36. Bölüm

İki gözümün çiçeği

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Sabah, odanın içine dolan loş gün ışığıyla gözlerimi açtım. Birkaç saniye boyunca, dünün yorgunluğu üzerimden tamamen silinmiş gibi geldi. Sırtım hâlâ Umay’ın yaptığı masajın etkisiyle rahattı, nefesim derindi. Uzun zamandır ilk kez bu kadar dinlenmiş hissediyordum.

Yatağın yanına uzanıp elimi boş tarafa götürdüm. Umay orada olmalıydı ama yatak soğuktu. Gözlerimi kırpıştırarak doğruldum, etrafa baktım. Sessizlik vardı, ama bu huzurlu bir sessizlik değildi.

Sonra lavabodan gelen hafif ama belirgin bir ses duydum. Boğuk bir öğürtü sesi.

Kaşlarımı çattım, hemen yataktan kalkıp banyoya yöneldim. Kapıyı ittirince Umay’ı lavabonun kenarına tutunmuş halde buldum. Omuzları hafifçe titriyor, yüzü solgundu.

Bir an için içimde bir sıkıntı düğümlendi. "Umay?" dedim, sesim hem uyanık hem de endişeliydi.

Beni fark edince başını hafifçe kaldırıp zoraki bir gülümsemeyle, "Önemli değil, sadece biraz midem bulanıyor," dedi. Ama gözlerinden belliydi; bu sadece bir mide bulantısı değildi.

Bir adım yaklaşıp elimi sırtına koydum, hafifçe ovaladım. "Ne zamandır böyle?"

Derin bir nefes aldı, lavaboda yüzünü yıkayıp doğruldu. Göz göze geldik ve o an anladım.

Bu, sıradan bir rahatsızlık değildi. İçimdeki huzur, yerini yeni bir heyecana bıraktı.

Umay, yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirip, “Aşkım, iyiyim ben,” dedi ama sesi bile onu yalanlıyordu. Nefesi düzensizdi, teni hâlâ solgundu.

Söylediklerini duymazdan gelip bir adım daha yaklaştım. İtiraz edecek vakti bile olmadan, kollarımı beline dolayıp onu kucağıma aldım. Hafifçe irkildi ama karşı koymadı.

“Altay, gerçekten gerek yok,” dedi fısıltıyla.

“Sen sus, ben karar veririm,” dedim yumuşak ama kararlı bir sesle. Onu nazikçe yatağa yatırırken, yüzündeki yorgunluğu daha net gördüm.

Yorganı üzerine çektim, alnına hafifçe dokunarak ateşi var mı diye kontrol ettim. O sadece midem bulanıyor diyordu ama içimde bambaşka bir his vardı.

Umay gözlerini kaçırdı, belli ki endişemi daha da artırmak istemiyordu. Ama ben, yıllardır tehlikeyi sezmiş biri olarak, bunun sadece bir mide bulantısı olmadığını biliyordum.

Umay’ı yatağa yatırdıktan sonra birkaç dakika boyunca başında bekledim. Bedeninin gevşemesini, nefesinin düzelmesini umuyordum ama tam tersi oldu. Tenine hafifçe dokunduğumda ellerimin altındaki sıcaklık hızla yükseliyordu.

Kaşlarımı çattım, alnına elimi koydum. Ateşi vardı. Ve giderek artıyordu.

Gözleri yarı kapalıydı, “Altay, geçer şimdi…” diye fısıldadı ama bu sefer lafını bitirmesine bile izin vermedim.

“Umay, kalk. Doktora gidiyoruz.” Sesim ne panik içermeliydi ne de tartışmaya açık olmalıydı.

O an anladı. Beni ikna edemeyeceğini, bu işin basit bir rahatsızlık olarak geçiştirilemeyeceğini. Hafifçe başını salladı ama hâlâ halsizdi.

Hızla telefonumu çıkarıp Yaseminka’yı aradım. Kadın aylardır ailemiz gibiydi, en kritik anlarda yanımızda olmuştu.

Telefon çalar çalmaz açtı. “Altay? Bir şey mi oldu?”

“Yaseminka, Umay’ın ateşi çıktı, doktora götürüyorum. Aybars’ı sana bırakıyorum.”

“Hemen gel, merak etme,” dedi tereddütsüz.

Telefonu kapatıp Umay’a döndüm. "Beni uğraştırmadan kalk, tamam mı?" dedim, onu nazikçe oturtarak.

O sadece başını salladı. Gözlerinde hâlâ direnç vardı ama bu sefer teslim olmuştu.

Hızla Aybars’ı Yaseminka’ya bıraktım, Umay’ı arabaya bindirdim ve gaza bastım.

Bu sefer beklemeyecektim. Ne olduğunu bilmem gerekiyordu.

Hastaneye vardığımızda arabayı hızla park edip kapıyı açtım. Umay sessizdi, gözleri yerdeydi, halsiz ama direnmeye devam ediyordu.

Kapıyı açıp elimi uzattım. “Hadi, in.”

Başını hafifçe kaldırdı ama gözlerini bana değil, yere dikmişti. Beni endişelendirmek istemediğini biliyordum. Ama artık susacak, bekleyecek durumda değildim.

Elini tutup nazikçe ama kararlı bir şekilde onu dışarı çıkardım. Ayağa kalktığında hafifçe sendeledi, hemen belinden destek oldum.

“Altay, gerçekten bu kadar büyütmeye gerek var mı?” diye fısıldadı.

Kaşlarımı çatıp doğrudan gözlerinin içine baktım. “Bunu ben değil, doktor söyleyecek.”

O an bir şey söylemedi. İçinde her şeyi hafife alan, benimse her şeyi ciddiye alan iki farklı dünya çarpışıyordu. Ama bu defa kazanmasına izin vermeyecektim.

Hızlı adımlarla hastanenin kapısından içeri girdik. Kaydı yaptırıp acil muayene odasına yönlendirildiğimizde, Umay hâlâ yere bakıyordu.

Ama ben, gözümü ondan bir saniye bile ayırmıyordum.

Umay, doktorun karşısında sessizce otururken ben de yanındaydım. Başta sadece mide bulantısı ve ateş sanmıştım ama doktor şikayetlerini sorduğunda gerçeği öğrendim.

"Ne zamandır böyle hissediyorsunuz?" diye sordu doktor.

Umay gözlerini kaçırarak konuşmaya başladı. “Bir süredir...” Sesindeki tereddüt beni gerdi.

Doktor kaşlarını kaldırdı. "Daha net bir süre verebilir misiniz?"

Umay derin bir nefes aldı. "Birkaç hafta oldu. Önce vücudumda morluklar çıkmaya başladı. Bir yere çarptım sandım ama fazla sık olmaya başladı. Sonra halsizlik geldi. Zaman zaman midem bulanıyor, bazen de kusuyorum."

Şok oldum. Bunu ilk kez duyuyordum. Birkaç hafta? Nefesimi tuttum, boğazım kurudu. Ben savaş alanlarında her detayı fark eden bir adamdım ama kendi karımın çektiği şeyi anlayamamıştım.

Doktor notlarını alıp başını salladı. “Bunları daha önce fark ettiğinizde doktora neden gelmediniz?”

Umay hafifçe gülümsedi ama o gülümseme sahteydi. "Altay zaten çok yoğun. Boşuna endişelendirmek istemedim."

İçimde bir şeyler sıkıştı. Umay, kendini ihmal etmişti. Ama asıl sorun, benim bunu fark edememiş olmamdı.

Doktor gözlerini bana çevirdi. “Öncelikle tam kan sayımı yapacağız. Kan değerlerine bakmadan yorum yapmak zor. Hemoglobin seviyesini, enfeksiyon belirtilerini ve genel kan değerlerini kontrol edeceğiz.”

Sonra elindeki kağıdı uzatıp “Kan alma birimine geçin, sonuçlara göre daha net konuşuruz,” dedi.

Ben hâlâ Umay’a bakıyordum. O ise gözlerini kaçırıyordu.

Sessizce kalktım, elimi uzattım. “Hadi, gidiyoruz.” Sesim sakindi ama içimde fırtınalar kopuyordu.

Şimdi tek bir şey istiyordum: Sonuçları almak ve bunun ciddi bir şey olmadığını öğrenmek. Ama içimde yükselen o tanıdık, rahatsız edici his… Bana savaş alanından daha tehlikeli bir şeyin içindeymişiz gibi geliyordu.

Umay’la birlikte kan alma birimine doğru yürürken içimde sıkışan endişeyi bastırmaya çalıştım. Beni yıllardır tanıyordu, en ufak bakışımı bile okurdu. O yüzden mümkün olduğunca sakin görünmeye çalıştım.

Bir askerin en büyük görevi, panik anında soğukkanlı kalmaktı. Ama bu savaş alanı değildi. Bu, sevdiğim kadının sağlığıyla ilgiliydi ve ben burada hiçbir şeye hükmedemiyordum.

Umay, yan gözle bana baktı. “Altay, fazla düşünüyorsun.”

Gözlerimi kaçırmadan yürümeye devam ettim. “Düşünmem gereken bir şey yok. Testler yapılsın, ona göre bakarız.” Sesim kontrollüydü ama içimdeki kaygıyı sadece ben biliyordum.

Bekleme alanına geçtiğimizde, Umay yanımdaki sandalyeye oturdu, kollarını kavuşturdu. Sessizlik içinde oturduk, aramızda yalnızca hastane koridorlarının soğuk uğultusu vardı.

Umay derin bir nefes aldı, “Gerçekten bir şeyim yoksa bu kadar gerilmen boşa olacak, farkındasın değil mi?” dedi hafif bir gülümsemeyle.

Ona baktım. Bu konuda yanılıyor olmayı her şeyden çok istiyordum.

Ama içimde, tecrübelerimden bildiğim o rahatsız edici his vardı. Bir şeyler yolunda değildi.

Ve test sonuçları çıkana kadar, bu düşünce içimi kemirmeye devam edecekti.

Umay kan alınırken yanında dikilip her hareketi dikkatle izliyordum. Hastane ortamına alışkın değildim ama sahada defalarca damar yolu açan biri olarak, bu işin nasıl yapıldığını gayet iyi biliyordum.

Hemşire, iğneyi ilk denemesinde tam oturtamayınca kaşlarımı çattım. İkinci denemede de başarısız olunca sabrım taştı.

“Turnikeyi biraz daha yukarı bağlayın, açıyı düzeltin ve giriş yaparken sabit durun,” dedim sert bir sesle.

Hemşire gözlerini kocaman açtı, şaşkınlıkla bana baktı. Umay ise derin bir nefes aldı, gözleriyle beni delip geçtikten sonra başını iki yana salladı.

“Altay.” Sesi sakindi ama içinde gizli bir tehdit vardı.

Ben hâlâ hemşirenin elindeki iğneye odaklanmıştım. “Yanlış açıyla batırıyorsunuz. Damarı zorluyorsunuz, bu şekilde kan almak zor olur,” dedim.

