

Sabah gözlerimi açtığımda, Aybars hâlâ Umay’a sarılmış halde uyuyordu. Küçük nefesi, annesinin boynuna vuruyor, Umay’ın yüzünde huzurlu bir ifade bırakıyordu.
Onları rahatsız etmemek için yavaşça kalktım. Bugün her şeyin biraz daha iyi olması gerekiyordu. Umay’ın vücudu hâlâ zehirle savaşıyordu, ama en azından onu biraz olsun rahat ettirmek benim elimdeydi.
Sessizce mutfağa geçtim, kollarımı sıvayıp işe koyuldum. Kahvaltı, bugün bir savaşçının ihtiyacı olan şeydi. Umay’ın bağışıklığını güçlü tutacak, midesini yormayacak bir şeyler hazırlamalıydım.
Haşlanmış yumurta, taze sıkılmış portakal suyu, hafif peynir ve kepekli ekmek… Zencefil ve bal karışımlı bir bitki çayı da koydum kenara. Midesi kabul eder mi bilmiyordum, ama denemek zorundaydım.
Bıçağı tahta kesme tahtasına vururken aklımdan tek bir şey geçiyordu: Bu kahvaltı, sadece bir öğün değildi. Bu, Umay’a "Buradayım" deme şeklimdi.
Tabağı hazırlayıp mutfağın kapısına yaslandım. Umay ve Aybars hâlâ uyuyordu.
Gülümsedim. Bu sabah, biraz daha güçlü uyanacağız.
Portakal suyunu bardağa dökerken bir hışırtı duydum. Başımı çevirdiğimde, Aybars’ın emekleyerek koridordan bana doğru geldiğini gördüm.
Nasıl indiğinden emin olamadım. Odanın kapısını kapatmamıştım ama yatağın yüksekliği düşündüğümden fazlaydı. Düştü mü, yoksa bir şekilde kendi başına mı indi? Bilmiyordum. Ama minik bedeniyle koridorda bana doğru gelirken yüzünde zafer kazanmış bir ifade vardı.
Bir saniyeliğine panikledim, hızla yanına çömelip ellerimi omuzlarına koydum. "Küçük adam, nasıl geldin buraya?"
Aybars kıkırdadı, sanki büyük bir iş başarmış gibi. "Ben geldim!" dedi, minik ellerini kaldırarak.
Gözüm hemen vücuduna kaydı çizik var mı, bir şey olmuş mu? Neyse ki sapasağlamdı. Ama bu çocuk her gün yeni bir numarayla beni kalp krizine sokuyordu.
Derin bir nefes aldım, gülümseyerek onu kucağıma aldım. "Seninle ciddi konuşacağız genç adam," dedim kaşlarımı çatıp. "Bana haber vermeden maceraya atılmak yok."
Aybars yine kıkırdadı, kollarını boynuma doladı. Benim küçük savaşçım.
"Hadi bakalım, kahvaltıyı birlikte götürelim."
Onu kucağıma alıp masaya yöneldim. Şimdi Umay’ın da uyanmasını bekliyorduk.
Aybars’ı kucağımda tutarken, Umay’ın odadan gelen hafifçe kımıldandığını duydum. Uyanıyordu.
Başımı kapıya çevirdiğimde, yavaşça gözlerini açıp tavana bakan yorgun bir yüz gördüm. Gözleri uykulu ama dalgındı. Belli ki gece tam anlamıyla dinlenememişti.
Aybars da onu fark etti. "Annneee!" diye sevinçle kollarını açtı. Onun için her sabah aynıydı; enerjik, mutlu, eksiksiz.
Umay hafifçe gülümsedi, ama bu gülümsemenin ne kadar zor çıktığını sadece ben anlayabiliyordum. O, savaşmaya yeni başlamıştı.
Yavaşça doğrulmaya çalıştı ama vücudu ona izin vermedi. Gücünü toplaması birkaç saniye sürdü.
Hemen yanına gidip yastıklarını düzelttim. "Yavaş," dedim. "Zorlamana gerek yok."
"İyiyim," dedi ama sesi kısıktı. Boğazı kuruydu, gözleri hâlâ bulanıktı. İlk kemoterapi gecesinden sonra böyle olacağını biliyordum ama görmek yine de zordu.
Aybars, Umay’ın yanına kıvrılmak istedi ama ben onu tuttum. "Önce annen kahvaltısını yapsın, tamam mı küçük adam?"
Umay kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Kahvaltı mı?"
Gülümsemeye çalıştım. "Tabii ki. Özel servis var bugün."
Ona hazırladığım tepsiyi uzattım. Haşlanmış yumurta, hafif peynir, kepekli ekmek, bitki çayı ve taze sıkılmış portakal suyu.
Gözleri tepsiye kaydı, sonra bana döndü. Bir şey söylemedi ama bakışları yeterince şey anlatıyordu. Minnettardı. Ama aynı zamanda, boğazından bir lokma bile geçmeyeceğini biliyordu.
"Deneyeceksin," dedim nazik ama kararlı bir sesle. "Az da olsa, birkaç lokma."
Derin bir nefes aldı, başını hafifçe salladı. "Tamam."
Elini titreyerek uzatıp ekmeği aldı. Benim için küçük ama onun için büyük bir adımdı.
Aybars, sabırsızca ona bakıyordu. "Hadi anne, ye!"
Umay hafifçe gülümsedi ve ilk lokmasını aldı.
O an, bu savaşı birlikte kazanmaya başladığımızı hissettim.
Umay, birkaç lokma aldıktan sonra yüzü hafifçe buruştu. İştahı yoktu, belli ki midesi bulanıyordu. Çayına uzandı, küçük bir yudum aldı ama devam edemedi.
Başını hafifçe iki yana salladı. "Altay, daha fazla yiyemem," dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.
İtiraz etmedim. Onu zorlamak istemiyordum ama güçsüz düşmesine de izin veremezdim. Tepsiyi usulca çektim, kenara bıraktım.
Ardından ilaçlarını ve bir bardak suyu uzattım. "Bunları alman lazım."
Gözleri ilaçlara kaydı, sonra bana baktı. Kemoterapiden sonra bu ilaçların da yan etkileri vardı. Midesini bulandıracak, vücudunu daha da halsiz bırakacaktı ama almazsa daha kötü olacaktı.
"Biliyorum," dedi yorgun bir ifadeyle. Sonra elini uzatıp ilaçları aldı, suyu içip başını yastığa geri yasladı.
Aybars hâlâ ona bakıyordu, küçük gözleri merakla annesinin hareketlerini takip ediyordu. Ona bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatamazdık ama hissettiğini biliyordum.
Umay gözlerini kapatmadan önce bana bakıp hafifçe gülümsedi. "Teşekkür ederim, Altay."
Elini tuttum, hafifçe sıktım. "Her zaman, kraliçem."
Şimdi biraz dinlenmesi gerekiyordu. Ve ben de, ne olursa olsun, onun yanında olacaktım.
Elini tutarken hafifçe sıktım, “Umay’ım,” dedim yumuşak bir sesle. “İstersen seni salona götüreyim. Kanepeyi rahat ettirmek için hazırladım. Hafif bir film açarız, hem biraz değişiklik olur.”
Gözlerini yavaşça açtı, bir an düşündü. Bütün gün yatakta kalmasının ona iyi gelmeyeceğini biliyordum. Ama aynı zamanda çok yorgundu.
"Beni taşımayacaksın, değil mi?" diye sordu, yorgun ama belli belirsiz bir gülümsemeyle.
Ben de hafifçe güldüm. "Eğer benden kaçmak istiyorsan, kendi başına yürümek zorundasın."
Derin bir nefes aldı ve hafifçe doğrulmaya çalıştı. Hemen beline destek verdim ama zorlamadım. Adım adım, kendisinin yapması gerekiyordu.
Aybars heyecanla kollarını çırptı. "Hadi anne, film izleyelim!"
Umay gözlerini kırpıştırdı, sonra başını salladı. "Tamam, ama ağır bir şey olmasın. İçinde çok aksiyon olan şeyler kaldıracak durumda değilim."
"Biliyorum," dedim. "Hafif bir şey açacağım, söz."
Yavaşça ayağa kalkmasına yardımcı oldum. Adımlarını dikkatlice attı, zayıf ama dirençliydi. Aybars, onun yanına takılıp minik adımlarıyla peşimizden geldi.
Salona vardığımızda kanepeyi rahat ettirmek için yastıklar koymuştum. Onu nazikçe oturttum, üzerine battaniyesini örttüm.
"Ne izleyelim bakalım?" diye sordum kumandayı elime alırken.
Umay başını yastığa yasladı, gözleri hâlâ yorgundu ama huzurluydu. "Beni uyutacak bir şey," dedi fısıltıyla.
Gülümsedim. "O iş bende."
Ve filmi açtım. Bu anların kıymetini bilmek gerekiyordu. Çünkü her yeni gün, bizim için bir zaferdi.
Umay’ın fazla yorulmasını istemediğim için hafif, sakin ve duygusal bir film seçmeliydim. Çok aksiyonlu veya yoğun dram içeren bir şey kaldıracak durumda değildi.
Gözüm ekrandaki listede gezindi, sonra durdum. "Mucize" (Wonder, 2017)
Yumuşak, umut veren bir hikâyeydi. Hayatın zorluklarına karşı direnmenin, sevginin ve ailenin gücünü anlatan bir film. Umay için de, benim için de en iyi seçim buydu.
"Bunu açıyorum," dedim. "Hafif, güzel ve umut verici bir şey izleyelim, olur mu?"
Umay gözlerini yarı açık şekilde bana baktı ve başını hafifçe salladı. "Olur, sen ne seçersen izlerim."
Aybars ise anlamasa da heyecanla battaniyenin altına girdi. "Baba, bu güzel mi?"
Gülümsedim, "Evet küçük adam, çok güzel," dedim ve filmi başlattım.
Kanepeye yaslanıp Umay’ın elini tuttum. Bu anlar, her şeyden kıymetliydi.
Mart ayına girmemizle birlikte Aybars 13 aylık olmuştu. Zaman öyle hızlı geçmişti ki, daha dün kucağıma ilk aldığım an gözümün önündeydi. Şimdi ise kendi başına emekleyip bana masal okumaya çalışan küçük bir adamdı.
Diş çıkarma döneminin en zor günlerini atlatmıştık. Geceleri uykusuz kalıp ağlamalar, huzursuzluk, ateş… Bunların hepsi artık geride kalmıştı. Şimdi sadece ara sıra diş kaşıma ihtiyacı hissediyor, ama eskisi kadar huysuz olmuyordu.
"Oğlum büyüyor," diye düşündüm ona bakarken. Şu küçücük yaşında bile annesinin yanında olmak için elinden geleni yapıyordu.
O, dünyaya geldiğinde hayatım değişmişti. Ama şimdi… Şimdi her zamankinden daha fazla güçlü olmak zorundaydım. Onun için. Umay için. Ailemiz için.
Salonda, battaniyenin altına kıvrılmış annesine sokulmuş hâlde uyuklarken, ben de içimden bir söz verdim:
Bu savaşı kazanacağız. Hem Umay için, hem de Aybars’ın annesini büyürken yanında görebilmesi için.
Film devam ederken, Umay’ın göz kapakları yavaş yavaş düştü. Önce direnmeye çalıştı, ama yorgun bedeni fazla dayanamadı. Başını kanepeye yasladı, nefesi derinleşti ve uykuya daldı.
Bu, iyi bir şeydi. Uyuması gerekiyordu.
Kalkıp sessizce battaniyesini düzelttim, alnına hafif bir öpücük kondurdum. Umay dinlenirken, benim de bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Trendyol’dan aldığım sterilizasyon makineleri ve hijyen kitleri dün kargoyla gelmişti. Şimdi onları kurmanın zamanıydı.
Kutuları açarken Aybars meraklı gözlerle beni izliyordu. Küçük elleriyle kutulara dokunuyor, ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. Babasının neden bu kadar dikkatli ve sessiz hareket ettiğini sorguluyordu sanki.
"Baba, bu ne?" diye mırıldandı, minik parmaklarıyla makinenin kenarına dokunarak.
Gülümsedim, "Bu annemizin mikroplardan korunması için küçük bir süper kahraman makinesi."
Aybars’ın gözleri büyüdü. "Süpaa kahaman?"
"Aynen öyle küçük adam."
Sessizce makineleri yerleştirdim. Hava sterilizasyon cihazı, ultraviyole ışıklı steril kutular, antibakteriyel filtreler… Artık Umay için en ufak bir mikrop bile riskti. Bunlar belki küçük önlemlerdi ama benim için savaşı kazanmaya giden yolda önemli bir adımdı.
Aybars hâlâ beni izliyordu. Küçük gözleriyle büyük şeyleri anlamaya çalışıyordu.
Elimi uzattım, başını hafifçe okşadım. "Bunları annemiz için yapıyoruz. Çünkü biz, ona en iyi şekilde bakacağız."
Aybars başını salladı, ne kadarını anladığını bilmiyordum ama hissettiğine emindim. Bu evde herkes, kendi savaşını veriyordu.
Makineleri kurduktan sonra, ilk denemeyi yapmak için mutfaktan birkaç kaşık aldım. Sterilizasyonun gerçekten işe yarayıp yaramadığını görmek istiyordum.
Aybars hâlâ yanımda, büyük bir ciddiyetle beni izliyordu. Ona göre bu, babasının gizli bir göreviydi ve her an bir mucize yaşanabilirdi.
Kaşıkları UV sterilizasyon kutusuna yerleştirdim, kapağını kapattım ve düğmeye bastım. Mavi ışık içeri yayıldı, cihazın içinden hafif bir vızıltı geldi.
30 saniye boyunca bekledik.
Makine sustuğunda kapağı açtım, kaşıkları aldım. Tertemiz ve sıcaktılar.
Aybars heyecanla elini uzattı, “Baba, ışıklı kaşıklar!” diye kıkırdadı.
Gülümseyerek birini eline verdim. “Evet küçük adam, artık annemizin her şeyi mikroptan arınmış olacak.”
İlk test başarılıydı. Şimdi diğer eşyaları da sırayla temizlemeye başlayabilirdim. Bu küçük detaylar, Umay’ı güvende tutmamın bir parçasıydı.
O savaşı içeriden veriyordu. Ben ise dışarıdan ona kalkan olmaya devam edecektim.
İlk denemeden sonra makinelerin işe yaradığını gördüğümde, bu sefer daha büyük bir adım atmanın zamanı gelmişti.
Buharlı sterilizasyon makinesini çalıştırıp, evi baştan aşağı mikroplardan arındırmaya başladım. Sıcak buhar, koltukların, halıların ve Umay’ın dokunabileceği her yüzeyin üzerinden geçti. Bu artık sadece temizlik değildi, bir savaş stratejisiydi.
Aybars kıkırdayarak peşimden koşuyordu. "Baba, duman çıkıyor!" diye heyecanla bağırdı.
"Bu sihirli bir duman, küçük adam," dedim gülümseyerek. "Evimiz artık tertemiz olacak."
Mutfak tezgahlarını, Umay’ın en çok vakit geçirdiği yerleri, kapı kollarını ve hatta Umut’un uyuduğu alanı bile sterilize ettim. Onun bile Umay için bir tehdit olmaması gerekiyordu.
Bu sadece bir temizlik değildi. Bu, Umay’ı hayatta tutmak için yaptığım en küçük ama en önemli mücadelelerden biriydi.
Son olarak cihazı kapattım, derin bir nefes aldım. Evimizi steril bir kaleye çevirmiştim.
Şimdi geriye tek bir şey kalıyordu. Umay’ın bu savaşta kendini yalnız hissetmemesi.
Umay için hazırladığım köşeyi tamamladıktan sonra, elimde bir sürü küçük not kağıdıyla oturdum.
Her biri, ona olan sevgimi, desteğimi ve onun bu savaşı kazanacağına olan inancımı hatırlatmalıydı.
Derin bir nefes aldım ve yazmaya başladım:
"Sen benim en büyük zaferimsin. Ne olursa olsun, bu savaşı kazanacağız."
"Bugün kendini yorgun hissedebilirsin ama unutma: Sen yenilmezsin."
"Sen benim Umay’ımsın. Gücün, güzelliğin, ışığın asla sönmeyecek."
"Her nefesinde, her adımında yanındayım. Asla yalnız değilsin."
"Bir gün geriye dönüp baktığında, bu savaşı nasıl kazandığını göreceksin."
"Maske takıyorsun, ama yüzünün arkasındaki o muhteşem kadın hâlâ orada. Ve ben ona her gün yeniden âşık oluyorum."
"Bugün zor geçebilir, ama unutma: Sen fırtınalara kafa tutan bir kraliçesin."
"Beni her düşündüğünde, elimi omzunda hisset. Seni seviyorum, Umay’ım."
"Bir nefes al, gözlerini kapat, gücünü hatırla. Çünkü sen güçsüz olamazsın!"
"Maske sadece bir koruyucu. Senin gerçek zırhın kalbinin içindeki savaşçı ruh."
"Bu notu okuduğunda, bir kez gülümse. Çünkü sen gülümsediğinde dünya daha güzel oluyor."
"Eğer bugün zor gelirse, hatırla: Senin için savaşan bir adam var. Ve seni her şeyden çok seviyor."
"Her adımında seni sevdiğimi hatırla. Çünkü her adımın, bizi zaferimize biraz daha yaklaştırıyor."
Notları küçük bir kutuya doldurdum ve maskelerin, eldivenlerin yanına koydum.
Her evden çıkarken bir tane okuyup öyle çıkacaktı.
Bu sadece bir hastalıkla mücadele değildi. Bu, ona her gün yeniden sevildiğini hatırlatma mücadelesiydi.
Kutuyu maskelerin ve eldivenlerin yanına yerleştirdim. Umay her dışarı çıkarken bir not alacak ve onu yanında taşıyacaktı. Her kelimenin, her satırın ona güç vermesini istiyordum.
Tam her şeyi yerleştirip geriye çekildiğimde, Umay sessizce arkamda belirdi.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu yorgun ama meraklı bir sesle.
Dönüp ona baktım. Yüzü hâlâ solgundu ama bakışlarında bir şeyler değişmişti. Bir süredir ilk kez meraklı ve şaşkın görünüyordu.
"Senin için küçük bir köşe hazırladım," dedim hafif bir gülümsemeyle. "Maskelerin, eldivenlerin… Ve her evden çıkarken alman gereken bir şey daha."
Gözleri kutuya kaydı. Eğilip kapağını açtı ve içindeki notlardan birini aldı.
"Bir gün geriye dönüp baktığında, bu savaşı nasıl kazandığını göreceksin."
Cümleyi sessizce okudu. Gözleri bir an bulanıklaştı, dudakları titredi ama hemen toparladı kendini. Sonra başını kaldırıp bana baktı.
"Altay…" Sesi neredeyse fısıltı gibiydi. "Sen… sen nasıl bir adamsın?"
Gülümsedim, "Sadece eşinin yanında olmak isteyen bir adamım," dedim. "Ve bu savaşı birlikte kazanacağız."
Umay, notu avucunun içinde sıktı ve derin bir nefes aldı. Sonra hafifçe başını salladı.
"Evet, kazanacağız."
Ve o an anladım… Bazen en büyük zaferler, en küçük anların içinde saklıydı.
"Gel, kendini yormaman lazım," dedim yumuşak bir sesle. "Yemek yapamadım, biraz evle uğraştım ama hemen mutfağa giriyorum. Sen sadece dinlen, tamam mı, papatya?"
Minik burnunu sevdim, o an yüzünde beliren yorgun ama içten gülümseme, dünyanın en güzel şeyiydi.
Tam mutfağa yönelirken, Umay elimi tuttu. Sıcak, zayıf ama hâlâ güçlüydü.
"Birlikte yapalım mı?" diye sordu.
O an içimden, “Yorgunsun, kendini zorlamamalısın,” demek geldi ama gözlerindeki ışığı görünce sustum.
Bu sadece yemek yapmak değildi. Bu, birlikte bir şeyler yapabilmekti. Hayata, normale, bizim olan düzene tutunmak…
Gülümseyerek başımı salladım. "Tamam o zaman, ama ağır işleri ben yaparım."
"Tabii, şef sensin," dedi hafifçe gülümseyerek.
Ve o an, mutfağa sadece yemek yapmak için değil, birbirimize destek olmak için adım attık.
Mutfağa geçtiğimizde kollarımı kavuşturup ciddi bir şef edasıyla Umay’a döndüm.
“Ne yemek istersiniz, Umay Hanım?” dedim, sesime hafif bir Fransız aşçı tonu katarak. "Bugünün özel menüsünde her şey mevcut. Tabii, şefin yetenekleri çerçevesinde!"
Umay gözlerini devirdi ama yüzündeki gülümseme yorgunluğunun arasından sıyrılmıştı. Beni her hâlimle seviyordu ve ben de onu güldürebildiğim her anı kazanılmış bir savaş olarak görüyordum.
"Ağır bir şey istemem," dedi düşünceli bir şekilde. "Ama sıcak ve rahatlatıcı bir şey olabilir."
Kaşlarımı kaldırıp dramatik bir şekilde düşündüm. "Hmm… O zaman kremalı sebze çorbası ve yanına hafif bir zeytinyağlı mı desem?"
Umay başını salladı. "Çorba güzel olur. Bir de sen ne yaparsan yerim, çünkü fazla seçenek sunarsan kafam karışacak."
"Tamamdır!" dedim, kolları sıvayarak. "Şef Altay mutfağa giriyor!"
Aybars bir anda bacaklarıma sarıldı. "Baba, ben de yardım edeyim mi?"
Gülerek eğildim. "Tabii küçük adam, ama sen çorbayı karıştırma kısmına geçmeden önce biraz antrenman yapalım!"
Umay sandalyeye oturdu, bir yandan bizi izlerken bir yandan da mutfağa girmesinin doğru olup olmadığını tartıyor gibiydi. Ama ben onun burada olmasını istiyordum. Bu sadece yemek yapmak değildi, birlikte olmaktı.
Ve bugün, kazanmamız gereken en önemli şey buydu.
Aybars’la bir olup mutfağı savaş alanına çevirmiştik. Un tezgâha dökülmüş, havuç parçaları masanın her yerine yayılmış, tencerenin içindeki çorba olması gerekenden daha fazla karıştırılmıştı. Küçük adam kepçeyi alıp tencereye daldırıyor, her seferinde fazla güçlü karıştırıp sıçratıyordu.
"Baba oldu mu?" diye sordu, gözlerinde muzip bir parıltıyla.
Kaşlarımı kaldırıp çorba sıçramış önlüğüme baktım. "Kesinlikle oldu, küçük şef. Senin yeteneğin tartışılmaz!"
Aybars kıkırdadı, ama tencereye bakınca ciddileşti. "Ama biraz döküldü galiba..."
Tam dökülenleri temizlemeye çalışırken, küçük elleriyle un torbasına daldı ve beni un yağmuruna tuttu. Bir anda önlüğüm bembeyaz oldu.
"Aybars!" dedim kahkahamı zor bastırarak.
O sırada gözüm Umay’a kaydı. Sandalyeye yaslanmış, başını hafifçe yana yatırmış, gözleri neşe içinde bizi izliyordu.
Yorgundu, bitkindi ama gülümsüyordu.
Bu savaşta, bazen kazanç bir kaşık çorba içebilmek değil, bir anlığına da olsa her şeyi unutup gülebilmekti.
Derin bir nefes aldım, içimden "İşte bu yüzden buradayız," diye geçirdim. Mutfağın anasını ağlattık belki ama Umay’ın yüzüne o gülümsemeyi geri getirmeyi başardık.
Ve benim için en değerli zafer buydu.
Kapı çaldığında Aybars hâlâ kucağımdaydı. Tulumuma un bulaşmış, yüzümde bir iki sebze parçası vardı ve tencereden sıçrayan çorba lekeleri hâlâ önlüğümdeydi. Ama asker refleksi devreye girdi, anında kapıya yöneldim.
Kapıyı açtığımda karşımda tüm tim sıralanmıştı. Ulaş, İlteriş, Mustafa Kemal, Burak, Eren, Yavuz, Onur, Kerim ve Fatih. Her biri dimdik duruyordu, ama yüzlerinde bastırılmış bir gülümseme vardı.
Burak dayanamayıp, "Komutanım, harbe mi girdiniz, mutfak mı bombalandı?" diye sırıttı.
Gözlerimi kıstım, sert bir ifadeyle "Geçin içeri. Ve çenelerinizi kapatın," dedim. Sonra ciddiyetle ekledim: "Ama önce kendinizi adam akıllı steril edin."
Hiçbiri itiraz etmedi. Askerde disiplin ne demekti, çok iyi biliyorlardı.
Eldiven, maske, dezenfektan… Ellerindeki çiçek buketini bile steril ettiler. Fatih, çiçeğe dezenfektanı sıkarken "Komutanım, biz bu meslekte çok şey gördük ama steril çiçek gördüğümüzü hatırlamıyorum," diye mırıldandı.
Mustafa Kemal başını salladı. "Artık gördün."
Onları içeri aldım, herkes sırayla dezenfekte olup oturma odasına geçti.
Umay, mutfaktan olanları duyup hafifçe başını uzattı. Yorgun ama şaşkındı. Tim’i tam kadro karşısında görmek onu duygulandırmıştı.
Burak, sterilize olmuş çiçek buketini nazikçe Umay’a uzattı. "Umay yenge, en güçlü savaşçıların en güçlüsüne, geçmiş olsun çiçeklerimiz."
Umay gözlerini kırpıştırdı, sonra hafifçe gülümsedi. "Çok teşekkür ederim çocuklar," dedi, sesi hâlâ yorgundu ama içtendi.
Aybars hâlâ kucağımda, büyük gözlerle olanları izliyordu. "Baba, bunlar bizim süper kahramanlar mı?" diye fısıldadı.
Gözlerim timime kaydı, sonra oğlumun saçlarını okşadım.
"Evet, küçük adam. Bunlar bizim en sağlam kahramanlarımız."
Son olarak Yaseminka elinde bir tepsi kekle içeri girdi. Odasına çekilmişti ama boş durmamış, mutfağa girip bir şeyler hazırlamıştı.
“Herkes steril oldu mu? Çünkü bu kek hijyen kurallarına uymayanlara yasak,” dedi şakayla karışık bir sesle.
Tim gülüştü, ama benim gözüm doğrudan keke kaydı.
Şeker, un, yağ… Umay için fazla ağırdı. Bağışıklığı zaten zayıflamıştı, kemoterapi sonrası vücudu her şeyi tolere edemezdi.
Yaseminka’nın hevesini kırmak istemedim ama Umay’ın sağlığını da riske atamazdım.
Elimi hafifçe kaldırıp, Yaseminka’ya belli belirsiz bir uyarı gönderdim. O an anladı. Gözleri bana kaydı, sonra Umay’a baktı ve konuyu uzatmadı.
Umay, kekin kokusunu alınca gözleri hafifçe parladı. "Çok az yiyeyim mi?" diye sordu, sesi neredeyse suçlu bir çocuk gibiydi.
İçimde bir savaş verdim. Bir yandan sağlığını düşünüyordum, bir yandan da canının çektiği şeyi yemesine kıyamıyordum.
Derin bir nefes aldım. "Tamam," dedim. "Ama sadece iki çatal."
Umay gülümsedi. İlk çatalı aldı, sonra ikincisini. Daha fazlasını yemek istediğini biliyordum ama vücudu buna hazır değildi. O yüzden üçüncü çatalı elinden aldım ve kendi ağzıma attım.
"Kalanı ben yerim, kraliçem," dedim gülümseyerek.
Umay hafifçe gözlerini devirdi ama pes etti. Ben onun canı çektiği şeyi tatmasına izin vermiştim, o da bana geri kalanını yemeye.
Ve böylece, küçük bir zaferi daha birlikte kazandık.
Tim, keklerini bitirirken içlerinden biri lafı patlattı:
“Hasta ziyaretinin kısası makbulmüş, komutanım.”
Herkes hafifçe güldü, ama bu işin bir nezaket olduğunu da biliyorlardı. Umay yorgundu ve daha fazla ayakta tutamazdık.
Birer birer Umay’a geçmiş olsun dileyip kapıya yöneldiler. Çıkmadan önce Fatih, "Komutanım, biz buradayız, ne olursa olsun," dedi ciddi bir sesle.
Başımı salladım. "Biliyorum."
Kapı kapandığında geriye sadece Yaseminka, İlteriş, Ulaş ve Burak kalmıştı. Ama onlar bile Umay’dan uzak, koltukların köşelerine çekilmiş şekilde oturuyorlardı.
Bunu bilerek yapıyorlardı. Ne kadar yaklaşırlarsa, o kadar risk olurdu.
İlteriş ellerini ovuşturup sessizce oturuyordu. Burak arada Umay’a bakıyor ama fazla konuşmamaya dikkat ediyordu.
Ulaş, elindeki kahve bardağıyla başını bana doğru eğdi. "Bir ihtiyacınız var mı, Altay?"
Gözüm Umay’a kaydı. O artık gözleri kapanmak üzere olan bir savaşçı gibiydi.
"Şimdilik her şey yolunda," dedim, ama biliyordum, yolunda olan pek bir şey yoktu.
Yaseminka, “O zaman fazla kalmayalım,” diye fısıldadı. "Umay biraz daha dinlenmeli."
Herkes başını salladı. Biz burada olsak da, onun ihtiyacı olan şey sessizlikti.
Ve savaş, onun için daha yeni başlıyordu.
Oturma odasında sessiz bir anlaşma vardı. Kimse uzun uzun konuşmuyordu ama herkes ne yapması gerektiğini biliyordu.
Burak gözlerini Umay’dan ayırmadan arkasına yaslandı. Belki bir şey söylemek istiyordu ama kelimeleri seçmek zordu. O, lafı dolandırmayı sevmezdi ama bazen en sert adamlar bile ne diyeceğini bilemezdi.
İlteriş, elini çenesine dayamıştı. Onun aklı hep bir adım sonrasını hesaplamaya çalışıyordu. "Altay'ın neye ihtiyacı olur? Umay için ne yapabiliriz?" Biliyordum, kafasında bunlar dönüyordu.
Ulaş, sessiz ama tetikteydi. O her zaman "gerektiğinde harekete geçen adamdı." Şimdi bir şey yapması gerekmiyordu, ama zamanı geldiğinde arkamda olacağını biliyordum.
Yaseminka ise Umay’a en yakın olan kişiydi. Gözlerini ondan ayırmadan yanında duruyor, içten içe onun ne hissettiğini anlamaya çalışıyordu. Ama gerçek şu ki, bu savaşı yalnızca Umay verebilirdi.
Umay başını yastığa yasladı, gözleri kapanıyordu ama hâlâ uyumamak için direniyordu. O, güçsüz görünmekten nefret ederdi.
Elini tuttum, "Yat biraz, dinlen," dedim yumuşak bir sesle.
Gözlerini açıp bana baktı. Yorgundu. Ama gözlerinde o tanıdık ışık vardı.
"Hepiniz buradasınız ama ben hâlâ yalnız savaşıyorum gibi hissediyorum," dedi fısıltıyla.
Odaya bir sessizlik çöktü. Herkes ne diyeceğini düşündü ama kimse ilk sözü söylemeye cesaret edemedi.
Sonunda Burak hafifçe öne eğildi, "Çünkü en büyük savaşlar, insanın içinde verilir, Umay yenge," dedi. "Ama bu, yalnız olduğun anlamına gelmez."
Gözlerini hafifçe kapattı, başını yastığa daha fazla gömdü. Yorgunluğu ona izin vermiyordu ama o da artık yalnız olmadığını biliyordu.
Ve o an, herkesin tek bir amacı vardı: Bu savaşı kazanana kadar Umay’ı ayakta tutmak.
Herkes gittikten sonra evin içi sessizleşti. Umay uyumaya çalışıyordu ama uykuyla uyanıklık arasında gidip geliyordu. Evin havasını tazelemek gerekiyordu.
Sessizce kalkıp pencereyi açtım. Soğuk ama ferahlatıcı bir bahar havası içeri süzüldü. Kedi korumalığı sayesinde Umut da güvendeydi, pencerenin kenarında miskince oturuyordu. Bunu da düşünmüştüm. Umay’ın bağışıklığı zayıfladığı için kedinin dışarıyla temasını kontrol altında tutmalıydım.
Artık her detay, onun sağlığıyla ilgiliydi.
İçim biraz olsun rahatlamıştı. Pencereyi açık bırakarak oturdum ve Aybars’ı kucağıma aldım. Küçük adam hemen neşeyle hareketlenip oyun moduna geçti.
"Baba, uçak yap!" dedi minik kollarını açarak.
"Uçak mı? Peki, hazır mısın pilot Aybars?"
Onu havaya kaldırıp güya bir savaş uçağı gibi sesler çıkardım. O ise kıkırdayarak kollarını çırpıyordu. Gülüşleri, evi doldurdu.
O sırada gözüm Umay’a kaydı. Başını hafifçe yana yatırmış, bizi izliyordu.
Yorgundu, ama gözlerinde huzurlu bir ifade vardı. Gülümsüyordu.
Bunu görmek bile yetti. O, her şeyin kötüye gittiğini düşündüğünde bile, biz buradaydık.
Ve bu evde, savaş sadece hastalığa karşı verilmiyordu. Sevgiyi korumak, umutlu kalmak da bir savaştı.
Ve biz, bu savaşı kazanmaya kararlıydık.
Aybars hâlâ kollarımdayken uzaktan kumandayı aldım ve Susam Sokağı’nı açtım.
"Baba, Elmo!" diye sevinçle bağırdı, minik elleriyle ekrana işaret ederek.
Gülümseyerek onu kanepeye oturttum, o an dünya sadece onun için vardı. Çizgi film başladığında, gözlerini ayıramaz hâle geldi.
Bu benim için bir fırsattı. Hızlı ve sessiz bir şekilde hareket ettim.
Sterilizasyon makinelerini çalıştırdım, tüm yüzeyleri dezenfekte ettim. Kapı kolları, masa, Aybars’ın oyuncakları, hatta Umay’ın battaniyesi bile steril edildi. Her şeyin hijyenik olması gerekiyordu, çünkü Umay’ın vücudu artık en ufak bir mikroba bile karşı savunmasızdı.
Son iş olarak pencereyi kapattım, odanın havasının temizlendiğinden emin oldum.
Sonra sessizce Umay’ın yanına oturdum.
O, gözleri kapalı ama tam anlamıyla uyumamış gibiydi. Benim geldiğimi hissedince hafifçe başını çevirdi.
"Bitti mi temizlik hastası adam?" diye fısıldadı.
Gülümsedim, "Senin için her şey mükemmel olmalı, kraliçem," dedim.
Yorgun ama sevgi dolu bir bakış attı. Elimi tuttu, parmakları hâlâ hafif soğuktu.
Ve biz, Aybars’ın kahkahalarının Susam Sokağı’na karıştığı bu anın içinde, savaşımızı bir gün daha kazanmıştık.
Umay’ın elini tutarken derin bir nefes aldım. Ona bakınca, gitmek istemediğimi daha da iyi anlıyordum.
Başımı yastığa yasladım ve huysuzca mırıldandım: "Yarın yine işe gitmem gerekecek…"
Umay gözlerini hafifçe araladı, yorgun ama alaycı bir bakış attı. "Askerlik zor iş, Altay Bey," dedi gülümseyerek.
"Keşke mesai bitince burada kalabilsem," dedim iç geçirerek. "Ama sabah kalkıp yine görev bölgesine gideceğim."
Elimi sıkıca tuttu. "Ben iyiyim," dedi fısıltıyla. "Senin kafanın rahat olması için iyi olmam gerektiğini biliyorum."
O böyle dedikçe içimdeki huzursuzluk arttı. Ona bakmadan da yalan söylediğini anlayabiliyordum. İyiydi, ama tam anlamıyla değil. Zorundaymış gibi güçlü duruyordu.
Başımla onayladım, "Yine de her saat başı ararım," dedim. "Beni engellemek gibi bir şey düşünme."
Umay hafifçe güldü. "Beni kaç yıllık tanıyorsun, Altay?" dedi. "Her saat başı ararsan telefonu açmam."
Kaşlarımı çattım, "O zaman Yaseminka’yı devreye sokarım."
Umay gözlerini devirdi ama yüzündeki gülümseme silinmedi. Beni düşündüğünü, gitmemi istemediğini biliyordum ama o da benim görevimi yapmam gerektiğini biliyordu.
Bana döndü, sesi kısık ama netti. "Sabah beni vedasız bırakma, tamam mı?"
Gözlerinin içine baktım. "Asla," dedim. "Sabah en az üç kere öpmeden gitmeyeceğim."
Elimi sıktı. Ve ben, içim buruk bir şekilde yarını düşünerek gözlerimi kapattım.
Telefon çaldığında Umay’ın elini yavaşça bıraktım ve hızla yerimden kalktım. Eğer Halil Komutan bu saatte arıyorsa, önemli bir şey vardı.
Telefonu açarken içimde garip bir his vardı. "Altay," dedi Halil Komutan’ın tok sesi. "Seni timin başından aldık ve eğitim komutanlığına transfer ettik."
Bir an beynim durdu. Yanlış mı duydum?
Komutan devam etti, sesi kararlıydı: "Artık Umay iyileşene kadar timle göreve çıkmayacaksın."
"Komutanım, yapmayın!" diye itiraz ettim, sesimi alçak ama sert tuttum. "Böyle idare ediyorduk. Hem ben görevdeyken de burayı kontrol altında tutabiliyorum."
"Altay, çok yoruluyorsun evlat," dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı ama tartışmaya kapalıydı. "Timinin başına ben geçiyorum. Siz iyi olana kadar bu böyle devam edecek."
Birkaç saniye cevap veremedim. İçimde büyük bir ağırlık çöktü.
Timsiz bir komutan olabilir miydi?
Bunca yıl savaşıp yan yana yürüdüğüm adamlardan, emir komuta zincirinden, sahadan kopmak... Bu, benim için bir rütbe kaybı değil, kimlik kaybı gibiydi.
Ama Halil Komutan’ın sesi netti. Karar verilmişti.
Boğazımdaki düğümü yutkundum. "Emredersiniz, komutanım," dedim, ama içim parçalanıyordu.
Bir komutan timinden vazgeçebilir miydi?
Ya da asıl soru şuydu: Bir adam, hem ailesini hem savaş meydanını kaybetmeden nasıl ayakta kalabilirdi?
Boğazımda koca bir düğüm vardı. Bunca yıl omuz omuza savaştığım timden koparılmak… Bu, sadece bir görev değişikliği değildi. Benim için savaş alanı, kimliğimin bir parçasıydı.
Ama Umay’a hiçbir şey belli etmemeliydim. Onun en büyük ihtiyacı, benim güçlü kalmamdı.
Gözlerim doldu, içime çektiğim nefesi kontrol edemedim ve sessizce ağlamaya başladım.
Başımı öne eğdim, omuzlarım titremesin diye kendimi sıktım. Gözyaşlarım, içime akıyordu.
Sonra derin bir nefes alıp toparlandım. "Aşkım, ben hemen geliyorum," dedim Umay’a. Sesimi sakin tuttum.
Umay gözlerini hafifçe araladı, "Bir şey mi oldu?" diye fısıldadı.
Hafifçe gülümsedim. "Yok bir tanem, sadece hava alıp geleceğim."
Başını salladı ama yüzüme dikkatlice baktı. Bir şeyler sezmişti ama soracak gücü yoktu.
Hemen evden çıktım, hızlı adımlarla apartman merdivenlerinden indim. Asansöre binmek bile fazla beklemek olurdu.
Ulaş’ın dairesine geldim, kapıyı iki kere sertçe çaldım. Kapıyı açar açmaz, yüzümdeki ifadeyi görünce kaşlarını çattı.
"Ne oldu lan? Sen niye böyle…?"
Hiçbir şey demedim, doğruca içeri girip arkamdan kapıyı kapattım.
Arkamı duvara yasladım, başımı öne eğdim ve derin bir nefes aldım. Sonra, yıllardır ilk defa gerçekten çözüldüm.
"Beni timden aldılar, Ulaş." Sesim çatallı çıktı.
Ulaş, birkaç saniye hiçbir şey söylemedi. Sonra sessizce mutfağa yöneldi, iki bardağa sert bir şekilde su doldurdu, birini bana uzattı.
"Konuş."
Ve ben, içimde tuttuğum her şeyi, ilk defa gerçekten dışarı vurdum.
Kelime kelime anlatırken, sinirim tamamen boşaldı. İlk başta sadece sesim titriyordu, ama sonra kontrol edemedim. Öfke, hayal kırıklığı ve çaresizlik birbirine karıştı.
"Beni timden aldılar, Ulaş!" dedim dişlerimi sıkarak. "Bu ne demek biliyor musun? Savaş alanından, kardeşlerimden, elimden her şeyi aldılar!"
Ulaş, karşıma geçmiş, kollarını göğsünde bağlamış, sessizce dinliyordu. Ama gözleri her şeyi söylüyordu. O beni anlıyordu.
"Benim yerimde Halil Komutan varmış! Ben artık sahada değil, eğitimde olacağım. Eğitim! Ulan ben sivil hayatın içinde nasıl yaşayacağım?!"
Bardağı sıktım, elim terlemişti. Gözyaşlarımı silmeye bile çalışmadan konuşmaya devam ettim.
"Komutanım iyiliğimi düşündüğünü söylüyor. ‘Umay iyileşene kadar’ diyor ama ya sonra? Sonra ne olacak Ulaş? Ben döndüğümde hâlâ eskisi gibi olabilecek miyim?"
Sesim çatladı, dudaklarım titredi. "Ben… ben bir askerim Ulaş. Savaşmaktan başka bildiğim bir şey yok. Timsiz… ben kimim?"
Ulaş derin bir nefes aldı, suyu bir dikişte içti ve bardağı masaya koydu. Bakışları sertti, ama içinde dostluk vardı.
"Altay," dedi ağır bir sesle. "Bir asker sadece sahada savaşmaz. Sen şu an başka bir cephede savaşıyorsun. Ve bana sorarsan, bu daha zor bir savaş."
Başımı kaldırıp ona baktım.
"Sana sahayı değil, aileni verdiler. Ve sen şunu iyi biliyorsun: Senin için en kutsal olan daima ailen oldu."
Yumruklarımı sıktım. Onun haklı olduğunu biliyordum ama bunu kabul etmek zorundaydım.
Savaş, sadece silah tutarak kazanılmazdı. Ve ben şu an, hayatımın en önemli savaşını evde veriyordum.
Ulaş başını öne eğdi, gözlerini kapadı. O, timin en huzur veren adamıydı. Sakinliğiyle, dualarıyla, zor anlarda bile insanı toparlayan bakışıyla bilinir ama kolay kolay duygularını belli etmezdi.
Ama şimdi, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Benim için ağlıyordu.
Boğazım düğümlendi. Bu adam, bunca savaş görmüş, bunca ölümün içinden geçmişti ama şimdi timin bir parçası eksiliyormuş gibi hissediyordu.
Bir süre ikimiz de konuşamadık. Ağır bir sessizlik çöktü odaya.
Sonunda derin bir nefes aldı, gözyaşlarını eliyle silip toparlandı. "Allah seni zorlu bir sınava soktu, kardeşim," dedi, sesi titrek ama güçlüydü. "Ama bil ki, bu savaşın da bir zaferi var. Ve sen bunu kazanacaksın."
Başımla onayladım ama içimdeki boşluk hâlâ oradaydı. Ne kadar kabul etmeye çalışsam da, timsiz bir komutan olmayı sindiremiyordum.
Tam o anda Burak derin bir nefes aldı, "Ee, diğerlerine ne zaman söyleyeceksin?" dedi, sesi kontrollü ama içinde bastırılmış bir öfke vardı.
Ulaş başını kaldırıp bana baktı. "Bunu timin duyması lazım, Altay. Onlar senin kardeşlerin."
Onlara nasıl söyleyecektim? Nasıl çıkıp 'Ben artık sizinle sahaya inemeyeceğim' diyecektim?
Yutkundum. "Yarın," dedim boğuk bir sesle. "Yarın herkesi toplayıp yüzlerine söyleyeceğim."
O an içimde bir şey koptu. Timin önünde bunu söylemek, onlardan ayrılmayı gerçekten kabullenmek demekti.
Ve ben, buna hazır olup olmadığımı hâlâ bilmiyordum.
Ulaş gözlerimin içine baktı, bir an hiçbir şey söylemedi. Sonra aniden kollarını açtı ve sıkıca sarıldı.
Omuzlarımdaki yükü, içimdeki kırılmışlığı hissetmişti.
Normalde sarılmalarımız hep omuzdan tokat atmalı, asker usulü olurdu ama bu farklıydı. Bu, bir kardeşin diğerine "Yıkılma" demesiydi.
Başıma doğru eğilip kısık bir sesle, "Sen bizim komutanımızsın, Altay. Tim seni sahada görmese de, sen hep bizimle olacaksın," dedi.
O an, içimde bir şeyler parçalandı.
Timin imamı bana dua gibi konuşuyordu. Ve ben, ne kadar güçlü kalmaya çalışsam da, gözlerimi sımsıkı kapatıp bu sessiz desteğin içinde kendimi kaybettim.
Omzuna başımı yaslamadım ama nefesimi derin çektim, boğazımdaki düğümü zorla yuttum. Ben bu adamlarla kaç ölümden döndüm, kaç kez yan yana sırt sırta savaştım…
Ve şimdi, ilk kez savaş alanı dışında, gerçekten kaybediyormuş gibi hissediyordum.
Sarılma bittiğinde, gözlerimizi kaçırarak geri çekildik. Gözlerimiz kızarmıştı ama ikimiz de bir şey demedik.
Burak, odanın bir köşesinde kollarını bağlamış, başını hafifçe salladı. "İşte bu yüzden sen bizim abimizsin," dedi sessizce.
Ben bu timi kurmuştum. Ama bu tim, beni yeniden inşa ediyordu.
Benden sonra timdeki en yüksek rütbeli kişi Ulaş’tı. Aynı yaşta, neredeyse kardeş gibi büyümüştük. O, benim ne hissettiğimi en iyi anlayan kişiydi.
Göz göze geldiğimizde hiçbir şey söylemesine gerek yoktu. Biliyordu.
Timden koparılmanın ne demek olduğunu, savaş meydanından çekilmenin benim için nasıl bir ölüm gibi hissettirdiğini biliyordu.
Ama o da aynı zamanda, Umay’ı ve Aybars’ı düşündüğümü, içimde parçalanmış iki dünya arasında sıkıştığımı anlıyordu.
"Bu işin şakası yok Altay," dedi sonunda. "Sana bunu verdiler çünkü artık sadece kendini değil, aileni de koruman gerekiyor."
Yüzümü çevirdim, dişlerimi sıktım. "Ama bu benim yerim değil Ulaş. Eğitim komutanlığı mı? Ben savaş meydanında doğdum, savaşta büyüdüm. Orası benim yerimdi."
Ulaş başını salladı, gözlerini kısmıştı. "Evet, sen savaşta büyüdün. Ama savaşın farklı cepheleri vardır. Bunu bana sen öğretmedin mi?"
Yutkundum. Kendi öğrettiğim şeylerle sınanıyordum şimdi.
"Bu timde senden sonra gelen kişi benim," dedi sesi biraz daha alçalarak. "Sen sahada olamayacaksan bile, bil ki ben senin bıraktığın yerden devam edeceğim. Senin gibi değil belki ama… Senin öğrettiğin gibi."
Gözlerimi ona diktim. Bu cümle, benim için en büyük teminattı.
"Sen benim kardeşimsin, Ulaş." Sesim sertti ama içindeki duygu ağırdı. "Timi sana bırakıyorum. Eğer bir gün geri dönersem, hepsini sağ ve eksiksiz görmek istiyorum."
Ulaş başını dikleştirdi, askerce bir selam çaktı. "Döndüğünde her şey bıraktığın gibi olacak, komutanım."
Ve ben, içimde hâlâ bir boşlukla, ama en azından timimin emin ellerde olduğunu bilerek derin bir nefes aldım.
Ulaş hafifçe gülümsedi, omzuma bir tokat attı. "Hem ne demiş Atsız Ata?" dedi gözlerindeki o tanıdık ışıkla.
Sonra sesi tok ve kararlı bir şekilde devam etti:
"Askerlik rütbe ve elbise değil, ruhtur."
Sözü duyunca istemsizce gülümsedim ama içimdeki burukluk hâlâ oradaydı. Askerlik ruhumda vardı, sahada olmasam da…
Ulaş, beni dikkatle izledi, "Sen zaten rütbeni ya da konumunu kaybetmedin," dedi. "Hâlâ bizim komutanımızsın. Sadece şu an farklı bir görevdesin. Şimdi çömezleri yetiştirme zamanı."
Başımı iki yana salladım, derin bir nefes aldım. "O çocuklara sahayı nasıl öğreteceğim, Ulaş? Ben onların yanında olmayacaksam, onları koruyamayacaksam nasıl eğiteceğim?"
Gözlerini kısmış bir şekilde bana baktı. "Sana kim öğretti?" diye sordu.
Cevabı belliydi. Beni yetiştirenler de her zaman yanımda olmamıştı ama öğrettikleri her şeyle hayatta kalmıştım.
"Altay, sen bir askeri eğitirken ona sadece silah tutmayı değil, nasıl adam olacağını da öğretiyorsun," dedi. "Ve inan bana, bu savaş alanında olmak kadar önemli."
Derin bir nefes aldım. Timimle sahada olmak istiyordum, ama bu da bir savaştı. Genç askerleri eğitmek, onların hayatta kalmasını sağlamak… Belki de Umay iyileşene kadar üstleneceğim en önemli görev buydu.
Gülümsedim. Küçük ama gerçek bir gülümsemeydi.
"Öyle olsun Ulaş," dedim. "Ama döndüğümde, beni hâlâ bu timin komutanı olarak görmek istiyorum."
Ulaş gözlerimin içine baktı, sonra selam durarak sert bir şekilde konuştu:
"Sen bizim komutanımızsın Altay. Bugün, yarın ve daima."
Ve o an, içimdeki fırtına biraz olsun dindi. Savaş alanım değişmişti belki ama ruhum hâlâ bir askerdi.
Ulaş’la konuşup biraz rahatlasam da, içimde hâlâ bir ağırlık vardı. Timin geri kalanı hâlâ bir şey bilmiyordu.
Onlara nasıl söylerdim?
Bu adamlarla kaç yıl aynı mevzide yatıp kalktım, kaç defa ölümle burun buruna geldik… Şimdi nasıl çıkıp da "Ben artık sizinle sahaya inemeyeceğim" diyebilirdim?
Beni anlayacaklarını biliyordum, ama bu işin bir de duygusal tarafı vardı. Ben sadece onların komutanı değil, abileriydim, kardeşleriydim.
Derin bir nefes aldım, duvara yaslandım, gözlerimi kapattım.
Nasıl söyleyecektim?
Açık açık "Beni timden aldılar" mı diyecektim? Yoksa "Şimdilik ayrı kalıyoruz ama döneceğim" mi demeliydim?
Bir komutanın en büyük sorumluluğu, adamlarını geride bırakmamaktı. Ama şimdi, onları geride bırakmak zorundaydım.
Ulaş sesimi bölerek, "Bunu ne kadar geç söylersen, o kadar zor olur," dedi. "Yarın herkesi topla, kendi ağzından duyur. Sana olan saygıları, kararın arkasında durmalarını sağlar."
Haklıydı. Ama bu, işi kolaylaştırmıyordu.
Gözlerimi açtım, elimle yüzümü ovuşturdum. Yarın, hayatımın en zor konuşmalarından birini yapacaktım.
Ve ne kadar asker olursan ol, bazı şeyleri söylemek, kurşun yemekten daha çok acıtıyordu.
Ulaş’a “Timi buraya çağır,” dedim. Ne kadar beklemem gerekirse, o kadar zor olacaktı.
Tek bir mesaj yetti. Hepsi kapıdaydı.
Kapıyı açtığımda, gözleri merakla bana çevrildi. Beni süzüyorlardı. "Ne oldu?" diye sormuyorlardı ama yüzlerindeki ifadeler her şeyi söylüyordu.
Burak kollarını göğsünde bağlamış, Yavuz kaşlarını çatmış, Mustafa Kemal sessiz ama tetikte duruyordu. Eren, Onur, Fatih, Kerim… Hepsi oradaydı.
Ve hepsi, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.
İçeri girdiklerinde hiç konuşmadım.
Sadece onlara baktım. Yıllardır omuz omuza savaştığım adamlara.
Ve boğazım düğümlendi. Nasıl söyleyecektim?
Bir süre sessizlik oldu. Kimse kıpırdamadı. Sadece bakışlarımız konuşuyordu.
Sonunda Burak dayanamayıp, “Altay abi, bir şey söyle artık,” dedi.
Derin bir nefes aldım. Ve hayatımın en zor cümlesini kurdum.
“Beni timden aldılar.”
Odadaki hava anında değişti.
Sanki bir patlama olmuş da, herkes neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Gözler bana kilitlendi. Birkaç saniye boyunca kimse tek kelime etmedi.
Sonra Burak bir adım öne çıktı.
"Ne dedin sen?" dedi, sesi normalden birkaç ton daha sertti. Gözleri öfkeyle açılmıştı.
İlteriş başını kaldırdı, yüzü taş gibiydi ama gözlerinde kıvılcımlar çakıyordu.
"Bu şaka mı?" diye sordu Fatih, kaşlarını çatmıştı. Kimse bu cümleyi duymaya hazır değildi.
Yutkundum, gözlerimi kapattım. "Şaka değil."
Yavuz'un yumruğu duvara indi. "Kim yaptı bunu?! Sen bizim komutanımızsın, seni bizden kim koparabilir?"
"Halil Komutan," dedim sakin ama sert bir sesle. "Artık sahada değilim. Eğitim komutanlığına verildim. Timin başına o geçiyor."
Bu sefer tam anlamıyla patlama yaşandı.
"Ne demek lan bu?!"
"Bizi böyle ortada mı bırakıyorlar?!"
"Bu ne saçmalık, Altay! Biz seninle savaşıyoruz, emirleri senden alıyoruz!"
Herkes aynı anda konuşmaya başlamıştı, bağırışlar odada yankılanıyordu.
Burak doğrudan karşıma geçti, yüzü kıpkırmızıydı. "Peki sen ne diyorsun, Altay? Bunu kabul mü edeceksin?"
İlteriş derin bir nefes aldı, sesi normalden bile daha sakin ama tehlikeli bir tondaydı:
"Sen de gitmemiz gerektiğinde bizi öne süren, 'Tim bir bütündür' diyen adam değil miydin? Şimdi sen bizi bırakıyorsun yani?"
Bu cümle, göğsüme saplanan bir bıçak gibiydi.
Dişlerimi sıktım. "Ben sizi bırakmıyorum!" dedim, sesim titredi ama gözlerim çelik gibiydi. "Bu bir emir. Ve ben bu emre karşı gelecek olsam bile, Umay’ı bırakıp gidemem!"
Bu sefer sessizlik çöktü.
Herkes birbirine baktı. Bir yanda timleri vardı, bir yanda benim ailem. Ve şimdi, ilk defa onlar benim neden gitmek zorunda olduğumu fark ettiler.
Ulaş bir adım attı, gözleri yumuşamıştı ama sesi hâlâ sertti. "Sen gitmiyorsun, Altay," dedi. "Sadece savaşın farklı bir cephesindesin."
Derin bir nefes aldım. "Bu tim hâlâ benim timim," dedim. "Ama artık benim savaşım başka bir yerde."
Herkes sustu. Ama herkes biliyordu.
Bu, timin parçalanmadan önceki son konuşmasıydı.
Gözyaşlarım patır patır düşerken, her biriyle tek tek vedalaştım.
Bu adamlarla ölüme yürümüştüm, savaş meydanlarında yan yana durmuştum. Ama şimdi, onlara arkamı dönmek zorundaydım. Bu bir veda değildi, ama aynı timde omuz omuza savaşmayacak olmamız içimi paramparça ediyordu.
İlk olarak İlteriş’le kucaklaştım. Güçlüydü, sertti ama o bile gözlerindeki öfkeyi ve hüznü saklayamıyordu.
"Senden sonra sahada olmak farklı olacak, Altay," dedi sesi boğuk bir şekilde. "Ama eğer bir gün geri dönmezsen, bunu sana yedirtirim."
Güldüm ama gözyaşlarımı durduramadım. "Döneceğim," dedim. "Beni bekleyin."
Burak bir adım attı, bakışları hâlâ delici ama içinde burukluk vardı. "Komutanım," dedi, sesi her zamanki gibi tok ama titrek. "Bize emir vermeyeceğin günün geleceğini hiç düşünmemiştim."
Ona asker selamı verdim, gözlerimiz konuştu. Bu selam, bir veda değil, bir sözleşmeydi.
Yavuz, Fatih, Mustafa Kemal, Kerim, Onur, Eren… Hepsiyle tek tek vedalaştım. Her biri farklı bir şey söyledi ama hepsinin bakışlarında aynı şey vardı: Kırılmışlık.
Ulaş en sona kaldı. O, ne diyebileceğini biliyordu. Ama sadece sarıldı.
Fısıltıyla, "Bunu atlatacağız," dedi. "Sen de, biz de."
Başımı salladım ama içimde hâlâ büyük bir boşluk vardı. Bu adamlar benim kardeşlerimdi. Ve yarın, ben sahada değil, bir üniversitenin duvarları arasında olacaktım.
Milli Savunma Üniversitesi’ne bağlı eğitim subayı olarak yeni görevime başlayacaktım.
Silah sesleri olmadan, savaş meydanından uzakta.
Ama biliyordum… Savaş sadece sahada verilmezdi.
Benim savaşım artık hem ailemi hem de geleceğin askerlerini korumaktı.
Ve bu savaşı kazanacaktım.
Eğitim komutanlığında benim alanım doğrudan Liderlik Kuramları dersine uyuyordu. Yıllarca sahada edindiğim tecrübelerle, askerliğin sadece emir-komuta zincirinden ibaret olmadığını, gerçek liderliğin nasıl olması gerektiğini öğretebilecektim.
Bunun yanı sıra, Atış Nazariyatı ve Simülasyon derslerini de verebilecek yetkiye sahiptim.
Gerçek savaşın içinde büyümüştüm. Kağıt üzerinde yazan taktiklerle değil, sahada yaşanan gerçeklerle eğitilmiştim.
Öğreteceğim çocuklar, bir gün sahaya inecek, benim ve timimin yaşadıklarını yaşayacaklardı.
Onlara sadece nişan almayı değil, savaşmayı öğretecektim.
Sadece komut vermeyi değil, adamlarını nasıl hayatta tutabileceklerini anlatacaktım.
Ve en önemlisi, lider olmayı öğretecektim. Çünkü askerlik silah tutmaktan ibaret değildi. Gerçek asker, insanına sahip çıkan kişiydi.
Yarın, savaşın başka bir cephesinde yeni bir görev beni bekliyordu.
Ve ben, bu defa savaşın içinde değil, savaşçılar yetiştiren bir adam olacaktım.
Ulaş, yüzümdeki gerilimi fark etmiş olacak ki ortamın nabzını düşürmek için hafifçe sırıtarak "Askeri öğrenciler arasında zaten efsanesin, Altay Efendi," dedi.
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım, o ise umursamaz bir şekilde devam etti. "Dün bir konuşayım dedim, sırf seni anlattırdılar bana. 'Altay Komutan nasıl biri?', 'Sahada gerçekten anlatıldığı kadar iyi mi?', 'Efsaneler doğru mu?' diye durmadan sordular."
Burak kahkahayı patlattı. "Ne sandın? Timinden ayrılıyorsun ama gidip yeni bir tim kuruyorsun aslında. Adamlar seni duya duya büyümüş."
İlteriş kollarını göğsünde bağladı, hafif bir gülümsemeyle, "Sen oraya gidince, öğrenciler sana bakıp 'Altay Komutan bu mu?' diyecekler. Sakal traşı ol, adamlara hayal kırıklığı yaşatma."
İçimdeki ağırlık biraz da olsa hafifledi. Beni sahadan çekmiş olabilirlerdi ama askerlik ruhumu benden alamazlardı.
Ulaş omzuma vurdu. "Kendini sahada sanmaya devam et, Altay. Çünkü o çocuklar seni bir efsane olarak görüyor. Ve emin ol, senin öğrettiklerinle yetişen adamlar, bu vatan için en iyisi olacak."
Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatıp düşündüm.
Belki artık savaş meydanında olmayacaktım. Ama yeni savaşçılar yetiştirecektim.
Ve bu da, en az sahada olmak kadar değerliydi.
Tim, benim içimdeki ağırlığı fark etmişti. Ve şimdi, beni biraz olsun güldürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Burak gözlerini kısıp ciddi bir ifadeyle, "Altay Komutan, bundan sonra üniformayla değil, takım elbiseyle mi göreceğiz seni?" dedi.
Yavuz hemen ekledi: "Hocam diye mi hitap edeceğiz artık? Taktik savaşlardan taktik sınavlara geçiş mi yaptın?"
Fatih başını salladı, sahte bir ciddiyetle, "Komutanım, dersten kalırsak ek görev mi verirsiniz, yoksa nöbete mi yazarsınız?" diye sordu.
İlteriş kollarını göğsünde bağladı, "Hatta belki ödev de verir, ‘Savaş Stratejileri 101’ diye bir ders açar," dedi.
Bir anda gülme patladı odada.
Ben de kendimi tutamadım, ilk kez içten bir kahkaha attım. Bu adamlar, her şartta birbirlerini ayağa kaldırmayı biliyorlardı.
Başımı iki yana sallayıp ciddiyetle, "Ödev değil ama ekstra atış talimi yaptırabilirim. Sınavdan geçmek için hedefin tam on ikiden vurulması şart," dedim.
Burak kaşlarını kaldırdı. "İyi, biz de seni ziyarete geldiğimizde atış poligonunda buluruz o zaman."
Ulaş gözlerini devirdi, "Ben diyeyim, Altay Komutan eğitim subayı olur, sen de diyorsun ki, Altay Komutan eğitilecek subayları fişler," diye dalgasını geçti.
Gülerek kafamı salladım. "Siz beni hiç yalnız bırakmayacaksınız, değil mi?"
İlteriş gözlerimin içine baktı. "Sen bizi yalnız bırakıyor musun?"
Bir an ciddiyet çöktü. Bu adamlar benim kardeşlerimdi. Ve ben, ne olursa olsun, onlarla bağımı koparmayacaktım.
Derin bir nefes aldım. "Hayır," dedim. "Bırakmıyorum."
Ve o an, savaş meydanından ayrılsam da, asıl birliğimin her zaman bu adamlar olduğunu bir kez daha anladım.
Telefonum titrer titremez hızla ayağa fırladım.
"Arkadaşlar, Umay beni arıyor!" dedim, sesi titreyen bir adam gibi değil, alarm verilmiş bir asker gibi.
Tim hemen sessizleşti. Onlar da işin ciddiyetini anlamıştı.
Hiç vakit kaybetmeden kapıya yöneldim, Ulaş ve Burak gözleriyle ‘Haber ver’ dercesine baktılar ama cevap bile vermeden dışarı fırladım.
Merdivenleri koşarak indim.
Yüreğim sıkışıyordu. Umay kolay kolay aramazdı. Hele ki bu saatte...
Kapıyı açtığım an, içimde kötü bir his yankılandı.
Eve adım attım ve “Umay?” diye seslendim.
Hiçbir cevap yoktu.
Ve bu sessizlik, beni her şeyden daha fazla korkuttu.
Evde ölüm sessizliği vardı.
Kalbim güm güm atıyordu. Böyle bir sessizlik, kötüye işaretti.
Telefon hâlâ elimdeydi, ekrana baktım, çağrı devam ediyordu ama Umay’dan tek bir kelime bile duyamıyordum.
“Umay?!” diye seslendim, sesim normalden daha sert çıktı.
Cevap yok.
Bir adım attım, salon boştu. Işıklar açıktı ama içeride kimse yoktu.
Aybars’ın odasına yöneldim, içimden “Ne olur orada olsun, ne olur her şey yolunda olsun,” diye geçirdim.
Kapıyı hızla açtım.
Aybars, beşiğinde mışıl mışıl uyuyordu.
Ama Umay orada değildi.
Boğazım kurudu.
Oturma odasına geri döndüm, mutfağa göz attım. Yok.
Sonra banyoya yöneldim.
Kapı aralıktı. Ve o an nefesimi tuttum.
Kapıyı yavaşça ittim ve…
Umay yerdeydi.
Hareketsiz.
Elinde telefon vardı ama parmakları gevşemişti, sesi çıkmıyordu.
O an dünya durdu.
Dizlerimin bağı çözüldü ama düşmedim.
Düşmeye zaman yoktu.
Son nefesime kadar savaşırım ama onu böyle yerde bırakamam.
Bir saniye içinde yanına çöktüm, elini tuttum, yüzüne baktım.
“Umay?!” Sesim titrememeliydi ama titredi.
Nefes alıyor muydu? Hareket ediyor muydu?
Elimi nabzına götürdüm.
Ve kalbim duracak gibi oldu.
Çünkü ya çok yavaştı, ya da…
Yoktu.
Umay’ın nabzını hissetmeye çalışırken, parmaklarım buz gibi kesildi.
Ya çok zayıftı, ya da… yoktu.
Beynim alarm veriyordu ama panik yapamazdım. Panik, bir askerin en büyük düşmanıydı.
Derin bir nefes aldım, yıllardır sahada yaptığım gibi otomatik olarak harekete geçtim.
“Umay! Umay, beni duyuyor musun?”
Hiçbir tepki yoktu.
Onu hemen düz bir zemine çevirdim, başını hafifçe geriye yasladım ve kontrol ettim. Nefesi çok zayıftı, göğsü neredeyse hiç hareket etmiyordu.
"Hayır, hayır, dayan Umay!"
Ellerimi göğsüne yerleştirdim, ritmik bir şekilde bastırmaya başladım. 30 baskı, ardından nefes kontrolü.
Beynimin içinde eğitimlerde ezberlediğimiz her şey yankılanıyordu. Ama bu bir eğitim değildi. Bu, karımı hayatta tutma savaşıydı.
"Hadi Umay! Sakın pes etme!" diye bağırdım, her bastırışımda yüreğim biraz daha sıkışıyordu.
İlk 30 baskı, sonra bir nefes kontrolü. Hiçbir şey.
Tekrar başladım.
20… 21… 22…
Kapı aniden büyük bir gürültüyle kırıldı.
İlteriş içeri dalmıştı. Gözleri anında durumu kavradı.
“AMBU…LAN…SI ARAYIN!” diye bağırdım, sesim yankılandı.
İlteriş cep telefonunu çıkarırken hızla Aybars’ın odasına yöneldi. "Aybars'ı koruma altına alıyorum! Sen devam et Altay!"
Aybars’ın bu kaosu görmesini istemezdim. Ben burada annesi için savaşıyordum, İlteriş de oğlum için devreye girmişti.
Gözümden yaşlar süzülüyordu ama ellerim durmadı.
"Pes etmek yok, Umay! Duydun mu? Beni buraya bağlayıp gidemezsin!"
Kalp masajına devam ettim, avuç içlerim sızlıyordu ama hiçbir şey hissetmiyordum.
“Hadi Umay, geri dön!”
Ve o an…
Göğsü hafifçe kıpırdadı.
Nefesi zayıf da olsa, hareket etmeye başlamıştı.
“İŞTE BÖYLE! Dayan, ambulans yolda!”
Gözlerimi İlteriş’e çevirdim. "Hastaneye haber verdiler mi?"
İlteriş başını salladı. "Geliyorlar! Az kaldı!"
Umay gözlerini açmaya çalıştı. Dudakları titriyordu ama sesi çıkmıyordu. Elimi hafifçe kıpırdatmaya çalıştı.
Onu yavaşça yana çevirdim, saçlarını geriye doğru düzelttim. "Tamam Umay, tamam. Buradayım. Ambulans geliyor."
Gözleri hafifçe aralandı, yorgun ama hâlâ savaşan bir bakışla bana baktı.
Ve o an, onun pes etmediğini anladım.
Bu savaşı birlikte kazanacaktık.
Kalbim ağzımda atıyordu.
Ambulansın siren sesi sokağı inlettiğinde, Umay’ı daha fazla bekletmeyeceğimi biliyordum.
Onu dikkatlice kucağıma aldım. Başı koluma düştü, teni hâlâ soğuktu ama nefes alıyordu. Hafif ama var.
"Tamam, tamam Umay, buradayım," diye fısıldadım, onun beni duyduğunu umarak.
Kapıda sağlık ekipleri hazırdı. Onu sedyeye yatırırken bile elim elinden ayrılmadı.
Gözleri aralık, bilinci bulanıktı ama hissediyordu.
Ambulansın içine yerleştiğimizde, bir sağlık görevlisi tansiyonunu ve oksijen seviyesini kontrol etmeye başladı.
"Durumu stabil ama çok zayıf," dedi paramedik. "Şoka girmiş olabilir, vücut tepki vermediği için düşük oksijen almış."
Sesi bulanık geliyordu, çünkü ben sadece Umay’a bakıyordum.
Elini sıkıca tuttum. "Buradayım," dedim tekrar. "Gözlerini kapatma, tamam mı? Sakın gitme."
Parmakları hafifçe kıpırdadı, bu küçücük hareket bile içimdeki umudu ateşledi.
"Hastaneye yaklaşıyoruz!" dedi şoför.
Sireni duymuyordum bile. Tek duyduğum şey, Umay’ın hâlâ burada olduğu gerçeğiydi.
Ve ben onu kaybetmeyecektim.
Ne olursa olsun, bu savaşı kazanacaktık.
Ambulans hastane kapısına yanaştığında, doktorlar ve hemşireler kapıda hazır bekliyordu. Onu içeri aldıkları an, elim ister istemez boşluğa düştü.
"Kalp masajına yanıt verdi, bilinci kapalıydı ama tepkileri vardı," dedi paramediklerden biri hızla bilgi verirken.
Doktorlar hiç vakit kaybetmeden Umay’ı sedyeyle acil servise aldılar.
Bir adım attım, peşlerinden gitmek istedim ama durdurdular.
"Beyefendi, lütfen burada bekleyin."
"Benim karım! Onun yanında olmam lazım!" diye çıkıştım ama doktor sert bir bakışla, "Şu an ona müdahale etmemiz gerekiyor. Bekleyin," dedi ve kapı kapandı.
O an hastanenin soğuk koridorlarında, ilk kez gerçekten çaresiz hissettim.
Birkaç dakika sonra doktorlardan biri çıktı, gözleri yorgundu ama sesi sakindi.
"Merak etmeyin, Altay Bey. Hastanız stabil ama bir süre burada tutulması gerekecek. Şu an durumu kontrol altında."
Derin bir nefes aldım, bacaklarımın titrediğini fark ettim ama belli etmemeye çalıştım.
"Ne oldu? Neden bu hale geldi?" diye sordum, sesim boğuk çıkmıştı.
"Büyük ihtimalle tansiyon düşüklüğü ve oksijen yetersizliğine bağlı baygınlık geçirdi. Vücudu çok zayıf düşmüş, dinlenmeye ihtiyacı var."
Gözlerimi kapatıp dişlerimi sıktım. Ben sahada savaşırken, o evde bedenine karşı savaş veriyordu.
Ama yalnız savaşmayacaktı.
Kapıya yaslandım, içeri bakmaya çalıştım. Onun uyanmasını, bana bakmasını, bir şeyler söylemesini istiyordum.
Ve içimden sadece tek bir şey geçiyordu:
"Ne olursa olsun, bu savaşı birlikte kazanacağız, Umay."
Hastane koridorunda başımı ellerimin arasına almış beklerken, kapı açıldı ve Umay’ın onkoloji doktoru dışarı çıktı.
Gözleri yorgun ama bilgilendirici bir ifadeyle bana döndü. "Altay Bey, iyi ki bugün nöbetteydim," dedi. "Sizin müdahaleniz olmasaydı, durumu daha ciddi olabilirdi."
Ayağa fırladım, "Nasıl? Umay… İyi mi?" diye sordum, sesi titreyen ama asker disipliniyle kontrol altında tutulan bir adam gibi.
Doktor başını salladı. "Şu an stabil. Ama ilk haftalar bağışıklık sistemi açısından kritik. Onu gözlem altında tutmamız en doğrusu olacak."
İçim sıkıştı. Umay’ı hastanede bırakmak zorunda olmak fikri bile beni parçalıyordu. Ama bunun onun iyiliği için olduğunu biliyordum.
Doktor devam etti: "Merak etmeyin, korkulacak bir şey yok. Müdahaleniz çok doğruydu. Kalp masajını zamanında yaptınız, panik yapmadınız. Kendinizi tebrik edin."
Gözlerimi kaçırdım, “Kendi karımı ölümün kıyısından almak zorunda kalmam tebrik edilmesi gereken bir şey değil,” diye mırıldandım.
Doktor derin bir nefes aldı, gözlerini bana dikti. "Ama bunu yapamayan insanlar var, Altay Bey. Siz sakinliğinizi korudunuz. Onu burada bırakmanız zor olacak biliyorum, ama şu an en güvenli yer burası."
Başımı salladım. "Onun yanında olabilecek miyim?"
Doktor hafifçe gülümsedi. "Biliyorum, buradan ayrılmayacaksınız. Ama dinlenmeniz de lazım. Onun size ihtiyacı olacak ve bitkin düşmenizi istemez."
Bunu biliyordum ama buradan bir saniye bile ayrılmak içime sinmiyordu.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım ve kendime bir söz verdim.
"Burada olacağım. Her an. Ne olursa olsun, onu yalnız bırakmayacağım."
Hastane koridorunda dururken, uzaktan timimin hızla bana doğru geldiğini gördüm.
Adımlarım titredi, ama bu sefer yorgunluktan değil, duyguların ağırlığındandı.
İlteriş yanıma vardığında, daha fazla kendimi tutamadım.
Derin derin hıçkırıklarla ona sarıldım. Omuzlarım titriyordu ama gözyaşlarımı umursamıyordum.
"Oğlum… Aybars… O iyi mi?" diye kısık, boğuk bir sesle sordum.
İlteriş bir an bile tereddüt etmeden, "Çok korktu," dedi, sesi sakin ama içinde bastırılmış bir kırgınlık vardı. "Ama şimdi Yaseminka’yla beraber, güvende."
Yaseminka'nın Aybars’a sahip çıkacağını biliyordum ama ben onu bırakmıştım. Babası olarak en zor anında yanında olamamıştım.
"Ben ona söz verdim," dedim dişlerimi sıkarak. "Ona annesinin iyi olacağını söyledim… Ama az kalsın onu kaybediyorduk."
İlteriş, "Ama kaybetmediniz," dedi sertçe. "Ve kaybetmeyeceksiniz. Oğlun seni gördüğünde, güçlü bir babayla karşılaşmalı. Kendini bırakma, Altay."
Gözlerimi kapattım, nefesimi kontrol etmeye çalıştım. Şu an parçalanamazdım. Oğlum için, Umay için, timim için ayakta kalmalıydım.
Burak omzuma sertçe vurdu. "Bizi burada bırakma, Altay abi. Sen bizim de komutanımızsın."
Onlar beni ayakta tutmaya çalışıyordu. Ve ben, bu savaşı sonuna kadar sürdürecektim.
Gözyaşlarımı silip doğruldum. "Umay uyanana kadar buradayım," dedim sert bir ifadeyle.
İlteriş başını salladı. "Ve biz de seninle buradayız."
Umay’ı normal odaya alırken gördüğümde, kalbime bir bıçak saplanmış gibi hissettim.
Rengi bembeyazdı.
Gözlerinin altı mosmordu.
Bu hâlde onu görmek, savaş alanında vurulmuş bir dostumu görmekten bile daha kötüydü.
Bacaklarım titredi, göğsüme bir ağırlık çöktü. Tutunacak bir şey arar gibi duvara yaslandım.
Ama bu sefer kendimi tutamadım.
Hıçkırıklar boğazımda düğümlendi, nefesim daraldı.
Bir adamın ağlaması, onu zayıf yapmazdı. Ama sevdiğini böyle görmek, onu paramparça ederdi.
Umay savaşmaya devam ediyordu… Ama daha ne kadar dayanabilirdi?
Ellerimi yumruk yapıp dişlerimi sıktım, bütün bu çaresizliği içime gömmeye çalıştım.
Ama olmuyordu. Gözyaşlarım istemsizce yanaklarıma süzülüyordu.
"Ben seni böyle görmeye dayanamam, Umay…" diye fısıldadım, ama o beni duymuyordu.
Doktorlar ona serum bağlarken, tansiyonunu ve oksijen seviyesini kontrol ederken, ben kapının eşiğinde nefessiz kalmış gibi duruyordum.
O sırada, bir el omzuma dokundu.
Başımı kaldırdım. İlteriş’ti.
"Altay, bu savaş bitmedi."
Gözleri, yılların dostluğu ve sarsılmaz güveniyle bana bakıyordu. "Ama sen savaşı kazanmadan pes edemezsin."
Gözlerimi Umay’a çevirdim.
Beni duyacak mıydı? Gözlerini açacak mıydı?
Bilmiyordum.
Ama bildiğim tek bir şey vardı.
Onun elini bırakmayacaktım.
Ne olursa olsun, bu savaşı birlikte kazanacaktık.
Odaya ağır adımlarla girdim, sanki her adımda daha fazla batıyordum. Umay’ı o yatağın içinde, o solgun, güçsüz hâlde görmek, savaş alanında vurulmuş birini görmekten daha beterdi.
Onunla tanıştığım günden beri böyle zayıf bir anına hiç şahit olmamıştım. Hep dimdik duran, hayata kafa tutan, inatçı, savaşçı bir kadındı. Ama şimdi… Şimdi o güçlü kadının bedeni, zayıflığın ve yorgunluğun içinde kayboluyordu.
Elini tuttum. Soğuktu, sanki ondan değil de benden bir parça kopuyordu. Beni duyabiliyor muydu? Bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Burada olmalıydım. Onu yalnız bırakmamalıydım.
Dışarıda savaşmaya alışkındım. Düşman belliydi, mermi nereye gelirse gelsin bir karşılık verebilirdim. Ama burada, bu savaşta, düşman görünmezdi. Ve ben, ateş edecek bir silaha bile sahip değildim.
Boğazıma koca bir yumruk oturdu. Göğsüm sıkışıyordu ama kendimi bırakmaya hakkım yoktu. Umay için güçlü olmalıydım. O iyileşene kadar, onun yerine de ayakta durmalıydım.
"Seni kaybetmeyeceğim, Umay." Sözlerim neredeyse duyulmayacak kadar kısık çıktı ama içimde yankılanıyordu.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım, parmaklarını hafifçe sıktım. Bir tepki bekledim. Ufacık bir kıpırdanma bile…
O an, dışarıdan Aybars’ın sesi kulaklarımda yankılandı. "Baba, annem nerede?"
İçimde bir şeyler koptu. Aybars… Daha küçücük bir çocuktu. Ama bir şekilde bu savaşın içine çekilmişti.
Umay’ı bırakıp gitmek istemiyordum ama oğlumun da bana ihtiyacı vardı. Ona annesinin döneceğini söylemiştim. Oysa ben bile kendime bu sözü verirken, içimde koca bir korku vardı.
Başımı yavaşça Umay’a yasladım. "Bizi bırakma," diye fısıldadım. "Oğlumuz, ben… Biz sensiz yapamayız."
O an gözüm saate kaydı. Zaman geçiyordu ama benim için durmuş gibiydi. Umay, bu uykudan ne zaman uyanacaktı? Beni bırakıp gitmeyeceğini ne zaman kendi sesiyle söyleyecekti?
Ama bildiğim tek şey şuydu:
Buradan bir saniye bile ayrılmayacaktım. Ne olursa olsun, onun elini bırakmayacaktım. Ve bu savaşı, son nefesime kadar onunla birlikte verecektim.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, doktorlar Umay’ın durumunun stabil olduğunu söylediklerinde içimde bir anlık da olsa rahatlama hissettim. Onu yoğun bakımdan çıkarıp normal odaya aldılar. Ama bu, savaşın bittiği anlamına gelmiyordu.
Kapının önünde beklerken, hemşire içeri girebileceğimi söyledi. Nefesimi tuttum, ellerimi farkında olmadan yumruk yapmıştım. Kapıyı itip içeri girdiğimde, gözlerim ilk Umay’a kaydı.
Gözleri açıktı.
Hâlâ solgun, hâlâ bitkindi. Ama uyanıktı.
Beni görünce bir an gözleri doldu, ama hemen toparlandı. O hâlâ benim güçlü Umay’ımdı. Hâlâ pes etmeyen, savaşa devam eden kadındı.
Ama ona bakınca, ben parçalanıyordum.
Yanına oturdum, elini hafifçe tuttum. Beni izledi bir süre. Sonra sesi zorlukla, fısıltı gibi çıktı:
"Seni korkuttuğum için özür dilerim."
O an gözlerimi kaçırdım, çünkü ona hissettiklerimi tam olarak anlatabileceğimi sanmıyordum.
"Özür dileme, Umay," dedim kısık bir sesle. "Sen benim hayatımın en büyük savaşını verdin. Ve ben seni kaybetmekten delicesine korktum."
Gözleri yavaşça kapandı, ama elimi sıkmaya devam etti.
"Gitmedim," dedi neredeyse duyulmayacak kadar hafif bir sesle. "Savaşmadığımı sandın mı?"
Yutkundum. Elimi avucunun içine aldım, avuç içi hâlâ soğuktu ama hâlâ buradaydı.
"Biliyorum," dedim, başımı hafifçe eğerek. "Ve ben de seninle savaşmaya devam edeceğim."
Umay gözlerini tekrar açtı, bu sefer bakışlarında güç vardı.
"Sen yanımdayken, kaybetmem."
O an, bu sözün benim için her şeyden daha değerli olduğunu anladım.
Bu savaş daha bitmemişti, ama artık biliyordum biz kazanacaktık.
Umay gözlerini tekrar açtığında, yüzünde yorgun ama hafif bir gülümseme vardı. O hâlâ savaşıyordu ama bu sefer yalnız değildi.
Elini hafifçe sıktım, "Bir süre hastanede kalacaksın ama merak etme," dedim, sesime mümkün olduğunca hafiflik katmaya çalışarak. "Burası artık bir hastane odası olmayacak. En güzel yere çevireceğiz, el birliğiyle."
Umay hafifçe kaşlarını kaldırdı, sesi hâlâ zayıftı ama alaycı tonu kaybolmamıştı.
"Öyle mi? Sen mi yapacaksın bunu, Altay Komutan?"
Gülümseyerek başımı salladım. "Hayır, benim işim organizasyon. Yaseminka süsler hazırlıyormuş Aybars’la birlikte."
Gözleri hafifçe büyüdü. "Aybars mı?"
"Evet," dedim, içimde bir sıcaklık hissederek. "Oğlumuz, annesi için en güzel hastane odasını yapmak için Yaseminka’ya yardım ediyormuş. Balonlar, çiçekler, hatta resimler bile hazırlıyor."
Umay’ın gözleri doldu.
O an, o yatağın içinde ne kadar zayıf görünürse görünsün, içindeki ışığın hâlâ sönmediğini fark ettim.
Elini tekrar sıktım. "Sen güçlü kaldıkça, biz de burada senin için güçlü olmaya devam edeceğiz."
Gözlerini kapadı, ama bu sefer yorgunluktan değil. İçinde huzur vardı. Savaş hâlâ devam ediyordu, ama biz kazanıyorduk.
Umay’ın sesi yorgun ama içtendi.
"Altay, refakatçi yatağını hazırla… Beraber uyuyalım. Çok yoruldun sen."
Beni bu hâlimde bile düşünüyor olması, gözlerimi doldurdu.
Güçsüzdü, hastaydı, daha yeni ölümün kıyısından dönmüştü ama yine de beni düşünüyordu.
Yutkundum, kendimi toparlamaya çalıştım. Güçlü kalmalıydım.
"Senin yanındayken yorgunluk diye bir şey kalmıyor, Umay."
O, hafifçe gülümsedi.
Ama gözlerimden kaçmadı yorgunluğunu saklamak için çaba harcıyordu.
Hemen refakatçi yatağını hazırladım. Yatak sertti, küçüktü ama umurumda bile değildi.
Sonra tekrar Umay’ın yanına döndüm, elini tuttum. "Gözlerini kapat, ben buradayım."
"Biliyorum," dedi kısık bir sesle. "Sadece sen yanımdayken huzurlu uyuyabiliyorum."
Elini avucumda sıktım.
Bütün gece uyanık kalmaya hazırdım ama Umay’ın nefesini düzenli bir şekilde aldığını hissedince, benim de göz kapaklarım ağırlaştı.
Ve sonunda, ilk kez gerçekten huzurla uykuya daldım.
Sabahın erken saatlerinde, hemşirenin odaya girip sessizce Umay’ın serumunu ve diğer kontrollerini yaptığını duyunca gözlerimi açtım. Refleks olarak hemen doğruldum.
"Durumu nasıl?" diye sordum, sesim hâlâ uykulu ama tetikteydi.
Hemşire sakin bir şekilde, "Doktorunuz kahvaltıdan sonra bilgi vermek için gelecek," dedi.
Başımı salladım ama içimde hafif bir huzursuzluk vardı. Umay'ın gerçekten iyiye gidip gitmediğini duymadan içim rahat etmeyecekti.
Bu sırada hastane çalışanları koridorda refakatçilere ve hastalara kahvaltı dağıtıyordu. Yavaşça yataktan kalktım, üzerimi düzelttim ve sessizce odadan çıktım.
Koridorda birer tepsi aldım—biri Umay’a, diğeri bana.
Odaya döndüğümde, Umay uyanmıştı.
Başını hafifçe yastığa yaslamış, gözleri odanın içinde dolaşıyordu. Beni fark ettiğinde kısa bir an duraksadı.
Gözlerinde hâlâ yorgunluk vardı ama bir şeyleri anlamaya çalışır gibi etrafı süzüyordu.
"Günaydın, kraliçem," dedim yumuşak bir sesle, tepsileri komodinin üzerine koyarken.
Umay hafifçe gülümsedi ama sesi hâlâ kısıktı.
"Günaydın, komutanım."
Bu iki kelime, içimde bir şeyleri yerine oturttu.
O hâlâ buradaydı. Hâlâ benimleydi. Ve biz, hâlâ savaşıyorduk.
"Bugün nasılız bakalım?" diye fısıldadım ve alnına hafif bir öpücük kondurdum.
O an içime sıcak bir his yayıldı, ama hemen arkasından panik geldi.
"Lanet olsun, Altay!" diye içimden geçirdim. Bu steril değildi!
Gözlerim büyüdü, kalbim hızlandı. Umay’ın bağışıklığı zayıftı, en küçük hata bile ona zarar verebilirdi.
Hızla komodinin üzerindeki kolonyalı mendili aldım ve öptüğüm alnını nazikçe sildim.
Umay kaşlarını kaldırdı, yorgun ama muzip bir ifadeyle bana baktı.
"Beni sevdiğin kadar mikroplardan da korkuyorsun, değil mi?" dedi hafifçe gülümseyerek.
Derin bir nefes aldım, "Sen benim için savaştığım tek şeysin, Umay," dedim. "Sana zarar verecek en küçük şeyi bile kabul edemem."
Elini uzattı, parmaklarımdan tuttu. Zayıftı ama hâlâ benim Umay’ımdı.
"Merak etme, Altay," dedi fısıltıyla. "Beni öldürmeye mikropların gücü yetmez."
Gülümsedim ama içimde fırtınalar kopuyordu.
"Ben de zaten buna asla izin vermem."
"Hadi bakalım, güzelim, kahvaltıya!" dedim, sesime biraz neşe katmaya çalışarak.
Tepsiyi alıp masayı ona doğru çektim, ardından kumandayı alarak yatağını oturur pozisyona getirdim.
Umay usulca doğruldu, ama vücudu hâlâ yorgundu. Bir an göz göze geldik, benim ona nasıl baktığımı fark etti. Hâlâ o kadar solgundu ki…
"Bana böyle bakma, Altay," dedi hafifçe gülümseyerek. "Ölüm döşeğinde değilim."
Gülümsemeye çalıştım ama içimde bir düğüm vardı. Ölümle yaşam arasındaki çizgiyi dün gece ne kadar yakın hissettiğimi hatırlayınca, boğazım kurudu.
"Biliyorum," dedim, "ama seni en güçlü hâlinle görmeye alışığım. Böyle nazik bir çiçeğe dönüşmen garip geliyor."
Kaşlarını kaldırıp elini zayıf ama alaycı bir şekilde uzattı. "Çiçek mi? Altay, ben çiçek değilim. Ben savaşçıyım."
"Evet, en sevdiğim savaşçı," dedim, gülümseyerek.
Kahvaltı tepsisine baktığında yüzü hafifçe değişti.
"Yumurta yok."
Başımı salladım. "Doktorlar karaciğerini yormamak için yumurta ve ağır proteinleri şimdilik yasakladı. Beslenme programını tamamen dengeli ve sindirimi kolay şeylerden oluşturmuşlar."
Tepside haşlanmış sebzeler, yoğurt, biraz peynir, tam buğday ekmeği ve taze meyve vardı.
Umay çatalı eline aldı ama gözleri hâlâ tepsideydi.
"Altay, ben hasta mıyım, yoksa bir diyet kampında mıyım?" diye homurdandı.
Güldüm. "İkisi de. Ama ben senin şefinim ve bu mutfakta kurallarım var."
Gözlerini devirdi ama elindeki çatalı hafifçe hareket ettirdi.
"Tamam, komutan. O zaman emredin, yiyelim."
Ben de kendi tepsimi aldım ve yanına oturdum. O bir lokma alıp çiğnerken, içimden sadece bir şey diledim:
"Ne olursa olsun, bu anları daha çok yaşayalım."
Refakatçi yemeğime göz gezdirdiğimde, Umay’ın tepsisinden pek farkı olmadığını fark ettim. Haşlanmış sebzeler, yoğurt, az tuzlu peynir ve bir dilim tam buğday ekmeği.
Kaşlarımı kaldırarak Umay’a baktım. O da benim tepsime göz atıyordu.
"Demek sen de diyet kampına alındın," dedi hafifçe gülümseyerek.
Çatalı elime aldım, başımı salladım. "Beni yalnız bırakacağını mı sandın? Sen ne yiyorsan, ben de onu yiyeceğim."
Gözlerini devirdi. "Altay, sen sağlıklısın. Normal yemek yiyebilirsin."
Ciddileştim. "Ama seninle aynı sofrada, aynı şeyleri yemediğim sürece kendimi iyi hissetmem."
Bir an duraksadı, sonra başını hafifçe eğdi. Gözlerinde hafif bir parıltı vardı.
"Senin gibi bir adamı nasıl hak ettim bilmiyorum ama iyi ki buradasın," diye fısıldadı.
Gülümseyerek kaşığımı kaldırdım. "Ve burada kalmaya da devam edeceğim."
İkimiz de sessizce yemeklerimizi yerken, bu anın değerini biliyordum. Küçük, sıradan bir kahvaltı gibi görünse de, aslında hayatın bize sunduğu en büyük hediyeydi: Birlikte olabilmek.
Tam çatalı ağzıma götürecekken kapı çalındı. Bir saniyeliğine içim sıkıştı. Kim olursa olsun, Umay’ın bulunduğu odaya giren herkes steril olmalıydı.
Kapıyı açtığımda, Yaseminka ve Aybars içeri girdiler.
Ama ben, hemen Aybars’ı kucağıma almak yerine, refleks olarak sterilizasyon çantasına yöneldim.
"Durun!" dedim, sesim otomatik olarak sertleşmişti. "Eller, kollar, yüz, kıyafetler… Hepsi dezenfekte edilecek."
Yaseminka gözlerini devirdi ama gülümsedi. "Altay, hastaneyi steril laboratuvara çevireceksin yakında."
Umay hafifçe kıkırdadı. "Bunu yapmazsa rahat edemez."
Ama ben ciddiydim. Hızlıca dezenfektan şişesini aldım, Yaseminka’nın ellerine sıktım. Sonra Aybars’ı aldım, onu da küçük mendille güzelce sildim.
Aybars küçük elleriyle yüzünü kapatıp güldü. "Baba, bu çok soğuk!"
Gülümsedim ama ciddiyetimi bozmadım. "Kurallar değişmez, küçük adam. Annenin sağlığı her şeyden önemli."
Aybars hemen Umay’a yöneldi, minik ellerini uzattı. "Anne!" dedi heyecanla.
Umay gözleri dolu dolu, ama sevgiyle kollarını açtı. "Gel bakalım, küçük prensim."
İlk kez Aybars’ı Umay’ın kollarında görünce, içim hem sevinçle hem de hüzünle doldu. Onun en büyük ilacı, oğluydu.
Ve ben, bu anların kıymetini biliyordum. Onları korumak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım.
Aybars annesinin kollarına atıldığında, Umay’ın gözlerindeki mutluluk, yüzündeki tüm yorgunluğu silip süpürdü. Onun için en büyük ilaç, oğluydu.
Ama bu hastane odasını daha sıcak bir yere çevirmek için sadece sevgi yetmezdi.
Yaseminka gözlerini bana dikti, çantasından bir sürü renkli süs çıkardı. "Hadi bakalım, Altay. Senin askeri düzenin bir yana, şu odayı biraz yaşanılır hâle getirelim."
Aybars hemen heyecanla yerinde zıpladı. "Balonlar var mı teyzze?"
Yaseminka göz kırptı. "Hem de en renklisinden."
Ben derin bir nefes aldım, gözlerimi devirdim ama içten içe gülümsüyordum. "Tamam, küçük adam. Ama hastane kurallarına uyacağız. Sessiz çalışıyoruz, anlaşıldı mı?"
Aybars hemen parmağını dudaklarına götürdü. "Şşşşt! Anlaşıldı baba!"
Yaseminka renkli kağıt süsleri ve ışıkları çıkarırken, Aybars balonları şişirmeye çalışıyordu. Küçük yanaklarını şişirip nefesini veremeyince gözleri büyüdü, sonra bana uzattı. "Baba, yardım et!"
Gülerek aldım, askeri bir görevmiş gibi hızla şişirdim.
Umay bizi izliyordu. Yorgundu ama gülümsüyordu. O an, her şeyin anlam kazandığı andı.
"Savaş alanında dekora dikkat etmeyen adam, hastane odasını cennet yapıyor," dedi Umay kıkırdayarak.
Odasının duvarlarına nazikçe süsleri yapıştırırken, ona döndüm.
"Sen buradaysan, burası zaten cennet."
Ve o an, içimden sadece tek bir şey geçiyordu:
Onu yaşatacağız. Onun için her şeyi yapacağız. Ve bu savaşı kazanacağız.
Oda, artık bir hastane odasından çok, sıcak bir eve benziyordu.
Yaseminka, renkli kağıt süsleri yatağın başucuna yerleştirmiş, Aybars’ın şişirdiği balonlar pencerenin kenarına bağlanmıştı. Duvarlarda minik yıldız sticker’ları vardı, odanın köşesinde ise Umay’ın en sevdiği çiçeklerin tabii ki sterilize edilmiş hâlde durduğu bir vazo.
Umay gözlerini odada dolaştırırken, yorgun ama huzurlu bir nefes aldı.
"Bu kadarını beklemiyordum," dedi, sesi hâlâ zayıftı ama içinde sıcaklık vardı. "Gerçekten burayı eve çevirdiniz."
Aybars, minik elleriyle Umay’ın elini tuttu. "Anne, bak!" diye heyecanla duvarı gösterdi.
Hepimiz başımızı çevirdiğimizde, orada küçücük bir kağıt vardı. Aybars'ın el izi ve altına çocuksu karalamalarla yaptığı tek bir çiçek.
"Annem iyileşecek." dedi içten bir sesle.
Bir anda içime tarifsiz bir sıcaklık yayıldı.
Umay gözlerini kaçırdı, dudakları titredi. O her zaman güçlüydü ama şimdi… Şimdi küçük oğlunun inancıyla sarsılmıştı.
Başımı hafifçe eğip ona baktım. "Gördün mü?" dedim yumuşak bir sesle. "Sen bizim savaşçımızsın. Ve bu odada herkes senin iyileşeceğine inanıyor."
Umay başını hafifçe salladı, gözleri dolmuştu ama ağlamadı. O güçlüydü, her zaman güçlüydü.
Yaseminka hafifçe omzuma dokundu. "Biz sizi yalnız bırakacağız artık," dedi. "Aybars’ı biraz dışarı çıkarayım, annesi dinlensin."
Aybars hemen itiraz etti. "Ama baba da burada kalsın!"
Diz çöküp onun göz hizasına geldim. "Ben hiçbir yere gitmiyorum, küçük adam. Annene göz kulak olacağım."
Minik elleriyle boynuma sarıldı, küçücük sesiyle fısıldadı. "Tamam, baba. Ama annemi bırakma."
"Asla," dedim, elini sıkıca tutarak. "Onu hiçbir zaman bırakmayacağım."
Yaseminka ve Aybars odadan çıkarken, Umay hafifçe başını yastığa yasladı. Ellerim hâlâ ellerinin üzerindeydi.
Ona baktım. Yorgun, ama huzurluydu.
Ben de öyle.
O an, hastane odasının penceresinden süzülen gün ışığı altında, elimizdeki en büyük şeye tutunuyorduk: Birlikte olduğumuza.
Ve bu savaşı kazanacağımıza.
Aybars’ın minik adımlarla kapıdan çıkışını izlerken, "Bu çocuk yaşına göre fazla akıllı," diye mırıldandım.
Arkasından bakarken içimde hem bir gurur hem de tarifsiz bir hüzün vardı. Daha bir yaşındaydı ama sanki her şeyi hissediyordu. Annesinin hastalığını anlamasa bile, onun iyi olmasını içten içe diliyor, bizi bırakmamamız için kendince savaş veriyordu.
Arkamdan Umay’ın hafif, yorgun sesi geldi.
"Katılıyorum."
Başı yastığa yaslanmıştı, gözleri hâlâ kapalıydı ama dudaklarında hafif bir gülümseme vardı.
Yavaşça elini tuttum, avuç içi hâlâ zayıf ama sıcaktı.
"Güçlü bir anneye sahip olunca, çocuk da güçlü oluyor."
Umay hafifçe kaşlarını kaldırdı ama gözlerini açmadı. "Oğlumuzu güçlü yapan senin varlığın, Altay."
İçim titredi.
Başımı hafifçe eğdim, yüzüm neredeyse onun eline değecekti.
"Biz hep birlikte güçlüyüz, Umay."
O an, Umay’ın nefesi daha düzenliydi. Hâlâ yorgundu, ama huzur içindeydi.
Ve ben de ilk kez içimde bir huzur hissettim.
Bu savaş henüz bitmemişti ama biz kaybetmeyecektik.
Çünkü artık yalnız savaşmıyorduk.
Umay gözlerini hâlâ kapalı tutarken, "Sırtın terlemiştir," dedim muzip bir şekilde. "Hadi kalk, tişörtünü değiştirelim. Hem de çişe gidersin."
Kaşlarını hafifçe kaldırdı ama tepki vermedi.
Ben de gülerek ekledim: "Tabii ki orayı da steril ettim."
Umay gözlerini açmadan hafifçe güldü.
"Buna hiç şaşırmadım, Altay."
Gözlerini nihayet araladığında, yüzündeki yorgunluğu bir an unutmuş gibiydi. Hafifçe doğrulmaya çalıştı ama hâlâ halsizdi.
"Bana yardım eder misin?" diye fısıldadı.
Elimi uzattım, "Ben sana her zaman yardım ederim, kraliçem," dedim.
Yavaşça doğrulmasına yardımcı oldum, elimi beline koyarak destek verdim. Bedeninin hâlâ ne kadar zayıf düştüğünü hissetmek içimi sızlattı ama o hâlâ mücadele ediyordu.
"Hadi bakalım, steril edilmiş bir banyoya doğru küçük bir yolculuk yapalım."
Umay hafifçe başını iki yana salladı. "Sen gerçekten abartıyorsun, Altay."
Gülerek cevap verdim: "Ben bir şeyleri abartmazsam sen bu kadar güvende olur muydun?"
Gözlerini devirdi ama dudaklarının kenarında hâlâ o tanıdık gülümseme vardı.
Ve ben, onu böyle gülerken görmek için her şeyi yapmaya hazırdım.
Umay’ın beklemediği bir anda, bir asker refleksiyle kucağıma aldım.
"Altay, ne yapıyorsun?!" diye fısıldadı ama sesi yorgun olduğu kadar şaşkındı da.
"Sana küçük bir VIP hizmeti sunuyorum, hanımefendi," dedim gülerek.
O, itiraz etmeye çalışırken ben çoktan onu banyoya taşımış, tam klozetin önüne bırakıvermiştim.
Bana "Deli misin sen?!" der gibi baktı, gözlerini kısıp kollarını göğsünde bağladı.
Ben de ciddi bir ifadeyle, "Görev başarıyla tamamlandı," diyerek kapıyı usulca kapattım ve hızla odaya yöneldim.
Hemen dolabı açıp ona temiz, rahat bir tişört çıkardım.
Umay içerideyken, onun için her şeyi daha kolay ve rahat hâle getirmek adına küçük detaylara bile dikkat ediyordum.
Banyodan çıktığında, elindeki havluyla yüzünü kurularken bana hâlâ o sert bakışını atıyordu.
"Bir daha beni böyle taşırsan"
"Ne yaparsın?" dedim, hafifçe sırıtarak.
Bir an sustu, sonra gözlerini devirdi ve "Hiçbir şey yapamam çünkü seni durduramıyorum," dedi pes etmiş gibi.
Gülerek tişörtü ona uzattım. "Tam olarak doğru cevap, kraliçem."
O iyileşene kadar, onu her fırsatta taşımaya ve korumaya devam edecektim. İsterse bana deli desin, ister inat etsin… Ben onun hep yanında olacaktım.
Umay, elindeki temiz tişörte kısa bir bakış attıktan sonra derin bir nefes aldı.
"Beni bu kadar şımartırsan, iyileşince de bana hizmet etmeye devam etmek zorunda kalırsın, farkındasın değil mi?" dedi hafifçe gülümseyerek.
Gözlerimi kısmış, hafif bir sırıtışla kollarımı göğsümde bağlamıştım.
"Zaten yıllardır sana hizmet ediyorum, Umay Hanım. Sadece fark etmen biraz zaman aldı."
O sırada tişörtünü değiştirmesi için sırtımı döndüm ama göz ucuyla onun yavaş hareket ettiğini fark ettim. Her ne kadar gülümsemeye çalışsa da, hâlâ çok zayıftı.
Tişörtünü giydiğini hissedince geri döndüm ve ona destek olmak için elimi uzattım.
Ama Umay, hâlâ gözlerini kaçırıyordu.
"Altay, seninle ilgili bir şey fark ettim," dedi bir anda.
Kaşlarımı kaldırdım. "Neymiş o?"
"Eskiden bana hep güçlü olmamı hatırlatırdın." Bakışlarını bana dikti. "Ama şimdi… Şimdi o gücü sen benim yerime taşıyorsun."
Boğazım düğümlendi.
Bu bir gerçekti.
O savaşamazken, ben onun için savaşıyordum. O yürüyemezken, ben onu taşıyordum. O konuşamadığında, ben onun yerine konuşuyordum.
"Çünkü sıra bende, Umay," dedim sessizce. "Sen hepimiz için güçlü oldun. Şimdi sıra bende. Sen sadece iyileşmeye odaklan."
Gözlerini bir an kırpıştırdı. Sonra yavaşça başını eğdi, dudaklarında küçük ama içten bir gülümsemeyle fısıldadı:
"Sen yanımdayken, zaten iyileşiyorum."
O an, içimde bir şeylerin oturduğunu hissettim.
Savaş daha bitmemişti. Ama artık biliyordum: Umay, benim elimden tuttuğu sürece, bu savaşı kaybetmeyecektik.
Umay’ın tişörtünü değiştirmesine yardım ettikten sonra, onu yatağa yerleştirdim ve yanına oturdum.
Bir süre sessiz kaldık. O hâlâ yorgundu, ama gözlerinde derin bir huzur vardı.
Elini tuttum, parmaklarını nazikçe sıktım.
"Umay," dedim yumuşak ama kararlı bir sesle. "Yumurtalıklarını dondurduk ya… İyileşince iki çocuk daha yapsak?"
O an tüm yorgunluğu unutmuş gibi gözlerini kocaman açtı.
Bana kısa bir süre ‘Ciddi misin?’ der gibi baktı, sonra derin bir nefes vererek oflayarak yatağa yattı.
"Altay, sen delisin."
Gülmemek için kendimi zor tuttum. "Evet, ama senin için deliyim."
"Beni iyileşmeden hamile bırakmaya falan çalışmazsın değil mi?" diye gözlerini kısarak sordu.
Kıkırdayarak yanına yaslandım. "Saçmalama, doktor izin verene kadar tek bir adım bile atmıyorum."
Umay gözlerini tavana dikti, "İki çocuk ha…" diye mırıldandı.
Sonra başını bana çevirdi, gözlerinde hafif bir pırıltı vardı.
"Peki, isimleri ne olacak?"
Gülümsedim. "Demek bu ihtimali düşünmeye başladın."
Umay, gözlerini tekrar kapatarak hafifçe başını iki yana salladı. "Seninle yaşamak tam bir macera."
"Ve sen daha bu maceranın en başındasın, kraliçem."
O an, her şeyin daha güzel olacağına dair içimde küçük ama güçlü bir umut filizlendi.
"Bu seferki kız olsun, olur mu?" dedim gülerek.
Umay gözlerini açıp bana baktı, hafifçe kaşlarını kaldırmıştı. "Bu seferki mi?"
Gülümseyerek başımı salladım. "Evet. Bir oğlumuz var, şimdi de bir kızımız olsun. Hem timdeki oğlanlardan ben bizzat korurum onu."
Bu sefer Umay gözlerini devirdi. "Senin korumacı babalığını şimdiden görebiliyorum. Aybars daha bir yaşında ama sen şimdiden kızın için planlar yapıyorsun."
Gözlerim parladı. "Tabii ki yapıyorum! Adını bile düşündüm."
Umay başını hafifçe yana eğdi. "Hadi bakalım, neymiş adı?"
"Ülkü."
Bir an sessizlik oldu. Umay gözlerini hafifçe kıstı, sonra bir tebessüm belirdi yüzünde.
"Atatürk o ismi çok severdi," dedim gülerek. "O yüzden bizim kızımıza da yakışır."
Umay derin bir nefes aldı, bakışları yumuşadı. "Ülkü…" diye fısıldadı.
Sonra bana döndü, hafifçe başını salladı. "Güzel isim. Güçlü bir isim."
Elini tuttum, "Tıpkı annesi gibi olacak."
Umay gözlerini devirdi ama yüzünde küçük bir gülümseme vardı. "Altay, sen bu konuyu çok ciddiye aldın farkındayım."
Gülerek başımı salladım. "Çünkü ben savaşı sadece kazanmayı değil, kazandıktan sonra nasıl bir hayat kuracağımızı da planlıyorum, kraliçem."
O an gözleri dolu dolu bana baktı. "Beni hep geleceğe bağlıyorsun, Altay," dedi yumuşak bir sesle.
"Çünkü seninle bir geleceğim var, Umay," dedim. "Ve bu gelecekte, Ülkü de olacak."
O an odada huzur dolu bir sessizlik oluştu.
Savaş hâlâ devam ediyordu ama biz kazanmaya başlamıştık.
Umay, başını hafifçe yastığa yasladı, gözlerini kapattı ama yüzünde yorgun da olsa hafif bir gülümseme vardı.
"Ülkü…" diye fısıldadı. "Bu isim hoşuma gitti."
Elini avucumun içinde sıktım, bu küçük anın huzurunu içime çektim.
Buradaydı. Yanımdaydı.
Bu savaş henüz bitmemişti ama artık kazanmaya başlıyorduk.
Dışarıdan sabahın ilk ışıkları odaya süzülüyordu, süslediğimiz duvarlarda Aybars’ın yaseminka'ya yazdırdığı yazı hâlâ asılıydı:
"Annem iyileşecek."
Ve ben o an, bunun gerçekten olacağına inandım.
Başımı Umay’ın yanına yasladım, nefesinin sakinleştiğini hissettim.
O uykuya dalarken, ben de gözlerimi kapattım.
Her şey düzelecek. Çünkü biz birlikteyiz.
Ve birlikte olduğumuz sürece, her savaşı kazanırız.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.04k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |