43. Bölüm

Eğer aşk bir tapınaksa, benimki senin gözlerinde inşa edildi.

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Sabah güneş ışıkları perde aralarından süzülürken gözlerimi açtım.

Yanımda, başını omzuma yaslamış bir şekilde uyuyan Umay vardı.

Saçları hafifçe dağılmış, nefesi huzurlu, yüzü masumdu.

Onu izlerken, dün gece verdiği kararın bizim için ne kadar büyük bir adım olduğunu düşündüm.

Artık geçmişe takılı kalmayacak, yeni bir gelecek kuracaktık.

Tam o sırada, kapının aralanıp minik adımların içeri süzüldüğünü duydum.

Aybars…

Uyku sersemliğiyle, tombul elleriyle gözlerini ovuşturarak yatağa yaklaştı.

Kıkırdayarak ona baktım, gelmesini bekledim.

Sonunda yatağa tırmanıp aramıza yerleşti, minik elleriyle annesinin yanağını okşadı.

"Anne uyan, güneş geldi!" dedi tatlı sesiyle.

Umay hafifçe inledi, gözlerini araladı ve oğlumuzu görünce gülümsedi.

"Günaydın, minik kuzum." dedi sesi yumuşacık.

Ben de Aybars’ın yanaklarını mıncıklayarak ekledim:

"Ne o, küçük adam? Sabah baskını mı yapıyorsun?"

Aybars başını salladı, sonra kıkırdayarak göğsüme yattı.

"Evet! Çünkü kahvaltı zamanııı!"

Umay ve ben kahkahalarla gülerek, bu küçük anın tadını çıkardık.

Bugün yeni bir sayfa açılıyordu.

Ve biz, bu sayfaya birlikte yazmaya hazırdık.

Kahvaltıya indiğimizde masalar hazırdı, ama bir eksiklik vardı.

İlteriş ve Yaseminka ortalıkta yoktu.

Burak hemen sırıttı. "Yani, malum dün gece evli çift olarak ilk tatil sabahlarıydı... Kalkamamış olmaları normal."

Umay gözlerini devirdi. "Romantiklik konusunda neden bu kadar yüzeysel düşünüyorsunuz Burak?"

Burak kahvesinden bir yudum alıp gülümsedi. "Ben her zaman işin gerçekçi kısmını düşünüyorum, yenge."

Halil Komutan sessizce ekmeğini tereyağına batırırken Burçe, "İlteriş abim bence romantiklikten çok savaş alanından çıkmış gibi hissediyordur." diye mırıldandı.

Kahkahalar yükseldi.

Ama ben ciddiydim. İlteriş kahvaltıyı kaçırmazdı.

Umay, "Acaba iyiler mi?" diye sordu hafif endişeyle.

"Kesin uyuyakalmışlardır." dedim. "Ama yine de onlara kahvaltı gönderelim."

Garsonu çağırıp İlteriş ve Yaseminka için kahvaltı tabağı hazırlanmasını söyledim.

Sonra bir peçeteye kısa bir not yazdım:

"Kuvvet verir. Afiyet olsun. – Altay"

Burak hemen eğilip notu okudu. "Abi, askeri rapor gibi olmuş. Bir kalp falan çizseydin."

Gözlerimi devirdim. "Burak, ben İlteriş'e kalp çizecek adam mıyım?"

Burçe kahkahalarla ekledi. "Ama İlteriş abi duygusal bir adam oldu, belki hoşuna giderdi."

Herkes gülerken, garson kahvaltıyı hazırlayıp odalarına gönderdi.

Biz de keyifle kahvaltımıza devam ettik.

Kahvaltı esnasında çatalımı tabağa bırakıp Umay’a döndüm.

"Hayatım, bugün Manavgat’a geçelim diyorum."

Bir an durdu, kaşı hafifçe kalktı. "Manavgat mı?"

Başımı salladım.

Masadaki sohbet hafifçe durdu.

Umay, gözlerini kaçırmadan bana baktı. "Babam..." diye mırıldandı.

Ellerini tuttum. "Uzun zamandır gidemedin. Senin için zor biliyorum, ama bence gitmeliyiz."

Gözleri doldu ama hemen dikleşti.

"Evet, gitmeliyiz." dedi kesin bir ifadeyle.

Burak, boğazını temizledi. "Komutanım, isterseniz biz de sizinle gelelim. Yalnız gitmeyin."

İlteriş, o sırada kapıdan içeri girdi, belli ki kahvaltıyı yeni bitirmişti.

Bizi dinledikten sonra, kafasını salladı.

"Yalnız olmazsınız. Hep beraber gideriz."

Hepimizin üzerine sessiz ama ağır bir ciddiyet çökmüştü.

Çünkü şehit Yarbay Haluk Karaca sadece Umay’ın babası değil, benim de komutanımdı.

Ve bugün, ona gecikmiş bir selam durmaya gidecektik.

Kahvaltıdan sonra sessizce odalarımıza çekilip uygun şekilde giyindik.

Umay sade, uzun bir elbise giydi, saçlarını topladı.

Ben ise koyu renkli bir gömlek ve pantolon tercih ettim.

Gitmeden önce, Umay’la birlikte abdest aldık.

Ellerimizi suyun altına koyarken ikimiz de konuşmadan, içimizde dualarla hazırlandık.

Kapıya çıktığımızda, minik adımların hızlıca yaklaştığını duydum.

Aybars, üstünde küçük beyaz gömleği, düzgün pantolonuyla koşturuyordu.

"Baba hadi, dedeme gitceeeem!"

Umay onu yakalayıp kucağına aldı, saçlarını düzeltti. "Dedene dua etmeye gidiyoruz, tamam mı minik kuzum?"

Aybars başını salladı, minicik avuçlarını birleştirerek dua eder gibi yaptı.

Gözlerimi kaçırıp gökyüzüne baktım. Şehit Yarbay Haluk Karaca…

Onun için onca ay sonra, hem damadı hem de askeri olarak huzuruna çıkacaktım.

Arabaya binerken, yüreğimde garip bir ağırlık vardı.

Arabaya bindiğimizde, Umay kucağında Aybars’ı tutuyor, yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu.

“Biliyor musun, minik kuzum… Dedene gittiğimizde onu göremeyeceğiz ama o bizi görebilecek.”

Aybars kocaman gözlerle ona baktı.

“Nerede?” diye sordu masumca.

“Cennette.” dedi Umay, saçlarını okşayarak.

Ben direksiyon başında hafifçe gülümsedim, Umay’ın nasıl dikkatle kelimeleri seçtiğini biliyordum.

Aybars biraz düşündü. “Cennet ne?”

Umay, bir an duraksadı, sonra ona en basit haliyle anlatmaya çalıştı.

“Cennet, çok güzel bir yer. İnsanlar orada hiç üzülmez, hiç hasta olmaz. Dedende orada, bizi izliyor.”

Aybars şapşal bir ifadeyle başını salladı.

“O zaman dedem şeker yiyebiliyor mu?”

Umay gülümsedi. “İstediği kadar.”

Minik oğlumuz sevinçle ellerini çırptı. “O zaman mutlu, tamam!”

Ben de hafifçe ona döndüm. “Peki, sence iyi insanlar nereye gider?”

Aybars bir an düşündü, sonra minik parmaklarıyla gökyüzünü işaret etti.

“Bulutların oraya.”

Gülümsedim. “Aynen öyle. Çünkü iyi insanlar hep ışık gibi yükselir.”

Aybars, kafasını yana eğdi. “Ya kötü insanlar?”

Umay derin bir nefes aldı.

“Kötü insanlar, yaptıkları şeylerin karşılığını alır, tıpkı oyuncaklarını kırarsan üzülmen gibi.”

Ben ekledim: “Ama biz iyi olursak, hep cennette buluşuruz, anlaştık mı?”

Aybars mutlu bir ifadeyle kafasını salladı.

“Anlaştık! O zaman dedem beni görüyor mu şimdi?”

Umay hafifçe başını salladı. “Evet, minik kuzum. Bizi izliyor.”

Aybars ellerini birleştirip camdan dışarı bakarken fısıldadı:

“O zaman ben de dedeme güzel şeyler göstereceğim.”

Umay’ın gözleri doldu, ama ağlamadı.

Ben direksiyonu sıkıca kavradım.

Bu küçük yolculuk, aslında bizim için çok büyük bir anlam taşıyordu.

Çünkü Aybars bile, kendi küçük dünyasında iyi ve kötü arasındaki farkı öğreniyordu.

Ve biz, onu en doğru şekilde büyütmek için elimizden geleni yapıyorduk.

Aybars bir süre camdan dışarı baktı, sonra yeniden annesine döndü.

"Anne, peki insanlar neden ölürler? Ölmek ne demek?"

Umay gözlerini bana çevirdi, belli ki nasıl anlatacağını düşünüyordu.

Ben direksiyonu sıkıca tutarken hafif bir iç çektim.

“Bazen insanlar çok yaşlanır, bazen de çok yorulurlar ve dinlenmeleri gerekir, oğlum.” dedim.

Aybars, kaşlarını çatıp düşündü. “Ama neden dinlenmek için buraya değil de bulutların oraya gidiyorlar?”

Umay, saçlarını okşayarak yumuşak bir sesle devam etti:

“Çünkü burası oyun parkı gibi. Ama oyun parkında ne kadar çok oynarsan, eninde sonunda yorulursun, değil mi?”

Aybars kafasını salladı.

“Hıhı. O yüzden sonra eve gidiyoruz.”

Gülümsedim. “Aynen öyle. Hayatta da böyle. İnsanlar burada güzel anılar biriktirir, sever, sevilir, oyunlar oynar… Sonra da cennette dinlenmeye giderler.”

Aybars, biraz düşündü, sonra küçük elleriyle Umay’ın kolunu tuttu.

“Ama ben istemiyorum sizin bulutlara gitmenizi.” dedi, sesi titrek bir şekilde.

Umay hemen eğilip onu kendine çekti, küçük saçlarını kokladı.

“Minik kuzum, biz buradayız. Çok uzun yıllar seninle olacağız, tamam mı?”

Ben de araya girdim. “Ve ne zaman buradan gitsek bile, her zaman kalbinin içinde olacağız.”

Aybars gözlerini kırpıştırdı. “O zaman hep burada kalın. Hiç gitmeyin.”

Umay, gözleri dolu dolu, “Söz veriyoruz.” dedi.

Ben de direksiyonu sıkıca kavrayarak ekledim:

“Hep seninle olacağız, küçük kurt.”

Aybars, küçük kollarını açıp Umay’a sarıldı, sonra bana doğru uzanıp elimi tuttu.

Ben de elini sıkıca kavradım.

Ve o an, bu konuşmanın sadece Aybars için değil, bizim için de ne kadar değerli olduğunu fark ettim.

Çünkü bazı sözler, sadece çocukları değil, bizi de iyileştirirdi.

Aybars, küçük ellerini birbirine kenetleyip gözlerini kırpıştırdı.

“Peki, peki… Babamın bazı arkadaşları şehit oluyor ya… Onlar nereye gidiyor?”

İç çektim.

Dedesi de şehitti.

Umay, hüzünle bana baktı, onun için de zor bir konuydu.

Elimi direksiyondan çekip, Aybars’ın minik elini tuttum.

“Oğlum, şehitler en güzel yere gider. Cennetin en yüksek yerine.” dedim yumuşak bir sesle.

Aybars başını yana eğdi. “Ama neden?”

Umay, onun saçlarını düzelterek devam etti:

“Çünkü şehitler en cesur insanlardır. Başkalarını korumak için kendilerini feda ederler. Allah da onları cennette en güzel yerde ağırlar.”

Aybars kaşlarını çattı. “O zaman dedem de orada mı?”

Yutkundum. Sesimin titrememesi için kendimi zor tuttum.

“Evet, minik kurt. Dedem, babamın tüm kahraman arkadaşlarıyla birlikte cennetin en yüksek yerinde.”

Aybars kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı.

Bir süre sessizce izledi.

Sonra, avuçlarını birleştirip minik parmaklarını sıkıca kenetledi.

“O zaman dedemle babamın arkadaşlarına selam gönderebilir miyim?” dedi, gözlerinde umutla.

Umay gözyaşlarını saklamak için başını eğdi.

Ben de gözlerimi kırpıp boğazımdaki düğümü yutkundum.

“Elbette, oğlum.” dedim kısık bir sesle.

Aybars gökyüzüne bakarak minik dudaklarını oynattı, fısıldadı:

“Dedecim, babamın arkadaşları… Hepiniz çok cesursunuz. Sizi seviyorum.”

Sonra gözlerini kapatıp kollarını gökyüzüne açtı.

Umay, sessizce gözlerini kapattı, yüzünde kederle huzurun karışımı bir ifade vardı.

Ben ise, Aybars’ın bu masumane duasına sessizce eşlik ettim.

Çünkü biliyordum ki…

Cennette, o selamı duyan birileri vardı.

Aybars’ın duası bittikten sonra, yol boyunca sessizlik hâkimdi.

Herkes kendi düşüncelerine dalmıştı.

Ben, direksiyonu sıkıca kavradım.

Manavgat sınırına girdiğimizde, hava farklı kokuyordu.

Nem, toprak, ağaçların serin gölgesi…

Sanki burası zamanda asılı kalmış bir yer gibiydi.

Yavaş yavaş Altınkaya Köyü’nün tabelasını gördüm.

“Altınkaya Köyü – Hoş Geldiniz”

Umay, hafifçe iç çekti.

Buranın onun için ne ifade ettiğini çok iyi biliyordum.

Burası, çocukluğunun geçtiği köydü.

Ve burası, babası Şehit Yarbay Haluk Karaca’nın doğduğu ve şimdi sonsuz uykusunda yattığı yerdi.

Aybars, pencereden dışarı bakarak mırıldandı:

“Burası çok sessiz…”

Umay hafifçe gülümsedi. “Çünkü burası dedenin köyü, kuzum. Doğa burada konuşur.”

Ağaçların arasından eski taş evler görünmeye başlamıştı.

Köyün yaşlıları, bir kahvenin önünde oturuyordu.

Arabayı yavaşça sürerken, bazıları başlarını kaldırıp dikkatlice baktılar.

Çünkü bu köy, şehidinin ailesini unutmamıştı.

Ve biz, uzun aylar sonra ilk kez buradaydık.

Mezarlığa giden yolu bildiğim için, hiç durmadan devam ettim.

Köy mezarlığının girişine vardığımızda, Umay derin bir nefes aldı.

Ben de arabayı durdurup, elimle direksiyona vurup bir an gözlerimi kapattım.

Çünkü birazdan…

Hem bir babaya hem de bir askere veda edecektik.

Umay, sessizce çantasından beyaz bir tülbent çıkarıp başına örttü.

Yüzünde hüzün ve özlemin derin izleri vardı.

Ben ise, mezarlık girişindeki çeşmeye yöneldim.

Taşın altına bırakılmış eski testiyi bulup çeşmeden doldurmaya başladım.

Yanımda minik adımlarla yürüyen Aybars, meraklı gözlerle etrafı inceliyordu.

"Baba, neden su alıyoruz?"

Musluğu kapattım, testiyi iki elimle tutup ona döndüm.

"Çünkü mezar taşlarına su dökmek, onları serinletir ve burayı temiz tutar oğlum." dedim yumuşak bir sesle.

Aybars kaşlarını çattı, "Ama dedem artık üşümez mi?…"

Gülümsedim, parmaklarımla başını okşayarak devam ettim.

"Bu sadece bir adet, küçük kurt. Saygımızı gösteriyoruz. Onu unutmadığımızı anlatıyoruz."

Aybars başını salladı, belli ki anlamıştı.

O sırada mezar taşlarının arasında oturan Umay, Yasin-i Şerif okumaya başlamıştı.

Sesi rüzgârın arasında hafif bir fısıltı gibi yankılanıyordu.

Ben Aybars’la birlikte sessizce mezara yaklaşıp testiyi yere koydum.

Toprağın başına diz çökerek, elimi mezar taşına koydum.

"Komutanım…" diye içimden geçirdim.

Şehit Yarbay Haluk Karaca.

Benim için sadece bir kayınbaba değil, bir öğretmendi.

Bir asker, bir vatan sevdalısı, Umay’ı gözünden sakınan bir baba.

Ve şimdi… Ona duyduğum minneti anlatacak kelime bulamıyordum.

Aybars, minik ellerini dua etmek için birleştirdi.

“Dedeciğim, seni çok seviyorum. Babamı da seviyorum. Annemi de seviyorum. Ama sen merak etme, biz iyiyiz.”

Gözlerimi kapattım.

Bazı anlarda kelimeler gereksizdi.

Ve bu an, sadece dualara emanetti.

Elimi mezar taşına koyup başımı hafifçe eğdim.

"Selamünaleyküm, komutanım…" diye başladım fısıltıyla.

"Merak etmeyin, her şey yolunda. Umay mutlu ve sağlıklı. Torununuz gene öyle, maşallahı var. Pek bir dilli, sizi görseydi eminim en çok onun sohbetine yetişemezdiniz."

Aybars başını mezar taşına yasladı, minik parmaklarıyla toprağı okşadı.

Umay okumasını bitirip ellerini yüzüne sürdü, ardından bana döndü.

Ben devam ettim.

"Umay kanseri yendi, komutanım. Çok zor oldu ama pes etmedi. Sizin yetiştirdiğiniz kızdan başka türlüsü de beklenmezdi zaten."

Bir asker gibi dik durdum.

"Mutlu mesut yaşamaya çalışıyoruz. Vasiyetinizde istediğiniz gibi… Ona hep gözüm gibi baktım, torununuza da öyle bakıyorum. Söz verdiğim gibi."

Testiyi alıp toprağa yavaşça serpiştirdim.

Sonra, mezarın hemen yanına gözüm takıldı.

Başında “Leyla Karaca” yazan taş, yıllardır suskun bekliyordu.

Kayınvalidem…

Umay’ın annesi.

Onunla tanışmak bugüne nasipmiş…

"Kayınvalidem," diye mırıldandım hafifçe.

"Umay size çok benziyor. Güçlü, inatçı ve sevdiği için her şeyi göze alan biri…"

Umay’ın elini tuttum, hafifçe sıktım.

Gözleri dolmuştu ama gülümsüyordu.

"Biz sizi asla unutmadık." dedim.

Ve rüzgâr, sanki bu sözleri alıp cennete götürdü.

Bir şehidin huzurunda son bir kez selam durup, bu anı kalbimize kazıdık.

Umay, mezarın başında biraz daha kalıp annesiyle rahatça konuşabilsin diye, Aybars’ı kucağıma alıp arabaya yöneldim.

Tam yola çıkmıştık ki…

“Baba?”

İç çektim. Başlıyoruz…

“Efendim, küçük kurt?”

Aybars, kollarını boynuma doladı, gözlerini kocaman açtı.

“Dedem neden taşın altında yatıyor?”

Arabaya varmamız imkânsızdı. Bu çocuğun soruları bitmezdi.

“Oğlum, dedenin bedeni toprağın altında ama ruhu cennette.”

Aybars, hafifçe kaşlarını çattı.

“Hani dedem çok cesurdu? Cesurlar neden yatıyor?”

Gülümsedim. “Çünkü cesurlar en büyük savaşlarını kazanınca dinlenirler, Aybars.”

Aybars bunu düşünür gibi başını salladı.

“O zaman çok yorulmuş, değil mi?”

“Evet, oğlum. Çok yorulmuş ama biz onu hep kalbimizde taşıyoruz.”

Aybars ellerini göğsüne koydu.

“Böyle mi?”

Gülümseyerek başımı salladım. “Aynen öyle.”

Tam arabaya bindirecektim ki bir soru daha patlattı.

“Baba, cennette oyuncak var mı?”

Gözlerimi kıstım. “Evet, ama sadece çok iyi çocukların gittiği bir oyuncak dükkanı var.”

Aybars ellerini heyecanla çırptı.

“Dedem de oraya gidiyor mu?”

“Kesinlikle.” dedim gülerek. “Ve seni izliyor, nasıl uslu bir çocuk olduğunu görüyor.”

Aybars, gözlerini kısıp düşündü.

Sonra ellerini beline koydu ve kesin bir ifadeyle konuştu:

“O zaman daha da iyi olmalıyım ki dedem gurur duysun!”

Boğazım düğümlendi.

Saçlarını karıştırıp onu sıkıca kucağıma çektim.

“Sen zaten dünyanın en iyi çocuğusun, küçük kurt.”

Aybars gülerek yanaklarıma iki küçük öpücük kondurdu.

Tam arabaya oturtmuştum ki…

“Baba, cennette kaydırak var mı?”

Gözlerimi kapatıp gülümsedim.

Bu yol çok uzun olacaktı.

Aybars’ı arabaya oturtmuş, sessizce Umay’ı beklerken, yanıma biri yaklaştı.

Yaşlı, yorgun ama vakur duruşlu bir adamdı. 60’larının ortalarında, yüzü güneşten yanmış, gözleri derin.

"Selamünaleyküm," dedi sesi hafif titreyerek.

Başımı kaldırıp ona baktım. "Aleykümselam."

Gözleri mezarlığa, Haluk Yarbay’ın mezar taşına kaydı.

"Sizi başında dua ederken gördüm. Siz kimsiniz?"

Bir an durdum.

Bu adamı hiç tanımıyordum ama sesinde bir tanıdıklık vardı.

Elimi uzattım. "Ben damadıyım. O da kızı, Umay." dedim net bir şekilde.

Adamın gözleri bir an doldu, sonra büyük bir şaşkınlıkla açıldı.

"Umay geldi mi?" dedi, sesi hem sevinçli hem de kırgın.

Yutkundum. Bu adam Haluk Yarbay’ın ailesinden biriydi.

Tam "Siz?" diye soracaktım ki, gözleri iyice parladı ve kendini tanıttı:

"Ben amcasıyım... Ben..." dedi sesi duygusallaşarak.

Öfkeyle içim sıkıştı. Bunca zaman neredeydiniz?

Ama bunu sormak bana düşmezdi.

Bu hesap, Umay’ın soracağı bir hesaptı.

Tam o sırada mezarlıktan gelen adımları duydum.

Umay.

Bizi görünce kaşları hafifçe çatıldı.

Gözleri adama kaydı.

Bir süre yüzünü inceledi.

Sonra soğuk, mesafeli bir sesle konuştu:

"Amca?"

Sessizlik çöktü.

Adam burnunun ucunu çekerek gülümsedi.

"Kızım..." dedi, ama sesi Umay’ın donuk bakışlarında kayboldu.

Ve böylece, geçmişin kapısı aralandı.

Umay, amcasına soğuk ve mesafeli bir ifadeyle bakıyordu.

“Amca?”

Adam, gözleri dolu dolu, burnunun ucunu çekerek gülümsedi.

“Kızım…” dedi kısık bir sesle, ama Umay’ın donuk bakışlarında sesi kayboldu.

Ben sessizdim. Bu yüzleşmeyi onun yaşaması gerekiyordu.

Ama içimde, Haluk Yarbay’ın bana anlattıkları çalkalanıyordu.

Beni yıllar önce karşısına alıp, bu hikâyeyi anlatan Haluk babaydı.

O zamanlar bir üsteğmendi.

Manavgat’ta genç bir adamdı.

Ve kalbini Leyla Karaca’ya kaptırmıştı.

Ama onu seven bir kişi daha vardı… Kendi öz abisi.

Bu adam, şu an karşımızda duran Umay’ın amcasıydı.

İki kardeş aynı kadını sevdi.

Ama Leyla Haluk’u seçti.

Kıyamet o zaman koptu.

Kardeş kıskançlığı, iftiraya dönüştü.

Haluk, Manavgat’ı terk etmek zorunda kaldı.

Leyla’yı da aldı ve bir daha geri dönmedi.

Bunu Umay bilmiyordu.

Ama ben biliyordum.

Çünkü Haluk Yarbay, ölmeden önce bana anlatmıştı.

“Bir gün Umay’ı köye götürürsen… Karşına çıkan her adamın gerçek yüzünü bil. Kimseyi affetmek zorunda değilsin, ama hesap sormak senin işin değil, onun işidir.”

Şimdi, tam da o an yaşanıyordu.

Ben, içimde kopan fırtınaları bastırarak sessizce Umay’a baktım.

Umay’ın gözleri donuktu. Soğuk, duvar gibi.

Sonunda konuştu:

“Bunca yıl neredeydiniz?”

Sesi o kadar keskindi ki, adamın yüzüne tokat gibi çarptı.

Amcası, gözlerini kaçırdı.

"Bilmiyorsun, kızım... Her şey farklıydı..."

Umay bir adım attı. "Ne farklıydı? Babam Manavgat’tan neden gitti? Annemi neden götürdü?"

Adamın yüzü buruştu, gözlerini yere dikti.

Ben nefesimi tuttum.

Çünkü Umay, babasının hayatındaki en büyük sırrın eşiğindeydi.

Haldun Amca, konuşmaya başladığında kelimeleri havada asılı kalıyordu.

Saçma sapan, tutarsız cümleler…

Kendi hikâyesini temizlemeye çalışıyordu, ama ben Haluk Yarbay’dan bizzat dinlediğim gerçeği biliyordum.

Yalan söylüyordu.

Umay’ın yüzü karışık bir ifadeyle gerilmişti.

Ne düşüneceğini bilemiyordu.

Daha fazla dayanamadım.

Sert bir sesle araya girdim.

“Yeter!” dedim. “Umay, inanma! Hâlâ dersini almamış, utanmadan yalan söylüyor.”

Umay bana döndü, gözleri kocaman açılmıştı.

Haldun Amca bir şeyler söylemek istedi ama elimle dur işareti yaptım.

“Bunca yıl kayınbabam hakkında tek kelime etmedin, ama şimdi Umay buraya gelince mi ortaya çıkıyorsun?”

Adamın yüzü düşmüştü, ama umurumda değildi.

Umay’ın elini sıkıca tuttum ve arabaya yöneldim.

“Gidiyoruz.” dedim kararlı bir sesle.

Umay şaşkındı, ama itiraz etmedi.

Aybars’ın meraklı bakışları arasında arabaya bindik ve kapıları kapattım.

Arabayı çalıştırırken Umay hâlâ şoktaydı.

“Altay… Ne oluyor?” dedi kısık bir sesle.

Direksiyonu sıkıca kavradım, gözlerimi yola diktim.

“Şimdi sakin ol. Sana babanın bana yıllar önce anlattığı her şeyi birebir aktaracağım.”

Sessizlik çöktü.

Umay nefesini tuttu.

Ve ben, Haluk Yarbay’ın son sırlarını anlatmaya başladım.

Umay’ın gözleri donuktu, nefesini bile tutuyordu sanki.

Aybars, arka koltukta sessizce dışarıyı izliyordu.

Biliyordu. Bu, büyüklerin konuşması gereken bir konuydu.

Direksiyonu sıkıca kavradım ve gözlerimi yoldan ayırmadan anlatmaya başladım.

"Baban, Haluk Yarbay… Hayatında en büyük darbeyi öz abisinden yedi, Umay."

Umay başını hafifçe çevirdi, sesi titrek çıktı.

"Haldun Amca mı?"

Başımı salladım.

"Evet. Ve senin bunu benden öğrenmen gerekiyordu. Çünkü baban, ölmeden önce bunu anlatmamı istedi."

Umay, ellerini kucağında sıktı, gözlerini kaçırdı.

Devam ettim.

"Baban genç bir üsteğmendi. O zamanlar, annene âşık olmuştu. Ama annene âşık olan biri daha vardı... Haldun Amca."

Umay'ın gözleri büyüdü, nefesi hızlandı.

"O… O annemi seviyordu?"

"Evet. Ama annen sadece babanı sevdi. Bunu hazmedemedi."

Bir an durdum.

Sonra en ağır kısmına geldim.

"Haldun Amca, babana iftira attı."

Umay yüzünü bana döndü, inanamaz gözlerle bakıyordu.

"Ne? Ne iftirası?"

Dudaklarımı sıktım, sesimi kontrol altında tutmaya çalıştım.

"Onu Manavgat'tan sürdürecek bir iftira. Babana, emirleri hiçe sayıp görev yerini terk ettiği ve askerî disiplini bozduğu yönünde bir suçlama attı. O zamanlar, bazı çevreler ona inanacak kadar kördü."

Umay, elini ağzına götürdü.

"Babam asla böyle bir şey yapmazdı!"

"Biliyorum, yapmadı da zaten. Ama iftira yayıldı. Dava açıldı. Babana Manavgat’ı terk etmekten başka çare kalmadı. O da anneni aldı ve buradan gitti."

Umay, avuçlarını yumruk yaptı.

"Yani… Babam, annemi alıp kaçmadı. Zorunda kaldı…"

Başımı salladım.

"Evet. Eğer burada kalsaydı, daha büyük bedeller ödeyecekti. Annenle birlikte buradan ayrıldı ve hayatlarını yeniden kurdular. O yüzden sen hiç bu köyü tanımadın."

Umay’ın yüzü öfke ve hayal kırıklığı arasında gidip geliyordu.

"Yani bunca yıl babamı suçlayan herkes aslında yalanın içindeydi?"

