

Karaoke barın neon ışıkları gözlerimi kamaştırırken içeri adım attık. Hafif bir uğultu, duvarlardan yankılanan müzik ve insanların kahkahaları atmosferi dolduruyordu. Kapıdan girer girmez bizi karşılayan görevli, gülümseyerek oda seçeneklerini sundu.
“Özel bir oda ister misiniz?” diye sordu.
Başımı sallayarak onayladım. Kalabalığın arasında kaybolmak yerine kendi alanımızda rahat etmek daha cazip geliyordu. Kısa bir bekleyişin ardından içeri geçtik. Oda, loş ışıkları ve büyük ekrana yansıyan şarkı listesiyle tam da beklediğim gibiydi.
Kendimizi koltuklara bırakırken menüyü karıştırıp içecek bir şeyler söyledik. İçimde garip bir heyecan vardı.
Mustafa Kemal, odadaki herkesin gözlerini üzerine çekecek şekilde eline mikrofonu aldı. Yalnızca yakışıklılığıyla değil, kendine güvenen duruşuyla da dikkat çekiyordu. Gözlerini kapattı, müzikle birlikte hafifçe başını salladı ve ilk kelimeleri söylerken sesi odanın içinde yankılandı.
"Sevdik sevildik, alıştık ve ayrıldık..."
Onun sahneye çıkışı gibiydi bu an sanki bir konser veriyormuş gibi şarkıyı sahiplenmişti. Sesi pürüzsüz ve etkileyiciydi, şarkının duygusunu tam anlamıyla yansıtıyordu. Biz diğerleri hayranlıkla izlerken, Burak usulca fısıldadı:
"Bu adam sadece yakışıklı değil, sahne ışığı da var..."
Şarkı ilerledikçe Mustafa Kemal’in enerjisi de yükseldi. Elleriyle ritmi yakalıyor, şarkının dramatik kısımlarında gözlerini kapatıp içten bir yorum katıyordu. Özellikle nakaratta sesi güçlenirken, sanki odadaki hava bile değişmişti.
"Hadi gel bir kibrit çak şu kalbim alev alev yansın..."
Onun bu performansı hepimizi içine çekmişti. Kimi ritme ayak uydurarak sallanıyor, kimi mırıldanarak eşlik ediyordu. Belli ki bu gece güzel anılarla dolacaktı ve ilk sahneyi Mustafa Kemal almıştı.
Mustafa Kemal’in sesi odada yankılanırken, hepimiz büyülenmiş gibi onu izliyorduk. Bu adam sadece sahada değil, sahnede de yetenekliydi. Sesi berrak, vurguları tam yerinde ve şarkıya kattığı duyguyla adeta bir sanatçı gibiydi.
Burak, yanımda dirseğiyle beni dürttü ve kısık sesle, “Komutanım, bu çocuk sahneye çıksa biz işi bırakırız,” dedi, hafifçe gülerek.
Gözlerimi Mustafa Kemal’den ayırmadan başımı salladım. “Kesinlikle,” dedim. “Ama önce şu operasyonu atlatalım da, sonra menajerliğini düşünürüz.”
O sırada Umay, gözlerini Mustafa Kemal’den ayırmadan gülümseyerek, “Bunu beklemiyordum,” dedi. “Gerçekten harika söylüyor.”
Umay’ın yanında oturan Hayat da hafifçe başını salladı. Ancak onun yüzündeki ifade farklıydı sanki şaşırmış, hatta biraz etkilenmiş gibiydi. Mustafa Kemal’in sahne ışığını ve sesinin etkileyiciliğini herkes fark etmişti, ama Hayat’ın gözlerindeki hafif bir parıltı, onun da bundan derinden etkilendiğini gösteriyordu.
Şarkının son nakaratına geldiğinde, Mustafa Kemal gözlerini kapattı, mikrofonu iki eliyle kavradı ve tüm ruhuyla söyledi:
"Hadi gel bir kibrit çak şu kalbim alev alev yansın..."
Sesi öyle bir yükseldi ki, odadaki herkes nefesini tuttu. Son notayı tutarken gözlerini açtı ve hafifçe gülümsedi. Şarkı bittiğinde, birkaç saniyelik bir sessizlik oldu sanki hepimiz o büyünün içinde kalmıştık. Sonra Burak, kocaman bir alkış başlattı ve herkes ona eşlik etti.
“HARİKAYDI!” diye bağırdı Burak, Mustafa Kemal’in omzuna vururken. “Kardeşim, sen sahneye çıkmalısın!”
Mustafa Kemal hafifçe gülümseyerek mikrofonu yerine koydu ve omuz silkerek, “Sadece içimden geldi,” dedi. “Bazen müzik insanın ruhunu temizler.”
Umay, Hayat’a dönüp hafifçe gülümsedi. “Bunu bekliyor muydun?” diye sordu.
Hayat, gözlerini kaçırarak hafifçe gülümsedi. “Sanırım… hayır,” dedi, sesi biraz yumuşamıştı.
Bu anı kaçırmadım. Gözlerimi Hayat ve Mustafa Kemal arasında gezdirdim. Ortada garip bir enerji vardı, ama henüz ne olduğunu çözememiştim.
Burak, birden ortaya atıldı. “Tamam, tamam! Şimdi sıra kimde? Komutanım, sizi de alalım sahneye!”
Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş gibi hissettim. Gözlerimi devirdim. “Burak, görev raporu yazarken de bu kadar enerjik olsan keşke.”
Tim kahkahalarla gülmeye başladı. Ama Umay, hafifçe elimi tuttu ve tatlı bir gülümsemeyle, “Hadi, Altay,” dedi. “Beni bir şarkıdan mahrum bırakmazsın, değil mi?”
O an içimden, “Burak’a şimdi borçlandık,” diye düşündüm. Ama Umay’ın gözlerindeki o ışıltıyı görünce, bu borcu ödemeye hazırdım.
Gözlerimi kıstım ve Burak’a döndüm. “Tamam, bir şarkı. Ama eğer benimle dalga geçersen, sabah seni beş kilometre koştururum.”
Burak kahkaha attı. “Söz komutanım! Ama önce şarkıyı söyleyin de, sonra tehditleri düşünelim!”
Ve böylece, sahne sırası bana geçmişti… Bu gece gerçekten unutulmaz olacaktı. Ama sıramı Hayat’a verdim.
Sahneye çıkarken Hayat’ın yüzündeki gülümseme, hafif bir maskeydi aslında. O an fark ettim bu sadece bir karaoke eğlencesi değildi onun için. Seçtiği şarkı, içinde tuttuğu fırtınaları açığa çıkaran bir anahtardı.
Mustafa Kemal’in gözleri Hayat’ın üzerinde sabitlenmişti. O da benim gibi anlamıştı. Hayat, dışarıdan güçlü ve zeki görünse de içinde taşıdığı yaralar vardı. Ben, onun geçmişinin kolay olmadığını biliyordum. Zorluklarla büyümüş, mücadele etmiş ve hayatı boyunca kendisini ispatlamak zorunda kalmıştı. Ama şu an… şu an onu sahnede izlerken, sanki geçmişini önümüze seriyordu.
İlk kelimeler dudaklarından dökülmeye başladığında, odadaki herkes sustu.
“Dün gece yaralı küçük bir kız bulunmuş
Etrafına sarı kurdeleler sarılmış”
Sesi yumuşak ama derinlerden geliyordu. Şarkıyı sadece söylemiyor, adeta yaşıyordu. Sahneye çıktığında herkesin ilgisini çekmişti ama şimdi… şimdi kelimeler herkesin içine işliyordu.
Yaklaşıp yakından bakınca gördüm
Yatan benim küçüklüğüm
Ve ben büyüdüm
Şarkının sözleriyle odanın enerjisi değişmişti. Umay bile gözlerini Hayat’tan ayırmadan dinliyordu. Burak, her zamanki esprili tavrını bir kenara bırakmış, sessizce izliyordu. İlteriş ve Ulaş bile ciddi bir ifadeyle dinliyorlardı.
Kimse yeni yara açamaz artık
Çok canım yandı, acımaz artık
Bugün düşerse yarın kalkar
Bu kız kendine acımaz artık
O an, Hayat’ın içindeki o küçük kızın sesini duyuyorduk. Hayat, hayatı boyunca güçlü olmak zorunda kalmıştı. Ama bu şarkıyla bize, geçmişinde yaşadığı tüm kırılmaları gösteriyordu.
Mustafa Kemal’in yüzü tamamen değişmişti. O her zaman neşeli, rahat biriydi ama şu an gözleri ciddiyetle ve belki de biraz hüzünle Hayat’a kilitlenmişti. Sanki onun bu şarkıyı neden seçtiğini herkesten daha iyi anlıyordu.
