50. Bölüm

GÖĞE YAZILMIŞ SON

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Burak, hayatının belki de en zor görevlerinden birine hazırlanıyordu: Kız isteme. Ama bu, sıradan bir isteme değildi. Burak’ın anne ve babası yıllar önce hain bir saldırıda şehit olmuştu. O gün bugündür aile kavramı onun için tim olmuştu. Biz olmuştuk.2

Burçe de aynı kaderi paylaşanlardandı. O da ailesini küçük yaşta kaybetmiş, Halil Komutan yani dayısı tarafından büyütülmüştü. Yani bu sadece bir kız isteme töreni değildi. Bu, iki kayıp ruhun bir aile kurmaya adım attığı, geçmişin eksiklerini birlikte tamamladıkları bir geceydi.

Bu yüzden, Burak’ın yanında olmak bizim için şarttı.

"Baba gibi oldum lan sana, bir de kızı isteyeceğim. Hayatımın ironisi bu işte." Burak beni dinlerken aynada kendi kendine mırıldanırken kravatını düzgün bağlamaya çalışıyordu.

Ona yaklaşıp omzuna dokundum. "Bırak şimdi felsefeyi, Burak. Birazdan Halil Komutan’ın karşısına çıkacaksın. Şu an düşüneceğin tek şey, sağlam bir duruş sergilemek."

Umay kapının eşiğinde kollarını kavuşturmuş halde başını iki yana salladı. "Altay, sanki adam sorguya gidiyor. Biraz rahatlatmaya çalışsana."

Burak ellerini iki yana açtı. "Kardeşim, bu düpedüz sorgu! Halil Komutan benim hocam, abim, cehennem haftasında peşimde sopayla koşan adam! Cevapları beğenmezse ne olacak? ‘Baba, ben kızı kaçırıyorum’ mu diyeceğim?”

Umay gülerek Burak’ın yakasını düzeltti. "Ne cevap verirsen ver, Burçe seni zaten kaçırır. Onu bekleme sakın."2

Gerginliği kahkahalarla biraz olsun dağıttık ama Burak’ın kalbinin nasıl çarptığını, elinin nasıl titrediğini görebiliyordum.

Akşam olduğunda Halil Komutan’ın evine gittik. Burak’la birlikte kapının önünde durduk. Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı, sonra açıp bana döndü. "Giriyorum, giriyorum da... Beni öldürürse çocuğuma sen bakarsın, tamam mı?"

Kaşlarımı kaldırdım. "Ne çocuğundan bahsediyorsun Burak?"

Gözlerini kırptı. "Ya Burçe hamile ya, şimdiden plan yapıyorum."

Gözlerimi devirdim. "Gir içeri, yoksa ben seni gömerim."

Kapıyı çaldık ve içeri girdik. Halil Komutan tam karşımızda, derin bakışlarıyla oturuyordu. Yanında Burçe, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle Burak’ı izliyordu. Salondaki atmosfer, bir operasyon öncesi brifing odasını andırıyordu.

Biz, gelenek neyse onu yaparak, en büyük olarak Halil Komutan’dan Burçe’yi istedik.

"Allah’ın emri, peygamberin kavliyle... Kızınızı oğlumuza istiyoruz, komutanım."2

Halil Komutan gözlerini kıstı. Önce Burak’a, sonra bana baktı. Sonra sessizce Burak’ın gözlerinin içine daldı.

"Burak." Sesi her zamanki gibi tok ve kararlıydı. "Kızım kıymetlidir. Onu, her şeyden önce vicdanlı, merhametli bir adama emanet etmek isterim. Öyle biri misin?"

Burak, o an hiç olmadığı kadar ciddileşti. Ellerini dizlerinin üzerine koyup Halil Komutan’ın gözlerinin içine baktı.

"Komutanım, Burçe benim için sadece bir eş değil. O, hayatımın en büyük şansı. Onu mutlu etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Hayatımı feda ederim ama ona bir damla gözyaşı döktürmem."

Odada bir sessizlik oldu. Halil Komutan başını yavaşça salladı. "İyi, Burak. Ben de seni evladım gibi gördüm hep. O yüzden, kızımı sana emanet ediyorum."

Burak o an derin bir nefes aldı, rahatladı. Ama Halil Komutan ekleyince, hepimiz gülmemek için kendimizi zor tuttuk:

"Ama eğer bir gün Burçe’yi üzersen… Hangi delikte olursan ol, seni bulurum."2

Burak, Halil Komutan’ın elini sıkarken başını ciddiyetle salladı. "Bunu asla göze alamam, komutanım."

Ve böylece, Burak’ın en büyük korkusu resmen sona erdi. Ama biz biliyorduk ki, asıl sınav bundan sonra başlayacaktı.

İlk gerginlik geçtikten sonra ortam biraz gevşedi. Halil Komutan artık resmi bir sorgudan çok, eski askerlerin muhabbetine dönmüştü. Burçe mutfağa geçip kahveleri getirirken Burak’ın suratı hâlâ solgundu ama en azından titremeyi bırakmıştı.

Halil Komutan, çayından bir yudum aldı ve kaşlarını kaldırarak sordu: "Evlilik güzel de, Burak, sen yemek yapabiliyor musun?"2

Burak gözlerini kısarak düşünüyor gibi yaptı, sonra çayından bir yudum alıp ciddi bir ifadeyle yanıt verdi: "Komutanım, ben askerde yıllarca konserveyle beslendim. Evlilik bana gastronomik olarak yeni ufuklar açacak."

Umay kahkaha attı, ben de başımı iki yana sallayarak Burak’a laf soktum: "Yani mutfağa Burçe bakacak, sen de ‘Bu akşam ne yiyeceğiz?’ diye soracaksın?"

Burak gülümsedi. "Yok ya, en azından yumurta kırarım. Belki tost yaparım. Ama evin içindeki asıl görevim belli: Eğlence ve motivasyon kaynağı olmak!"2

Burçe, tepsiyi masaya koyarken başını iki yana salladı. "Tamam Burak, sen yeter ki bulaşıklara bulaşma."

Burak hemen eliyle kalbini tuttu. "Aaa, bu ne biçim önyargı? Belki bulaşık konusunda yetenekliyim?"

Halil Komutan kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi? O zaman bizim mutfağın bulaşıkları seni bekliyor."

Burak hemen toparlandı. "Şey… Yeteneğimi düğünden sonra göstermek istiyorum komutanım. Şimdi nazar değebilir."1

Herkes gülmeye başladı. Artık gerginlik tamamen çözülmüştü. Halil Komutan bile hafifçe gülümsedi. Burak rahat bir nefes aldı ama ben onun yanına eğilip hafifçe fısıldadım:

"Bu daha başlangıç, oğlum. Asıl cehennem evlendikten sonra başlıyor."

Burak kaşlarını çattı. "Sen benim dostumsun, düşmanım değilsin değil mi Altay?"

Gülümseyerek çayımdan bir yudum aldım. "Sen öyle san."

Köşeye baktığımda üç hamile kadının bizi süzdüğünü fark ettim: Umay, Yaseminka ve Burçe. Üçü de kollarını göğüslerinde kavuşturmuş, hafif bir tebessümle bizi izliyorlardı. Yani şu sahneye bak… Üç kadını da aynı anda hamile bırakmışız. Birbirimize haber vermeden senkronize çalışmışız resmen.

Burak hafifçe bana doğru eğildi. “Altay, sence de bu biraz garip değil mi?” diye fısıldadı.

Gözlerimi kısıp ona döndüm. “Kardeşim, garip olan hamile olmaları değil. Garip olan üçünün de aynı anda buraya gelip bizi süzmesi.”

Tam o sırada yanıma bir gölge düştü. Aybars.

Küçük oğlum, 23 aylık haliyle kollarını beline koyup bana yukarıdan aşağı bir bakış attı. O an içimden bir ses, onun bu bakışları annesinden kaptığını fısıldadı.

“Baba.” dedi ciddi bir sesle.

Yutkundum. “Efendim aslanım?”

Gözlerini üç hamile kadına çevirdi, sonra tekrar bana döndü. Kaşlarını çattı ve son derece ciddi bir ifadeyle sordu:

“Sen ne yaptın?”

Burak, çayını püskürtmese iyiydi. Umay kaşlarını kaldırıp kısık sesle gülerken, Burçe ve Yaseminka kahkahalarını tutmaya çalışıyordu.

Ben derin bir nefes aldım, eğilip Aybars’ın başını okşadım. “Büyüyünce anlatırım oğlum.”

Aybars gözlerini devirdi. “Hep büyüyünce diyorsun, o gün hiç gelmeyecek galiba.”

Burak sırtıma hafifçe vurarak fısıldadı. “Aslan gibi evlat yetiştirmişsin Altay, aferin.”

Başımı hafifçe yana eğip ona baktım. “Bekle senin de başına gelecek.”

Burak hafifçe irkildi. Sonra istemsizce gözlerini Burçe’nin karnına kaydırdı. O an fark ettim: İlk kez ‘baba oluyorum’ gerçeğini tam anlamıyla kavramıştı.

Aybars bir bize bir kızlara baktı sonra bombayı patlattı. ''baba, bebek nasıl yapılır?''3

Ortam buz kesti. Bildiğin dondu.

Burak’ın elindeki çay kaşığı yere düştü. Halil Komutan boğazını temizleyip bakışlarını kaçırdı. Umay kaşlarını kaldırdı, Burçe ve Yaseminka hafifçe boğazlarını temizlediler. O an, odadaki herkes şu sorunun cevabını kimin vereceğini bekliyordu.

Ben mi? Ben yutkundum.

23 aylık oğlum, kararlı ve masum gözlerle bana bakıyordu. "Baba, bebek nasıl yapılır?"

Derin bir nefes aldım. Aybars gözlerini kırpıştırarak sorusunun cevabını bekliyordu. Tüm odanın gözü de bizdeydi.

Burak, ölü taklidi yapıyordu.

Gözlerimi hafifçe kıstım. "Kim öğretti sana bu soruyu sormayı?"

Aybars ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Kendi kendime düşündüm."2

Burak elini ağzına kapattı, boğuluyordu resmen.

Ben ise sakindim. Tam bir baba gibi yaklaşmalıydım. Eğildim, göz hizasına geldim ve dedim ki:

"Oğlum, bebekler çok özel bir şekilde yapılır. Ama bu konuyu konuşmak için biraz daha büyümen lazım."

Aybars kaşlarını çattı. "Hep büyüyünce diyorsunuz! Kaç yaşına gelince anlatacaksın baba?"2

Burak kıkırdamaya başladı. Umay, sabırla iç çekti. Halil Komutan gözlerini kısmış, sessizce sahneyi izliyordu.

Ben? Ben gözlerini kaçıran Burak’a döndüm. Hafifçe sırıtıp "Burak anlatacak." dedim.

Burak’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. "NE?!"

Aybars hemen Burak’a döndü. "Burak abi, bebekler nasıl yapılır?"

Burak’ın rengi attı. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonra titrek bir sesle mırıldandı:

"Şey… bebekler… şey…"

Herkes merakla bekliyordu. Ve sonra bombayı patlattı:

"Bebekler… dua edince gelir!"1

Aybars gözlerini kıstı. "O zaman ben de dua edeceğim."

"NE?!" dedim hemen. "Kime dua ediyorsun?"

Aybars ellerini birleştirdi, gözlerini kapattı ve "Allah’ım, lütfen bana bir bebek kardeş daha ver!" dedi.

O an, Umay öksürdü, Yaseminka gözlerini devirdi, Burçe gülmeye başladı. Ben ise şoktaydım.

Burak ise derin bir nefes alıp alnını ovuşturdu. "Altay, ben bu çocuğa eğitim falan veremem. Ben daha kendi çocuğuma hazırlanıyorum."

Ben iç çektim. "Burak, bunu sen başlattın."

Burak omuz silkti. "Dua eden oydu."

Aybars kaşlarını çattı. "Bebek olmadan olmaz. Babam anlatmadı, Burak abi de doğru düzgün anlatmadı. O yüzden dua ediyorum!"

Ve ben orada, 23 aylık oğluma cinsellik eğitimi vermek yerine kaderin eline bırakmaya karar verdim. "Oğlum, biraz büyüyünce konuşacağız."

Aybars kollarını bağladı. "Tamam. Ama büyüyünce unutursan, yine sorarım."

Ve o an, Halil Komutan kahkaha attı.