Dişlerimi sıktım.

"Evet, Umay. Ve baban bir daha geri dönmedi. Çünkü burada ona ihanet eden bir ailesi vardı."

Umay başını eğdi, gözlerinden yaşlar süzüldü.

"Babam bana neden anlatmadı bunu?"

Sesimi yumuşattım.

"Çünkü seni üzmek istemedi. Buradan nefret etmemen için, amcanın ihanetini öğrenmeni istemedi. Ama ölmeden önce bana söyledi. Eğer bir gün buraya gelirsen, gerçeği benden duymanı istedi."

Sessizlik çöktü.

Umay’ın elleri titriyordu.

Ben ise, yolun sonuna gelmiş gibi hissettim.

Bütün bu ağırlık, artık benim omzumda değil, onun omzundaydı.

Ama biliyordum…

Umay babasının kızıydı.

Bu gerçekle de yüzleşecekti.

Umay, gözlerindeki yaşları tutamadan fısıldadı:

"O yüzden mi… Tatillerde Antalya'ya kadar gelip Manavgat'a uğramadan giderdik?"

Boğazım düğümlendi. Başımı yavaşça salladım.

"Evet, Umay."

Babası, Manavgat’ı sadece bir yer olarak terk etmemişti.

Orası, ihanetinin ve en büyük kaybının olduğu yerdi.

Umay avuçlarını gözlerine bastırdı, derin bir nefes aldı ama hıçkırıklarını bastıramıyordu.

"Bunca yıl… Bunca yıl babamı haksız yere yargıladılar. Annemle kaçtı dediler, onu korkak sandılar… Oysa ki en büyük savaşı vermiş. Kendi ailesine karşı."

Sustum.

Çünkü bazı yaralar, kelimelerle kapanmazdı.

Yol sessizlik içinde akarken, Umay başını cama yasladı, gözyaşları süzülmeye devam etti.

Ben, direksiyonu sıkıca tutarak onu anlaması için zaman verdim.

Ama bir şeyi çok iyi biliyordum.

Babasının ismini, onurunu ve geçmişini temizlemek için bu yükü de taşıyacaktı.

Ve ben, bu yolculukta her anında yanında olacaktım.

Arka koltuktan gelen küçük ama net bir ses içimizi bıçak gibi kesti.

“Kötü insan.”

Aybars.

Minik sesiyle fısıldamıştı ama duymamak imkânsızdı.

Gözlerimi yoldan ayırmadan, hızlıca uyardım.

“Aybars, öyle söyleme oğlum.” dedim yumuşak ama kararlı bir sesle.

Umay gözlerini açıp, oğlumuza döndü.

Aybars, kollarını göğsünde birleştirmiş, kaşlarını çatmıştı.

“Ama baba, dedeme yalan söylemiş. Dedem üzülmüş. Annem de üzülmüş. Bu kötü bir şey değil mi?”

İç çektim.

Bir çocuğa iyilikle kötülüğün arasındaki ince çizgiyi anlatmak…

Hele ki kendi ailesinin içinde yaşanan bu karmaşayı açıklamak çok daha zordu.

“Bazen insanlar hata yapar, oğlum.” dedim, aynadan gözlerine bakarak.

“Ama bu, onların tamamen kötü olduğu anlamına gelmez.”

Aybars dudaklarını büktü.

“Ama dedem hiç hata yapmamıştı. O neden üzülmek zorunda kaldı?”

Umay, burnunu çekip arkasına dönerek elini Aybars’ın dizine koydu.

“Bazen, doğru olanı yapmak bile insanları üzebilir, kuzum.”

Aybars, bir süre düşündü.

Sonra gözlerini kırpıştırdı, minik sesiyle sordu:

“Dedem üzülürken kim ona sarıldı?”

Gözlerim doldu.

İşte asıl soru buydu.

Haluk Yarbay, hayatı boyunca ne kadar yalnız kaldı?

Umay derin bir nefes aldı, avuçları hâlâ titriyordu.

“Babamın en büyük sarılması, annemdi. Sonra da ben…” dedi.

Sonra bana döndü, gözleri derin bir minnetle doluydu.

“Ve Altay.”

Aybars, kafasını salladı.

Sonra küçük ellerini göğsüne koyup gözlerini kapattı.

“Tamam. O zaman ben de dedeme buradan sarılacağım.” dedi fısıltıyla.

Biz sessiz kaldık.

Çünkü bazen, küçük bir çocuğun kalbinde, en büyük soruların en saf cevapları gizliydi.

Umay bana baktı, gözlerindeki hüzünlü perde yavaşça aralanıyordu.

“Onu ve seni çok seviyorum.” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.

Gözlerimin içine bakarken, bunca acıya rağmen kalbinin hâlâ sevgiyle dolu olduğunu gösteriyordu.

Ben de ona sıcacık bir gülümsemeyle karşılık verdim.

Tam ağzımı açmıştım ki, arka koltuktan Aybars’ın sesi geldi:

“Bende seni!”

Ben de aynı anda “Bende seni.” dedim.

Bir an sessizlik oldu.

Sonra Umay ellerini ağzına kapatıp kıkırdamaya başladı, ben direksiyonu bırakmadan başımı hafifçe sallayarak güldüm.

Arka koltuktan Aybars’ın şaşkın sesi yükseldi:

“N’oldu ya? Aynı anda konuşmamız komik mi?”

Bu sefer ikimiz de kahkahalarımızı tutamayarak ona döndük.

Umay gözyaşlarını silip, hâlâ gülerek cevap verdi:

“Evet, minik kuzum! Bazen aşk böyle şeyler yapar!”

Aybars kaşlarını çatıp düşündü, sonra başını iki yana salladı.

“Aşk garip bir şey baba.”

Bunu duyunca daha da kahkaha attım.

Göz göze geldiğimizde, Umay’ın yüzü hâlâ gülüyordu.

Ve ben o an anladım…

Bütün bu ağırlıklara rağmen, biz hâlâ birbirimizi güldürebiliyorduk.

Ve bu, en büyük zaferlerden biriydi.

Otele vardığımızda, Umay Aybars’ı kucağına alıp hızla içeri geçti.

Ben de biraz arkalarından yürüyerek lobinin serin havasını içime çektim.

Ancak içeri girdiğimde, karşılaştığım manzara tam anlamıyla kaostu.

Bizimkiler çoktan tatil moduna girmişti.

Burak, gözlüklerini takmış, renkli şortuyla havuz kenarına yayılmış, ananaslı bir içecek içiyordu.

İlteriş, telefonunu elinde tutarak Yaseminka’yla plaj planlarını tartışıyordu.

Ulaş, otel resepsiyonundaki çalışanı bir şey için sıkıştırıyordu.

Mustafa Kemal ve Yavuz ise, hangi su sporunu deneyecekleri konusunda hararetle konuşuyordu.

Bizi görünce hepsi birden döndü.

Burak gözlüğünü çıkarıp sırıtarak, “Ooo, karı-koca veletle geziyor muyuz?” dedi.

Umay, ona ters ters baktı. “Velet değil, Aybars.”

Burak kahkaha attı, “Tamam tamam, minik kurt!” diye düzeltti.

Aybars, uykulu gözlerle Burak’a baktı ve kıkırdadı.

Halil Komutan, elinde kahvesiyle köşede oturmuş olan biteni izliyordu.

“Demek sonunda geldiniz.” dedi başını sallayarak.

Ben göz devirdim. “Bir gün bizi tatil modunda da görebilecek miyiz acaba?” dedim gülerek.

Ulaş kahkaha attı, “Komutanım, tatil modunu açın, çok geç kaldınız.”

Derin bir nefes aldım, üzerimdeki yorgunluğu bir kenara bırakıp Umay’ın beline sarıldım.

“Tamam, madem öyle… O zaman biz de tatil moduna geçelim.” dedim göz kırparak.

Ve o an, bütün yorgunlukları bir kenara bırakıp gerçekten tatilin tadını çıkarmaya karar verdim.

Odaya girdiğimizde, Umay çantasını karıştırmaya başladı.

Aybars’ı aşağıda Atilla’nın yanına bırakmıştık, yani şu an tüm dikkatim Umay’a odaklanmıştı.

Umay’ın yüzünde, bir şey sakladığını belli eden o muzip gülümseme vardı.

Sonunda dayanamayıp sordum:

"Aşkım, biliyorum hoşuna gitmeyecek ama sana bir şey aldım."

Kaşlarımı kaldırdım. “Ne aldın aşkım?”

O sırada valizden çıkardığı şeyi görünce beynime kan gitmedi.

Rengarenk, cırtlak bir slip mayo.

Bir an nefesim kesildi.

“Çok güzelmiş bir tanem, kendine mi aldın?” dedim, alaycı bir gülümsemeyle.

Ama Umay sırıtarak başını iki yana salladı.

“Yoo, sana aldım.”

Beynim yandı.

“Ne?”

Umay mayoyu sallayarak yaklaştı. “Plajda giymen için.”

Geri çekildim. “Ben… Bunu… ASLA giymem.”

Umay kollarını göğsünde birleştirdi, kaşlarını kaldırarak meydan okuyan bir ifadeyle baktı.

“Söz verdin. Tatil moduna geçecektin.”

“Ama bu mod biraz fazla açık!” diye itiraz ettim.

Umay kahkaha attı, “Altay, bir kerecik giy, sonra çıkartırsın!”

Ellerimi yüzüme kapattım. “Ben özel kuvvetler mensubuyum, şerefimle görev yaptım, ülkeme hizmet ettim, onca operasyona girdim… Ve şu an slip mayo yüzünden iradem sarsılıyor.”

Umay gülmekten yere çökmüştü. “O zaman görevin gereği olarak bunu giymen gerekiyor. Emir-komuta zinciri içinde, karın olarak giymeni rica ediyorum.”

Başımı eğdim, derin bir nefes aldım.

“Bunu Halil Komutan görürse, rütbelerimi söker.”

Umay elindeki mayoyu göğsüme fırlattı. “Giyiyorsun Altay.”

Mayo elime düştü. Yutkundum.

Belli ki bu tatil, benden sadece ruhen değil, fiziksel olarak da fedakârlık bekliyordu.

Umay hâlâ sırıtarak bana bakıyordu.

Elimde tuttuğum rengarenk slip mayoya bir kez daha baktım ve içimden bir feryat yükseldi.

"Ama aşkım, gerçekten olmaz!" dedim, hâlâ umutsuzca durumu kurtarmaya çalışarak.

Umay kollarını göğsünde bağladı, başını yana eğerek bakışlarını bana dikti.

"Neden olmazmış bakalım?"

"Hem…" dedim, ani bir kıskançlık dalgasıyla. "Ben bunu giyeceksem, sen ne giyeceksin?"

Gülümsemesi genişledi. Tehlikeli bir ışık gözlerinde parladı.

"Altay, yoksa kıskanıyor musun?"

"Ne alaka ya!" dedim hızla. "Ben sadece… şey… yani denge bozulmasın diye diyorum. Sonuçta çift olarak uyumlu olmamız lazım."

Umay, çantasını açtı ve içinden incecik, dantelli bir bikini çıkardı.

Gözlerim büyüdü. O mayo benim kâbusumdu ama bu… bu tam anlamıyla bir felaketti.

"Sakın ha!" dedim, elimle o bikiniyi işaret ederek. "O giyilecek bir şey değil! O sadece… şey… vitrin süsü olabilir en fazla!"

Umay kahkahalarla gülmeye başladı. "Ne oldu Altay? Sen slip mayodan kaçarken ben dantelli bikiniyle rahat rahat dolaşayım mı sandın?"

Dudağımı kemirdim. "Ben özel kuvvetler askeriyim, bunu kabul edemem."

Umay eğilip elini çeneme koyarak gözlerimin içine baktı.

"Altay Öztürk, ya slip mayonu giyersin ya da ben bu bikinimi giyerim. Seçimini yap."

Beynim durdu. Cidden bunu yapıyor muydu?

Elimdeki mayo ve Umay’ın tuttuğu bikini arasında gidip gelen gözlerimle…

Bu tatilin sandığımdan çok daha büyük bir mücadeleye dönüştüğünü anladım.

Derin bir nefes aldım, son bir kez elimdeki slip mayoya baktım ve yenilgiyi kabul ettim.

"Tamam, lanet olsun be! Giyiyorum şu mayoyu!" dedim, dişlerimi sıkarak.

Umay zafer kazanmış gibi kollarını havaya kaldırdı.

"İşte bu! Özel kuvvetler komutanı bile slip mayonun gücüne karşı koyamadı!"

"Ama!" diye parmağımı kaldırarak ekledim. "Sen de o dantelli şeyi unutuyorsun. Daha masum, kapalı, etekli bir mayo almıştın ya! Onu giyeceksin."

Umay, kaşlarını kaldırıp dudaklarını büzdü.

"Yani ben etekli bir mayoyla sahilde dolaşacağım ama sen slip mayoyla mı? Adalet mi bu Altay?"

Gözlerimi kıstım. "Sen benim karımsın, benim onurum, gururum! O dantelli bikiniyi kimse göremez!"

Umay kahkaha attı. "Altay Öztürk, sen cidden kıskanç bir adamsın!"

"Ben kıskanç değilim, sadece..."

Omzuma vurdu. "Altay, sus. Kıskançsın."

"Ya tamam da—"

"Altay, sus."

Derin bir nefes aldım. "Peki, ama anlaşma sağlandı. Ben mayomu giyerim, sen de o kapalı mayonu giyeceksin."

Umay gözlerini devirdi. "Tamam tamam, hadi bakalım, slip mayonla şov yapmanı bekliyorum."

Elimde hala rengarenk, içimi daraltan o mayoya bakarken…

Bu tatilin benim için bir dinlenme değil, psikolojik bir sınav olduğunu anladım.

Lavaboya girdim, derin bir nefes aldım ve kaderime razı olarak mayoyu giydim.

Ve…

"OF!"

Bunu nasıl tarif etsem bilmiyorum ama… Her yerim ortadaydı!

Aynada kendime bakıp başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

"Allah’ım, ben nereye düştüm? Özel Kuvvetler askeriyim ben, operasyon görmüş adamım! Bunu giymek… Vatan borcuna aykırı gibi bir şey!"

Başımı iki yana salladım. "Bu bana hiç olmadı!

Tam o sırada, kapının diğer tarafından Umay’ın sesi geldi:

"Altay, hâlâ giyinmedin mi?"

Dışarı çıkamam. Kesinlikle çıkamam!

"Yavrum, bu olmadı!" dedim iç çeke çeke. "Her yerim meydanda be, ben böyle sokağa çıkamam!"

Umay’ın kahkahası yükseldi. "Sana yakıştığını düşünüyorum!"

Kapıya yaklaşıp fısıldadım. "Sakın ha! Bir kelime daha edersen, bu tatili unut!"

Umay kıkırdamaya devam etti. "Hadi çık Altay, plaj seni bekliyor!"

Kafamı aynaya yasladım, "Ben bu kadına niye söz veriyorum ki?" diye mırıldandım.

Derin bir nefes aldım, kapıyı açtım ve çıktım.

Ve Umay…

Resmen kahkaha krizi geçiriyordu.

Bu tatil benim için fiziksel değil, ruhsal bir operasyona dönüşmüştü.

Umay kahkahalar arasında eğilmiş, neredeyse nefessiz kalmıştı.

Ama sonra…

Birden gülüşü soldu.

Gözleri büyüdü, kaşları çatıldı ve ciddi bir sesle emretti:

“Altay! Hemen çıkar onu!”

Bir an donakaldım. "Noluyor lan?" diye düşündüm içimden.

Ama asker refleksiyle komuta zincirine uyup, elimle mayonun lastiğini tuttum ve gözünün önünde aşağı indirdim.

"Ne oluyor ya? Daha yeni zorla giydirdin!" diye itiraz edecektim ki Umay panikle arkasını döndü.

"Geri çek, geri çek! Sen manyak mısın?!" diye fısıldadı hızla.

Tekrar yukarı çektim, ama artık anlamıştım.

Umay kıskanmıştı.

Kaşlarımı kaldırıp sırıttım.

"Aaa, Umay Hanım, ne oldu? Az önce çok yakışmıştı, şimdi ne değişti?"

Umay ellerini beline koydu, kaşlarını çatarak beni tepeden tırnağa süzdü.

“Altay, böyle dışarı çıkamazsın! Herkes sana bakar!”

Kollarımı açıp zafer kazanmış gibi kahkaha attım.

"Demek ki sorun slip mayo değilmiş, sorun benmişim! Sen beni kıskandın!"

Umay gözlerini devirdi, ama yanaklarına hafif bir kızarıklık oturdu.

"Öyle bir şey demedim!" dedi hızla. "Sadece... şey... çok dikkat çekiyorsun!"

"Ama az önce dikkat çekmemi istiyordun?"

Umay dudaklarını sıktı, çaktırmadan gözlerini kaçırdı.

"Fikrimi değiştirdim. Giymiyorsun, konu kapandı."

Kollarımı göğsümde bağladım, başımı eğerek ona yaklaştım.

"Umay Öztürk, sen beni fena kıskandın!"

Umay sinirle havluyu kapıp üstüme fırlattı. "Altay, uzatma! Şortunu giy!"

Sonunda ben kazandım.

Ama içim içimi yiyordu…

Beni bu hâlde gördüğü için Halil Komutan'ın, İlteriş'in, Burak’ın ve diğerlerinin kahkahalarını hayal ediyordum.

Eğer slip mayo ile çıkarsam bu tatil boyunca 'Slip Altay' olarak anılacağıma adım gibi emindim.

Bazen… Kıskanç bir eş, en büyük kurtarıcı olabiliyordu.

Aynaya bir kez daha baktım.

Kaslı bacaklarım… Gayet belirgindi.

Omuzlarım geniş, belim sıkı…

Başımı yana eğip düşündüm.

"Aslında… Yakıştı da ha." dedim kendi kendime, bacaklarıma hayran hayran bakarak.

Umay gözlerini kısıp beni süzdü. "Altay. O düşünceyi anında sil."

"Ne var ya? Vallahi fena durmuyor." dedim, kendi fiziğimi değerlendirirken. "Sonuçta vücut var, iş var. Yakışmış."

Umay gözlerini devirip havluyu başıma fırlattı.

"Yakışsa da giyemezsin, çünkü KISKANIYORUM, tamam mı?!" diye patladı sonunda.

Gözlerim parladı. "İşte itiraf geldi!" dedim zafer kazanmış gibi.

Umay hızla döndü, valizden diz hizasında normal bir şort mayo çıkardı ve önüme fırlattı.

"Bunu giyiyorsun! Hemen! Şimdi!"

Şortu elime aldım, hala aynadan kendime bakıyordum.

"Ama yani Umay, millet kas görmek isterse de mi yok yani?" diye şaka yaptım.

Umay gözlerini kıstı. "Altay, bir kere daha uzatırsan slip mayoyu senin üzerinde makasla keserim."

Yutkundum.

Sessizce şort mayoyu aldım ve tüm slip mayo hayallerimi gömerek üstüme geçirdim.

Bazen zafer kazanmak, bazen de eşini mutlu etmekti.

Ama yine de aynaya bir göz atıp, “Harbi fena olmamıştı ya…” diye içimden geçirmeden edemedim.

Aynaya son bir bakış attım, sonra Umay’a döndüm.

Kaşlarımı kaldırıp muzipçe gülümsedim.

"O zaman diyorum ki…" dedim ağırdan alarak. "Ben çıkarmadan sen de aldığın bikinini giysen… Hani ben de bir görsem?"

İç çektim, sözlerime biraz da masumiyet kattım.

Umay kaşlarını kaldırarak bana döndü, gözlerinde hafif bir parıltı vardı.

"Altay." dedi, o tehlikeli ses tonuyla.

Yutkundum.

Ama geri çekilmeye niyetim yoktu.

"Eğer beni o bikiniyle görürsen…" dedi yavaşça. "Üç gün odadan çıkamayız."

Ellerimi belime koydum, çaktırmadan boğazımı temizledim.

"Şey…"

"İyisi mi, sen boşver." dedi zafer kazanmış edasıyla. "Al şu uzun mayonu giy."

Birkaç saniye tereddüt ettim.

Ama göz göze geldiğimizde, Umay’ın çoktan kazandığını anladım.

İç çektim. "Tamam be, tamam!"

Hırsla uzun mayoyu aldım, slip mayoyu çıkarıp giydim.

"Ama bak, sen kaybettin." dedim homurdanarak. "Senin kocan kaslı bacaklarını sahilde sergileyebilirdi, ama sen buna izin vermedin!"

Umay kahkaha attı. "Benim kocamı başkası sergileyemez, Altay Bey. Konu kapanmıştır."

İşte…

Bu tartışmanın galibi de belli olmuştu.

Şort mayoyu üzerime geçirirken Umay hâlâ sırıtarak bana bakıyordu.

Ben ise, hayatımın en büyük yenilgilerinden birini tattığım için iç çekerek aynaya son bir göz attım.

“Pekâlâ Umay Hanım, kazandınız.” dedim mağlup bir ses tonuyla.

Umay zafer kazanmış bir komutan gibi çenesini kaldırdı.

“Elbette kazandım. Altay Öztürk'le evliyim, her konuda kazanırım.” dedi göz kırparak.

Gözlerimi devirdim, ama dudaklarıma istemsiz bir gülümseme yayıldı.

"Seninle tartışmak, mayına basmak gibi." diye mırıldandım.

"Öğreniyorsun işte." dedi keyifle. "Hadi bakalım, minik kurt bizi bekler. Sahile iniyoruz!"

Derin bir nefes aldım ve havlumu omzuma atarak kapıyı açtım.

Tam çıkarken bir an durdum, Umay’a döndüm ve muzipçe gülümsedim.

“Bu savaşı sen kazandın ama… Gece benim olacak.”

Umay kaşlarını kaldırıp bana meydan okurcasına baktı.

“Göreceğiz bakalım.” dedi hafifçe gülümseyerek.

Ve böylece, ben bir savaş kaybetmiş olabilirdim…

Ama gecenin galibi henüz belli değildi.

Sahile adım attığımız anda, şezlonga uzanıp keyif yapmayı hayal ediyordum.

Ama tabii ki hayat, özellikle bir baba olarak, sana asla planlarını gerçekleştirme şansı vermezdi.

Aybars, kumu görür görmez gözleri parladı, kollarını havaya kaldırıp çığlık attı.

“Baba! Kummm!” dedi, çıplak ayaklarıyla kuma basarak.

Ben daha şezlongu gözüme kestiremeden, minik kurt paçamdan çekiştirmeye başladı.

"Kale yapalım baba!"

Derin bir nefes aldım, şezlonglara son bir bakış attım.

Şezlong bana baktı. Ben şezlonga baktım.

Bir baba olarak kaybedeceğimi bile bile, son bir umutla Umay’a döndüm.

"Aşkım, sen de gel, ailecek yapalım!" dedim, desteğe ihtiyacım varmış gibi.

Ama Umay şezlonga çoktan oturmuş, güneş kremini sürmeye başlamıştı.

“Ben izleyiciyim. Siz eğlenin erkekler!” diyerek havluyu düzeltti.

İçimden “İhanete uğradık!” diye bağırmak istedim ama Aybars kumları avuçlayarak bekliyordu.

Sonunda dizlerimi kuma koydum, oğlumun göz hizasına indim.

"Tamam lan minik kurt, öyle bir kale yapacağız ki görenler hayran kalacak!" dedim, en azından bu işi eğlenceli hale getirmeye çalışarak.

Aybars çığlık attı, kumları sağa sola fırlatarak çalışmalara başladı.

Ben ise iç çektim, şezlongun sıcaklığını son kez düşündüm.

Ve sonra, kumdan kale inşaatımız başladı.

Aybars’la kumdan kalemizi inşa ederken, şezlong keyfini çoktan unutmuştum.

Minik kurt, kumları avuç avuç alıp döküyor, ben de mühendis edasıyla kale duvarlarını sağlamlaştırmaya çalışıyordum.

Tam kuleyi tamamlıyorduk ki, göz ucuyla Umay’ın yaklaştığını gördüm.

Elinde bir şişe güneş kremi vardı.

Ve o muzip gülümsemesiyle bize doğru yürüyordu.

Bir şeylerin ters gittiğini hissettim ama kaçacak durumda değildim.

Önce Aybars’ı yakaladı.

"Gel bakalım minik adam, seni kavrulmadan koruyalım."

Aybars itiraz bile edemeden buram buram krem kokusuna gömüldü.

Umay, ellerini yoğurt çalar gibi sıvazladı ve oğlumun her yerine kremi boca etti.

Aybars bembeyaz olmuştu.

Çocuk “Anneeee, çok soğuk!” diye mızıldandı ama artık küçük bir yoğurt küpüne dönmüştü.

Ben hâlâ güvende olduğumu sanıyordum ki…

Umay sinsice arkama geçti.

"Sıra sende komutanım." dedi kahkaha atarak.

"Aşkım, ben zaten gölgede kaldım, sürmeye gerek yok ki—"

Cümlemi tamamlayamadan soğuk kremi ensemde hissettim.

"OFFFFF! UMAY!"

Ellerimi kaldırdım ama iş işten geçmişti. Yoğurt gibi oldum.

Omuzlarım, kollarım, sırtım… Umay, acımasız bir bronzlaşma koruyucusuydu!

Aybars gülerek bana baktı, minik elleriyle yüzüme dokundu.

"Baba, sen de yoğurt oldun!"

Umay kahkahalarla yanıma oturdu.

"Şimdi güneş yanığı olmazsınız. Hadi, kale inşaatına devam."

Ben iç çekerek kumlara oturdum.

"Tatili ben mi planladım, siz mi yönetiyorsunuz anlamadım." diye homurdandım.

Ama Aybars kahkahayla tekrar kumu kazmaya başlayınca, gülümsemeden edemedim.

Beyaz yoğurt adam olarak tatile devam ediyordum.

Kumdan kalemizi zaferle tamamladıktan sonra, Aybars ellerini beline koyup gururla yapıya baktı.

"Baba, bizim kalemiz çok güçlü oldu!" dedi kocaman gülümseyerek.

Ben de gururla başımı salladım.

"Tabii ki minik kurt! En sağlam kaleyi biz yaptık!"

Ama tam o sırada bir dalga kıyıya vurdu ve kalemizin ön kısmını çökerterek içeri girdi.

Aybars şok içinde kaleye baktı.

"Baba! Kalemiz yıkıldı!"

Omzuna dokundum, göz kırparak gülümsedim.

"Üzülme oğlum, en güçlü krallar bile bir gün denize karşı koyamaz."

Umay uzaktan bizi izleyip kahkaha atarken, Aybars’ın suratına kocaman bir gülümseme yayıldı.

"O zaman biz de denize gidelim!" diye çığlık attı.

Kafamı salladım, onu hızla kucağıma aldım.

"Okyanusun fatihleri olarak fethe gidiyoruz!" dedim kıkırdayarak.

Aybars kollarını havaya kaldırıp bağırdı.

"Denizzzz!"

Umay da havlusunu bırakıp ayağa kalktı.

"Hadi bakalım, yoğurtlar serin sulara!" dedi gülerek.

Böylece, kumdan kaleleri arkamızda bırakıp dalgalara doğru ilerledik.

Aybars kucağımdaydı, minik kollarıyla boynuma sıkıca sarılmıştı.

Eşim yanımda, gözlerini dalgalara dikmiş yürüyordu.

Ayaklarımız ılık deniz suyuna değdiğinde, içimde tarifsiz bir huzur hissettim.

Ama tam o an, Umay bana döndü.

Gözlerinde hem hüzün hem de sevgi vardı.

"Bu, Aybars’ın ilk denize girişi değil." dedi sessizce.

Şaşırarak yüzüne baktım.

"Seni şehit sandığımız zamanlarda… Yavuz bizi İzmir’e davet etti."

Nefesim kesildi.

Sadece gözlerimi kırpıp onu dinledim.

"Orada girdik ilk kez denize. Aybars küçücüktü… Dalgalar kucağıma vurdukça seni düşündüm. ‘Eğer Altay burada olsaydı, onu böyle kucağında tutardı’ diye düşündüm."

Sesi titredi.

Aybars başını omzuma yasladı, masumca suya bakıyordu.

Ben ise kalbime saplanan o duyguyla sarsıldım.

Beni öldü bilirken yaşamak zorunda kaldıkları her an, onların içindeki boşluk…

Elimi suyun içinde Umay’ın eline uzattım, parmaklarını sıktım.

"Ama şimdi buradayım." dedim kararlılıkla. "Ve bir daha asla bırakmam."

Umay başını kaldırıp gözlerimin içine baktı, dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi.

"Biliyorum." dedi fısıltıyla.

Aybars birden kıkırdayarak ayaklarını suya vurdu.

"Baba! Su çok güzel!"

Derin bir nefes aldım, içimdeki o koca boşluğu, ailemin yanımda oluşuyla doldurdum.

“Evet minik kurt, su çok güzel. Çünkü bu sefer hep beraberiz.”

Ve dalgalara doğru ilk adımımızı attık.

Aybars kahkahalar atarak suyu tekmeliyor, minik ayaklarıyla dalgaları yakalamaya çalışıyordu.

Umay ise hafifçe arkamdan sarılmış, başını sırtıma yaslamıştı.

Su belimize kadar çıkmıştı ama güneşin sıcaklığı, denizin serinliğiyle dengeleniyordu.

Aybars’ı yavaşça yukarı kaldırıp suya değdirerek gülmesini sağladım.

"Hadi bakalım küçük adam, dalgalara karşı koyabilecek misin?"

"Ben çok güçlüyüm baba!" dedi minik kollarını havaya kaldırarak.

Umay kıkırdadı. "Senin gibi bir babası varken tabii ki güçlü olacak."

Göz ucuyla Umay’a baktım. Güneş ışıkları tenine vuruyor, yüzündeki hafif tebessüm, içimi sıcacık yapıyordu.

Bu anı zihnime kazımak istedim.

Her şey… Tam olması gerektiği gibiydi.

Ama tabii ki, bu mutluluk uzun sürmeyecekti.

Çünkü Aybars birden ellerini kaldırıp avazı çıktığı kadar bağırdı:

"Dikkat! Dalga geliyor!!!"

Ve bir saniye sonra, bizim minik casus tamamen eğilip elleriyle suyu yüzümüze sıçrattı.

Bir an nefesim kesildi, Umay çığlık attı, ben gözlerimi kırpıştırarak suyu yüzümden sildim.

Aybars ise kahkahalarla gülüyordu.

Şok içinde ona baktım. “Sen… Bizi kandırdın!”

Umay da kendine gelip gülmeye başladı. "Altay, kendi oğlundan saldırı beklemiyordun değil mi?"

Aybars gözlerini kısarak bana baktı. "Özel görev baba!" dedi sırıtarak.

Ellerimi dizlerime koyup ona hafifçe meydan okuyan bir bakış attım.

"Özel görev mi? O zaman savaş başlasın küçük kurt!"

Ve sonra ellerimle büyük bir dalga yapıp Aybars’a doğru su fırlattım.

O çığlık attı ama kahkahalar içinde hızla annesine doğru kaçtı.

"Anneeee! Baba saldırıyor!"

Umay ellerini beline koydu, beni süzdü.

"Demek bana da saldıracaksın Altay Bey?"

Bir an durdum.

Yanlış bir hamle yaptığımı hissettim.

Ve sonra…

Umay aniden bütün gücüyle elleriyle su sıçrattı.

Yüzüme dalga gibi gelen suyla resmen boğuldum.

Aybars kahkahalarla suyun içinde zıplıyordu.

Ve böylece, Öztürk Ailesi'nin Büyük Su Savaşı başlamış oldu.

Kim kazanacak?

Tabii ki biz değil.

Çünkü Umay her zaman kazanır.

Umay, bütün su savaşını kazandıktan sonra, ben ve Aybars sırılsıklam, nefes nefese kalmıştık.

Aybars kıkırdayarak bana sarıldı. "Baba, sen yenildin!"

Saçlarımın arasından su damlaları süzülürken, yenilgiyi kabul etmek istemedim.

Ama tam o sırada, bir şey fark ettim.

Gözüm plaja kaydı…

Ve herkes bizi izliyordu.

Şezlonglarda oturan tatilciler, plajda yürüyen aileler, çocuklarıyla oynayan anneler-babalar…

Herkes durmuş, bizi seyrediyordu.

Bir grup genç kahkaha atarak parmaklarıyla bizi gösteriyordu.

Bir kadın yanındakine dönüp “Bak ne tatlılar!” dedi, sesi rüzgârla bize kadar ulaştı.

Umay suyu yüzünden sildikten sonra, benim donup kaldığımı fark etti.

“Altay, ne oldu?”

Başımı ona çevirdim, sonra plajdaki insanları işaret ettim.

“Sanırım şov yaptık.”

Umay gözlerini kısıp plaja baktığında, insanların hafif gülümsemelerle bizi süzdüğünü fark etti.

Ve…

Bir anda kahkahalarla güldü.

“Altay, sanırım bizi reality show gibi izlediler.”

Elimi yüzüme kapattım, “Ben özel kuvvetler eğitimi almış bir adamım. Düşman hattına sızmış, esir düşmeden kaçmış adamım. Ama su savaşı yüzünden sahil komedisine döndüm.”

Umay kahkahalar arasında omzuma dokundu.

"Bırak özel kuvvetleri Altay Bey, bugün sadece 'Özel Baba Kuvvetleri’ndesin!"

Derin bir nefes alıp Aybars’a baktım.

Oğlum hâlâ gülerek bizi izleyen insanlara el sallıyordu.

Sonunda ben de gülümseyerek başımı iki yana salladım.

“Pekâlâ! Öztürk Ailesi olarak bugünü de rezil olmadan atlatamadık.”

Ama itiraf etmeliyim ki…

Bundan daha güzel bir rezillik olamazdı.

Sadece plajdaki insanlar değil…

Tim de izliyordu!

Ve ellerinde çerez vardı!

Evet, bildiğiniz gibi, çerezle izliyorlardı.

Burak, güneş gözlüklerini takmış, bir avuç fıstığı ağzına atarken kıkır kıkır gülüyordu.

İlteriş, kolunu Yaseminka’nın omzuna atmış, “Altay hiç bu kadar çaresiz görünmemişti” bakışı atıyordu.

Halil Komutan kollarını göğsünde bağlamış, başını iki yana sallıyordu.

Ulaş, gülmemek için ağzına tıkadığı ay çekirdeğini zorla çiğniyordu.

Mustafa Kemal ise "Komutanımın hali çok fena ya…" diyerek Burak’a dirsek attı.

Ve sonra Burak dayanamayıp bağırdı:

"KOMUTANIM, ÖZEL KUVVETLER BUNU DA GÖRDÜ!"

Plajda insanlar zaten bizi izliyordu, ama timin kahkahaları her şeyi daha da beter etti.

Başımı eğdim, ellerimi dizlerime koyarak derin bir nefes aldım.

Sonra gözlerimi kısıp, timin olduğu tarafa yürümeye başladım.

"Şimdi sizi denize gömmem mi gerekiyor?" dedim tehditkâr bir sesle.

Burak hızla ayağa fırladı. “Komutanım, biz sizi desteklemek için buradayız! Sanatsal bir performanstı! Çok iyiydi! Gerçekten!”

Ulaş kıkır kıkır gülerken Halil Komutan ciddi bir sesle ekledi:

“Karargahta bunun hakkında konuşacağız.”

Gözlerim büyüdü. "NE?"

Burak kendini şezlongtan yere attı, gülmekten nefes alamıyordu.

Umay yanıma gelip karnına ağrı girene kadar gülerken, Aybars bile ellerini çırparak babasının rezil oluşuna katıldı.

Ve böylece, Altay Öztürk'ün tatilde bile rahat edemeyeceği resmiyet kazandı.

Ama içimden bir ses diyordu ki…

Bu savaşı kazanmamın bir yolu olmalıydı!

Burak, askeri selam çakarak ve sırıtarak bağırdı:

“EY DALGALARIN ADAMI ALTAY ÖZTÜRK!”

Tim kahkahalarla gülmeye başladı. Ulaş elindeki çerezi havaya savurdu, İlteriş Yaseminka’nın omzuna yaslanarak kahkahadan nefes alamaz hale geldi.

Halil Komutan bile hafifçe gülümsedi, bu da demek oluyordu ki…

YANDIM!

Gözlerimi kıstım, Burak’a dik dik baktım.

"Burak, ağzını topla oğlum!" dedim sertçe.

Ama Burak zerre ciddiye almadı, omzunu silkip kahkaha attı.

"Abi, şu an resmen sahil çocuğusun! Dalgalara karışmışsın, denizle bütünleşmişsin!"

Musrafa Kemal hemen atıldı. "Ben diyorum ki, yeni kod adın 'Poseidon Altay' olsun!"

Onur başını salladı. "Abi, suyla kurduğun bağ gerçekten etkileyici. Dalga adam resmen!"

"Ben bağ falan kurmadım, oğlum, ailemle eğleniyordum!" diye homurdandım.

Ama iş işten geçmişti. Artık timin diline düşmüştüm.

Ve tim, bir şeyi dile doladı mı, onu unutmazdı.

Tam Burak yeniden bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki…

Su sıçratmanın verdiği güçle, koca dalgayı ellerimle kaldırıp üzerine gönderdim.

"BURAK!"

Burak nefes bile alamadan suyun içinde kaldı.

Tim kahkahalarla onu izlerken, Burak suyu tükürerek doğruldu.

"Tamam, tamam! Komutanım hâlâ tehlikeli! Ama Poseidon lakabı kalıcı!"

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Poseidon Altay…

Tim, artık bu ismi alıp her yerde kullanırdı.

Ve böylece, bir tatilin bile Özel Kuvvetler için operasyona dönüşebileceğini öğrenmiş oldum.

Umay, Burak’a katılıp "Yakıştı lakabın Altay." dedi gülerek.

Ben hâlâ timin kahkahaları ve Poseidon lakabının üzerime yapışmasıyla boğuşurken, bir anda Mustafa Kemal’in sesi duyuldu.

Şezlonga uzanmış, ellerini birleştirmiş, bilge bir edayla anlatmaya başlamıştı:

"Poseidon ve Amphitrite’in aşkını bilir misiniz?"

Herkes sustu, bizim akademisyen ruhlu Mustafa Kemal’in bir şeyler anlatması her zaman ilgimizi çekerdi.

Ama en çok Aybars meraklanmıştı.

Minik oğlum, şezlongda yatan Mustafa Kemal’in yanına gidip onun yüzüne dikkatle bakmaya başladı.

"Poseydon kim?" diye sordu gözlerini kocaman açarak.

Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi, bir elini denize doğru uzattı.

"Poseidon, denizlerin tanrısıydı Aybars. O kadar güçlüydü ki, dalgaları kontrol edebilirdi, fırtınalar çıkarabilirdi. Ama bir gün çok güzel bir deniz perisi gördü. Adı Amphitrite’di.

Poseidon ona aşık oldu ama Amphitrite ondan korktu ve kaçtı."

Aybars gözlerini kocaman açtı. "Kaçtı mı? Ama neden?"

"Çünkü Poseidon güçlüydü, hiddetliydi. Ama Amphitrite onunla evlenmek istemedi."

Minik oğlum başını yana eğdi, dudaklarını büzdü. "Ama aşık olmuştu, değil mi?"

Mustafa Kemal başını salladı. "Evet, aşık olmuştu. O yüzden bir yunus görevlendirdi, en sadık yunusunu. Git Amphitrite'yi ikna et, dedi."

Aybars iyice Mustafa Kemal’e yanaştı.

"Sonra ne oldu?"

"Yunus, Amphitrite'yi buldu. Ona Poseidon’un sevgisini anlattı. Poseidon’un aslında korkutucu biri olmadığını, sadece çok sevdiğini söyledi."

Aybars heyecanla sordu: "Peki, sonra?"

"Amphitrite, Poseidon’un sevgisini kabul etti. Onunla evlendi ve denizlerin kraliçesi oldu.

Mustafa Kemal hikâyeyi anlatmaya devam ederken, Aybars gözlerini kocaman açmış, büyülenmiş gibi dinliyordu.

"Ve Poseidon’un sadık yunusu… Gökyüzüne çıkarılarak Delphinus takımyıldızına dönüştü."

Aybars hızla gökyüzüne baktı, ama tabii ki gündüz vakti yıldız göremedi.

Kaşlarını çatıp Mustafa Kemal’e döndü.

"Ben de bir yunus olsam, gökyüzüne çıkabilir miyim?" diye sordu heyecanla.

Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. "Sen zaten Poseidon’un en sevdiği yunussun Aybars. O yüzden hep onun yanında olacaksın.”

Aybars hızla bana döndü, minik parmağını bana doğrulttu.

"Baba! O zaman sen Poseydon musun?!"

Tim bir anda kahkahalara boğuldu.

Burak, şezlongtan yere yuvarlanacak kadar gülüyordu. "Hah! Komutanım, bak işte, çocuğun bile lakabı sahiplendi!"

Ben gözlerimi devirdim, ama Aybars’ın heyecanlı bakışlarına karşı koyamadım.

Oğlum, sanki gerçekten denizlerin tanrısı olup olmadığımı çözmeye çalışıyordu.

Diz çöküp ona yaklaştım, ellerini tuttum.

"Eğer ben Poseidon’sam… Sen benim en güçlü yunusum olmalısın, değil mi?" dedim ciddiyetle.

Aybars kocaman gülümsedi, minik yumruklarını sıktı. "Evet baba! En güçlü yunus benim!"

Tam o sırada, Umay da bize yaklaştı, kollarını göğsünde bağladı.

"Peki, ben kimim?" dedi sırıtarak.

Aybars hiç düşünmeden annesiyle göz göze geldi ve çığlık attı:

"ANNEM AMPHİTRİTE! DENİZLERİN KRALİÇESİ!"

Tim bir anda ikinci kahkaha dalgasına kapıldı.

İlteriş, "Ooo, Poseidon ve Kraliçesi, emrinizdeyiz!" diye selam çaktı.

Burak hala gülmekten nefes alamıyordu. "Komutanım, ailecek mitolojiye giriş yaptınız! Artık sizden 'Poseidon Hanedanlığı' diye bahsedeceğiz!"

Umay kahkahalar arasında başımdan aşağı bir şaplak indirdi.

"Bak gördün mü Altay? Oğlum babasını tanıyor. Poseidon olunca sorun yok ama ben kraliçe olunca sana ağır mı geldi?" dedi gözlerini kısarak.

"Yok aşkım, olur mu öyle şey?" dedim hızlıca. "Sen zaten benim kraliçemsin."

Tim hep bir ağızdan "Ooo, romantizme bak!" diyerek tezahürat yapmaya başladı.

Aybars iki elini beline koyup komik bir şekilde denize doğru bağırdı:

"Poseidon’umuzu ve kraliçesini selamlıyoruz!"

Dalgalar tam o anda biraz daha sert vurdu.

Ben başımı iki yana salladım, bu lakabın ömrüm boyunca yakamı bırakmayacağını fark ettim.

Ama en azından…

"Poseidon ve onun küçük yunusu" olarak anılmak hiç de fena bir şey değildi.

Timle birlikte denize girerken Aybars’ı kucağımda tutarak yavaşça suya soktum.

Ama tam o sırada, bir hareket tüm dikkatimizi dağıttı.

Halil Komutan tişörtünü çıkardı.

Ve bütün tim şok içinde dona kaldı.

Adam 55 yaşında ama vücut bildiğin 25’lik!

Sırt kasları, omuzlar, pazılar…

Özel Kuvvetler'de yıllarca çalışmanın verdiği disiplin, Halil Komutan’da resmen vücut bulmuştu.

Mustafa Kemal gözlüğünü indirip iyice süzdü.

İlteriş kafasını yana eğip sanki bir sanat eserini inceler gibi baktı.

Yavuz, “Abi bu adam yaşlanmıyor mu?” diye mırıldandı.

Ben bile Halil Komutan’ın koluna göz ucuyla bakıp iç çektim.

“Lan, adam benden bile iri neredeyse!”

Halil Komutan hiçbir şey olmamış gibi denize girerken, Burak sonunda dayanamayıp ağzını açtı:

“Komutanım, valla saygımız sonsuz da… Sizin yaşta biri için fazla iyi değil misiniz?!”

Halil Komutan kaşlarını kaldırıp Burak’a döndü.

"Benim yaşta mı? Sen ne diyorsun Burak, ben gençlerden daha sağlamım!"

Burak gözlerini kocaman açtı, "Komutanım, vücut Arnold Schwarzenegger gibi! Bildiğin Terminator 2'den fırlamış gibisiniz!”**

Tüm tim kahkahaya boğulurken, Halil Komutan sakin bir şekilde Burak’a yaklaştı.

Ve tek eliyle Burak’ın omzunu sıkıp hafifçe itti.

Burak tek hareketle suya gömüldü!

Bir anda kahkahalar arttı.

Burak başı suyun üstüne çıkınca öksürerek bağırdı:

"KOMUTANIM, KUVVETİNİZ BİRAZ FAZLA YAŞLANDIKÇA AZALMIYOR MU?!"

Halil Komutan suya girmeye devam etti, ama hafifçe gülümsedi.

"Ben yaşlanmıyorum Burak. Sadece yıllandım." dedi, şarabı tarif eder gibi.

Ben başımı iki yana salladım, “Bu adam kesinlikle insan değil.” diye düşündüm.

Aybars ise kucağımda şaşkınlıkla izledi, sonra elini ağzına koyup fısıldadı:

"Baba… Halil Amca Hulk mu?"

Gözlerim büyüdü.

"Oğlum, belki de evet."

Böylece Özel Kuvvetler tatili, mitolojik lakapların yanında "HULK HALİL" efsanesine de sahne olmuş oldu.

Denizde hâlâ Halil Komutan’ı oyalamaya çalışırken, Burçe plaja adım attı.

Mayosuyla tam bir deniz tanrıçası gibi yürüyordu.

Burak o an olduğu yerde taş kesildi.

Gözleri Burçe’den ayrılmıyordu, ama asıl bomba Burçe’ye uzaktan kesik kesik bakan adamı fark etmesiyle koptu.

Bütün vücudu elektrik çarpmış gibi gerildi.

Omuzlarını dikleştirdi, çenesini sıktı. Resmen Hulk’un dönüşmeden önceki hâli gibiydi.

Sonra bir saniye bile beklemeden fırladı.

“Burçe! Bir dakika gel bakayım buraya!”

Halil Komutan’ın arkası dönüktü, biz de onu konuyla meşgul ediyorduk.

Ama Burak asla çaktırmadan hareket edebilecek biri değildi.

Burçe şaşkınlıkla “Ne oldu Burak?” diye sorarken, Burak hızla onu bileğinden tuttu ve kendine çekti.

Ve…

DİREKT ÖPTÜ!

Gözlerim fırlayacak gibi açıldı.

Mustafa Kemal şok içinde kafasını çevirdi.

İlteriş elini alnına koyup başını iki yana salladı.

Ve Halil Komutan hâlâ hiçbir şey fark etmemişti.

Ama…

Bizim şaşkın bakışlarımızı fark edip dönmesi an meselesiydi!

Burçe bir saniyelik şokun ardından Burak’ı itti. “Burak! Ne yapıyorsun?!”

Burak hiç umurunda değilmiş gibi dişlerini sıktı, hâlâ uzaktan bakan adama yan yan baktı.

“Seni kesen lavuğun gözleri önünde sahipleniyorum.”

Burçe'nin gözleri büyüdü. “Sahiplenmek mi? Kendine gel Burak!”

Ama tam o sırada…

Halil Komutan hafifçe bize dönmeye başladı.

İlteriş hızla atıldı, elindeki suyu komutanın göğsüne sıçrattı.

"AMAN KOMUTANIM, DİKKAT EDİN SU SİZE GELDİ!"

Halil Komutan geri döndü ve İlteriş’e sertçe baktı.

“Ne yapıyorsun evladım?” dedi kaşlarını çatarak.

İlteriş hızla “Ben suyun yönünü kontrol edemedim komutanım, özür dilerim!” dedi.

Halil Komutan tam cevap verecekti ki…

Burak, Burçe’nin elini tuttu ve hızla uzaklaşmaya başladı.

O esnada, biz de zaman kazandırmak için Halil Komutan'ı oyalamaya devam ettik.

Ama içimde büyük bir his vardı.

Burak birazdan, Halil Komutan’ın gazabına uğrayacaktı.

Ve biz onu kurtarmaya yetişemeyebilirdik.

Allah Burak’a sabır versin…

Çünkü Halil Komutan’ın yeğenini öpen bir adamın hayatta kalma şansı düşüktü!

Halil Komutan kaşlarını çatarak etrafa bakındı.

"Burçe hâlâ gelmedi. Ben bir bakayım." diye mırıldandı ve tam harekete geçecekti ki…

Umay yıldırım gibi devreye girdi!

"Halil abi!" dedi hızla, bütün tatlılığı ve ikna kabiliyetiyle.

"Burçeyi ben yolladım, bir şey alıp gelecek. Merak etme, birazdan döner."

Halil Komutan bir an durdu, şüpheli gözlerle Umay’a baktı.

Gözlerini kısarak "Ne alacakmış?" diye sordu.

İşte burası tehlikeliydi.

Tim, Burak’ın Burçe’yi az önce kaçırdığını biliyordu, ama Halil Komutan’ın öğrenmemesi gerekiyordu.

Umay, gergin bir şekilde gülümsedi.

"Ee… Şey… Şezlong için yastık bakmaya gitti!"

Halil Komutan şüpheyle başını yana eğdi.

"Şezlonga özel yastık mı varmış?"

Umay’ın gözleri hızla bana kaydı.

Altay, kurtar beni bakışı attı.

Ben hemen devreye girdim, "Evet komutanım, otelin spa bölümünde ekstra konforlu şezlong yastıkları varmış. Burçe de onları almaya gitti."

Yavuz hızla onayladı.

"Aynen komutanım! Boyun destekli, omurga dostu, yumuşacık… Harika bir şeymiş."

Halil Komutan kaşlarını çatıp bir süre bizi süzdü.

Şüphelendiğini hissettik.

Sonra kollarını göğsünde bağladı, “Ee, ne zaman gelecek bu yastıklar?” diye sordu.

Tim bir anda sessizliğe gömüldü.

Çünkü kimse Burak’ın Burçe’yi nereye kaçırdığını bilmiyordu!

Aybars ise sudan çıkıp elinde oyuncak kovasıyla geldi, büyük bir masumiyetle “Burçe Teyze nereye gitti?” diye sordu.

Tüm plan çökebilirdi!

Ama tam o sırada…

İlteriş’in beyni ışık hızında çalıştı ve o efsanevi yalanı patlattı:

"Komutanım, Burçe giderken dedi ki, bir de smoothie alacağım!"

Halil Komutan kaşlarını kaldırdı. "Smoothie mi?"

Mustafa Kemal hemen destekledi. "Aynen komutanım, çok sıcak oldu ya, ferahlamak için alıyormuş."

Burak ve Burçe Allah bilir neredeydi…

Ama biz burada onları kurtarmak için bin takla atıyorduk!

Halil Komutan bir an düşündü.

Sonra derin bir nefes aldı ve başını salladı.

"İyi. O zaman bekleyelim bakalım. Ama fazla gecikirse gidip kendim bakacağım." dedi sertçe.

İçimizden derin bir oh çektik.

Ama bu sadece zaman kazanmaktı.

Eğer Burak yakalanırsa…

Ruhuna El-Fatiha okuyacak ilk kişiler biz olacaktık!

Burak ve Burçe beş dakika arayla, farklı yönlerden sahile döndüler.

Burçe rahat ve sakin, elinde bir smoothie ile yürüyordu.

Burak ise… Hayatının en büyük suçunu işlemiş adam gibi tetikteydi!

Tişörtünün yakasını düzeltiyor, saçını karıştırıyor, sanki "ben hiçbir şey yapmadım" ifadesini yüzüne kazımaya çalışıyordu.

Ama biz, o gözlerdeki korkuyu gördük!

Halil Komutan, Burçe’nin geldiğini görünce biraz rahatladı, ama asıl tehdit Burak’tı.

Burçe yanımıza gelip smoothieyi gösterdi.

"Aldım, ferahlatıcı bir şey lazımdı." dedi gülümseyerek.

Halil Komutan başını salladı. "Güzel. Niye bu kadar sürdü?"

Burçe gözlerini kırpıştırdı. "Kasada sıra vardı."

Halil Komutan gözlerini kıstı, ama Burçe'nin lafı sağlamdı, şüphelenmedi.

Sonra asıl olay koptu.

Burak da birkaç dakika sonra belirdi.

Hızlı adımlarla geldi, ama hiçbirimizle göz göze gelmiyordu.

Baktım, yanına süs olsun diye bir şişe su almış.

Bildiğin, "ben de bir şey almaya gittim" numarası yapıyordu.

Halil Komutan’ın gözleri hemen Burak’a döndü.

Komutan, şüphe radarını açmış gibiydi.

"Burak, sen nereye gittin?" diye sordu sertçe.

Burak, elindeki su şişesini göstererek cevap verdi:

"Komutanım… Su aldım."

Bütün tim, Burak’ın verdiği cevabın yetersiz olduğunu fark etti.

İlteriş, Mustafa Kemal ve ben müdahale etmezsek Halil Komutan'ın beyni çalışmaya başlayacaktı!

Burçe bize "sakın çaktırmayın" bakışı atarken, Burak ise içinden şu an kaçmanın yollarını arıyordu.

Ben hızla lafa girdim.

"E komutanım, Burak sıcakta dehidrasyona uğramak istememiş, mantıklı."

Ulaş hemen destek verdi. "Aynen komutanım, sporcular için su içmek çok önemli."

Yavuz: "Özel Kuvvetler eğitimi, yeterli su tüketiminin önemini öğretir!"

Halil Komutan hepimizi süzdü.

Sonra kaşlarını kaldırıp Burak’a döndü.

"Ne kadar sürede içeceksin o suyu Burak?" dedi hafif alaycı bir sesle.

Burak panikledi.

Elindeki suyu açtı ve tek dikişte kafaya dikti.

Tüm tim bir saniyeliğine nefesini tuttu.

Halil Komutan kaşlarını kaldırdı, başını iki yana salladı.

"Tamam, madem öyle, dedi. "Hadi herkes denize, yeterince oyalandınız."

Ve…

Burak resmen ölümden dönmüştü.

Hepimiz derin bir nefes aldık.

Burak göz ucuyla Burçe’ye baktı.

Burçe hafifçe gülümsedi ve gözlerini kaçırdı.

Burak’ın hâlâ yaşadığına şükrettiğini yemin ederim yüzünden okuyabiliyordum.

Ve böylece…

Burak, hayatının en büyük operasyonundan sağ çıkmış oldu!

Ama Halil Komutan, gerçeği öğrenirse…

Onu bir daha aramızda göremeyebilirdik!

Burak derin bir nefes alıp kendini suya bıraktı.

Gözleri hâlâ şok içindeydi, resmen ölümün kıyısından dönmüş gibiydi.

Tim olarak onu kurtarmıştık, ama hepimiz biliyorduk ki Halil Komutan er ya da geç bir şeylerden şüphelenecekti.

Burak sudan başını çıkarıp burnunu çekti ve fısıldadı:

“Ben bugün cenneti de gördüm, cehennemi de.”

İlteriş kahkahayı patlattı. "Burak, bu iş burada bitmedi. Halil Komutan gerçekleri öğrenirse seni öyle bir paketler ki, suyun bile kaldırmaz!"

Burak dişlerini sıktı, “Beni yaşıyor bilin de yeter,” dedi.

Yavuz sırıttı. "Bilmeyiz kanka, belki sen Poseidon’un yanına gidersin!"

Tam o sırada Halil Komutan denize doğru yürümeye başladı.

Tim bir anda gerildi.

“Oğlum kesin bir şey anladı!” dedim fısıltıyla.

Halil Komutan suya girdi, bize doğru yaklaştı.

Burak nefesini tuttu.

Ve sonra…

Halil Komutan kaşlarını çatıp baktı.

Ama Burak’a değil…

Bana!

"Altay, senin Poseidon lakabın hoşuma gitti. Bakalım gerçekten deniz tanrısı mısın?" dedi.

Sonra aniden, tüm gücüyle elini suya vurdu ve büyük bir dalga yarattı.

Dalga direkt bana vurdu, ben ne olduğunu anlamadan suyun içinde savruldum.

Bütün tim kahkahalarla gülerken, Burak derin bir nefes aldı.

"Yaşıyorum lan!" diye bağırdı sevinçle.

Ama hepimiz biliyorduk…

Bu iş burada bitmeyecekti.

Ve Burak’ın kaderi hâlâ pamuk ipliğine bağlıydı!

Halil Komutan kollarını kavuşturdu, gözlerini kısarak hepimizi süzdü.

“Madem buraya geldik, sadece tatil yapacak değiliz, değil mi?”

Tim olarak içimizden aynı şeyi geçirdik:

“Eyvallah… Yandık.”

"Herkes sıra olsun! Deniz cehennem haftası başlıyor!" diye bağırdı Halil Komutan.

Burak’ın yüzü düştü. “Komutanım, tatildeydik?” dedi umutla.

"Şimdi ÖZEL TATİL EĞİTİMİNDESİN!" diye cevap verdi Halil Komutan, tok sesiyle.

"SUDA ŞINAV! HEMEN!"

Tim anında yere (ya da suya) kapandı.

Dalgalara karşı koymaya çalışarak şınav çekmeye başladık.

İlteriş dişlerini sıktı. "Lan şınavın su versiyonunu kim çıkardı!"

Mustafa Kemal soğukkanlıydı. "ABD Donanması'nda uygulanıyor, gayet mantıklı."

Yavuz homurdandı. "Lan, senin her şeyi bilmen ne zaman bizim işimize yarayacak?!"

Ben dişlerimi sıktım, şınava devam ettim. Deniz akıntısı kollarımı yoruyordu ama Halil Komutan karşıda kollarını bağlamış, bizi izliyordu.

Burak iki şınavdan sonra nefes nefese kaldı. "Komutanım, bu eziyet niye?"

Halil Komutan gözlerini kıstı.

"Özel Kuvvetler her ortamda savaşa hazır olmalıdır. Şu an da suda eğitim yapıyoruz."

Burak gözlerini devirdi. "Ya biz Özel Kuvvetler değiliz, biz tatildeyiz?!"

Halil Komutan hafifçe gülümsedi.

"Tatilde olanlar çıkabilir. Gerçek askerler devam etsin."

Timden kimse kıpırdamadı.

Burak yüzünü buruşturdu.

"Komutanım, ben gerçekten bir ara istifa edeceğim ama tarihini belirleyemedim henüz."

"O zaman istifanı şınav çekerken düşün!" diye bağırdı Halil Komutan.

Ve biz…

Cehennem Haftası: Tatil Özel Bölümü’ne resmen giriş yapmış olduk.

Deniz dalgalanıyordu.

Kaslarımız yanıyordu.

Ama en büyük sorun şuydu:

Halil Komutan henüz eğitimi bitirmeye niyetli değildi!

Şınavlara devam ederken, dalgalar kollarımıza çarpa çarpa gücümüzü tüketiyordu.

Burak sızlanmayı bırakmadan duramıyordu:

"Komutanım, vallahi bak, ben tatil için para verdim, işkence için değil!"

Halil Komutan kaşlarını kaldırıp suyun içinde şınav çeken Burak’a baktı.

"Tatilde misin, cehennem haftasında mı, şu an karar verme şansın var Burak."

Burak iç geçirdi. "Ben yanlış otobüse mi bindim acaba ya?"

Tam bu sırada bir şey oldu.

Burçe, sessizce suya girdi ve Burak’ın hemen yanına gelip şınav pozisyonu aldı.

Ve tek kelime etmeden, suyla savaşarak bizimle birlikte şınav çekmeye başladı.

Burak’ın gözleri kocaman açıldı.

Ağzından çıkan tüm sızlanmalar kesildi.

Resmen suda dondu!

Ama Halil Komutan durumu fark etti.

"Ne oldu Burak, biri geldi diye sessiz mi oldun?" diye sordu kaşlarını kaldırarak.

Tim gülmemek için kendini zor tutuyordu.

Burak ise yutkundu, sonra boğazını temizleyip bambaşka bir adam gibi şınav çekmeye başladı.

Sessiz. Çalışkan. Hiç isyan etmeyen.

Burçe hiçbir şey demedi ama yan gözle Burak’ı süzdü, gülümsedi.

Yavuz fısıldadı: "Oğlum, bu ne sihirli dokunuş böyle? Adam sustu resmen!"

İlteriş başını salladı. "Demek ki Burçe Hanım, Burak’ın en iyi eğitim subayıymış."

Halil Komutan hafifçe başını yana eğdi, durumu çözüyor gibiydi.

Ama en azından…

Burak artık şikayet etmeyi bırakmıştı.

Ve biz de bir anlık bile olsa Halil Komutan’ın gazabından kurtulmuştuk!

Burak sessizce şınav çekmeye devam ederken, Halil Komutan gözlerini Burçe’ye dikti.

Burçe, şınavlarına gayet güçlü devam ediyordu. Yılmıyordu, yorulmuyordu, pes etmiyordu.

Ama Halil Komutan’ın aklında farklı bir eğitim yöntemi vardı!

Bir anda, hiç beklenmedik bir hamleyle Burçe’nin kafasını suya bastırdı!

Burçe çırpınmaya başladı, ama Halil Komutan asla hafif dokunan biri değildi.

Biz olayı idrak etmeye çalışırken, Burak resmen küfür edecek gibi oldu!

"KOMUTANIM, KIZ ÖLECEK! DURUN!" diye bağırdı panikle.

Ama Halil Komutan, Burak’a dönüp şeytani bir gülümsemeyle:

"SEN KARŞIMA GEÇME, BİRAZDAN SIRA SANA GELECEK!" dedi.

Burak’ın yüzü bembeyaz oldu.

Ağzını açıp bir şey diyecekti ki bir an düşündü…

Ve anladı.

Eğer şimdi çok fazla ses çıkarırsa, Halil Komutan’ın şiddet seviyesi iki katına çıkardı.

Tüm tim Burak’ın yüzüne bakıyordu.

"Kaçabilir mi?"

"Dayanabilir mi?"

"Ölür mü? Sağ çıkar mı?"

Tüm bunlar kafamızdan geçerken Burak hayatının en zor kararını verdi…

SUYUN ALTINDAKİ BURÇE’Yİ BIRAKIP KENDİ KAFASINI KORUMAYA ÇALIŞTI!

Yavuz "Lan adam kendini satıp kızı feda etti!" diye fısıldadı.

İlteriş başını iki yana salladı. "Burak bir çiğ tanesi kadar sadık."

Mustafa Kemal ciddi ciddi yorum yaptı: "Bu harekete Yunan mitolojisinde 'kendini kurtaran kahraman' derler. Kahraman değil gerçi ama en azından yaşıyor."

Burçe sonunda kafasını sudan çıkardı, derin nefes aldı.

Gözlerini Burak’a dikti.

Ve Burak’ı öldürmek ister gibi baktı.

Ama Burak hala kendi sırasının gelme korkusuyla titriyordu.

Halil Komutan ona döndü, "Burak, hazır mısın?" dedi.

Burak hızla kafasını salladı. "Hayır komutanım, asla hazır değilim!"

"O ZAMAN HAZIRLAN!" diye bağırdı Halil Komutan ve Burak’ı kollarından tutup bodoslama suyun altına bastırdı!

Ve o gün, Burak için cehennem başladı!

Burak sessizce şınav çekmeye devam ederken, Halil Komutan gözlerini Burçe’ye dikti.

Burçe, şınavlarına gayet güçlü devam ediyordu. Yılmıyordu, yorulmuyordu, pes etmiyordu.

Ama Halil Komutan’ın aklında farklı bir eğitim yöntemi vardı!

Bir anda, hiç beklenmedik bir hamleyle Burçe’nin kafasını suya bastırdı!

Burçe çırpınmaya başladı, ama Halil Komutan asla hafif dokunan biri değildi.

Biz olayı idrak etmeye çalışırken, Burak resmen küfür edecek gibi oldu!

"KOMUTANIM, KIZ ÖLECEK! DURUN!" diye bağırdı panikle.

Ama Halil Komutan, Burak’a dönüp şeytani bir gülümsemeyle:

"SEN KARŞIMA GEÇME, BİRAZDAN SIRA SANA GELECEK!" dedi.

Burak’ın yüzü bembeyaz oldu.

Ağzını açıp bir şey diyecekti ki bir an düşündü…

Ve anladı.

Eğer şimdi çok fazla ses çıkarırsa, Halil Komutan’ın şiddet seviyesi iki katına çıkardı.

Tüm tim Burak’ın yüzüne bakıyordu.

"Kaçabilir mi?"

"Dayanabilir mi?"

"Ölür mü? Sağ çıkar mı?"

Tüm bunlar kafamızdan geçerken Burak hayatının en zor kararını verdi…

SUYUN ALTINDAKİ BURÇE’Yİ BIRAKIP KENDİ KAFASINI KORUMAYA ÇALIŞTI!

Yavuz "Lan adam kendini satıp kızı feda etti!" diye fısıldadı.

İlteriş başını iki yana salladı. "Burak bir çiğ tanesi kadar sadık."

Mustafa Kemal ciddi ciddi yorum yaptı: "Bu harekete Yunan mitolojisinde 'kendini kurtaran kahraman' derler. Kahraman değil gerçi ama en azından yaşıyor."

Burçe sonunda kafasını sudan çıkardı, derin nefes aldı.

Gözlerini Burak’a dikti.

Ve Burak’ı öldürmek ister gibi baktı.

Ama Burak hala kendi sırasının gelme korkusuyla titriyordu.

Halil Komutan ona döndü, "Burak, hazır mısın?" dedi.

Burak hızla kafasını salladı. "Hayır komutanım, asla hazır değilim!"

"O ZAMAN HAZIRLAN!" diye bağırdı Halil Komutan ve Burak’ı kollarından tutup bodoslama suyun altına bastırdı!

Ve o gün, Burak için cehennem başladı!

Burak’ın suyun altında çırpınışlarını izlerken, beynimde tehlike çanları çalmaya başladı.

Yanındaydım.

Halil Komutan’ın gözünün önündeydim.

Ve… Bir sonraki kurban kesinlikle bendim!

Yutkundum. Soğuk soğuk terlemeye başladım, ama denizin içindeydik, kimse fark etmedi.

Tim, Burak’ın suyun altında kıvranmasını izlerken kahkahayı patlatmıştı.

İlteriş, "Burak’a ruhuna El-Fatiha okuyalım mı?" diye fısıldadı.

Yavuz güldü. "Boşuna okuma, Halil Komutan suyun altında okutur şimdi."

Mustafa Kemal düşünceli bir ifadeyle "Acaba Burak, Poseidon’un krallığında mı kalacak?" diye sordu.

Ama ben… Ben gülmüyordum.

Çünkü sıranın bana geldiğini hissediyordum.

Ve o an…

Burak’ın kafası sudan fırladı!

Burak şok içinde nefes almaya çalışırken, Halil Komutan ona baktı ve gülümsedi.

"Ne öğrendin Burak?"

Burak nefes nefese cevap verdi:

"Deniz… Beni kabul etmedi komutanım!"

Tüm tim kahkahalara boğuldu.

Ama ben… KAHKAHAYA DAHİL OLAMADIM!

Çünkü Halil Komutan başını çevirdi…

Ve gözlerini bana dikti.

"ALTAY!"

Yutkundum.

İçimden “Bu benim sonum olabilir” diye geçirdim.

Halil Komutan, "Sıra sende." dedi şeytani bir gülümsemeyle.

Ve işte o an, cehennem haftası resmen benim için başlamıştı!

Halil Komutan’ın şeytani gülümsemesiyle bana yaklaştığını görünce, içimden “Tamam Altay, burada Poseidon bile olsan kurtulamazsın” diye geçirdim.

Burak sudan çıkmaya çalışırken bana bakıp başını iki yana salladı.

"Hakkını helal et komutanım, çok güzel adamdın."

Tim kahkahayı bastı.

Ama ben kahkaha atamıyordum!

Çünkü Halil Komutan çoktan yanıma kadar gelmişti.

"Hadi bakalım Altay, bakalım eski özel kuvvetler hala formunda mı?" dedi.

Omuzlarımı esnetmeye çalıştım, sudan kaçmanın yollarını aradım ama etrafım çevriliydi!

Ve tam o sırada…

"HALİL ABİ, ELİNİ ÇEK HEMEN!" diye bir ses yükseldi!

Hepimiz dona kaldık.

Halil Komutan bile bir saniyeliğine duraksadı.

Arkamı döndüm…

Ve UMAY’IN SİNSİ GÖZLERLE YANIMIZA YÜRÜDÜĞÜNÜ GÖRDÜM!

Gözleri Halil Komutan’ın ellerine dikilmişti.

"Altay AMELİYATLI!" diye bağırdı öfkeyle. "Daha yeni nakil oldu, sen ne yapıyorsun?!"

Tim anında yüzlerini ciddileştirdi.

İlteriş, "Vay arkadaş, bunu unutmuştuk!" diye mırıldandı.

Yavuz, "Yoksa biz de kurtulur muyuz?" dedi umutla.

Ama en büyük etki Halil Komutan’daydı.

Halil Komutan gözlerini kıstı, "Ameliyatlı ha?" dedi.

Bende ışık hızında bir aydınlanma oldu.

"Evet komutanım, organ nakli! Vücudum hassas! Stres bana iyi gelmez!" diye ekledim hızlıca.

Burak şok içinde bana baktı.

"Ulan senin için cehenneme düştük, bir cümlede kurtuldun!" diye fısıldadı.

Halil Komutan bir süre bana baktı.

Sonra başını salladı ve geri çekildi.

"İyi o zaman Altay, yırttın." dedi sertçe.

O an rahatlıktan nefesimi verdim!

Ama Halil Komutan hızla timi süzdü ve "Ama siz devam ediyorsunuz!" diye bağırdı.

Ve o gün, ben tatilin keyfini sürerken, geri kalan herkes Halil Komutan’ın gazabıyla yüzleşmeye devam etti!

Halil Komutan’ın gazabından mucizevi bir şekilde kurtulmuşken, içimde Umay’a karşı büyük bir minnet duygusu vardı.

Ama tabii ki ben minnetimi klasik yollarla göstermeyecektim.

Tim, denizde ter dökerken, biz sessizce plajın daha sakin bir yerine geçtik.

Ve tam kimse bakmıyorken…

Umay’ı aniden kendime çekip dudaklarına yapıştım!

Umay önce hafifçe irkildi, ama sonra gülümseyerek boynuma sarıldı.

Öyle bir öptüm ki, sanki Halil Komutan’ı tamamen hafızamdan silmek istiyordum!

Umay hafifçe geriye çekildi, gözlerini kısmış bana baktı.

"Beni mi öpüyorsun, yoksa ölümden kurtulduğun için şükür mü ediyorsun?" dedi sinsi bir gülümsemeyle.

Göz kırptım. "İkisi de."

Umay kahkaha attı, sonra parmağıyla göğsüme hafifçe vurdu.

"Sen kendini çok akıllı sanıyorsun ama Halil Abi bir noktada olayı çözecek Altay. O zaman seni ben bile kurtaramam!" dedi kıkırdayarak.

İç çektim. "O gün geldiğinde, beni son kez öp bari, çünkü sağ çıkamayabilirim."

Umay gözlerini devirdi, sonra tekrar bana sarıldı.

Gözlerimi kapattım. Tatildi, güneş tepemizdeydi, deniz kokusu burnumdaydı ve sevdiğim kadın yanımdaydı.

Ve en güzeli…

Halil Komutan’dan kurtulmuştum.

(Şimdilik.)

Umay’ın sözlerini duyar duymaz kaşlarımı kaldırıp gülümsedim.

"Hazır Meltem Yenge de Aybars’a bakıyorken odamıza mı gitsek?" dedi, gözleri sinsi bir parıltıyla.

O an içimdeki ateş iyice harlandı.

Şezlongdan doğruldum, elimi uzatıp Umay’ı nazikçe kaldırdım.

"Bence harika bir fikir, Kraliçem." dedim, çapkınca sırıtarak.

El ele kimseye çaktırmadan odamıza doğru yürümeye başladık.

Sahilde tim hâlâ Halil Komutan’ın cehennem eğitiminden geçerken, biz sessizce kaçıyorduk.

Tam otelin kapısından geçerken Ulaş’ın sesi uzaktan çınladı:

"LAN ALTAY, SEN KURTULUNCA GİTTİN DEĞİL Mİ?! KALLEŞ HERİF!"

Umay kıkırdayarak elimi sıktı. "Koşsak mı?" diye fısıldadı.

"Koşalım!" dedim ve yıldırım gibi odanın yolunu tuttuk.

Kapıyı kapattığım anda Umay’ın beline sarıldım, onu kendime çekip dudaklarına yapıştım.

Dışarıda güneş, deniz ve Halil Komutan’ın gazabı vardı…

Ama biz…

Sadece birbirimizi hissediyorduk.

Odamıza girer girmez kapıyı hızla kapattım ve Umay’ı duvara yasladım.

Gözlerinde tüm sevgiyi, tutkuyu ve özlemi görebiliyordum.

“Seni özledim,” diye fısıldadı.

Ellerim usulca beline kaydı, onu kendime çektiğimde kalp atışlarımız bile senkronize olmuş gibiydi.

Parmakları ıslak saçlarımda gezindi, dudaklarımız buluştuğunda zaman durmuş gibiydi.

Denizin tuzu, güneşin sıcaklığı, Umay’ın tenindeki tatlı ferahlık… Hepsi bir anlık gerçeklikten kopup sadece bize ait bir dünya yaratmıştı.

Fısıltılarımız birbirine karışırken, tenimizin birbirine değdiği her noktada sıcaklık yükseliyordu.

O an yalnızca biz vardık.

Sonsuzmuş gibi gelen gecede, Umay’ı her şeyden, herkesten sakınır gibi sevdim.

Ve gözleri gözlerime kilitlendiğinde anladım.

Bu kadına yeniden aşık olmuştum.

Dinlenirken saate göz attım, akşam yemeği saatiydi.

“Tim çoktan yemeğe geçmiş olmalı.” dedim kendi kendime.

Ama tam o sırada kapı çaldı.

Umay hafifçe doğrulup “Kim o?” diye sordu, gözleri hâlâ uykulu ve huzurluydu.

Kapıyı açtığımda otel çalışanı, elinde gümüş kapaklı tepsiyle karşımdaydı.

"İlteriş Bey gönderdi efendim." dedi nazikçe.

O an kafamda şimşekler çaktı.

Bu, kahvaltıya yaptığımız missillemenin cevabıydı!

İlteriş, biz sabah onlara kahvaltı gönderdik diye, akşam yemeğini bize yollamıştı.

Tepsiyi aldım, kapıyı kapatırken Umay merakla doğruldu.

“Kimdi?” diye sordu.

Tepsinin kapağını kaldırdım.

İçinde şık bir sunumla hazırlanmış, otelin en pahalı yemeklerinden biri vardı.

Ama asıl bomba, yanına iliştirilmiş nottu:

“TATİL MODUNDASIN AMA KENDİNİ FAZLA KAPTIRMA KOMUTANIM!”

Altında ise koca harflerle:

— İLTERİŞ

Umay kahkahayı bastı. "Vay be, adam senin dakikanı biliyor!"

İç çektim, “Bu çocuk fazla zeki. Bir gün başımıza iş açacak.” dedim gülerek.

Ve böylece…

İlteriş'in zekâsı bir kez daha bizi köşeye sıkıştırmıştı!

İlteriş’in bu hamlesine karşılık vermemek olmazdı! Umay’la göz göze geldik, ikimizin de aklında aynı fikir belirmişti. Bu oyunu bir adım öteye taşıyacaktık.

“Bunun altında kalamayız.” dedim, gözlerimi kısarak.

Umay başını salladı. “Planın ne?”

“Bize yemek gönderdiyse… biz de ona ‘özel’ bir şey göndermeliyiz.” diye yanıtladım, şeytani bir gülümsemeyle.

Hızla telefona sarılıp otel mutfağını aradım. Şefin yardımıyla küçük ama unutulmaz bir sürpriz hazırlayacaktık.

On dakika sonra…

Otel çalışanı, zarif bir tabak içinde masum görünen bir tatlıyı İlteriş’in odasına götürmek üzere yola çıktı.

Ama işin aslı şuydu: Tatlı gibi görünen bu şeyin içi, mutfaktaki en acı biber sosuyla doldurulmuştu!

Tabii ki yanında zarif bir not iliştirdik:

“AKIL OYUNLARINA KARNI AÇKEN DEVAM ETMEK TEHLİKELİDİR. AFİYET OLSUN!”

— Komutanın 😏

Şimdi tek yapmamız gereken, sonucu beklemekti.

Ve kısa süre sonra…

İlteriş’in odasından gelen bağırış duyuldu:

“BU DA NE?! AĞZIM YANIYOR!”

Sabah erkenden, güzel arkeolog karımın rehberliğinde Antalya’nın antik kentlerini keşfe çıktık.

Umay, tam bir tur rehberi edasıyla hepimizi bilgilendiriyor, enerjisiyle turu daha da keyifli hâle getiriyordu.

“Şimdi gördüğünüz bu yapı, Roma dönemine ait bir tapınak. Zamanında burası…” diye anlatırken gözleri parlıyordu.

Biz hayranlıkla onu dinlerken, İlteriş hafifçe bana sokuldu ve fısıldadı:

“Komutanım, bu kadın tam bir tarih ansiklopedisi. Hayran olmamak elde değil.”

Gülerek başımı salladım. “Daha dur, yeni başlıyoruz.”

Umay anlatmaya devam ederken, arada durup bize küçük sorular soruyor, cevaplarımızı eğlenceli şekilde değerlendiriyordu.

“Peki, bu yapının hangi imparator döneminde inşa edildiğini kim tahmin eder?”

Tim atıldı: “Bence Sezar.”

Umay kahkaha attı. “Yanlış ama denemek güzeldi! Sezar, buraya hiç uğramadı bile.”

Günün en güzel yanı, Umay’ın bu tarihi yolculuğu sadece bir gezi gibi değil, eğlenceli bir keşfe dönüştürmesiydi.

İlteriş hafifçe iç çekti. “Tarih dersleri hep böyle olsa var ya, herkes arkeolog olurdu.”

Ben de gülerek ekledim: “Ama herkesin Umay gibi bir rehberi yok işte!”

Ve biz, güneşin altında tarihin izlerini takip ederken, her taşın ardında bir hikâye keşfetmeye devam ettik…

Tur boyunca Umay, bizi hem bilgilendiriyor hem de eğlendiriyordu. Anlatımı o kadar akıcıydı ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.

Aspendos’un görkemli tiyatrosuna vardığımızda, Umay büyük bir heyecanla elini uzatıp sahneyi işaret etti:

“Burası dünyanın en iyi korunmuş antik tiyatrolarından biri. Akustiği o kadar mükemmel ki, sahnede fısıldasanız bile en üst sıradaki biri duyabilir.”

İlteriş’in gözleri parladı. “Gerçekten mi?” dedi, kaşlarını kaldırarak.

“Deneyelim.” dedim gülümseyerek ve İlteriş’i sahneye gönderdik.

O sahneye geçtiğinde, biz en üst sıralara çıktık. İlteriş, ellerini ağzına götürmeden fısıltıyla konuştu:

“Komutan, beni duyuyor musun?”

Ben başımı salladım. “Gayet net.”

İlteriş şaşkınlıkla kahkaha attı. “Bu nasıl iş? Umay abla, sen sihir mi yaptın buraya?”

Umay güldü. “Hayır, sadece Romalılar mükemmel mühendislik yaptılar.”

Tim, bu duruma kayıtsız kalamadı. “O zaman ben de bir şey deneyeceğim.” dedi ve sahneye indi.

Sonra var gücüyle bağırdı:

“İLTERİŞ, AKŞAM SENİ BİR KEZ DAHA YENECEĞİM!”

Tiyatroda yankılanan ses, anında turistlerin dikkatini çekti. Birkaç kişi kahkahayla bize döndü. İlteriş sinirli gözlerle Tim’e baktı.

“Bak sen! O zaman göreceğiz!” dedi kollarını kavuşturarak.

Umay gülerek, “Sanatın ve tarihin içinde bile rekabettesiniz.” diye başını iki yana salladı.

Güneş batmaya yaklaşırken, son durağımıza vardık: Side Antik Kenti.

Denize karşı yükselen Apollon Tapınağı’nın önünde durduk. Umay, “Bu tapınak, aşk ve ışığın tanrısı Apollon’a adanmış.” diye anlatırken, İlteriş kıkırdadı.

“Komutanım, aşk tapınağındayız. Umay ablamdan romantik bir şey bekliyoruz!”

Umay hafifçe bana döndü, gözlerinde tatlı bir parıltı vardı. “Sence bu tapınak aşkı simgeliyor mu?” diye sordu.

Gözlerimi onunkilere diktim ve “Eğer aşk bir tapınaksa, benimki senin gözlerinde inşa edildi.” dedim, gülümseyerek.

Tim ve İlteriş bir anda alkış çalmaya başladı. “VAAY! Komutan çok fena laf koydu!”

Umay hafifçe kızardı ama gülümsedi. “Güzel kurtardın.” dedi usulca.

Ve böylece, gün batarken tarihle dolu bir günü tamamladık. Antalya’nın büyüleyici antik kentlerinden ayrılırken, bir yandan Umay’ın bilgisini, bir yandan da ekibin eğlenceli rekabetini düşünerek gülümsedim.

Ama aklımın bir köşesinde tek bir şey vardı…

İlteriş ve Tim’in akşam yemeğinde kapışacağı savaş.

Güneş ufka doğru alçalırken, Side Antik Kenti’nin en büyüleyici noktasında, Apollon Tapınağı’nın sütunları arasında durduk. Hafif bir meltem denizden yükselip mermer sütunların arasından geçerek yüzümüze dokunduğunda, Umay’a baktım. Saçları rüzgârda hafifçe savruluyordu, gözleri gün batımının kızılına bulanmış gibi parlıyordu.

Bir an her şey sustu. İlteriş ve Tim, kendi aralarında hâlâ şakalaşıyor olabilirlerdi ama benim dünyam o anda sadece Umay’dı. Onun sesi, onun nefesi, onun gülümsemesi… Bu an, zamanın durduğu ve sadece ikimizin kaldığı bir andı.

Umay sessizce başını gökyüzüne kaldırıp, mor ve turuncunun birbirine karıştığı bulutları izledi. “Biliyor musun?” dedi usulca, sesi fısıltı kadar hafifti. “Burası, binlerce yıldır aşkın ve ışığın tapınağı olarak anılıyor. Belki de bu yüzden insan kendini burada daha farklı hissediyor.”

Gözlerimi ondan ayırmadan fısıldadım. “Nasıl hissediyorsun?”

Umay yüzüme döndü. Gözlerinde o tanıdık sıcaklık, o sığınak gibi hissettiren bakışlar vardı. Hafifçe gülümsedi. “Güvende.” dedi. “Sanki her şey tam olması gerektiği gibi.”

Elini tuttum. Avuçları sıcaktı, yumuşaktı ve dünyadaki en tanıdık yer gibi hissettiriyordu. Onu kendime biraz daha yaklaştırdım. “Her şey zaten tam olması gerektiği gibi.” dedim fısıltıyla. “Çünkü yanımdasın.”

O an, hiçbir kelimenin ifade edemeyeceği kadar gerçekti. Gözlerinde o eski zaman hikâyelerinin, mitlerin, destanların en güzel sahnelerini gördüm. Belki de geçmişte, Apollon ve Daphne burada aşk üzerine konuşmuştu. Belki de başka bir zaman, başka bir çift burada, bizim gibi, aynı denize, aynı ufka bakarak sonsuzluğu hissetmişti.

Umay hafifçe başını omzuma yasladı. Kalbimin ritmiyle denizin dalgaları aynı ahenge kavuşmuş gibiydi. O an dünyada sadece ikimiz vardık. Geçmişin gölgeleri ve gelecek kaygıları yoktu. Sadece ikimizin var olduğu, zamansız, kusursuz bir an.

Fısıltıyla sordum, “Şu an bir dilek tutacak olsaydın, ne dilerdin?”

Gözlerini kapattı, bir an düşündü. Sonra hafifçe gülümsedi. “Bunu her gün yaşamayı.” dedi.

Ve ben, bütün kalbimle aynı dileği tuttum.

Son akşam, denizin kıyısında, yıldızların altında yürüyorduk. Antalya’nın ılık rüzgârı, Umay’ın saçlarını nazikçe savururken, elim hâlâ onunkini tutuyordu. Adımlarımız ıslak kumda iz bırakıyor ama dalgalar o izleri hızla siliyordu. Tıpkı zamanın, her anı ardında bırakıp yeni hikâyelere yer açması gibi.

“Güzel bir tatildi.” dedi Umay, sesi meltem kadar yumuşaktı. Gözlerindeki huzur, içimde tatlı bir sıcaklık bıraktı.

Başımı salladım. “Ama en güzel yanı, her anında senin yanımda olmandı.”

Gülümsedi. Hafifçe bana yaslandı. “Peki, sırada ne var Komutan?” diye fısıldadı.

Derin bir nefes aldım, uzaklarda göz kırpan şehir ışıklarına baktım. Tatilde zaman durmuş gibiydi ama şimdi bizi bekleyen gerçekler vardı. Yeni görevler, yeni mücadeleler… Ve belki de, beklenmedik sürprizler.

“Eve dönüyoruz… ama hikâyemiz burada bitmiyor.” dedim. “Asıl oyun şimdi başlıyor.”

Umay başını kaldırdı, gözlerinde hem merak hem de tatlı bir heyecan vardı. “Oyun mu?”

Gülümseyerek ona döndüm. “İlteriş’le Tim’i düşündüğünde, sence bizi sakin bir hayat mı bekliyor?”

Kahkaha attı. “Hiç sanmıyorum.”

O an, arkamızdan gelen tanıdık bir ses geceyi böldü:

“Komutanım, dönüş yolunda uyumayı düşünmüyorsunuz değil mi? Çünkü Tim ve ben, intikam planımızı çoktan yaptık!”

İlteriş’in sesiyle başımızı çevirdiğimizde, onun ve Tim’in şeytani bir gülümsemeyle bize baktığını gördük. Umay bana döndü, gözlerini kısarak fısıldadı:

“Bence macera daha yeni başlıyor.”

Ve ben de biliyordum ki, bu sadece bir tatilin sonu değil, çok daha büyük bir oyunun başlangıcıydı.

Bölüm : 01.04.2025 18:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...