Dün gece ufacık bir çiçek solmuş
Bugün yeniden güneş doğmuş
Bak burada küçük bir kız ölmüş
Ruhu büyüyüp kadın olmuş…
Son kelimeler odanın içinde yankılandığında, içimizi saran sessizlik ağırlaştı. Hayat, son notaları söylerken gözlerini kapatmıştı. Ve şarkı bittiğinde…
Kimse konuşmadı.
Sadece Hayat, mikrofonu hafifçe yerine koydu, derin bir nefes aldı ve başını kaldırdı.
Umay, elini kalbine götürerek hafifçe fısıldadı. “Ne kadar güçlü bir şarkıydı…”
Burak, bir an ne diyeceğini bilemedi. Mustafa Kemal ise yerinden kıpırdamadı. Gözlerini Hayat’tan ayırmadan, yüzünde anlamlandıramadığım bir ifade vardı.
Ben ise Hayat’a baktım. Onun içinde taşıdığı o sessiz çığlıkları şimdi duyabiliyordum. Ama o hala dimdik duruyordu.
Bir adım attım, sesimi mümkün olduğunca yumuşak tuttum.
“Hayat,” dedim. “Bu şarkıyı senin neden seçtiğini biliyorum. Ve bence sen… gerçekten güçlü bir kadınsın.”
Hayat hafifçe gülümsedi ama gözlerinde farklı bir şey vardı. Belki de, ilk kez biri onun içini gerçekten görebilmişti.
O an, hepimiz fark ettik: Hayat sadece bilişimde harika bir asker değildi. O, kendi savaşını çok daha önceden vermiş ve kazanmıştı. Ve şimdi, sahneden indiğinde, onu izleyen bir çift göz daha vardı. Mustafa Kemal’in gözleri.
Bana kalırsa, o gece sadece bir karaoke gecesi olmaktan çıkmıştı. O gece, geçmişin ve geleceğin kesiştiği bir noktaydı. Ve belki de yeni bir hikâyenin başlangıcıydı.
Sıra bana geldiğinde, İlteriş elini sırtıma sertçe vurdu ve hafifçe eğilip göz kırparak, “Göster şovunu, kaplanım,” dedi. Gözlerinde o eski dost gururu vardı.
Burak ve Mustafa Kemal de tezahürat yapmaya başlamıştı. “Hadi Komutanım! Şimdi sizi dinleme zamanı!”
Mikrofonu elime aldım ve sahneye doğru yürürken hangi şarkıyı söyleyeceğimi düşünmeye başladım. İçimden geçen birkaç şarkı vardı ama o an gözüm Umay’a takıldı.
Yan masada oturmuş, sessizce beni izliyordu. Ve boynunda, o ilk randevumuzda ona verdiğim ayyıldız kolyeyi takmıştı. O kolye, benim ona olan sevgimin sessiz bir nişanesiydi. O gece, ona bu kolyeyi takarken, “Bu sadece bir takı değil, Umay,” demiştim. “Bu benim sana olan bağlılığım.”
O an gülümsedim. Şarkımı bulmuştum.
Mikrofonu tutup gözlerimi Umay’a çevirdim ve müzik başladığında içten bir sesle söylemeye başladım:
"Durduk yere bu kolye nerden çıktı diyorsun
Ben ki ayyıldıza aşığım, biliyorsun"
Şarkının ilk sözleri döküldüğünde, Umay’ın gözleri büyüdü. Bir an elini boynundaki kolyeye götürdü ve gülümsedi. O gülümseme, içimde bir şeyleri harekete geçirdi.
"O güzel gözlerin sevgiyle, aşkla dolsun
Allah’ım seni kem gözlerden korusun"
Şarkıyı söylerken, onun gözlerinden hiç ayrılmadım. Bu şarkı, onun içindi. Benim hislerim, benim ona olan sevgim, hepsi bu melodideydi.
Salondaki herkes sessizleşmişti. Burak bile ilk defa yorum yapmadan sadece dinliyordu. Mustafa Kemal başını hafifçe yana eğmiş, gözlerinde bir anlam vardı. İlteriş, memnuniyetle bana bakıyordu.
Ama benim için önemli olan tek kişi Umay’dı.
"Ay yıldız kolye, güzelliğine güzellik katsın
Sana olan aşkımı ayyıldız kolye anlatsın"
Umay’ın gözleri dolmuştu. Gülümsüyordu ama gözlerinde yaşlarla. Onun için bir şeyler ifade ettiğimi, onu sevdiğimi her an hissettirmek istiyordum.
"Ayyıldız birleştirir kalpleri, gönülleri
Bizi de buluşturur, bizi de kavuşturur"
Son sözleri söylerken, Umay başını hafifçe eğdi ve kolyesini parmaklarının arasında tuttu. O an, her şey tamamdı.
Şarkı bittiğinde, odadaki sessizlik bir anda yerini büyük bir alkışa bıraktı. Burak ıslık çalıyor, İlteriş başını sallayarak gülümsüyor, Mustafa Kemal ise içten bir “Helal olsun, Komutanım,” diyordu.
Ama ben sadece Umay’a baktım.
Ayağa kalktı, yanımdan geçip sessizce sahneye çıktı ve yanaklarımdan birini hafifçe öptü. Sonra fısıldadı:
“Altay, ben zaten ayyıldıza çoktan aşığım.”
Ve o an, benim için bu gecenin en güzel anı oldu.
Sıra Burak’a geldiğinde, hepimiz ondan hareketli bir şarkı bekliyorduk. Eğlencenin dibine vuracağımızı sanıyorduk. Ne de olsa Burak, her zaman enerjisiyle ortalığı şenlendiren adamdı. Mikrofonu eline aldığında bile yüzünde o tanıdık muzip gülümseme vardı.
Burak, gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve ilk kelimeleri söylediğinde, tüm oda bir anda sessizleşti.
"Anlatmam derdimi dertsiz insana
Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez..."
Hepimiz şaşkınlık içinde birbirimize baktık. Beklediğimiz gibi coşkulu bir şarkı değil, içimize işleyen derin bir ağıt söylüyordu. Ama asıl şok edici olan, Burak’ın sesi oldu. İlk defa onu bu kadar ciddi, bu kadar derinden söylerken duyuyorduk. Sesi pürüzsüzdü, içliydi, kelimeleri sadece söylemiyor, adeta yaşıyordu.
Ben bile kendimi şaşırmış hissediyordum. Burak’ı yıllardır tanıyordum, ama onun içinde bu kadar derin bir hüzün ve olgunluk olduğunu fark etmemiştim. Mustafa Kemal bile önce şaşkınlıkla Burak’a bakıp sonra gözlerini yere indirdi. İlteriş ve Ulaş’ın yüzlerindeki ifadeyi görmek gerekirdi; sanki Burak’ı ilk defa gerçekten tanıyorlarmış gibi bakıyorlardı.
"Gülü yetiştirir dikenli çalı
Arı her çiçekten yapıyor balı
Kişi sabır ile bulur kemalı
Sabretmeyen maksudunu bulamaz..."
Burak’ın sesi odada yankılanırken, Umay’ın gözleri hafifçe dolmuştu. Hayat ise şaşkın bir şekilde Burak’a bakıyordu. O neşeli, enerjik adam gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti sanki.
"Ah çeker âşıklar, ağlar zarınan
Yüce dağlar şöhret bulmuş karınan
Çağlar deli gönül ırmaklarınan
Ağlar ağlar göz yaşlarını silemez..."
Şarkının her kelimesi içimize işliyordu. Burak’ın sesindeki titreme, onun da bu şarkıyı sadece söylemediğini, gerçekten hissettiğini gösteriyordu. Sanki içindeki bir yarayı anlatıyordu bize.
"Veysel, günler geçti, yaş altmış oldu
Döküldü yaprağım, güllerim soldu
Gemi yükün aldı, gam ile doldu
Harekete kimse mâni olamaz..."
Son sözleri söylediğinde, şarkının son notası odada yankılandı ve derin bir sessizlik oluştu. Kimse hemen konuşamadı. Sanki hepimiz Burak’ı yeniden tanıyorduk.
Burak, mikrofonu yerine koydu ve başını eğerek yerine oturdu. Kimse onu alkışlamadı, çünkü o an alkış değil, derin bir saygı anıydı. Hepimiz o anın büyüsüne kapılmıştık.
İlk konuşan Mustafa Kemal oldu. Sesi her zamankinden daha sakindi. “Burak…” dedi, ama sonra devam edemedi. Gözlerini Burak’tan kaçırdı.
Ben derin bir nefes alıp Burak’ın omzuna vurdum. “Bize hiç bahsetmediğin bir yanın varmış,” dedim, sesimde hafif bir hayranlıkla.