Umay derin bir nefes alıp başını ellerinin arasına aldı. "Yeter, Altay!" dedi keskin bir sesle. “Burası karargâh değil, hemşire de senin erin değil! Çık dışarı!”

Hemşire derin bir nefes aldı, belli ki gerilmişti. Umay ise bana sert bir bakış fırlattı. Bu, ‘Gözüm görmesin seni’ bakışıydı.

Birkaç saniye dikildim. Komutan kimliğimle alıştığım otorite burada işlemiyordu. Umay’a karşı asla işlemezdi.

"Tamam," dedim dişlerimi sıkarak. "Ama düzgün yapsınlar."

Umay eliyle kapıyı işaret etti. "Altay. Çık. Şimdi."

İtiraz etmedim. Sessizce döndüm, kapıyı açıp dışarı çıktım.

Koridorda yürürken içim içimi yiyordu. Sahada birliği koruyabilirdim ama burada, Umay’ın başına ne geleceğini bilmiyordum.

Ve bilinmezlik, her zaman en tehlikeli düşmandı.

Koridorda sessizce beklerken içimdeki gerginliği bastırmaya çalışıyordum. Savaş alanında düşmanın nereden geleceğini bilirdim ama burada neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmiyordum. İşte bu, beni asıl delirten şeydi.

Kapı açıldığında Umay yavaş adımlarla yanıma geldi. Gözleri doğrudan bana kilitlenmişti ama içinde hafif bir suçluluk vardı. Beni az önce odadan kovmuştu, ama bunu benim iyiliğim için yaptığını da biliyordum.

Ona tek kelime etmeden baktım. Ne bir soru sordum ne de serzenişte bulundum. Ama gözlerim her şeyi anlatıyordu. Endişemi, kızgınlığımı, belki de çaresizliğimi.

Umay derin bir nefes aldı. Gözlerini kaçırmadı, birkaç saniye daha yüzümü inceledi, sonra aniden yaklaşıp beni öptü.

Şaşırdım. Gerginliğin, belirsizliğin, kaygının ortasında beklemediğim bir hamleydi bu. Ama birkaç saniye sonra, o öpücüğün içinde barış teklifini hissettim.

Geri çekildiğinde hafifçe gülümsedi. “Tamam mı? Hâlâ suratı asık bir komutan gibi mi bakacaksın, yoksa kocam olarak mı duracaksın?”

Gözlerimi kısmıştım ama içimdeki sertlik biraz gevşedi. “Sen yine de bir daha beni dışarı kovma,” dedim alçak bir sesle.

Gülerek başını iki yana salladı. “Sen de hastane personeline emir komuta vermeyi bırak o zaman.”

Derin bir nefes alıp başımı salladım. Hâlâ işin ciddiyetini bilmiyorduk ama en azından o an, biraz da olsa normale dönmüştük.

Şimdi tek yapmamız gereken, sonuçları beklemekti. Ve ben, hiçbir savaşı beklemekten daha fazla sevmemiştim.

Sonuçların çıkmasını beklerken içimdeki sıkıntı büyüyordu. Birçok kez çatışmalarda ölümle burun buruna gelmiştim, ama şimdi önümdeki bilinmezlik, silahlı bir düşmandan daha korkutucuydu.

Doktorun odasına girdiğimizde Umay’la yan yana oturduk. Elini tuttum, farkında olmadan sıktım. O ise sessizdi, doktorun yüzüne odaklanmıştı.

Doktor derin bir nefes aldı, elindeki dosyaya kısa bir bakış attı ve konuşmaya başladı.

“Şimdi şöyle,” dedi yavaşça, kelimeleri dikkatle seçerek. “Ben yanılıyor olabilirim ama bu düşük bir ihtimal. Geçmişinize baktığımda, annenizin kanserden vefat ettiğini görüyorum.”

Nefesim sıkıştı. Cümle nereye gidecekti, beynim daha söylemeden anlamıştı ama yine de duymak istemiyordum.

Doktor gözlerini Umay’a dikti, devam etti. “Maalesef Umay Hanım, kaçıncı evrede olduğuna emin değiliz, bunu ancak onkoloji bölümü belirleyebilir. Ama… Malesef karaciğer kanserisiniz.”

Dünya başıma yıkıldı.

Sesleri duymamaya başladım, doktorun ardından söylediği kelimeler zihnimde yankılandı ama hiçbirini tam kavrayamadım. Karaciğer kanseri.

Umay’ın elini hâlâ tutuyordum ama artık o, benim elimden mi tutuyordu, ben mi onun elinden, emin değildim. O an, her şey durmuş gibiydi.

Umay konuşmadı. Ben de konuşamadım. Sadece sessizlik… Ve içimi kemiren bir gerçek. Savaşın en zoru şimdi başlıyordu.

Sessizce odadan çıktığımızda, koridorun uğultusu bile bize ulaşmıyordu. Sanki dünya ile aramızda kalın bir duvar vardı ve biz sadece sessizliğin içinde yürüyorduk.

Beynim patlayacak gibiydi. Önümü göremiyordum, düşünceler birbirine çarpıyor ama hiçbiri anlam kazanmıyordu. Bir savaş bölgesinde olsaydım, düşmanı tanırdım. Ama burada? Burada neyle savaştığımı bile bilmiyordum.

Yanımda yürüyen Umay’a baktım. Yüzünde tek bir duygu okunmuyordu. Ne korku ne öfke ne de gözyaşı. Sadece derin bir sessizlik.

Elini tutmak istedim ama yapamadım. Onu koruyacak bir emir veremezdim. Bu savaşta silahlarım yoktu.

Hastane koridorunun sonuna geldiğimizde durduk. Umay başını hafifçe eğdi, derin bir nefes aldı.

"Altay," dedi kısık bir sesle. Ama devamı gelmedi.

Çünkü ikimiz de ne diyeceğimizi bilmiyorduk.

Umay'ın sesi havada asılı kaldı. Devam edemedi, çünkü bazı şeylere kelimeler yetmezdi. O an, hiçbir cümle bu gerçeği değiştiremezdi.

Bir adım attım, tereddütsüz. Kollarımı ona doladım, sımsıkı sarıldım. Sanki ne kadar sıkı tutarsam, onu bu hastalıktan o kadar koruyabilecekmişim gibi. Savaş meydanında olsak, onu mermilere karşı siper edebilirdim. Ama burada düşman görünmezdi.

Göğsüme yaslandığında, nefesini hissettim. Hafif ama düzensizdi. Titriyordu ama ağlamıyordu.

"Bırakmam," dedim, sesi duyulur duyulmaz bir fısıltıyla. "Ne olursa olsun."

O da biliyordu. Ben savaşçıyım. Ve şimdi, en önemli savaşım başlamıştı.

“Güzelim,” dedim, kısık bir sesle. Kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Allah sevdiğine zor imtihanlar verirmiş… Demek ki bizi seviyor, dedim, gözlerim yaşlarla dolarken.

Zamanın içinden düşüyorduk sanki, ellerini tuttum, avuçlarımın içinde bir kuş gibi titriyordu. İnsan sevdiğini böyle kaybetme ihtimaliyle yüzleştiğinde, bir şehrin sokaklarını ezbere bilip de yolunu kaybetmek gibi hissediyor. Konuşuyordum ama her kelime yarım kalıyordu, çünkü bazı cümlelerin sonu yoktu.

Umay başını göğsüme yasladı, sessizce ama ağırlığını hissettirerek. Dünya dönüyordu ama biz bir yerlerde durakalmıştık.

"Geçecek," dedim. Kendime mi, ona mı, Allah’a mı? bilmiyorum.

“Şimdi onkoloji servisine gitmemiz gerekiyor,” dedim, sesimi olabildiğince sakin tutmaya çalışarak. Umay’ın gözleri hâlâ yerdeydi, sanki bakışlarını kaldırırsa gerçek daha da sert çarpacakmış gibi.

Elini tuttum, avuçları buz gibiydi. Onu kendime çevirdim, gözlerinin içine baktım. “Sen çok güçlü bir kadınsın, Umay. Ne olursa olsun, bunu atlatacağımıza söz veriyorum. Tamam mı?”

Beni duyuyordu ama hemen cevap vermedi. Savaş meydanında askerime emir versem anında karşılık alırdım, ama burada beklemem gerekiyordu.

Sonunda başını kaldırdı. Gözlerinde korku vardı, ama arkasında bir kıvılcım da. Benim sözümün arkasına saklanmaya değil, ona tutunmaya ihtiyacı vardı.

Derin bir nefes aldı. “Tamam,” dedi kısık bir sesle.

Bu, savaş ilanımızdı. Artık geri dönüş yoktu.

Onkoloji servisinden sıra alıp beklemeye başladık. Beyaz duvarlar, loş ışıklar, antiseptik kokusu… Her şey fazla temiz, fazla düzenli, fazla ölüm kokuyordu. Umay yanımda oturdu, yüzüne o tanıdık tebessümü yerleştirdi, acıyla büyümüş bir gülümseme.

Bir süre sessiz kaldı, sonra başını hafifçe yana eğip konuştu. “Onkolojiye en son annemi getirmiştik,” dedi, sesi yorgun ama sakindi. “O öldü.” Durdu, nefes aldı, sonra gözlerini boşluğa dikti. “Şimdi ise kendim için geliyorum.”

İçimde bir şey çatırdadı. Havaya asılı kaldı cümlesi, düşmedi, yere çakılmadı.

Dudaklarımı hıçkırmamak için birbirine bastırdım. Savaş meydanında kurşunlardan kaçarsın, burada kelimelerden.

Sıramız yaklaştıkça, duvar saatinin sesi daha da yükseldi. Bir hastane koridorunda, zamanı böyle net duymak, insanın ömrünün tik taklarını sayması gibi.

 

"Sen nasıl hissediyorsun?" diye sordu Umay.

Gözlerini üzerimde hissediyordum ama bakamadım. İçimde fırtınalar koparken, kelimeler sadece sessizlik olarak dudaklarımda kaldı.

Cevap vermedim. Verecek bir cevabım yoktu.

Başımı dizlerine koydum. Yıllarca dimdik durmuş bir adamın, sonunda yorgunluğa teslim olması gibi. Savaş meydanlarında yorulmamıştım, ölümü yüzlerce kez görmüştüm, korkmamıştım. Ama şimdi… Şimdi en sevdiğim insanın avuçlarından kayma ihtimaliyle yüzleşiyordum.

Ve ben, bunu söylemeye cesaret edemiyordum.

Sessizce ağlamaya başladım. İçime attığım, bastırdığım, suskunluklara gömdüğüm her şey, gözyaşı olup Umay’ın kucağına aktı.

O saçlarımı okşadı, hiçbir şey söylemedi. Çünkü en büyük teselli bazen kelimeler değil, sadece orada olmaktı.

Umay, ekrana bakıp "Sıra bizde," dediğinde yutkundum. Ağlamam bitmişti ama içimde bir boşluk vardı, derin ve karanlık. Yine de toparlanmam gerekiyordu.

Ayağa kalktım, derin bir nefes aldım ve elini sımsıkı tuttum. Bunu birlikte göğüsleyecektik, tıpkı diğer her şeyi atlattığımız gibi.

Doktorun kapısını itip içeri girdik. Masanın arkasında, yaşını göstermeyen ama tecrübesi yüzüne kazınmış bir kadın oturuyordu. Beyaz önlüğünün üzerinde ismi yazılıydı:

Prof. Dr. Dilek Gençay.

Bu işin en iyisini bulmuştum. Savaşta yanına en iyi keskin nişancıyı almak gibi, bu da bizim hayatta kalma şansımızı artıracaktı.

Dilek Hanım başını kaldırıp baktı, yüzünde yorgun ama anlayışlı bir ifade vardı. Bizi süzdü, gözlerimizdeki fırtınayı gördü.

"Buyurun, oturun," dedi yumuşak ama net bir sesle.

Savaşın en zor cephesine gelmiştik. Şimdi, neyle karşı karşıya olduğumuzu öğrenecektik.

"Bakın," dedi Prof. Dr. Dilek Gençay, elindeki kan sonuçlarını masaya koyarak. "Değerleriniz açıkça kanser olduğunuzu gösteriyor."

Boğazım kurudu. Bunu zaten biliyordum, ama bir doktordan duymak, gerçeği yüzüme bir tokat gibi çarpıyordu.

"Kaçıncı evre olduğunu anlamak için MR çekmemiz gerekecek. Ama öncelikle karaciğerinize ultrasonla bakacağım."

Gözlerim Umay’a kaydı. O hâlâ güçlü durmaya çalışıyordu ama parmakları hafifçe titriyordu.

Sonra doktor duraksadı ve ekledi:

"Bu arada... Eğer ileride bebek düşünüyorsanız, ilaçlara başlamadan önce yumurtalıklarınızı dondurmanız gerekecek. Kemoterapi sonrası doğurganlık risk altına girebilir. Bu sizin tercihiniz ama eğer ileride hamile kalmak istiyorsanız, süreci buna göre planlamamız lazım."

O an odadaki hava tamamen değişti.

Kanser, savaşmak zorunda olduğumuz bir düşmandı. Ama şimdi başka bir gerçek daha ortaya çıkmıştı. Bizim ikinci çocuk hayalimiz vardı.

Umay sessizce doktoru dinliyordu ama ben onun gözlerinde bir şeylerin kırıldığını gördüm. Bu karar sadece bir tedavi meselesi değildi. Bu, geleceğe dair umutlarını şekillendirecek bir yol ayrımıydı.

Ellerini masanın üzerine koydu, hafifçe sıktı ve kısık bir sesle sordu: "Ne kadar vaktimiz var?"

Doktor, gözlerini kırpıştırdı. "Tedaviye başlamadan önce, en fazla birkaç hafta. Ama ne kadar erken karar verirsek, o kadar iyi olur."

Umay başını salladı. O an ne düşündüğünü bilmiyordum ama benim içimde bir yumruk sıkışmış gibiydi.

Elini tuttum. "Bunu aceleye getirmeyeceğiz. Önce neyle karşı karşıya olduğumuzu bilelim, sonra kararımızı veririz."

Umay başını hafifçe bana çevirdi. Gözlerinde ne vardı bilmiyorum ama yıllardır baktığım o gözler, şimdi hiç bilmediğim bir savaşa hazırlanıyordu.

Umay, savaşçı ruhlu kadınım, gözlerimin içine baktı. Öyle bir bakıştı ki, ne korku vardı içinde ne de tereddüt. Karşısında ölüm bile dursa, o kendi kararını çoktan vermişti.

"Ben…" dedi, sesi kararlı ama yumuşak. "İkinci bebeğimizin olmasını istiyorum. Donduracağım."

Bir an için nefes almayı unuttum. O, savaşa girmeden önce bile zaferini ilan eden bir komutan gibiydi.

Doktor başını salladı, hiçbir şey söylemedi. Bu, tıbbi bir karar olmaktan çok daha ötesiydi.

Elimi Umay’ın elinin üzerine koydum, sıktım. "Tamam," dedim kısık bir sesle. "Ne gerekiyorsa yapacağız."

O an anladım. Bu, sadece bir hastalıkla mücadele değildi. Bu, hayata meydan okuma savaşıydı. Ve Umay, şimdiden kazanacağını ilan etmişti.

Umay MR’a girmeden önce koridorda beklerken, tedirginliği yüzünden okunuyordu. Onu güçlü görmeye alışkındım ama bu başka bir şeydi. Savaş meydanında bile bu kadar gergin görmemiştim.

Yanına yaklaştım, elini tuttum. "Aşkım, ben de girdim MR’a. Sağlık kurulu için. İnan, hiçbir şey olmuyor," dedim, sesimi olabildiğince sakin ve güven verici tutarak.

Bana baktı, gözleri kararsızdı ama içinde o bildiğim cesaret hâlâ vardı. "Gerçekten mi?" diye fısıldadı.

Gülümseyerek başımı salladım. "Gerçekten. Sadece biraz gürültülü, o kadar. Gözlerini kapat, bir şey hissetmeyeceksin."

Derin bir nefes aldı, sonra başını hafifçe salladı. Ona destek olmam gerekiyordu ama aslında ben de kendimi teselli ediyordum.

MR odasının kapısı açıldığında, elim hâlâ onun elindeydi. Son bir kez sıktım, ona baktım. "Ben buradayım."

Ve Umay, savaşmaya hazır bir asker gibi, başını dik tutup içeri girdi.

Umay MR odasına girer girmez, ayaklarım beni taşıyamadı. Yavaşça yere çöktüm, dizlerimi kendime çekip hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ona güçlü görünmek için tuttuklarım, içime gömdüklerim, o an zincirlerini kırdı.

Elim titreyerek cebime gitti, telefonumu çıkardım. Ulaş. Ona ihtiyacım vardı. Aradım, birkaç saniye sonra açtı.

"Alo, lan neredesin? Kaç saattir yok oldun," dedi. Sesi her zamanki gibiydi, neşeli, hayat dolu. Hoparlörde birileri vardı, muhtemelen Burak ve İlteriş. "Telefon!" diye ekledi birine.

Ama ben… Ben konuşamadım. Hıçkırıklarımın arasından zar zor nefes aldım, boğazımdaki düğüm çözülmedi.

Sonunda titrek bir sesle "Onkoloji servisindeyiz," diyebildim. "Umay MR çekiliyor."

Telefonun diğer ucundaki kahkahalar anında kesildi. O an, buz gibi bir sessizlik çöktü.

Ulaş’ın sesi değişti. Derin bir nefes aldı, ama sesi artık tanıdık değildi.

"Altay… Ne diyorsun sen?"

Ne diyordum gerçekten? Birlikte ölümün kıyısında gezdiğim adamlara, en büyük savaşımın artık kan ve kurşunla değil, zamana ve hastalığa karşı olduğunu mu söylüyordum?

Gözyaşlarım süzülmeye devam ederken, tek bildiğim şey şuydu: Bu defa sırtımı dayayacak bir sipere ihtiyacım vardı.

Telefonun öbür ucundaki sessizlik büyüdü. Ulaş bir şeyler söylemek istedi, belki Burak’ın sesi de duyuldu arka planda, ama ben artık duymuyordum. Sesler havada asılı kaldı, anlamını kaybetti.

Sırtımı duvara yasladım, başımı dizlerime gömdüm. Hastane koridorları… Soğuk, beyaz ve sonsuz gibi. Ayak sesleri var ama kimse gerçekten yürümüyor burada, herkes bir yerden bir yere sürükleniyor sanki. Hayat, insanın gözleri önünde ağır ağır çürüyen bir şey bazen. Bazen de bir teşhis kadar keskin, bir rapor kadar suskun.

Umay içeride. Makinenin soğuk metalinin üstünde yatıyor. Gözlerini kapamıştır belki, belki içinden bir dua mırıldanıyordur. İçeride zaman onun için akıyor, burada ise benim için durmuş gibi.

"Altay?" dedi Ulaş, sesi çatallıydı. Ama ben hâlâ susuyordum.

Savaş alanlarında kaç kere düştüm, kaç kere bir kurşunun hemen dibinden geçişini izledim, kaç kere ölüm bana isimleriyle seslendi? Ama hiçbirinde böyle olmadı. O zamanlar düşmanın nerede olduğunu bilirdim. Bir sipere atlardım, silahımı sıkar, hayatta kalırdım. Ama şimdi? Şimdi düşman görünmüyor. Şimdi bir hastane koridorunun beyaz ışıkları altında dizlerimi kendime çekmiş, hiçbir şey yapamadan bekliyorum.

Telefon elimde ama dünyanın en ağır yükü gibi. Söyleyecek tek kelimem yok.

Ve işte o an anlıyorum. Bazı savaşlarda silahın olmuyor. Bazı savaşlarda, sadece seyredebiliyorsun.

 

"Allah’ım… Ulaş, canım çok yanıyor…" dedim, hıçkırıklarımın arasında boğularak. Sesim titriyordu, kelimeler ağzımdan düşerken paramparça oluyordu.

Telefonun öbür ucunda birkaç saniye boyunca hiçbir şey duyulmadı. Sanki dünya nefesini tutmuştu.

Sonra Ulaş derin bir nefes aldı. Ama bu, bir insanın kendini sakinleştirmek için aldığı nefesten değildi—bu, ölüm haberine hazırlanan bir askerin nefesiydi.

"Tamam, oğlum…" dedi, sesi beklediğimden daha yumuşaktı. Ama içinde fırtınalar koptuğunu hissedebiliyordum.

"Sakin ol. Bizi dinle. Tüm ekip yola çıktık, geliyoruz."

Arka planda Burak’ın sesi duyuldu. "Araç çıkartın! Çabuk!" Sonra İlteriş’in tok sesi, emir yağdırıyordu. "Altay’ın yanına gidiyoruz, tam kadro!"

Hepsi buraya geliyordu. Sadece bir saat önce şakalaşıp gülen adamlar, şimdi bir savaş alanına girer gibi hastaneye geliyorlardı. Çünkü biliyorlardı… Bu, içimizden birinin düştüğü savaştı.

Ama ben hâlâ yerimdeydim. Dizlerim çekili, gözlerim yanıyordu.

"Acele edin," diyebildim sadece, boğazımdan zar zor çıkan bir fısıltıyla.

Ve telefon elimde titrerken, o lanet olası koridorda tek başıma beklemeye devam ettim.

Telefonu kucağıma bırakıp gözyaşlarımın içinde kaybolmuşken, bir çift yorgun gözle göz göze geldim.

Küçük bir oğlan çocuğuydu. Saçları yoktu, gözlerinin altı hafif morarmıştı, ama bakışlarında bir yetişkinin taşıyacağı kadar ağır bir yorgunluk vardı. Beni sessizce izliyordu, sonra yavaşça yanıma geldi.

"Sende mi hasta oldun?" diye sordu, sesi ince ama tuhaftır ki çok güçlüydü.

Başımı iki yana salladım. Konuşmak, kelimeleri ağzımdan çıkarmak bile zor geliyordu. “Hayır,” dedim, sesi zor çıkan bir fısıltıyla. “Eşim hasta oldu.”

Başıyla anlar gibi bir hareket yaptı. O an, her şeyi bilen bir çocuğun sessizliği vardı yüzünde.

"Biliyor musun?" dedi sonra, hafifçe dudaklarını ısırarak. "Ben de çok ağladım. Yardımcı ablam da ağladı."

Ona baktım, küçük bedeni koca bir yük taşıyor gibiydi.

"Annenle baban da ağlamıştır," dedim, içimdeki o acı sesime de yansıyordu.

Omuzlarını hafifçe kaldırdı, sonra yere bakarak, çok basit ama bir o kadar da ağır bir cümle kurdu:

"Bilmiyorum ki… Onları hiç tanımadım. Yetimhanede büyüdüm."

Boğazım düğümlendi. Bir anlık sessizlik oldu, hastane koridorunun soğuk beyaz ışıkları üzerimize çöküyordu.

Sonra, hiç düşünmeden, sadece içimdeki ezilmişlikle fısıldadım:

"Öyle mi… Ben de."

O an, iki yalnız ruh, hastane koridorlarında bir anlığına aynı yükü taşıyan iki asker gibi birbirimize baktık. Ve ben, hayatım boyunca tanımadığım bir çocuğun bakışlarında, kendi çocukluğumun izlerini gördüm.

Koridorun sonunda bir ses yankılandı. “Tunahan!”

Küçük çocuk başını hafifçe kaldırdı, yorgun gözleriyle sesin geldiği yöne baktı. “Geliyorum,” dedi sakince, sonra bana dönüp hafifçe gülümsedi.

“Benim adım Tuna,” dedi. Gururla, sanki koca dünyaya meydan okuyormuş gibi.

Gözlerim hafifçe doldu, ama bu kez hüzünden değil. Bu çocuk, kayıpların içinde bile dimdik durmayı öğrenmişti.

Gülümsemeye çalışarak başımı salladım. “Memnun oldum, küçük bey. Ben de Altay.”

Elini hafifçe uzattı, küçük ama güçlü bir tokalaşma yaptık.

Sonra, arkasına bakmadan yürüdü, adımları kısa ama kararlıydı. Büyümek zorunda kalan bir çocuğun adımları.

Ve ben, hastane koridorunda ilk kez bir anlığına kendi yükümü unutup, başka bir savaşçının arkasından baktım.

 

Sekreterin bulunduğu bankoya yürüdüm, içimde tarifsiz bir his vardı. Tunahan’ı orada öylece bırakmak istemiyordum. Küçücük yaşında, hayatın en ağır yüklerini omuzlamış bir çocuktu.

"Buradaki Tunahan adlı çocuğun bilgilerini istiyorum," dedim, kimliğimi uzatarak. Sesim sertti, kararlıydı. Karargâhta bir emir verir gibi konuştuğumun farkındaydım ama şu an buna ihtiyacım vardı.

Sekreter kimliğime baktı, beni süzdü ve başını hafifçe sallayarak bilgisayara yöneldi. Birkaç dakika içinde tüm bilgileri önüme koydu.

Tunahan, Etimesgut’taki bir yetimhanede kalıyordu. Öğrenim durumu, hastane kayıtları, kaldığı yerin adresi… Her şey önümdeydi.

Evrakları inceledim, sonra başımı kaldırıp derin bir nefes aldım. “Teşekkürler,” dedim kısık bir sesle.

Kâğıtları cebime koyarken kendi kendime bir söz verdim:

Her şey düzeldikten sonra, onu ziyaret edecektim.

Bu çocuk, hayatta yalnız olmadığını bilmeliydi. Onu burada bırakıp gitmeyecektim.

Ara ara karşılaşırdık belki, belki o da beni unutmamış olurdu. Ama ne olursa olsun, bir gün kapısını çalacaktım.

Çünkü ben de bir zamanlar onun gibi bir çocuktum. Ve biliyorum, kimse unutulmayı hak etmez.

 

Tunahan Korkmaz. 10 yaşında. Piyano çalmayı öğrenmiş. 5. sınıfa gidiyor.

Ve lösemi hastası. Kan kanseri.

Sekreterden aldığımdan çok daha fazlasını öğrenmek için elimdeki kağıtlara bakarken, içimde keskin bir sızı hissettim. Henüz küçücük bir bedende, koca bir savaş taşıyordu.

Lösemi… Adını çok duymuştum. Ama hiç bu kadar yakından hissetmemiştim.

Piyano çaldığını öğrenince bir an gözümün önüne getirdim. Tuna’nın minik ellerini, beyaz ve siyah tuşların üzerinde dolaşırken hayal ettim. Ne çalıyordu acaba? Neşeli bir melodi mi, yoksa hayatın ona öğrettiği hüzünlü notalar mı?

Ve sonra, içimde sıkışan bir gerçek… Umay’ın da savaşta olduğunu bilmek. İkisi de aynı düşmanla savaşıyordu.

Belki de bu yüzden, onu ilk gördüğüm an içimde bir şeyler titremişti. Çünkü gözlerinde, Umay’ın gözlerinde gördüğüm direncin aynısı vardı.

Lösemi, Umay’ın kanseri gibi acımasızdı. Ama Tunahan, yaşından büyük bir güçle dimdik ayakta duruyordu.

Elimde kağıtlarla öylece kaldım. Umay MR’da, Tunahan yetimhanede, ben ise iki dünyanın ortasında kaybolmuş gibi.

Ve o an anladım. Savaş bazen silahlarla değil, sessiz odalarda, hastane koridorlarında veriliyordu.

Ama ben ikisini de yalnız bırakmayacaktım. Ne Umay’ı, ne de Tunahan’ı.

Hastane koridoruna geri döndüğümde, tüm ekip oradaydı.

Tim, Yaseminka ve Aybars. Eksiksiz.

Burak, İlteriş, Ulaş… Hepsi buradaydı. Sanki bir operasyona çıkacakmışız gibi, tek bir eksik bile olmadan.

Ama bu sefer düşman görünmezdi.

Gözlerim önce timime kaydı. Onları çatışmaların içinde, ölümle burun buruna görmüştüm, ama şimdi bakışlarındaki endişe bambaşkaydı.

Sonra Yaseminka’yı gördüm. O, her zamanki gibi soğukkanlıydı ama gözlerinin kenarındaki ince çizgiler, içindeki korkuyu ele veriyordu.

Ve Aybars… Küçük oğlum.

Onu görünce içimdeki her şey durdu.

Bir adım bile atmadan, hızla kucağıma aldım. Minik bedeni göğsüme yaslandığında, içimde kopan fırtına bir an olsun sustu.

Saçlarını kokladım, elimi sırtına koydum. “Baba geldi,” diye fısıldadım, daha çok kendime.

Çünkü o an, gerçekten geldiğimi hissettim.

Tim sessizdi, kimse konuşmuyordu. Herkes MR odasının kapısına bakıyordu.

Umay içerideydi. Ve biz burada, onun çıkmasını bekliyorduk.

Birlikte savaştığımız nice düşman olmuştu ama bu sefer… Bu sefer başka bir savaştaydık.

Ve geri adım atmak yoktu.

MR odasının kapısı açılır açılmaz, hiç düşünmeden hızla ayağa fırladım. Bütün bedenim refleksle hareket ediyordu, sanki o kapının arkasından çıkacak olan Umay değil de çatışmadan dönen bir tim arkadaşım gibiydi.

Kucağımdaki Aybars’ı hiç tereddüt etmeden Ulaş’a verdim. O da tek kelime etmeden aldı, çünkü ne olacağını hepimiz biliyorduk. Benim şu an tek odağım Umay’dı.

Eşim, hâlâ o ince hastane önlüğüyle, yavaş adımlarla dışarı çıktı. Yüzü solgundu ama gülümsüyordu. Gözleri önce beni buldu, sonra odadaki herkesi fark etti.

Tim, Yaseminka, Ulaş, İlteriş, Burak… Aybars bile buradaydı. Hepimiz, eksiksiz.

Bir an şaşkınlıkla hepimize baktı, sonra yorgun ama içten bir gülümseme yerleşti yüzüne.

“Tam kadro gelmişsiniz,” dedi fısıltıyla.

Ben tek kelime etmeden, sadece koluna girdim. O an, ona tutunmaya ihtiyacım vardı. Ona destek olmak gibi görünse de, aslında kendimi de ayakta tutuyordum.

Bu savaşa yalnız girmeyeceğini bilmeliydi.

Ve o an anladım: Burada bekleyen herkes de bunu bilsin diye gelmişti.

Görevli, hastane rutinine alışkın bir ses tonuyla, "Sonuçlar beş gün sonra doktorunuzun ekranına düşecek. Geçmiş olsun," dedi ve önündeki evraklara döndü.

Beş gün.

Sadece beş kelimeyle hayatımızı askıya aldı. Ne olacağımız, hangi savaşı vereceğimiz, hangi cephede duracağımız… Hepsi beş gün boyunca bilinmezliğe mahkûmdu.

Umay yanımda, koluma girmişti. Gülümsüyordu ama gözleri hâlâ tedirgindi. O benden daha sakindi belki ama benim içimde bir savaş başlamıştı.

Beş belirsiz koca gün.

Bu süre benim için cehennem gibi geçecekti.

Ve en kötüsü, bu savaşı bekleyerek kazanamayacaktım.

Hastane kafesinde oturduğumuzda, içimdeki fırtınaya rağmen Umay’a baktım, yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım.

"İyi misin, aşkım?" diye sordum, sesimi olabildiğince yumuşatarak.

Bana döndü, o bildiğim sıcak ama yorgun gülümsemeyle. "MR odası biraz soğuktu, içim titredi vallahi," dedi, dudaklarının kenarında hafif bir kıvrımla.

Gülümsüyordu, ama üşüyordu.

Hiç düşünmeden montumu çıkardım, hızla omuzlarına koydum. O benim kadınımdı, onu üşütmeye bile hakkım yoktu.

Ellerini kaldırıp, "Altay, istemiyorum," dedi. Ama ben çoktan bileklerini avuçlarımın içine almıştım.

"Umay, ellerin buz gibi," dedim, onun itirazlarını hiçe sayarak.

Parmaklarını avuçlarımın arasına aldım, nefesimi üfleyerek ısıtmaya çalıştım.

Dokunurken hissettim. Ne kadar küçük ve kırılgan göründüğünü…

Ama aynı zamanda ne kadar güçlü olduğunu.

Bu hastalığı yenene kadar, o üşümeyecek. O korkmayacak. O yalnız hissetmeyecek.

Ben buradaydım. Ve hiçbir yere gitmeyecektim.

Umay ellerini tutuşuma, nefesimle ısıtmama karşı koymadı. Sadece baktı, gözleri derin ve yorgundu ama içinde yine de o bildiğim direnç vardı.

"Altay," dedi yumuşakça. "Bu kadar üzerine düşme, ben iyiyim."

Başımı iki yana salladım, "İyi değilsin, ama iyi olacaksın."

Gözlerini kaçırdı, birkaç saniyeliğine sessizlik düştü aramıza. Hastane kafesindeki uğultunun içinde, biz sanki bambaşka bir dünyadaydık.

Sonra elini hafifçe sıktım. "Ne istersen yapacağız, ne gerekiyorsa. Ama sen de bana söz ver Umay. Kendini ihmal etmeyeceksin."

Derin bir nefes aldı, montumun içinde kaybolmuş gibi duruyordu. "Tamam," dedi, hafifçe başını sallayarak. "Söz."

O an, ona inanmak istedim. Gerçekten her şey yoluna girecekmiş gibi, beş gün sonra hiçbir kötü haber almayacakmışız gibi…

Ama içimde o tanıdık ağırlık vardı. Savaş meydanında, bir çatışmanın yaklaşmakta olduğunu hissettiğinizde gelen o his gibi.

Elini tutmayı bırakmadım. Bırakmayacaktım da. Çünkü biliyordum, şimdi onun en çok ihtiyacı olan şey buydu.

"Gel bakalım, evimize gidiyoruz," dedim, gülümsemeye çalışarak. Ama içimdeki fırtına, yüzümdeki tebessümü zorluyordu.

Umay hafifçe başını eğdi, gözlerini kısıp bana baktı. Beni benden iyi tanıyordu. Sahte gülüşleri, zoraki neşeyi hemen anlardı.

"Altay," dedi, sesi yorgundu ama yumuşaktı. "Beni kandırmaya çalışma."

Bir an durdum, içimi çekip başımı salladım. "Kandırmıyorum. Sadece... Eve gidelim. Şimdi en çok ihtiyacımız olan şey bu."

Ev, savaş alanlarının, hastane koridorlarının, ölümle burun buruna gelmenin dışında kalan tek güvenli yerdi.

Umay hafifçe gülümsedi, ama o da yorgundu. Fiziksel olarak değil, ruhunun içinde derin bir yorgunluk vardı.

Elimi tuttu, "Tamam," dedi. "Gidelim."

Hastanenin soğuk koridorlarından çıkarken, Umay yanımda ama zihnim hâlâ savaş modundaydı.

Çünkü biliyordum… Bu savaş, daha yeni başlıyordu.

Arabaya bindiğimizde Umay başını koltuğa yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Yorgundu ama ben biliyordum, sadece fiziksel değildi bu. İçindeki belirsizlik, beş gün boyunca taşıyacağı bir yük olacaktı.

Motoru çalıştırıp hastanenin otoparkından çıkarken, aklıma Tunahan düştü. O küçük çocuk, o dimdik duran savaşçı… Onunla tanışmamın tesadüf olmadığını hissediyordum.

"Bugün biriyle tanıştım," dedim, sessizliği bozarak.

Umay gözlerini açtı, hafifçe başını bana çevirdi. "Kim?"

"Tunahan. On yaşında. Piyano çalmayı öğrenmiş. Beşinci sınıfa gidiyor… ve lösemi hastası."

Umay, gözlerini kırpıştırdı. Sessizce dinliyordu.

"Hastane koridorunda beni izledi önce. Sonra yanıma geldi, ‘Sende mi hastasın?’ diye sordu. ‘Hayır,’ dedim. ‘Eşim hasta.’ O da bana baktı ve dedi ki, ‘Biliyor musun? Ben de çok ağladım. Yardımcı ablam da ağladı.’"

Umay derin bir nefes aldı. Sanki o an, o küçük çocuğun acısını içinde hissetti.

"Annesini babasını hiç tanımamış, yetimhanede büyümüş," dedim, gözlerimi yola dikerek. "Ama gözlerinde öyle bir direnç vardı ki… Sanki hayat onu defalarca yere sermiş ama o her defasında ayağa kalkmayı öğrenmiş."

Umay sessiz kaldı, sonra usulca fısıldadı: "Çünkü başka şansı yok."

Başımı salladım. "Aynen öyle. Tunahan savaşmayı öğrenmiş. Çünkü kaybedecek çok şeyi var ama onu savunacak kimsesi yok. O yüzden kendi savaşını kendi veriyor."

Umay bir süre sustu, sonra pencereye bakarak konuştu. "Beni götürmek istiyor musun yanına?"

Gözlerimi bir an için ona çevirdim. Beni anlamıştı.

"Bir gün," dedim. "Ama önce senin savaşını kazanalım."

Umay elini yavaşça dizime koydu. "Altay, o çocuk için ne yapacaksın?"

Direksiyonu sıkıca kavradım. "Onu yalnız bırakmayacağım."

Gözlerini kapattı ve hafifçe gülümsedi. "Bunu biliyordum."

O an, Tunahan da Umay da aynı savaşın içindeydi. Ve ben, bu savaşı onların kazanması için ne gerekiyorsa yapacaktım.

Umay, yüzünde yorgun ama kararlı bir ifadeyle bana baktı. Gözlerinde, hem kendi savaşını hem de başkasının yükünü sırtlamaya hazır bir insanın derinliği vardı.

"Onu evlat edinmeye ne dersin?" dedi, sesi sakin ama içinde fırtınalar kopan bir kadının sesiyle.

Bir an için gözlerimi yoldan ayırıp ona döndüm. Şaka yapmadığını biliyordum. Umay böyle şeyleri laf olsun diye söylemezdi.

"Umay, bu çok büyük bir karar," dedim, direksiyonu sıkarken.

Gözlerini benden ayırmadı. "Biliyorum. Ama Altay, biz bu dünyada bir şeyleri değiştirme gücüne sahibiz. Hem onun hem de benim tedavi masraflarımızı kaldıracak gücümüz var, nasıl olsa."

Gözlerimi tekrar yola diktim. Birlikte savaşlardan çıkmış, ölümün kıyısından dönmüş, birbirimizi kaybetme korkusuyla yanmış iki insandık. Şimdi ise, bir çocuğun kaderini değiştirme eşiğindeydik.

Derin bir nefes aldım. Tunahan’ın gözlerini düşündüm. O sessiz gücü, yetimhanede büyümüş ama kendine bir hayat kurmaya çalışan o minik savaşçıyı…

Sonra Umay’a baktım. O benim hayatımın en güçlü savaşçısıydı. Şimdi kendi savaşının içindeydi ama yine de başkasını düşünüyordu.

Elimi onun elinin üzerine koydum. "Eğer Tunahan kabul ederse, ben de varım."

Gülümsedi. Ama bu, sadece bir mutluluk gülümsemesi değil, bir kararın ağırlığını omuzlarına almış birinin gülümsemesiydi.

O an anladım. Bu hastalık sadece bir şeyleri elimizden almıyordu. Bize, bir hayatı değiştirme fırsatı da veriyordu.

Ve biz, o çocuğun ailesi olmaya hazırdık.

Umay’ın elini sımsıkı tuttum, gözlerindeki o kararlılığı izleyerek hafifçe gülümsedim. O, kendi savaşının ortasında bile başkasını kurtarmaya çalışan biriydi. Ve ben, onun bu yürekli kararını sonuna kadar destekleyecektim.

Derin bir nefes alıp "O zaman, Umaycığım," dedim, sesime hafif bir neşe katmaya çalışarak, "bugün beni dinleyip tam anlamıyla dinlenirsen, yarın seni Tunahan’la tanışmaya götürüyorum."

Umay başını yana eğip gözlerini kısarak bana baktı. "Beni kandırmaya mı çalışıyorsun, Komutanım?"

Gülerek direksiyonu düzelttim. "Asla. Ama bu sefer emir veriyorum. Dinlenmezsen, seni hiçbir yere götürmem."

Derin bir iç çekip gülümsedi. "Tamam, tamam… Ama söz ver, onu yalnız bırakmayacağız."

Gözlerimi yoldan ayırmadan elini sıktım. "Söz."

Artık sadece Umay’ın değil, Tunahan’ın da ailesi olmaya hazırlanıyorduk.

Ve ben, ilk kez bir savaşın içinde olmaktan korkmuyordum. Çünkü bu, kaybetmeyi göze almayacağımız bir savaştı.

Arabadan indiğimizde, Umay’ın yorgun olduğunu her hâlinden anlıyordum. Daha yere basmasına bile izin vermeden onu kucağıma aldım. Hafifçe itiraz etmeye kalkıştı ama bakışlarımdan, bu konuda tartışmaya girmemesi gerektiğini anladı.

Binaya girip asansörün önüne geldiğimizde, küçük ekranda kırmızı ışık yanıyordu. "Arızalıdır."

Tam Umay’ı yere bırakmaya kalkıştım ki, "Altay, ben yürüyebilirim," dedi hafifçe kıpırdanarak.

Ama ben hiç oralı olmadım. Onu indirmedim, gözlerinin içine baktım. "Yorulmaman gerekiyor. Bense bir askermişim, değil mi? Kucağımdaki 60 kiloluk hatunumu hayli hayli taşırım."

Kaşlarını kaldırıp bana baktı, hafif bir tebessümle. "Komutanım, çok iddialısınız ama 15. kat biraz fazla olabilir, ne dersiniz?"

Gülerek başımı iki yana salladım. "Sen sıkı tutun, ben hallederim."

Ve 15. kata doğru yürümeye başladım.

Her basamakta, Umay'ın sessizce nefes alışlarını, bana yaslanışını hissediyordum.

Yıllarca sırtımda mühimmat, silah, yaralı taşıdım. Ama kollarımda sevdiğim kadını taşımak, şimdiye kadar yaptığım en kutsal şeydi.

Ve ben, bu savaşı onunla birlikte kazanana kadar onu yere indirmeyecektim.

"Geldik, aşkım," dedim, nefesim hafifçe hızlanmıştı ama Umay’ı taşımaktan değil, ona yük bile hissettirmemeye çalışmaktan.

Kucağımdan nazikçe indirdim, ellerim hâlâ belindeydi, ayakta durduğundan emin olmak istedim. O ise bana hafifçe gözlerini devirdi, "Altay, abartıyorsun," der gibi bakıyordu.

Gülümseyerek cebimden anahtarı çıkardım. Tam kapıyı açacakken, gözüm karşı daireye kaydı.

İlteriş ve Yaseminka’nın kapısı. Hafif aralıktı ve içeriden gelen mis gibi yemek kokusu bizi karşıladı. Bizden önce gelmişlerdi.

Tam o sırada kapı açıldı, İlteriş kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde kapıya yaslanarak bize baktı. Gözleri önce Umay’a, sonra bana kaydı.

"Komutanım, 15 kat taşımışsınız ama hâlâ nefes nefese değilsiniz. Helal olsun."

Umay gülerek bana döndü, "İşte bak, iddialı konuşuyorsun ama adamlar seni takip ediyor," dedi.

Tam cevap verecekken Yaseminka içerden seslendi, "Ooo, hanımefendi şımartılmış olarak geliyor! Neyse, yemeğiniz hazır. Hadi içeri geçin, açsınızdır."

Umay hafifçe başını sallayıp gülümsedi. O an, o küçük an, ne hastalık ne bekleyen beş gün, hiçbir şey yok gibiydi.

Savaşın içinde de olsa, insanın ailesinin olması başka bir şeydi.

Elimi Umay’ın sırtına koydum. "Hadi bakalım, içeri geçelim. Bugün şımartılmayı hak ettin."

Ve biz, hayatın bize sunduğu o küçük molaya adım attık.

Kapıyı açtığımızda sıcak bir ev havası, mis gibi yemek kokusu ve tanıdık sesler bizi karşıladı.

Bütün tim oradaydı.

Burak mutfakta Yaseminka’ya bir şeyler anlatırken gereksiz el kol hareketleri yapıyor, Ulaş kanepeye yayılmış Aybars’ı güldürüyordu. İlteriş ise her zamanki gibi sessiz ama gözlemciydi, bir köşede oturmuş olan biteni izliyordu.

Ve hatta… Umut bile.

Bizim evin kadim bekçisi, sokaktan sahiplendiğimiz sarman kedi, İlteriş’in evinin ortasında kıvrılmış, kuyruğunu rahatça sallıyordu.

Umay içeri adım atınca herkes bir anlık sessizleşti. Gözler üzerindeydi. Ama bu bir merak ya da endişe bakışı değil, "Biz buradayız" diyen bakışlardı.

Yaseminka hemen yanımıza geldi, Umay’ın elini tuttu. “Açsınızdır, hadi oturun. Yemeği sen yapmadın diye biraz alışık olmayabilirsin ama idare et,” dedi gülerek.

Umay hafifçe başını salladı, gözleri biraz nemliydi ama gülümsüyordu. "Ne kadar kötü olabilir ki?" diye şakalaşarak içeri geçti.

Ben ise bir an durup etrafı izledim.

Savaşın ortasında ama güvendeydik. Hastalık, belirsizlik, beş gün sürecek o cehennemî bekleyiş… Bütün bunların ortasında bile, Umay’ın, Aybars’ın ve hatta Tunahan’ın yalnız olmadığını görmek içimi rahatlattı.

İlteriş’le göz göze geldik. Beni uzun uzun süzdü, sonra başını hafifçe eğip mutfağa yöneldi. “E hadi Komutanım, boş boş dikilme, sofrayı kuracağız.”

Gülümsedim. Birlikte nice cephelerde savaştığım bu adamlarla şimdi bir sofrada olacaktım.

Ve ne olursa olsun, bu gece savaşın dışında kalacaktık.

Sofrada herkes kendi arasında konuşup gülüşüyordu. Aybars çatalıyla pilavın içinde oyun oynuyor, Burak her zamanki gibi gereksiz esprileriyle ortamı hareketlendiriyor, Yaseminka ise “Adam gibi yiyin, savaştan mı geldiniz?” diye söyleniyordu.

Ama ben, aklımda hâlâ hastane koridorlarında gördüğüm o küçük çocukla, Tunahan’la oturuyordum.

Çatalımı bıraktım, sesimi biraz yükseltip, “Bugün hastanede biriyle tanıştım,” dedim.

Gözler üzerime çevrildi. Herkes beni dinliyordu.

“Tunahan,” dedim. “On yaşında, beşinci sınıfa gidiyor, piyano çalmayı öğrenmiş ve yetimhanede büyümüş… Lösemi hastası.”

Bir anlık sessizlik oldu. Yaseminka kaşığını yavaşça bıraktı. İlteriş’in kaşları çatıldı, Burak duraksadı.

“Koridorda ağlarken bana yaklaştı,” diye devam ettim. “Bana baktı ve ‘Sende mi hastasın?’ dedi. ‘Hayır, eşim hasta,’ dedim. Sonra o bana, ‘Biliyor musun? Ben de çok ağladım, yardımcı ablam da ağladı,’ dedi.”

Yaseminka derin bir nefes aldı, gözleri dolmuştu.

Umay başını hafifçe bana çevirdi, herkesin yüzündeki o ağır ifadeyi görünce devam ettim.

“Onu yetimhaneye bırakıp gitmek içime sinmiyor. O çocuk, hayatla tek başına savaşıyor. Biz bu dünyada bir şeyleri değiştirme gücüne sahibiz. Ve Umay’la konuştuk… Onu evlat edinmek istiyoruz.”

Burak, şaşkınlıkla elindeki çatalı masaya bıraktı. “Oha lan, hiç tereddüt etmeden mi?”

İlteriş başını eğdi, bir süre sustu. Sonra kısık sesle, “Bence Tunahan için ikinci bir şans olabiliriz,” dedi.

Ulaş gözlerini kaçırarak, “Sen yetimhanede büyüyen çocukların ne hissettiğini bilirsin. Eğer onun ailesi olmaya hazırsanız, bu dünyada bundan daha büyük bir iyilik yoktur,” diye ekledi.

Yaseminka gözlerini sildi, “O çocuğa sadece şefkat değil, bir hayat vereceksiniz,” dedi boğazı düğümlenerek.

Umay elimi tuttu, gülümsedi ama gözlerinde derin bir ciddiyet vardı. “Altay, biz bir aile olarak karar verdik,” dedi.

Ben de masadaki herkese baktım, “Bu sadece bizim kararımız değil. Siz de bizim ailemizsiniz. Eğer bu yolda bizimle olacaksanız, o çocuk hepimizin parçası olacak.”

İlteriş başını salladı. “Ne zaman tanışıyoruz?”

Gülümsedim. “Yarın.”

Ve işte o an, bu masa sadece yemek yiyen insanların değil, bir çocuğun kaderini değiştirecek insanların masası oldu.

Burak’ın sinsice bir şeyler mırıldandığını fark ettim. Başı hafifçe yana eğilmiş, yüzünde o her zamanki muzır gülümsemeyle, sesi alçak ama belirgin bir şekilde şarkıya devam ediyordu:

"Altaylardan Tuna’ya
Kızıl Çin’le arası var.
Düştük kara sevdaya,
Gönül güzel yarası var."

Başımı kaldırıp ona baktım, o ise umursamaz bir ifadeyle tabağındaki yemeğe odaklanmış gibi yapıyordu. Ama gözleri sinsice parlıyordu.

"Ne yapıyorsun lan?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

Burak kafasını iki yana salladı, “Ne yapacağım be komutanım, kaderin şarkısını söylüyorum işte,” dedi sırıtıp.

Masadakiler önce anlamadı, sonra Ulaş gülerek dirseğini masaya yasladı. “Tuna ve Altay… Vallahi cuk oturmuş.”

Yaseminka başını iki yana salladı, “Burak, bir gün şu dilinin başına iş açacağını biliyorsun değil mi?” diye çıkıştı ama gülümsemeden edemedi.

Umay hafifçe güldü, bana döndü. “Ne dersin, kaderin şarkısı mı?”

Gözlerimi devirdim, “Burak’ın saçmalıklarına kulak asarsak bir gün kendimizi Çin sınırında buluruz.”

Ama içten içe… Bunun bir işaret gibi olduğunu düşünmeden edemedim.

Tunahan’ı hayatımıza almak, bizi Altaylardan Tuna’ya kadar uzanan bambaşka bir yola çıkaracaktı.

Burak sırıtarak çatalını masaya vurup tempo tutmaya başladı. “Abi kader diyorum, şarkılar bile size yazılmış. Sen Altay, çocuk Tuna… E daha ne olsun? Bu, ilahi bir işaret!”

İlteriş gözlerini devirdi. “Burak, bırak saçmalamayı.”

Ama Burak durur mu? Masadaki boş bardağı eline alıp mikrofon gibi tutarak sesini inceltti. “Altaylardan Tuna’yaaa…”

Ben ona sert bir bakış attım ama Umay hafifçe gülüyordu. Gülüyordu ve ben, o gülüşü ne zamandır görmediğimi fark ettim.

Bıraktım Burak’ın şakasını, o anın tadını çıkardım. Ne hastalık, ne belirsizlik, ne korku… O an, her şey normaldi.

Umay bana döndü, gözlerinde hem sıcaklık hem hüzün vardı. “Biliyor musun?” dedi, elimi tutarak. “Belki de gerçekten bir işarettir.”

Baktım ona, parmaklarını avuçlarımın içinde hissettim.

“Belki de,” dedim. “Ama işaretlere değil, kendi yolumuza inanarak yürüyeceğiz.”

Burak bir şey diyecekti ama İlteriş ensesine hafifçe bir tokat attı. “Kes şu şovunu. Şimdi şu çocuğu nasıl alacağımızı konuşalım.”

Yaseminka başını salladı. “Evet, yarın yetimhaneye gittiğinizde ne yapacağınızı planlayın. Tunahan, öyle kolay güvenecek bir çocuk değil. Önce sizi tanıması, yanında iyi hissedip hissetmediğini anlaması lazım.”

Umay hafifçe başını salladı. “Ben de öyle düşünüyorum. Ona hemen ‘seni evlat ediniyoruz’ diyemeyiz. Önce bizi hissetmeli.”

Burak kaşlarını kaldırdı. “Bir dakika. Peki ya çocuk istemezse? Ya bu kadar alıştığı düzenin değişmesini istemezse?”

Soru havada asılı kaldı. Sessizlik çöktü.

Ve işte o an, içimde bir korku belirdi. Gerçekten ya Tunahan istemezse?

Umay elimi sıktı. “O zaman zorlamayız,” dedi fısıltıyla. “Ama en azından yalnız olmadığını bilmesini sağlarız.”

Ben de başımı salladım. “Ne olursa olsun, o çocuğun hayatında bir yerimiz olacak.”

Ve işte o an, masadaki herkes anladı.

Biz, sadece bir çocuk evlat edinmiyorduk.

Biz, bir hayatın eksik kalan yerlerini tamamlamaya çalışıyorduk.

"Zaten hastaneye yerleşmiş," dedim, bakışlarımı masadakilerin üzerinden geçirerek. "Direkt hastaneye gideceğiz."

Umay başını salladı, gözlerinde hem hüzün hem de kararlılık vardı. "O zaman sabah erkenden çıkarız."

Burak içini çekti. "Abi, gece gece duygusal konular konuşuluyor ya… Vallahi içim şişti."

İlteriş ona keskin bir bakış attı. "Senin içinin dolu olduğu bir anı hatırlamıyorum zaten."

Ulaş gülerek sırtını sandalyeye yasladı. "Ama Altay, sen ciddi misin? Çocuk bir hastane odasında, düzeni bozulmuş, en savunmasız hâlinde… Oraya gidince ne yapacaksın? ‘Merhaba evlat, ben baban olacağım mı diyeceksin?"

Yaseminka kaşlarını çattı. "Ulaş, bazen çok sert konuşuyorsun."

Ama ben anlıyordum. Bunu neden sorduğunu, neden uyardığını.

Derin bir nefes aldım, Umay’ın elini tuttum.

"Ona bir şey vaat etmeyeceğim," dedim. "Sadece yanında olacağım."

Masadaki sessizlik biraz daha derinleşti. Herkes bu yükün ne anlama geldiğini biliyordu.

Umay başını bana yasladı, fısıltıyla konuştu. "Yarın, bu yolculuğun ilk günü olacak. Ve ne olursa olsun, biz orada olacağız."

Ben de başımı salladım. "Evet. Tunahan ne karar verirse versin, biz onu yalnız bırakmayacağız."

Bütün tim sessizce bizi izliyordu. Bu savaş, diğerlerinden farklıydı. Ama hepimiz, şimdiden bu savaşın içinde olduğumuzu biliyorduk.

O gece yatağıma uzandığımda, gözlerimi tavana dikmiş, zihnimde yalnızca bir yüzü görüyordum.

Tunahan.

O koca gözleri, yorgun ama umut dolu bakışları… Bana bakarken içimde tuhaf bir şey hissetmiştim. Belki onun yetimhanede büyümesi, belki de o hastane koridorunda benden çok daha güçlü duruşu, bilmiyorum. Ama bir bağ vardı aramızda.

Gözlerimi kapattım, onu piyano başında hayal ettim. Küçük parmakları tuşların üzerinde kayıyor, belki de neşeli bir melodi yerine hüzünlü bir şey çalıyordu. Kim bilir, belki de hayat ona hep ağır notalar öğretmişti.

Yanımda Umay’ın nefes alışlarını dinledim. O da savaşıyordu. Ama onun bile, Tunahan kadar yalnız hissettiğini sanmıyordum.

Yavaşça döndüm, gözlerimi kapattım.

Sabah, onun hayatına bir kapı açmaya gidecektim.

Ve ben hiç bu kadar büyük bir şeyin eşiğinde hissetmemiştim.

Sabah, gözlerimi açtığımda hava hâlâ griydi. Gece boyunca defalarca uyanmış, zihnimde dönüp duran düşüncelere yenik düşmüştüm. Tunahan’ın yüzü, Umay’ın yorgun ama güçlü bakışları, hastane koridorlarının soğuk ışıkları…

Yanımda Umay hâlâ uyuyordu. Nefesi düzenliydi ama yüzündeki hafif gerginlik, rüyalarında bile savaş verdiğini gösteriyordu.

Sessizce kalkıp pencereye yürüdüm. Şehir uyanıyordu. Trafiğin ilk homurtuları, sabahın soğuğunu delen ince sis, uzaktan gelen kuş sesleri…

Ama bugün sıradan bir gün değildi. Bugün, bir çocuğun hayatına dokunmaya gidecektik.

Arkama döndüm, Umay’ı izledim. O da bir şeyleri değiştirmek isteyen biriydi, sadece kendi savaşını vermekle kalmayıp başkalarına da el uzatmak isteyen biri.

Saatime baktım. Sabahın erkeniydi ama artık uyumanın anlamı yoktu.

Bugün, Tunahan’ın hayatına açılacak kapıyı aralamak için ilk adımı atacağımız gündü.

Derin bir nefes alıp banyoya yöneldim. Bugün önemli bir gündü ve ben her zamanki disiplinimle hazırlanmalıydım.

Aynanın karşısına geçtiğimde, yüzümdeki yorgunluk izlerini fark ettim. Gözlerimin altı hafif çökmüştü, düşüncelerimden uyuyamamıştım ama bu sabah, zihnimi toparlamam gerekiyordu.

Tıraş köpüğünü yüzüme yayarken, Tunahan’ı düşündüm. Hastane odasında, belki de sabaha uyanırken bizden habersiz, nasıl bir gün geçireceğini bilmeden bekliyordu. Ama biz gidiyorduk.

Jileti yüzümde gezdirirken, her hareketimi dikkatle yaptım. Bu, bana düzenimi hatırlatan bir ritüeldi. Ne kadar karmaşık bir savaşın içinde olursam olayım, ben hâlâ kendim olmalıydım.

Tıraşımı tamamlayıp yüzümü yıkadım, aynada kendime son kez baktım. Sonra dolaba yöneldim, temiz bir gömlek ve pantolon seçtim. Üzerime geçirdiğim her parça, kendimi toparlama sürecimin bir parçasıydı.

Giyinip saate baktım. Bugün, sadece bir çocuğun hayatına dokunmaya gitmiyorduk.

Bugün, belki de kendi kaderimizi de değiştirmeye gidiyorduk.

Üzerimi giyinirken, yataktan gelen hafif bir kıpırdanmayla Umay’ın uyandığını fark ettim.

"Günaydın, kocacım," dedi tatlı ve hâlâ uykulu sesiyle. Sesinde, sabahın yumuşaklığı vardı.

Gözlerini hafifçe ovuşturdu, sonra başını kaldırıp bana baktı. Bir anlık sessizlik oldu, gözleri üzerimde gezindi. Beni böyle erken saatlerde tıraş olmuş, giyinmiş görmek ona normal geliyordu, ama bugün hazırlanmamın farklı bir anlam taşıdığını biliyordu.

"Aybars uyanmadı mı?" diye sordu, yataktan yavaşça doğrulurken.

Gömleğimin kolunu düzelterek ona döndüm. "Hayır, hâlâ uyuyor," dedim, hafifçe gülümseyerek. "Gece seni sormadı bile, belli ki Yaseminka onu iyi idare etti."

Umay hafifçe gülümsedi ama gözlerinde derin bir yorgunluk vardı. Hastalığını unutmamıştı, ama en azından bu sabah biraz daha güçlü görünüyordu.

Ona yaklaşıp yatağın kenarına oturdum, elini tuttum.

"Bugün hazır mısın?" diye sordum, gözlerinin içine bakarak.

O derin bir nefes aldı, sonra hafifçe başını salladı. "Hazırım," dedi. "Haydi, gidelim ve o çocuğa bir umut verelim."

Hastaneye vardığımızda, içimi tarif edemediğim bir sıkıntı kapladı. Sebebini bilmiyordum ama adımlarım ağırlaştı, göğsümde garip bir baskı hissettim.

Derin bir nefes alıp, “Hayırlısı inşallah,” diye fısıldadım kendi kendime. Çünkü bazı şeyler insanın elinde değildi ve ben, ne kadar savaşçı olursam olayım, bazı savaşlar sadece dua ile kazanılırdı.

Yanımda Umay sessizdi. O da gergindi, hissediyordum. Ama elimi sıktığında, göz göze geldiğimizde, o da benim gibi ne olursa olsun buraya gelmemiz gerektiğini biliyordu.

Kapıdan içeri girdik. Beyaz duvarlar, koridorlarda yankılanan ayak sesleri, loş ışıklar… Onkoloji servisinde zaman, hastanenin diğer bölümlerine göre daha ağır akıyordu. Buradaki insanlar bekliyordu. Kimisi umutla, kimisi korkuyla.

Tunahan’ın kaldığı odaya doğru ilerledik.

Her adımda, bir çocuğun hayatına dokunmaya bir adım daha yaklaşıyorduk.

Ve içimdeki sıkıntı büyürken, ne olursa olsun, bugün onun yalnız olmadığını göstermek için buradaydık.

Hemşirenin yanına yaklaşıp Tunahan’ın odasını sordum. Ama tam o an, yüzüne dikkatlice bakınca bir şeylerin ters gittiğini hissettim.

Gözleri şişmişti. Sanki saatlerce ağlamış gibi…

Boğazım kurudu. İçimdeki sıkıntı bir anda kemiklerime kadar işledi.

Hemşire, gözlerini kaçırarak derin bir nefes aldı. "Tunahan… Malesef dün gece hayatını kaybetti."

O an dünya durdu.

Kelimeler havada asılı kaldı, ama bana ulaşmadı. Duydum ama anlamadım. Anlamak istemedim.

Dün, sadece birkaç saat önce… O çocuğun gülümsediğini, konuştuğunu, yaşadığını biliyordum. Gözleri bana bakmıştı, ben de ona…

"Hayır," dedim, sesim titreyerek. "Yanlış olmalı… Daha dün gördüm onu."

Hemşire başını yavaşça iki yana salladı. "Gece aniden kötüleşti. Vücudu daha fazla dayanamadı."

Omuzlarımdan aşağı buz gibi bir şey aktı.

Yanımda Umay, nefesini tuttu. Elimi sıktığını hissettim ama ben artık hiçbir şey hissetmiyordum. Boşluk vardı, sadece boşluk.

Bir çocuğa umut olmaya gelmiştik. Ama o, bu dünyadan sessizce gitmişti.

Ve ben, bir savaşın tam ortasında, silahsız ve çaresiz kalmıştım.

 

Zaman dediğin şey bazen hiç ilerlemez. Bazen bir hastane koridorunda, olması gereken her şeyin çoktan olup bittiğini öğrendiğin anda donar kalır.

Hemşirenin sesi, duvarlarda yankılanan bir uğultudan ibaret artık. Dizlerimin dibinde bir çocuğun adını haykıran rüzgâr gibi. O rüzgâr esiyor ama sesini duyan yok.

Tunahan öldü diyorlar. Tunahan yok artık.

Ve ben bir çocuğa baba olmayı düşünürken, o çoktan hayattan vazgeçmiş.

Hangi noktada koptu bu hikâye? Hangi saat, hangi saniye, hangi nefes? Ben gece uykuyla savaşırken, Tunahan bambaşka bir savaşı kaybetmiş.

Umay’ın sesi mi o? Beni çağırıyor mu? Yoksa sadece bir hastane uğultusu mu duyduğum?

Elimi sıkıyor, farkındayım. Ama ben o eli tutamıyorum. Düşüyorum, bir boşluğa düşüyorum.

Bir yetimhane odasında, hiç tanımadığı anne babasının hayalini kuran bir çocuğun odasına bir beyaz çarşaf çekildi az önce.

Ve dünya, bu sabah birkaç ton daha ağır.

Ağır adımlarla morga yürüdük. Ayak seslerimiz hastane koridorlarında yankılanıyordu. Önce benimkiler, sonra Umay’ın…

Tunahan artık yoktu. Ama ben hâlâ buradaydım. Ona bir yuva sunamadım, bir hayat veremedim ama en azından onu sahipsiz bırakmayacaktım.

Bir insanı hayattayken sahiplenememişsen, öldüğünde ona sahip çıkmak da bir görevdir.

Umay yanımda, sessiz ama güçlü. O da hissediyordu içimdeki yangını, ama kelimeler gereksizdi artık. Bu, konuşarak hafifleyen bir acı değildi.

Morgun soğuk kapısına vardığımızda, ellerimi cebime soktum, boğazımdaki düğümü yutkundum.

Beni gördüğünde morg görevlisi başını eğdi. Sormadı, açıklama yapmadı. Onun için bir kayıt, bir prosedürdü belki ama benim için dünyanın en ağır imzasıydı.

Tunahan… Küçücük bedeniyle, kimsesizliğin soğuk tabutunda yatıyordu şimdi.

Elim titreyerek defterin en altına ismimi attım.

Bari bunu yapabilirdim onun için. Bari ölüsünü sahipsiz bırakmazdım.

Tunahan’ın adını yazarken kalem elimde ağırlaştı. Mürekkep, kağıda düşen gözyaşlarım kadar sessiz ama derindi. Umay, yanımda nefes bile almadan bekliyordu. O da biliyordu; bazı acılar paylaşılmazdı, sadece yanında durulurdu.

Görevli, işlemleri tamamladıktan sonra başıyla morgun iç tarafını işaret etti. Çelik kapı ağır bir iniltiyle açıldı. İçeriden yükselen soğuk hava yüzüme çarptı, içimi daha da üşüttü. Birkaç adım attım, sonra durdum. Geri dönüp gidebilirdim. Onu bu hâliyle görmesem de olurdu belki. Ama olmazdı. Olmadı.

Bedeninin yattığı çekmeceyi açtılar. Küçük bir çocuk bedeni, incecik bir kefene sarılı. Dünya onun için hiç adil olmamıştı. Şimdi bu kadar çabuk silinip gitmesine izin veremezdim. Titreyen elimle uzandım, kefenin üzerinden hafifçe dokundum.

"Üşümüyor artık," dedi Umay, sesi kısık ama net.

Üşümüyordu. Acıkmıyordu. Korkmuyordu. Ama artık hiç gülmeyecek, hiç koşmayacaktı da.

Birkaç saniye nefessiz kaldım. Sonra toparlanıp görevliye döndüm. "Gerekli işlemleri başlatın. Onu kendi ellerimle toprağa vereceğim."

Başını salladı. O an, Tunahan’ın bana emanet olduğunu hissettim. Hayattayken tutamadığım eli, ölüsünde de olsa bırakmayacaktım.

Tunahan’ın adını yazarken kalem elimde ağırlaştı. Mürekkep, kağıda düşen gözyaşlarım kadar sessiz ama derindi. Umay, yanımda nefes bile almadan bekliyordu. O da biliyordu; bazı acılar paylaşılmazdı, sadece yanında durulurdu.

Görevli, işlemleri tamamladıktan sonra başıyla morgun iç tarafını işaret etti. Çelik kapı ağır bir iniltiyle açıldı. İçeriden yükselen soğuk hava yüzüme çarptı, içimi daha da üşüttü. Birkaç adım attım, sonra durdum. Geri dönüp gidebilirdim. Onu bu hâliyle görmesem de olurdu belki. Ama olmazdı. Olmadı.

Bedeninin yattığı çekmeceyi açtılar. Küçük bir çocuk bedeni, incecik bir kefene sarılı. Dünya onun için hiç adil olmamıştı. Şimdi bu kadar çabuk silinip gitmesine izin veremezdim. Titreyen elimle uzandım, kefenin üzerinden hafifçe dokundum.

"Üşümüyor artık," dedi Umay, sesi kısık ama net.

Üşümüyordu. Acıkmıyordu. Korkmuyordu. Ama artık hiç gülmeyecek, hiç koşmayacaktı da.

Birkaç saniye nefessiz kaldım. Sonra toparlanıp görevliye döndüm. "Gerekli işlemleri başlatın. Onu kendi ellerimle toprağa vereceğim."

Başını salladı. O an, Tunahan’ın bana emanet olduğunu hissettim. Hayattayken tutamadığım eli, ölüsünde de olsa bırakmayacaktım.

Solgun yüzünü okşarken, "Ah be yavrum..." diye fısıldadım, gözyaşlarım usulca yanaklarıma süzülerek. Ellerim titriyordu. Ne kadar küçük, ne kadar savunmasızdı... Sanki birazdan gözlerini açacak, bana inatla gülümseyecekti. Ama soğuktu. Hiçbir sıcaklık onu hayata döndüremezdi artık.

Umay yanımda sessizce duruyordu. Ne bir teselli sözüne ne de bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Bu, içime kazınacak bir anıydı. Geriye sadece bu an kalmıştı biraz toprak, biraz gözyaşı ve içimde onulmaz bir boşluk.

Başımı eğip alnına son bir kez dokundum. "Affet beni," dedim fısıltıyla. Belki de en çok kendimi affedemeyecektim.

Kendimi toparlayıp Umay’a döndüm. O, benden daha güçlüydü belki ama bu yükü onun da taşımasına izin veremezdim. İçimdeki fırtınayı susturup ona sarıldım.

"Güçlü olmalıyız," dedim, ama kime söylediğimi bilmiyordum ona mı, yoksa kendime mi?

Umay, göğsüme yaslandı, ince bedeni yorgun bir nefes verdi. Kanser onun bedenini, acı ise ruhunu tüketiyordu. Ama hâlâ buradaydı, hâlâ yanımdaydı.

"Sen üzülme," dedim usulca, saçlarını okşarken. "Her şey geçecek."

Bunun bir yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk. Ama bazı yalanlar söylenmek zorundaydı. Bazı acılar, iki kişiye fazla gelirdi.

Cenaze günü hava kapalıydı, ama yağmur yağmadı. Gri bulutlar gökyüzünü örtmüş, güneş bile kendini göstermeye cesaret edememişti sanki. Mezarlığa ağır adımlarla ilerlerken kollarımdaki yükü daha da hissediyordum. Küçücük bir tabuttu bu, ama dünyadaki en ağır yük gibi geliyordu bana.

Tek başıma taşımayacaktım. Öyle düşünmüştüm en başta. Ama sonra biri elini uzattığında geri çekildim. Ben taşıyacağım. Kimseyle paylaşamazdım bunu. Bir çocuğun tabutunu taşımak, hayatımda omuzladığım en büyük sorumluluktu. Sahip çıkamadığım bir hayatı, en azından kendi ellerimle uğurlayacaktım.

Ayaklarım yavaş ama kararlıydı. Umay yanımda yürüyordu, zayıf ama dimdik duruyordu. Yüzüne bakmadım, bakarsam dağılırdım. Sessizlik içinde ilerledik. ÖZTÜRK ailesinin mezarlığına vardığımızda, kazılmış çukurla yüzleştim. İşte burası, Tunahan’ın son durağıydı. Bir ev veremedim ona, sıcak bir yuva sunamadım ama en azından buraya, ailemizin yanına koyacaktım. Ömrü boyunca yalnız kalmış bir çocuğu toprağa bile yalnız teslim edemezdim.

İmam dualarını okurken tabutu dikkatlice yere indirdim. Parmaklarım soğuğunu hissetti, ama bırakmadım hemen. Çok kısa sürdü be çocuk, çok kısa… diye düşündüm içimden. Sonra, son bir kez dokunup çekildim. Küreği elime aldım, ilk toprağı attım. Toprak, tabutun üzerine düşerken içimde bir şeyler kırıldı. Bir çocuğun mezarına toprak atmak, hayatta yapılacak işler listesinde olmamalıydı.

Umay yanıma gelip elimi tuttu. Küçük, güçsüz ama varlığıyla ayakta tutan bir dokunuştu bu. Son kürek toprak da atıldığında her şey bitmişti. Tunahan gitmişti. Bütün dünya, sanki birkaç kürek toprağa sığmıştı o an.

Bir adım geri çekilip başımı eğdim. Boğazımdaki düğümü zorla yutkundum. "Huzur içinde yat, çocuk," diye fısıldadım. Bu kez sahipsiz değilsin.

Sonra Umay’la birlikte ağır adımlarla oradan ayrıldık.

Öztürk aile kabristanına ilk defa kimsesiz bir çocuk giriyordu. Bunu düşünmek bile içimi burkuyordu. Ailem için aldığım bu toprak parçasında, soyumdan olmayan ama benden daha çok sahip çıkmam gereken biri yatacaktı. Tunahan... Kendi kanımdan değildi ama ona kan bağıyla bağlı olduğum herkesten daha fazla sahip çıkmak istiyordum. En azından, hayatında bulamadığı aidiyeti burada, ölümünde bulacaktı.

Umay yanımdaydı. Güçlü görünmeye çalışıyordu ama ben onun yorgunluğunu, o ise benim içimde kopan fırtınayı hissediyordu. Çaktırmamaya çalışıyordum, gözlerimi kaçırıyor, nefesimi kontrol altında tutuyordum. Ama içten içe yıkılmıştım. Bir çocuğu toprağa vermek, hele ki hayattayken ona dokunamamış, onu koruyamamış biri olarak bu vedayı yapmak… İçimi kemiren bir pişmanlıktı.

İmam son duaları okurken mezara son bir kez baktım. Küçük bir çukur, bir avuç toprak ve bir isim… Hayatı boyunca sahip olamadığı her şey, artık üzerine kapanan toprakla mühürlenmişti.

Yutkundum, kendimi sıkıp Umay’a baktım. O zaten benim ne halde olduğumu anlıyordu ama bana belli etmemek için çaba sarf ediyordu. O üzülmemeliydi, onun için dik durmalıydım. Ama içimden geçen tek şey, bu kadar ağır bir günü bir daha nasıl taşıyacağımı bilmemekti.

Hep birlikte timim, Umay ve Yaseminka kabristandan ayrıldık. Ayaklarımız ağırdı, sessizlik üzerimize çökmüştü. Ölüm insanı susturuyordu, özellikle de bir çocuğun ölümü. İçimde taşıdığım ağırlık, mezarlığın demir kapılarından çıkınca da azalmadı.

Aybars, kollarımda sessizce etrafı izliyordu. Henüz bir yaşındaydı, ama gözlerindeki derinlik her şeyi anlıyormuş gibi bakıyordu. Küçücük elleri zaman zaman montumun yakasına tutunuyor, sanki beni hayata bağlıyordu. Bu yaşta kabristan, cenaze, ölüm gibi kavramlarla tanışmak zorunda kalmasını istemezdim. Ama hayat her zaman istediğimiz gibi gitmiyordu.

Timden kimse konuşmadı. Yaseminka birkaç kez bana bakıp bir şey söylemek ister gibi oldu ama sonra vazgeçti. Umay ise zaten yanımda yürürken bile yorgun düşüyordu. Sessizlik, Tunahan’ın ardından bıraktığı son mirastı.

Aybars’ı daha sıkı kavradım. Küçücük bedeniyle içimde bir yere ışık gibi düşüyordu. Onu izlerken aklımdan tek bir şey geçti: Bu çocuk asla yalnız kalmayacak....

 

Bölüm : 19.03.2025 20:10 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...