Gece yarısı herkes uyurken banyoda aynanın karşısında durdum. Ellerimi lavabonun kenarına yasladım, gözlerimin altındaki yorgunluk izlerine baktım. İçimi çektim ve aynadaki yansımama fısıldadım:

"İkinci kez baba oluyoruz, Ali."

Ali… Çocukken annem böyle derdi bana. Ama kimse bilmiyor. Ben Altay oldum herkesin gözünde, Ali'yi sakladım. Ama bu gece, kendi kendime kalınca o isim geri geliyor.

Aynadaki yansımama baktım, gözlerimin içine.

"Baba oluyorsun yine. Bir ailemiz oldu, Ali. Kim derdi ki? Bir gün senin de bir yuvan olacak, bir oğlun… Belki de bir kızın."2

İçimde bir sıcaklık yayıldı. Sonra gülümsedim, başımı iki yana sallayarak.

"Sabah kardeşimin nikahı var. Bol bol horon tepeceğiz. Hem ailemizin sayısı da artıyor, fena mı?"

Tam o sırada bir hareket hissettim. Aynadan kapı eşiğinde duran Umay’ı gördüm. Sessizce izliyordu beni, gözleri dolu ama gülümseyerek.

İçini çekti hafifçe.

"Ali ha?" dedi, sesi yumuşaktı.

Göz göze geldik. Bir şey demedim. Ama o an, her şeyi anlamıştı zaten.

Umay sessizce yanıma yaklaşıp dizlerime oturdu. Ellerini boynuma doladı, başını göğsüme yasladı. Parmaklarım saçlarının arasına daldı, yumuşak buklelerini okşadım.

"Ali, benim göbek adım." dedim alçak sesle.

Umay başını hafifçe kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde hem şaşkınlık hem de tatlı bir merak vardı. "Bunu neden hiç söylemedin?" diye sordu.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. "Bilmiyorum… Belki de Altay olmak daha kolaydı. Ali'yi sadece annem bilirdi. O öldüğünde de Ali'yi içimde bir yere kilitledim."

Umay gözlerini kısıp hafifçe gülümsedi. "Ama ben duydum. Ve bence Ali, Altay kadar güçlü."

Gülümsedim. "Seninle her şey daha kolay, Umay."

O an, sessizliğin içinde yalnızca kalp atışlarımız vardı. Dışarıda gece sessizdi ama içimde bir huzur dalgası yayılıyordu.

Umay kıkırdayarak başını göğsüme yasladı. "Sen bu hızla gidersen Aybars’ın düğününü göremeden bastona dayanırsın, Ali."

Gözlerimi devirdim. "Öyle deme ya… Daha dün doğdu gibi geliyor ama zaman su gibi akıyor. Yarın birini daha evlendiriyoruz. Söylesene, sence Aybars’ın damat olduğu günü de görür müyüz?"

Umay iç çekti, sonra dudaklarını büküp düşündü. "Sen bu korumacı tavırla devam edersen, Aybars 40 yaşına gelmeden evlenemez."

Güldüm. "Sen de haklısın. Daha şimdiden her sorusuyla bizi çıldırtıyor. Bir de büyüyüp sevgilisi olursa ne yapacağız?"2

Umay başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "O gün geldiğinde, umarım onu da böyle dizlerine oturtup saçlarını okşarsın ve her şeyi ona anlatırsın."

Bir an durdum. Oğlumun büyüyüp kendi ailesini kurduğu anı hayal etmeye çalıştım ama şimdilik o bana hâlâ evin neşesi, her sabah babasına sorularıyla meydan okuyan küçük bir savaşçıydı.

"Bakalım, Umay." diye mırıldandım. "O gün gelince, belki de Aybars bana anlatır."

Umay'ı severken tam dudaklarına yumulacakken kapı çaldı kimdi bu saatte? diye düşünürken kapıyı açtım.

Burak'ın gözleri endişeyle titriyordu ama bu sefer mesele sadece operasyon değildi, daha derin bir şey vardı içinde. Yutkundu, ellerini cebine soktu.

"Abi..." diye başladı, sonra duraksadı.

Kaşlarımı çattım. "Sıkıntı var, belli. Konuşsana Burak."

Omuzları düştü, gözlerini kaçırdı. "Ben... evlenmekten korkuyorum abi."

Bir anlık sessizlik oldu. Sonra başımı salladım. "Sebep?"

Derin bir nefes aldı, yüzünde acı bir gülümseme belirdi. "Babam gibi olmaktan korkuyorum."2

O an anladım. Konu geçmişti. Burak'ın içinden atamadığı, geceleri rüyalarına giren o lanetli an. Mutlu bir aileyken, bir bombalı araç saldırısında annesini, babasını ve küçük kız kardeşlerini kaybetmişti. O zamanlar daha gençti, ama o patlama Burak’ın tüm hayatını değiştirdi. O gün, ailesiz kaldı.

"Biliyor musun Altay? İnsan bir kez kaybedince, tekrar sahip olmaya cesaret edemiyor." dedi boğuk bir sesle. "Ya aynı şeyi yaşarsam? Ya sevdiklerimi koruyamazsam?"

Bir süre sustum, sonra elimi omzuna koydum. "Korkmak normal Burak. Ama mutlu olmaktan korkarsan, zaten baştan kaybedersin."

Burak gözlerini kapattı, başını salladı ama ikna olmuş gibi değildi. İçindeki savaş devam ediyordu.

Ona yardım edebilir miydim bilmiyordum, ama bildiğim tek şey vardı… Burak’ın bu korkuyu yenmesi gerekiyordu.

Burak, sana bilmediğin bir şey anlatayım dedim. Benim annem, biliyorsun ki, Gökay’ı doğururken vefat etti, babam da intihar etti. Şimdi, Allah korusun, Umay tekrar hamile. Ailemin kaderini mi yaşayacağım? Tabii ki de hayır. Sen de bunu kendine kabullendir. Oğlum, sen 26 yaşındasın, tabii ki evleneceksin, aile kuracaksın. Bak, Burçe de hamile, üstelik beklememişsiniz bile, dedim ve sonunda hafifçe gülümsedim.

Burak, bir an durup bana baktı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de düşünceli bir ifade vardı. Söylediklerimi tartıyor gibiydi. Ben ise devam ettim:

“Hayat, geçmişi tekrar etmek zorunda değil. Kendi yolunu çizeceksin. Korkularına teslim olursan, mutlu olamazsın. Aileni kaybettin, evet, ama bu senin de aynı sonu yaşayacağın anlamına gelmez. Sen güçlü bir adamsın. Doğmamış bebeğin de Burçe de hayatına güzellikler katıyor. Geçmişin gölgesinde yaşarsan, geleceğinin ışığını söndürürsün.”

Burak derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırdı. Belki de içinde bir yerlerde, söylediklerimde haklı olduğumu biliyordu ama kabullenmek kolay değildi. Elini omzuna koydum, hafifçe sıktım.

“Bazen geçmişe değil, önüne bakman gerekir. Anı yaşa, Burak. Mutlu olmaktan korkma,” dedim ve bu kez o da hafifçe gülümsedi.

Burak başını öne eğdi, ellerini birbirine kenetleyerek düşünceli bir şekilde oturduğu koltukta hafifçe sallandı. Biliyordum, söylediklerim kolay hazmedilecek şeyler değildi. İnsan, korkularını kabullenmekte zorlanırdı. Hele ki hayat, ona defalarca kaybı öğretmişse… Ama ben yine de devam ettim, çünkü bazen birinin doğruları söylemesi gerekirdi.

"Bak Burak, sen hep geçmişin ağırlığını sırtında taşıyorsun. Annemi, babamı, kardeşlerimi kaybettim diyorsun. Evet, acı bir şey. Ama biz de yaşayarak birilerini kaybediyoruz. Hayatın doğası bu. Önemli olan kaybettiklerimiz değil, elimizdekileri kaybetmemek. Tim var, ben varım, Burçe var, hayatında seni seven insanlar var. Sen geçmişte kaybettiklerin için bugünü de kaybedersen, bu defa kendi ellerinle yapmış olursun. benim annem doğum yaparken öldü ama her anne ölmez. Babam intihar etti ama her baba intihar etmez. Her hayat aynı kaderi paylaşmaz, sen de paylaşmayacaksın!"

Burak gözlerini bana dikti, biraz sinirli, biraz da duygusal bir bakış attı. Onu anlıyordum, çünkü bu konular içini en çok acıtan şeylerdi. Ama ben geri adım atmadım.

"Sen 26 yaşındasın Burak. Normal bir şey bu, hayat kuruyorsun, evleniyorsun, çocuk sahibi oluyorsun. İnsan hayata devam eder, etmek zorundadır. Sen kendini hapsetmeye devam edersen, korkuların seni yönlendirmeye başlar. Böyle bir hayat mı istiyorsun?"

Omuzları hafifçe düştü, derin bir nefes aldı. Baktım ki sözlerim yavaş yavaş içine işlemeye başlıyor, bir adım daha attım.

"Burçe de hamile. Beklememişsiniz bile, sana o kadar aşık ki ve sende ona." dedim, hafifçe gülümseyerek. Bir an gözlerini kocaman açtı, sonra gülümsedi, ama bu gülümsemenin içinde hem şaşkınlık hem de biraz mahcubiyet vardı.

"Sen nereden biliyorsun?" diye sordu, sesi biraz daha yumuşamıştı artık.

"Gözlerinden Burak," dedim gülerek. "Gözlerin her şeyi söylüyor. Sen mutlu olmak istiyorsun ama korkuyorsun. Ama bak, Burçe'yi düşün, Umay’ı düşün. Onlar da senin kadar bu hayatın içindeler. Onlar da seninle birlikte bir gelecek hayal ediyor. Şimdi onlara geçmişin gölgesinde mi eşlik edeceksin, yoksa o gölgeden çıkıp, kendi yolunu mu çizeceksin?"

Burak sessiz kaldı. Ama o sessizlik, düşündüğünün bir işaretiydi. Bu konuyu ilk defa bu kadar açık şekilde konuşuyorduk. Belki de ilk defa biri ona tüm korkularını yüzüne karşı söylüyordu. Yavaşça başını salladı, gözleri hafifçe dolmuştu ama gülümsüyordu.

"Belki de haklısın," dedi sonunda.

"Haklıyım Burak," dedim, onun da gülümsemesine karşılık vererek. "Mutlu olmaktan korkma. Hayat, korkanları değil, cesur olanları ödüllendirir."

Burak derin bir nefes aldı, parmaklarını birbirine geçirerek başını salladı. Yüzündeki gerginlik yerini kararsız bir huzura bırakıyordu. Ama hâlâ içindeki savaşın bitmediğini görebiliyordum. Sessizce oturduk bir süre, kelimelerden çok düşüncelerimizin konuştuğu o andan kaçmadım. Çünkü bazen sessizlik, en etkili cevaptır.

Sonunda, Burak hafifçe gülümsedi ve bana döndü. "Biliyor musun Altay, bazen keşke senin gibi düşünsem diyorum. Ama elimde değil. Ne zaman mutlu olmaya kalksam, içimde bir ses ‘fazla güvenme, bir şey olacak’ diyor."

Omuz silktim. "O ses geçmişin sesi Burak, senin değil. O ses seni koruyorum sanıyor ama aslında seni esir ediyor. Sen artık özgürsün. Sevmek, bir aile kurmak, baba olmak için özgürsün. Ama bu özgürlüğü kullanmazsan, kendi kendine bir hapishane inşa edersin."

Burak ellerini saçlarının arasından geçirdi. "Peki ya başarısız olursam?"

Bu defa ben gülümsedim. "Başarısız olmak da hayatın bir parçası. Ama unutma, sen sahada kaç kez düştün? Kaç kez kurşunların arasından sağ çıktın? Kaç kez ‘Burak artık bitti’ derken, inadına ayağa kalktın?"

Burak sessiz kaldı. Sonra başını kaldırıp gözlerini bana dikti. "Her seferinde," dedi yavaşça.

Başımı salladım. "Aynen öyle. O yüzden burada da kalkacaksın. Çünkü hayat bir operasyon gibi. Bazen istihbarat hatalı çıkar, bazen plan bozulur, bazen tahmin etmediğin bir düşman çıkar. Ama eğitimin ne diyor Burak?"

Otomatik bir refleksle yanıt verdi. "Şartlar değişirse, stratejini değiştir ama asla pes etme."

