2. Bölüm

İKİLEM

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Daha çocuk yaşta, insanın içine bıçak gibi saplanan acılar vardır. Kimisi fark eder, kimisi edemez ama o yara bir yerlerde hep kanar. Ben Altay Öztürk, bunu dokuz yaşımda, yetimhanenin o buz gibi soğuk duvarları arasında öğrendim. Hayat denilen bok çukurunda dibe vurmanın ne demek olduğunu daha o zaman anladım.

Yetimhanenin yemekhanesi... Bir savaş alanı gibi. Ne yiyeceğini bilemezsin ne de kimle savaşacaksın. Her lokma bir meydan okuma, her bakış bir tehdit. O gün de aynıydı. Tabldotun üzerine konmuş soğuk patates püresi ve birkaç kuru fasulye. Domuz gibi bir velet, benim tabağıma göz dikmişti.

“O tabağı bırak,” dedi sesini kalınlaştırarak. "Yoksa seni mahvederim."

İçimden bir güldüm. Şu yaşa bak. Daha dokuzumdayım ama hayat zaten mahvetmiş. Bu ufaklık ne yapabilir ki? "Defol git lan!" diye tısladım.

Bir saniye sonra, yumruklarım onun suratındaydı. Yeterince acı çekmiş bir çocuğun kudretini kimse bilemez. Yumruklarım ona, sanki yaşama tutunmanın tek yoluymuş gibi indi kalktı. Ama o yumruklar çocuğa değil, hayatın kendisineydi.

Kavganın sonunda hocalar geldi. Kolumdan tuttu biri. Gözlerindeki nefret unutulmaz. "Sen ne yapıyorsun Altay? Hayvan mısın be?"

Hayvan... Evet, hayvanım. Bu duvarların arasında insanca yaşamaya çalışan bir hayvan. Onlara böyle cevap vermek isterdim ama sustum. Dişlerimi sıktım ve sessizce peşimden sürüklenmeye izin verdim.

Gece, yatakhanenin en karanlık köşesine sığındım. O küf kokan yatakta, eski bir battaniyenin altında, hayallere daldım. Bir gün kurtulacağım buradan. Bir gün, hayatımın iplerini elime alacağım. Ama o günü beklerken, bu cehennemi yaşamak zorundaydım.

İçimdeki öfkeyi büyüterek... ve belki bir gün onunla dünyayı devirerek.

Her şey o lanet yetimhanede başladı. Hayatın bana ilk yumruğunu attığı yer... Daha dokuz yaşındaydım. Anam da babam da yok. Sadece dört duvar, bir sürü yabancı surat ve kahrolası bir sessizlik. O sessizlik, insana bütün hayatını sorgulatacak kadar ağırdır.

O zamanlar bile diğerlerinden farklıydım. Uzun boyum, iri yapım yüzünden çocukların hedefi olurdum. Sanki suçmuş gibi. "Sen kimsin lan bu kadar büyük duracak?" der gibi bakarlardı. Kıskanırlardı belki, belki de sırf içlerindeki pisliği kusacak birini arıyorlardı. Ne fark eder? Sebep her neyse, o lanet olası pislikleri hep üzerime çekerdim.

Bir gün, yatakhanede gece yarısı uykudan uyandırdılar. Başta ne olduğunu anlayamadım. Yorganımı çekip "Siktirin gidin!" dedim ama dinlemediler. Birinin yastıkla suratıma vurmasıyla kendime geldim. Kalktım, ne var diye bağırıyorum ama sesim kime ulaşır? Dördü birden üzerime çullandı. Yumruklar, tekmeler... Kim bilir neden? Belki sadece eğlenmek için. Hayat bu, her zaman bir sebebi olmaz.

Beni dövdüler, yerde kan içinde kalana kadar. Yatağa döndüklerinde içlerinden biri, "Bakalım yarın o iri cüssenle yine efelenebilecek misin?" diye güldü. O an ne düşündüm biliyor musun? "Bu böyle gitmez, Altay. Ya sustuğun için devam ederler ya da bir gün hepsini mahvedersin."

Ve mahvettim. Ertesi gün yemekhanede aynı tayfayla karşılaştım. Biri önümde durup tabaktaki çorbayı üzerime dökmeye kalktı. O an elim hızlıydı. Tabak onun suratında patladı. Arkadaşları üzerime yürüdüğünde, bu kez yere düşen ben olmadım. Her birine tek tek saldırdım. Gözüm dönmüştü. Birinin burnunu kanatana kadar bırakmadım.

O gün "Altay Delisi" diye anılmaya başladım. Onların gözünde bir deliydim artık ama o takma isim, peşimi bırakmalarını sağladı. Yetimhanede zayıflık ölüm fermanıdır; bunu o yaşta öğrendim. "Kendi başının çaresine bakmayı bilmezsen kimse senin için kılını kıpırdatmaz."

İşte o gün, içimde büyüyen nefret tohumlarını fark ettim. Ama o nefret bir silah gibi... Doğru ellerdeyken seni hayatta tutar. Ve ben o silahı asla bırakmadım.

Yetimhanede yaşadığım yıllar zihnimin arkasında bir gölge gibi hep benimleydi. Bugün, karargâha adım atarken yine o yıllar aklıma üşüştü. Ama şimdi, o çocuk Altay’dan geriye ne kalmıştı? Önümde yürüyen Umay’a bakarken hissettiklerim, geçmişin öfkesinden tamamen farklıydı.

Umay... Albayın kızı. Kısa boylu, zarif, güçlü duruşuyla adımları beni adeta hipnotize ediyordu. Ama beni asıl etkileyen, az sonra şahit olduğum manzaraydı. Albay, kızı Umay’ı gördüğünde yüzündeki ifade... İçime işledi. O gözlerde, dünyadaki tüm sevgi ve gurur bir araya gelmiş gibiydi. Umay babasına doğru birkaç adım attı ve onun kollarına atıldı. O an, baba ve kızın birbirine kavuştuğu o an, göğsümde bir sıkışma hissettim.

Gözlerimi kaçırdım. Ellerim istemsizce yumruk olmuştu. Boğazıma bir düğüm oturdu. Bütün hayatım boyunca bir ana ya da baba sevgisinin neye benzediğini bilmiyordum ki... Şimdi bu sahneye tanıklık etmek, içimde tanıdık olmayan bir sıcaklık yarattı. Tarifi zor bir his. Gıpta mıydı bu, yoksa sadece yılların açtığı bir boşluk muydu? Bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Kendimi dışlanmış hissediyordum.

Bir adım geriye çekildim. Umay’ın gülümseyen yüzü ve albayın gururlu bakışları, içimde bir çatlak daha açıyordu. "Altay, sen de buraya aitsin," diye fısıldadı içimdeki küçük, saf bir ses. Ama o sesi hemen susturdum. Ben bu dünyada hiçbir zaman bir yere "ait" olmadım. Hayat, bana sadece savaşmayı öğretmişti. Ve şimdi, duygularla savaşmayı öğrenme zamanıydı.

Her şey o lanet yetimhanede başladı. Hayatın bana ilk yumruğunu attığı yer... Daha dokuz yaşındaydım. Anam da babam da yok. Sadece dört duvar, bir sürü yabancı surat ve kahrolası bir sessizlik. O sessizlik, insana bütün hayatını sorgulatacak kadar ağırdır.

O zamanlar bile diğerlerinden farklıydım. Uzun boyum, iri yapım yüzünden çocukların hedefi olurdum. Sanki suçmuş gibi. "Sen kimsin lan, bu kadar büyük cüsseyle burada?" derlerdi alaycı bir tonda. Gözlerinde hem kıskançlık hem korku vardı, ama en çok nefret... Çünkü birinin senden daha güçlü olması, onları çıldırtıyordu.

Beni dövdüler, yerde kan içinde kalana kadar. Yatağa döndüklerinde içlerinden biri, "Bakalım yarın o iri cüssenle yine efelenebilecek misin?" diye güldü. O an ne düşündüm biliyor musun? "Bu böyle gitmez, Altay. Ya sustuğun için devam ederler ya da bir gün hepsini mahvedersin."

Ve mahvettim. Ertesi gün yemekhanede aynı tayfayla karşılaştım. Biri önümde durup tabaktaki çorbayı üzerime dökmeye kalktı. O an elim hızlıydı. Tabak onun suratında patladı. Arkadaşları üzerime yürüdüğünde, bu kez yere düşen ben olmadım. Her birine tek tek saldırdım. Gözüm dönmüştü. Birinin burnunu kanatana kadar bırakmadım.

O gün "Altay Delisi" diye anılmaya başladım. Onların gözünde bir deliydim artık ama o takma isim, peşimi bırakmalarını sağladı. Yetimhanede zayıflık ölüm fermanıdır; bunu o yaşta öğrendim. "Kendi başının çaresine bakmayı bilmezsen kimse senin için kılını kıpırdatmaz."

İşte o gün, içimde büyüyen nefret tohumlarını fark ettim. Ama o nefret bir silah gibi... Doğru ellerdeyken seni hayatta tutar. Ve ben o silahı asla bırakmadım.

Yetimhaneden bu yana geçen onca yılın ardından o günleri hatırlamak, her zaman içimde bir şeyleri tetiklerdi. Bugün Umay’la birlikte karargâha adım atarken o çocuk Altay’ın silik bir gölgesi hâlâ benimleydi. Ama şimdi önümde yürüyen genç kadına baktıkça başka bir şey hissediyordum. Tanıdık olmayan, yumuşak bir sıcaklık...

Umay, albayın kızı... Baba-kızın birbirine kavuşma anını izlerken gözlerimi kaçırdım. Ellerim yanlarda yumruk olmuştu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Hayatım boyunca hiçbir zaman bir ana ya da baba sevgisinin neye benzediğini bilmiyordum ki... Şimdi karşımdaki bu sahne, içimde tarifi imkânsız bir duygu yaratıyordu. Gıpta mı, haset mi, yoksa sadece boşluk mu? Emin değildim.

Yarbayın gözlerindeki sevinci gördüğümde boğazım düğümlendi. Umay ona sarıldığında, bir baba-kız sevgisinin böylesine gerçek ve yoğun olabileceğini düşündüm. Kendi içimde kıpırdanan o tuhaf hissi bastırmaya çalışarak birkaç adım geri çekildim.

"Altay, sen de buraya aitsin," diye fısıldadı içimdeki o küçük ses. Ama ben buna inanacak kadar saf değildim. Bu dünyada kendine yer edinmek için savaşman gerekir. Ve ben, duygularla savaşmayı henüz öğrenememiştim.

Yarbay, kızını kollarından bıraktıktan sonra gözlerini bana çevirdi. Sert bakışlarının altında belli belirsiz bir yumuşama vardı. "Gel buraya, Altay," dedi tok ama sıcak bir sesle. İçimdeki sıkıntıyı bastırarak ağır adımlarla yanlarına ilerledim.

Umay, babasının yanında dimdik duruyordu. Gözleri hâlâ yaşlarla ışıltılıydı, ama bakışlarında bir hayranlık vardı. Bana mıydı, yoksa babasına mı, emin olamadım. Albay, omzuma güçlü bir elini koydu. "Altay, biliyor musun? Sen olmasaydın kızımı bu kadar sağ salim karşımda göremezdim," dedi.

Sözleri midemde bir yumru gibi oturdu. "Görevimi yaptım, komutanım," dedim kısık bir sesle. Ama o başını hafifçe sallayarak, "Hayır, bu sadece görev değildi. Bu özveriydi. Cesaretti. Bir baba olarak sana teşekkür borçluyum," diye devam etti.

Umay sessizce babasının söylediklerini dinlerken, gözleri benimkilere kilitlenmişti. Bir an için, hayatımda ilk kez kendimi farklı bir ışık altında gördüm. Her zaman yetimhanede başlayan o savaşçı kimliğimle tanımlanmıştım. Ama şimdi, birinin gözünde daha fazlası olabilme ihtimali vardı.

Yarbay devam etti: "Altay, sen yalnızca bir asker değilsin. Sen, bir liderin taşıması gereken yüreğe sahipsin. Kızımı kurtarmak için kendi hayatını tehlikeye attın. Bunun karşılığı hiçbir madalya ya da teşekkür olamaz."

Ne diyeceğimi bilemedim. O an, yıllardır içimde taşıdığım o boşluk, bir anlığına dolmuş gibiydi. Yarbayın sesi, sertliğiyle beraber bir babanın gururunu taşıyordu. Bu duygu, bana yabancıydı ama içinde kaybolmak istemediğim kadar da gerçekti.

"Benim için en büyük ödül, kızınızın güvende olması, komutanım," dedim sonunda. Sözlerim bir yanıyla samimiydi, bir yanıyla da sığ. İçimdeki karmaşa bu anı tam anlamıyla yaşamama engeldi.

Yarbay gülümsedi. "O zaman seni doğru yere yönlendirmişiz, evlat. Sen, bu vatan için yalnızca bir asker değil, bir umut ışığısın."

Evlat... O kelimeyi işittiğimde, içimde bir şeyler yerinden oynadı. Yarbayın omzumdaki eli ağır ama güven vericiydi. Bir an için yetimhanedeki Altay’ı unuttum. Şimdi burada, bu insanın gözünde değerliydim. Bu his, beni hem güçsüz hem de güçlü kılıyordu.

Umay bir adım yaklaştı, sesi alçak ama nazikti. "Babam haklı. Sizi tanımak... büyük bir ayrıcalık."

Gözlerimi yere indirdim. "Sadece işimi yaptım," dedim yine. Ama bu kez, içimde başka bir kıpırtı hissettim. Belki de ilk kez, yalnızca görevimin ötesinde bir şey başarmıştım.

Yarbayın selamını verdikten sonra esas duruşa geçtim ve yarbayla Umay’ın uzaklaşan siluetlerini dikkatlice izledim. İçimde tarif edemediğim bir duygunun izleri dolaşıyordu. Gurur ve geçmişin burukluğu arasında sıkışmış bir hisle derin bir nefes aldım. Ardından yemekhaneye doğru ağır adımlarla ilerledim. Günün yorgunluğu omuzlarımı çökerken zihnimde dalgalı düşünceler vardı.

Yemekhanenin kapısını açtığımda içeriden gelen sesler, tanıdık bir sıcaklıkla yüzüme çarptı. Timden herkes, günün yorgunluğunu bir kenara bırakmış, yemeklerini yiyor, aralarında şakalaşıyordu. Ben içeri girince bütün başlar bana döndü ve bir anlık sessizlik oldu. Ardından, bana duydukları saygıdan doğan bir ağırlıkla herkes toparlandı.

"Komutanım!" dedi Üsteğmen İlteriş, ayağa kalkarak. "Hoş geldiniz komutanım. buyrun."

Hafifçe başımı salladım. "Oturun. Rahatınıza bakın," dedim sakin bir sesle. Yemek sırasına geçip tabağıma birkaç şey aldım ve onların arasına oturdum. Herkes, benim otoritemi her an hissediyordu, ama samimiyeti de eksik etmiyorduk.

Astsubay Mustafa Kemal, hafif bir gülümsemeyle bana dönerek, "Komutanım, umarım yemekler beklentinizi karşılar. Bugün menüde yine o meşhur pilav var," dedi.

Gülümsemeden edemedim. "Pilavın bizim standart menü olduğunu düşünmeye başladım artık," diye karşılık verdim. Bu söz, yemekhanede hafif bir kahkaha dalgası yarattı. Gerginlik yavaşça dağılıyordu.

Astsubay Fatih, yan masadan lafa karıştı: "Komutanım, aşk üzerine bir şeyler konuşuyorduk. Sizce aşk insanı güçlendirir mi, yoksa zayıflatır mı?"

Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. "Aşk kişiye bağlıdır," dedim kısa ve net bir şekilde. Ardından tabağımdaki yemeğe odaklanarak konuşmayı uzatmadım. Sessizliğim, timdeki diğer askerlerin kendi hikâyelerini anlatmasına olanak sağladı. Rezilde eder vezirde.

Uzman Çavuş Eren söze girdi: "Benim köyde bir kız vardı, komutanım. Gözleri fırtına gibi... Ama ben asker oldum, o da başkasına yar oldu. İşte aşk insanı böyle zayıflatır."

Bu söz üzerine Uzman Çavuş Burak, "Senin zayıflığın aşk değil, köydeki rakiplerinmiş," diyerek ortamı hafifletti. Gülüşmeler devam ederken birden Mustafa Kemal’in sesi yemekhanede yankılandı.

"Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü..."

Mustafa Kemal’in sesi, derin ve dokunaklıydı. Her kelime yemekhanede yankılanırken, herkes olduğu yerde durdu. Zaman durmuş gibi hissettirdi. Bu sese kulak verirken, timin ne kadar özel bir bağa sahip olduğunu bir kez daha fark ettim.

Mustafa Kemal şarkıyı bitirdiğinde yemekhaneyi derin bir sessizlik kapladı. Ardından Yavuz, düşünceli bir şekilde, "Komutanım, sanırım aşk böyle bir şey... İnsan konuşamasa bile şarkıyla anlatır," dedi.

Hafifçe gülümsedim. "Belki de öyledir, Yavuz," diye yanıtladım. O gece, yemekhaneden ayrılırken, tim arkadaşlarımın arasındaki bu bağın, bizi hayatta tutan en güçlü şeylerden biri olduğunu düşündüm. Biz sadece bir tim değildik; birbirine kenetlenmiş bir aileydik.

Yemekhaneden çıkarken gece sessiz ve soğuktu. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu, ama kafamda yankılanan o şarkının bıraktığı sessizlik daha baskındı. Timimle gurur duymak için her zaman bir nedenim vardı, ama o gece onların içindeki bu bağlılık, beni bir kez daha etkiledi.

Ama bu duygu uzun sürmedi. Hayatta kalmak için ne kadar kenetlenmiş olsak da, savaşın gerçekliği her zaman bir adım ötede bekliyordu. Kapıdan dışarı çıktığımda, karargâhın girişinde Haluk Yarbay’ı gördüm. Yüzünde her zamanki sert ifade vardı.

“Altay,” dedi, sesindeki gerginlik hemen fark ediliyordu. “Konuşmamız gerek.”

Onunla brifing odasına yürüdük. Haritalar masanın üzerinde seriliydi, bazı noktalar kırmızıyla işaretlenmişti. Yarbay, işaretli bölgelerden birine parmağını koydu.

“Bu gece bir hareket var,” dedi. “İstihbarat doğrulandı. Terör örgütü, tarihi eser kaçakçılığını yeniden başlattı. Geçen operasyonda yakaladığımız ipuçları doğruymuş. Yeni bir transfer planlıyorlar. Eserler, büyük ihtimalle yurt dışına çıkarılacak.”

Derin bir nefes aldım. O gece, Umay’ın Apollon’un Mührü’nü koruma pahasına verdiği mücadele aklıma geldi. Onun koruduğu şey, sadece bir taş değildi; bu toprakların tarihi, geçmişin sesi ve geleceğin ışığıydı.

“Bu sefer hedef ne?” diye sordum.

Yarbay, masadaki başka bir noktayı işaret etti. “Bu kez mesele daha büyük. Kazı alanından kaçırılan birkaç eser, mitolojik değeri olan bir koleksiyonun parçaları. Eğer bu koleksiyon tamamlanırsa, örgüt bunu hem maddi hem de ideolojik bir araç olarak kullanacak. İstiklal Timi’nin işi.”

Başımı salladım. Bu, sıradan bir operasyon değildi. Bu, sadece silahların değil, inancın ve tarihin de savaş alanı olduğu bir mücadeleydi.

“Emirleriniz nedir, Yarbay?” diye sordum.

“Timini hazırla,” dedi, yüzündeki sert ifade yumuşamadan. “Ama bu sefer Umay’ı da alıyoruz. Onun uzmanlığı gerekebilir.”

Kaşlarımı çattım. “Umay mı? Bu bir operasyon, komutanım. Bir arkeolog savaşın ortasında ne yapacak?”

Haluk Yarbay gözlerimi dik dik süzdü. “Umay, geçen sefer kendini kanıtladı. Ayrıca o eserlerin ne anlama geldiğini bizden daha iyi biliyor. Onu dışarıda bırakamayız. Eğer bir sorun çıkarsa, onu korumak senin sorumluluğunda.”

Derin bir nefes aldım. Umay’ı düşününce kafam karışıyordu. Onun zekâsına ve kararlılığına saygı duysam da, bu savaş alanı onun yeri değildi. Ama emirdi. Başımı salladım. “Anlaşıldı.”

Yarbay masadan uzaklaşırken, aklımda tek bir şey vardı: Bu görev, sıradan bir operasyon olmayacaktı.

Yemekhanede duyduğum o şarkının yankıları hâlâ zihnimdeydi. Ama bu kez, timimle birlikte savaşa yürürken, Umay’ın o ceylan gözlü kararlılığının bizi nereye götüreceğini düşünüyordum.

Ve bir kez daha kendi kendime fısıldadım: “Büyük sıçtın, Altay. Bu kadın seni mahvedecek.”

Haluk Yarbay kapıdan geri geldi, haritanın üzerinde işaretli bölgelere bir kez daha göz attıktan sonra, gözlerini bana çevirdi. “Bir şey daha var, Altay,” dedi, sesi her zamankinden daha ciddi bir tona bürünmüştü.

Kaşlarımı kaldırarak bekledim.

“Umay, bu operasyonun bir parçası olacak. Ama yalnızca rehberlik yapmayacak. Savaş alanında hayatta kalabilmesi için temel savunma becerilerini öğrenmesi gerekiyor. Bu yüzden, ona silah kullanmayı ve savaşta nasıl davranması gerektiğini öğreteceksin.”

Sözleri duyduğum anda, içimde hafif bir öfke kabardı. “Yarbayım, bu ciddi bir operasyon. Umay bir arkeolog, bir asker değil. Onu eğitmek, sahada vakit kaybettirir.”

Haluk Yarbay, yüzündeki sert ifadeyi hiç bozmadan bana dik dik baktı. “Altay, bu bir seçenek değil, bir emir. Kızım sahaya çıkacaksa, kendini savunmayı öğrenmek zorunda. Bu sadece onun güvenliği için değil, timin güvenliği için de şart. Eğer bir şey ters giderse, ona sahip çıkacak olan sensin.”

Dişlerimi sıktım, ama bir şey söylemedim. Yarbay haklıydı, ama bu durum içimdeki rahatsızlığı bastırmaya yetmiyordu. Umay’ın savaş alanında olması zaten yeterince riskliydi, bir de silah kullanmayı öğrenmesi gerekiyordu.

“Emredersiniz, Komutanım,” dedim sonunda, sesi kontrol altında tutmaya çalışarak.

Haluk Yarbay başını salladı. “Bu gece başlayın. Yarın yola çıkmadan önce en azından temel şeyleri öğrenmiş olsun.”

Brifing odasından çıktığımda, kafamda bir sürü düşünce vardı. Umay’ın sahada olmasına hâlâ alışamamışken, bir de onu eğitmekle uğraşmak zorunda kalacaktım. Bu hem benim hem de onun için zor olacaktı.

Ama içimde, onun bu duruma nasıl tepki vereceğini merak ediyordum. Çünkü o ceylan bakışlı kadın, ne zaman karşıma çıksa, bir şekilde beni şaşırtmayı başarıyordu.

Sonra o geldi. İnce bir rüzgâr gibi. Adımlarını duymadım bile; fark ettiğimde tam karşımdaydı. Siyah botlarının bağcıkları biraz gevşek, elleri montunun cebinde. Saçlarını alelacele bir topuzla toplamış, bir iki tutamı alnına düşmüş. Görünüşü sıradan ama yine de göz alıcı. Bir garip şekilde kendini fark ettiren türden.

“Ne yapacağız bugün?” dedi, sesi alıştığım o cesur ama ince tonda. Yüzünde hafif bir gülümseme vardı. Sanki neyle karşılaşırsa karşılaşsın aldırmayacakmış gibi bir rahatlık... Ama ben o bakışların altında başka bir şey görüyordum. Bir parça tedirginlik, bir parça merak.

O gülümsemenin altındaki şüpheyi görmezden geldim. “Atış eğitimi,” dedim kısa ve net. Fazla açıklamaya gerek yoktu. Sert olmalıydım. Onunla arama mesafe koymam gerekiyordu. Yoksa... yoksa işler daha da karışacaktı.

“Gerçek mermi mi?” diye sordu. Gözleri bir an için büyüdü. Korku değil, daha çok heyecan.

“Hayır, oyuncak tabancayla öğreteceğim,” dedim alayla. Sesim sert çıkmıştı. Fazla sert belki de. Ama bu işin şakası olmazdı. Özellikle onun gibi biri için.

Kaşlarını çattı, o ceylan bakışları bir an için dikleşti. “Peki, başlıyoruz o zaman,” dedi, meydan okuyan bir tonda.

Beni hep böyle yapıyordu işte. Beni olduğum kişiden başka biri olmaya zorluyordu. Ama yine de bu oyunda kuralları koyan bendim. Öyle olmalıydı. Onu peşimden eğitim alanına doğru götürdüm, içimde bir volkan gibi kaynayan düşüncelerle.

Umay'la kırsal alandaki atış poligonundaydık. İşin asıl yüzüne gelelim diye sabırsızlıkla beklediğim bir andı. Ama onun için, belli ki bu sadece bir "macera"ydı. Gözlerinde şaşkın bir heyecanın izleri varken, ben içimden derin bir nefes alıp, elimdeki Glock 19 tabancasını masaya koydum.

“Bu, Glock 19. Kompakt bir tabanca. Polimer gövdesi hafif, ama dayanıklı. 9 mm mermi kullanır. Taşıması kolay, hedefte isabetli.” Gözleri, söylediklerimi anlamaya çalışıyormuş gibi dikkatle silaha kaydı.

“Neden bu kadar hafif?” diye sordu. Soru basitti ama sesindeki o saf merak, beni çileden çıkarmaya yetti. Çünkü cevap açıktı. Yine de sakin kalmaya çalıştım.

“Hafif, çünkü uzun süre taşırsan bile seni yormaz. Hedef alırken kontrolü kolaylaştırır. Ama hafif olması, güçsüz olduğu anlamına gelmez. Hedefte ne kadar etkili olduğunu birazdan göreceksin.”

Sonra yanıma M4 Carbine’ı aldım. Umay’ın dikkatini çekmek için, mekanizmayı çatırdayarak çekip bıraktım. Bu hareket, genelde etkileyiciydi, ama o söylemek yerine sadece kaşını kaldırdı.

“Bu da M4 Carbine. Hafif makineli türünde. 5.56x45 mm NATO mermisi kullanır. Yüksek hızlı, düşmanı şaşırtacak kadar etkili. Kısa mesafede de uzun mesafede de işini görür.”

“Neden bu kadar çok mermi tipi var? Hepsi aynı işi yapmıyor mu?” diye sordu bu kez. Cevabı şimşek gibi yapıştırdım.

“Hayır, yapmıyor. 9 mm daha kompakt, kısa mesafede etkili. 5.56’nın çekirdeği daha hızlı hareket eder, delici etkisi daha yüksektir. Bu söylediğim farkı anlamazsan, sahada ilk darbeyi yersin. Bu kadar basit.”

Gözleri dolmaya başladı. Yine de bir şey demedi. Sessizce, yere bakarak dudaklarını sıktı. O an, içimde bir şey kırıldı. Öfkemin yerini, tanımlayamadığım bir acı aldı. Kendime kızdım. Ama yine de tavrımı yumuşatmadım. Sesimi biraz daha alçalttım, yine de sertliğimi koruyarak konuştum.

“Tamam, bak. Sana bu kadar sert davranmamın sebebi, bu şeylerin şaka olmadığını anlaman. Hadi, dene bakalım. Glock’u al ve hedefi vur.”

Eli, tabancayı tedirgin bir şekilde kavradı. Gözleri hala hafifçe doluydu, ama o an bıraktım. Ne hissederse hissetsin, bu işin ciddiyetini anlaması gerekiyordu. Ama içimde bir yerlerde, onunla bu kadar sert konuşmak zorunda kalmamış olmayı dilerdim.

Yaklaşık bir saat sonra kapalı spor salonuna doğru yürüyorduk. Hava kararmıştı ama içimdeki öfke hâlâ aydınlık gibiydi. Umay arkamdan sessizce geliyordu. Adımlarında bir ağırlık vardı, mutsuzdu. Bunu hissedebiliyordum. Zaten yüzünden de belli oluyordu. Ama bir şey diyemedi. Daha doğrusu diyemediğinden değil, belki de ben konuşmasına izin vermediğimden.

Ben ise sinirden içim içimi yiyordum. Bebek gibiydi. Hiçbir şey bilmiyordu. Silah tutmayı, mermi doldurmayı, hedef almayı… Her şey sıfırdan öğretmek zorundaydım. Ama her ne kadar bu cehaleti beni delirtse de, hızlı öğreniyordu. Bir iki denemeden sonra hareketleri doğru yapmaya başlıyordu. Bu beni şaşırtıyordu, ama şaşkınlığımı belli etmemeye kararlıydım.

Salonun kapısını açıp içeri girdim. Beton zemine yayılan floresan ışıkları sertti, tıpkı buradaki eğitim gibi. Matları yerleştirmişlerdi. Köşede birkaç tahta manken, askıda kum torbaları ve yer yer yıpranmış eldivenler vardı. Çıplak, işlevsel bir alan. Tam da benim istediğim gibi.

“Bugün yakın dövüşe başlıyoruz,” dedim sert bir sesle. Umay başını kaldırıp gözlerime baktı. O bakışlar her zamanki gibi bir şeyler söylemek istiyordu ama söyleyemiyordu.

