay, değil mi adı? İnan, hayran kaldım ona.”

 

Bunu duyduğum anda elimdeki telefon neredeyse çatırdadı. Haluk Yarbay, benim yüzümdeki öfkeyi görüp yaklaşıyordu ama eli havada durdu. Ben gözlerimi kısıp derin bir nefes aldım. “Umay’a bir şey yaparsanız sizi yerle bir ederim. Bu dünyada nefes alacak yer bulamazsınız!” diye tısladım.

 

Adam kahkaha attı, sesindeki keyif mide bulandırıcıydı. “Ne kadar tehditkâr birisin Altay. Ama tehditlerin pek işime yaramaz. Şimdi beni dikkatle dinle. Karargâhın önündeki otobüs durağına bir zarf bıraktık. Onu kimse yokken al, oku. İçinde sana bir teklif var. Kabul edersen, Umay’a zarar vermekten vazgeçeceğiz. Kabul etmezsen...” dedi ve bir anda duraksadı.

 

Bir saniye sonra sesi daha alaycı bir tonda geldi. “...o güzel kızın başına ne gelir, tahmin etmek istemezsin, değil mi? Ah, ve bir şey daha... Bizi izlemeye ya da takip etmeye kalkarsan Umay’ı anında öldürürüz. Bu konuda ne kadar ciddi olduğumuzu biliyorsun, değil mi, Yüzbaşı Altay?”

 

Telefonu tutan elim titriyordu, öfke ve çaresizlikle sıkışmıştım. “Bu işin sonu sizin için çok kötü olacak. Bunu bir tehdit değil, gerçek olarak kabul edin.” dedim, dişlerimin arasından.

 

Adam sadece güldü. “İyi şanslar Altay. O zarfı unutma. Sonra konuşuruz.” dedi ve telefonu kapattı.

 

Sessizlik odada yankılanırken Haluk Yarbay, bir adım daha yaklaştı. “Altay, ne oluyor? Kimdi o?” diye sordu, yüzünde ciddi bir ifadeyle.

 

“Umay ellerinde, komutanım.” dedim, boğazım düğüm düğüm. “Ve bizi satranç tahtasında köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar.”

 

Haluk Yarbay’ın sesi odada yankılandı, sert ve netti: “Altay ve Ulaş!” dedi, isimlerimizi birer emir gibi telaffuz ederek.

 

Ben hemen esas duruşa geçtim, Ulaş ise bir adım öne çıkarak dikkat kesildi. Yarbay, yüzünde ciddiyetin her bir kıvrımını taşıyan bir ifadeyle devam etti:

 

“Henüz yurtdışına kaçırmış olamazlar. Ancak bu demek değildir ki zamanımız bol. Altay, hemen o zarfı al ve buraya dön. Kimse seni görmeden bu işi halletmek zorundasın. Düşmanın bizi yönlendirmesine izin veremeyiz. Ulaş, sen de derhal operasyon odasına geç. Hazırlıklara başla. Hangi timin ne yapacağına dair bir plan çıkarın. Durum değerlendirme ve risk analizi yapılacak. Helikopter ve zırhlı araçların hazırlık durumunu öğrenmek için Lojistik Subayı ile irtibata geç.”

 

Ulaş, emirlerin sonuna gelmeden ayağını yere vurarak selam verdi. “Emredersiniz, komutanım!” dedi ve hızla odadan çıktı. Onun her adımı yankılandıkça içimdeki gerilim daha da yükseldi.

 

Haluk Yarbay bana döndü, gözlerini üzerime dikerek, “Altay, bu görevi kimseye fark ettirmeden tamamlayacaksın. Orada ne görürsen gör, hiçbir detayı atlama. Zarfın içindeki talimatları hemen burada analiz edeceğiz. Ayrıca, kendini tehlikeye atacak bir şey yapma. Seni kaybedemem. Umay için savaşıyoruz, ama sen olmadan bu savaşı kazanamayız. Anlaşıldı mı?”

 

Dişlerimi sıkarak başımı salladım. “Anlaşıldı, komutanım. Zarfı alır almaz buraya döneceğim.” dedim.

 

Yarbay bir an için duraksadı, sonra omzuma dokunarak ekledi:
“Unutma Altay, bu sadece bir taktik savaşı değil. Duyguların seni ele geçirirse bu iş biter. Dikkatli ol.”

 

Selam verip hızla odadan çıktım. Gözlerim karargahın koridorlarını tararken beynim bir sonraki adımı planlıyordu. Düşman, bu hamlesiyle bizi köşeye sıkıştırmak istemişti, ama ben o köşeden çıkmanın bir yolunu bulacaktım.

 

Kapıya ulaştığımda, yanımda taşıdığım Glock 19’un varlığını hissetmek bile biraz rahatlatıcıydı. Dışarı çıkmadan önce derin bir nefes aldım ve çevremi kontrol ettim. Otobüs durağı tam karşıdaydı. Gözlerimi kısmış, dikkatle etrafı tararken, bir gölge bile dikkatimi çekiyordu.

 

Zarf, tarif edilen yerdeydi. Sıradan bir beyaz zarf gibi görünüyordu ama içinde neler olduğunu bilmeden elime almak bile içimi kemiren bir histi. Etrafı bir kez daha kontrol ettikten sonra hızlıca zarfı aldım ve ceketimin iç cebine koydum. Adımlarımı hızlandırarak karargaha doğru yürümeye başladım.

 

Yarbay’ın söylediği gibi, bu bir satranç oyunuydu ve ben bir piyondan fazlası olmak zorundaydım.

 

Odaya girer girmez, Haluk Yarbay'ın keskin talimatı yankılandı: “Altay, zarfı al ve hemen buraya getir. Ulaş, sen de operasyon odasına geç. Tüm birimleri harekete geçirecek şekilde hazırlıkları başlat.”

 

Ulaş, hızlı bir “Emredersiniz, komutanım.” diyerek harekete geçti. Ben ise hiç vakit kaybetmeden otobüs durağına yöneldim. Zarfı aldığımda etrafıma hızlıca bir göz gezdirdim, herhangi bir tehdit veya şüpheli hareketlilik yoktu. Yine de her ihtimale karşı sırtımdaki Glock 19’u elimle kontrol ettim.

 

Karargâha geri döner dönmez odama geçtim. Zarfı dikkatlice açarken içimden, “Bu işin arkasında kim varsa her şeyi öğreneceğiz.” diye geçirdim. İçinde yalnızca bir not vardı. Üzerindeki cümleler, öfkemin damarlarımda bir ateş gibi dolaşmasına neden oldu.

 

"Yüzbaşı Altay Öztürk, şu anda bir dönüm noktasındasınız. Bize katılırsanız büyük bir para ve saygınlık kazanırsınız. Umay’ı serbest bırakırız ve hiçbir zarar görmez. Ancak reddederseniz, onun için başka planlarımız var. İngiltere destekli, doğuda yeni bir devlet kurmak istiyoruz. Siz bizimle çalışın, geleceğinizi garanti altına alın."

 

Okudukça yumruğum sıkıldı. Kağıt neredeyse avucumda eziliyordu. Boğazımdan çıkan bir nefes bile volkan gibiydi. “Alçaklar… Para ve şeref. Bunu bir askere teklif edecek kadar ahmaksınız.”

 

Zarfı masaya bıraktım ve Haluk Yarbay’ın odasına yöneldim. İçimdeki öfkeyi kontrol altında tutmaya çalışıyordum, ama yüzümdeki gerginlik barizdi. Operasyon odasına girdiğimde Ulaş zaten haritalar ve ekipmanlarla meşguldü.

 

Haluk Yarbay, gözlerini benden ayırmadan, “Okudun mu, Altay? Neler yazıyor?” diye sordu.

 

Elimi yumruk yaparak, kağıdı Haluk Yarbay’a uzattım. “Komutanım, İngiliz destekli bir Arap devleti kurma planlarından bahsediyorlar. Bizi buna dahil etmek istiyorlar. Umay’ı serbest bırakma vaadiyle şerefimizi satın almaya çalışıyorlar.” dedim, sesim titremeden.

 

Haluk Yarbay, notu dikkatlice okudu. Ardından gözlerini kaldırıp, sakin ama kararlı bir şekilde konuştu: “Altay, bu işte her şeyin hesabını yapacak kadar disiplinli olacağız. Ama öncelikle Umay’ı kurtarmak için her adımı dikkatlice planlayacağız. Ulaş, bağlantı hatlarını kontrol altına al. Altay, zarfın geldiği durağın etrafındaki tüm kamera kayıtlarını inceleyin. Bize bir yer tespit edin.”

 

“Emredersiniz, komutanım.” dedim ve hemen harekete geçtim. İçimdeki öfke dinmemişti, ama bu işi bitirmek için aklımı kullanmam gerekiyordu.

 

Operasyon odasından çıkarken zarfın içeriği hâlâ zihnimi kurcalıyordu. Bir yandan verilen mesajın ciddiyetini anlıyor, diğer yandan kontrolü elimde tutmaya çalışıyordum. Odaya girdiğimde tüm tim üyeleri gözlerini bana dikmiş, emir bekliyordu. Gergin hava her yerde hissediliyordu. Tek bir yanlış karar, her şeyi mahvedebilirdi.

 

Teknik ekibe gereken bilgileri ilettim. Kaçırılan aracın plakası ve zarfı bırakan aracın plakası üzerinden bir izleme başlatıldı. Plakaların sisteme girilmesiyle, iki aracın da kısa süre önce hurdaya çıkarıldığı bilgisi geldi. Bu durum sinirlerimi daha da bozmuştu. Ellerindeki araçlar ya çoktan parçalanmış ya da sahte plakalarla değiştirilmişti.

 

Derin bir nefes alıp elimdeki telsizi sıkıca kavradım. "Bu adamlar işi biliyor," dedim, yarbayın da duyabileceği bir ses tonuyla. "Ama bir iz bırakmamış olmaları imkânsız. Aracın hareket ettiği güzergâh üzerindeki tüm güvenlik kameralarını tarayın. Yol üstünde herhangi bir sapma ya da duraklama noktası var mı kontrol edin."

 

Sözlerimden sonra hemen özel operasyon odasına geçtim. Operasyon kıyafetlerimi giymeye başladım. Balistik yeleğimi sıkıca bağlarken, yanımdaki taktik kemere Glock 19 tabancamı yerleştirdim. MPT-76 tüfeğim yanı başımdaydı. Üzerine gece görüş dürbününü ekledim. Çelik uçlu botlarımı giyerken, tüm bu hazırlıkların ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Karşımızdaki düşman, amatör değildi.

 

Haluk Yarbay kapıdan içeri girdiğinde, yüzündeki öfke apaçık ortadaydı. "Altay," dedi sert bir sesle, "bunun böyle olmasına asla izin vermeyeceğiz. Umay’ı kurtaracağız, ne pahasına olursa olsun."

 

Yalnızca başımı sallayarak cevap verdim. Telsizime dokunarak tüm timlere anons geçtim:

 

"Tüm personel, durumu ciddiyetle değerlendirin. Elimizde sınırlı veri var ama bu, her zaman olduğu gibi, yeterli olacak. Sessizce hareket edeceğiz ve kimsenin burnu bile kanamayacak. Anlaşıldı mı?"

 

Cevaplar netti. "Emredersiniz, komutanım."

 

Tam hazırlıklarımı tamamlamıştım ki, bir MİT temsilcisinden gelen acil çağrı bağlantısı kuruldu. Telefonu aldım ve temsilcinin sakin, ama otoriter sesini duydum:

 

"Yüzbaşı Öztürk, sakin olun. Bu operasyonda bireysel hareket etmeniz kesinlikle yasak. Milli Savunma ve MİT iş birliğiyle ortak bir operasyon yürütülecek. Tüm kontrol bizde."

 

Tam o sırada Haluk Yarbay yanıma geldi ve konuşmayı duydu. Sesi daha da yükselmişti:

 

"Sivil birinin hayatı söz konusu! Şimdi hâlâ masada mı oturacaksınız?!"

 

Karşı tarafın cevabı sakin ama keskin oldu:

 

"Yarbay Haluk Bey, üst kademelerden Korgeneral Nedim Sayan’ın emri bu. Tüm operasyonlar artık bizden yönetilecek. Herhangi bir hareketiniz durumunda sorumluluğu üstleneceksiniz."

 

Yarbay’ın yüzündeki öfkeyi hissetmemek mümkün değildi. Telefonu elimden alıp kısa ve net bir cevap verdi:

 

"O zaman hızlı olun. Bu iş sizin elinizde mahvolursa, bedelini ağır ödersiniz."

 

Telefon kapandıktan sonra odada bir süre sessizlik oldu. Ardından yarbay bana dönerek, "Altay, bu işte sakin kalman lazım. Sana güveniyorum ama başına buyruk hareket etmeye kalkma," dedi.

 

O an, tüm kontrolümü kaybetmek üzereydim. Ama derin bir nefes aldım, başımı kaldırdım ve Yarbay’ın gözlerinin içine bakarak, "Emredersiniz, komutanım," dedim.

 

Ellerim hala yumruk halinde, aklımda yalnızca bir şey vardı: Bu adamlar ne kadar güçlü olursa olsun, Umay’ı kurtaracağım.

 

Operasyona hazırlandığım odada bir ölüm sessizliği vardı. Herkes ne kadar gerilim içinde olduğunu biliyordu ama hiç kimse bana bunu açıkça söyleyemezdi. Özel operasyon kıyafetlerimi tamamlarken, içimdeki öfke beni yiyip bitiriyordu. Haluk Yarbay da tam yanımda, tıpkı benim gibi operasyona hazır bir şekilde bekliyordu. Sessizliği bozan ise gelen telefon oldu.

 

Telefonu elime alıp hızla açtım. Ekranda beliren görüntüyle birlikte nutkum tutuldu. Umay… Yarı baygın bir şekilde, boş bir havuzun içinde tutuluyordu. Yüzünde ve vücudunda kan izleri vardı, nefes alışı bile zor görünüyordu. Bir anlığına tüm dünyam durmuştu. Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atarken, karşı taraftan gelen ses, bu çaresiz öfkemi daha da körükledi.

 

“Altay, bak kim var burada?” dedi adam, garip bir aksanla İngilizce konuşarak. Kamerayı Umay’a çevirdiğinde, tüm kaslarım gerildi. Yumruklarımı sıktım, gözlerim ateş saçıyordu. Umay’ın kanlı yüzü, zihnime kazınmış gibiydi.

 

Hiddetle bağırmaya başladım: “Senin ananı...! Sen kimsin lan! Ne istiyorsun benden?”

 

Adam ise alaycı bir şekilde gülerek konuşmaya devam etti. “Sakin ol, Yüzbaşı. Bu kadar sinirlenmene gerek yok. Bak, güzel sevgilin burada. Eğer dediğimiz gibi bizimle çalışırsan, ona zarar gelmeyecek. Ama aksi halde...”

 

Adam, konuşmasını bitirmeden Umay’ın üzerine doğru eğildi. Umay, kendini toparlamaya çalışarak son bir güçle haykırdı: “Kuzey 36 derece... 10 dakika... Doğu 37 derece... 15 dakika...”

 

verilen koordinatları anında algıladım. Bir asker olarak bu tür detayları anlamakta ustaydım. Umay’ın söyledikleri benim için bir pusula olmuştu. Umay, bunu yapmanın bedelini ağır ödedi. Adamın tokadı kameradan bile hissediliyordu.

 

dişlerimi sıkarak başımı salladım. Umay’ın son sözleri ona her şeyi anlatıyordu: Hemen harekete geçmeliydim.

 

“Hazırlanın! Gidiyoruz!” diye gürledim.

 

Haluk Yarbay hemen operasyon odasına geçti. Ulaş ise yanımda hızla silahlarını kuşanıyordu. O sırada bir başka emir geldi. Milli Savunma ve MİT’in operasyonu devraldığı bildirildi. Ancak benim için artık emirlerin bir önemi kalmamıştı.

 

Haluk Yarbay gözlerini bana dikerek, “Bunlar kızımı ellerinde tutuyor, Altay. Emir falan dinleyemem artık. Hadi bitirelim şu işi!” dedi.

 

Altay sadece başını salladı. Umay’ı kurtarmak için hiçbir şeyin, hiçbir engelin onları durduramayacağını biliyordu. Altay’ın yüzü kararlı, adımları sağlamdı. Ellerinde tuttukları Umay’ı onlardan geri alacaktı.

 

Ve böylece, kanlı bir kurtarma operasyonu için yola çıkıldı.

 

 

Operasyon odasında gerginlik hâlâ tavan yapmıştı. Umay’ın görüntüsü zihnimden bir türlü silinmiyordu. Koordinatlar açık bir mesajdı ve zaman aleyhimize işliyordu. Haluk Yarbay ve diğer tim üyeleri, ellerindeki ekipmanları kontrol ederken birbirlerine kısa ve net bakışlar atıyordu. Bu bakışlar, görev sırasında birbirlerinin sırtını kollayacaklarının sessiz bir teyidiydi.

 

Güzergâh belirlenmişti. Hedef bölge, terk edilmiş bir fabrika kompleksine denk düşüyordu. Burası hem avantaj hem de büyük bir risk taşıyordu. Geniş alan, saldırı için çok fazla kör nokta barındırıyordu. Plan yapmamız gerekiyordu ama elimizde yeterince bilgi yoktu. Yine de harekete geçmek zorundaydık.

 

Operasyon ekibi, sessizce zırhlı araçlara dağıldı. Radyo kanallarımız yalnızca kısa ve net komutlar için açıktı. Gecenin karanlığına karışırken herkes görevine odaklanmıştı. İlk durak, hedefe yaklaşık bir kilometre mesafedeki ormanlık bir alan oldu. Araçlardan indikten sonra ekip hızla formasyon aldı.

 

“Altay, keşif drone’u hazır,” dedi Ulaş, sessizce yanıma yaklaşarak.

 

Başımı sallayıp cihazı elime aldım. Drone, bölgeyi yukarıdan taramaya başladı. Ekranda beliren görüntüler, Umay’ın tutulduğu binanın tam olarak hangisi olduğunu ortaya koydu. Binanın etrafında birkaç silahlı adam devriye geziyordu. Giriş ve çıkış noktaları hızlıca tespit edildi.

 

“Dört nöbetçi, binanın batı tarafında,” dedim telsizden. “Doğu girişi açık görünüyor ama bu bir tuzak olabilir. Dikkatli olun.”

 

Haluk Yarbay, telsizden konuşmaya katıldı:
“Batıdan dikkatlerini dağıtacağız. Doğudan girip Umay’ı çıkaracağız. Zaman kaybetmeyin.”

 

Tim, ormanlık alandan ilerleyerek sessizce binaya yaklaştı. Çelik botlarımın toprağa her temasında kalbimin daha hızlı attığını hissediyordum. İçimdeki öfke ve odaklanma, beni bir makineye dönüştürmüştü. Umay’ı kurtarmadan buradan ayrılmayacaktım.

 

Batı tarafındaki dikkat dağıtma ekibi, patlayıcı bir cihaz kullanarak dikkatleri üzerine çekti. Patlamanın ardından nöbetçilerin bir kısmı bu yöne koşarken, biz de doğu girişine yöneldik.

 

Kapının yanındaki Ulaş, sessizce el işaretiyle durmamızı söyledi. Kapının hemen arkasında bir hareket algılayıcı cihaz olduğunu fark etmişti. Hızla devre dışı bıraktıktan sonra içeri sızmaya başladık.

 

Binanın içinde ilerlerken karşımıza çıkan ilk iki adamı sessizce etkisiz hale getirdik. Ulaş’ın Glock 19’uyla yaptığı temiz atışlar, herhangi bir alarmın çalmasını engellemişti. Etraf sessizdi ama bu sessizlik, fırtına öncesi bir durgunluğu andırıyordu.

 

Bir koridorun sonunda, hafif bir ışık sızıyordu. Bu, Umay’ın tutulduğu odanın işaretiydi. Ancak koridorun sonunda, daha önce fark etmediğimiz bir kamera sistemi devredeydi. Haluk Yarbay, omuzumdan dürterek durmamı işaret etti.

 

“Bu kameralar bir şeye bağlı olmalı,” dedi. “Alarmları tetikleyebilir.”

 

Ulaş, hızlı bir şekilde bir bypass cihazı kullanarak kamerayı devre dışı bıraktı. Şimdi, odanın kapısına ulaşmak için hiçbir engel kalmamıştı.

 

Kapıya ulaştığımızda, içeriden gelen boğuk bir ses duyduk. Umay’ın nefes alışıydı bu. İçeri girip giremeyeceğimiz konusunda birkaç saniye tereddüt ettim. Haluk Yarbay’ın yüzündeki ifade, tüm kararlılığıyla harekete geçmemiz gerektiğini söylüyordu.

 

“Hazır mısınız?” diye fısıldadım.

 

Cevaplar sessizce baş sallamakla verildi. Bir yandan kapının kilidini açarken, diğer yandan silahımı sıkıca kavradım. Kapı açıldığında, içeride bizi iki silahlı adam karşıladı. Kısa ama etkili bir çatışma sonucunda her ikisini de etkisiz hale getirdik.

 

Umay, odanın köşesinde hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Yanına koştuğumda, nefes aldığını ama oldukça zayıf olduğunu gördüm. Nabzı yavaş ama düzenliydi.

 

“Umay, buradayım,” dedim, gözlerim dolarak. “Seni götürüyoruz.”

 

Gözlerini aralamaya çalıştı ama konuşacak gücü yoktu. Onu hızla kucaklayarak odadan çıkardım. Ancak çıkışa doğru ilerlerken dışarıdan gelen ayak sesleri, yeni bir çatışmanın bizi beklediğini haber veriyordu.

 

Binanın dışına çıkmaya çalışırken, düşman takviyesiyle karşılaştık. Silah sesleri geceyi delip geçerken, tim üyeleri kendi aralarındaki uyumla bu saldırıyı püskürtmeyi başardı. Ancak düşmanın sayısı giderek artıyordu.

 

Tam o sırada, telsizden MİT ekibinden bir çağrı aldık. Hava desteği gönderildiği bildirildi. Gökyüzünde belirginleşen helikopter ışıkları, durumun seyrini değiştirdi.

 

Umay’ı güvenli bir şekilde helikoptere ulaştırırken, Haluk Yarbay ve diğerleri çatışmaya devam ediyordu. Ancak düşman, hava desteği karşısında geri çekilmeye başladı.

 

Helikopterde Umay’ın elini sıkıca tuttum. O, hayatta kalmıştı ama bu, hikâyenin sonu değildi. Kimdi bu insanlar? Neden onu hedef almışlardı? Bu sorular, cevapsız kalmaya devam ediyordu.

 

Haluk Yarbay, helikoptere bindiğinde yüzünde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. Göz göze geldik ve birbirimize kısa bir selam verdik.

 

“Bu iş bitmedi,” dedi.

 

Başımı salladım. Haklıydı. Bu sadece başlangıçtı.

 

Helikopterin içinde Umay’ı yanımda tutarken, gözlerim sürekli çevremizi tarıyordu. Nefes nefeseydim ama elimde tuttuğum tüfek kadar soğukkanlı görünmeye çalışıyordum. Tim üyelerinin yüzleri ciddi ve tetikteydi. Umay, ağır yaralıydı ama hayattaydı. Bu, şu an için en büyük tesellimizdi.

 

Helikopterin rotor sesi, kulağımda bir uğultu gibi yankılanıyordu. Ancak bu uğultuyu delen bir ses, kulaklık sistemi üzerinden geldi:
“Yüzbaşı Öztürk, beni duyuyor musunuz?”

 

Kulaklığı düzelttim. Ses, düşman grubun liderine aitti. Aksanı barizdi ve alaycı bir şekilde konuşuyordu.

 

“Eğer hemen iniş yapmazsanız, helikopterinizi düşüreceğiz. Yanlış bir hamlede bulunursanız, Umay sizin ellerinizde ölecek.”

 

Etrafımdaki herkes kulaklıklarından bu tehditi duydu. Haluk Yarbay bana doğru dönerek kaşlarını çattı. O da bu duruma hazırlıklıydı ama yüzünde öfke ve tedirginlik karışımı bir ifade vardı.

 

“Ne yapacağız, Altay?” diye sordu.

 

“Öncelikle sakin kalacağız,” dedim, sanki içimdeki öfkeyi bastırıyormuş gibi. “Bu bir blöf olabilir, ama ciddiye almak zorundayız. Helikopteri indirmek istemiyorlar, Umay’ın bizimle olduğunu biliyorlar. Ama asıl hedefleri bizi kontrol altında tutmak.”

 

Tim üyelerinden biri, “Komutanım, MANPADS kullanıyor olabilirler,” dedi. Taşınabilir hava savunma sistemlerinden bahsediyordu. “Eğer elimizde IR karşıtı bir önlem yoksa, vurulabiliriz.”

 

Bu ihtimali göz ardı edemezdim. Rotor sesi, şimdi daha ağır bir yük gibi geliyordu. Aklımdan geçen her olasılığı hızlıca değerlendiriyordum.

 

Hızla helikopter pilotuna döndüm. “Durum nedir? Yakınlarda güvenli bir iniş noktası var mı?” diye sordum.

 

Pilot, “Yaklaşık 3 kilometre ileride açık bir alan var. Oraya iniş yapabiliriz, ama hızla hareket etmeliyiz,” dedi.

 

“Bize sinyal takibi yapıyor olabilirler. Hedef küçültmek zorundayız,” dedim. “Rotor gücünü minimumda tutun, alçak irtifadan ilerleyin. Termal iz bırakmamak için manevralarınızı yapın.”

 

Tim üyelerine döndüm. “Ulaş, FLIR sisteminden (Forward-Looking Infrared) düşmanın yerini tespit edebilir misin? Eğer konumlarını bulabilirsek, bize neyle geldiklerini anlayabiliriz.”

 

Ulaş, yanındaki ekipmanı hızla kontrol etti. “Sıcaklık izleri var, Altay. Helikopterin batısında yaklaşık 5 kişi, doğusunda ise iki kişi daha var. Batıdaki grup büyük ihtimalle füzeleri hazırlıyor.”

 

Dişlerimi sıkarak, hızlı bir karar verdim. “Pilot, hemen batıya doğru hafif bir manevra yap. Sıcaklık izleri doğrultusunda dikkatlerini dağıtacağız.”

 

Pilot, rotayı değiştirirken tim üyelerine emri verdim. “Sis bombalarını hazır edin. Eğer ateşleme yaparlarsa, bu bombalarla görüşlerini engelleyeceğiz. Tüm silahlarınızı kontrol edin, kısa sürede yere inmek zorundayız.”

 

Helikopter hızla alçaldı ve rota değiştirdi. Sis bombaları atıldığında, rotorun yarattığı hava akımı dumanı geniş bir alana yaydı. Bu, kısa süreliğine de olsa düşmanın hedef almasını zorlaştırdı.

 

Tam o sırada telsizden bir çağrı geldi. Düşman liderinin sesi, bu kez daha sertti:
“Son şansınız, Yüzbaşı. İnin, yoksa helikopteriniz paramparça olacak!”

 

“Altay, bu adamlar ciddi!” dedi Haluk Yarbay, öfkeyle. “Daha fazla zaman kaybedemeyiz.”

 

Başımı salladım. “Haklısınız, Yarbay. Ama onların oyununa gelmeyeceğiz.”

 

Pilot, “İniş alanına yaklaşıyoruz,” dedi. “Ancak bu, kısa süreliğine savunmasız kalacağımız anlamına gelir.”

 

Helikopter yere yaklaşırken, tim üyelerine son emri verdim. “İniş sırasında koruma pozisyonu alın. Düşmanla temas kurarsak, hedefe hızlı bir şekilde karşılık verin. Umay’ı ilk önce güvene alacağız. Onlar bizi düşman olarak görüyor, ama biz bu operasyonu başarıyla tamamlayacağız!”

 

Helikopter, açık alana iniş yaparken bir füze ateşlendi. Pilot, son anda manevrayla vurulmaktan kurtuldu. Ancak patlama, helikopteri salladı. Hızla yere inip dışarı fırladık.

 

Düşman kuvvetleri, alana doğru yaklaşıyordu. Silah sesleri gecenin sessizliğini delip geçerken, timim kusursuz bir şekilde savunma pozisyonu aldı. Umay’ı güvenli bir noktaya taşırken, Ulaş ve diğer tim üyeleri düşmanı püskürtmek için yoğun bir ateş gücüyle karşılık verdi.

 

“Bize daha fazla zaman lazım!” diye bağırdı Haluk Yarbay.

 

“O zaman onları burada tutacağız!” dedim. “Hedef küçültün, termal iz bırakmayın! Sis bombalarını tekrar kullanın!”

 

Düşmanla aramızdaki çatışma şiddetlenirken, helikopter pilotu destek çağrısı yaptı. Gökyüzünde beliren yeni bir hava aracı, durumu lehimize çevirecek bir takviye olabilirdi.

 

Umay’ın hayatta kalmasını sağlamak için ne gerekiyorsa yapacaktım. Bu mücadele, yalnızca bir görev değildi. Artık bir hayat kurtarma savaşıydı.

 

Helikopterden indikten sonra her şey bir anda hızlandı. Düşman kuvvetleri görüş mesafesine girmişti ve biz yoğun bir ateş altında kalmıştık. Tüm tim üyeleri formasyonunu koruyarak karşılık veriyordu. Her adımımız dikkatliydi, çünkü bu adamların ne kadar organize olduğunu görmüştük.

 

Umay’ı koruma pozisyonuna almış, diğer tim üyeleriyle düşmanı bastırmaya çalışıyorduk. Ancak o an... o lanet olası an geldi.

 

Bir keskin nişancı...

 

Telsizden gelen boğuk bir uyarıyla irkildim:
“Keskin nişancı! Yüksek irtifa, 10 saat yönünde!”

 

Gözlerimle alanı tararken, Haluk Yarbay bir anlık tereddüt etmeden, Umay’ın önüne geçti. “Kızımı koruyun!” diye haykırdı. O anda, hayat bir saniyeliğine durdu.

 

Keskin nişancının atışı yankılandığında, Haluk Yarbay’ın kafası geriye doğru savruldu. Bir anda etrafa yayılan kan, hem Umay’ı hem beni felç etmişti. Yarbay, gözlerimin önünde yere yığıldı.

 

Umay’ın yüzü... Her yeri kan içindeydi. Gözlerindeki korku, o çığlık... Keskin, içime işleyen o çığlık, sanki dünyadaki tüm sesleri bastırmıştı. Umay, olduğu yerde donup kaldı. Ellerini yüzüne götürdü, ama titreyen parmakları ne olduğunu anlayamayacak kadar şoktaydı.

 

“Baba! Hayır! Hayır!” diye bağırıyordu.

 

O an, her şey bulanıklaştı. Umay’ın gözlerine baktım. O şok, o çaresizlik... Yarbay’ın cansız bedeni yere serilmişken, içimdeki tüm duygular öfkeye dönüştü. Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atıyordu. Yumruklarım istemsizce sıkıldı, dişlerim gıcırdıyordu.

 

“Geberteceğim lan sizi!” diye haykırdım, öfkem tüm sahayı doldurdu.

 

Keskin nişancının yerini tespit etmek yalnızca bir saniyemi aldı. Yüksek irtifada, terk edilmiş bir gözetleme kulesindeydi. Silahımı kaldırıp dürbünümü hedefe çevirdim. MPT-76’nın tetiğine dokunmadan önce bile onun ölümünü kafamda yaşamıştım.

 

Bir... İki... Üç...

 

Nişancı, dürbünümdeki son görüntüsüyle yere yığıldı.

 

Derin bir nefes alıp silahımı indirdiğimde, Umay’a döndüm. Hâlâ yerde, Haluk Yarbay’ın cansız bedeninin hemen yanında diz çökmüş durumdaydı. Gözleri bir noktaya sabitlenmişti, dudakları titriyordu. Sanki bulunduğu ortamda değilmiş gibiydi.

 

Hızla yanına koştum, onu omuzlarından tutup hafifçe sarstım. “Umay! Umay! Kendine gel! Buradayım, güvendesin!”

 

Ama gözleri boştu, yüzü kan içindeydi. Hâlâ babasının yere yığılışını izliyormuş gibi bir ifadeyle bakıyordu. Sesim ona ulaşmıyordu.

 

Onu hızla arkamda koruma pozisyonuna aldım. Ellerim hâlâ titriyordu ama şimdi zamanı değildi. Savaş devam ediyordu. “Ulaş! Geri çekilme hattı oluşturun! Umay şokta, onu buradan çıkarmamız gerek!” diye telsizden emir verdim.

 

Düşmanla çatışma hâlâ sürüyordu ama Umay’ın güvenliği her şeyden önemliydi. Onu kollarımın arasına alarak bir kayanın arkasına taşıdım. Yüzüne baktığımda, hâlâ aynı ifadeyi görüyordum. Titreyen elleriyle kanlı yüzünü tutmuş, sessizce ağlıyordu.

 

“Umay, bak bana!” dedim, sesimi daha yumuşak ama kararlı bir tona getirerek. “Seni buradan çıkartacağım. Baban... Baban bizi korumak için her şeyi yaptı. Şimdi onun fedakarlığını boşa çıkarmayacağız.”

 

Gözleri yavaşça bana döndü, ama hâlâ bir şey söylemiyordu. Gözlerinden akan yaşlar, yüzündeki kana karışıyordu.

 

Bir anlığına başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. “Haluk komutanım,” diye fısıldadım. “Söz veriyorum, kızını kurtaracağım.”

 

Tim, geri çekilme hattını açtı ve düşmanı püskürtmeye başladı. Umay’ı sırtıma alarak güvenli bölgeye doğru hızla ilerledim. Her adımımda Haluk Yarbay’ın yere yığılışı zihnimde tekrar tekrar canlanıyordu.

 

Ama bu operasyon bitmedi. Henüz değil. Onların canını yakacaktım. Komutanımın kanı yerde kalmayacaktı. Bu savaş, artık benim için kişisel bir meseleydi.

 

Helikoptere doğru ilerlerken her şey bulanıklaşmış gibiydi. Telsizden gelen raporlar, rotorun ağır sesi, patlamaların yankısı... Tüm bunlar sanki bir rüyadan farksızdı. Ama elimde tuttuğum ağırlık, acımasız bir gerçeğin soğukluğunu hatırlatıyordu. Haluk Yarbay’ın cansız bedeni... Kendi kızını korumak için canını veren bir babanın bedeli.

 

Umay, hâlâ şoktaydı. Ayakları yürümüyordu, ama biz onu taşırken ne bir direnç gösteriyor ne de bir kelime ediyordu. Sanki içinde bulunduğu dünyayla bağı tamamen kopmuştu.

 

Helikopterin kapısından içeri girerken herkes sessizdi. Hiçbirimiz göz göze gelmiyorduk. Kimin ne düşündüğü önemli değildi. O an hepimiz aynı şeyi hissediyorduk: derin, yutulması imkânsız bir keder.

 

Umay, Haluk Yarbay’ın naaşının yanına çöktü. Ellerini uzatıp babasının kanlı yüzüne dokundu. O kadar titriyordu ki parmaklarının kontrolünü kaybedecekmiş gibi görünüyordu. Babasının başını okşadı, sanki o hâlâ hayattaymış gibi yavaşça bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ne dediğini duyamadım, ama dudakları hareket ediyordu.

 

Sonra gözlerini bana çevirdi. O donuk bakış, hayatımda gördüğüm en acı dolu şeydi. O bakış beni yerle bir etti.

 

“Altay...” dedi, sesi titrek ve boğuktu. Yutkunamadı, boğazı düğümlendi. “Babamın... canı çok yanmış mıdır?”

 

O an hiçbir şey söyleyemedim. Cevap veremezdim. Yutkunmaya çalıştım, ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Sadece başımı hafifçe salladım, ama ne dediğimi bile bilmiyordum. Umay, gözlerini tekrar babasına çevirdi. Eğilip kurumuş kanlı yanaklarından öptü. Dudaklarını yavaşça babasının alnına bastırdı.

 

Ellerini yüzüne götürdü ve babasının açık kalan gözlerini kapattı. Bu hareket, sanki bir hikâyenin kapanış sahnesi gibiydi. O an, Umay’ın içindeki tüm gücün çekilip alındığını hissedebiliyordum.

 

Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Sessizce akmaya başlayan yaşlar, yerini hıçkırıklara bıraktı. Sonra... bir anda o sessizlik, boğuk bir çığlığa dönüştü.

 

Umay, kendini babasının üzerine bıraktı. Onu kollarımın arasına aldım, ama sanki o acıyı dindirmek imkânsızdı. Kollarımda ağlamaya başladı, ama bu öyle bir ağlamaydı ki, sanki içindeki her şey parçalanıyordu. Çığlıkları helikopterin içinde yankılandı.

 

“Baba! Baba! Beni bırakma! Ne olur gitme!” diye bağırıyordu. O kadar güçlü bir şekilde ağlıyordu ki, nefesi kesilecek diye korktum. Kollarımı daha sıkı sardım, ama hiçbir şey o acıyı hafifletemiyordu.

 

“Umay...” dedim, boğuk bir sesle. “Ben buradayım. Tamam mı? Sana söz veriyorum, hiçbir şey olmayacak. Baban... Baban senin için her şeyi yaptı. Onu yaşatacağız, Umay. Ama şimdi... lütfen...”

 

Ne dediğimi bilmiyordum. Kelimeler anlamsızdı. O sadece ağlıyordu. Çaresizce ağlıyordu.

 

Timden bir asker, elinde bir sakinleştiriciyle yanıma yaklaştı. “Komutanım, başka yolu yok,” dedi. Başımı salladım. Umay’ın kollarımda kendini tüketmesine daha fazla izin veremezdim.

 

Asker, sakinleştiriciyi uyguladı. Umay, birkaç saniye daha hıçkırdı, sonra gözleri yavaşça kapanmaya başladı. Ağır bir nefes alıp, kollarımda sessizce uyuyakaldı.

 

Umay’ın sessiz bedeni kollarımdayken, helikopterin içinde bir kez daha Haluk Yarbay’ın cansız bedenine baktım. O, bu dünyadan giderken kızını kurtarmıştı. Ama bize bıraktığı yük çok ağırdı.

 

Gökyüzüne bakarken içimden bir yemin ettim: “Söz veriyorum, Komutanım. Seni onurlandıracağım. Bu işi bitireceğim.”

 

Ve o anda, helikopterin içinde yankılanan sessizlik, herkesin hissettiği acının ortak dili olmuştu. Bu sessizlik, bir süre daha bozulmadı.

 

Helikopter indiğinde, hemen Umay’ı revire taşıdım. Kollarımda hâlâ uyuyordu. Sakinleştiricinin etkisiyle derin bir uykudaydı ama yüzündeki huzursuz ifadeyi görmek, içimi daha da parçaladı. Hemşirelere teslim ederken bir an tereddüt ettim. Onu bu halde bırakmak istemiyordum.

 

“Durumu sabit,” dedi hemşire, hafif bir teselli vermeye çalışarak. “En az üç saat boyunca uyuyacak. Dinlenmesi lazım. Siz de biraz dinlenin, Yüzbaşı.”

 

Başımı hafifçe salladım ama gözlerimi Umay’dan ayıramıyordum. Hemşire, yumuşak bir sesle devam etti:
“Merak etmeyin, burada güvende. Siz ona daha fazla yardımcı olmak istiyorsanız, güçlü kalmanız gerek.”

 

Bu sözler beni biraz kendime getirdi. “Tamam,” dedim, zorlukla. “Herhangi bir şey olursa, hemen haber verin.”

 

Hemşire başını salladı ve Umay’ın yanına geçti. Derin bir nefes alarak revirden çıktım. Adımlarım beni doğrudan timin olduğu toplantı odasına götürdü.

 

 

Odaya girdiğimde, herkes suskundu. Herkesin yüzünde yorgunluk ve kayıp hissi vardı. Telsizlerden gelen raporlar dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Haluk Yarbay’ın yokluğu, odadaki atmosferi tamamen değiştirmişti.

 

Ulaş, bir köşede oturmuş silahını temizliyordu. Gözü bana kaydığında hemen doğruldu. “Komutanım, Umay nasıl?” diye sordu, sesi titrek bir merakla.

 

“Şimdilik uyuyor,” dedim, boğazım düğümlenerek. “Revirde. Hemşireler başında.”

 

Odanın diğer köşesinden İlteriş, sessizce yaklaştı. “Altay,” dedi. “Biz iyiyiz. Ama sen... sen iyi misin?”

 

Bu soru beni hazırlıksız yakaladı. Onlara güçlü görünmeye çalışıyordum ama o an içimdeki tüm duyguların yüzeye çıkmak üzere olduğunu hissettim. Başımı hafifçe eğdim, sonra gözlerimi onlara çevirdim.

 

“İyi değilim,” dedim dürüstçe. “Haluk Yarbay’ı kaybettik. Umay’ın yaşadıkları... Bunların hiçbiri kolay değil. Ama burada güçlü kalmak zorundayız. Hepimiz.”

 

Ulaş, derin bir nefes aldı. “Yarbay, hepimizi kurtardı. Bunu unutmayacağız, Altay. Ama... bunun hesabını soracağız, değil mi?”

 

Gözlerim kararlı bir şekilde Ulaş’a dikildi. “Bunun hesabını mutlaka soracağız,” dedim. “Ama önce yaralılarımızı ve kayıplarımızı toparlamamız gerek.”

 

 

İlteriş’e döndüm. “İlteriş, Mustafa Kemal’in durumu nedir? Bir gelişme var mı?”

 

İlteriş, yüzünde bir gölgeyle telsizine uzandı. Hızla bağlantıyı kurdu ve birkaç saniye içinde karşıdan bir ses geldi. Mustafa Kemal’in sağlık ekibinden biriydi.

 

“Durumu kritik,” dedi ses. “Vurulmanın ardından iç kanama oldu. Müdahale ettik ama... ne olacağı belli değil. Hâlâ yoğun bakımda.”

 

Bu sözler odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. İlteriş, telsizi kapattıktan sonra bana baktı. “Altay... bunu kaldıramayabiliriz. Hem Haluk Yarbay... hem Mustafa Kemal...”

 

Ona doğru bir adım attım ve omzuna dokundum. “Kaldıracağız,” dedim kararlı bir sesle. “Bunu kaldırmak zorundayız. Haluk Yarbay ve Mustafa Kemal, bizim omuzlarımızdaki bir sorumluluk. Pes etmek, onların fedakârlığını boşa çıkarmak olur. Bu yük ağır, evet. Ama biz bunun için buradayız.”

 

Ulaş, sessizce konuşmaya katıldı. “Peki şimdi ne yapacağız, komutanım?”

 

Etrafa bakıp bir an duraksadım. Sonra, kesin bir şekilde cevap verdim:
“Öncelikle toparlanacağız. Bu acıya rağmen görevimizi sürdüreceğiz. Haluk Yarbay’ın kanı yerde kalmayacak. Mustafa Kemal’i yaşatmak için elimizden geleni yapacağız. Ama şu an... hepinizin hazır olması gerekiyor. Bu sadece başlangıç.”

 

O an odadaki herkes, sessiz bir şekilde başını salladı. Gözlerimizdeki acı, ortak bir öfkeye dönüşüyordu. Bu savaşı kaybetmeyecektik. Bunun sözünü hem kendimize hem de birbirimize vermiştik.

 

Revirin kapısına geldiğimde adımlarım yavaşladı. İçeri girmeden önce bir an durup derin bir nefes aldım. Umay’ın yanında olmam gerekiyordu, biliyordum. Ama kapıyı açmadan önce, kendimi toparlamak için birkaç saniyeye ihtiyacım vardı.

 

Tam o sırada içeriden hafif bir mırıldanma duydum. Adımlarım durdu, elim kapının tokmağında kaldı. Ses... Umay’ın sesiydi. Zayıf, ama bir o kadar derin bir acıyla dolu bir şekilde bir şeyler söylüyordu. Daha doğrusu, şarkı söylüyordu.

 

“Söylemiştim sana gitme gönlünün sahiline...”

 

Bu kelimeler, o an beni olduğum yere mıhladı. Kalbim sanki bir yumruk yemiş gibi ağırlaştı. İçeri girmeye cesaret edemedim. Onu dinlemek, bir şekilde daha zor geldi.

 

“Seni alırsa fırtına, dayanamam yokluğuna...”

 

Sesindeki kırılganlık, kelimelerin her hecesine işlenmişti. Gözlerimi kapattım. Haluk Yarbay’ın cansız bedeni gözümün önüne geldi. O, bana baba sevgisini tattıran adamdı. Kendi babamın eksikliğini, o boşluğu dolduran kişiydi. Şimdi ise o da yoktu.

 

Umay’ın sesi bir fırtına gibi yüreğimi alt üst ediyordu.

 

“Kalbim sandal olur uğruna, rüzgâra yelken olur...”

 

Bir adım geri attım, sırtımı kapıya yasladım. Ayakta duracak gücüm kalmamıştı. Umay’ın sözleri, şarkının her dizesi, içimde bastırdığım tüm duyguları su yüzüne çıkardı. Sessizce yere çöktüm, sırtımı kapıya dayadım ve başımı ellerimin arasına aldım.

 

“Gözyaşım benzer yağmura, savrulurum yokluğuna...”

 

Bunu dinlemek... Bu acıyı yeniden yaşamak gibiydi. Gözlerim doldu. Sessizce, kontrolsüz bir şekilde, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı. Haluk Yarbay’ın yüzü, onun sesi, her anı zihnimde yankılanıyordu.

 

Onun gitmesi... yalnızca Umay’ın değil, benim de hayatımda bir boşluk yaratmıştı. Beni bir oğul gibi sahiplenen, yol gösteren, hata yaptığımda bile bana güvenen o adam artık yoktu.

 

Umay içeride, o acıyı kelimelere dökerken, ben dışarıda aynı acıyla sessizce kavruluyordum.

 

Kendi kendime fısıldadım:
“Gitmezdin... Bizi bırakmazdın, Komutanım. Ama... beni de Umay’ı da bu dünyada bir başımıza bıraktın.”

 

Gözlerimden süzülen yaşlar, ellerimi ıslatıyordu. Umay’ın mırıldanmaları hâlâ devam ediyordu. Onun bu kadar güçlü bir şekilde sevdiği babasını kaybettiğini görmek, benim için de ikinci bir yıkımdı.

 

Bir süre orada oturdum, gözlerim kapalı, Umay’ın sesini dinleyerek. Şarkı bitip sessizlik çöktüğünde, derin bir nefes aldım ve gözyaşlarımı silmeye çalıştım. Kendimi toparlamalıydım. Umay için... Komutanım için... ve bu mücadeleyi sürdürebilmek için.

 

Ayağa kalkarken, içimde yanan o öfkeyi ve acıyı bir kenara koymaya çalıştım. Kapıyı yavaşça açtım. Artık onun yanında olma zamanıydı. Ama o anı, o şarkıyı ve Umay’ın mırıldanışını asla unutamayacaktım.

 

Revirin kapısını yavaşça açtım. İçeri adım attığımda odanın ağır havası, sanki ciğerlerime bir taş gibi oturdu. Umay, yatağın köşesine büzülmüş, boş bir şekilde karşıya bakıyordu. Gözleri şişmişti, ama hala yaşlarla doluydu. Yüzünde, hayatında gördüğüm en yorgun ifade vardı.

 

Kapıyı arkamdan kapattım, ama o küçük ses bile odada yankılandı. Umay, yavaşça başını kaldırdı ve bana baktı. Gözlerindeki derin acı, yüreğime bir hançer gibi saplandı.

 

“Altay...” dedi, o kadar cansız ve boğuk bir sesle ki, kelimeler zar zor çıkmış gibiydi.

 

Birkaç adım atıp yanına yaklaştım. Ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Bu kadar büyük bir acının karşısında kelimeler ne işe yarardı ki? Onun acısını paylaşmak istiyordum, ama nasıl?

 

Birden, gözlerini yere indirip derin bir iç çekti. O an, sesi biraz daha yükseldi, ama hâlâ o kırılganlıkla doluydu:
“Babam ve annem... Kavuştular mı şimdi, Altay?”

 

Duyduklarım, içimde kopan fırtınayı daha da büyüttü. O kadar küçük bir kız çocuğu gibi sormuştu ki bunu, o an tüm dünyam bir kez daha yıkıldı. Cevap veremedim. Çünkü boğazım düğümlenmişti.

 

Umay devam etti, sesi artık hıçkırıklara karışmıştı:
“Neden beni bırakıp gittiler ki? Ben onları hiç bırakmadım... Onlar beni neden bıraktı?”

 

O an, kelimeler tamamen yetersiz kaldı. Hiçbir şey söylemeden yanına oturdum. Gözlerindeki yaşlar tekrar süzülmeye başladı. O ince, narin omuzları sarsılıyordu.

 

“Umay...” dedim, ama sesim de kırılmıştı. Sanki kendi duygularımı bastıramıyordum. Onun yanına eğilip sıkıca sarıldım. O kadar sıkı ki, sanki bir daha bırakmamaya yemin etmiş gibiydim.

 

O ise kollarımda daha da küçük bir hale büründü. Ağlaması artık daha yüksek, daha çaresiz bir hale gelmişti.
“Beni neden bırakıp gittiler, Altay? Onlar benim her şeyimdi... Annem de, babam da... Onlar benim... ailemdi...”

 

Gözlerimi kapattım. Onun acısı, kendi içimdeki acıyı yeniden gün yüzüne çıkarıyordu. Haluk Yarbay, bana baba sevgisini tattırmıştı. Şimdi o da gitmişti. Ve Umay... O, ailesinin yokluğuyla yapayalnız kalmıştı.

 

“Beni bırakmayın... Lütfen... Ne olur...” diye hıçkırdı.

 

Sımsıkı sarıldım ona. Ellerimle başını okşarken, boğazımdaki düğümü çözmeye çalıştım. Ama kelimeler yine de zor çıktı:
“Baban seni bırakmadı, Umay. Seni korumak için gitti. Ama seni hiç bırakmadı. O hâlâ burada,” dedim, göğsümü işaret ederek. “Kalbinde, hatıralarında... Her şeyde.”

 

Ama o hâlâ ağlıyordu. O an fark ettim ki, hiçbir söz, hiçbir teselli bu acıyı hafifletemezdi. Sadece orada olmak, yanında olmak yeterliydi.

 

“Beni bırakma, Altay...” diye fısıldadı, sesi tükenmiş bir şekilde.

 

Daha sıkı sarıldım. Onun o kırılgan bedeni, kollarımda titrese de, ona verdiğim tek şey vardı: varlığım.
“Buradayım, Umay. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Sana söz veriyorum.”

 

Gözlerimden süzülen yaşlar, onun saçlarına düştü. Ama saklamaya çalışmadım. Bu acı, ikimizin de paylaştığı bir acıydı. O gece, o odada yalnızca gözyaşları konuştu. Çünkü kelimeler, böylesine bir kaybın karşısında anlamsızdı.

 

Cenaze töreninin yapılacağı alana adım attığımda, içime dolan soğuk rüzgar, sanki göğsümde bir buz parçası gibi hissettirdi. Hava ne sıcak ne de soğuktu, ama atmosferin ağırlığı, üzerimize kara bir bulut gibi çökmüştü. Tören alanında tam bir askeri disiplin vardı. Herkes, sıralı bir düzenle Haluk Yarbay’a son görevini yapmak için hazırdı.

 

Bayraklara sarılı tabut, törendeki en kutsal emanetimizdi. Türk bayrağının parlak kırmızısı, kaybımızın ağırlığını daha da görünür kılıyordu. Tabutun başında iki asker, dimdik duruyordu. Hiç kıpırdamıyorlardı, tıpkı birer heykel gibi. Saygının ve sadakatin en somut haliydiler.

 

Tören, askeri düzenle başladı. Protokoldeki isimler yerlerini almıştı. Tim arkadaşlarım ve diğer rütbeli subaylar, tören boyunca nefes bile almadan bekliyordu. Ama gözlerim bir noktaya kilitlenmişti: Umay.

 

Umay, tabutun hemen yanında duruyordu. O ince bedeni, o kadar küçük ve kırılgan görünüyordu ki, sanki bu acının altında ezilecekmiş gibi. Ama hayır... Gözleri yaşlarla dolu olsa da dimdik duruyordu. Babasına olan sevgisi ve saygısı, onu ayakta tutuyordu.

 

Tören komutanının sesi yankılandı:
“Hazır ol! Silah omuza!”

 

Birlik, tek bir beden gibi hareket etti. Silahlar omuza alındı. O an göğsümde bir sıkışma hissettim. Bu hareket, bir asker için en büyük onur gösterisiydi. Ama bu onur, acının gölgesinde daha da ağır geliyordu.

 

Tabutun önüne geçtiğimde, dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Ama bir asker olarak, bunu belli edemezdim. Mikrofonu elime aldım ve derin bir nefes aldım. Sesim titrememeliydi. Çünkü bu, Haluk Yarbay’a olan borcumuzdu.

 

“Bugün burada, bir kahramana veda etmek için toplandık,” diye başladım. Sesim, alandaki sessizliği yırtarcasına yankılandı. “Haluk Yarbay, sadece bir asker değil, aynı zamanda bir baba, bir lider ve hepimiz için bir ilham kaynağıydı.”

 

Gözlerim tabuta kaydı. Bayrağın altındaki o kutsal emanete bakarken, boğazımdaki düğümü zorla yuttum.

 

“O, ailesi ve vatanı için canını feda etti. Bu, herkesin yapabileceği bir şey değildir. O, bizim yol göstericimizdi. Şimdi, onu ebediyete uğurlarken, onun bize bıraktığı mirası taşıyacağımıza söz veriyoruz.”

 

Sözlerim bittikten sonra, tabutun önünde bir adım geri çekildim. Gözlerim doluydu, ama yere düşecek bir damla bile kontrolümü kaybetmemem gerektiğini hatırlattı.

 

Törenin en ağır anı geldiğinde, herkes hazır durumdaydı. Komut bir kez daha yankılandı:
“Ateş!”

 

Silah sesleri, gökyüzünde yankılandı. Üç kez yapılan saygı atışı, sessizliğe karıştı. O sesler, sanki gökyüzüne yükselen birer veda mektubu gibiydi.

 

Umay, tabutun yanına geldiğinde, herkes geri çekildi. O küçük adımlarla yaklaştı ve ellerini tabutun üzerine koydu. Gözlerinden süzülen yaşlar, bayrağa damladı. Ama o, yine de dik duruyordu.

 

“Babam,” dedi, sesi kısık ama netti. “Sen benim kahramanımsın. Hep öyle kalacaksın.”

 

Başını tabuta yasladı ve birkaç saniye öylece kaldı. Ardından, elleriyle tabutun üzerindeki bayrağı okşadı ve geri çekildi. O anda, onun ne kadar güçlü bir ruh taşıdığını bir kez daha gördüm.

 

Tabut, omuzlarda taşınırken, tüm birlik, gözyaşlarını saklamaya çalışarak izliyordu. Ama bu mümkün değildi. Haluk Yarbay, sadece bir komutan değil, hepimiz için bir baba gibiydi.

 

Gözlerim bir kez daha Umay’a kaydı. O, bu kadar büyük bir acıya rağmen dimdik ayakta duruyordu. Onun bu duruşu, babasına olan en büyük saygıydı.

 

Tabut top arabasına yerleştirildiğinde, gökyüzüne baktım. Gözlerim dolmuştu. İçimden, sessiz bir şekilde fısıldadım:
“Seni asla unutmayacağız, Komutanım. Sana söz veriyorum baba, bu mücadele senin onuruna devam edecek.”

 

Tabut, ebedi istirahatine uğurlanırken, herkes saygı duruşunda bekliyordu. O an, bu dünyadan bir kahramanın geçtiğini herkes hissetti. Ama bıraktığı iz, asla silinmeyecekti….

Bölüm : 29.01.2025 20:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...