İşte bu. İçindeki asker konuşmaya başlamıştı. Gözlerindeki bulanıklık dağılmış, yerine tanıdığım o inatçı Burak geri gelmişti.

"İşte aynen öyle. Şimdi kendine bir sor: Sen sahada pes eden adam mısın?"

Burak yavaşça gülümsedi. Sonra arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı. "Hayır, değilim."

O an anladım ki, Burak’ı asıl ikna eden benim sözlerim değil, kendi içindeki savaşın sonucuydu. Bir şeyler değişmeye başlamıştı. Belki hemen değil, belki biraz zaman alacak ama Burak artık geleceğe adım atmaya hazırdı.

Son bir kez ona dönüp hafifçe gülümseyerek ekledim. "O zaman, baba olmaya hazır ol Burak. Çünkü bu sefer sahada değil, hayatın içinde bir savaşın var. Ve bu savaşı kazanmak için elinde en güçlü şey var: Ailen."

Burak başını salladı, gözlerinde artık korkunun yerini alan yeni bir kararlılık vardı. "Haklısın Altay… Ve ben bu kez kaybetmeyeceğim."

İşte, duymak istediğim cümle buydu.

Burak kaşlarını çattı, hafifçe gülümseyerek başını iki yana salladı. “Ulan Altay, sen var ya... Beni bile flozof ettin gece gece.”1

Gözlerimi devirdim. “Filozof lan o, flozof ne?”

Elini salladı. “Neyse ne işte, anlamışsın.”

Ayağa kalkıp esneyerek kapıya yöneldi. Tam çıkarken arkasını dönüp bir an durdu. “Cidden… Sağ ol kardeşim.”

Ben de gülerek başımı salladım. “Tamam tamam, yeter. Şimdi siktir git yat. Gece gece hem kafamı şişirdin hem de beni de filozof ettin!”

Burak kahkaha attı, sonra kapıyı çekip çıktı.

Ben de derin bir nefes aldım, koltuğa yayıldım ve tavana baktım. Bu gece uzun olacak…

Sabah erken kalktım, ama kalkar kalkmaz da Burak’ın nikahı olduğunu hatırlayıp kendi kendime güldüm. Vay be, Burak da evleniyor ha…

O sırada kapı hızla açıldı, Ulaş içeri daldı. “Altay! Hadi kalk, nikah saati yaklaşıyor, hala yatakta mısın?”

Esnedim, ama yataktan kalkarken bile keyifle sırıttım. “Sakin ol, damat ben değilim ki.”

Ulaş gözlerini devirdi. “Ama sağdıç sensin geri zekalı! Geç kalırsak Halil Komutan ikimizi de süründürür.”

Bu cümleyle birlikte bütün uykum kaçtı. Sağdıç mı? Burak bana bu konuda hiçbir şey söylememişti!

Hızla yataktan fırladım. “Lan sen ciddi misin? Sağdıç benim mi?”2

Ulaş kahkaha attı. “Ne sandın? Burak seni seçti, sürpriz olsun istemiş!”

Apar topar hazırlandım, takım elbiseyi çekip aynaya son bir kez baktım. Gayet iyi. Ama sağdıç olmaya bu kadar hızlı hazırlanacağımı bilseydim dün gece daha erken yatardım!

Nikah alanına vardığımızda Burak’ı gördüm. Takım elbisesinin içinde bile hafif gerilmiş duruyordu. Onu bu kadar stresli görmek komikti, çünkü normalde bomba imha ederken bile bu kadar gerilmiyordu.

Yanına yaklaşıp omzuna vurdum. “Ne o Burak, bomba imha etmekten daha mı zor geldi?”

Derin bir nefes aldı, hafifçe sırıttı ama sesi hâlâ gergindi. “Kanka, bomba çözmek kolaydı. Burada yanlış bir kabloyu kesme şansım yok.”

Gülerek elimi uzattım. “Merak etme, sağdıç olarak ben varım. Yanlış kabloyu kesersen haber ver, düğümü ben çözerim.”

Burak gülerek elimi sıktı. “Hadi bakalım… Burçem geliyor.”

Ve tam o anda herkes ayağa kalktı. Burçe, bembeyaz gelinliğiyle kapıdan içeri giriyordu…

Nikah, çiçeklerle süslenmiş büyük bir kır bahçesinde olacaktı. Hafif esen rüzgar, masaların üzerindeki örtüleri nazikçe dalgalandırıyordu. Gökyüzü masmaviydi, sanki bugün Burak ve Burçe’ye özel hazırlanmıştı.

Misafirler yerlerine geçmişti, İlteriş ve Yaseminka en önde oturuyordu. Halil Komutan kollarını göğsünde kavuşturmuş, sanki bir askeri tören izliyormuş gibi ciddi bakışlarla etrafı süzüyordu. Ama biz onun da içten içe duygulandığını biliyorduk.

Burak, damatlık içinde biraz fazla rahattı. Normalde herkes düğün gününde stres olurdu ama o sanki operasyona gidiyormuş gibi sakindi.

Ben yanına yaklaşıp hafifçe dirseğimi geçirdim. “Hayırdır Burak? Adam sanki tatbikata çıkıyor gibi rahat.”

Gülümsedi, gözlerini Burçe’nin yürüdüğü yola dikti. “Kardeşim, ben hayatımda sayısız tehlikeli görev yaptım, defalarca ölümle burun buruna geldim. Ama bunların hiçbiri Burçe’nin önünde diz çökmekten daha korkutucu değildi.”

Kahkaha attım. “Bak, işte gerçek asker bunu der!”

O sırada müzik çaldı ve Burçe dayısı'nın kolunda yavaş adımlarla yürümeye başladı. Herkes susmuş, sadece onun ilerleyişini izliyordu. Burak bile bir an nefesini tuttu.

Burçe göz kamaştırıcıydı. Zarif, sade ama güçlü. Tam da Burak’a yakışan bir eş.

Yanıma yaklaşınca, eğilip Burak’ın kulağına fısıldadım. “Bomba imha uzmanıydın değil mi? Hah, işte burada yanlış kabloyu kesme şansın yok.”

Burak hafifçe gülümsedi ama gözlerini Burçe’den ayırmadı. Sonunda Burçe yanına geldi, babası elini Burak’a teslim etti.

Nikah memuru mikrofonu eline aldı, her zamanki resmi tonuyla konuşmaya başladı. “Sayın konuklar, bugün burada Burak ve Burçe’nin hayatlarını birleştirmelerine tanıklık etmek için toplandık…”

Bundan sonrası tarih oldu. Nikah kıyıldı, imzalar atıldı. Sıra geldi o meşhur soruya:

“Burak, hiçbir baskı altında kalmadan, Burçe ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”

Burak kısa bir an sustu, sonra gözlerini Burçe’ye dikti ve gülümseyerek, net bir şekilde konuştu: “Operasyon onaylandı, komutanım!”1

Salonda kahkahalar koptu. Halil Komutan bile gülümsemekten kendini alamadı. Burçe gözlerini devirdi ama o da gülümsedi.

Memur başını salladı. “Peki, Burçe Hanım. Siz Burak Bey ile evlenmeyi kabul ediyor musunuz?”

Burçe, Burak’a göz ucuyla baktı, dudaklarında alaycı bir tebessüm vardı. “Bu adamı hastanede bile başımdan atamadım, bari evde benim olsun.”

Salon bir kez daha kahkahalarla çalkalandı. İmzalar atıldı, yüzükler takıldı. Burak, sonunda Burçe’yi usulca belinden çekerek dudaklarına bir öpücük kondurdu.

Ve işte, resmi olarak evlenmişlerdi.

Ben yana yaklaşıp Burak’ın omzuna vurdum. “Tebrikler kanka. Şimdi yeni bir hayata başlıyorsun. Bundan sonra emir-komuta sende değil, Burçe’de.”

Burak hafifçe kaşlarını çattı, ama Burçe başını sallayıp gülerek ekledi: “Senin sağdıcı sevdim, Burak. Düğünden sonra onu sofranın başına oturtacağım.”

Düğün kutlamaları başlamıştı. Gülüşler, kahkahalar, eğlence… Ama biz biliyorduk ki, yarın sabah başka bir gün başlayacak, yeni operasyonlar, yeni görevler bizi bekliyor olacaktı.

Ama şimdilik, sadece bu anın tadını çıkaracaktık.

Burak ve Burçe, kır bahçesinin ortasında ilk danslarına başlarken hava hafifçe kararmış, ışıklar etrafa sıcak bir parıltı yaymıştı. Ortamda hafif bir esinti vardı ama kimse üşümüyor, herkes bu anın büyüsüne kapılmış halde çifti izliyordu.

Şarkının ilk notaları duyulduğunda Burçe, Burak’ın elini daha sıkı kavradı. “Canımı yoluna koyduğum, mimoza çiçeğimsin...”

Burak, Burçe’nin gözlerinin içine bakarak hafifçe gülümsedi. “Kaçma sevdiğim.”

Kimse konuşmuyordu, tüm gözler onlardaydı. Halil Komutan bile kaşlarını çatmayı bırakmış, sessizce onları izliyordu. Ben de sağda, elimde bir bardak çayla bu sahneyi izliyor, arada Burak’a bakıp sırıtarak kafamı sallıyordum.

Şarkı ilerledikçe Burak, Burçe’yi kendine çekti, onu hafifçe döndürdü. Burçe’nin yüzündeki mutluluk, tüm geceye yayılmıştı. Herkes bu anın tadını çıkarıyordu.

Şarkının sonlarına doğru Burçe, başını Burak’ın göğsüne yasladı. Burak, hafifçe onun saçlarını kokladı, sonra fısıltıyla, “Beni affet,” diye mırıldandı.

Burçe, başını kaldırıp ona baktı. Gözlerinde hem hüzün hem de mutluluk vardı. Hafifçe gülümsedi. “Seni affetmem için önce beni üzmen lazım,” dedi ve kollarını boynuna doladı.

O an herkes alkışlamaya başladı, şarkı bitti ama gecenin büyüsü devam ediyordu. Masalar başında oturanlar birbirlerine gülümseyerek baktı, Burak ve Burçe ise sadece birbirlerine odaklanmıştı.

Ben, İlteriş’in yanına yaklaşıp hafifçe dirseğimi geçirdim. “Ee, evlilik güzel şey miymiş?”

İlteriş, elindeki çay bardağını masaya koyup başını iki yana salladı. “Henüz yorum yapmıyorum. Ama Burak bir hafta içinde ‘Altay haklıymış’ derse şaşırmam.”

Gülerek bardaktan bir yudum aldım. Ne olursa olsun, bu gece, hatırlanacak bir geceydi.

Nikahın en güzel anlarından biri, bizim üçümüzün ve hamile eşlerimizin yan yana gelip poz verdiğimiz o andı.

Burçe, Umay ve Yaseminka yan yana durduğunda karnı en az belli olan Yaseminka’ydı ama o bile elini nazikçe karnına koymuş, bu anı sahiplendiğini gösteriyordu. Biz üç adam Burak, İlteriş ve ben gururla eşlerimizin yanına geçtik. Burak hâlâ düğün heyecanını üzerinden atamamış, Burçe’ye hayranlıkla bakıyordu. İlteriş her zamanki gibi hafif mahçup ama mutlu bir ifadeyle Yaseminka’nın yanında durdu. Ben ise Umay’ın elini sımsıkı tutarken sırıtmaktan kendimi alamıyordum.

Fotoğrafçı deklanşöre basmadan önce Burak dayanamadı: “Abi, şu an resmen ‘Özel Kuvvetler Aile Kulübü’ gibi olduk.”1

İlteriş gözlerini devirdi. “Sus lan, poz veriyoruz.”

Tam o sırada Halil Komutan arkamızdan seslendi: “Durun! Bekleyin, ben de gireyim! Yarın öbür gün ‘Size baba gibi sahip çıktım’ demek için kanıtım olsun.”

Herkes kahkahaya boğuldu ama Halil Komutan ciddiyetini bozmadan bizimle birlikte durdu. Sonra fotoğrafçı bir kez daha “Gülümseyin!” dediğinde, biz gülümsemek yerine asker gibi dimdik durduk, eşlerimiz ise gözlerini devirmişti.

Fotoğraf çekildikten sonra Umay alaycı bir şekilde kaşlarını kaldırarak bana döndü. “Altay, askeri törende mi nikah fotoğrafında mı olduğumu anlayamadım.”

Sırıttım. “İkisi de, bir tanem. Bizde hayat böyle.”

Ve işte, o an ölümsüzleşti. Komik, sıcak ve bize yakışır bir şekilde.

Tam o anda, salonun havası değişti. Efsane Karadeniz şarkısının ilk notaları duyulunca, tüm kızlar sanki bir sel gibi karşımıza geldi. Burak anında "Lan, bi gidin!" der gibi baktı, ama müzik başladığında ben, altıncı hislerimle gülmekten kendimi alamadım.

Şarkı yükselirken, sözleri içimizi ısıttı:

"Güleyirum haline katula katula
Bi sözü geçiremedun karuna
Daha niye vermedun ağızının payını
Vermeyisu"

Bu dizeler, o anın coşkusunu ve hafif yıkıcılığını tam anlamıyla özetliyordu. Herkes ritme kapılmış, yüzlerde kocaman gülücükler vardı.

Ardından nakarat yükseldi:

"Ula ula ula ula
Sen bir kalori bile etmeyusun
Ula ula ula
Bu alemin light erkeğusun"

Bu sözler havada uçuşurken, biz timin gençleri arasında hafif bir alaycılık, espri ve kıskançlık dolu bakışmalar dolaştı.

Son kısımda ise:

"Ne oldu sana
Ne oldu böyle
Nerde o eski taş fırın erkeği
Bir anda oldu light erkeği"

Bunun üzerine ben, yine askeri disiplinle harmanlanmış espri anlayışımla, gözlerimi burakın üzerine dikip alaycı bir şekilde gülümsedim.

"Bakın," diye seslendim, "Eskiden taş fırın erkeği derdik; şimdi bu alemin light erkeği olmuşuz!"1

Burak, hafifçe kızmış ama hemen ardından güldü. Çünkü bilirdik ki, bizim aramızda böyle espriler, kardeşliğin en tatlı ve en zor yanlarından biriydi.

Kızlar coşku içinde dans ediyorlardı.

Kızlar coşku içinde dans ederken, biz ne yapacağımızı şaşırmıştık. Burak hafifçe geriye yaslanıp gözlerini devirdi ama ben, Halil Komutan ve İlteriş kahkahayı patlatmıştık. Şarkının ritmi arttıkça, eşlerimiz tam karşımıza geçmiş, parmak sallayarak şarkının sözlerini yüzümüze yüzümüze söylüyorlardı.

Burak iç geçirdi. "Allah’ım, bu düğünü sağ atlatabilir miyim?"

Halil Komutan ise keyifle omzuna vurdu. "Evlilik eğitiminde böyle bir parkur yoktu değil mi aslanım?"

Kızlar hep bir ağızdan tempo tutmaya başladılar. Burçe, Yaseminka ve Umay, hamile karınlarını hafifçe göstererek elleriyle "bu alemin light erkeğusun" kısmında tam bize doğru işaret edince, İlteriş hemen toparlandı.

"Tamam tamam, bu saygısızlığa daha fazla izin veremem. Komutanını bu hale düşüren bu erlerin artık sahaya çıkma vakti geldi!" diye bağırarak ceketini çıkarıp yere fırlattı.

Ben hemen İlteriş'in omzuna elimi koydum. "Eğer öleceksek, en azından savaşarak ölelim!" dedim ciddi bir ifadeyle.

Burak ise çaresizce kafasını salladı. "Siz manyaksınız."1

Müzik bir anda hızlandı ve biz de kaçınılmaz olanı kabul edip kendimizi piste attık. İlteriş, Karadeniz horonuna geçerken ben klasik halay başı pozisyonuna geçtim. Halil Komutan, askeri eğitimlerde bile bu kadar disiplinli görmediğimiz bir hareketle kollarını açarak ağır ağır kızların arasına daldı.

"Light mıyız lan biz?!?" diye bağırarak horona girdiğimizde, tüm salon kahkahalara boğulmuştu.

Burak, en sonunda pes edip "Bari onurumuzla oynayalım!" diyerek, bizimle birlikte ritme ayak uydurdu. Ama tabii ki en çok eğlenenler, şarkıyı söyleyerek bizi yerin dibine sokan eşlerimizdi.

Ve böylece, burada bile bir meydan muharebesi yaşanmış gibi hissettiren bu düğünde, en azından şerefsizce değil, onurlu bir şekilde eğlenerek mağlup olmuştuk.

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Burak kendini düğün masasının bir köşesine atıp derin bir nefes verdi. Biz hâlâ sahada ter dökerken, o yavaşça papyonunu gevşetmiş, ceketini bir sandalyenin arkasına asmış, hayatta kalmanın şokunu atlatmaya çalışıyordu.

Yanına geçip omzuna hafifçe vurdum. "Evliliğin ilk savaşı başarıyla tamamlandı. Ama bunlar daha fragman, kanka."

Burak başını kaldırıp gözlerini kıstı. "Fragmansa, ben bu filmin tamamını görmek istemiyorum."

İlteriş elindeki suyu kafasına dikti, sonra Burak'a dönüp sırıttı. "Kardeşim, bu daha romantik komedi. Asıl aksiyon sahneleri ilk uykusuz gecelerde başlayacak."

Burak derin bir iç çekti. "Bu ekipmanlarla hayatta kalabilir miyiz?"

Tam o sırada, Halil Komutan sandalyesini çekip oturdu, ciddi bir ifadeyle Burak’a döndü. "Oğlum, şimdi seni çok önemli bir eğitimden geçireceğim."**

Burak gözlerini kocaman açtı. "Komutanım, beni askeri kampta yeterince eğittiniz. Daha ne eğitimi?"

Halil Komutan kollarını bağladı, gözlerini kıstı. "Şimdi seni 'koca eğitimi'nden geçireceğim."

Ben kahkahayı bastım. Umay uzaktan bize bakıyordu, gülümseyerek başını iki yana salladı. "Sakın bu konuşmaya bulaşma Altay. Sonra çıkamazsın işin içinden."**

Ama çok geçti. Halil Komutan masaya eğildi, hepimizi sırayla süzdü.

"Bakın erlerim, bu hayatta iki tür savaş vardır: Biri sahada, diğeri evde."

Burak iç çekti. "Komutanım, 'evde savaşma' lafını mecazi anlamda kullanıyorsunuz, değil mi?"

Halil Komutan ciddiyetle başını iki yana salladı. "Evlat, evlilikte her zaman savaş olmaz. Ama bazen çatışmalara girmek zorunda kalırsın. O yüzden iyi bir koca olmanın üç kuralını açıklıyorum."

Hepimiz hafifçe sandalyelerimizde doğrulduk. Düğünün gürültüsü içinde, sanki çok önemli bir brifing alıyormuşuz gibi Halil Komutan’ın dudaklarından dökülecek sözleri bekliyorduk.

"Birinci kural," dedi sertçe. "Haksız olsan da, haklı olsan da, özür dile."1

Burak kaşlarını çattı. "Komutanım, adalet diye bir şey yok mu bu ilişkide?"

Halil Komutan başını iki yana salladı. "Adalet mi? Evlilikte adalet değil, huzur önemlidir. Sen seç: Haklı mı olmak istiyorsun, huzurlu mu?"

İlteriş hafifçe güldü. "Komutanım, bu cümleyi bir yere yazalım. Evli kalma rehberine giriş olur bu."

Halil Komutan devam etti.

"İkinci kural: Kadınlar unutmaz. Hiçbir şeyi."

Burak ve ben aynı anda yutkunduk. İlteriş bile irkildi.

"Bu ne demek, komutanım?" diye sordu Burak tedirginlikle.

Halil Komutan hafifçe güldü. "Diyelim ki üç yıl önce bir hata yaptın, ama Umay seni affetti. Sanıyorsun ki olay kapandı, değil mi?"

Başımı salladım. "Evet, kapandı işte."

Halil Komutan başını iki yana salladı. "Yanlış. Kapandı sanıyorsun ama üç yıl sonra bir tartışma çıktığında, o hata arşivlerden çıkarılır, tozları silinir ve önüne konur. İşte o an, hiçbir savunman geçerli olmaz."

Burak alnını ovuşturdu. "Ben bu eğitimden kaçabilir miyim?"

"Hayır," dedi Halil Komutan sertçe. "Çünkü üçüncü kural daha önemli: Eğer eşin mutluysa, sen de mutlusun. Bu yüzden, onun mutluluğunu öncelik yap."

Ben derin bir nefes alıp arkamı yaslandım. "Komutanım, açık konuşayım, askeri eğitimler bile bu kadar gözümü korkutmamıştı."

Halil Komutan koca bir kahkaha attı. "Bu eğitimi başarıyla tamamlayan er, gerçek bir koca olur. Başarısız olanlar ise..."

Tam o anda, Burçe ve diğer kızlar yanımıza geldiler. Burçe Burak’ın koluna girdi. "Siz ne anlatıyorsunuz burada?"

Burak hafifçe gerildi. "Şey... evlilik üzerine... bazı teoriler konuşuyorduk."

Burçe kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi? Ne gibi?"

Burak derin bir nefes aldı, Halil Komutan’a kısacık bir bakış attı ve sonra eşine döndü. "Şu son söylediğini tekrar eder misiniz, komutanım?"

Halil Komutan gülümseyerek başını salladı. "Eğer eşin mutluysa, sen de mutlusun."

Burak gözlerini kapattı, sonra Burçe’ye gülümsedi. "Bak, biz burada tamamen bilimsel konuşuyorduk."

Burçe hafifçe sırıttı, sonra Burak’ın yanına oturdu. "Bence de çok doğru bir kural. Ama unutma, bu karşılıklı işler."

Burak gülümsedi, sonra bize döndü. "Bu eğitimi aldım. Artık gerçek bir kocayım."

Halil Komutan başını salladı. "Sınav daha yeni başlıyor oğlum. Daha bez değiştirme, gece ağlamalarına kalkma, evin bütçesini dengede tutma gibi birçok seviye var. Ama endişelenme, buradayız."

Ben gülümseyerek Umay’a baktım. Gözlerinde, her şeye rağmen huzur ve sevgi vardı.

Ve o an anladım.

Bu eğitim ömür boyu sürecekti.

Düğünden eve geldiğimizde, Burak ve Burçe balayına doğru çoktan yola çıkmıştı. Biz ise yorgun ama mutluyduk. Kapıdan girer girmez Umay ayakkabılarını çıkardı, içini çekerek sırtını geriye yasladı. "Hayatımda ilk defa bir düğünde bu kadar eğlendim ama bacaklarım resmen isyan ediyor."

Gülümseyerek ceketimi çıkardım. "Benim için de askeri eğitim gibi geçti. Halil Komutan'ın 'koca eğitimi'ni saymazsak tabii."

Umay hafifçe güldü, sonra kanepeye oturup ayaklarını uzattı. "Düğünler yorucu ama güzeldi. Burak çok mutluydu, değil mi?"

Başımı salladım. "Hem de nasıl. Ama asıl eğlence balayından sonra başlayacak."

Tam o sırada odasından gelen hafif bir mırıldanmayla Aybars'ı fark ettik. Gece uyanmıştı. Umay tam kalkacakken elimi kaldırıp onu durdurdum. "Sen otur, ben bakarım."

Oğlumun odasına sessizce girdim. Aybars gözlerini açmış, uykulu bir şekilde tavana bakıyordu. Beni görünce elini uzattı. "Baba?"

Yatağının kenarına oturup elini tuttum. "Buradayım oğlum. Bir şey mi oldu?"

Aybars uykulu gözleriyle bana bakıp içini çekti. "Burak amca gitti mi?"

Gülümsedim. "Evet, balayına gitti. Ama merak etme, geri dönecek."

Aybars bir an düşündü, sonra fısıldayarak sordu: "Peki bebek ne zaman gelecek?"

Gözlerimi kırpıştırdım. "Hangi bebek?"

O, karnına işaret etti. "Burçe teyzenin bebeği! Bizimki de gelecek mi?"

Gülümsedim, elimi saçlarının arasından geçirdim. "Evet oğlum, bizimki de gelecek. Ama biraz zaman var daha."

Aybars gözlerini kapamadan önce bir şey daha sordu: "Baba... bebek nasıl yapılır?"1

Bir an afalladım. Gecenin bu saatinde, bu soruya hazır değildim.

Yutkundum, sonra derin bir nefes alıp gülümseyerek yanına yattım. "Oğlum, bu uzun bir hikâye. Ama en önemlisi, bebekler sevgiyle gelir."1

Aybars başını salladı, küçük parmaklarını elimde gezdirdi. "Tamam baba. O zaman ben de kardeşimi çok seveceğim."

Gülümsedim, göz kapaklarım ağırlaşırken oğlumun saçlarını okşadım. "Biliyorum oğlum. Sen harika bir abi olacaksın."

Ve o gece, evin içinde tatlı bir sessizlik varken, oğlum elimi tutarak huzurla uykuya daldı.

Aybars’ın derin nefesleri odanın sessizliğinde yankılanırken, bir süre daha yanından ayrılamadım. Küçük parmakları hâlâ elimdeydi, sıcak ve güvenle sarılmıştı. Bir an, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini düşündüm. Daha dün kucağıma almıştım, şimdi ise bana kardeşini sormaya başlamıştı.

Nazikçe elini bırakıp üzerini örttüm, alnına küçük bir öpücük kondurdum. Kapıyı yavaşça kapatıp odadan çıktığımda, koridorda Umay’ı beklerken buldum. Beni izliyordu, yüzünde yorgun ama huzurlu bir gülümsemeyle.

“Ona ne dedin?” diye fısıldadı.

Yanağımı kaşıyarak hafifçe güldüm. “Bebeklerin sevgiyle geldiğini söyledim.”

Umay başını yana eğip kollarını göğsünde birleştirdi. “Güzel kaçış.”

“Henüz hazır değildi. Zaten bu soruların devamı gelir, o zaman daha detaylı anlatırız.”

Umay gözlerini devirip yanıma yaklaştı. “İnşallah o zaman da ‘sevgiden olur’ deyip kaçmazsın.”

Gülerek elini tuttum, parmaklarımı parmaklarının arasına geçirdim. “Sana bir şey söyleyeyim mi? Aybars büyüdükçe, ben daha çok babamı anlıyorum.”

Umay başını hafifçe kaldırdı. “Nasıl yani?”

İç çektim, bakışlarımı mutfağa çevirdim. “Bizi büyütürken ne düşündüğünü, hangi kaygıları taşıdığını, nasıl hissettiğini… Babam bazen geceleri odama gelip sessizce üzerimi örterdi. O anları hatırlıyorum da, belki de bu yüzden, şimdi ben de Aybars’ın odasından kolayca ayrılamıyorum.”1

Umay’ın parmakları elimde biraz daha sıkıldı. Yüzüme dikkatle baktı, sonra hafifçe gülümsedi. “Ve sen de onun gibi oluyorsun.”

Başımı salladım. “Olmaya çalışıyorum. Ama bazen, babalık gerçekten dünyanın en zor şeyi gibi geliyor.”

Umay kollarını boynuma doladı, başını göğsüme yasladı. “İnan bana, sen harika bir babasın Altay. Bunu her gün görüyorum.”

Kollarımı beline doladım, başımı saçlarının arasına gömdüm. “Ve sen de harika bir annesin. Üstelik bir tane daha geliyor.”

Umay kıkırdadı. “Evet… Ev kalabalıklaşacak. Ama biz birlikteyiz, her şeyin üstesinden geliriz.”

O an, bir kez daha anladım. Ne olursa olsun, bu evde sevgi vardı. Korkular, yorgunluklar, bilinmezlikler olsa bile… Biz vardık. Birlikteydik.

Ve bazen, sadece bu bile yeterdi....

Beş Yıl Sonra…

 

Ortada üç tane 3,5 yaşında velet, biri 5 yaşında olmak üzere dört çocuk vardı. Ev artık tam anlamıyla bir kaos merkeziydi.

 

İlteriş’le Simay, tıpkı babası gibi ciddi bakışlı ama gözleriyle sürekli dünyayı çözmeye çalışan, inatçı bir çocuktu. Benim kızım Ülkü ise biraz daha sakindi ama zekâsı ışıl ışıl parlıyordu. Burak’ın oğlu Kuzey ise tam bir baş belasıydı, babasının küçüklüğünün kopyasıydı resmen. Ağabeyleri Aybars ise 5 yaşındaydı ve sözde daha olgundu ama bazen en büyük baş belası o oluyordu.

 

Salonun ortasında bir çadır kurulmuştu. Yorganlar, yastıklar, minderler her yere yayılmıştı. Çadırın kapısına "BABA VE AMCALAR GİREMEZ!" yazılı bir pankart asılmıştı.

 

Burak, kapının önünde kollarını bağladı. "Bu ne şimdi?"

 

Kuzey, ellerini beline koyup ciddi bir ifadeyle cevap verdi. "Burası bizim kalemiz! Babalar yasak!"

 

İlteriş kaşlarını kaldırıp bana döndü. "Bu çocukların evde bize darbe yapacağı kimin aklına gelirdi?"

 

Gülerek başımı salladım. "Vallahi biz askeriz ama bunlar doğuştan komutan çıktı."

 

Tam o sırada çadırın içinden Simay'ın sesi yükseldi. "Düşman yaklaşıyor! Savunmaya geçin!"

 

Ve sonra... yastık bombardımanı başladı.

 

Burak, suratına gelen yastığı tutup dişlerini sıktı. "Tamam, siz istediniz!" diyerek çadıra doğru koştu ama Kuzey onu durdurmak için bacağına yapıştı. "Hayır baba! Asla geçemezsin!"

 

İlteriş, eline aldığı yastıkla bana baktı. "Ne diyorsun Altay? Geri mi çekilelim, yoksa bu ufaklıklara gerçek bir savaş gösterelim mi?"

 

Omuzlarımı silktim. "Beş yıldır babayız ama hâlâ kazanamadık. Bir deneyelim bakalım."

 

Ve sonra… tam anlamıyla bir savaş patlak verdi.

 

Biz yastıkları fırlattık, onlar battaniyeleri siper olarak kullandı. Aybars, en üstten atlayarak bana çelme takmaya çalıştı ama yakalayıp havaya kaldırdım. Simay, babasına bağırarak saldırıya geçti. Kuzey, Burak’ın kafasına küçük bir oyuncak attı. Ülkü ise sessizce köşede oturup olanları izliyordu.

 

Tam zafer bizim olacak gibiydi ki…

 

"BABA! ANNELER GELİYOR!" diye bir çığlık yükseldi.

 

Ve tüm çocuklar bir anda çadırın içine kaçıştı.

 

Biz üç baba ise, evin kapısında kollarını bağlamış Umay, Yaseminka ve Burçe’yi görünce olduğumuz yerde donduk.

 

Umay gözlerini kısıp bana baktı. "Ne yapıyordunuz siz?"

 

Yastığı elimden düşürdüm. "Şey… çocukları eğitiyorduk?"1

 

Burçe, Burak’a yaklaşıp "Eğitim ha?" diye sorunca Yaman hemen savunmaya geçti. "Aşkım, yanlış anlama, aslında biz-"

 

Yaseminka elini kaldırdı. "Tamam tamam, siz evi savaş alanına çevirmişsiniz. Peki, kazanan kim?"

 

Bir saniye herkes sessiz kaldı. Sonra çadırın içinden Simay'ın sesi geldi:

 

"Tabii ki biz!"

 

Burak alnını ovuşturdu. "Lan şu evde bir kez de biz kazansak ne olurdu?"

 

Umay kıkırdayarak yanıma geldi, parmaklarını göğsüme bastırdı. "Altay, sen bir baba olarak evi koruyacağına söz vermedin mi?"

 

Gülerek eğilip alnına küçük bir öpücük kondurdum. "Ettim ama hesapta dört küçük düşman yoktu."

 

Ve o gün, biz babalar bir kez daha kaybettik.

 

Ama sanırım, kaybetmek hiç bu kadar güzel olmamıştı.

 

Tam o sırada kapı çaldı. Kurtuluşumuzun geldiğini sanıyorduk ama yanılmışız.

 

Kapıyı açtığımda Ulaş ve İrmela karşımdaydı. Ulaş'ın yüzünde her zamanki sinsi gülümsemesi vardı, ama İrmela kollarını bağlamış, gözlerini deviriyordu.

 

"Altay! Kardeşim! Bizi içeri al, evli barklı adamlar gibi şu konuyu tartışalım!" diye atıldı Ulaş.

 

İrmela burnundan soluyarak bana döndü. "Eğer bir kez daha 'evlilik kutsaldır' falan derse, yemin ediyorum geri dönüyorum."

 

İç çektim, kapıyı açtım. "Siz en iyisi içeri girin. Ama Ulaş, Umay duymasın, bak hâlâ savaş alanındayız."

 

Ulaş içeri girerken etrafa göz gezdirdi. "Evin bu hale gelmesini hiç beklemiyordum ama... mantıklı."

 

İrmela ise mutfağa yöneldi, belli ki önce bir çay alıp kendini sakinleştirecekti.

 

"Ulaş, kaç senedir peşindesin?" diye sordum.

 

Ulaş kaşlarını çattı. "Beş yıl. Ama koca beş yılda bir yüzük taktıramadım!"

 

Arkamda çocukların çadırdan fısıldaştığını duydum:

 

"İrmela yenge, Ulaş amcayı dövecek mi?"

 

"Bence yastık atabilir."

 

İrmela döndü, gözlerini kıstı. "Ne konuşuyorsunuz siz?"

 

Ve bizim evde bir savaş daha başlamış oldu.

 

Ulaş ve İrmela hararetle tartışırken arka planda bambaşka bir kriz patlak vermişti.

 

Aybars, elinde bir oyuncak bebekle Simay’ın karşısına geçmiş, ciddi bir ifadeyle konuşuyordu:

 

“Bak Simay, sen annesin, ben baba, bu da kızımız. Onu iyi bakmamız lazım.”

 

Simay hafifçe başını eğdi, oyuncak bebeğe baktı ve kıkırdadı. “Tamam, ama sen de yemek yapacaksın o zaman.”

 

Aybars kollarını göğsünde kavuşturdu, yetişkin bir adam ciddiyetiyle: “Olmaz, ben işe gidiyorum. Sen evde bakacaksın.”

 

Tam o sırada İlteriş, konuşmalara kulak kabartmış olacak ki başını hızla onlara çevirdi.

 

“Ne dedin sen?” diye kaşlarını çatıp Aybars’a doğru yürüdü.

 

Aybars şaşırmadan, aynı ciddiyetle cevap verdi: “Simay annesi, ben babasıyım. Kızımız bu.”

 

Oyuncak bebeği gösterdi. “Evleniyoruz.”

 

Salon bir an sessizliğe gömüldü. Ulaş ve İrmela bile tartışmayı bırakıp bakıyordu. Ben bir yandan kahkahamı tutmaya çalışıyor, bir yandan İlteriş’in damarlarının şiştiğini görüyordum.

 

İlteriş derin bir nefes aldı, gözlerini kıstı ve ellerini beline koyarak Aybars’a eğildi.

 

“Oğlum, sen daha beş yaşındasın! Ne evlenmesi?!”

 

Aybars gözlerini kırpıştırdı, anlam verememiş gibi başını yana eğdi. “Ama sen de Yaseyle evlenmişsin?”

 

İlteriş çaresizce ellerini başına götürdü. “Beni delirtiyor bu çocuk, yemin ederim!”

 

Simay ise kıkır kıkır gülüyordu. “Baba, Aybars çok komik değil mi?”

 

İlteriş, bana dönüp dişlerini sıktı: “Altay, oğluna sahip çık. Bak, Simay’a yanlış fikirler veriyor.”

 

Ben dayanamayarak kahkahayı patlattım. “Kardeşim, Aybars’a laf anlatmak seninle dövüşmekten zor.”

 

O sırada Umay, Yaseminka ve Burçe kapının eşiğinde duruyordu. Bizi izleyip fısıldaştıklarını duyabiliyordum.

 

“Bak, Aybars’ın kendine güvenine bak! Babasının oğlu!”

 

“Simay tam İlteriş’in karşısında kahkahalarla gülüyor. Zavallı adam!”

 

“Bunlar büyüyünce düğün için şimdiden hazırlık mı yapsak?”

 

İlteriş gözlerini kapatıp başını salladı. “Ben buna dayanamam.”

 

Ulaş ise yanıma gelip omzuma yaslandı, boğuk bir kahkaha attı. “Dostum, bir torun sevme yaşına gelmiş gibi hissediyorum.”

 

Ve o akşam, Ulaş’ın İrmela’yı ikna çabaları bir kenara bırakılmış, İlteriş’in sinir krizi bizim yeni eğlencemiz olmuştu.

 

Birkaç Saat Sonra…

 

Evin kaos hali nihayet azalmış, çocuklar odalarına dağıtılmış, biz de salonda yorgun argın koltuklara yayılmıştık. İlteriş hâlâ sinirini tam atamamış, önündeki çayı karıştırırken kaşlarını çatıyordu.

 

Ulaş, bacak bacak üstüne atıp gülümsedi. "Yani İlteriş, kabul etmelisin, Simay tam senin kopyan."

 

İlteriş ona ters ters baktı. "Ben beş yaşındayken evlilik planı yapmıyordum."

 

Burak kahkahayı patlattı. "Sen on beşindeyken bile yapmıyordun lan. Senin için önce savaş vardı, sonra savaş, sonra yine savaş. Yaseminka olmasa muhtemelen hâlâ bekar dolaşıyordun."

 

Mutfaktan bir ses geldi. "Gerçekler acıdır İlteriş!"

 

Yaseminka, elinde bir tabak meyveyle içeri girdi, kıkırdayarak eşinin yanına oturdu. İlteriş ona ters ters baksa da Yaseminka, umursamaz bir şekilde elinden çay kaşığını aldı ve kendi çayını karıştırmaya başladı.

 

İlteriş dişlerini sıktı, çayından bir yudum aldı ve derin bir nefes verdi. "Benim kızımı kimseyle evlendirmeye niyeti olan varsa, şimdiden düşünsün."

 

Tam o anda kapı aralandı ve Kuzey başını uzattı. "Amca, Simay uyuyor, ama Aybars bizimle kalacakmış."

 

Burak homurdandı. "Hayır, kalamaz. Çadırına dön bakalım ufaklık."

 

Kuzey içeriye yürüdü, kollarını bağladı. "Aybars dedi ki, baba olmak çok zormuş, biraz düşünmesi lazımmış. O yüzden bebekle birlikte kalacakmış."

 

İlteriş gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve yere bakarak mırıldandı: "Beni sabırla sınıyorlar."

 

Ulaş gülerek bana döndü. "Altay, kardeşim, ben beş yıldır bir yüzük taktıramıyorum. Ama seninki beş yaşında ve nikah planları yapıyor. Gerçekten hayat adil değil."

 

İrmela kollarını bağladı. "Çünkü sen laf dinlemiyorsun."

 

Ulaş gözlerini devirdi. "Aşkım, bak hâlâ aşkım diyorum, demek ki sana bağlıyım. Daha ne yapayım?"

 

İrmela sertçe sandalyeye oturdu. "otur götünün üstüne."

 

Ulaş gözlerini kıstı. "Tehdit mi ediyorsun?"

 

İrmela sırıttı. "Ne anlarsan?"

 

Salonda yine kahkahalar yükseldi. Çocuklar uyuyunca biz de biraz olsun rahatlamıştık. Ama hepimiz biliyorduk ki, sabah olduğunda yeni bir savaş başlayacaktı.

 

Ve biz babalar… yine kaybedecektik.

 

Sabahın erken saatlerinde tören alanına adım attığımızda, içimde garip bir heyecan vardı. Beş yıl önce, cehennem gibi geçen eğitimlerden çıkıp sahaya atıldığımız günleri düşündüm. O zamanlar gözümüzü kırpmadan göreve koşarken, şimdi ise yanımızda bizi bekleyen ailelerimiz, boynumuza sarılan çocuklarımız vardı. Ama değişmeyen tek şey, omuzlarımızdaki sorumluluktu.

 

Bugün, Halil Komutan yarbaylığa, ben ise binbaşılığa terfi ediyordum.

 

Tören alanı kalabalıktı. Üniformalar ütülü, herkes dimdik duruyordu. Halil Komutan, her zamanki gibi sert ve vakur duruşuyla yanımda bekliyordu. Arada bir göz ucuyla bana bakıp hafifçe gülümsüyor, sanki hâlâ çaylak bir teğmenmişim gibi bir şey söylemesini bekliyordum. Ama ikimiz de birbirimizi tanıyorduk; sözlere gerek yoktu.

 

Komutan konuşmasını yaptı, ardından isimler okunmaya başlandı. “Binbaşı Altay ÖZTÜRK.” Adım atarken gözlerim bir an ailemin olduğu tarafa kaydı. Umay, gözleri ışıl ışıl bana bakıyordu. Yanında Ülkü vardı, minicik elleriyle bana el sallıyordu. Birkaç sıra ötede Yaseminka ve Simay, Burçe ve Kuzey, hepsi bizimle gurur duyuyordu.

 

Ardından Halil Komutan’ın adı okundu: “Yarbay Halil ÖZÇELİK.”

 

O, her zamanki gibi sakin ve kararlıydı. Ama ben onu tanıyordum. İçinde, yılların emeğinin, kayıplarının ve fedakârlıklarının yükünü taşıyordu. Madalyasını alırken, bir an göz göze geldik. Kafasını hafifçe eğdi, ben de ona aynı şekilde karşılık verdim.

 

Tören bittiğinde çocuklar üzerimize koşarak atladı. Aybars, gururla göğsünü gere gere, “Benim babam artık binbaşı!” diye bağırıyordu. Kuzey de ondan geri kalmadı. “Benim Halil dedem yarbay oldu!” dedi.1

 

Halil Komutan, Kuzey’in başını okşadı, sonra bana dönüp hafifçe gülümsedi. “Eskiden sadece kendimiz için savaşıyorduk, Altay. Şimdi arkamızda bizi izleyen küçük gözler var. Daha dikkatli olmamız lazım.”

 

Başımı salladım. “Evet Komutanım. Artık daha fazlasını koruyoruz.”

 

Ve o gün, sadece yeni rütbelerimizi değil, omuzlarımızdaki yeni sorumlulukları da kabul ettik. Artık sadece askerler değil, çocuklarımızın gözünde kahraman babalardık. Ama biliyorduk ki, bu unvanı hak etmek için daha uzun bir yolumuz vardı.

 

Törenin ardından ailelerimizle birlikte kutlama yapmak için askerî misafirhaneye geçtik. Büyük bir salon ayarlanmıştı, masalar özenle hazırlanmış, herkesin yüzü gülüyordu. Çocuklar ortalıkta koşturuyor, kadınlar kendi aralarında konuşuyor, biz ise Halil Komutan’la birlikte bir köşede sessizce olan biteni izliyorduk.

 

Halil, elindeki çay bardağını hafifçe sallayarak bana döndü. “Biliyor musun Altay, bu tür anlar bana hep düşündürtür. On yıl önce seninle ilk sahaya çıktığımız zamanı hatırlıyor musun?”

 

Gülümsedim. “Unutmak mümkün mü Komutanım? O zamanlar sadece emir alıyorduk, şimdi ise emir veren konumdayız.”

 

Başını salladı. “Ve farkında mısın? Artık tek başımıza değiliz. Arkamızda birileri var. Eskiden bir görevde ölmek bizim için sadece istatistikti. Ama şimdi…” Bakışlarını salonun diğer tarafına çevirdi. Simay ve Kuzey, Aybars’la birlikte bir köşede oyun oynuyordu. Burçe, Umay ve Yaseminka ise gülerek konuşuyordu. “Şimdi bir eksildiğimizde, ardımızda bir boşluk bırakıyoruz.”

 

Sözlerinin ağırlığı üzerime çöktü. İçimden "Allah korusun" diye geçirdim ama Halil Komutan haklıydı. Eskiden savaş bizim için sadece bir görevdi. Şimdi ise ardımızda bizi bekleyen hayatlar vardı.

 

Tam o anda salonun kapısı açıldı ve içeriye aceleyle giren bir teğmen hızla bize yöneldi. Üzerinde hâlâ üniforması vardı ve yüzünden endişeli olduğu belliydi.

 

“Komutanım,” dedi soluk soluğa. “Genel Merkez’den acil bir emir geldi. Birimlerimizden biri doğu sınırında irtibatı kaybetti.”

 

Halil’in yüzü bir anda ciddileşti. Ben de içgüdüsel olarak dik durdum.

 

“Detaylar?” diye sordu Halil.

 

Teğmen elindeki dosyayı açtı. “Son gelen bilgilere göre, keşif timimiz iki saat önce irtibatı kesildi. Bölgedeki hava koşulları kötüleştiği için anında müdahale edilemedi. Ama son sinyalleri sınır hattına çok yakın bir noktadan alındı. Üstelik, istihbarat birimleri bölgede yabancı unsurların hareketlendiğine dair duyumlar aldı.”

 

Gözlerimi kıstım. “Bu, basit bir irtibat kaybı gibi görünmüyor. Doğrudan müdahale gerekiyor.”

 

Halil bana döndü. “Altay, ekibini hazırla. Yarım saat içinde harekete geçiyoruz.”

 

Başımı salladım. Artık kutlama bitmişti. Ne kadar mutlu anlar yaşarsak yaşayalım, asker olduğumuz sürece görev her zaman bizi bulurdu.

 

Salonun diğer tarafında Umay’la göz göze geldim. Yüzündeki ifadeden her şeyi anladığını biliyordum. O, yıllardır benim yanımda olmuş bir kadındı, bu hayatın ne getirdiğini çok iyi biliyordu. Hafifçe başını salladı, ben de ona aynı şekilde karşılık verdim.

 

Gecenin bir yarısı, kutlamalar sona ererken, biz yeniden silahlarımızı kuşanıyor, zırhımızı giyiyor ve sahaya çıkmaya hazırlanıyorduk.

 

Bu, bizim hayatımızdı. Görev bitmezdi. Ve biz her seferinde, bizi bekleyenlere geri dönmek için savaşacaktık.

 

Yarım saat içinde timimizi hazırlamıştık. Üç helikopter, doğu sınırına hareket etmek için hazır bekliyordu. Her birimiz tam teçhizatlıydık. Gökyüzü karanlık, hava soğuktu. Rüzgârın uğultusu, yaklaşmakta olan tehlikenin habercisi gibiydi.

 

Helikoptere bindiğimde yanımdaki askerlerden biri telsizine dokundu. “Binbaşı, ekip tam kadro hazır.”

 

Başımı salladım. Gözlerimi Halil Komutan’a çevirdim. O da tıpkı benim gibi ciddi ve odaklanmıştı. İçimizde bir his vardı bu görev sıradan değildi.

 

 02:47

 

Helikopter sessizce bölgeye yaklaştı. Gözlerimiz, termal kameralarla araziyi tarıyordu. Kaybolan timin son konumu sınır hattına yakındı. Ama burada bir şeyler ters gidiyordu.

 

Telsizden bir ses geldi. “Binbaşı, termal kameralar kuzeydoğuda hareket tespit etti. Tanımlanamayan silahlı unsurlar olabilir.”

 

Gözlerimi kıstım. “Yakın mesafe iniş yapın. Sessiz hareket edeceğiz.”

 

Helikopter alçaldı ve biz hızla karanlığa atladık. Ayaklarımız yere değdiği anda dizlerimizi kırarak pozisyon aldık. Herkes sessizdi, sadece rüzgârın sesi duyuluyordu.

 

03:10

 

Hızlı ama dikkatli hareket ediyorduk. Kaybolan timin sinyalinin kesildiği noktaya yaklaştığımızda, yerde sürüklenme izleri fark ettim. Birkaç metre ileride devrilmiş ağaçlar vardı. Burası bir çatışma alanıydı.

 

Halil eğilip toprağı inceledi. “Burada bir şey olmuş. Ama hâlâ sıcak çatışma izleri var.”

 

O sırada bir ses duyduk—çok hafif bir inilti.

 

Telsizime dokundum. “Dikkat! Yaralı olabilir.”

 

Ağaçların arasından ilerlediğimizde, yere yığılmış bir asker fark ettik. Kamuflajı bizim birlikten birine aitti. Yanına hızla çöktüm, yüzünü çevirdiğimde derin nefes aldığını gördüm.

 

“Dayan asker! Seni buradan çıkaracağız.”

 

Adam gözlerini araladı, sesi kısıktı. “Pusu… Saldırıya uğradık… Esir aldılar.”

 

Kalbim hızla atmaya başladı. Gözlerim Halil’le buluştu. O da benimle aynı şeyi düşünüyordu.

 

“Kaç kişilerdi?” diye sordum.

 

Asker nefes almakta zorlanıyordu. “Sekiz… On… Profesyonellerdi… Doğrudan saldırmadılar… Geri kalanları götürdüler.”

 

Diğer askerlerimiz hâlâ yaşıyordu ama esir düşmüştü. İşin rengi değişmişti.

 

 03:25

 

Harita açıldı, herkes çevreme toplandı. Adamın gösterdiği yönü inceledik. Sınırın biraz ilerisindeki vadide, büyük bir mağara sistemi vardı. Esirlerin orada tutulduğuna emindik.

 

“Vakit kaybedemeyiz,” dedim. “Sessizce ilerleyeceğiz. Eğer durum riskliyse, doğrudan çatışmaya gireriz.”

 

Halil başını salladı. “Tam zamanlı bir operasyon. Kaçmalarına izin vermeyelim.”

 

 04:00

 

İçeriden boğuk sesler geliyordu. Nöbetçiler belirli aralıklarla devriye geziyordu. Keskin nişancı ekibimiz konum aldı. Bir işaretimle, iki nöbetçi sessizce etkisiz hale getirildi.

 

Elimle işaret verdim. “İçeri giriyoruz.”

 

İlk önce Halil, ardından ben ve timim mağaraya süzüldük. İçerisi karanlıktı ama gece görüş dürbünlerimizle etrafı net görebiliyorduk. İlerledikçe bir ışık kaynağı gördük.

 

Orada, elleri bağlanmış dört askerimiz vardı. Başlarında üç silahlı adam bekliyordu.

 

Saniyeler içinde planı yaptık.

 

“Üç… İki… Bir…”

 

Ateş açıldı. İlk hedefi Halil vurdu, ikincisini ben indirdim. Üçüncü adam kaçmaya çalıştı ama yan ekibimiz tarafından etkisiz hale getirildi.

 

Esirler şaşkın ama mutluydu. Çözüldüklerinde derin nefes aldılar. “Komutanım, bizi burada bırakmayacağınızı biliyorduk.”

 

Gülümsedim. “Asla.”

 

 04:25

 

Tam çıkış yaparken telsizden bir uyarı geldi. “Düşman takviyesi yolda! Beş dakika içinde buraya ulaşacaklar!”

 

Halil’le birbirimize baktık.

 

“Barikat kurun! Savaşmadan gitmeyeceğiz.”

 

Hızla konum aldık. Yaklaşan düşman grubunu termal kameralarla tespit ettik. Sayıları bizim iki katımızdı.

 

Ama biz az olsak da eğitimliydik.

 

 04:30

 

İlk atış sesiyle birlikte herkes pozisyon aldı. Mermiler mağaranın girişinde yankılanıyordu. Telsizden gelen seslere göre düşmanı geri püskürtüyorduk ama uzun süre burada kalamazdık.

 

“Olabildiğince hızlı hareket edin!” diye bağırdım.

 

Halil el bombası piminin sesini çıkardı. “Bunu onlara hediye bırakıyorum,” dedi ve bombayı fırlattı.

 

Büyük bir patlama mağaranın girişini sarsarken biz hızla geri çekildik. Helikopterlerin sesi yaklaşmıştı.

 

Son adamlar da geri püskürtüldüğünde, ekip hızla tahliye alanına geçti. Helikoptere bindiğimizde herkes derin bir nefes aldı.

 

Aşağıya baktım. Mağara ve düşman mevzileri geride kalmıştı. Arkama dönüp kurtardığımız askerlere baktım.

 

“İşte bu,” dedim içimden. “İşte biz bunun için buradayız.”

 

Halil omzuma dokundu. “Güzel iş çıkardık, Binbaşı.”2

 

Gülümsedim. “Her zamanki gibi, Komutanım.”

 

Helikopter yükselirken, doğu ufkunda güneş belirmeye başlamıştı.

 

Bu operasyon bizim için bir zaferdi. Ama biliyorduk… savaş asla bitmeyecekti.

 

05:15 – Üsse Dönüş

 

Helikopterin içinde herkes sessizdi. Yorgun ama tatmin olmuş bir şekilde oturuyorduk. Kurtardığımız askerler kendine gelmeye çalışırken, Halil’le göz göze geldik. Başarıyla sonuçlanmış bir operasyona rağmen, ikimizin de içi rahat değildi.

 

Bunu yıllardır biliyorduk. Eğer bir şey fazla kolay gidiyorsa, mutlaka gözden kaçırdığımız bir şey vardır.

 

Tam bu düşünce aklımdan geçerken telsizden cızırtılı bir ses geldi.

 

“Kartal 1, burası Ana Üs. Acil durumu teyit edin. Doğu sınırındaki karargâhımıza saldırı düzenleniyor!”

 

Bütün vücudum irkildi. Halil’le aynı anda doğrulduk.

 

“Teyit ediyoruz Ana Üs, saldırının boyutu nedir?” diye sordum.

 

“Bilinmeyen bir grup, ağır silahlarla karargâha saldırıyor. Şu an savunma pozisyonundayız ama uzun süre dayanamayız!”

 

Bu bir tuzaktı.

 

Kurtarma operasyonu dikkat dağıtma hareketiydi. Bizi doğu sınırına çekip asıl saldırıyı başka noktadan yapıyorlardı.

 

Halil yumruğunu sıktı. “Hemen rotayı değiştiriyoruz! Üssün koordinatlarına ilerleyin!”

 

Pilot başını salladı. “Anlaşıldı Komutanım, tam hızla ilerliyoruz!”

 

Şimdi, sadece kendimizi değil, bütün karargâhımızı savunmak zorundaydık.

 

Helikopter üsse yaklaştığında manzara dehşet vericiydi. Karargâhın çevresinde yoğun çatışma izleri vardı. Birkaç bina hasar almış, bazı kulelerde dumanlar yükseliyordu.

 

Telsizden bir ses geldi. “Kartal 1, iniş için yer açıyoruz. Hızlı olun, düşman güçleri hâlâ burada!”

 

“İniyoruz!” diye bağırdım.

 

Helikopter yere değer değmez, hızla atladık. İlk gördüğüm şey, cephe hattında siper almış askerlerimizdi. Çatışma hâlâ sürüyordu.

 

Halil, yakındaki bir binanın duvarına yaslanarak durumu gözlemledi. “Kaç kişiler?”

 

Yanımıza gelen bir teğmen nefes nefese yanıt verdi. “Yaklaşık yirmi kişi, ama çok iyi organize olmuşlar. Ağır makineli tüfeklerle üstümüze bastırıyorlar. Üssün giriş kısmını ele geçirmeye çalışıyorlar.”

 

Düşman sayıca fazla değildi ama profesyoneldi. Bu, sıradan bir saldırı değildi.

 

Halil başını salladı. “Burada savunmada kalırsak kaybederiz. Konumlarını belirleyip karşı saldırıya geçmeliyiz.”

 

Başımı salladım. “Keskin nişancılar devrede mi?”

 

Teğmen yanıtladı. “İki noktamız aktif ama açık arazideki makineli tüfek yuvasını vuramıyoruz.”

 

Düşündüm. “Demek ki oraya içeriden yaklaşmalıyız.”

 

Plan netti. Biz doğrudan makineli tüfek yuvasına sızarken, diğer ekipler dikkat dağıtacaktı.

 

“Takım, benimle gelin!” dedim.

 

Halil elini omzuma koydu. “Dikkatli ol.”

 

Sırıttım. “Her zamanki gibi, Komutanım.”

 

Sessizce düşmanın konumuna yaklaştık. Adamlar beton siperlerin arkasında konuşlanmıştı, makineli tüfeği kullanan biri doğrudan giriş kapısını tarıyordu.

 

Etrafı inceledim. Sağ tarafta bir yakıt deposu vardı. Eğer oraya bir el bombası atarsam, büyük bir patlama yaratabilir ve düşmanı şaşırtabilirdik.

 

Yanımdaki askere işaret ettim.

 

“El bombasını atınca hemen hücuma geçiyoruz.”

 

“Emredersiniz Binbaşı.”

 

El bombasını piminden çekip fırlattım.

 

BOOM!

 

Patlama büyük bir duman tabakası yarattı. Aynı anda ateş açtık. Düşman şaşkına dönmüştü. İlk hedefi ben aldım, makineli tüfekli adamı yere serdim. Askerlerim diğerlerini tek tek indirdi.

 

Dakikalar içinde bölge temizlenmişti.

 

Telsizden Halil’in sesi geldi. “Altay, durum nedir?”

 

“Namlular sustu Komutanım.”

 

Ardından karargâhın diğer noktalarından da temizleme raporları gelmeye başladı. Düşman geri çekiliyordu.

 

Ve birkaç dakika sonra… çatışma bitmişti.

 

Güneş yükselmeye başlamıştı. Karargâh büyük bir saldırıyı atlatmıştı ama kayıplarımız da vardı. Düşman geride birkaç ölü asker bırakmıştı, ama asıl şok edici olan şey üzerlerindeki sembolleri gördüğümüzde yaşandı.

 

Halil bir cesedin yakasındaki işareti gösterdi. “Bunu daha önce gördük mü?”

 

Yanındaki teğmen başını salladı. “Evet Komutanım. Bu, uluslararası paralı asker gruplarından birine ait.”

 

Yani sıradan bir terör saldırısı değildi. Daha büyük bir oyunun içindeydik.

 

Derin bir nefes aldım. “Bu daha başlangıç olabilir.”

 

Halil başını salladı. “Biliyorum. Ama ne olursa olsun, her seferinde burada olacağız.”

 

Başımı kaldırıp karargâha baktım.

 

İçimde bir his vardı. Bu savaş henüz bitmemişti. Ama biz buradaydık. Ve savaşmaya devam edecektik.

 

 

 

Operasyondan sonra üsse dönüp kısa bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, Halil komutanımla vedalaşıp evin yolunu tuttum. Güneş çoktan yükselmişti ama gece boyunca süren çatışmaların yorgunluğu bedenime ağır bir yük gibi çökmüştü.

 

Ev kapısına geldiğimde derin bir nefes aldım. Kapıyı açar açmaz içeriden gelen kahkahalarla yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi.

 

Salonun ortasında Aybars, oyuncak askerleriyle yere yayılmış bir savaş sahnesi kurmuş, Ülkü ise elindeki bebekle ona talimatlar yağdırıyordu. “Komutan Aybars, bebek askerler de görevde olmalı!”

 

Aybars gözlerini devirdi. “Ama bebek asker olur mu Ülkü? Onlar korumaya ihtiyacı olan masumlar!”1

 

Bu sözlere gülmeden edemedim. “Haklısın aslanım,” dedim kapıda belirerek.

 

Beni gören Ülkü, “BABA!” diye çığlık atarak üzerime atladı. Onu kucaklayıp havaya kaldırdım, o da kahkahalar içinde başını göğsüme yasladı.

 

Aybars, ağırbaşlı tavrıyla önce bana şöyle bir baktı, sonra başını sallayarak yanıma geldi. “Operasyon nasıldı baba?”

 

Cevap vermeden önce yere eğilip onunla göz hizasına geldim. “Başarılı geçti. Ama bizi kandırmaya çalıştılar.”

 

Aybars dudaklarını büzdü. “Yani pusu kurdular?”

 

Başımla onayladım. “Ama biz de onların oyununu bozduk.”

 

Aybars gözlerini kısarak düşündü, sonra büyük bir ciddiyetle başını salladı. “Demek ki her zaman ikinci bir planımız olmalı.”

 

Onun bu olgun tavrı içimi hem gurur hem de biraz hüzünle doldurdu. Daha çocuktu ama sanki şimdiden bir komutan gibi düşünüyordu. Onun çocuk kalmasını istesem de hayat, ona küçük yaşta büyük dersler öğretmişti.

 

Tam o sırada Umay, elinde kahve tepsisiyle salona girdi. “Kocam sonunda eve döndü,” dedi gülümseyerek.

 

Yavaşça ayağa kalkıp ona yaklaştım. Onun gözlerinde her zaman bulduğum huzuru gördüm. Yorgun bedenim ve zihnim bir anlığına dinlendi.

 

Beni süzüp kaşlarını kaldırdı. “Yine fazla düşündüğünü biliyorum.”

 

İç çektim. “Alışkanlık.”

 

Gülümsedi. “O zaman seni bu düşüncelerden biraz uzaklaştıralım. Kahvaltı hazır, çocuklar seni bekledi.”

 

Başımla onayladım. “Bu, günün en güzel haberi.”

 

Aybars ve Ülkü ellerimden tutup beni masaya çekerken, içimde garip bir huzur vardı. Evet, savaş henüz bitmemişti. Evet, yeni tehlikeler bizi bekliyordu. Ama en azından şimdi, bu an, bu kahvaltı masası, benim sığınağımdı.

 

Ve ne olursa olsun, onları korumak için her şeyi yapacaktım.

 

Umay, gülümseyerek elimden tuttu. “Timin kahvaltı hazırlamış, bizi bekliyorlar,” dedi.

 

Gözlerim hafifçe büyüdü. “Cidden mi? Bunu kendi istekleriyle mi yaptılar?”

 

Umay hafifçe başını salladı. “İlteriş’in mutfakta ne kadar iyi olduğunu unutmuşsun galiba.”

 

Gülerek salona yöneldik. Masaya adım attığımda, içeride kocaman bir aile gibi toplandığımızı gördüm. Herkes oradaydı.

 

İlteriş, mutfakta son dokunuşları yaparken Yaseminka ona yardımcı oluyordu. Mustafa Kemal ve Hayat, kahve hazırlarken Fatih ve Yavuz, peynirleri kesiyordu. Kerim ve Eren, sıcak pideleri masaya taşırken, Burak ve Onur da çayları dolduruyordu. Burçe, Halil Komutan ve eşi Meltem Hanım da oğlu Atilla’yla birlikte kahkahalar içinde oturuyordu.

 

Masada bu kadar insanı bir arada görmek içimi sıcacık yaptı.

 

İlteriş, elindeki tavanın içindeki sucukları son kez sallayıp bana doğru kaşlarını kaldırdı. “Bak, sen savaşırken biz burada açlıktan ölmeyelim diye çalışıyoruz.”

 

Gülerek sandalyeye oturdum. “Senin sucuklu yumurtanı özlediğimi itiraf edebilirim.”

 

Fatih, ekmeğini koparıp bir parça aldı. “Abi, adam çatışmadan dönüp oturur oturmaz hala yemek kritiği yapıyor. Gerçekten askerin ruhunu çözmek zor.”

 

Yavuz, kahkaha atarak omzuma vurdu. “Karnı tok adam savaşamaz. Bunu en iyi Altay bilir.”

 

Herkes gülüşürken Burak bana çay uzattı. “Sen de bir şey söylemeden yemeğe gömülüyorsun, anlat bakalım neler oldu?”

 

Bir an sessizlik oldu. Herkes gözlerini bana çevirmişti. Gözlerimi masada gezdirdim. Hepimiz o kadar çok şey yaşamıştık ki, anlatılacak hikâyeler bitmezdi. Ama şu anın huzurunu bozmak istemiyordum.

 

Sakince gülümsedim. “Operasyon bitti. Biz iyiyiz. Ve şu an burada olmak, anlatabileceğim en güzel şey.”

 

Bu sözler üzerine Halil Komutan başını salladı. “En önemli zafer, dönecek bir yerimizin olmasıdır.”

 

Herkes başını onaylar şekilde salladı. Meltem Hanım, Halil Komutan’ın elini tuttu. “O yüzden birbirimize sahip çıkmalıyız.”

 

Aybars, bir kaşık reçeli ekmeğe sürerken konuşmaya daldı. “Baba, şimdi birkaç gün evde misin?”

 

Gözlerimi ona çevirdim. “Evet, aslanım.”

 

Sevinçle gülümsedi. “O zaman bu hafta bol bol oyun oynayacağız!”

 

Ülkü de hemen atıldı. “Ve ben de seninle resim yapacağım baba!”

 

Gülümseyerek başımı salladım. “Tamam, söz. Bu hafta sadece size ait.”

 

O anda hayatın en güzel anlarının savaş meydanlarında değil, böyle kahvaltı masalarında yaşandığını bir kez daha anladım.

 

Ne olursa olsun, biz vardık. Birbirimiz için buradaydık.

 

Ve en büyük zaferimiz de buydu...

 

Masadaki sohbet ve kahkahalar yavaş yavaş yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Herkesin gözleri bana çevrilmişti. Burada, bu sofrada oturan insanların her biri, hayatımın bir parçasıydı. Beraber savaşmış, beraber gülmüş, beraber yas tutmuştuk. Bugün buradaydık ama yarın ne olacağı belli değildi. İşte tam da bu yüzden, içimdekileri dökmenin zamanı gelmişti.

 

Sandalye hafifçe gıcırdarken doğruldum ve gözlerimi tek tek hepsinin yüzünde gezdirdim. Sesim sakindi ama her kelimem yüreğimden geliyordu.

 

“İnsan hayatında iki büyük aileye sahip olur,” diye başladım. “Biri kan bağıyla sahip olduğu, diğeri ise yolda omuz omuza yürürken kazandığı… Ben burada, bu masada, iki aileme de sahibim. Umay, Aybars, Ülkü, Gökay… Kanım, canım, nefesim. İlteriş, Halil Komutanım, Burak, Onur, Fatih, Yavuz, Kerim, Eren, Mustafa Kemal… Siz de benim kan kardeşlerimsiniz. Aynı bayrağın gölgesinde, aynı toprağa ayak basmış, aynı gökyüzüne bakarak yemin etmiş adamlarız.”

 

Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım. Geçmiş gözlerimin önünden geçti. Kaybettiklerimiz, yarım kalan hikâyelerimiz, son mektuplar… Açtığımda sesim titriyordu ama devam ettim.

 

“Biz bu bayrak için yaşar, bu bayrak için ölürüz. Bizim için vatan, sadece haritada çizilmiş sınırlar değil. Vatan, evimizde bizi bekleyen bir fincan çaydır. Çocuğumuzun kokusudur. Bir annenin duasıdır. Biz buradayız diye güvende olan binlerce ailenin huzurudur. Ve bu bayrağın dalgalandığı her yer bizim yuvamızdır.”

 

Masadaki herkesin gözleri dolmuştu. Kimse bir şey söylemiyordu, sadece dinliyorlardı. İçimde yanıp duran ateşi hissediyordum.

 

“Bir adam hayatında üç büyük aşk yaşar,” diye devam ettim. “Biri çocukluğunda kurduğu hayalleridir, biri onu tamamlayan kadındır, biri de uğruna ölmeye yemin ettiği topraklardır. Benim hayallerim çocukken babamın omuzlarında başladı. Sonra Umay’ı tanıdım. Gözlerine her baktığımda, bir adamın hayat boyu sevebileceği tek kadının o olduğunu anladım. Ve en önemlisi, bu vatanın topraklarına düşen her yağmur damlasında, can veren her şehidin mezar taşında, beni ben yapan bu bayrağın gölgesinde sevdim bu toprakları. Bugün buradaysam, bugün nefes alıyorsam, bu sevgiler beni ayakta tuttuğu içindir.”

 

Umay gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinde yaşlar vardı ama aynı zamanda bir gurur da taşıyordu.

 

Derin bir nefes alıp son sözlerime geldim. Ellerimi masaya koydum, başımı dik tuttum.

 

“Biliyorum ki biz bugün varız, yarın yokuz. Ama biz giderken ardımızda bir miras bırakırız. İşte o miras, bizden sonra bu bayrağı devralacak olan çocuklarımızdır. Aybars, Ülkü… Bugün burada, bu masada söz veriyorum. Size güvenli bir gelecek bırakacağım. Babanız, her zaman vatanın, bayrağın ve sizin için savaşacak. Ne olursa olsun, bu toprakları koruyacak. Çünkü siz, bizim en büyük zaferimizsiniz. Ve ben, son nefesime kadar, sizin için, bu vatan için, bayrağım için savaşmaya ant içiyorum.”

 

Herkes derin bir nefes aldı. Gözyaşlarını tutamayanlar başlarını eğdi. Halil Komutan, ağır adımlarla yanıma geldi, elini omzuma koydu. “Sana şahit oldum, evlat,” dedi.

 

İlteriş başını salladı. “Hepimiz şahit olduk.”

 

Masada bir alkış sesi yükseldi. Ardından bir tane daha. Ve bir tane daha… Sonunda tüm oda, sessiz ama anlamlı alkışlarla doldu. Çünkü herkes biliyordu. Bu, bir veda konuşması değildi.

 

Bu, bir adamın hayatını adadığı değerler için ettiği yemindi.

 

Ve ben, bu yeminle yaşamaya devam edecektim....

 

Gözlerimdeki yaşları belli etmemek için başımı hafifçe eğdim. Ama içimde hissettiğim şey ne hüzün ne de pişmanlıktı. Bu, insanın yüreğini sımsıkı kavrayan bir bağlılıktı. Vatana, bayrağa, aileme… Beni ben yapan her şeye.

 

Aybars, yerinde duramayıp yanıma koştu. Küçük kollarını belime doladı. “Baba, sen hep bizimle olacaksın, değil mi?”

 

Onun minik başını avuçlarımın arasına aldım, gözlerinin içine baktım. Gözlerinde hem çocukça bir masumiyet hem de yaşından büyük bir anlama çabası vardı. Yutkunarak, en içten sesimle konuştum:

 

“Benim aslanım… Babalar her zaman çocuklarının yanında olur. Bazen bir gölge gibi, bazen bir dua gibi, bazen de bir hatıra gibi. Ama hep sizinle olacağım. Siz, bu vatanın yarınlarısınız. Ben ve yanımdaki bütün kahramanlar, sizin için bu toprakları koruyoruz. Siz gülerek, korkusuzca büyüyün diye.”

 

Aybars başını salladı ama hala bırakmadı. Ülkü de yanımıza geldi, o da kollarını bana doladı. “Baba, o zaman ben de büyüyünce senin gibi güçlü olacağım!”

 

Gülerek alnına bir öpücük kondurdum. “Sen zaten en güçlü kahramanım oldun bile, kızım.”

 

Bu sözler üzerine Umay yanıma yaklaştı. Onun gözleri her zamanki gibi, bana olan sevgisini kelimelere ihtiyaç bırakmadan anlatıyordu. Hafifçe elimi tuttu. “Altay, her seferinde yüreğim ağzıma geliyor. Ama sen geri döndüğünde, o kalbimi sıkıştıran korku, yerini sonsuz bir gurura bırakıyor.”

 

Onun elini sıktım. “Sana bir söz verdim, Umay. Ne olursa olsun döneceğim. Çünkü beni burada bekleyen en büyük zafer sensin.”

 

Arkamdan Halil Komutan’ın sesi duyuldu. “Peki ya biz? Bizim için de dönecek misin, Altay?”

 

Arkamı dönüp bütün tim arkadaşlarıma baktım. Hepsi gülümseyerek bana bakıyordu. Burak kollarını bağlamış, Fatih ekmeğine bir ısırık alırken başıyla beni onaylamıştı. Mustafa Kemal ve Yavuz sessizce birbirlerine bakıp hafifçe gülümsediler.

 

Derin bir nefes aldım. “Siz benim kardeşlerimsiniz. Beraber girdik bu yola, beraber de devam edeceğiz. Her ne olursa olsun.”

 

İlteriş hafifçe başını eğdi. “İşte böyle, asıl yemin şimdi tamamlandı.”

 

Masadakiler hep bir ağızdan başlarını salladı. O anda anladım ki bu sadece benim değil, hepimizin ettiği bir yemindi. Burada olan herkes, aynı duygularla yaşıyor, aynı korkularla mücadele ediyor, aynı sevgilerle ayakta kalıyordu.

 

Umay başını omzuma yasladı, Aybars ve Ülkü kollarımı sıkı sıkıya tutuyordu. Tim arkadaşlarım gözlerinde o tanıdık ateşle bana bakıyordu.

 

Ve o an, içimden geçen tek şey şuydu:

 

“Ne olursa olsun, bu bayrak dalgalandıkça, bu vatan ayakta kaldıkça biz var olacağız. Ve bizden sonra çocuklarımız da bu kutsal emaneti taşıyacak. Biz gidersek, onlar devam edecek. Ama asla tükenmeyeceğiz.”

 

Başımı kaldırdım, gökyüzüne baktım.

 

Güneş yükseliyordu.

 

Yeni bir gün başlıyordu.

 

Ve biz, vatan nöbetine devam ediyorduk....

 

SON...4

Bölüm : 13.04.2025 20:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...