“Yakın dövüş sadece kas gücü değildir,” dedim. “Hatta gücün ikinci planda kaldığı bir savaştır. Strateji, çeviklik, denge ve hız... Bunlar olmadan kazanamazsın. Saldırgan olmayı öğreneceksin, ama savunmayı da unutmadan. Hayatta kalmanın yolu bu.”

Bir an durdum. Yavaşça yere eğildim ve yerdeki ince tahta sopayı aldım. “İlk kural: Mesafeyi kontrol edeceksin. Yakın dövüşte rakibinle arandaki mesafeyi her zaman bilmek zorundasın. Çok yakınsan darbe yersin, çok uzaksan etkili bir saldırı yapamazsın. Mesafe, dövüşün en kritik unsurudur.”

Tahta sopayı ona doğru uzattım. “Bunu al.”

Umay biraz tereddüt etti ama sopayı eline aldı. Tutuşu zayıftı. Kaşlarımı çattım. “Daha sıkı. Bu bir oyuncak değil. Eğer doğru tutmazsan elinden alırlar ve seni bununla döverler.”

Hızla sopayı elinden kaptım ve bir hamlede omzunun hemen yanında durdurdum. Gözleri büyüdü, nefesi kesildi. “Gördün mü? Rakibine bu fırsatı verirsen kaybedersin.”

Sopayı yere attım ve kendi ellerimi yumruk yaptım. “Şimdi ellerini kaldır. Dövüş duruşuna geç. Sol el önde, sağ el çenenin hemen yanında.” Umay hareketi yaptı ama yeterince düzgün değildi. Ellerini düzelttim. Dokunuşum sertti, ama bir şekilde o an içimde garip bir his de vardı. Hemen bastırdım o hissi.

“İkinci kural,” dedim. “Hedefi bil. Rakibin zayıf noktalarını hedefleyeceksin. Çene, burun, boğaz, karın, diz kapakları… Herkesin bir zayıf noktası vardır. Bunu öğren ve kullan.”

Bir an durdum ve ellerimi gevşettim. “Ama en önemlisi... Kaybetmekten korkma. Dövüşte korku seni felç eder. Eğer korkarsan, yenilirsin. Korkmazsan... kazanmaya başlarsın.”

Umay gözlerini benden ayırmıyordu. O ceylan bakışlarında bir şey vardı. Anlam veremediğim bir inat, bir direnç. Beni dinliyordu, ama daha fazlasını yapıyordu. Beni anlamaya çalışıyordu.

“Şimdi başlıyoruz,” dedim. “Ve hazır ol. Çünkü burada kimse sana acımaz.”

Dersin geri kalanı boyunca ona temel hareketleri, basit kombinasyonları ve savunma tekniklerini gösterdim. Serttim, çünkü sert olmam gerekiyordu. Ama içimde bir yerde, onun bu sertliği kaldırabileceğini biliyordum. Ve bu düşünce beni hem rahatlatıyor hem de huzursuz ediyordu.

Dersin temposu hızlandıkça, Umay’ın adımları da daha emin hale geliyordu. Hareketlerini kopyalıyor, hatalarını düzeltiyordum. Her şey sert ve ciddiydi, ama içimde garip bir huzur vardı. Sanki bu kadının dayanıklılığı, her şeyin bir şekilde yolunda gideceğine dair bir işaretti.

Son kombinasyonu gösterirken, sopayı yere bırakıp doğrudan ona yaklaştım. “Tamam, şimdi benimle çalışacaksın,” dedim. “Ben saldıracağım, sen savunacaksın. Hızlı düşün, stratejik ol. Hayatta kalmanın yolu bu.”

Gözleri büyüdü, ama hemen toparlandı. O inatçı bakışı yeniden gözlerinde gördüm. Ellerini kaldırdı, benim gösterdiğim gibi duruşa geçti. Hafif bir tebessümle içimden, “Güzel, en azından öğreniyor,” diye düşündüm.

İlk saldırımı yaptım. Sağ kroşe ile geldiğimde ellerini düzgün bir şekilde kaldırdı ve darbeyi savuşturdu. Ama ikinci saldırıda, bir anlık tereddüt etti. Dizimi karın hizasına kaldırdım, bu kez tamamen savunmasız kaldı.

“Hedefini koru!” diye uyardım.

“Bir saniye!” diye bağırdı. Ama ben hızımı kesmedim. Onun savunmayı öğrenmesi gerekiyordu.

Daha sert bir hamleyle üzerine doğru ilerlediğimde, geri çekilmek isterken ayağı kaydı. Bir anlık dengesizlikle sırtüstü yere düştü. Tam onu kaldırmak için uzanıyordum ki, o da panikle üzerime doğru bir hamle yaptı.

Ve işte o anda…

İkimiz de dengeyi tamamen kaybettik. Geriye doğru savrulup matın üzerine düştüm. Ama asıl şok edici olan, Umay’ın tam üzerime düşmesiydi.

“Lanet olsun!” dedim, refleksle ellerimi onun düşüşünü hafifletmek için kaldırarak.

Ama o an yüzümüz, neredeyse burun buruna geldi. Göz göze geldik. Ceylan bakışları, bir anda şaşkınlık ve utançla dolmuştu. Birkaç saniye boyunca ne yapacağımı bilemedim. Sadece onun nefesinin sıcaklığını hissettim.

Sonra Umay, panikle doğrulmaya çalışırken bir şey daha yaptı: Elleriyle benim omuzlarıma bastırdı, ama bu onu daha da dengesizleştirdi. Yeniden yere düştü, bu kez dirseği göğsüme çarptı.

“Ah! Umay!” dedim, bir yandan gülerken bir yandan nefesimi kontrol etmeye çalışarak. “Bu kadar etkili bir saldırı planlamamıştım.”

Umay yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Ben… şey… özür dilerim!” dedi, telaşla kalkmaya çalışırken bir kez daha dengesini kaybetti ve yeniden üzerime düştü.

Bu kez, ikimiz de durduk. Artık gülmemek mümkün değildi. Ben hafifçe kıkırdadım, o ise sinirle ama aynı zamanda çaresizce bana baktı. “Siz buna mı eğitim diyorsunuz?” diye çıkıştı.

“Evet,” dedim alaycı bir tonla. “Rakibin dengesiyle oynamayı öğreniyorsun. Çok etkili bir yöntemmiş, baksana.”

O an o da gülümsemeye başladı. Hızla toparlanıp ayağa kalktı, bana elini uzatarak yardım etti. Yerden kalkarken, ona eğilip hafifçe fısıldadım: “Ama şunu söyleyeyim, Umay Saldırganlığın takdire şayan.”

Gözlerini devirdi. “Komik olduğunuzu mu sanıyorsunuz?” dedi, ama yüzündeki hafif tebessüm, söylediklerinin aksini kanıtlıyordu.

İkimiz de tekrar pozisyon aldık, ama bu kez ikimizin de üzerinde bir hafiflik vardı. Sanki eğitim artık sadece bir ders değil, biraz da bir oyun olmuştu. Ve bu, bana savaşın ortasında bile gülmenin mümkün olduğunu hatırlattı.

Ayağa kalkıp üzerimi silkeledim. Umay, yeniden duruş pozisyonuna geçti, ama yüzünde hâlâ az önceki düşüşün bıraktığı hafif bir mahcubiyet vardı. Ellerini düzgünce kaldırdı, ama bu kez bakışlarında daha ciddi bir ifade vardı.

“Tamam,” dedim sert bir sesle. “Bu kez daha dikkatli ol. Saldırıyorsun, ama kontrolü elden bırakmıyorsun. Unutma, savunma her zaman öncelikli.”

Başını salladı. “Anladım.”

Bu kez yavaşça üzerine doğru yürüdüm. “Hadi, bir hamle yap. Ama bu sefer hızlı ol. Rakibin sana fırsat vermez. İlk darbeyi sen vurmalısın.”

Umay derin bir nefes aldı, yumruğunu kaldırdı ve hızla üzerime doğru savurdu. Ama hamlesi hem fazla heyecanlı hem de kontrolsüzdü. Savunma yapmak için elimi kaldırmaya çalıştım, ama bir anlık tereddütle yumruğu savuşturamadım.

Ve o yumruk…

Direkt yanağıma indi.

Başımı yana çevirdiğimde sert bir "pat" sesi yankılandı. Bir an için salonun floresan ışıkları bile daha parlak göründü. Yanağımda keskin bir acı hissederken elimle yüzümü tuttum.

Umay, nefesini tutmuş bir şekilde bana baktı. Gözleri şaşkınlık ve panikle büyümüştü. “Altay! Ben… şey… özür dilerim! Gerçekten istemedim!” dedi, sesi titreyerek.

Elimi yanağımdan çekip ona baktım. İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordum, ama durumun komikliği karşısında bir anlığına şaşkın kaldım. “Bayağı sağlam bir yumrukmuş,” dedim, sesim alaycı bir tona bürünerek. “Demek saldırganlığı öğreniyorsun.”

Umay, daha da panikledi. “Gerçekten istemedim! Fazla sert mi oldu?” diye sordu, ellerini havada telaşla sallayarak.

Ona doğru bir adım attım, kaşlarımı çattım. “Sence?” dedim, ama sesimdeki alayın fark edileceğini umuyordum.

O sırada, yanımdaki kum torbasına hafifçe vurdum. “Bu kum torbası gibi bir şey sandın herhalde, değil mi? Ama rakibin gerçek bir insan, Umay. Darbeyi doğru yerleştirirsen böyle sonuçlar doğar. Ve şunu söylemeliyim ki, bu darbeyi biraz daha güçlü yapsan, yere serilirdim.”

Umay, hafifçe gülümseyerek derin bir nefes aldı. “Evet… belki de biraz fazlaydı.”

“Biraz mı?” dedim, yanağımdaki acıyı ovalarken. “Bana kalırsa, şu an çenem yer değiştirdi.”

Bu kez gerçekten güldü. O gülümseme, biraz önceki gerginliği tamamen sildi. Ama hemen toparlanıp yeniden duruşa geçti. “Tamam,” dedi, sesi bu kez daha kararlıydı. “Bir daha daha dikkatli olacağım.”

Gözlerimi devirdim. “Evet, dikkatli ol. Çünkü bir sonraki darbe beni bayıltırsa, Yarbay’a seni rapor edeceğim.”

Bu sözümle ikimiz de güldük. Ama bu kez, onun öğrenme azmiyle, benim içimde garip bir memnuniyet vardı. Umay gerçekten hızlı öğreniyordu. Ve bu, onu yalnızca bir arkeolog olmaktan çıkarıp, mücadele etmeye hazır biri haline getiriyordu.

Ama yanağımda hâlâ onun izini taşıyan o yumruk… Bir süre daha unutamayacaktım.

Eğitimden sonra yere çöktüm ve sırtımı salonun soğuk duvarına yasladım. Yanağımdaki acı hafiflememişti, ama daha çok yorgunluk hissediyordum. Umay gerçekten sağlam bir yumruk atmıştı. Kendimi toparlamak için derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım.

Tam o sırada, hafif ayak sesleri duyuldu. Gözlerimi açtığımda Umay’ı gördüm. Elinde bir buz pedi vardı, yüzünde hem mahcubiyet hem de endişe dolu bir ifade.

“Altay,” dedi, yavaşça yanıma yaklaşarak. “Gerçekten çok üzgünüm. Biraz sert olmuş olabilirim.”

“Biraz mı?” dedim, alaycı bir gülümsemeyle. Ama o, şakayı ciddiye almadı. Hemen yanıma çömeldi.

“Bunu yanağına koyman gerek,” dedi, elindeki buz pedini bana doğru uzatarak.

Almaya çalıştım, ama o izin vermedi. Pedini eline aldı ve yüzüme doğru eğildi. Yanağımı hafifçe tuttu ve buz pedini acıyan yere bastırdı.

O an, nefes almayı unuttum.

Parmaklarının sıcaklığı, buzun soğukluğuyla tezat oluşturuyordu. O kadar yakındı ki, nefesini yüzümde hissedebiliyordum. Gözlerim, istemsizce onun yüzüne kaydı. O ceylan bakışları, bu kez tamamen endişeyle doluydu. Dudakları hafifçe aralıktı, sanki bir şey söylemek istiyormuş gibi.

Ama o an, hiçbir şey söyleyemedim. Sadece o yakınlığı hissettim.

Sonunda kendime geldim ve aniden öksürdüm. Buz pedini elinden alarak kendi yanağıma bastırdım. “Tamam, teşekkür ederim. Daha fazla zahmet etme,” dedim, sesim biraz sert çıktı.

Umay hafifçe gülümsedi, ama gözlerindeki endişe hâlâ gitmemişti. “Ciddi bir şey olmadığından emin misin? Gerçekten istemedim.”

Başımı salladım, bakışlarımı başka bir yöne çevirdim. “Ciddi bir şey yok. Daha önce çok darbe aldım. Ama itiraf edeyim, arkeolog yumruğu yemeyi beklemiyordum.”

Bu sözümle hafifçe güldü. “Belki de sizi biraz fazla ciddiye aldım. Ama öğrettiğiniz şeyler gerçekten işe yarıyor. Umarım size fazla zarar vermemişimdir.”

“Zarar mı?” dedim, ona doğru hafifçe dönerek. “Bu kadar zayıf bir darbeyle mi? Bana kalırsa, biraz daha çalışmalısın. Rakibini yere sermek için daha fazlasına ihtiyacın olacak.”

O da bu kez alaycı bir bakış attı. “Öyle mi? Çünkü az önce yere düşen kişi sizdiniz.”

Bir an sessizlik oldu, sonra ikimiz de güldük. Gerginlik tamamen geçmişti.

Buz pedini yanağıma bastırmaya devam ederken ona baktım. “Seni savaş alanında görmek hâlâ garip geliyor, Umay. Ama dürüst olayım, kendini iyi savunmayı öğreniyorsun.”

Umay gözlerini bana çevirdi. “Teşekkür ederim. Ama burada olmanın kolay olmadığını biliyorum. Bu yüzden, elimden gelenin en iyisini yapmak istiyorum. Eğer bir gün gerçekten savaşmam gerekirse, hazırlıklı olmalıyım.”

Sözlerindeki ciddiyet beni etkiledi. Bu kadının, bir arkeologdan çok daha fazlası olduğunu o an bir kez daha anladım.

“Hazırlıklı olacaksın,” dedim, gözlerimi tekrar başka bir yöne çevirerek. “Ama yine de, o yumrukların gücünü biraz daha kontrol etsen iyi olur.”

Bu kez, gerçekten içten bir kahkaha attı. Ve o an, bu savaşın ortasında bile, insanlığımızı kaybetmediğimizi hissettim.

Umay’la konuşmanın getirdiği hafif gülümseme yüzümde kalmıştı. Buz pedini yanağıma bastırırken, içimde bir rahatlama hissettim. Hayatın kaosu içinde böyle bir an, nadir bulunurdu.

Tam o sırada, kapı hızla açıldı. İlteriş, salonu boş sanmış olacak ki, düşünmeden içeri daldı. Gözleri bir anda bize kilitlendi. Ben yerde oturmuş, yanağıma buz pedini tutarken; Umay ise hâlâ yanımda, dizlerinin üzerinde oturuyordu.

İlteriş’in yüzünde beliren şaşkınlık, her şeyi anlatıyordu. Gözleri büyüdü, kaşları hafifçe kalktı ve durduğu yerde dondu kaldı. Bir an için hiçbir şey söyleyemedi.

Ben ise hızla toparlandım. Buz pedini yanağımdan çekip yere koydum, sırtımı dikleştirdim ve ciddiyetimi geri kazanmaya çalıştım. Ama onun yüzündeki ifade beni zorluyordu.

“İlteriş,” dedim, sesimi normalden daha sert çıkararak. “Ne yapıyorsun burada?”

İlteriş, hala yüzündeki o şaşkın ifadeyle bana baktı. Ama gözlerinde belli belirsiz bir alaycılık da belirmişti. “Komutanım… şey… sadece salonu kontrol etmek için geldim. Ama… sizi böyle görmeyi beklemiyordum.”

Bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim, Umay’a kaydı. O da hafifçe gülümsemiş, ama durumu kurtarmak için sessiz kalmayı tercih etmişti.

İlteriş’in yüzündeki o alaycı ifade, beni çileden çıkarmaya yakındı. Derin bir nefes alıp, sert bir şekilde konuşmaya başladım: “Rahat ol, İlteriş. Burası karargâh, eğitim salonu. Kimsenin özel bir şey yaptığı yok. Eğer konuşacak bir şeyin varsa, dinliyorum.”

Bu sözlerim üzerine İlteriş hafifçe gülümsedi, ama o alaycı bakışı tamamen kaybolmamıştı. “Elbette, komutanım. Ben de sizi rahatsız etmek istememiştim zaten.”

Ardından Umay’a kısa bir bakış attı ve gözlerinde bir anlam belirdi. Ama hiçbir şey söylemeden, doğrudan bana döndü. “Dışarıda sizi bekleyen birkaç rapor var, komutanım. Haluk Yarbay gönderdi.”

Başımı salladım, ayağa kalkarak üzerimi düzelttim. “Tamam, hemen geliyorum.”

İlteriş, hâlâ hafif bir gülümsemeyle kapıya doğru döndü. Ama çıkmadan önce, başını hafifçe çevirip tekrar bana baktı. “Komutanım… güzel bir gülümsemeniz varmış.” dedi ve hızla kapıdan çıkıp gitti.

Bir an olduğu yerde donup kaldım. İçimdeki sinir ve utanma duygusu birbirine karıştı. Gözlerimi devirdim, derin bir nefes aldım ve Umay’a baktım. O ise kıkırdamasını zar zor bastırıyordu.

“Bu çocuğun başına bir iş açacağım,” dedim, alaycı bir şekilde. Umay ise gülümseyerek başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi.

Ama o an, İlteriş’in bu durumu çoktan timin sohbet konularından birine dönüştürdüğünü hissedebiliyordum.

Kapıya yönelirken, Umay’ın hâlâ yerinden kalkmadığını fark ettim. Gözlerinde, o alıştığım inatçı bakış vardı. Eğitimin yorgunluğu yüzüne yansımıştı, ama pes etmeye niyeti yok gibiydi.

Durup ona döndüm, sesimi hafif bir alay tonuyla yükselttim. “Tamam, Umay. Artık bu kadar eğitim yeter. Git duş al, kendine gel. Sonra tekrar başlarız.”

Kaşlarını kaldırdı, yüzünde hafif bir gülümsemeyle. “Ben mi duş alayım? Neden sen gitmiyorsun? Yüzün hâlâ benim yumruğumun izini taşıyor, farkında mısın?”

Gözlerimi devirdim. “Ben gayet iyiyim. Sen git. Belki sıcak bir duş, o büyük egonu biraz küçültür.”

Umay, dudaklarının kenarında beliren alaycı bir gülümsemeyle ayağa kalktı. “Tamam,” dedi, sesinde hafif bir meydan okuma vardı. “Ama babama söyleyeceğim, seni bu kadar çalıştırmasın. Belli ki yorulmuşsun, Altay.”

Bir an için durdum. Bu kadın gerçekten beni zorlamayı seviyordu. Ona doğru bir adım atıp ciddiyetle konuştum: “Git, Umay. Yoksa babana bir şey anlatacak durumda olmazsın.”

Bu sözüm üzerine gözlerini devirdi, ama gülümsemesini gizleyemedi. “Tamam, tamam. Gidiyorum. Ama sen de biraz rahatla, komutan. Yüzündeki bu sert ifade hep böyle kalırsa, bir gün çatlayacaksın.”

Arkasını dönüp yürümeye başladığında, derin bir nefes aldım. Gözlerim istemsizce arkasından kaydı. Bu kadının alaycılığı hem sinir bozucu hem de bir şekilde… etkileyiciydi.

Odaya döndüğümde, masamdaki raporları elime aldım. Haluk Yarbay’ın gönderdiği dosyaları açtım ve okumaya başladım. Ama her birkaç satırda bir, aklım hâlâ salonda olan o anlara kayıyordu.

Bir yandan kendime kızıyor, bir yandan da Umay’ın söylediklerini düşünüyordum. “Babana söyleyeceğim,” diye içimden mırıldandım. Hafifçe gülümsememi bastırmaya çalıştım, ama başaramadım.

Sonunda dosyaya odaklanmayı başardım. Çünkü ne olursa olsun, savaş alanında düşüncelerimi toparlamak zorundaydım. Ama bir şeyler, Umay’ın o alaycı tavırlarını unutmamı engelliyordu.

Duşun altına girdiğimde sıcak su, omuzlarımdan aşağı süzülürken yorgunluğumu da biraz olsun hafifletiyordu. Bugün fazla şey olmuştu; eğitim, Umay’ın inatçılığı, yanağımdaki yumruğun sızısı… Ama beni asıl yoran bunlar değildi.

Kafamda dolaşan düşüncelerdi.

Umay. Bu kadın her şeyi karıştırıyordu. Savaşın, disiplinin, görevlerin ortasında, bu kadar dikkat çekici olması sinir bozucuydu. O alaycı tavırları, inatçı bakışları… Ama bir şekilde insanı etkiliyordu.

Derin bir nefes aldım, suyun sıcaklığını biraz daha artırdım. Harp okulundaki günler gözümün önüne geldi. İlteriş’le geçen uzun eğitim saatleri, devriyeler, geceleri gizlice kantine kaçışlarımız… O günlerde bile her şey daha basitti. Daha az yük vardı omuzlarımızda.

Ama şimdi, işler değişmişti. İlteriş artık sadece bir dost değil, güvendiğim bir kardeşti. Onun saygısı, bana verdiği destek, bazen en ağır yükleri bile hafifletiyordu.

Suyu kapatıp hızlıca havlumu aldım. Giyinirken yanağımdaki sızıyı yokladım. Umay’ın o yumruğu sağlamdı, ama asıl mesele yumruk değildi. Onun o inatçı bakışlarıydı.

“Altay,” diye mırıldandım kendi kendime. “Bu kadın seni daha fazla düşündürmeye başlamadan durdurmanın bir yolunu bul.”

Duş alanından çıktığımda koridorun sonunda bir gölge gördüm. İlteriş, sivil kıyafetleriyle duvara yaslanmış, rahat bir şekilde beni bekliyordu. Ellerini cebine sokmuştu, yüzünde her zamanki umursamaz gülümsemesi vardı.

“Ne yapıyorsun burada?” dedim, hafifçe kaşlarımı kaldırarak.

Omuz silkti. “Seni bekliyorum, komutanım,” dedi, ama sesindeki alaycı ton eksik değildi. “Tabii burada komutanım dememek lazım, değil mi? Sivildeyiz sonuçta.”

Gözlerimi devirdim. “Bu rahat tavrın bir gün başına bela açacak, İlteriş. Harbiyede de böyleydin, değişmedin.”

İlteriş kahkaha attı. “Harbiyede sen de beni böyle çekiyordun. Ama bak, hâlâ buradayız. Hem bu kadar ciddi olmayı ne zaman bırakacaksın, Altay?”

Cevap vermedim, sadece hafifçe gülümsedim. “Hadi, çıkalım buradan. Evde konuşuruz.”

Yolda yürürken hava serindi, ama sokakların sessizliği içimi rahatlatıyordu. İlteriş, sigarasını yakıp derin bir nefes aldı. Bana bir şey uzatmaması normaldi; ben sigara içmezdim, o da bunu bilirdi.

“Hatırlıyor musun?” dedi birden, sigaradan bir nefes daha çekerek. “Harbiyede gece devriyelerinden sonra kantine kaçardık. O tatlıları gizlice çaldığım zamanlar.”

Gülümsedim. “Hatırlıyorum. Ama çaldığın tatlılar değil, harbiyenin berbat tatlısına olan garip bağlılığındı asıl mesele. Ne zaman seni yakalasam, o utangaç bakışlarınla beni ikna etmeye çalışırdın.”

İlteriş, kahkaha attı. “Utangaç mı? Yok artık! Ben seni ikna etmeye çalışmıyordum, Altay. Sadece benimle aynı fikre gelmeni bekliyordum.”

Başımı iki yana salladım. “İşte o yüzden başını belaya sokmadım. Ama her zaman böyleydin, rahat, umursamaz… Harp okulunda bile benden dört yaş küçük olmana rağmen seni hep toparlamak zorunda kalıyordum.”

Bir an durdu, sigarasını yere atıp söndürdü. Gözlerini bana çevirdi. “Ve bu yüzden sana saygı duyuyorum, Altay. Harbiyede bana ne kadar yardım ettiğini unutmadım. Belki de o yüzden seninle aynı timde olmak bu kadar özel geliyor.”

Bu sözler beni şaşırttı. Ama içimde garip bir sıcaklık hissettim. Ona bakıp hafifçe başımı salladım. “Hadi, eve gidip bir şeyler yiyelim. Lafla karnımız doymuyor.”

lteriş’in evine vardığımızda, o doğrudan kanepeye yayıldı. Her zamanki gibi rahat, sanki hayatın hiçbir ağırlığı yokmuş gibi. Ben ise mutfağa yöneldim.

Dolabı açıp birkaç malzeme çıkardım. Tavayı ocağa koydum, zeytinyağı döküp sebzeleri doğramaya başladım. Taze domates, biber ve biraz da soğan… Ne bulduysam ekliyordum.

İlteriş kapıdan başını uzattı. “Komutanım, mutfakta da mı bu kadar disiplinlisin? Rahatla biraz.”

Ona bakmadan konuşmaya devam ettim. “Rahatlık senin işin, İlteriş. Benimki düzen.”

Sebzeler kavrulurken, yanına birkaç dilim ekmek kızarttım. Yoğurdu dolaptan çıkardım ve sofrayı kurmaya başladım. Yemek basit ama işlevseldi; tıpkı bizim hayatımız gibi.

Masaya oturduğumuzda İlteriş, tabağından bir lokma aldı ve başını salladı. “Tamam, itiraf ediyorum. Harbiyede bile bu kadar iyi yemek yemedim.”

“Şanslısın,” dedim, gülümseyerek. “Ama unutma, bu bir asker yemeği. Sade ve etkili.”

O gece, eski günlerin hatıraları ve dostluğun sıcaklığı, savaşın sertliğini bir an olsun unutturdu. Ama biliyordum ki, ertesi gün her şey yeniden başlayacaktı. Ve bu anlar, bizi ayakta tutan en önemli şeylerdi.

Yemek masasında, sessizliğin yerini İlteriş’in keyifli mırıldanmaları almıştı. Yemekten bir lokma alıyor, sonra sanki Michelin yıldızlı bir restoranda yemek yermiş gibi abartılı bir şekilde başını sallıyordu.

“Altay, bunu neden daha önce yapmadın?” dedi, çatalını havaya kaldırarak. “Ciddi söylüyorum, askerliğe devam etmesen aşçılığa geçebilirsin.”

Gözlerimi devirdim, tabağımdan bir lokma daha aldım. “Senin o mide boşluğunu doldurmak zaten başlı başına bir başarı. Ama bu kadar övgü yeter. Hadi yemeğini bitir.”

İlteriş’in yüzüne hafif bir alaycı ifade yerleşti. Çatalını masaya koydu, sandalyesine yaslandı ve dikkatle yüzüme baktı. “Yanağındaki o güzel kızarıklığı ne yapacağız peki? Eğitimin zorluğuna mı verelim, yoksa Umay’ın sana nasıl bir ders verdiğini mi konuşalım?”

Bir an için durdum. Çatal elimde asılı kaldı. “Ne diyorsun sen?” dedim, kaşlarımı hafifçe çatarak.

İlteriş’in yüzündeki alaycı gülümseme genişledi. “Duydum ki Umay sana sağlam bir yumruk atmış. Hem de eğitim sırasında. Gerçekten mi? Bir arkeolog seni böyle devirebiliyor mu? Harbiyedeki o sert Altay’dan eser kalmamış gibi.”

Bu sözlerle iyice keyiflenmişti. Tabağındaki ekmeği yoğurda batırırken kahkaha atmaktan kendini zor tuttu.

Derin bir nefes aldım. Onun bu rahatlığı her zaman beni çileden çıkarırdı, ama bu kez sınırları aşıyordu. Çatalımı masaya koyup, önündeki kaşığı aldım.

“İlteriş,” dedim, yüzümde hafif bir gülümsemeyle. “Bunu hiç sormamalıydın.”

Kaşığı kaldırıp hızla başına hafifçe vurdum. Ses o kadar tok bir yankı yaptı ki, İlteriş’in kahkahası bir anda sustu. Gözleri büyüdü, bir anlık şokla başını tuttu.

“Altay! Lan!” diye bağırdı, ama yüzündeki gülümseme hâlâ kaybolmamıştı.

“Bu, Umay’ın yumruğundan sonra gelen en hafif darbe olabilir,” dedim, masaya yaslanarak. “Bir dahaki sefere, eğitimde bir gün seninle çalışalım. Belki arkeolog yumruğunun tadını sen de alırsın.”

İlteriş, elini başından çekip bana baktı. “Tamam, tamam. Teslim oluyorum. Ama hakkını vermem lazım, Umay seni iyi yakalamış.”

Bu kez ben hafifçe gülümsedim. “Evet, yakaladı. Ama ben de onun inatçılığını yakaladım. Bu iş daha bitmedi.”

İlteriş, kahkaha atarak tabağından bir lokma daha aldı. “Bitmediğini tahmin edebiliyorum. Ama sen de bu kadar sert olmasan, belki arkeologlarla daha iyi geçinirsin.”

“Sessiz ol ve yemeğini bitir,” dedim, gözlerimi devirmeden önce. Ama içimde, onun bu alaycılığı beni kızdırmaktan çok, güldürüyordu.

O gece, dostluğun hafifliği ve kahkahaları, masayı doldurdu. Ve İlteriş’in bu rahatlığı, beni bazen çıldırtsa da hayatın yükünü taşımamı kolaylaştırıyordu.

Yemekten sonra masadan kalktım, üzerimde hafif bir yorgunluk vardı. İlteriş’in tabağını bitirip gerindiğini gördüm. Onun her zamanki gibi rahat tavırlarıyla bulaşıkların yanına yaklaşmayacağını bildiğim için masayı toplamaya başladım.

“Altay, zahmet etme. Ben hallederim,” dedi, ama sesinde pek de samimi bir niyet yoktu.

“Evet, halledersin,” dedim, ona alaycı bir bakış atarak. “Ama bu dünyada değil.”

Bulaşıkları hızla lavaboya yerleştirip mutfak tezgâhını toparladım. İşim bittiğinde, kanepeye geçip elime kitabımı aldım. Nihal Atsız’ın Ruh Adam romanı… Zihnimi biraz dağıtmak, savaşın ve günün ağırlığını bir kenara bırakmak için mükemmel bir seçimdi.

Spotify’dan Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar” şarkısını açtım. Şarkının ilk notaları odayı doldururken kanepeye uzandım ve kitabın sayfalarını çevirmeye başladım.

Ama okurken bir şey oldu. Zihnim bir türlü kitabın içine giremiyordu.

Her satırda, her paragrafta Umay’ın yüzü aklıma geliyordu. O inatçı bakışları, alaycı gülümsemesi, yanağımda bıraktığı o yumruğun izi… Birkaç kez derin bir nefes aldım, düşüncelerimi savuşturmaya çalıştım. “Altay, bu saçmalığa bir son ver,” diye mırıldandım kendi kendime. “Bu kadın sadece bir görev arkadaşı. Hepsi bu.”

Ama bu düşünceyi ne kadar tekrarlasam da onun o ceylan gözleri aklımdan çıkmıyordu.

Tam bu sırada, İlteriş’in ağır adımları dikkatimi dağıttı. O, her zamanki gibi gevşek bir şekilde salona girdi ve kanepeye yığıldı. Yüzünde yorgunluk ve hafif bir isyan ifadesi vardı.

“Altay, sen ne biçim bir insansın ya?” dedi, ellerini saçlarının arasına geçirerek. “Birlikte yemek yiyoruz, sen keyfine bakıyorsun, ben ise yorgunluktan ölüyorum.”

Kitabımı yavaşça indirdim ve ona baktım. “Yorgunluktan mı? İlteriş, masadan kalkıp bulaşıkların yanına bile yaklaşmadın. Yorgunlukla ilgili konuşmaya hakkın yok.”

İlteriş elini salladı, sanki söylediklerimi ciddiye almıyormuş gibi. “Tamam, tamam. Ama senin bu mükemmeliyetçi tavrın beni yoruyor, biliyor musun? Sürekli düzen, sürekli disiplin. Altay, biraz rahatla.”

Kitabı kapatıp başımı ona çevirdim. “İlteriş, rahatlık senin işin. Ama eğer bu kadar şikâyet edeceksen, yarın sabahtan itibaren tüm bulaşıklar senin.”

Yüzü bir an ciddileşti, sonra gülmeye başladı. “Tamam, tamam. Şikâyet yok. Ama söylemeden edemem, senin bu sertliğin bir gün başına iş açacak.”

Başımı iki yana salladım ve tekrar kitabıma döndüm. “Benim başıma iş açacak olan sertliğim değil, senin gibi gevşekler.”

İlteriş bir süre sustu, ama o alaycı bakışı yüzünden silinmemişti. Kanepeye iyice yayıldı, ayaklarını uzattı ve sanki dünyanın en rahat yerinde oturuyormuş gibi gerindi.

“Altay,” dedi sonunda, sesinde o bildik alaycı ton. “Sen böyle konuşuyorsun ya, bazen gerçekten robot olup olmadığını merak ediyorum. İnsan mısın, değil misin? Bir gün senden kahve istersem, ‘Kahve disipline uygun değildir’ falan diyeceksin diye korkuyorum.”

Kitabı dizlerimin üzerine koydum, gözlerimi ona diktim. “Kahveye laf etme. Ama eğer kahveyi içtikten sonra bardağı bırakıp gidersen, gerçekten disipline uygun olmayan şeyleri gösteririm.”

İlteriş kahkahayı patlattı. “Tamam, tamam! Korktum vallahi. Ama söyleyeyim, bu kadar ciddi olmak, uzun vadede ruh sağlığına zarar verebilir. Bir gün bu disiplin manyaklığından kurtulmak için bir terapiste gitmek zorunda kalırsın. Tabii terapiste de ‘Bu koltuğun pozisyonu uygun değil, değiştirin’ falan dersin.”

Bir an durdum, yüzümde hafif bir gülümseme belirdi. “Sen terapist olsaydın, o terapi odasını yakardım, İlteriş. Senin gibi birinin tavsiyelerini dinlemek mi? Dünyanın sonu gelmiş demektir.”

İlteriş, kahkahalar arasında ellerini başının arkasına koydu. “Bak, işte bunu anlarım. Benim terapist olmam, gerçekten bir felaket olurdu. Ama senin de bir terapistten kaçacak kadar inatçı olduğunu biliyorum.”

Başımı iki yana salladım. “Seninle uğraşmak başlı başına bir terapi seansı gibi zaten. Ama söyleyeyim, bu kadar rahat olmaya devam edersen, bir gün savaş alanında sırtını bana dayamaya kalktığında seni bırakırım. ‘Kendi gevşekliğinin sonuçları’ derim.”

İlteriş, sanki söylediklerimi ciddiye almış gibi yaptı, ama yüzündeki sırıtma hâlâ duruyordu. “Sen bırakmazsın, Altay. Bırakırsan kimseyi bulamazsın. Herkes senden korkuyor, bense alıştım. Zaten başka dostun da yok.”

Bu söz hem doğruydu hem de sinir bozucuydu. Ama İlteriş’in bu rahat tavırları karşısında ciddi kalmak mümkün değildi. Elime kitabı aldım ve sayfalarını hızla çevirdim.

“Bak İlteriş,” dedim, hafifçe gülerek. “Eğer dostlarımı sayacak olsam, senin gibi birini son sıraya koyardım. Ama maalesef o kadar fazla dostum yok.”

İlteriş, ellerini iki yana açarak dramatik bir şekilde konuştu. “Ah, işte tam da bu yüzden birbirimizi tamamlıyoruz, Altay! Sen ciddiyetin zirvesindesin, ben ise rahatlığın. İkimiz bir araya gelince dengede kalıyoruz.”

Gözlerimi devirdim, ama içimde istemsiz bir sıcaklık hissettim. “Evet, İlteriş. Bunu düşünmeye devam et. Çünkü bir gün gerçekten seni bırakmam gerekirse, dengede kalıp kalmayacağını göreceğiz.”

İlteriş kahkahalar arasında başını salladı. “Sen beni bırakmazsın, Altay. Senin sert kabuğunun altında yumuşak bir çekirdek var. Bunu biliyorum.”

Kitabı tekrar açtım ve gözlerimi sayfalara çevirdim. Ama içimden mırıldanmadan edemedim: “Lanet olsun, İlteriş. Haklısın.”

Formun Üstü

 

İlteriş bir süre kanepeye yayılmış bir şekilde sessiz kaldı, ama yüzündeki o şeytani gülümseme, bir plan yaptığını açıkça belli ediyordu. Derken aniden başını bana çevirdi, gözlerini kısmış, o meşhur alaycı bakışı takınmıştı.

“Altay,” dedi, sesini bilerek yavaşlatıp dramatik bir tonla. “Bugün eğitimde Umay’a nasıl baktığını fark ettim. Hele o yanağında yumruğun iziyle gülümsemen yok mu… Ah, romantizm kokusu aldım resmen.”

Kitabı dizlerimden kaldırdım, kaşlarımı çatarak ona baktım. “Ne saçmalıyorsun, İlteriş? Umay’ın bana attığı yumruk, romantizmin değil, düpedüz fiziksel saldırının iziydi.”

Ama İlteriş durmadı, tam tersine iyice coşmuştu. Kanepeye oturdu, ellerini dramatik bir şekilde iki yana açtı. “Altay, Altay… O yumrukta bir sevgi vardı, bir ilgi. Sen ise o anda gülümsedin. Kabul et, Altay. Umay’ın sana attığı yumruk, kalbine de bir darbe indirdi.”

Gözlerimi devirdim, ama içimde hafif bir sıcaklık hissettiğimi de inkâr edemezdim. Bu adam beni delirtmeye ant içmiş gibiydi. Kitabı masaya koyup, ciddi bir şekilde ona döndüm.

“İlteriş,” dedim, sesimde hafif bir tehdit tonuyla. “Eğer bu saçmalığa devam edersen, seni bu evden pencereden atarım. Ve evet, Umay’dan bahseden son kişi olursun.”

Ama İlteriş bu tehdidi ciddiye almadı. Hatta daha da ileri giderek kanepeye yayıldı ve ellerini başının arkasına koydu. “Tamam, tamam. Kabul ediyorum. Belki Umay’ın yumruğu sertti, ama senin ona gülümsemen… Ah, Altay, ne romantik bir andı! Harbiyedeki o sert komutanın içinde meğer bir şair saklıymış!”

O anda, başka bir şey düşünmeden kanepeye uzanıp elimdeki yastığı kaptım. Tüm gücümle İlteriş’e fırlattım. Yastık tam suratına isabet etti ve o dramatik bir şekilde geri savrulmuş gibi yaptı.

“Ah! Altay, bu da ne? Romantizme bu kadar düşman olma! Yoksa aşk senin yumuşak karnın mı?” diye bağırdı, ama kahkahalarla birlikte konuşuyordu.

Ben ise yastığı tekrar alıp ona doğru ilerledim. “İlteriş, son kez söylüyorum. Eğer bir daha Umay’dan bahsedersen, bu yastığı silah olarak kullanacağım. Ve inan bana, seni etkisiz hale getirebilirim.”

Ama o kahkahalarına ara vermedi. Kanepeye sıkıca tutunarak, yastığı kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. “Tamam, tamam! Konu kapandı. Ama Altay… O gülüşü unutamam. Ve sanırım sen de unutamayacaksın.”

Sonunda pes ettim, yastığı bıraktım ve kanepeye geri döndüm. Ama İlteriş’in yüzündeki o alaycı gülümseme, her şeyin kontrolümden çıktığını hissettirdi.

“Bu kadar eğlenmene izin verdiğim için bir gün kendime kızacağım, İlteriş,” dedim, kitabımı tekrar elime alırken.

Ama içimde, onun söylediklerinin küçük bir kısmının doğru olabileceğini düşünmeden edemedim. Bu düşünce, beni her şeyden çok sinirlendiriyordu.

Tam İlteriş’in alaylarına bir nebze olsun karşı koymuş, kitabıma dönmeye çalışıyordum ki, Spotify bir sonraki şarkıya geçti. İlk notalar odada yankılandı. “Gülpembe…”

İlteriş, başını hızla çevirip gülümseyerek beni süzdü. “Altay… Bu şarkıyı açtığına inanamıyorum. Bu kadar duygusal mısın? Gülpembe’yi dinliyorsun, ha? Tamam, kabul ediyorum. Senin içinde bir şair varmış.”

Gözlerimi devirdim. “Ben açmadım, İlteriş. Spotify çaldı. Kendi kendine geçti.”

Ama o, bu bahaneyi kabul edecek gibi değildi. Kanepeye doğru hızla hamle yapıp kulaklığın tekini kaptı ve kulağına taktı. “Dur bakalım, Altay. Belki de Gülpembe’nin büyüsüne kapılmışsındır. Dinleyelim birlikte.”

Şarkının melodisi odada yankılanırken, İlteriş dramatik bir şekilde başını sallamaya ve sözleri mırıldanmaya başladı. “Gülpembe, gözlerimde yaşlarla…”

Bu sahne o kadar absürttü ki, kitabımı dizlerime koyup ona baktım. “İlteriş, gerçekten hayatının bir film olduğunu mu düşünüyorsun? Ayrıca şarkı sözlerini yanlış söylüyorsun.”

O ise elini göğsüne koyup, dramatik bir şekilde konuşmaya devam etti. “Hayatım değil, Altay. Hepimizin hayatı bir film. Ama seninkisi daha çok sıkıcı bir belgesel. Neyse ki benim gibi biriyle takılıyorsun da biraz renk katılıyor.”

Elimdeki kitabı bir kez daha masaya koydum, gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. “Bu şarkı seni daha fazla konuşturacaksa, sıradaki parçaya geçiyorum.”

Ama İlteriş, hemen elini havaya kaldırıp beni durdurdu. “Hayır, hayır! Gülpembe’yi bitiriyoruz. Bu bir klasiktir, Altay. Duygularına biraz saygı göster.”

Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Bu adamın her anı bir şaka, her sözü bir meydan okumaydı. Ama Barış Manço’nun o büyülü sesi ve şarkının nostaljik melodisi arasında, bir an için hayatın bu kadar absürt ama güzel olabileceğini düşündüm.

İlteriş haklıydı. Hayat biraz renklenmişti. Ama bu rengi ona söylemek, kendi zaferimi ona teslim etmek gibi bir şey olurdu. O yüzden sustum, sadece Gülpembe’nin bitmesini bekledim.

 

Spotify’daki şarkı bir anda Ayna’nın “Ölünce Sevemezsem Seni” şarkısına geçti. O tanıdık melodinin ilk notaları odada yankılandığında, İlteriş bir an için durdu, sonra gözleriyle beni buldu. Yüzündeki şeytani gülümseme, bu kez iki katına çıkmıştı.

“Altay,” dedi, sesi dramatik bir tona bürünerek. “Tamam, artık kabul et. Bugün sen romantik bir dönüşüm yaşıyorsun. Önce Gülpembe, şimdi bu. Yoksa gizlice birine mi yazıyorsun?”

Kitabımı kapattım ve ona döndüm. “Spotify kendi kendine çalıyor, İlteriş. Şarkının benimle ilgisi yok.”

Ama o, alaycılığı bırakacak gibi değildi. Kanepeye doğru eğildi, kulaklığın tekini kaptı ve şarkının sözlerini dramatik bir şekilde söylemeye başladı. “Ölünce sevemezsem seni…”

Elimi yüzüme koyup derin bir nefes aldım. “İlteriş, eğer bu performansı biraz daha abartırsan, gerçekten seni öldürmek zorunda kalacağım.”

Ama o durmadı. Hatta daha da ileri gidip ayağa kalktı, şarkının ritmine uydurmaya çalışarak salonda dramatik hareketlerle yürümeye başladı. “Altay! Bu sözler seni anlatıyor. O kadar ciddisin ki, birini seversen gerçekten ölürsün!”

Elimdeki kitabı kanepeye bıraktım ve yavaşça ona doğru kalktım. Gözlerim kısılmış, sesim tehditkârdı. “İlteriş, son uyarım. Şu anda otur ve sus. Yoksa bu şarkının başlığı, ikimizin hikâyesine dönüşecek.”

Ama o, sanki söylediklerimi hiç duymamış gibi şarkının nakaratını haykırmaya devam etti. “Yaşamak yıldızlarda, seninle olmak istiyorum…”

O anda, başka bir şey düşünmeden kanepeye uzandım, yastığı kaptım ve tüm gücümle suratına fırlattım. Yastık tam alnına çarptığında, dramatik bir şekilde geriye savruldu ve abartılı bir şekilde yere oturdu.

“Ah! Altay! Ne yaptın? Şarkının ruhunu zedeledin!” diye bağırdı, ama kahkahalar arasında.

Gülmemek için kendimi zor tuttum. “Şarkının ruhu sağlam, İlteriş. Ama senin ruhunun bir sarsıntıya ihtiyacı vardı.”

Yastığı kucağına koyup, sanki biraz düşünüyormuş gibi yaptı. “Peki, kabul ediyorum. Ama şunu da kabul et, Altay. Bu şarkı sana biraz fazla uyuyor. Özellikle bugün Umay’a o gülüşünü attıktan sonra…”

Bu kez gerçekten içimde bir şeyler kaynadı. “İlteriş, son kez söylüyorum. Umay’dan bahsetmeyi kes. Yoksa bu evde daha fazla şarkı dinleyemeyecek hale gelirsin.”

Ama o, kahkahalar arasında yere yığıldı. “Tamam, tamam! Pes ediyorum. Ama yine de o gülüşü unutma. Çünkü ben asla unutmayacağım!”

Sabah beş suları kışlaya vardığımızda, bizi karşılayan sessizlik ve düzen her zamanki gibiydi. Üniformalarımızı giymek için hızlıca soyunma odasına geçtik. İlteriş, sivil kıyafetlerini dolaba asarken, hala yarı şaka yarı ciddi konuşuyordu.

“Altay, bir gün şu üniformayı giymeden önce, ‘Bugün gerçekten yapmak istiyor muyum?’ diye düşüneceğim. Ama biliyorum ki sen bu soruyu hiç sormuyorsun.”

Üniformamın düğmelerini iliklerken ona baktım. “Bu soruyu sormuyorum çünkü biliyorum. Bu iş bizim için bir görev, İlteriş. Rahatlığı bırak ve hazırlan.”

O, yüzünde hafif bir tebessümle başını salladı. “Tamam, tamam. Ama bir gün şu ciddiyetini yumuşatacak bir şey bulacağım, Altay. Bekle ve gör.”

Gülümseyerek başımı salladım. Bu adamın enerjisi, bazen sinir bozucu olsa da hayatın en karmaşık anlarını bile hafifletebiliyordu.

İlteriş, her zamanki rahat tavrıyla üniformasını giydikten sonra benden önce soyunma odasından çıktı. Ben hala kemerimi düzeltiyor, kıyafetimin düzgün olduğundan emin olmaya çalışıyordum. Ama kapının bir anda hızla açıldığını ve İlteriş’in aynı hızla geri girdiğini görünce şaşırdım.

Yüzünde o tanıdık alaycı ifade vardı. Kapıyı kapatırken, sesi hafif kısık ama anlam doluydu. “Altay, seninki orada.”

Bir an duraksadım. “Ne demek seninki?” dedim, kaşlarımı çatarak. Ama içimde garip bir heyecan belirmişti. Umay’ı mı kastediyordu?

İlteriş, omuz silkerek dramatik bir şekilde devam etti. “Git bak, Altay. Beni zor durumda bırakma.”

Hızla kemerimi bağlayıp kapıya çıktım. Kalbim bir an hızlandı. Ama kapıdan adımımı attığım anda gördüğüm kişi, o an tüm hevesimi yerle bir etti: Çağla.

Yakasından bir türlü düşmeyen, her fırsatta cilve yapmaya çalışan, ama bir türlü karşılık vermediğim o ısrarcı kız. Çağla, elinde bir dosyayla köşede durmuş, beni görünce hemen gülümsedi.

Hayal kırıklığımı gizlemeye çalışarak yüzümü nötr bir ifadeye bürüdüm. Derin bir nefes alıp adımlarımı ona doğru yönlendirdim.

“Merhaba, Çağla,” dedim, ciddiyetimi koruyarak.

Çağla, o tanıdık cilveli sesiyle konuşmaya başladı. “Altay, seni burada görmek ne güzel. Ne kadar da yoğun görünüyorsun, ama biraz da dinlenmelisin. İnsan sağlığına dikkat etmeli.”

İçimden derin bir nefes daha aldım. Bu tür konuşmalar, her seferinde sabrımı zorlardı. “Sağol, Çağla. Ama işlerimiz var, görev çağırıyor.”

Çağla, bir adım daha yaklaştı, elindeki dosyayı bir bahaneymiş gibi bana uzattı. “Bunu teslim etmem gerekiyordu. Ama seni gördüğüme sevindim, Altay. Belki bir gün kahve içeriz?”

Tam o anda, görüş alanımın köşesinde bir hareket fark ettim. Umay.

Başımı çevirdiğimde onu gördüm. Hafif çekik gözleri, ceylan gibi bakışları ve o tanıdık ifadesiyle köşede durmuş, bizi izliyordu. Bir an için gözlerim büyüdü. Umay, her zamanki gibi ciddiydi ama gözlerinde bir anlam vardı.

O anda İlteriş’in yanımdan geçtiğini fark ettim. Umay’ı gördüğü anda yüzünde geniş bir sırıtma belirdi ve sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla konuştu: “İşte şimdi sıçtın.”

Gözlerimi devirdim ama içimde bir sıcaklık hissettim. Umay’ın bakışları bir şekilde beni huzursuz ediyordu. Çağla hala bir şeyler anlatıyordu ama onun sesi arka planda kaybolmuş gibiydi.

“Altay, beni dinliyor musun?” diye sordu Çağla, yüzünde hafif bir alınganlıkla.

Kendimi toparlayarak ona döndüm. “Evet, Çağla. Dosya için teşekkürler. Ama şimdi gitmem lazım.”

Çağla’nın yüzünde hayal kırıklığı belirirken, Umay’ın gözlerini üzerimde hissetmeye devam ediyordum. İlteriş, bu sahnenin keyfini çıkarıyor gibiydi. “Hadi bakalım, Altay. Eğlence yeni başlıyor,” dedi, yüzünde o alaycı sırıtışıyla.

İçimden bir kez daha derin bir nefes aldım. Bu adamın beni her fırsatta zora sokmayı başarması, belki de onun en büyük yeteneğiydi. Ama Umay’ın o bakışları… İşte onlar, beni asıl zorlayan şeydi.

Umay’ı tam köşede gördüm. Yarı sivil, yarı üniformalı bir haldeydi. Üzerinde sade bir tişört vardı ama askeri pantolon ve botları, duruşuna sert bir hava katıyordu. Saçları dağınık bir şekilde toplanmış, yüzündeki ifade ise her zamanki ciddiyetindeydi. Ama yine de ciddiyetinin altından gelen o zarafet fark edilmeyecek gibi değildi.

Bir an duraksadım. Dudaklarımı istemsizce ıslattım ve ona doğru yürümeye başladım. İçimde garip bir his vardı; bu kadının hem bu kadar sert hem de bu kadar etkileyici olması, insanın dengesini bozuyordu.

“Umay,” dedim, yanına yaklaştığımda. Gözleri bana kaydı, ama o tipik, mesafeli bakışı yüzünden silinmedi.

“Altay,” dedi, başını hafifçe sallayarak. “Bugün son eğitim. Yarın göreve çıkıyoruz. Bunu unutma.”

Sesi her zamanki gibi soğuk ve netti. Ama bugün, bir şeyler daha farklıydı. Daha mesafeli, daha kapalıydı. Bu farkı hemen hissettim ama anlam veremedim.

“Tamam,” dedim, ciddiyetimi koruyarak. “O zaman vakit kaybetmeyelim. Hadi eğitim alanına geçelim.”

Umay, tek bir kelime etmeden yürümeye başladı. Onun arkasından ilerlerken, bugün neden bu kadar soğuk davrandığını düşünüyordum. Her zamanki inatçılığı mıydı, yoksa başka bir şey mi vardı?

Eğitim alanına geldiğimizde, yer her zamanki gibi sade ve işlevseldi. Kum torbaları, tahta mankenler ve basit ama etkili eğitim ekipmanları etrafa dağılmıştı. Bugün program, yakın dövüş tekniklerinin tekrarından oluşuyordu. Göreve çıkmadan önce, reflekslerin ve temel becerilerin tazelenmesi gerekiyordu.

“Bugün, savunma ve karşı saldırı üzerine çalışacağız,” dedim, eğitim planını hatırlatarak. “Yakın dövüşte, sadece saldırmak değil, savunmak da hayatta kalmanın en önemli kısmıdır. Eğer savunmayı öğrenemezsen, ilk darbede düşersin.”

Umay, sessizce başını salladı. Bugün onun sessizliği, normalden çok daha yoğundu. Gözleri bir an bana kaydı, sonra tekrar eğitim ekipmanlarına odaklandı.

“Hadi başlayalım,” dedim, içimdeki garip hisleri bastırmaya çalışarak.

Eğitim, temelde üç ana bölüme ayrılmıştı.
Umay’a önce nasıl doğru bir savunma pozisyonu alması gerektiğini hatırlattım. Ellerini doğru konumlandırması, vücudunu darbelere karşı kapatması ve düşmanla mesafesini kontrol etmesi gerekiyordu. Ancak bugün, onun hareketlerinde bir tutukluk vardı. Normalde hızlı öğrenen ve hemen adapte olan Umay, sanki bugün başka bir yerdeydi.

“Ellerini daha sıkı tut. Düşman sana fırsat vermez, Umay,” dedim, hafif bir sertlikle.

Başını salladı, ama o tipik inatçı bakışları yoktu. Bu, daha da sinir bozucuydu.


Savunmadan saldırıya geçiş, en kritik noktaydı. Umay’a, düşmanın açık noktalarını tespit edip hızlıca hamle yapmayı gösterdim. Ancak yine, o alışılmış enerjisi eksikti.

“Umay, neden bu kadar tutuksun? Bir sorun mu var?” diye sordum, duraksayarak.

“Yok bir şey,” dedi, soğuk bir sesle. Ama bu, kesinlikle bir şeylerin ters gittiğini belli ediyordu.


Eğitimin son bölümünde, Umay’a dengesini kaybetmeden darbelere nasıl karşılık vereceğini çalıştırıyordum. Ama bir şey netti: Bugün Umay burada değildi.

Eğitim boyunca onu dikkatle izledim, ama hiçbir şey sormadım. Umay’ın bu hali hem sinirimi bozuyor hem de içimde garip bir endişe uyandırıyordu.

Bugün neden bu kadar soğuk ve mesafeliydi? Bunu çözmeden, eğitim tamamlanmış sayılmazdı. Ama asıl soru, yarın göreve çıktığımızda bu sessizlik ve mesafenin bize neye mal olacağıydı.

Eğitim ilerlerken, Umay’ın hareketlerinde hâlâ bir tutukluk vardı. Onu dikkatle izliyordum. Savunma pozisyonuna geçmesi gerekiyordu ama bir an durdu, derin bir nefes aldı ve bana doğru döndü.

“Altay,” dedi, sesi nefes nefeseydi. Gözleri doğrudan benimkilerle buluştu. “O kız kimdi?”

Bir an duraksadım. “Hangi kız?” dedim, gerçekten anlamaya çalışarak.

“Eğitim alanına gelmeden önce konuştuğun o kız,” dedi, kaşlarını hafifçe çatarak. “Elinde bir dosya vardı. Çok da... konuşkandı.”

O anda ne diyeceğimi bilemedim. Çağla’dan bahsettiğini hemen anlamıştım. Ama neden bunu sorduğunu anlayamıyordum.

“Çağla mı?” dedim, sesimdeki şaşkınlığı gizlemeye çalışarak. “Sadece bir büro memuru. Operasyonel işler için dosya getiriyor. Arada bazı gereksiz sorular sorar, ama önemli biri değil.”

Umay’ın yüz ifadesi değişmedi. Ama bakışlarında bir şey vardı; bir merak mı, yoksa başka bir şey mi, tam anlayamıyordum.

“Pek konuşkandı,” dedi, hafif bir alay tonuyla. “Sana kahve teklif ettiğini duydum.”

Bir an için ne diyeceğimi bilemedim. Hafifçe başımı kaşıdım ve kelimeleri dikkatle seçmeye çalıştım. “Eh, kahve teklif etti ama bu tür şeyleri ciddiye almam. İş arkadaşları arasında böyle şeyler olur, değil mi?”

Umay, gözlerini kısmış, yüzüme bakıyordu. Sanki söylediklerimde bir şey arıyordu. “Gerçekten mi?” dedi, sesi biraz daha yumuşak ama alaycı bir tona bürünmüştü.

İçimden derin bir nefes aldım. Umay’ın bu soruları neden sorduğunu anlamıyordum. Çağla ile olan konuşmamın bu kadar dikkat çekmesini beklememiştim. Ama bir şeyden emindim: Umay’a, Çağla’nın sürekli cilve yapmasına sinir olduğumu ve bu yüzden mesafeli davrandığımı anlatmanın bir faydası olmazdı.

“Evet, gerçekten,” dedim, ciddiyetimi koruyarak. “Çağla benim için bir şey ifade etmiyor. Onunla ilgili bir mesele yok.”

Ama içimde bir his vardı. Umay’a karşı hissettiklerimi saklamaya çalışıyordum. Bu durum, konuşmamı daha da gergin hale getiriyordu.

Umay bir an için sustu, gözlerini benden ayırmadan. Sonra başını hafifçe salladı ve pozisyonuna geri döndü. Ama bu kısa konuşma, içimdeki huzursuzluğu artırmıştı.

“Bu kadını anlamak mümkün değil,” diye düşündüm. Ama onunla konuşurken kendimi savunmaya geçmek zorunda hissediyordum.

Donanımlı bir eğitim alanıydık. Poligonun düzeni, bu tür eğitimler için tasarlandığını belli ediyordu. Metal hedeflerin onların güvenlik barikatları ve zemine merkezdeki kum torbaları dikkat çekiyordu. Her şeyin sistematik ve işlevsel olması, tam da olması gerektiği gibi.

Umay'ı yakından izliyordum. Sessizdi, ama sessizliğin altında bir tür gerginlik vardı. Belki de biraz korku... ya da endişeniz. Ama bunu açıkça göstermemeye çalışıyordu.

Elimdeki tabancayı gösterdim. “Bugünün temel atış tekniklerine devam edeceğiz. Bu, kolay bir iş değil. Silah kullanmak sadece tetiği çekmekten ibaret değildir. Bu bir sanat. Ve bu zekayı, sabır ve disiplini gerektirir.”

Umay dikkat kesildi. Gözlerini elindeki silaha dikmişti, ama onun bakışlarında farklı bir şey vardı.

“İlk kural” dedim, sesimi yükselterek, “her zaman türünün yönüne dikkat et. Asla kendinize ya da başkasına doğrultmayın yalnızca düşmana. Silahın dolu ya da boşta bakmaksızın dolu olması, bu bir kuraldır.”

Tabancayı güvenli bir şekilde tutarak gösterdim. “Şimdi izle. Silahı kavrama, durma ve nefes kontrolü… Bunların hepsi bir atışın isabetliliğini etkiler.”

Gruba birkaç temel hareket gösterdikten sonra, denemesini istedim. Umay, sinirli bir şekilde parmaklarıyla oynuyordu. Onun için kolay bir süreç değildi. Ama gözlerindeki kararlılık beni şaşırtıyordu.

Elindeki tabancayı biraz özetle kavradı. Bu, bir silahın ikinci kez eline almasındandı. Ama dikkatliydi.

“Duruş düzeldi” dedim yaklaşarak. Belinden hafifçe tuttum ve yönünü ayarladım. “Ağırlığını dengede tut. Ve nefes almayı unutma

Bir an durdum. Umay'ın omuzları gergindi, ama dokunuşumla hafifçe gevşediğini hissettim. Gözlerimi ona dikerek, yumuşak ama otoriter bir sesle devam ettim. “Güçlü ol. Silahı senin bir kazı aletin gibi düşün. Tetiği çektiğinde kontrol edilmeli.

Umay derin bir nefes aldı. Parmakları titreyerek tetiğe bastı. İlk atış, hedefin yanında isabet etti.

“Fena değil,” dedim, sesime hafif bir onay tonuyla. “Ama daha iyi olabilirdin.’’

Bu sefer daha sakin bir şekilde hedef aldı ve ateşledi. Mermi, hedefin daha yakın bir yere isabet etti. Umay'ın varlığındaki sürprizler ve sevinci görmek için bakmama gerek yoktu; bu, hareketlerinden belliydi.

“İşte bu!” Sert ama içten bir şekilde dedim. “Bu işi öğreniyorsun. Devam et.”

Umay bir kez daha atış yaparken, onun nasıl hızla ilerlediğini izlediğimi izliyor. Yavaş yavaş, sadece bir öğrenci değil, bir savaşçı olma yollarını izleyebildim. Ve içinde, onun bu mücadeleye hazır olduğundan, bir inanç yayılmaya başladı.

Atış poligonunda saatler boyunca antrenman yaptık, ikimizin zihninde farklı fırtınalar esti, ama sonunda sessiz bir anlayışla muayene edildik. Umay'ın gözlerindeki kararlılık beni şaşırtmaya devam ediyordu. Pes etmek onun kitabında yoktu.

Ve o fark ettim ki, bu eğitim sadece hayatta kalmakla ilgili değil, aynı zamanda bir güven meselesiydi. Ve bu güven, istemesem de asla sahip olamayacağımız bir meseleydi.

Umay, silahı nişan aldı, ancak tetiği çekerken eli titredi ve mermi hedefi ıskaladı. Dişlerimi sıktım, içerideki sabrımı zorluyordum. Yine de sakin olmaya çalıştım.

“Dur” dedim sert bir sesle. “Nereye nişanlanıyorsun? Bu bir oyun değil, Umay. Hedefi vuramazsan, gerçek bir operasyonda ilk sen şehit olursun.’’

Umay omuzlarını düşürdü, ama gözünü kaçırmadı. O kararlılığı hala oradaydı, ama bu kez gözlerinde bir gölge de vardı. Kendimi durduramadım ve sesimi yükselttim.

“Eğer ciddi değilsen, burada işin yok! Bu işi doğru yaparsın ya da asla yapmazsın!”

Umay bir adım geri çekildi. Yüzü solgunlaşmış, ama gözleri bu kez başka bir şey söylüyordu: kırgınlık. Ellerini yumruk yaptı ama hiçbir şey söylemedi. Bir an için pişmanlık hissettim, ama bunu göstermedim. Benim için zayıflık göstermek kaybetmek demekti.

“Beni böyle azarlayarak bir şey kazanmıyorsun” dedi sonunda sesi çatallı çıkmıştı.

Tam bir cevap vermek üzereydim ki, Umay silahı bırakıp sırtını geri döndü. “Eğer bu kadar mükemmel olmayı bekliyorsan, yanlış kişiyi seçmişsin git Çağlayı çağır” dedi ve hızlı adımlarla poligonu terk etti.

Onun gidişiyle eğitimi bitirip duşa yürüdüm. Düşüncelerimi kafamdan atmam için soğuk suyun altına bıraktım kendimi.

Duştan çıktığımda üzerimi giyinip yemekhaneye yürüdüm.

Yemekhaneye adım attığımda, takımın bir köşede toplandığını gördüm. Her biri tabağını tıka basa doldurmuş, şakalaşıyordu. Gözüm Uzman Çavuş Burak KOÇAK'a takıldı; her zamanki gibi tabağında üç porsiyon yemek vardı.

"KOÇAK, kendi başına bir orduyu besleyebilecek kadar yemek almışsın yine," dedim gülümseyerek.

Burak kafasını kaldırdı ve cevap verdi. "Yüzbaşım, enerji lazım! Bu kadar yemekle anca günü bitirirm."

Timdeki herkes güldü. Astsubay Yavuz ALKAN, çatalını havaya kaldırarak sohbete katıldı. "Bence KOÇAK, bütün yemekleri yiyip sonra da tatlıları toplayacak!"

"Ne tatlısı?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Tatlı mı var?"

Yavuz, göz kırparak "Bugün özel gün komutanım, baklava varmış," dedi.

Gözlerim parladı. Yemekhanenin baklavasını hiçbir şeye değişmezdim. Tabii ki Burak, tatlıları da es geçmemişti. "KOÇAK, baklavayı da mı topladın?" diye sordum.

Burak kurnaz bir gülümsemeyle, "Tabii ki yüzbaşım, sekiz dilim aldım," dedi.

"Üç dilim mi?" dedim şaşkınlıkla. "Geriye kaç dilim kaldı peki?"

Burak biraz utanarak yanıtladı, "Yani... galiba otuz dilim vardı. Geriye kaldı biraz."

Bu sırada Uzman Çavuş Eren KURALSIZ, kaşığını eline alarak söze girdi. "Komutanım, KOÇAK'ın baklava stratejisi gerçekten inanılmaz. Bir gün baklavanın stratejilerini anlatan bir kitap yazmalı."

Kaşlarımı kaldırarak gülümsedim, "Baklavanın stratejisi mi olurmuş! Bu çocuklar gerçekten yemek konusunda birer stratejist!" dedim.

Bu esnada Astsubay Mustafa Kemal ÖLMEZ, Burak'ın tabağına bakarak "KOÇAK, baklavaları saklamayı mı planlıyorsun? Hani ileride lazım olur diye," diye sordu.

Burak, "Hııı," diye düşündü. "Bunu hiç düşünmemiştim, ama artık planımın bir parçası olabilir."

Yemek faslı bitmek üzereydi. Hepimiz tatlılarımızı yemeye başlamıştık. Yüzümde hafif bir gülümseme vardı, çünkü Burak yine beş dilim baklava almıştı ve bu, masadaki herkesin neşesini yerine getirmişti. Tam bu sırada, yemekhanenin kapısı açıldı ve içeri Albay kızıyla birlikte girdi. Anında herkes saygıyla esas duruşa geçti.

Albay'ın kararlı adımları yemekhanede yankılanırken, kızı Umay’ın yanında duruyordu. Herkes dikkatle onları izlerken, ben göz ucuyla Umay'a baktım. Umay’ın gözleri yerdeydi ve yüzünde bir gölge vardı. İçim istemsizce burkuldu; az önceki sert konuşmamız hala aklımdaydı.

Albay, kızı için tatlı alırken gözlerim Umay'a kaydı. O kararlılık dolu bakışlarının yerine, şimdi hüzünlü bir ifade vardı. Bu durum içimi sızlattı, ama profesyonelliğimi bozmadan sessizce bekledim. Albay, tatlı tabağını Umay'a uzattı ve kısa bir süre onunla konuştu. Umay’ın sessizce başını salladığını ve tatlıyı kabul ettiğini gördüm.

Bir süre sonra Albay, kısa bir konuşma yaparak herkesi selamladı ve çıkmadan önce gözlerini tekrar Umay’a çevirdi. Umay, babasının arkasından biraz daha cesur bir ifadeyle baktı. Albay çıktıktan sonra, hepimiz yerlerimize geri döndük, ama Umay'ın o üzgün bakışları içime işlemişti.

Yemek faslı nihayet sona erdi. Hepimiz masalardan kalkıp kendi işlerimize dönmek üzereyken, bir er yanıma gelip Albay Haluk’un beni odasına çağırdığını iletti. Bir an duraksadım. Bu çağrının ne anlama geldiğini kestiremiyordum, ama tereddüt etmeden doğruca Albay’ın odasına doğru yürüdüm.

Kapıya vardığımda derin bir nefes alıp hafifçe tıklattım. İçeriden gelen "Gir!" sesiyle kapıyı araladım. Oda, her zamanki gibi düzenliydi ve otoritenin izlerini taşıyordu. Albay masasında oturuyordu, yanında ise kızı Umay vardı. Umay’ın elinde küçük bir baklava tabağı vardı ve ağır ağır baklavasını yiyordu. Gözleri hâlâ düşünceli bir ifade taşıyordu, ama bu kez yüzünde babasının yanında olmanın getirdiği bir rahatlama vardı.

"Altay," dedi Albay kararlı ama yumuşak bir tonla, "gel, otur."

Sessizce odanın ortasındaki sandalyeye oturdum. Albay kısa bir süre bana baktı, ardından masanın kenarındaki dosyaları düzenleyip konuşmaya başladı.

"Eğitim burada sona erdi," dedi. "Artık daha fazlasına ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Bugüne kadar gösterdiğin disiplin ve çaba takdire şayandı. Kızım adına teşekkür ederim."

Bu sözleri duyunca içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Eğitimin sona ermesi demek, Umay’ın ayrılma zamanının geldiği anlamına geliyordu. Umay’ın sessizce baklavasını yemeye devam edişini izlerken, onun da aynı duygular içinde olduğunu düşündüm. Ancak duygularımı belli etmemeye kararlıydım.

"Teşekkür ederim, komutanım," dedim sakin bir sesle. "Görevlerime layık olabilmek için elimden geleni yapacağım."

Albay başını salladı ve bir süre sessizlik oldu. Umay ise başını hafifçe kaldırıp gözlerini bana dikti. Gözlerinde hâlâ o hüzünlü ifade vardı, ama bir şey söylemeden bakışlarını tekrar tabağına çevirdi.

Kısa bir süre sonra Albay, kalkmam gerektiğini ima eden bir el hareketi yaptı. Ayağa kalktım, sert bir selam verdim ve kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açarken, arkamdan Umay’ın da sessizce kalkıp bana doğru geldiğini fark ettim.

Beraber odadan çıktık. Koridorda bir süre yan yana yürüdük, ama aramızda sessiz bir gerilim vardı. Söylemek isteyip de söyleyemediğim onca şey vardı, ama kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Sonunda, sessizliği bozan ben oldum.

"Birazdan yola çıkacağız," dedim yumuşak bir sesle. "Bunu bilmeni istedim."

Başımı hafifçe salladı. "Anladım," dedi. "Kendine dikkat et."

Umay, derin bir nefes aldı ve gözlerini tekrar yere indirdi. İkimiz de yürümeye devam ettik, ama aramızdaki sessizlik, söyleyemediğimiz her şeyin yankısı gibiydi.

 

Göreve hazırlık için planlanan brifing odasında toplanmıştık. Masanın etrafında eğitim boyunca birbirimize alıştığımız takım arkadaşlarımız ve komutanımız Albay Haluk yerlerini almıştı. Albay her zamanki gibi ciddi bir duruşla toplantıya liderlik ediyordu. Yanında ise Umay oturuyordu. İlk defa böyle bir toplantıya katıldığını görmek hepimizi biraz şaşırtmıştı, ama kimse bunu açıkça dile getirmedi.

Albay kısa bir giriş konuşması yaptı, ardından masadaki ekrana yansıttığı haritaları ve bilgileri işaret ederek planı detaylandırmaya başladı.

"Bugünkü brifing, operasyonun temel hatlarını belirleyecek," dedi. "Görevimiz kritik. Dikkatli ve uyum içinde çalışmak zorundayız. Her birinizin rolü önemli."

Herkes dikkatle dinliyordu. Albay operasyonun genel hedeflerini açıkladıktan sonra sözü taktik detaylara getirdi. Görev bölgesinin haritasını göstererek devam etti:

"Altay, sen keşif ekibine liderlik edeceksin. Bölgeyi hızlı ve sessizce tarayacak, bize en güvenli rotayı sağlayacaksınız. İlteriş ve Burak, lojistik desteği organize edeceksiniz. Mühimmat ve ekipman taşınmasında hata istemiyorum."

Her birimize tek tek görevlerimizi açıklarken sesinde güven ve disiplin vardı. Ancak beklenmedik bir şekilde, brifingin ortasında sözü Umay’a verdi. Herkesin gözleri bir an için ona döndü.

"Umay, sen de ekibin bir parçasısın," dedi Albay. "Sahadaki dinamikler hakkında görüşlerini paylaşmanı istiyorum. Bu noktada ne söylemek istersin?"

Umay, bir an için duraksadı. Toplantıya katılmadan önce hazırlıklı olduğunu tahmin etmiştim, ama bu kadar dikkat çekici bir pozisyonda kendini ifade etmesi yine de cesaret gerektiriyordu. Yavaşça ayağa kalktı, gözleri bir an için babasına, sonra da bize kaydı.

"Teşekkür ederim, baba… şey, Albay," dedi, sesi hafifçe titrerken. Ancak hızla toparlandı. "Bölgeye dair yapılan analizlerde birkaç nokta dikkatimi çekti. Özellikle iletişim kanallarının güvenliği konusunda daha fazla önlem almamız gerektiğini düşünüyorum. Operasyon sırasında bağlantının kesilme ihtimali yüksek. Bu nedenle, alternatif iletişim yöntemlerini hazırda tutmalıyız."

Umay’ın sesi daha da güçlenmişti. Devam etti:

"Ayrıca, bölgenin coğrafi yapısı göz önüne alındığında, hareket planımızı dar geçitler yerine daha açık alanlardan sürdürmemiz daha mantıklı olabilir. Bu, ani baskınlara karşı bize avantaj sağlar."

Masadaki herkes dikkatle dinliyordu. Umay’ın tespitleri oldukça yerindeydi. Konuşmasını bitirdiğinde, Albay memnuniyetle başını salladı.

"İyi bir analiz, Umay," dedi. "Bu söylediklerin operasyon planına dahil edilecek. Ekibin geri kalanı bu noktaları da göz önünde bulundursun."

Umay yerine otururken göz göze geldik. Onun bu kadar güçlü bir şekilde konuştuğunu görmek beni şaşırtmış ve bir o kadar da etkilemişti. Masadaki diğer arkadaşlar da hafifçe başlarını sallayarak Umay’ın katkılarını onayladı.

Brifing, operasyonun diğer detaylarının tartışılmasıyla devam etti. Albay herkesin görüşlerini aldıktan sonra toplantıyı bitirdi.

"Unutmayın," dedi toplantının sonunda. "Bu görevde başarısızlık bir seçenek değil. Hepinizden en iyisini bekliyorum. Hazırlıklarınızı tamamlayın ve bir saat içinde harekete geçmeye hazır olun."

Brifing sırasında Umay, arkeolojik kazı alanları hakkında konuşmaya başladığında dikkatimi tamamen ona verdim. Haritanın üzerinde işaretli noktalara odaklanmış, sakin ve kendinden emin bir şekilde detayları anlatıyordu. Sesi, her zamanki gibi net ve güçlüydü, ama bu kez cümlelerinde sadece bilgi değil, aynı zamanda bir uyarı tonu da vardı. Doğu Vadisi’ndeki antik yerleşim yerini ve yeraltı tünellerini anlatırken, tünellerin üsse güvenli bir geçiş sağlayabileceğini söyledi. Ancak çökme riskini vurguladığında, bir an için ekibin o dar ve karanlık geçitlerde nasıl bir tehlikeyle karşılaşabileceğini gözümde canlandırdım. Umay, hepimizin düşündüğünü dile getiriyor, ama bunu stratejik bir soğukkanlılıkla yapıyordu.

Batı Tepesi nekropolünü açıklarken, buranın gözetleme için sunduğu avantajı anlattı. Ancak açık bir alan olması nedeniyle keskin nişancılar için ideal bir hedef haline gelebileceğimizi söylediğinde, bu bilginin keşif ekibi için ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Güneydoğu’daki tapınak kalıntılarını tarif ederken, yüksek duvarların doğal bir siper görevi görebileceğini söylediğinde, gözümde o antik taş yapılar ve onların etrafında şekillenen bir savunma hattı belirdi. Ama düşmanın bu bölgeyi daha önce keşfetmiş ve tuzaklarla donatmış olabileceği ihtimali, hepimizin kafasında bir alarm çaldırdı.

Son olarak, Kuzey Mağara Sistemi’nden bahsetti. Antik çağlarda depo ve saklanma alanı olarak kullanılan bu mağaraların, düşman tarafından üs haline getirilmiş olabileceği ihtimalini dile getirdiğinde, gözlerim bir an için haritada o bölgeye kaydı. Umay’ın söyledikleri, bu alanın ne kadar büyük bir avantaj sunabileceği kadar, ne kadar büyük bir risk taşıdığını da ortaya koyuyordu.

Konuşmasını bitirirken, arkeolojik alanların uluslararası hukuka göre koruma altında olduğunu ve burada oluşabilecek herhangi bir hasarın ciddi diplomatik sonuçlar doğurabileceğini ekledi. O anda, onun bu kadar detaylı bir analiz yapabilmesi ve olaylara çok yönlü bakışı beni bir kez daha etkiledi. İlteriş, Umay’ın analizini takdir etti ve keşif ekibiyle Doğu Vadisi tünellerini öncelikli olarak inceleyeceklerini söyledi. Albay Haluk ise ekibi bir kez daha dikkatli olmaları konusunda uyardı.

Umay yerine oturduğunda, gözlerim ona kaydı. Gözlerinde bir an için yorgun ama tatmin olmuş bir ifade gördüm. Bugün söyledikleri, operasyonun risklerini ve avantajlarını belirgin hale getirmişti. Ama benim için asıl önemli olan, onun bu göreve ne kadar hazır olduğunu bir kez daha göstermesiydi. Umay’ın stratejik zekâsı ve detaylara olan hakimiyeti, bu ekibin belki de en büyük avantajlarından biriydi. Yine de bir şey vardı. İçimde, onun bu kadar riskli bir operasyonun parçası olmasından kaynaklanan bir tedirginlik… Ama bu düşünceyi bir kenara ittim. Şimdi profesyonel olmam gerekiyordu.

Brifing sona erdiğinde odadan çıkarken Umay’a bir kez daha baktım. Gözlerindeki kararlılık ve yüzündeki hafif gerginlik dikkatimi çekti. Bugünkü performansıyla ne kadar önemli bir parça olduğunu bir kez daha kanıtlamıştı. Ancak içimde hâlâ ona dair çözülmemiş bir şeyler vardı. Görev öncesinde bunu düşünmekten başka çarem yoktu.

Brifing sona erdiğinde, Albay Haluk hepimizi hazırlanmamız için dağıttı. Umay’ın söyledikleri ve haritada işaretlenen hedefler hâlâ kafamda dönüp duruyordu. Görev öncesi her zaman bir gerginlik olurdu, ama bu sefer durum farklıydı. Arkeolojik alanlar, tüneller, düşmanın gizli hareketleri... Her detayın ne kadar hayati olduğunu biliyordum.

Malzeme odasına doğru hızlı adımlarla ilerlerken, üzerimde hafif bir ter basmıştı. Operasyon öncesi bu hislere alışkındım, ama alışmak demek rahat olmak demek değildi. Her görevde olduğu gibi, yine bir hata yapmaktan korkuyordum. Çünkü burada bir hata, yalnızca benim değil, ekibin hayatına mal olabilirdi.

Malzeme odasına girdiğimde, erlerden biri kasklar, yelekler ve silahları düzenliyordu. İlk işim, kişisel koruyucu ekipmanımı almak oldu. Görev yeleğimi seçerken ellerim bir an için duraksadı. Hangi bölmelere ne koyacağımı hızlıca planladım. Sol tarafı cephanelik için ayırdım; dört şarjör ve bir tabanca yedek şarjörü. Sağ tarafıysa medikal kit, bir bıçak ve küçük bir el feneri için kullandım. Yeleği üzerime geçirdiğimde, ağırlığını hissettim. Bu ağırlık bir yandan güven verirken, bir yandan da sorumluluğu hatırlatıyordu.

Kaskımı elime aldım ve dikkatlice inceledim. Görev sırasında baş koruması her şeydi. Kaskın üzerine bir gece görüş aparatı monte ettim. Bu, özellikle Doğu Vadisi tünellerinde hayati önem taşıyacaktı. Kaskın yan tarafına takılabilir bir fener yerleştirdim; gerektiğinde ellerimi serbest bırakacak şekilde ayarladım.

Sonra tabancamı ve tüfeğimi seçtim. Tüfek için standart bir M4 karabina aldım, ancak üzerine bir lazer işaretleyici ve holografik nişangâh monte ettim. Yakın mesafede hızlı hedef alabilmek için bu nişangâh hayatiydi. Yanıma aldığım tabanca ise Glock 19’du; hafif, güvenilir ve hızlı. Silahların her birini kontrol ettim, mekanizmalarını yağladım ve şarjörleri dikkatlice yerleştirdim.

Botlarımı giymeden önce ayak bileklerimi sıkıca sardım. Görev sırasında uzun süre yürümek zorunda kalabilirdik ve yanlış bir hareket, burkulma gibi basit bir sorun bile tüm ekibi riske atabilirdi. Sonrasında botlarımı giydim ve bağcıklarını iki kez kontrol ettim. Botlar, su geçirmez ama nefes alabilir yapıdaydı; hem tünellerdeki nemli ortama hem de dışarıdaki taşlı arazilere dayanıklıydı.

Son olarak sırt çantamı hazırladım. Çantanın içine birkaç önemli eşya koydum: yedek bir telsiz bataryası, su geçirmez bir harita, ip, çakı, birkaç enerji barı ve su matarası. Ayrıca bir termal battaniye ve küçük bir ilk yardım seti ekledim. Çantayı sırtıma geçirirken, ekipmanın ağırlığını dengeli bir şekilde dağıttığına emin oldum.

Hazırlıklarımı tamamladığımda, koridorda diğer ekip arkadaşlarımın da kendi donanımlarını kontrol ettiklerini gördüm. İlteriş, elindeki haritayı dikkatle inceliyor, Mustafa Kemal tüfeğinin dürbününü ayarlıyordu. Burak her zamanki gibi birkaç espriyle ortamı hafifletmeye çalışıyordu, ama herkesin yüzünde gergin bir ifade vardı.

Görev öncesi bu hazırlık süreci, her zaman olduğu gibi içimde bir karmaşa yaratıyordu. Bir yandan ekipmanımın eksiksiz olduğuna emin olmak için kendimi sürekli kontrol ederken, bir yandan da kafamda olasılıkları hesaplıyordum. Hangi durumda ne yapmam gerektiğini, kimin nerede olacağını, ne tür bir engelle karşılaşabileceğimizi...

Tam o sırada Umay koridordan geçti. Elinde bir tablet vardı, muhtemelen harita üzerinde son bir kontrol yapıyordu. Göz göze geldik. Gözlerindeki kararlılık bir an için beni sakinleştirdi, ama bu sakinlik uzun sürmedi. İçimdeki gerginlik yerini adrenalin dolu bir bekleyişe bırakmıştı. Çünkü artık hazırdık. Ve birazdan, gerçek bir mücadele başlayacaktı.

ma hâlâ görev için giyinmediğini fark ettim. Üzerinde sade bir gömlek ve pantolon vardı, sanki birazdan savaşa değil de bir toplantıya girecekmiş gibi görünüyordu. Bu durum içimdeki gerginliği daha da artırdı. Zaman daralıyordu ve herkes hazırlığını çoktan tamamlamıştı. Onun hâlâ bu halde olması sabrımı taşırdı.

“Umay!” dedim sert bir tonla, yanına doğru hızlı adımlarla yürürken. Bana doğru döndü, ama yüzünde şaşkın bir ifade vardı. Sanki neye kızdığımı anlamıyormuş gibi bakıyordu.

“Ne yapıyorsun? Neden hâlâ hazır değilsin?” diye çıkıştım. Sesim kontrolsüzce yükselmişti. Gözleri biraz daha büyüdü, ama cevap vermeden duraksadı. Bu sessizlik daha da sinirlenmeme neden oldu.

“Elindeki tableti bırak ve benimle gel,” dedim, beklemeden kolundan tutarak onu çekmeye başladım. Hafif bir direnç gösterdi, ama beni durduracak kadar değil. Koridordan malzeme odasına doğru yürürken adımlarım hızlanmıştı. Arkadan birkaç kişi bize şaşkın gözlerle bakıyordu, ama kimse bir şey demedi.

Malzeme odasına girdiğimizde onu doğrudan ekipmanların olduğu tarafa yönlendirdim. “Umay, bu bir operasyon,” dedim, sinirimi kontrol etmeye çalışarak. “Burada hepimiz eşitiz ve herkes aynı riski alıyor. Eğer tam donanımlı olmazsan, bu sadece seni değil, tüm ekibi tehlikeye atar.”

Umay, bir an sessizce yüzüme baktı, ama sonra başını sallayarak bir şey demeden söyleneni yapmaya koyuldu. İlk iş olarak görev yeleğini seçtim ve ona uzattım. “Bunu giyeceksin. Sol tarafına şarjörleri koy, sağ tarafa da ilk yardım kiti, fener ve bıçak. Her şeyin yerini bilmelisin, çünkü sahada saniyelerle yarışacağız.”

Yeleği giyerken, ben de ona yardımcı oldum. Yeleğin kemerlerini sıkıca bağladım ve omuz askılarını ayarladım. Ardından kaskını seçip eline verdim. “Bu kaskı takacaksın,” dedim. “Üzerine gece görüş aparatını monte edeceğiz. Ellerini serbest bırakman gerekirse, yan tarafa bir fener ekleriz.”

Umay kaskı eline aldı ve dikkatle baktı. Sanki hâlâ tam olarak ne yapması gerektiğini çözmeye çalışıyordu. Sinirlenmek yerine sabırlı olmaya çalışarak yanına geçtim ve kaskı nasıl ayarlayacağını gösterdim. Aparatları yerine taktıktan sonra, kaskın oturduğundan emin oldum.

Sonra silah kısmına geçtik. Ona bir Glock 19 tabanca ve hafif bir tüfek seçtim. “Tabancanı sağ kalçana as, tüfeğini omzunda taşıyacaksın. Ama şarjörleri her zaman ulaşabileceğin bir yerde tut.” Silahların nasıl kullanılacağını bildiğini biliyordum, ama operasyonun ciddiyeti onu da biraz gerginleştirmiş gibiydi. Tüfeğin kayışını ayarladım ve doğru şekilde omzuna astım.

“Botların nerede?” diye sordum, gözlerimle yere bakınırken. O sırada hâlâ kendi ayakkabılarıyla olduğunu fark ettim. Sinirle birkaç adım attım ve raftan su geçirmez, sağlam bir çift bot çıkardım. “Bunları giyeceksin. Bağcıklarını sıkıca bağla, ayak bileklerin desteklenmeli. Arazide bunlarla hareket edeceksin.”

Umay botları eline alıp giyerken ben sırt çantası hazırlığına başladım. Ona da bir sırt çantası seçtim ve içine temel ekipmanları koydum: telsiz, yedek batarya, ip, termal battaniye, su matarası, birkaç enerji barı ve küçük bir ilk yardım seti. Çantayı ona uzattım ve sırtına geçirmesine yardım ettim.

Sonunda tam donanımlı hale geldiğinde, geri çekilip onu baştan aşağı süzdüm. Artık bir arkeolog gibi değil, bir operasyon üyesi gibi görünüyordu. Ama hâlâ gözlerinde o hafif şaşkınlık ve tedirginlik vardı.

“Şimdi hazırsın,” dedim, sesimdeki sert tonu biraz yumuşatarak. “Bu işin şakası yok, Umay. Hepimiz üzerimize düşeni yapacağız ve sen de buna dahilsin. Hadi, artık vakit kaybetme. Herkes bizi bekliyor.”

Umay başını salladı ve kaskını takarak hazır olduğunu gösterdi. Derin bir nefes aldım ve malzeme odasından birlikte çıktık. Artık hem fiziksel hem de zihinsel olarak hazır olması gerekiyordu, çünkü görev birazdan başlayacaktı ve bu sefer her şey gerçekti.

Bölüm : 12.01.2025 13:05 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...