Burak hafifçe gülümsedi, ama bu sefer o her zamanki muzip gülümseme değildi. Daha olgun, daha derin bir ifadeydi. “Herkesin içinde bir şeyler vardır, Komutanım,” dedi, gözlerini yere dikerek. “Bazıları bunu konuşarak anlatır, bazıları susarak. Ben de bazen şarkılarla anlatırım.”
Umay, elini kalbine koyarak, “Bu… gerçekten çok güçlüydü, Burak,” dedi, sesi hafif titreyerek.
Hayat ise Burak’a dikkatlice baktı, sanki onu yeniden anlamaya çalışıyormuş gibi. Gözlerinde alışılmışın dışında bir yumuşaklık vardı.
Burak başını kaldırıp gülümsedi, ama bu sefer gülümsemesi buruk bir hüzün taşıyordu. “Hadi, duygusallığı bırakalım,” dedi, neşeli olmaya çalışarak. “Sıradaki kim?”
Ama hepimiz biliyorduk. Bu gece Burak’ı bambaşka bir gözle görmüştük. O sadece timin en neşelisi, en şakacısı değildi. O, içinde derin yaralar taşıyan ama onları göstermemek için her zaman gülümseyen biriydi. Ve o gece, onun en gerçek hâlini görmüştük.
Bu gece sadece bir karaoke gecesi değildi. Bu gece, birbirimizi yeniden tanıdığımız, geçmişlerimizle yüzleştiğimiz ve en önemlisi, dostluğumuzu daha da pekiştirdiğimiz bir gece olmuştu.
Burak’ın performansının ardından herkes biraz sessizleşmiş, gecenin havası değişmişti. Normalde eğlenceli, enerjik biri olan Burak bile, içinde sakladığı hüzünleri ortaya dökmüştü. Tam bu havayı biraz olsun dağıtırız derken, İlteriş hafifçe gülümseyerek Burak’a döndü ve alaycı bir ifadeyle, “Sen bir de beni gör şimdi,” dedi.
Bu sözleri duyunca, içimden “Tamam, şimdi eğlenceli bir şarkı geliyor,” diye düşündüm. Ama İlteriş sahneye çıktığında ve mikrofonu eline aldığında, yüzündeki o gülümseme yavaşça silindi. Müziğin ilk notaları duyulduğunda, anladım ki bu gece bir melankoli gecesi olmuştu.
“Kuşlar içimden, düşümden uçmuş
(Yani derinden derinden)
Dostlar kafamdan, yaşamdan kaçmış
(Yani derinden derinden)”
İlteriş’in sesi, Burak gibi içliydi ama daha sert ve keskin bir tını taşıyordu. Sanki içinde uzun zamandır biriktirdiği bir ağırlığı, bir nefesi veriyormuş gibi söylüyordu. Şarkının sözleri ağırdı, insanın içine işliyordu.
O an içimden düşündüm: Bugün melankoli günü mü?
Timin en sağlam, en dik duran adamlarından biri olan İlteriş’in bile içinde böyle fırtınalar koptuğunu görmek… bu gece herkesi başka bir yerden vuruyordu.
“Aşklar, savaşlar şiirden çıkmış
(Yani derinden derinden)
Putlar, ikonlar evimde belirmiş
(Yani derinden derinden)”
Gözlerim Umay’a kaydı. Onun hassas olduğunu biliyordum, ama şu an İlteriş’in söylediği her kelimeyle biraz daha derin bir yere çekiliyordu. Gözleri dolmuş, sessizce şarkıyı dinliyordu. Yanında oturan Hayat da sessizdi.
Mustafa Kemal, şarkının ritmine başıyla hafifçe eşlik ediyor ama yüzündeki ifade düşünceliydi. Burak, kollarını bağlamış, İlteriş’i hiç böyle görmediği için şaşkınlıkla izliyordu.
“Adamlar, babamlar ölürmüş derinde
(Yani derinden derinden)
İnsan özünden düşermiş bazen
(Yani derinden derinden)”
Bu dizeler dökülürken, İlteriş’in sesi hafifçe titredi. Onun babasını küçük yaşta kaybettiğini biliyordum. O her zaman güçlüydü, ama içindeki bu kırgınlığı hiçbir zaman açıkça dile getirmemişti. Şimdi, şarkının içinde kendini buluyordu.
Ben bile derin bir nefes aldım.
“Dünya dönerdi ya ben de dönerdim
(Yani derinden derinden)
Annem gülerdi ya ben de gülerdim
(Yani derinden derinden)”
Şarkı ilerledikçe, Umay’ın yanaklarından sessizce yaşlar süzüldü. Sessizce ağlıyordu. Onun için babasının kaybı hâlâ çok tazeydi. İlteriş’in sesi, onun içinde gömdüğü her şeyi bir bir açığa çıkarmıştı.
Elimi yavaşça Umay’ın elinin üzerine koydum. Sıkmadım, sadece orada olduğumu bilmesini istedim. Umay başını hafifçe eğdi, gözyaşlarını silmeye çalıştı ama yapamadı.
“Bugünlerde ruhumda korkunç bir ur var
Derinlerde sinmiş semirmiş bir sansar
Sönmüş, tükenmişti, bitmişti sancak
Yani derinden derinden”
İlteriş’in sesi, şarkının en güçlü kısmına geldiğinde daha da sertleşti. Gözlerini kapatmıştı, kelimeleri ruhuyla söylüyordu.
“Yüzümde şu nursuz geceyi utandır
Ruhum, cevap ver, karanlıkta saldır
Manyak bir asi gibi sapla mızrak
Yani derinden derinden”
Son kelimeleri söylediğinde, tüm salon bir kez daha sessizliğe gömüldü. Sadece müziğin son yankıları havada kaldı. İlteriş, gözlerini açtı, derin bir nefes aldı ve mikrofonu yavaşça yerine koydu.
Kimse konuşmadı.
Sadece sessizlik…
Ben, Umay’ın elini hafifçe sıktım. Gözleri hâlâ nemliydi ama başını hafifçe kaldırıp bana baktı. Küçük bir tebessümle, “İlteriş de… derin biriymiş,” dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar hafifti.
Başımı salladım. “Hepimiz, dışarıdan göründüğümüzden daha fazlasıyız, prensesim.”
Burak, derin bir nefes aldı ve başını iki yana salladı. “Tamam,” dedi, sesi boğuk ama hâlâ neşesini kaybetmemeye çalışıyordu. “Şu melankoli partisini biraz hafifletmeye ne dersiniz? Biraz hareket lazım!”
Ama hepimiz biliyorduk.
Bu gece, herkesin içindeki bir yara açığa çıkmıştı. Ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
İlteriş’in performansının ardından odada ağır bir hava kalmıştı. Herkes sessizce düşündü, hissetti, belki de geçmişiyle yüzleşti. Ama Ulaş, bu havayı dağıtmak için tam yerinde devreye girdi.
İlteriş yerine oturduğunda, Ulaş yerinden kalktı ve ellerini iki yana açarak dadaş şivesiyle konuştu:
“Hele Erzurum çocuğuna bak! Oğlum, sen ne yapirsen? Bu ne melankoli?”
Herkes bir anda Ulaş’a döndü. O an, odadaki gerginlik bir anda dağıldı. Burak, kendine gelmiş gibi gülerek “Hah! İşte beklediğim Ulaş performansı!” diye bağırdı.
Ulaş, kumandayı eline aldı ve hiç vakit kaybetmeden şarkıyı açtı. Müziğin ilk ritimleri duyulunca, gülümseyerek kollarını iki yana açtı ve Erzurum'un soğuk ama yüreği sıcak havasını buraya getirmiş gibi bağırdı:
“Hele dadaş hoşmusan,
Dolumusan, boşmusan!
Ayakların yan basir,
Yoksa sen sarhoşmusan!”
Herkesin yüzü bir anda aydınlandı. Burak, Mustafa Kemal ve hatta İlteriş bile gülerek tempo tutmaya başladı. Ulaş, hem söylüyor hem de Erzurum’a özgü figürlerle oynamaya başlamıştı.
“Bu derenin uzuni,
Kıramadım buzuni,
Aldım Çerkez kızıni,
Çekemedim nazıni!”
Oyun havalarına alışkın olan Burak, hemen yerinden fırladı. “Oğlum, bekle beni!” diye bağırarak sahneye atladı. Mustafa Kemal de gülerek yerinden kalktı ve ellerini havaya kaldırarak ritme ayak uydurmaya başladı.
Umay, Hayat ve ben, olan biteni izlerken ister istemez gülümsemiştik. Umay, gözlerindeki yaşları silmişti ve artık tamamen eğlencenin içindeydi.
“Kale kaleye bakar,
Kaleden toplar atar,
Bu zamane kızları,
Dadaş diye can atar!”
Burak ve Mustafa Kemal, Ulaş’ın etrafında dönerek oynuyor, Ulaş ise kendini sahneye tamamen kaptırmıştı. İlteriş bile hafifçe başını sallıyor, ayaklarıyla ritme eşlik ediyordu.
Son nakarat geldiğinde, herkes alkışlarla eşlik ediyordu:
“Hele dadaş hoşmusan,
Dolumusan, boşmusan!
Ayakların yan basir,
Yoksa sen sarhoşmusan!”
Şarkı bittiğinde, herkes kahkahalarla birbirine sarıldı. Ulaş, nefes nefese kalmış ama yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, “İşte böyle yapılır!” dedi.
Ben, hafifçe başımı sallayarak Ulaş’a döndüm. “Dadaş, sen olmasan biz bu geceyi iyice melankoliye bağlayacaktık. Helal olsun.”
Ulaş, göğsünü kabartarak gülümsedi. “Komutanım, biz eğlenmeyi de biliriz, ağlamayı da! Ama Erzurum çocuğu her zaman coşar!”
Umay, kahkahalarla gülerek alkışladı. “İşte bu! Gecenin enerjisi geri geldi!”
Burak, kolunu Ulaş’ın omzuna atarak, “Ulan, sahiden var ya, şu şarkıyı senin dışında kimse bu kadar hakkıyla söyleyemezdi,” dedi.
Mustafa Kemal, hafifçe gülümseyerek ekledi: “Tam bir terapi gibi oldu. Harbiden, Ulaş’ın sahne alması gerekiyormuş.”
O an, hepimiz fark ettik ki bu gece, sadece bir eğlence değil, bir terapi olmuştu. İçimizi döktük, hüzünlendik, ama sonunda yine birbirimize sarılıp güldük. İşte tim olmanın, kardeş olmanın farkı buydu.
Ve bu gece, her zamankinden daha çok hissettik: Biz, sadece bir tim değil, bir aileydik.
Ulaş’ın enerjisiyle salon yeniden canlanmıştı. Herkes gülüyor, ritme ayak uyduruyordu. Ama tam o sırada, köşede oturup bizi sessizce izleyen Yavuz, aniden yerinden fırladı.
Gözleri parlıyordu, yüzünde o tanıdık meydan okuyan gülümseme vardı. Ellerini beline koyup kükredi:
“Ulan! Hepiniz şov yaptınız, sıra bende! Kenara çekilin de coşkuyu görün!”
Burak hemen Yavuz’un omzuna atladı. “Vay! Demek sonunda bizim Yavuz da sahne alıyor! Bakalım, ne yapacakmışız?”
Yavuz, Burak’ın elini omzundan atıp sertçe sırtına vurdu. “Sus ulan! Bekle ve izle.”
Hemen kumandayı kaptı, hızlıca bir şarkı aradı. Hepimiz merakla onu izliyorduk. Umay bile gülerek, “Bu gece bitti sanıyordum ama asıl şimdi başlıyor galiba,” diye fısıldadı.
Sonunda Yavuz şarkıyı buldu, sesi açtı ve mikrofonu eline aldı. Müziğin ilk notaları duyulduğunda, sanki mekânın sahibi gelmiş gibi bir hava esti.
Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve...
“HAYDİ BAKALIM! HEP BERABER!” diye bağırarak sahneye atladı.
Ve o an, gece resmen yeniden başladı.
Tam hepimiz gecenin yavaş yavaş sonuna geldiğimizi düşünürken, Yavuz aniden yerinden fırladı. Gözlerinde o tanıdık İzmir efesi bakışı vardı. Ellerini beline koydu, başını hafifçe yana eğdi ve kendinden emin bir sesle, "Hele bir çekilin, coşku nasıl olurmuş göstereyim!" dedi.
Burak, kahkahalarla gülerek, "Vay vay vay! Demek bizim İzmirli Yavuz da sonunda kendini gösterecek!" dedi.
Yavuz, Burak’a sert bir bakış attı. "Efe adam konuşmaz, oynar!" dedi ve kumandayı kaptığı gibi müziği açtı.
Müziğin ilk notaları duyulduğunda, tüm oda bir anda sustu. O ağır, asil ve vakur zeybek ritmi duyulunca herkes saygıyla izlemeye başladı.
Yavuz, yavaşça dizlerini kırarak yere eğildi. Ellerini kollarını iki yana açarak zeybek duruşunu aldı. Ve ilk kelimeleri söylerken, sesi adeta bir dağ gibi yankılandı:
"Şu İzmir'den çekirdeksiz nar gelir,
Sırmalı cepken ince bele dar gelir,
Şu gençlikte ölüm bana ar gelir!"
Yavaşça sağ ayağını yere vurdu, ardından bir anda sol dizini yere indirerek tam bir efe duruşu sergiledi. Gözleri kapalıydı, sanki geçmişten bir efe çıkıp da salona gelmiş gibiydi.
Burak ve Mustafa Kemal’in gülümsemeleri kaybolmuş, herkes saygıyla izliyordu. Umay’ın gözleri parlıyordu, Hayat bile gözlerini Yavuz’dan ayıramıyordu. İlteriş ve Ulaş, başlarını sallayarak bu adam gerçekten bir EFE dedirtecek bir şekilde onu izliyordu.
"Güzel İzmir, demir yolu şen olsun,
Beni yardan ayıranlar kör olsun!"
Bu dizeleri söylerken, ayağa kalktı ve sağ ayağını sertçe yere vurarak ellerini iki yana açtı. Tam bir efe gibi ağır ağır, gururla yürümeye başladı.
"Uzun olur gemilerin direği,
Ne pek olur efelerin yüreği,
Sen şöyle dur kızlar çeksin küreği!"
Bir anda kollarını açtı, bir sağa bir sola dönerek tam anlamıyla bir efe gibi oynamaya başladı. Yavaş, asil ve kararlı adımlarla yürüdü. Zeybek, bir adamın hem hüzün hem gurur hem de cesaretle oynadığı bir oyundu. Ve Yavuz bunu bütün ruhuyla yapıyordu.
Herkes büyülenmiş gibi izliyordu. Zeybek öyle bir şeydi ki, onu izleyen herkes ister istemez ciddileşirdi. Çünkü bu oyun, bir adamın dik duruşunu, onurunu ve cesaretini anlatırdı.
Son dizeyi söylediğinde, son kez yere eğildi ve sol dizini sertçe yere vurup başını kaldırdı. Gözleriyle sanki hepimize “İşte efelik budur!” der gibi bakıyordu.
Şarkı bittiğinde, odada birkaç saniyelik derin bir sessizlik oldu. Herkes büyülenmişti.
Ve sonra Burak çılgınca alkışlamaya başladı. “OHA! OHA! ULAN BU NEYDİ!” diye bağırdı.
Mustafa Kemal, ellerini masaya vurup ayağa kalktı. “Komutanım, ben böyle bir şey görmedim! Resmen tarihten çıkıp geldin!” dedi.
Umay, gözleri dolmuş bir şekilde alkışlıyordu. Hayat bile ilk defa şaşkınlıkla gülümsedi.
Ben ise, Yavuz’a baktım ve içten bir şekilde başımı salladım. "Helal olsun, Yavuz. Sen gerçekten efeymişsin."
Yavuz hafifçe gülümsedi, ellerini beline koydu ve "Efe adam kendini anlatmaz, Altay komutanım. Oynar ve gösterir." dedi.
Ve o an hepimiz biliyorduk… Bu geceyi asla unutmayacaktık.
Karaokede geçirilen harika bir gecenin ardından hepimiz neşeliydik. Bir anlığına da olsa tüm stresimizi, acımızı unutmuş, sadece anın tadını çıkarmıştık. Yavuz’un efsanevi zeybek gösterisi, Ulaş’ın Erzurum şovları, Burak’ın içli sesi… Hepimiz bu geceyi hafızamıza kazımıştık.
Dışarı adım attığımızda, şakır şakır yağmur yağıyordu. Daha arabalarımıza bile ulaşamadan sırılsıklam olacağımız kesindi.
“Oğlum, bu ne?! Biz içerideyken mevsim mi değişti?!” dedi Burak gözlerini kısarak.
“Dadaş bu kadar coşarsa, gökyüzü bile dayanamayıp ağlar!” bunu diyen Ulaş’a ters ters baktım
Herkes bir an durup nasıl kaçacağımıza karar vermeye çalışıyordu. Ama Burak tabii ki en saçma fikri sundu.
“Bence yavaş yürüyelim, zaten ıslanacağız. Kaçmanın anlamı yok.” Diye fikir attı Burak.
Ben, gözlerimi devirerek başımı iki yana salladım. “Burak, beynin devreye girmeden önce bir saniye düşün. Koşarsak en azından biraz daha az ıslanırız!”
“Komutanım haklı! Çocuk gibi düşünmeyi bırak Burak, arabaya!” Mustafa Kemal gene mantıklıydı.
Tam bu sırada Umay kahkahalarla gülmeye başladı. Islanmayı pek de umursamıyordu, hatta keyif alıyor gibiydi.
“Altay, bu yağmurda koşmak eğlenceli olur bence!”
O an ona dönüp gülümsedim. “Öyle mi diyorsun, prensesim? O zaman yarışalım!”
Ve bir anda herkes koşmaya başladı!
Ulaş ve Yavuz önden fırladı, Burak çığlık ata ata koşuyordu. Mustafa Kemal, Hayat’ı korumak için şemsiyesini açmaya çalışırken, Hayat gülerek “Boşuna uğraşma, zaten ıslandık!” diye bağırdı.
Ben ve Umay ise el ele tutuşup yağmurun altında hızla ilerledik.
Arabalarımıza vardığımızda hepimiz sırılsıklam olmuştuk. İçeri atladık, kapıları hızla kapattık ve birbirimize baktığımızda kahkahalar patladı.
“Komutanım, ben su geçirmez kıyafet giymiş olmalıyım çünkü sadece tamamen su içindeyim.” Dedi Burak isyan eder gibi
“Oğlum, sırılsıklam olmuşsun! Yağmur değil, resmen denize atlamış gibisin.” Dedi İlteriş kendine bakmadan.
“Ben Erzurum’da böyle yağmur görmedim, buraların havası bozuk.”
Umay yanıma döndü, yüzü mutlulukla parlıyordu. “Altay, bu harikaydı! Küçük şeyler bile bazen ne kadar güzel olabiliyor, değil mi?”
Gözlerini izledim, sonra hafifçe başımı salladım. “Evet, prensesim. Bazen en güzel anlar, en basit olanlar.”
Herkes arabalarına atlayınca, karargâha doğru yola koyulduk.
Yağmur hâlâ yağıyordu ama bu sefer kimse bundan şikayetçi değildi. Çünkü o an, hepimiz hayatın en güzel anlarını yaşıyorduk.
Karargâha vardığımızda herkes sırılsıklam halde yedek kıyafetlerini giydi. Bir yandan üzerimizdeki ıslaklığı atarken, diğer yandan hâlâ gecenin enerjisini içimizde taşıyorduk.
Umay, “Ben çay demlemeye gidiyorum,” diyerek mutfağa yöneldi. Yağmurda ıslandığımız için hepimize sıcacık bir çay iyi gelecekti. O mutfağa gider gitmez, İlteriş bir anda beni kolumdan tuttu ve sessizce duvarın köşesine çekti.
Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “Ne var, İlteriş?” dedim, merakla.
Yüzünde hafif bir sırıtış belirdi. Kollarını göğsünde bağladı ve gözlerini kısarak sordu:
“Ee komutanım, evlilik teklifi ne zaman geliyor?”
Bir an afalladım. İlteriş’in ne zaman böyle şeylere kafa yorduğunu bilmiyordum ama bu soruyu beklemiyordum. Ne diyeceğimi bilemeden ona baktım.
Sonra aklıma önümüzdeki operasyon geldi. Ciddi bir operasyondu. Nereden baksan en az bir yıl sürecekti ve bu süreçte Umay’ın bundan haberi bile yoktu. Ona henüz anlatmamıştım.
Derin bir nefes aldım. “Henüz erken, İlteriş.”
İlteriş gözlerini devirerek başını iki yana salladı. “Komutanım, sen farkında değilsin ama Umay senden bir işaret bekliyor. Kızın gözleri seninle her buluştuğunda ışıldıyor, sen hâlâ ‘henüz erken’ diyorsun.”
Başımı eğip bir an düşündüm. Haklıydı. Umay’ın bana olan sevgisini, bağlılığını her gün hissediyordum. Ama ben ona henüz hayatımın en önemli kararlarından birini açıklamamıştım.
Ama şunu da biliyordum: Döndüğümde, Umay’a hayatımın en güzel sürprizini yapacaktım.
İlteriş’in omzuna hafifçe vurdum. “Merak etme, her şeyin bir zamanı var. Ama döndüğümde, bu sorunun cevabını herkes öğrenecek.”
İlteriş gülerek başını salladı. “Tamam komutanım, ben notumu aldım. Ama bak, Umay çok özel biri. Onu uzun süre bekletme, Umay hepimizin kız kardeşi.”
Tam o sırada, Umay mutfaktan döndü. Elinde bir tepsi vardı, üzerinde dumanı tüten çaylar. Bize doğru bakarak hafifçe gülümsedi.
İlteriş bana göz kırpıp sessizce masaya yöneldi.
Ben ise, Umay’a baktım ve içimden fısıldadım: ‘Sana söz, prensesim. Bu görevden döndüğümde, bir daha hiç ayrılmayacağız.’’
Herkes çaylarını alıp masaya yerleştiğinde, ortamda tarif edilemez bir huzur vardı. Yaşadığımız onca şeyden sonra, bu anların kıymetini çok iyi biliyorduk. Savaşın ortasında, ölümle burun buruna geçen insanlar için böyle anlar lükstü. Ama bizim için bu sadece bir mola değil, bir aile olmanın kanıtıydı.
Burak, bardağını havaya kaldırıp kocaman bir gülümsemeyle konuştu:
“Beyler, şu çayın hatırına! Bakın, az önce yağmurda süründük ama şu an sıcacık çaylarımızı içiyoruz. Hayat işte böyle… Bir dakika önce perişan, bir dakika sonra huzur. O yüzden, kimse boş yapmasın. Tadını çıkarın!”
Mustafa Kemal kahkaha attı.
“Ulan Burak, sen savaş meydanında da böyle felsefe yapıyor musun? Mermiler üstümüzden geçerken ‘hayat bir dakika önce cehennemdi, şimdi de öyle’ falan mı diyorsun?”
Burak, çayından bir yudum alıp ciddi bir ifadeyle cevap verdi:
“Yok kardeşim, savaşta felsefe yapacak vaktim olmuyor. Ama bittiğinde hep şunu düşünüyorum: Bu tim olmasa, ben bir hiçim.”
Bir an sessizlik oldu. Herkes birbirine baktı. Bu cümlede hepimiz kendimizi bulduk. Çünkü hepimiz aynı şeyi hissediyorduk. Biz birbirimiz olmadan hiçbir şeydik.
İlteriş derin bir nefes alıp çayına baktı.
“Burak doğru söylüyor. Biz burada sadece bir ekip değiliz, sadece emir-komuta zincirinin parçaları değiliz. Biz, birbirimizin ailesiyiz. Ve aile, kan bağıyla değil, kalp bağıyla olur.”
Umay, elindeki bardağı sıkıca tutarak hafifçe gülümsedi. “Ben de öyle hissediyorum. Aranıza sonradan katıldım ama bir saniye bile kendimi dışarıda hissetmedim.”
Ben, gözlerimi hepsinde gezdirdim. Savaşın ortasında, görevlerin, emirlerin ve kuralların içinde sıkışıp kalmış hayatlarımız vardı. Ama işte, şu an burada, çaylarımızı yudumlarken sadece birer insandık.
Bardakları masaya bıraktım ve gözlerimi timime çevirdim.
“Beyler, biliyorum. Hepimizin yaşadığı şeyler var. Hepimizin içinden çıkamadığı savaşlar var. Ama biz burada, bu masanın etrafında otururken sadece asker değiliz. Biz, birbirimize sırtını yaslayan bir aileyiz. Ve bir aile, ne olursa olsun birbirini bırakmaz.”
Herkes başını salladı. Sessiz ama güçlü bir an yaşandı.
Sonra Burak aniden elini masaya vurdu.
“Tamam da bu kadar duygusallık yeter! Biraz da çayla bisküvi gömelim! Hayat felsefesi yapmak iyi güzel de aç karnına gitmiyor.”
Herkes kahkahalarla güldü. İşte bu timin güzelliği buydu. Savaşın ortasında bile birbirimize gülebiliyorduk. Çünkü biz, birbirimizi bırakmayacak kadar güçlüydük.
Ve o gece, çaylarımızla birlikte sadakatimizi, dostluğumuzu ve kardeşliğimizi yudumladık. Bu sadece bir tim değil, bir aileydi.
Çaylarımızı içip, sohbetin tadını çıkarırken Burak, bir elini karnına koyup diğerini dramatik bir şekilde havaya kaldırarak içli bir sesle konuştu:
“Komutanım, böyle güzel bir günü yemekhanenin plastik tabaklı, ruhsuz yemekleriyle kapatmak ne kadar mantıklı ki? Şöyle oturduğumuz yerde üçer lahmacun gömsek fena mı olur?”
Bu cümleden sonra Mustafa Kemal yutkundu, Ulaş kaşlarını kaldırıp düşündü, İlteriş gözlerini kısıp ciddi ciddi hesap yapar gibi göründü. Yani kısacası, Burak’ın fikirleri ilk defa oy birliğiyle desteklenmişti.
Ben gözlerimi Umay’a çevirdim, hafifçe gülümseyerek sordum: “Ne dersin, prensesim? Burak’ın bu askeri operasyon kıvamındaki lahmacun planı onaylanmalı mı?”
Umay, cilveli bir gülümsemeyle çayını yudumladı, gözlerini kısarak hafifçe başını yana eğdi. “Karar senin, Altay Komutanım. Ama bence Burak haklı… Bu günü güzel kapatalım.”
İşte o an karar verilmişti.
Ben gözlerimi Umay’dan ayırmadan, başımı hafifçe sallayarak emri verdim:
“Burak, fırla buzdolabına! Kebapçı magnetini getir!”
Burak, “Emredersiniz komutanım!” diye bağırarak o kadar hızlı fırladı ki, yanında ne varsa devirdi. Masadaki çay kaşıkları yere düştü, sandalyeler devrildi, Ulaş son anda çayını kurtardı ama Burak’ın çarpmasıyla İlteriş’in elindeki bardak yere döküldü.
İlteriş içini çekti.
“Oğlum, her işinde böyle aceleci olsan var ya, şimdiye general olmuştun.”
Burak, buzdolabının kapağını öyle bir açtı ki, mutfağın içinden “güm!” diye bir ses geldi. Birkaç saniye içinde kebapçı magnetini havaya kaldırarak zafer kazanmış komutan edasıyla geri döndü.
“İşte buldum! Ve en önemlisi, 24 saat açık! Komutanım, ben bu magneti her zaman bir kriz anı için saklıyordum.”
Mustafa Kemal, gözlerini Burak’a dikerek başını iki yana salladı. “Ülkenin güvenliği değil, karnın söz konusu olduğunda inanılmaz bir stratejistsin.”
Ben telefonu elime aldım, numarayı çevirdim. Umay’a göz ucuyla bakıp “Ne yemek istediğini söylemek ister misin, prensesim?” dedim.
Umay hafifçe bana yaklaşıp “Söylemesi değil, yemesi daha önemli. Sen benim için en iyisini seçersin.” dedi, göz kırparak.
Telefon açıldı, karşımızdaki adamın sesi neşeliydi:
“Buyurun, usta, kebapçı Mehmet! Gece aç kalan askerler için 7/24 hizmet!”
Ben gülümseyerek siparişi verdim. “Usta, yirmi lahmacun, dört karışık kebap, üç kilo çiğ köfte, sekiz porsiyon künefe… ve bol bol ayran.”
Burak havaya yumruk attı. “İşte bu! Şanlı bir gece olacak!”
Herkes siparişin onaylandığını duyunca gözleri parladı. Yemeği beklerken, sohbet kaldığı yerden devam etti. Bu tim sadece savaş meydanında değil, yemek masasında da birlikti.
Ve ben, Umay’a bir kez daha bakıp içimden fısıldadım:
“Bazen mutluluk, bir savaşın sonunda değil, yağmurdan sonra içilen çayda ve gece gelen lahmacundadır.”
Çaylarımızı içip, sohbetin tadını çıkarırken Burak, bir elini karnına koyup diğerini dramatik bir şekilde havaya kaldırarak içli bir sesle konuştu:
“Komutanım, böyle güzel bir günü yemekhanenin plastik tabaklı, ruhsuz yemekleriyle kapatmak ne kadar mantıklı ki? Şöyle oturduğumuz yerde üçer lahmacun gömsek fena mı olur?”
Bu cümleden sonra Mustafa Kemal yutkundu, Ulaş kaşlarını kaldırıp düşündü, İlteriş gözlerini kısıp ciddi ciddi hesap yapar gibi göründü. Yani kısacası, Burak’ın fikirleri ilk defa oy birliğiyle desteklenmişti.
Ben gözlerimi Umay’a çevirdim, hafifçe gülümseyerek sordum: “Ne dersin, prensesim? Burak’ın bu askeri operasyon kıvamındaki lahmacun planı onaylanmalı mı?”
Umay, cilveli bir gülümsemeyle çayını yudumladı, gözlerini kısarak hafifçe başını yana eğdi. “Karar senin, Altay Komutanım. Ama bence Burak haklı… Bu günü güzel kapatalım.”
İşte o an karar verilmişti.
Ben gözlerimi Umay’dan ayırmadan, başımı hafifçe sallayarak emri verdim:
“Burak, fırla buzdolabına! Kebapçı magnetini getir!”
Burak, “Emredersiniz komutanım!” diye bağırarak o kadar hızlı fırladı ki, yanında ne varsa devirdi. Masadaki çay kaşıkları yere düştü, sandalyeler devrildi, Ulaş son anda çayını kurtardı ama Burak’ın çarpmasıyla İlteriş’in elindeki bardak yere döküldü.
İlteriş içini çekti.
“Oğlum, her işinde böyle aceleci olsan var ya, şimdiye general olmuştun.”
Burak, buzdolabının kapağını öyle bir açtı ki, mutfağın içinden “güm!” diye bir ses geldi. Birkaç saniye içinde kebapçı magnetini havaya kaldırarak zafer kazanmış komutan edasıyla geri döndü.
“İşte buldum! Ve en önemlisi, 24 saat açık! Komutanım, ben bu magneti her zaman bir kriz anı için saklıyordum.”
Mustafa Kemal, gözlerini Burak’a dikerek başını iki yana salladı. “Ülkenin güvenliği değil, karnın söz konusu olduğunda inanılmaz bir stratejistsin.”
Ben telefonu elime aldım, numarayı çevirdim. Umay’a göz ucuyla bakıp “Ne yemek istediğini söylemek ister misin, prensesim?” dedim.
Umay hafifçe bana yaklaşıp “Söylemesi değil, yemesi daha önemli. Sen benim için en iyisini seçersin.” dedi, göz kırparak.
Telefon açıldı, karşımızdaki adamın sesi neşeliydi:
“Buyurun, usta, kebapçı Mehmet! Gece aç kalan askerler için 7/24 hizmet!”
Ben gülümseyerek siparişi verdim. “Usta, sekiz lahmacun, dört karışık kebap, üç çiğ köfte, bir porsiyon künefe… ve bol bol ayran.”
Burak havaya yumruk attı. “İşte bu! Şanlı bir gece olacak!”
Herkes siparişin onaylandığını duyunca gözleri parladı. Yemeği beklerken, sohbet kaldığı yerden devam etti. Bu tim sadece savaş meydanında değil, yemek masasında da birlikti.
Ve ben, Umay’a bir kez daha bakıp içimden fısıldadım:
“Bazen mutluluk, bir savaşın sonunda değil, yağmurdan sonra içilen çayda ve gece gelen lahmacundadır.”
Çaylarımızı içip, sohbetin tadını çıkarırken Burak, bir elini karnına koyup diğerini dramatik bir şekilde havaya kaldırarak içli bir sesle konuştu:
“Komutanım, böyle güzel bir günü yemekhanenin plastik tabaklı, ruhsuz yemekleriyle kapatmak ne kadar mantıklı ki? Şöyle oturduğumuz yerde üçer lahmacun gömsek fena mı olur?”
Bu cümleden sonra Mustafa Kemal yutkundu, Ulaş kaşlarını kaldırıp düşündü, İlteriş gözlerini kısıp ciddi ciddi hesap yapar gibi göründü. Yani kısacası, Burak’ın fikirleri ilk defa oy birliğiyle desteklenmişti.
Ben gözlerimi Umay’a çevirdim, hafifçe gülümseyerek sordum: “Ne dersin, prensesim? Burak’ın bu askeri operasyon kıvamındaki lahmacun planı onaylanmalı mı?”
Umay, cilveli bir gülümsemeyle çayını yudumladı, gözlerini kısarak hafifçe başını yana eğdi. “Karar senin, Altay Komutanım. Ama bence Burak haklı… Bu günü güzel kapatalım.”
İşte o an karar verilmişti.
Ben gözlerimi Umay’dan ayırmadan, başımı hafifçe sallayarak emri verdim:
“Burak, fırla buzdolabına! Kebapçı magnetini getir!”
Burak, “Emredersiniz komutanım!” diye bağırarak o kadar hızlı fırladı ki, yanında ne varsa devirdi. Masadaki çay kaşıkları yere düştü, sandalyeler devrildi, Ulaş son anda çayını kurtardı ama Burak’ın çarpmasıyla İlteriş’in elindeki bardak yere döküldü.
İlteriş içini çekti.
“Oğlum, her işinde böyle aceleci olsan var ya, şimdiye general olmuştun.”
Burak, buzdolabının kapağını öyle bir açtı ki, mutfağın içinden “güm!” diye bir ses geldi. Birkaç saniye içinde kebapçı magnetini havaya kaldırarak zafer kazanmış komutan edasıyla geri döndü.
“İşte buldum! Ve en önemlisi, 24 saat açık! Komutanım, ben bu magneti her zaman bir kriz anı için saklıyordum.”
Mustafa Kemal, gözlerini Burak’a dikerek başını iki yana salladı. “Ülkenin güvenliği değil, karnın söz konusu olduğunda inanılmaz bir stratejistsin.”
Ben telefonu elime aldım, numarayı çevirdim. Umay’a göz ucuyla bakıp “Ne yemek istediğini söylemek ister misin, prensesim?” dedim.
Umay hafifçe bana yaklaşıp “Söylemesi değil, yemesi daha önemli. Sen benim için en iyisini seçersin.” dedi, göz kırparak.
Telefon açıldı, karşımızdaki adamın sesi neşeliydi:
“Buyurun, usta, kebapçı Mehmet! Gece aç kalan askerler için 7/24 hizmet!”
Ben gülümseyerek siparişi verdim. “Usta, sekiz lahmacun, dört karışık kebap, üç çiğ köfte, bir porsiyon künefe… ve bol bol ayran.”
Burak havaya yumruk attı. “İşte bu! Şanlı bir gece olacak!”
Herkes siparişin onaylandığını duyunca gözleri parladı. Yemeği beklerken, sohbet kaldığı yerden devam etti. Bu tim sadece savaş meydanında değil, yemek masasında da birlikti.
Ve ben, Umay’a bir kez daha bakıp içimden fısıldadım:
“Bazen mutluluk, bir savaşın sonunda değil, yağmurdan sonra içilen çayda ve gece gelen
Sipariş verildikten sonra herkes sabırsız bir şekilde yemeği beklemeye koyuldu. Ulaş, saatine bakıp ciddi bir ses tonuyla konuştu:
“Komutanım, sipariş verileli tam 3 dakika 42 saniye oldu. Tahmini varış süresi 25 dakika. Yani en az 21 dakika daha açız.”
Burak, ellerini saçına götürerek dram dolu bir ifadeyle başını iki yana salladı.
“Bu kadar açlığa nasıl dayanacağız? Komutanım, Allah aşkına, askerliği bırakalım, şu kebapçıyı satın alıp içeride çalışalım. Böyle beklememize gerek kalmaz.”
Mustafa Kemal gülerek Burak’ın sırtına bir tokat attı.
“Ulan sen var ya, savaşta mermi değil de yemek kovalasan her cepheyi kazanırsın!”
Herkes kahkahalarla gülerken, Umay mutfağa yöneldi ve çayları tazeleyip geldi. Yanıma oturdu, bardağını bana uzattı.
“Açken sen, sen değilsin Altay. Çay iç de biraz sakinleş,” dedi göz kırparak.
Gülerek bardağı aldım. “Ben mi? Burak’ı gördün mü? Adam şimdiden kendini yemek listesine yazdırdı.”
Burak ellerini göğsüne koyup ciddi bir sesle konuştu:
“Komutanım, ben bu timin açlık krizlerinde lideriyim. Eğer bir gün görevde aç kalırsak, hepiniz için planlarım var.”
İlteriş kaşlarını kaldırdı. “Neymiş o planlar?”
Burak hemen parmaklarını tek tek kaldırarak anlatmaya başladı:
“Birincisi, herkes çantasına gizli atıştırmalık koyacak. İkincisi, yiyecek bir şey bulamazsak en hızlı koşabilenimiz yiyecek arayacak.”
Mustafa Kemal hemen atıldı:
“Burak, sen hayatta en hızlı olan değilsin. Bizi açlığa mahkum edersin.”
Burak hemen savunmaya geçti:
“Yanlış düşünüyorsun! Ben en azından yemek bulamasam bile kebapçıların açık olduğu yönü sezebilirim!”
Bu laf üzerine bütün tim kahkahalarla gülmeye başladı.
Tam o sırada, karargâhın kapısındaki asker dinlenme odasını aradı. Hepimiz sustuk. Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu.
Burak gözlerini açarak “Beyler, bu ses… Lahmacun sesi!” diye bağırarak kapıya doğru fırladı.
Ben gözlerimi devirerek arkasından seslendim: “Burak, kapıyı açarken askerimi de yeme!”
Burak hızla kapıyı açtı ve mutlu bir çocuk gibi paketleri kucakladı. “Komutanım! Geliyor gönlümün efendileri!” diyerek içeri girdi.
Masayı hızla toparladık, herkes eline bir tabak aldı ve tarihin en coşkulu lahmacun yeme operasyonu başladı.
Ben, bir elimde lahmacun, diğer elimde ayranla etrafıma baktım. Herkes mutluydu. Umay, yanımda çiğ köfteden bir lokma alırken bana hafifçe yaslandı. İlteriş, Mustafa Kemal ve Ulaş, yemek yerken tartışıyor, Burak ise lahmacununu göklere çıkarıyordu.
İşte bu anlar, bizim için gerçekti. Görevler, savaşlar, emirler… Hepsi bir kenara. Şu anda sadece birbirimize bağlı bir aileydik.
Bir lokma alıp çayımı yudumlarken, içimden şunu geçirdim:
“Bu tim, sadece sahada değil, sofrada da yan yana. Ve ben, her şeyden çok, bu anları seviyorum.”
Yemeklerimizi gömerken herkes kendini iyice rahat bırakmıştı. Masada lahmacun kokusu, çay buharı ve bolca kahkaha vardı. Tam her şey sakince devam ederken, Mustafa Kemal derin bir nefes alıp sandalyesini geriye yasladı.
“Beyler, madem bu kadar güzel bir ziyafet çektik, biraz da kültürel konuşalım.”
Burak hemen kaşlarını kaldırdı. “Yine mi abi? Daha geçen hafta Mısır mitolojisini anlattın. Bir kere de basit bir konu aç, ne bileyim, en iyi kebap nerede yapılır falan?”
Mustafa Kemal gülümseyerek devam etti.
“Hayır, hayır! Bu sefer çok daha ilginç bir konu… Zeus’un aşkları.”
Bir an herkes sustu. İlteriş çayını yudumlarken kaşlarını kaldırdı. “Abi, Zeus’un aşkları mı? Biz burada lahmacun yiyoruz, sen neden Yunan tanrılarının gönül işlerine daldın?”
Mustafa Kemal, gözleri parlayarak konuşmaya başladı.
“Bakın, Zeus deyince herkes çapkın bir adam olarak düşünüyor ama işin aslı öyle değil. Zeus, gücü ve düzeni simgeler. Onun aşkları, aslında doğanın ve insanın evrimini temsil eder.”
Burak, elindeki ayranı masaya koyup gözlerini devirdi.
“Abi, bırak Allah aşkına ya! Zeus bildiğin çapkın bir herif! Hangi kadını gördüyse ‘Aman ben tanrıyım, gel seni alayım’ demiş. Yok kuğu olmuş, yok altın yağmuru olmuş… Adam bildiğin doğaüstü bir zampara!”
Herkes kahkahalarla güldü. Mustafa Kemal derin bir nefes alıp, Burak’a meydan okuyan bir bakış attı.
“Burak, senin olaylara bakış açın çok sığ. Zeus’un aşkları sadece romantik meseleler değil. Her bir ilişkisinden yeni bir tanrı, yeni bir kahraman doğuyor. Bu, Yunan mitolojisinde yaşam döngüsünü temsil eder.”
Burak ellerini açarak “Yok abi, ben kabul etmiyorum. Zeus olmasaydı dünya daha sakin bir yer olurdu!” diye diretti.
Tam o sırada Umay gülümsedi ve söze girdi.
“Mustafa Kemal haklı. Zeus’un aşkları, mitolojide büyük anlamlar taşır. Örneğin Leda ile olan birlikteliğinden Helen doğdu. Helen, Truva Savaşı’nın sebebiydi. Yani bir aşk, koca bir medeniyetin çöküşüne neden oldu. Bu da bize mitolojinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.”
Ben çayımı yudumlarken, gözlerimi Umay’a çevirdim. Onun böyle ciddi bir şekilde konuştuğunu görmek beni her zaman etkiliyordu. Gözlerindeki ışık, mitolojiye olan ilgisini yansıtıyordu.
Burak ellerini iki yana açarak hafifçe bağırdı.
“Yahu ben aşk deyince romantik şeyler bekliyordum, siz bana savaş çıkardınız! Adamın her aşkından felaket doğmuş, sonra ‘yüce’ diyorsunuz!”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırarak “Burak, mitolojiye böyle bakarsan tabii ki sana karmaşık gelir. Aşk dediğin şey zaten bir savaş değil midir?” diye sordu.
Burak, çayından büyük bir yudum aldı ve başını iki yana salladı. “Benim için aşk, çiğ köfteyi fazla acılı yemektir.”
Herkes kahkahalarla güldü. Ulaş, Burak’ın sırtına vurup “Senin mitoloji anlayışın kebapçının menüsü kadar derin.” diye dalga geçti.
Ben ise çayımı yudumlayıp Umay’a göz kırptım. “Beni yine felsefenin içine çektiniz. Ama hoşuma gitmedi desem yalan olur.”
Umay hafifçe gülümsedi. “Sen zaten bu sohbetleri seviyorsun, Altay. Ama kabul et, Zeus hakkında Burak kadar sığ düşünmediğine sevindim.”
Başımı sallayarak hafifçe güldüm. “Ben sadece şunu söyleyeceğim… Zeus kadar büyük olamayabilirim ama, senin için gökyüzünü bile çalabilirim.”
Umay hafifçe yanaklarına kızarıklık yayılarak çayından bir yudum aldı. Burak gözlerini devirdi. “Tamam tamam, bu iş yine Altay ve Umay’ın romantizmine döndü. Geçin bunları! Şimdi tatlı yiyelim, künefeler nerede?”
Herkes bir ağızdan “BURAK!” diye bağırırken, gece yine kahkahalarla devam etti. Mitoloji, Zeus ve lahmacun… Timin en güzel sohbetlerinden biri olmuştu.
Gece ilerledikçe herkes eski neşesine kavuşmuş, sanki savaşın, kayıpların, acıların olmadığı bir hayatta gibi sohbet ediyorduk. Ama ben farkındaydım.
Umay bazen aniden sessizleşiyor, derin bir nefes alıp uzaklara dalıyordu. Gözlerinde bir şeyleri bastırmaya çalışmanın o tanıdık parıltısı vardı.
Böyle anlarda onun sessizce acı çekmesine izin veremezdim. Ona sarılıp başına binlerce öpücük konduruyordum. Kollarımın arasında güvende olduğunu bilmesini istiyordum. Sonsuza kadar.
Künefeler geldiğinde Burak hemen çatalına saldırdı ama ben ondan hızlı davranarak Umay’a döndüm.
“Prensesim, en tatlı şey bile senin kadar tatlı olamaz ama tadına bakmaya ne dersin?” dedim, gülümseyerek.
Umay, hafifçe gülümsedi, gözleri hâlâ biraz doluydu ama içinde bir sıcaklık belirmişti.
“Sen yedirirsen neden olmasın?” dedi cilveli bir şekilde.
Ve ben, tatlıyı kendi çatalımla alıp kendi ellerimle ona uzattım.
Umay, künefeden bir lokma alırken, gözlerimin içine bakıyordu. O kadar saf, o kadar gerçek bir andı ki, o an dünyanın en güzel manzarasını izlediğimi düşündüm.
Ama Umay, bunun karşılığını vermek istedi. Çatalını alıp aynı şekilde bana uzattı.
Tam o sırada, timin geri kalanı derin bir nefes aldı.
Ulaş başını kaldırmış;
“Bu nedir ya?! Künefe değil, düğün pastası gibi yediriyorsunuz!”
Burak muzur bir bakışla;
“Komutanım, evlenin artık! Bak gözümüzün önünde romantik film gibi sahneler yaşanıyor!”
Mustafa Kemal, kaşlarını kaldırarak
“Gerçekten, daha ne bekliyorsunuz? Yüzükleri ne zaman takıyoruz?”
İlteriş de çayından bir yudum alıp ciddiyetle ekledi:
“Komutanım, askeri planlama yapar gibi evlilik planlaması mı yapıyorsun? Ne zaman harekete geçiyoruz?”
Ben, çatalı ağzıma götürürken hafifçe başımı iki yana salladım.
“Beyler, baskıyı artırıyorsunuz. Evlilik de operasyon gibi mi olsun istiyorsunuz?”
Burak havaya girdi.
“Aynen öyle! Biz şahitleri organize edelim, düğün mekanını belirleyelim. Sen de sadece ‘Evet’ de!”
Umay kahkahalarla güldü, yanakları kızarmıştı. Gözlerini bana çevirerek hafifçe başını eğdi.
“Bence de artık zamanını belirlesen iyi olur, Altay Komutanım.” dedi, tatlı bir alayla.
Ben ise, gözlerimi onun gözlerine kilitleyerek hafifçe gülümsedim.
“Merak etmeyin beyler… Zamanı geldiğinde, öyle bir evlilik teklifi yapacağım ki, hepiniz şahit olmak için sıraya gireceksiniz.”
O an masada kahkahalar yükseldi, ama ben ve Umay birbirimize bakarken içimizdeki sessiz anlaşmayı çok iyi biliyorduk.
O gün geldiğinde, tüm dünya duysun isteyecektim.
Ama şimdilik, bir künefe çatalının arkasına saklanmış küçük bir mutluluk yeterdi.
Umay’la birlikte evine doğru ilerlerken, içimde garip bir his vardı. Bir asker, içgüdülerine güvenmeyi öğrenir. Ve benim içgüdülerim, bu gecenin normal bir gece olmayacağını fısıldıyordu.
Umay, eve vardığımızda bana dönüp hafifçe gülümsedi. “Altay, istersen git. Ben iyiyim, merak etme.”
Gözlerimi ona diktim. “Sana bir şey olursa ben kendimi affetmem, prensesim. Buradayım, gitmiyorum.”
Beni ikna edemeyeceğini bildiği için hafifçe içini çekti ve başını salladı. Eve temkinli bir şekilde girdik. Önce giriş holünü kontrol ettim, ardından camları ve kapıları kilitledim. Her şey yolunda görünüyordu. Ama bir şeyler eksikti.
Umay, kanepeye oturduğunda, yanına geçtim ve onu göğsüme yasladım. Kollarımı etrafına sardım, onun nefesini hissedebiliyordum. O an, her şey yolunda gibi görünüyordu.
Ama sessizlik çok uzun sürmedi.
Bina bir anda ağır makineli tüfeklerle taranmaya başladı!
Camlar şangırtıyla patladı, duvarlara mermi saplandı, içerideki her şey paramparça oluyordu!
Umay çığlık atarak sıçradı. Ben hızla silahımı kavradım, onu anında kanepe arkasına çekerek yere yatırdım. Vücudumu ona siper ettim.
“Kafanı kaldırma! Sakın hareket etme!” diye emir verdim, gözlerimle hızla çevreyi tararken.
Mermiler duvarları delip geçiyordu. Taktik olarak iki farklı noktadan ateş açılıyordu. Profesyonel bir saldırıydı.
Beni koruma içgüdüsüyle elleri titreyerek bana sarılan Umay’a baktım. Ona bir zarar gelmesine izin veremezdim.
“Nefes al, Umay. Buradayım. Seni çıkartacağım buradan.”
Taramalar bir an duraksadı. Şarjör değiştiriyorlar.
Tam o anda hızla hareket ettim. Umay’ı kanepe arkasına daha da ittirdim ve anında ateş noktasına yönelerek karşılık verdim. MPT-76’nın tetiğine bastığım anda, namlu alev aldı.
Taktik olarak, öncelikle görüş açısını kapatmam gerekiyordu.
Hızla odanın yan tarafındaki lambayı vurup karanlık sağladım. Ama tam o sırada, sol koluma keskin bir acı saplandı!
Vurulmuştum.
Kolumdan sıcak kan süzülmeye başladı ama Umay’a belli etmemem gerekiyordu.
Umay, gözleri büyümüş bir şekilde kanı fark etti.
“Altay! Sen…”
Elimi hızla kaldırıp onu susturdum. “Şimdi panik yapma. Odaklan. Sadece benim dediklerimi yap.”
Dışarıdan adamların hareket ettiğini duydum. Yaklaşıyorlardı.
Nefesimi kontrol ettim. Geri çekilme şansımız yoktu.
Ve tek bir gerçek vardı:
Bu gece, buradan çıkış yoktu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |