45. Bölüm

SAVAŞ

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Gece karanlığında, helikopterimiz Suriye’nin kuzeyinde, savaşın gölgesinde kalmış İdlib’e yaklaşırken içimizdeki sessizlik, fırtına öncesi bir huzursuzluk gibi derinleşiyordu. Bu topraklar, haritalarda sınırlarla çizilmiş olabilir ama gerçekte burası, kuralı olmayan bir oyun sahasıydı.

İlk hedef belliydi: Şahmaran.

Gerçek adı bilinmeyen, geçmişi karanlık, izini sürmesi imkânsıza yakın bir adam. Onun kim olduğu değil, ne yaptığı önemliydi. Terör örgütlerine silah sağlayan, istihbarat satan, devletlerin bile ulaşamadığı bir gölge.

Onu bulmalıydık. Ve konuşturmalıydık.

Helikopter, ses çıkarmadan belirlenen noktanın üzerine geldiğinde, pilotun sesi kulaklıktan geçti:

“Hedef bölgeye iniş yok, halat inişi yapacaksınız. Zemin düşman kontrolünde olabilir.”

İlteriş başını salladı, “Alışığız.” dedi kısa ve net bir sesle.

Ulaş kemerlerini kontrol etti, Burak silahının namlusunu yokladı. Herkes tetikteydi. Çünkü burası İdlib’ti. Burada hata yapan, ölür.

Ve şimdi, biz gölgelerde bir kez daha kaybolmaya hazırdık.

Operasyon başlıyordu.

Helikopter, belirlenen atlama noktasına geldiğinde içerideki kırmızı ışık yandı. Bu, “hazır olun” demekti. Tüm tim, telsiz frekansını açtı, kulaklıklardan birbirimizin nefesini duyabiliyorduk.

“Halatlar serbest!” diye anons geçti pilot.

“İlk iniş bende.” dedim ve kilitli halatı kavrayarak kendimi karanlığın içine bıraktım.

Gece görüş gözlüğüm (NVG) aktifti. Sıcaklık algılayıcılarım sayesinde aşağıda herhangi bir tehdit olup olmadığını tespit edebiliyordum. Tüm alanı hızla taradım. Temizdi. Ama bu, her şeyin yolunda olduğu anlamına gelmezdi.

İniş yaptığım anda omzumdaki HK416 D14.5RS tüfeğimi kaldırdım, tetikte bekledim. Arkamdan İlteriş ve Burak indi, ardından Ulaş. Hızlı, sessiz ve hatasız.

İlk temas noktası, terk edilmiş bir depo alanıydı. Burası Şahmaran’ın adamları tarafından geçiş noktası olarak kullanılıyordu. İstihbaratımıza göre, bu gece burada bir silah transferi olacaktı.

Telsizden fısıltıyla konuşarak ekibe emir verdim:
“İlteriş, sol kanat. Ulaş ve Burak, arkayı temizleyin. Sessizlik esas.”

İlteriş, SIG MCX tüfeğini göğsüne yaslayarak önümüze geçti. Adımlarımız, çöl zemininin tozuna karışarak ilerledi. Düşman unsurların termal kameralara yakalanmamak için kullandığı sahte ısı kaynakları sağa sola yerleştirilmişti. Ama biz daha iyisini biliyorduk.

Önümüzde, depoya açılan bir metal kapı vardı.

Elimle işaret verdim. İlteriş kapıya yanaştı, Burak emniyet noktası aldı.

Kalp atışlarımız bile senkronize olmuş gibiydi.

Şahmaran burada mıydı?

Öğrenmenin tek yolu vardı.

İlteriş hafifçe başını salladı, kapının kilit mekanizmasını kontrol etti.

Tuzak ihtimali.

Sessiz ama kesin bir ölüm tuzağı mıydı, yoksa içeride gerçekten Şahmaran’ın adamları mı vardı?

Burak, gece görüş gözlüğünün üzerinden bana baktı. “Ne diyorsun, komutanım? Zorlamaya gerek var mı?”

Kulaklığımdan gelen hafif bir cızırtıyla, pilotun sesi geçti:

"Hareketlilik tespit edildi. Binanın doğusunda üç termal sinyal var. Düşman olabilir."

Zaman daralıyordu. Kapıyı patlatmak en kolayıydı ama sessizlikle içeri sızmak çok daha güvenliydi.

İlteriş parmaklarını kapının yüzeyinde gezdirirken hafifçe gülümsedi.

“Mekanik kilit. Kırarsam ses yapar ama içeridekilere fırsat vermeden girersek, hâlâ avantaj bizde.”

Başımı salladım. "Ulaş Burak, arka noktayı koruyun. İlteriş, açtığın an içeri giriyoruz."

Herkes nefesini tuttu.

Ve o an…

Metal kapı hafif bir tıklamayla açıldı.

İlteriş, SIG MCX’ini göğsüne yaslayarak içeri süzüldü. Ben hemen arkasındaydım.

İçerisi loş bir ışıkla aydınlatılmıştı. Raflarda boş cephane kutuları, eski radyo ekipmanları ve sahte belgeler vardı.

Ama asıl dikkat çeken şey… Odanın ortasındaki sandalyede oturan adamdı.

Şahmaran’ın adamlarından biri. Başı öne düşmüş, vücudu hareketsizdi.

İlteriş elini kaldırıp "Temas" işareti verdi.

Adamın yanına yaklaştım, elimin tersiyle başını kaldırdım. Gözleri açıktı. Ama ruh çoktan terk etmişti.

Ölmüştü.

Ve bu, Şahmaran’ın iziydi.

“Lanet olsun,” diye fısıldadı Burak arkadan. "Bizden önce biri geldi."

Etrafı hızla taradım. Silah sesi yoktu. Boğularak ya da zehirlenerek öldürülmüş olmalıydı.

Bu, Şahmaran’ın her zaman yaptığı gibi, iz bırakmadan yok etme yöntemiydi.

Ama bir hata yapmışlardı.

Masanın üzerinde yanmamış bir sigara vardı.

Biri hâlâ buradaydı.

Telsizden emir verdim. “Dikkat! Hâlâ içeride olabilirler.”

Oda bir anda ölüm sessizliğine büründü.

Ve tam o anda, koridorun sonundaki gölgede bir şey hareket etti.

Şahmaran burada mıydı?

Yoksa bizi çoktan fark edip, gölgelerin arasına mı saklanmıştı?

Koridorun sonundaki gölge, neredeyse hissedilmeyecek kadar küçük bir hareket yaptı. Ama eğitimli gözlerimiz, savaşın içgüdüsü, o fark edilmez hareketi hemen yakaladı.

Burada birisi vardı. Ve bizi izliyordu.

Elimle işaret verdim, İlteriş sağ tarafa süzüldü, Burak ve Ulaş kapıyı kapatarak çıkışı emniyete aldı.

Sessiz, kusursuz bir çember kurduk.

Şimdi geriye tek bir şey kalmıştı: Ava çıkmak.

Gece görüş gözlüğümü (NVG) aktif ettim. Gri tonların içinde, koridorun sonunda çok hafif bir ısı kaynağı tespit ettim.

Bu bir pusu olabilirdi. Belki bir fedai, belki Şahmaran’ın en sadık adamlarından biri.

Ama bir adım attığımda… Bir şey daha fark ettim.

Titriyordu.

Bu… Ölümüne sadık bir koruma gibi görünmüyordu.

İlteriş, göz ucuyla bana baktı. Ne düşündüğümü anlamıştı. Bu bir asker değil, korkmuş biriydi.

Silahımı hafifçe indirip, "Çık ortaya," dedim alçak bir sesle.

Sessizlik.

Adam hala gölgelerin içinde saklanıyordu. Nefesi bile duyuluyordu.

Burak dayanamadı. "Son uyarı. Çık ya da seni çıkarırız."

Ve o an, titreyen bir ses karanlıktan yükseldi.

“Beni öldürmeyin. Lütfen.”

Sesi gençti.

Ve her kelimesinde ölüm korkusu vardı.

Elimle Burak’a ve İlteriş’e işaret verdim. "Açığa çıkarın."

İlteriş hızla adım attı, gölgeye uzandı ve adamı kolundan tutarak ışığın altına çekti.

Gözlerim anında yüzündeki kan lekelerine ve yırtık kıyafetlerine odaklandı.

Bu adam… Şahmaran’ın adamı değildi.

Burak kaşlarını çattı. "Sen kimsin?"

Genç adam nefes nefese, bize yalvaran gözlerle baktı.

“Ben… Ben sadece bir aracıyım. Onlar burada değiller. Ama… Ama kimin geldiğini biliyorum.”

O an içimde buz gibi bir his yayıldı.

İlteriş öne eğildi, sesi daha da sertleşti. “Kim?”

Genç adam yutkundu. Dudakları titredi. Sonra o lanet kelimeyi söyledi.

“Amerika.”

Tüm vücutlar kaskatı kesildi.

Ve işte o an anladım.

Bu, sadece Şahmaran’ı bulma operasyonu değildi.

Bu, önceden planlanmış bir satranç oyunuydu.

Ve biz, çoktan Amerika’nın radarına girmiştik.

Bir an dünya üzerime çöktü.

Şahmaran bir yemdi.

Asıl av, bizdik.

Öfke, kontrol edemeyeceğim kadar büyüdü.

"Amerika mı?!" diye kükredim, genç adamı yakasından tutup duvara çarptım. Tüm vücudum öfke ve hiddetle titriyordu.

“Orospu çocuğu, konuş! Kim geldi? Kaç kişiler? Şahmaran nerede?!”

Genç adam panikle ellerini kaldırdı, ağzı kurumuş, dizleri titriyordu.

"Ben sadece mesajı getiren adamım! Beni öldürmeyin! Lütfen! Bana söyledikleri tek şey, ‘Onlar geliyor’ oldu! Daha fazlasını bilmiyorum!"

Daha fazlasını bilmiyordu, öyle mi?

Öyleyse neden şu an kan ter içinde ölümü bekliyordu?

Tüm kaslarım gerildi, dişlerimi sıktım.

Bir anda, içimdeki tüm kontrol yok olmuştu.

"YALAN SÖYLÜYORSUN!" diye bağırdım, elimdeki bıçağı hızla çıkarıp boğazına bastırdım.

"BANA GERÇEĞİ SÖYLE YOKSA BURADA CAN VERİRSİN!"

Adam çığlık atmaya başladı, nefesi düzensiz, gözleri çılgınca sağa sola kaçıyordu.

Ve tam onu orada gebertmeye hazırlanırken, bir el omzuma indi.

“Altay!

“Komutanım!

Ulaş.

Tüm gücünü kullanarak beni geri çekti.

“Kendine gel, Altay! Bizi oyuna çekiyorlar! Burada birini öldürmenin bize ne faydası var?!”

Damarlarım zonkluyordu.

Düşünemiyordum.

Amerika.

Bu kelime, beynimi paramparça eden bir balyoz gibiydi.

Ama Ulaş’ın sesi, bir noktada gerçekliği hatırlattı.

Nefes al, Altay.

Bunu böyle çözemezsin.

Gözlerimi sımsıkı kapattım, elimdeki bıçağı adamın boğazından yavaşça çektim.

Genç adam yere çöktü, öksürerek nefes almaya çalıştı.

Ulaş bana döndü, gözleri sert ama anlayışlıydı.

“Öfkeni anlıyorum, ama şimdi hata yaparsan, bu işi daha başlamadan kaybederiz.”

Öfke hâlâ içimde fokurduyordu, ama nefesimi düzelttim.

Sonra, elimdeki bıçağı yavaşça kınına yerleştirdim.

“Tamam,” dedim, sesi hâlâ gergin. “Ama bu oyunu bozacağız.”

Burak araya girdi. "O zaman ilk hamleyi biz yapalım."

İlteriş, bir süre genç adamı süzdü ve başını salladı. "Doğru. Amerika bizim peşimize düştüyse, biz de onları gölgeden izlemeliyiz."

Ben hâlâ nefesimi kontrol etmeye çalışırken, Ulaş omzuma bir kez daha vurdu.

"Şimdi savaş zamanı, Altay. Ama öfkeyle değil, akılla kazanacağız."

Ve ben, bir kez daha odaklanarak, bu oyunun sonunu düşünmeye başladım.

Şahmaran bir hedef olmaktan çıkmıştı. Şimdi, Amerika'nın nasıl bir hamle yapacağını çözmeliydik.

Herkes bana bakıyordu.

Ulaş, İlteriş, Burak ve diğerleri.

Öfkemin dizginlerinden kurtulup bambaşka birine dönüştüğümü biliyorlardı.

Ama umurumda değildi.

Genç adam hâlâ yerde öksürerek nefes almaya çalışıyordu. Gözleri korkuyla açılmıştı, benden kaçacak yer arıyordu.

Bir adım attım, gölge gibi üzerine çöktüm.

Sesim buğulu, soğuk ve kesin bir tehditti.

"Şahmaran nerede?"

Adam başını iki yana salladı, konuşmak istiyordu ama dili tutulmuş gibiydi.

"Kimlere çalışıyorsun?" diye tısladım, elimi yakasına attım ve yüzünü kendime çevirdim.

Gözleri panikle titredi, yutkundu.

"Bak, bak... Yemin ederim bilmiyorum! Ben sadece mesajı ileten kişiyim!"

Burak arkadan iç çekti. "Abi, bunun bildiği bir şey yok. Harcıyorsun enerjini."

Gözlerimi kıstım.

Yalan söylüyordu.

Bu korku, hayatta kalmaya çalışan bir adamın korkusuydu ama içinde bir şey daha vardı: Gerçeği saklamanın verdiği yük.

Yakasını daha da sıktım. "Bana bak lan!" dedim dişlerimin arasından. "Şahmaran’a ulaşmazsam, sana nasıl zarar vereceklerini sanıyorsun?"

Beni gözleriyle ölçtü.

Ve orada, benden daha çok korktuğunu gördüm.

İlteriş kollarını göğsüne kavuşturdu, "Altay, adamı konuştur. Zaman kaybediyoruz." dedi sakin ama sert bir sesle.

Eğildim, ağır ağır fısıldadım:

"Benim kim olduğumu biliyor musun?"

Genç adam kafasını salladı, yüzü bembeyazdı.

"O zaman biliyorsundur. Seni konuşturmanın bin yolunu bilirim."

Yutkundu. "Ben... Ben sadece bağlantıyım! Ama..."

Duraksadı. Gözleri sağa sola kaydı.

"Ama ne?"

Kafasını eğdi, titreyen sesiyle devam etti:

"Şahmaran’ı bulamazsınız. Çünkü o sizi çoktan buldu."

Ve işte o an, telsizimden ince bir cızırtı yükseldi.

Ardından, tek bir cümle:

“Geç kaldınız.”

Ve karanlıkta bir gölge kıpırdadı.

Telsizden gelen ses beynimde yankılanırken, elim hâlâ adamın yakasındaydı.

Geç kaldınız.

Bu iki kelime, savaş alanında kurşun sesinden daha keskin geldi.

Hemen doğrulup, gece görüş gözlüğümü tekrar aktifleştirdim. Karanlığın içinde bir hareket vardı.

Ama çoktan planlanmış bir şeydi bu.

İlteriş anında pozisyon aldı, Burak silahının namlusunu gölgeye çevirdi. Herkes tetikteydi, ama içimde bir his vardı: Bizi buraya getiren kişi, şimdi izliyordu.

Şahmaran.

Yüzümü tekrar genç adama çevirdim, ama bu sefer yakasını bırakmıştım.

“Şimdi konuş,” dedim, sesim ölüm kadar soğuktu. “Kim bizimle oynuyor?”

Gözleri korkuyla büyüdü, konuşmaya hazırdı, ama bir şey onu durduruyordu.

Tam o anda, çatıdan metal bir sürtünme sesi geldi.

Keskin bir ‘klik’.

Keskin nişancı.

Zaman dondu. Gözüm o saniyede adamın alnına gitti.

Bir noktaya odaklanmıştı.

Kendi ölümünü gördü.

Ve ben, o an her şeyi anladım.

Şahmaran bizi buraya çekmişti. Ama gerçek hedef biz değildik.

Bize bilgi sızdırması muhtemel olan son kişiyi, kendi elleriyle öldürmek istiyordu.

Ağzımı açıp bağırmadan önce, silah sesi havayı yardı.

Tek, temiz bir atış.

Ve adam, hiçbir tepki veremeden, sırtüstü yere düştü.

Gözleri açık, ağzı aralık.

İçimde bir şey buz gibi oldu. Öfke değil. Hayal kırıklığı değil.

Tam bir savaşın içine çekildiğimizi fark ettiğim o berrak, soğuk an.

Ulaş hemen yere çöküp cesedi kontrol etti. Ama gerek bile yoktu. Tek kurşun. Tam alın ortası.

İlteriş dişlerini sıkarak fısıldadı: “İzleniyoruz.”

Telsizimden gelen bir başka cızırtı, bu defa daha netti.

Ve ses, benim adımı söyledi.

“Altay Öztürk. Seni izlemek güzeldi.”

Kanım dondu. Bu ses…

Amerika.

Burak, Ulaş, İlteriş bana baktı. Tüm ekip, benim gözlerimdeki şeyi gördü.

Bu, sadece bir operasyon değildi artık. Bu, kişisel bir hesaplaşmaydı.

Telsizdeki ses hafifçe güldü.

"Hadi bakalım, oyuna devam edelim."

Ve sonra, telsiz bağlantısı kesildi.

Hava ölüm gibi sessizdi.

İlk hamleyi yapmışlardı.

Şimdi sıra bizdeydi.

Gözlerimi yavaşça timin üzerinde gezdirdim.

Burak, İlteriş, Ulaş, Tim. Hepsi sessizdi. Ama o sessizlik, korkudan değil, bir fırtınanın tam merkezinde olduğumuzu anlamaktan kaynaklanıyordu.

Amerika.

Bu adamın yaşıyor olmasını sindirmek bile yeterince zorken, şimdi onun oyunun başında olduğunu görmek...

Derin bir nefes aldım. İçimde bir şeyler çatırdıyordu.

Bu sadece bir operasyon değildi. Bu bir hesaplaşmaydı.

Ve ben, o hesaplaşmaya hazır mıydım?

Beni öldü bildiklerinde bile geri gelmiştim. Şimdi, gerçekten ölmeden önce bu oyunu kazanmam gerekiyordu.

Ama vaktimiz yoktu.

Şahmaran’ın yerini bulmalıydık.

Çünkü onu bulmadan, Amerika’ya ulaşamazdık.

Mustafa Kemal’e döndüm, “Uydu bağlantımız var mı?” diye sordum.

Başını salladı, hızla dizüstü bilgisayarını açtı. Şahmaran’ın kaçabileceği rotaları çıkarmamız gerekiyordu.

Burak hemen devreye girdi. "Eğer bizi buraya çekip son adamını temizlediyse, bu adam artık bu bölgede değil. Ama gitmeden önce bir iz bırakmak zorunda kaldı."

İlteriş derin bir nefes aldı, “Şahmaran’ın kaçışı planlanmıştı. Onu Amerika’ya götürmeyeceklerdir. Ama bir sonraki durağı ne?” diye mırıldandı.**

Düşündüm.

Şahmaran, bir fare gibi deliklerde yaşardı. Amerika ona güvenmezdi, ama onu bir süre daha canlı tutacakları kesindi.

Sonra, zihnimde bir ampul yandı.

“Şahmaran kaçmadı.”

Tüm gözler bana döndü.

“Ne demek kaçmadı?” dedi Ulaş, kaşlarını çatarak.

Telsizdeki ses kulağımda yankılanıyordu: "Seni izlemek güzeldi."

Bu, bir adamın kaçarken arkasına bakıp konuştuğu bir söz değildi.

Bu, çok daha büyük bir planın parçasıydı.

Başımı kaldırdım, tüm timime tek tek baktım.

"Şahmaran bir yerlere gitmedi. O zaten burada. Ve eğer Amerika bizimle oynuyorsa, bizi onun ayağına götürecekler.

İlteriş derin bir nefes aldı, Burak sigarasını çıkardı ama yakmadı. Bu işin kokusunu hepimiz almıştık.

Ulaş yavaşça kafasını salladı. “Yani, düşman hattının içine çekiliyoruz.”

Tüm parmak izlerini sile sile, iz bırakmadan yaşamış bir adam…

Ve şimdi, onun bizi bulmasını beklemek zorundaydık.

Amerika’yı bulmak için önce Şahmaran’ın gölgesine girmemiz gerekiyordu.

Ama asıl soru şuydu:

Şahmaran’ın gölgesine giren bir adam, oradan sağ çıkabilir miydi?

Telsiz sustu, ama ses kafamın içinde yankılanıyordu.

“Seni izlemek güzeldi.”

Amerika, beni öldü bildiği yerden geri döndüğümü biliyordu. Bu bir mesaj değil, doğrudan bir meydan okumaydı.

Ve biz, artık bir operasyonda değil, kontrolü çoktan elimizden alınmış bir satranç oyunundaydık.

Ama ben bir askerdim. Satrançta vezir oynayanlara karşı, piyonları kurban ederek kazanmaya alışkındım.

Yavaşça İlteriş’e döndüm. “Şahmaran bizi bekliyor.”

Kaşlarını kaldırdı. “Nerede?”

Burak iç çekti, "Bizi kendi ayağına götürecek diyorsun. Ama bu bir tuzak."

Gülümsedim, "Biliyorum."

Ulaş gözlerini kıstı. “Tuzak olduğunu bildiğimiz halde, yine de gidiyoruz, öyle mi?”

İlteriş tüfeğini hafifçe yukarı kaldırdı. “Biz hayatta kalmayı tuzaklardan öğrenmedik mi?”

Etrafıma baktım. Tim hazırdı.

Şahmaran bizi istiyordu. Ona gidecektik. Ama onun sandığı gibi değil. Kendi şartlarımızla.

Elimi telsize götürdüm.

"Amerika, oyunu başlattın. Şimdi hamlemizi izle."

Telsizden bir süre sessizlik geldi.

Ve sonra…

“Gel bakalım, Altay. Seni bekliyoruz.”

Şahmaran’ın yerini öğrendiğimiz an, bizim için yeni bir oyun başlayacaktı.

Ama kim avdı, kim avcı?

Bunu belirleyecek olan biz olacaktık.

"Epstar'da görüşürüz."

Ses kulağımın içinde yankılandı. Sadece bir cümle, ama tüm dengeleri değiştirecek kadar güçlü.

Tam o anda, tavandan bir şey süzülerek aşağı indi.

Bir posta güvercini.

Burak küfrederek geri çekildi. "Bu ne lan?"

Güvercin, yere konduğunda ayağına bağlı küçük bir rulo fark ettim.

İlteriş hızla eğilip parşömeni çözdü, gözleri bir anlığına dondu.

Sonra bana uzattı. “Açık oynuyorlar, Altay.”

Kağıdı açtım.

Epstar Adası’nın koordinatları.

Net. Açık. Gizlenmemiş.

Amerika, şimdi bizi resmen davet ediyordu.

Ama bu dümdüz bırakılmış koordinatlar, bir davetiye değil, bir kapanın içine atılan yemdi.

Şerefsiz, bizi hemen harekete geçmeye zorlamaya çalışıyordu.

Ama biz acemi değildik.

Kağıdı buruşturup ceketimin cebine tıktım.

"Bizi oraya çekmeye çalışıyorlar. Ama biz planlarını bozacağız." dedim, sesim artık kesin ve soğuktu.

Telsizimi açıp sert bir emir verdim.

"Hemen helikoptere. Şimdi çıkıyoruz."

Burak kaşlarını kaldırdı. “Direkt mi gidiyoruz?”

Gözlerimi ona çevirdim. “Hayır. Onların bizi beklediği gibi gitmeyeceğiz.”

İlteriş hafifçe gülümsedi. "Büyük bir planın var, değil mi?"

Başımı salladım. "Bu sefer av biziz gibi görünüyor. Ama unutmasınlar… Av, avcıyı ters köşeye düşürebilir."

Ve böylece, Epstar'a gitmek için yola çıktık. Ama Amerika'nın sandığı gibi değil.

Kendi oyunumuzla.

Helikoptere bindiğimizde, ilk iş olarak pilotlara döndüm.

"Bizi gizlenebileceğimiz bir yere götürün."

Düşman bizi bekliyordu. Bunu biliyorduk. Ama onlar bizim nerede olduğumuzu bilmemeliydi.

Pilot telsizden birkaç kısa kod geçti, ardından rotayı değiştirdi.

Bizi, haritalarda adı bile geçmeyen kayıp bir çölün üzerine getirdiler.

Sessizlik. Sonsuz kum. Hiçbir şey.

Tam ihtiyacımız olan yer.

Helikopter havada sabitlenirken, bizi tam bir kör noktaya soktular. Buradan bir hareket izlenemezdi, çünkü burada hareket edecek hiçbir şey yoktu.

Masadaki bilgisayarı hızla açtım. Epstar’ın koordinatlarını bilgisayara attım ve direkt MİT sistemine yükledim.

Birkaç saniye geçti.

MİT’ten cevap geldi:

“Ne yapmayı düşünüyorsun?”

Hızla yazdım.

"Avlanmayı. Ama dişi kurtla."

Birkaç saniye içinde ekran titredi ve cevap geldi:

"😘"

Gülümsedim.

Dişi kurt…

Demek ki yalnız değildik.

Başımı kaldırıp timime döndüm. Herkes gözlerini bana dikmişti.

"Burada bir müddet konaklayacağız," dedim. "Rahatınıza bakın. Ama gözünüzü açık tutun. Çünkü biz beklerken, avcıyı av yapmak için plan kuracağız.”

Burak hafifçe sırıttı. “Kurt sürüsü beklemede, öyle mi?”

İlteriş kollarını göğsüne sardı. "Peki, dişi kurt bizimle mi?"

Gülümsedim. "Biz çağırdık. O da gelecek."

Ve şimdi, biz av gibi görünürken avcının tuzağını hazırlıyorduk.

Dişi Kurt, Epstar’daki satılık kadınların arasına karışacak ve kendini Amerikanın gözüne sokacaktı.

Bu, büyük risk taşıyan bir plandı. Ama başka seçeneğimiz yoktu.

Epstar, sadece bir deney ve kaçakçılık merkezi değildi. Aynı zamanda, dünyanın en karanlık adamlarının eğlence yeri olarak kullanılan bir mezbahaydı.

Ve orada “satılık” olarak görünen her şey, aslında birer mahkûmdu.

Dişi Kurt, içeri sızmak için en iyi yöntemi seçmişti. Çünkü bizi içeri almazlardı. Ama "yeni gelen bir malı" mutlaka değerlendirirlerdi.

Bilgisayarımın başında hızla MİT’e mesaj attım:

“Kadın tacirleri hangi rota üzerinden çalışıyor?”

Cevap gecikmedi.

“Üç farklı hat var. Biri Akdeniz’den, biri Afrika’dan, biri de Avrupa üzerinden.”

Gözlerimi kıstım.

Epstar’a en güvenli ve fark edilmeden girmenin tek yolu, içeriden kabul edilmekti.

Ve Dişi Kurt bunu yapacaktı. Kendini Amerikanın gözüne sokacak, içeriden bize bilgi akıtacaktı.

Telsizimi elime aldım, şifreli frekanstan kısa bir mesaj gönderdim:

"Av başladı. Avcıyı kendine çektikten sonra işaret bırak."

Dişi Kurt mesajı almıştı.

Ve biz, Epstar’daki Amerikanın gerçek yüzünü görmek için harekete geçmeye hazırdık.

Dişi Kurt, sadece içeri sızmayacak, aynı zamanda bizim gözümüz ve kulağımız olacaktı.

Epstar, Amerika’nın gölgesinde çalışan dünyanın en karanlık örgütlerinin buluşma noktasıydı. Buraya girmenin en iyi yolu, görünmez olmaktı.

Ama Dişi Kurt görünmez olmayacaktı. Tam tersine, kendini Amerikanın gözüne sokacak, ona fark ettirecek, güvenlerini kazanacak ve içeriden delik açacaktı.

Telsizden kısa bir mesaj geçti:

“İçeri alındım.”

Bu, planın ilk aşamasının başarılı olduğu anlamına geliyordu.

Hemen ardından güvenli hatta bir bildirim düştü.

Dişi Kurt’tan ilk görüntü geldi.

Bilgisayarımda açtım. Görüntü düşük ışıklı, puslu bir odadaydı. Kırmızı kadife koltuklar, loş sarı lambalar, duvarlara zincirlenmiş kadınlar…

Yan tarafta ise iki adam oturuyordu.

Ve biri, Amerikanın ta kendisiydi.

İlteriş ekrana yaklaştı, gözlerini kıstı. "Şerefsiz sapasağlam, üstelik hiç saklanmıyor bile."

Burak sigarasını yaktı, ama dudaklarının kenarı öfkeyle gerilmişti. "Bu herifin ölmesi gerekiyor, Altay."

Ulaş, dikkatle ekrana baktı. "Dişi Kurt bize doğru bilgiyi verirse, tek bir kurşunla bu işi bitiririz."

Ama ben, sadece öldürmekle yetinmeyecektim.

Amerika’nın oradaki varlığı tek başına bir şey ifade etmiyordu. Bize daha büyük bir şey lazımdı.

Epstar’daki sistemin çöktüğünü dünyaya kanıtlayacak bir kayıt.

Dişi Kurt, sadece fotoğraf ve video göndermeyecek, Amerikanın en büyük açığını bulacaktı.

Ve biz, o açığı bulduğumuz an hamlemizi yapacaktık.

Mesajı hızla yazdım:

"Bize kanıt bul. Onları dünyaya gösterecek bir şey. Ve kaçış rotanı hazır tut."

Şimdi beklemeliydik.

Ama avcılar artık pusudaydı.

 

Zaman geçiyordu. Dişi Kurt içerideydi, Amerika ise bizi izlediğini düşündüğü oyunun tadını çıkarıyordu.

Ama biz, görünmez olmayı seçmiştik.

Gece çökmeye başladığında, çölün ortasında küçük bir ateş yaktık.

Sıcaklık hızla düşüyordu, ama konuşmamız gereken çok şey vardı.

Burak konserve kutularını ateşin yanına dizdi, metal yüzeyleri ısınırken elini ovuşturdu. “Böyle beklemek içimi kemiriyor, Altay.”

İlteriş yere çömeldi, elindeki çakıyı bir taşın üzerinde gezdirerek gözlerini ateşe dikti. "Bazı savaşlar sabır gerektirir, Burak."

Ulaş çantasından küçük bir ekmek parçası çıkarıp bölüştü. “Beklediğimiz şey bir savaş değil. Onların açığını arıyoruz.”

Konserve kapağını açtım, sıcak buhar yüzüme çarptı. Gecenin soğuğunda bile içimi ısıtmayan tek şey, içimde büyüyen öfkeydi.

Epstar’da neler yaşandığını zaten biliyordum. Ama kanıt istiyordum.

Dişi Kurt’tan bir mesaj gelmeliydi. Ama henüz sessizlik hâkimdi.

Gözlerimi ateşe diktim.

Ne zaman bir savaşın ortasında beklemem gerekse, hep aynı şey olurdu.

Beklemek, hareket etmekten daha ağır gelirdi.

Ama sabır, en büyük zaferleri getiren şeydi.

Burak kaşığını konserveden kaldırıp sertçe yere sapladı. "Ne zaman harekete geçiyoruz?"

Elimi ateşin üzerinden geçirdim, avuçlarımdaki ısıyı hissettim.

Sonra, telsizden gelen o cızırtılı ses her şeyi değiştirdi.

"Kanıt elimde. Ama çabuk olmalısınız. Beni fark ettiler."

Ateşin başında herkes aynı anda doğruldu.

İlteriş gözlerini kıstı. “Hadi bakalım.”

Burak, tüfeğini yerden alıp omzuna astı. "Bizi izleyen avcıyı ters köşeye düşürme vakti geldi."

Telsizi sıkıca tuttum. “Dişi Kurt, sana geliyoruz.”

Konserve yemek bitmişti. Ama asıl av şimdi başlıyordu.

İdlib’den havalanırken, helikopterin içindeki sessizlik, fırtına öncesi bir huzursuzluk gibiydi.

Kuzey Atlas Okyanusu’na doğru ilerlerken, yakıtımız gidiş-dönüş için yeterliydi. Extra yakıt takviyesi yapmıştık.

Ama bizim için asıl önemli olan şey, Dişi Kurt’un gönderdiği görüntülerdi.

Epstar’ın karanlık yüzü, artık gizli bir gerçek değildi.

Dişi Kurt’un gönderdiği dosyaları MİT sistemine yüklediğimde, bir dakika bile geçmeden mesaj geldi.

“Elimizde bomba var, Altay. Ne yapmayı düşünüyorsun?”

Buna ihtiyacım vardı.

MİT’in bana verdiği milyarlık hesaptan, Dişi Kurt’un sağladığı delilleri finanse edecek şekilde dağıtım yaptım.

Uluslararası İnsan Hakları örgütleri, savaş muhabirleri ve en önemlisi: Büyük İyilik Örgütü.

Bu örgüt, dünyanın en pis işlerini ortaya çıkaran, uluslararası adaletin gizli silahıydı.

Ama sadece sözle hareket etmezlerdi. Onların tuttuğu paralı askerler de vardı.

Ve şimdi, Epstar’a doğru hareket ediyorlardı.

Ama bizim için birinci öncelik Dişi Kurt’u oradan sağ çıkarmaktı.

Ve sonra… Yok etmemiz gereken tek bir adam kalacaktı.

Amerika.

Bu, bir operasyon değil, küresel bir hesaplaşmaydı artık.

Ve biz, bu defa sadece hayatta kalmak için değil, tarihte bir kara lekeyi sonsuza kadar silmek için gidiyorduk.

Epstar’a yaklaşıyorduk.

Kuzey Atlas Okyanusu’nun üstünde, karanlık suyun üzerinde uçarken, içerideki herkesin nefesi senkronize olmuş gibiydi. Kimse konuşmuyordu.

Bu, tarihi değiştirecek bir operasyondu.

Bu, sadece bir hesaplaşma değil, dünyanın en karanlık gölgesine saplanan bir hançerdi.

Ve biz, o hançeri saplamaya gidiyorduk.

Telsizden şifreli bir mesaj geçti:

"Kurt hala yaşıyor. Ama zamanı daralıyor."

Dişi Kurt, bize zaman kazandırmıştı ama artık o da fark edilmişti.

İlteriş başını kaldırdı. “Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz.”

Burak gözlerini kıstı, silahının şarjörünü kontrol etti. “Önemli değil. O adaya giriyoruz.”

Ulaş telsizi kaldırdı, “Büyük İyilik Örgütü’nden gelen rapor ne durumda?”** dedi.**

MİT bağlantısından anında cevap geldi:

“Paralı askerler harekete geçti. Bölgeye yaklaşmaya başladılar. Ama düşman uyanırsa, her şey kontrolden çıkar.”

Lanet olsun.

“Uyanmadan bitirmeliyiz,” dedim sert bir sesle.

Helikopterin kokpitine geçtim, pilot ters aynadan bana baktı. "Komutanım, giriş planı?"

Okyanusun ortasında, haritalarda bile görünmeyen lanetli bir ada.

Epstar.

Önden giremezdik.

Bizi bekliyorlardı. Amerika, oyunun başında olduğunu sanıyordu.

Ama biz, oyunu bozmak için geliyorduk.

Plan netleşti. İki aşamalı saldırı yapacaktık.

Dişi Kurt’a ulaşıp onu çıkaracağız.

Ve sonra...

Epstar’ı, adını tarihten silecek şekilde yakacağız.

Başımı kaldırıp timime baktım.

“Beyler, buradan sağ çıkmak ikinci plan. Önceliğimiz, bu adayı bir daha kimsenin göremeyeceği hale getirmek.”

Burak gülümsedi, “Yani, cehennemi üstlerine indireceğiz?”

Silahımı sıktım. “Aynen öyle.”

Telsizden bir son mesaj geldi.

“Altay, artık yalnız değilsiniz. Dünya izliyor.”

Ve biz, tarihin en büyük karanlığını sona erdirmek için Epstar’a iniyorduk.

Epstar’a indik.

Biz en öndeydik.

Ama arkamıza baktığımda, gölge gibi büyüyen bir kuvvet vardı.

Paralı askerler. Ölümle pazarlık yapmayı bilen adamlar.

Büyük İyilik Örgütü’nün savaşçıları. İçinde hem eski özel kuvvetler hem de adalet için silah kuşanmış adamlar vardı.

Ve biz, bir avuç adam olarak çıktığımız bu yolda, artık bir ordu gibi ilerliyorduk.

Hepimiz siyahtık. Ölüm gibi. Gölge gibi.

Ve biz buraya, Epstar’ı tarihten silmeye gelmiştik.

İlk temas noktasına geldiğimizde, örgüt liderleri sıralanmış halde bizi bekliyordu.

Bize selam verdiler.

Ama bu selam, sıradan bir askerî selam değildi.

Bu, bir devrim öncesinde, savaş başlamadan önce verilen sessiz bir yemin gibiydi.

İlteriş yanımda durdu, fısıltıyla sordu:

“Altay, düşman ne kadar büyük?”

Gözlerimi kısarak adanın iç tarafına baktım.

Epstar, sadece bir ada değildi.

Burası, dünya düzeninin en kirli sırrıydı.

Ama biz, o sırrı açığa çıkarmaya değil, tamamen yok etmeye gelmiştik.

Telsizimden Dişi Kurt’un sesi geldi:

“Altay, içeride kıyamet kopmak üzere. Ama sana bir şey gönderdim. Şimdi izle.”

Telefon ekranımda bir video açıldı. Ve o an, savaşın şekli değişti.

Amerika…

Bizzat oradaydı.

Sadece bir gölge değil. Bir hayalet değil.

Gerçekti.

Ve artık bizim elimizden kaçacak yeri yoktu.

Gözlerimi timime çevirdim. Bütün ekip hazırdı.

Paralı askerler, tüfeklerini kaldırdı.

Ve ben, soğukkanlı bir sesle, bu gece cehennemin Epstar’da kurulacağını ilan ettim:

''İçeri giriyoruz. Geri dönüşü yok.”

Örgüt liderleri onay verdiği an, harekât fiilen başladı.

"İLERİ!" diye bağırdım ve tüm kuvvet hızla harekete geçti.

İleri unsurlar, özel kuvvet timleri ve paralı askerlerden oluşan saldırı grubu ön safta mevzilendi. Herkesin görevi netti: Hızlı ilerle, temizle, alanı tut.

Tanklar devreye girdi. Zırhlı unsurlar, batı hattında konuşlanarak doğrudan ateş desteği sağlamaya başladı.

"Sektör Alfa, hareket et! Bravo ve Charlie, yan unsurlarınızı koruyun!" diye bağırdım.

İlteriş, SIG MCX tüfeğini omzuna yaslayarak sol kanadı tutan ekibe liderlik etti.

Burak, M249 hafif makineli tüfeğini kurup baskı ateşine geçti. "İleri hareket! Siper al, temas var!" diye bağırdı.

İlk teması sağladık.

Epstar’ın güvenlik güçleri ve paralı askerleri, dış çevredeki kontrol noktalarına konuşlanmıştı. Ama bizimle çatışmaya hazır değillerdi. Onlar, bizi bekliyordu ama bu kadar büyük bir gücün üzerlerine çullanacağını hesaplamamışlardı.

"TANKLAR, ATIŞ SERBEST!" diye bağırdım.

M1 Abrams tankları, 105 mm’lik toplarıyla sahilin iç kısmındaki beton siperleri paramparça etti.

İlteriş telsizden geçti: "Sektör Alfa, ileri! Savunma hattı çöküyor!"

"Bravo, sol kanadı temizle! Charlie, sağdan ilerleyin!"** dedim, taktiksel ilerleme talimatlarını verirken harita ekranını tarıyordum.**

Ulaş telsizi açtı. "Epstar içeriden alarm vermiş olmalı. Hareketlenme tespit ediliyor!"

Bu, beklediğimiz şeydi. Şimdi tamamen düşman bölgesindeydik.

Bir helikopter sesi duyduk, yukarı baktığımda düşman unsurlarına ait bir AH-6 Little Bird alçaktan uçuyordu.

Burak telsizden geçti: "Havadan tehdit var! Omuzdan atılan füzeye ihtiyacımız var!"

"AT-4 hazır!" diye bağırdı paralı askerlerden biri ve omzuna füze sistemini yerleştirdi.

"Kilitle… Kilitle… ATIŞ!"

Füze ateşlendi ve helikopterin gövdesine çarparak onu havada infilak ettirdi.

Aşağıdan gelen bir çığlık duyuldu. Düşmanın morali kırılıyordu.

Epstar’ın en dış savunma hattını 15 dakika içinde kırmıştık.

Ama asıl mesele, iç bölgeye girmekti.

"SİPER ALIN! TANKLAR, YAVAŞ İLERLEYİN! MİT destek timleri, giriş noktasını belirleyin!"** diye talimat verdim.

Ve o an telsizime Dişi Kurt’un sesi düştü:

"Altay, içeride seni bekliyorlar. Ve Amerika burada. Direkt merkeze yönelin, zamanı yok."

Gözlerim kısıldı. Bütün savaş buydu.

Şimdi, en karanlık noktaya ilerliyorduk.

Ve bu, ya bizim sonumuz ya da tarihin en büyük temizliği olacaktı.

"İLERİ! TEMİZLE VE DEVAM ET!" diye bağırdım ve ekip hızla pozisyon aldı.

Önümüzde cehennem vardı, ama biz cehennemin içinden geçmeye alışkındık.

İlteriş, SIG MCX tüfeğiyle iki nöbetçiyi tek atışla indirdi. Burak, M249’un namlusunu kızartana kadar bastı.

"TEMAS VAR! DİKKAT!" diye bağırdı Ulaş.

Epstar’ın iç savunma hattı devreye girmişti. Keskin nişancılar binaların üzerine mevzilenmiş, makineli tüfek yuvaları aktif hale getirilmişti.

Ama biz durmadık.

"Sektör Alfa, bastırma ateşi! Bravo, yan hatları temizleyin!" dedim, ilerlerken MP7’mi kaldırıp iki adamın göğsüne ikişer mermi bıraktım.

Silah sesleri, patlamalar, çığlıklar… Epstar titriyordu.

Bu, onların beklediği bir operasyon değildi.

Bu, onların mezar kazıcılarıyla tanıştıkları andı.

Burak telsize geçti: "Sol tarafta ağır makineli tüfek yuvası var, orayı temizlememiz lazım!"

Telsizi aldım, paralı askerlere seslendim: "ROKET EKİBİ! 12. DERECEDEKİ MEVZİYİ VURUN!"

Bir RPG ateşlendi, makineli tüfek yuvası patlayarak paramparça oldu.

İlerlerken bir kapı açıldı, içeriden 5-6 düşman unsuru çıktı. Ama Ulaş hızlıydı.

"BOMBA ATIYORUM! SIĞIN!"

El bombası içeri düştü, bir saniye sonra kulakları sağır eden bir patlama oldu.

Kapıdan artık kimse çıkamayacaktı.

Savaş ilerledikçe, düşman paniklemeye başladı.

Biz durmadan öldürüyor, ilerliyor, temizliyorduk.

Geri dönüş yoktu.

Sonunda, ana binaya sadece 200 metre kala Dişi Kurt’tan tekrar telsiz aldım.

"ALTAY! AMERİKA İÇERİDE! ELİNİ ÇABUK TUT!"

İlteriş yanıma geldi, nefesi hızlanmıştı. "Orospu çocuğunu yakaladık mı?!"

Silahımı sıktım, gözlerimi Epstar’ın ana binasına diktim.

"Beyler, oyunun finaline geldik. Amerika içeride. GİRİYORUZ!"

Ve biz, kurşunların arasından geçerek, tarihin en büyük şeytanını yok etmek için son adımı atmaya başladık.

Epstar’ın ana binasına yaklaştıkça, bunun bir bina değil, lanet bir saray olduğunu gördüm.

Taş duvarlar, altın işlemeli sütunlar, devasa kapılar…

Fakirden çalıp, çocukları köle edip, dünyayı sömürerek burada yaşamışlardı.

İçimden küfür ettim.

"Şerefsizler… Fakirden çalıp, burada saray kurmuşlar."

İlteriş yanımda yürürken dişlerini sıktı. "Bu yerin içindekilerle birlikte yanması lazım, Altay."

Burak tükürdü, "Bu kadar lükse bak… Kaç canın üzerine kurulu lan burası?"

Ama şimdi burayı cehenneme çevirecektik.

Telsizden Dişi Kurt'un sesi geldi:

"Amerika üst kattaki toplantı odasında. Yanında ağır silahlı adamları var. Zamanımız daralıyor."

Telsizi sıktım. "Tamam. Sona geldik."

Ulaş ekibi topladı. "Hızlı ve sert girmeliyiz. Burayı bir savaş alanına çevireceksek, en tepeyi önce ele geçirmeliyiz."

Başımı salladım. "Orospu çocuğunu canlı istiyorum. Çünkü bu pisliğin her sırrını öğreneceğiz."

Burak gülümsedi, "Öldüremeyecek miyiz?"

İlteriş kaşlarını çattı, "Öldüreceğiz. Ama önce konuşacak."

Herkes hazırdı. Kapılar devrilecek, kurşunlar konuşacak, Epstar’ın saltanatı bitecekti.

Ve biz, tarihin en kirli adamını kendi sarayında yok etmek için içeri giriyorduk.

 

Epstar’ın devasa kapıları önümüzde yükselirken, içimdeki öfke katlanarak büyüyordu. Bu, bir bina değildi. Bu, acı ve kanla inşa edilmiş bir imparatorluktu. Çocukların çığlıkları, kaybolan hayatlar, açlıktan ölen masumlar… Hepsi, bu lanet sarayın duvarlarında yankılanıyordu. Ve biz buraya, sadece bir adamı almak için değil, bu iğrenç düzeni sonsuza kadar yıkmak için gelmiştik.

"GİRİYORUZ!" diye bağırdım ve İlteriş, çantasından C-4 patlayıcıyı çıkardı. Kapının menteşelerine dikkatlice yerleştirip geri çekildi. “Patlat!” dedim. Kulakları sağır eden bir patlama yankılandı ve ahşap kapı, metal destekleriyle birlikte devrildi. Duman ve toz arasında hızla içeri daldık.

İlk temas sertti. Koridorları dolduran paralı askerler ve özel muhafızlar, bize karşılık vermek için önceden yerleşmişlerdi. Burak’ın M249’u kükredi, kurşunlar mermer sütunları delip geçerken düşman unsurlarından üç tanesi anında yere serildi. Ulaş birini omzundan vurdu, adam çığlık atarak geriye düştü ama arkadan gelenler vardı. Düşmanlarımız iyi eğitilmişti, saklanmıyorlardı, geri çekilmiyorlardı. Onlar da ölmeye hazır gelmişti.

İlteriş hızla sağ koridora dalarak bir adamın boğazına bıçağını sapladı, silahını kaptığı gibi kafasına tek bir kurşun sıktı. “Temizle, ilerle!” diye bağırdı. Telsizimden Dişi Kurt’un sesi geldi, nefes nefeseydi. “Altay, yukarı çıkmaları için bir yol bırakmayacaklar. Amerika'yı buradan çıkarmaya çalışıyorlar!” Küfür ettim, gözlerimi binanın yukarı katlarına diktim. Zamanımız azalıyordu.

"Sağ kanadı tutun! Merdivenleri kapatın!" diye bağırdım. Adamlarını kaybeden düşman, şimdiden geri çekilmeye başlamıştı. Ama biz biliyorduk, bu bir taktikti. Bizi yukarı çekip kapana kıstırmak istiyorlardı. "Bizi yukarıya çekmeye çalışıyorlar!" diye bağırdım, ama geri çekilmek yoktu. Burası bir ölüm tuzağıysa, onu bozarak ilerleyecektik.

Tam o anda, tavan delindi. Helikopter sesi duyduk. Yukarıdan halatlar sarkıtılıyordu. Amerika’yı alıp kaçırmaya çalışıyorlardı! "Lanet olsun! Çabuk olun!" diye bağırdım. İlteriş hızla RPG’yi omzuna aldı, helikoptere kilitlendi ama atış yapamadan içeriden makineli tüfek ateşi başladı. Kurşunlar üzerimizden ıslık gibi geçerken, Ulaş bir adamı göğsünden vurdu, ama kendi de omzuna isabet aldı. Yere düştü, ağzından kan geldi ama dişlerini sıkarak ayağa kalktı. "Devam edin! Ben iyiyim!"

Koşarak yukarı kata çıktık. Koridorlar cesetlerle dolmuştu, yerde kıvranan yaralılar vardı. Biz yukarı çıkarken, Amerika çoktan helikopterin halatına tutunmuştu. Adamları son kalanlarıyla savunma hattı kurmuş, ona zaman kazandırıyorlardı. "Sıkın lan! Yerinizi koruyun!" diye bağırıyordu muhafızlardan biri. Ama nafileydi.

Burak, tabancasını çekip "HAYDİ GÖRÜŞÜRÜZ" diyerek iki kişiyi tek atışla indirdi. İlteriş ve Tim makineli tüfekle baskı ateşi açarken, ben hızla ilerledim. Birkaç metre kala Amerika’nın yüzünü gördüm.

Soğukkanlı. Küstah. Umursamaz.

Beni görünce gülümsedi. "Geç kaldın, Türk."

Öfkemi kontrol edemeden, silahımı kaldırıp bacağından vurdum. Çığlık attı, halatı sıkı tutmaya çalıştı ama gücü yetmedi. Kan kaybediyordu. Helikopter havada sallanırken, aşağı sarkan elleri çaresizce tutunmaya çalışıyordu.

"Beni öldürürsen, sen de tarihten silinirsin." dedi, sesi titrek ama hâlâ meydan okuyordu.

Silahımı alnına dayadım. "Senin tarihin zaten bitti."

Tetiği çektim.

Kurşun, kafatasını delip geçti.

Helikopterin halatından tuttuğu eller gevşedi ve Amerika, 15 metre yükseklikten yere düştü.

Bütün dünya onun öldüğünü görecekti.

Arkamı döndüm, Dişi Kurt nefes nefese yanımıza ulaştı.

"İş bitti mi?" diye sordu.

İlteriş yanan binaya baktı. "Hayır. Bitmedi. Buranın yanması lazım."

Gözlerimi binaya çevirdim. Burası bir saltanat değil, mezarlık olmalıydı.

Telsizimi açtım. "Tüm birliklere duyuru: Bütün sistemleri yok edin. Epstar bugün tarihten siliniyor."

Ve o an, tanklar pozisyon aldı, mühimmat deposuna roketler yağdı, binanın temelleri sarsıldı.

Epstar, yıllarca sömürdüğü masumların kanıyla yükselmişti.

Ve şimdi, bizim cehennem ateşimizle yok oluyordu.

Burası artık yoktu. Ve biz, tarihte bir kara lekeyi sildik.

Epstar cehenneme dönmüştü.

Tüm tim, paralı askerler ve örgüt liderleri çıkış için hızla ilerlerken, elimde tuttuğum patlatma kumandası avucumun içinde ağırlaşıyordu.

Bu tuşa bastığımda, sadece bir bina değil, insanlığın en kirli düzenlerinden biri tarihten silinecekti.

Son kez saraya baktım. Bu duvarların içinde, kaç masum acı çekti? Kaç çocuk bir daha gün ışığını göremedi?

Derin bir nefes aldım. Parmağımı düğmeye bastım.

BOOOM!

Önce yavaş bir sarsıntı.

Sonra yeri göğü inleten patlamalar.

Temeller çökmeye başladı. Altın işlemeli sütunlar paramparça olurken, içeride kalan son molozlar bile gökyüzüne yükselen duman bulutları arasında kayboluyordu.

Biz ileri yürüdük. Ama içimizde o patlamanın ağırlığını taşıyarak.

Tam güvenli noktaya geldiğimizde, hepimiz içgüdüsel olarak aynı şeyi yaptık:

Arkamıza döndük ve Epstar’ın yok oluşunu izledik.

Bu, bir zafer anıydı. Ama aynı zamanda bir hesaplaşmanın kapanışıydı.

Dişi Kurt, patlamanın şiddetiyle yüzüne vuran sıcak havayı hissedip kahkaha attı.

Sonra sevinçle zıplamaya başladı. "Başardık! Allah kahretsin, başardık!" diye bağırıyordu.

O an, bir alkış koptu.

Önce Burak başladı.

Sonra İlteriş.

Sonra Ulaş, tim, paralı askerler, örgüt liderleri…

Ve o alkış, Epstar’ın yok oluşunu kutlayan bir ayin gibi yükseldi.

Bir savaşı bitirmiştik. Ama esas mesele, bundan sonra ne olacağıydı.

Dişi Kurt nefes nefese yanıma geldi. "Peki şimdi ne olacak, Altay?"

Arkamda yanıp kül olan harabeye baktım. Ve sadece bir şey söyledim:

"Şimdi? Şimdi yeni bir dünya kuracağız."

Epstar yok olmuştu. Ama ardında bıraktığı enkaz, kül olup giden binalardan çok daha ağırdı.

Çocuklar…

Güvene alınmışlardı, ama güvenlik fiziksel bir şeydi. Peki ya ruhları?

Savaş alanında çok ceset görmüştüm. Kurşunla delinmiş bedenler, patlamalarla parçalanmış askerler… Ama bu… Bu bambaşkaydı.

Bu çocukların gözleri yaşadıkları cehennemi anlatıyordu.

Kimisi tecavüze uğramıştı.

Kimisi işkenceye maruz kalmıştı.

Kimisi ise akıl almaz deneyler için kobay gibi kullanılmıştı.

Ve kimisi artık konuşmuyordu bile.

Gözleri boş, ruhları çoktan kırılmıştı.

İçim kan ağlıyordu. Öfkemle bir dağ yerle bir edebilirdim, ama bu manzaranın karşısında sadece ellerimi yumruk yapıp dişlerimi sıkabildim.

Hemen tıbbi çadırlar kuruldu.

Doktorlar, hemşireler, gönüllüler… Herkes ellerini kana bulamış bu çocukları temizlemeye çalışıyordu.

Ama bu, sadece bir başlangıçtı.

"Hepsi tedavi altına alınacak. En iyi psikologlar, en iyi doktorlar, en iyi bakım sağlanacak." dedim sert bir sesle. "Onlar için ne gerekiyorsa, iki katını yapacağız."

İlteriş yanıma geldi, o da olanları izliyordu. Gözlerindeki öfkeyi bastırmaya çalışıyordu ama başaramıyordu.

"Geç mi kaldık, Altay?" diye fısıldadı.

Gözlerimi kapattım. Eğer biz bu savaşa daha önce girseydik, belki bazıları kurtulabilirdi.

Ama şimdi hayatta kalanları geleceğe taşımak zorundaydık.

Gözlerimi açtım ve sertçe cevap verdim:

"Hayır. Ama bundan sonra asla geç kalmayacağız."

Yüzümde maske vardı.

Ama bu sefer saklanmak için değil, gerçekleri haykırmak için.

Epstar’ın çöküşü, sadece silahlarla değil, dünyaya açılacak bir gerçekle tamamlanacaktı.

Hızla gözüme lens taktım. Gözlerim bile tanınamaz olmalıydı.

Önümde dizüstü bilgisayar açık duruyordu. Videolar hazırdı.

Çocuklar.

Kanlı hücreler.

Deney odaları.

İşkence alanları.

Ve o lanetli saray.

Her şey kaydedilmişti.

Dünyanın izleyip görmezden geldiği pisliği, suratlarına bir tokat gibi çarpacaktım.

Mikrofonu açtım, ses değiştirme yazılımını aktif ettim.

Ve kayıt başladı.

İngilizce, net, güçlü bir sesle konuşmaya başladım:

“Uyanın, insanlık.

Yeter.

Bütün bu pisliklere, bu sapkınlara, bu katillere prim vermeyi bırakın.

Bugün, size gerçekleri gösteriyoruz.

Bu görüntüler, gizli saklı bir örgüt teorisi değil.

Bu görüntüler, yıllardır her şeyin gözünüzün önünde yaşandığını kanıtlıyor.

İsimleri veriyorum.

Suçlarını tek tek açıklıyorum.

Ve sizden tek bir şey istiyorum: ARTIK GÖRMEZDEN GELMEYİN.”

Önümdeki listeyi açtım.

Ve okumaya başladım.

Ünlüler.

İş adamları.

Modacılar.

Bilim insanları.

Politikacılar.

Hepsinin adını tek tek söyledim.

Ve ardından, işledikleri suçları, bağlantılarını, nasıl çocuk ticareti yaptıklarını, nasıl deneyler yürüttüklerini anlattım.

Hepsinin yüzünü, belgelerini, kanıtlarını ekrana verdik.

Bu bir savaş değildi artık. Bu, insanlığın en büyük pisliğinin ortalığa saçıldığı andı.

Ve geri dönüş yoktu.

“Siz yıllardır sustunuz. Ama biz susmayacağız.”

Videoyu tamamladım.

Ve tek bir cümleyle kaydı bitirdim:

“Dünya izliyor. Şimdi ne yapacaksınız?”

Ve gönder tuşuna bastım.

Bu video, karanlığa atılan bir alev gibiydi.

Ve artık bu yangın durdurulamazdı.

Epstar artık yoktu. Ama biz de artık bu dünyada rahatça nefes alabilecek insanlar değildik.

Bütün kartları masaya açmıştık. Bütün pisliği, dünyanın en büyük oyuncularını, karanlığın ta kendisini ifşa etmiştik.

Ve şimdi? Avcıydık, ama av olmaya da hazırdık.

Telsizi kaldırıp ekibime döndüm. Sesim net, ama içinde bastırılmış bir yorgunluk vardı.

“Çöle geri dönüyoruz. Uzun bir süre saklanmamız gerekecek.”

Kimse itiraz etmedi. Herkes gerçeği biliyordu.

Epstar’ı yıktık, ama biz de artık hedefiz.

Ulaş, tedavisi yapılmış şekilde yanıma geldi. Omzu sarılıydı ama ayakta, sağlamdı.

Hafifçe gülümseyerek "Hâlâ buradayım komutan." dedi.

"Öyleyse, toparlanın." diye emrettim. "Bu cehennemden çıkıyoruz."

Tüm ekip hızla toparlandı. Helikopter motorları çalıştı, son bir kez arkama dönüp küle dönmüş Epstar’a baktım.

Burası artık yok. Ama bu savaş bitmedi.

Ve biz, savaşmaya devam edeceğiz.

Helikopter havalanırken, içimdeki ağırlık hafiflemiyordu. Epstar’ı yok etmiştik, ama bu sadece bir başlangıçtı. Dünyayı sarstık, kirli düzenin maskesini düşürdük ama artık saklanmamız gerekiyordu.

Tam kafamda bir sonraki adımı planlarken, arkadan Burak’ın gevezeliği yankılandı.

“Döner dönmez Burçe’ye evlenme teklifi edeceğim!”

Herkes başını ona çevirdi, İlteriş gözlerini devirdi. “Lan Burak, az önce dünya düzenini sildik, senin tek derdin evlilik mi?”

Ulaş hafifçe güldü, “Bırak lan, adam belki son kez bir şeyleri doğru yapmak istiyor.”

Burak ciddi ciddi düşünüyordu. "Bak, ölümle burun buruna geldik, yine de hayatta kaldım. Bu, işaret değilse nedir? Gidip kıza 'evlen benimle' diyeceğim."

Dişi Kurt kıkırdadı, "Şaka yapıyorsun sanmıştım ama ciddi misin sen?"

Burak omzunu silkti. “Ölmeden önce yapılacaklar listemi tamamlıyorum. Epstar’ı yok ettik, sıra aşk hayatımı düzene sokmakta.”

İlteriş kafasını iki yana salladı, Burak’ın saçma mantığına artık alışmıştı.

Ben hafifçe güldüm, ama içimde fırtına hâlâ dinmemişti.

Epstar bitmişti. Ama bizim savaşımız yeni başlıyordu.

Ve biz döndüğümüzde, dünya artık eskisi gibi olmayacaktı.

Dönüş yolu sessizdi.

Kimse konuşmuyordu. Zaferin sessizliği, savaşın bıraktığı yükten daha ağırdı.

Hâlâ maskeliydik.

Epstar’ı yıkmıştık ama biz artık yüzünü göstermesi sakıncalı adamlardık.

Helikopter çöle yaklaşırken, artık saklanacak bir şey kalmadığını düşündüm.

"Maskeleri çıkarabilirsiniz." dedim, sesim ne yumuşaktı ne de sert.

İlk Burak çıkardı.

Sonra İlteriş.

Ardından Ulaş, Tim, diğerleri...

Ve en son, Mustafa Kemal.

Timin en yakışıklısı.

Sırma sarı saçlar, mavi gözler... İnsan resmen hipnotize oluyordu.

Tamam, İlteriş de sarışındı ama Mustafa Kemal’in ayrı bir cazibesi vardı.

Ama zavallım… Hâlâ platonikti.

Aşık olduğu kadın onun duygularından bile habersizdi.

O sırada Dişi Kurt maskesini çıkardı.

Ve hepimiz şok olduk. Herkes dondu, tek bir kelime bile etmeden ona bakıyordu.

Çünkü Dişi Kurt, Mustafa Kemal’in platonik aşkı, Astsubay Hayat Eroğlu’ndan başkası değildi.

Mustafa Kemal, hayatı boyunca ilk kez gerçekten afalladı.

Gözleri büyüdü, yutkundu, ne diyeceğini bilemedi.

Burak arkadan kahkahayı patlattı. "OĞLUM! LAN SENİN PLATONİK AŞKIN MEĞER BİZİMLE ÇALIŞIYORMUŞ!"

İlteriş sırıttı. "Ve senin bundan haberin bile yokmuş."

Mustafa Kemal kıpkırmızı oldu. Dudaklarını araladı ama tek kelime edemedi.

Hayat kaşlarını kaldırdı, gülümseyerek ona döndü.

“Bir şey mi söyleyeceksin, Mustafa Kemal?”

Ve o an, timin en havalı adamı, ilk kez kelimeleri toparlayamadı.

Hayat gülümsedi.

"Mesajına cevap veremedim, görevdeydim." dedi, sırıtarak.

Mustafa Kemal hâlâ mal mal bakıyordu. Şoktan çıkamıyordu.

Ne bir kelime edebildi, ne de bir tepki verebildi.

Bunu gören Ulaş dayanamadı.

ŞLAAAK!

Ensesine sağlam bir şaplak indirdi.

"Kendine gel lan! Kız sana cevap veriyor!" diye bağırdı gülerek.

Burak kahkahalara boğuldu, İlteriş bile gülümsememek için kendini zor tutuyordu.

Mustafa Kemal gözlerini kırpıştırdı, ama hâlâ aptal aptal bakıyordu.

Hayat, kollarını kavuşturup eğlenceli bir ifadeyle başını yana eğdi.

"Ne oldu? Beklediğin gibi mi çıktım?"

Mustafa Kemal nihayet kendine gelip yutkundu.

"Ben… Şey… Sen... Yani..."

Burak dayanamadı, "Oğlum cümle kur!" diye bağırdı.

Tim kahkahalar içinde kıvranıyordu.

Ama Hayat eğilip gözlerini Mustafa Kemal’in gözlerine dikti ve hafifçe gülümsedi.

"Bence mesajımı artık almışsındır, değil mi?"

Mustafa Kemal’in yüzü kıpkırmızı oldu. Bu sefer Ulaş değil, kaderi tokatlamıştı.

Burak meşhur repliğini yine tekrarlamıştı:

"Eğer öpüşürlerse KUSARIM!" diye abartılı bir şekilde bağırdı. Eli midesinde, yüzünde sahte bir tiksinti ifadesiyle geriye doğru sendeler gibi yaptı.

Mustafa Kemal hâlâ dumur olmuş, Hayat’a bakarken, Tim kahkahalar içinde kıvranıyordu. Ulaş, gülmekten nefessiz kalmıştı.

Ama işin komik tarafı… Bu sefer Burak’ın şaplağı kaçınılmazdı.

Ve o şaplak, tabii ki benim elimden geldi.

ŞLAAAK!

Burak’ın kafası bir sağa bir sola seğirdi, gözleri bir an bulanıklaştı.

"LAN! KİM VURDU?!" diye bağırdı, başını tutarak.

Elimi kaldırıp kendimi işaret ettim. "Ben." dedim dümdüz bir ifadeyle.

Herkes anında kahkahaya boğuldu.

Burak, "Ama neden?!" diye isyan etti.

İlteriş omzuna elini attı, "Senin gibi tipler doğal seleksiyonla elenmeli Burak." dedi ciddiyetle.

Hayat gülerek Mustafa Kemal’e döndü. "Arkadaşların tam bir eğlence kaynağıymış."

Mustafa Kemal ise hâlâ şoktan çıkamamıştı. Adam platonik aşkının Dişi Kurt olduğunu öğrenmişti, beyinde mavi ekran veriyordu.

Burak hâlâ mızmızlanıyordu, kafasına yediği şaplağı unutamamıştı.

Ama ben çoktan başka bir şeye odaklanmıştım.

Bu ekip, cehennemden sağ çıkmıştı.

Ve şimdi, hayatta kalmanın tadını çıkarıyordu.

Sıcak, yüzümüze sert bir tokat gibi çarptı. Ayaklarımız kumun içine gömülürken, gökyüzü uçsuz bucaksız bir ateş denizi gibi üzerimize kapanıyordu.

"Allah’ım, biz neden buradayız?" diye sızlandı Burak, hâlâ kafasına yediği şaplağın etkisinden çıkamamıştı.

İlteriş, gözlerini kıstı ve eliyle ufka işaret etti. "Orada bir yerleşke var gibi görünüyor. Yürümek zorundayız."

Mustafa Kemal hâlâ sessizdi. Adamın aklı başka diyarlardaydı, muhtemelen hâlâ az önceki şokunu atlatamamıştı. Hayat yanına sokulup, "İyi misin?" diye sordu hafifçe gülümseyerek.

Mustafa Kemal irkildi, sonra boğazını temizleyip hızla kafasını salladı. "Evet, evet. Sadece… biraz sıcak çarptı."

Yavuz, ensesinden sızan teri silerken homurdandı. "Sıcak çarptı mı? Lan bildiğin çöle düştük. Adam hâlâ kibar olma derdinde."

Ulaş, matarasındaki son suyu kafasına dikti ve boş şişeyi havaya kaldırdı. "Arkadaşlar, kötü haber. Şu an kelimenin tam anlamıyla susuz bir çölde mahsuruz."

Burak ellerini iki yana açıp bağırdı: "Harika! Ben zaten ölmek istiyordum!"

Gözlerimi devirdim. "Ölmeden önce biraz yürüsek mi?"

Hepimiz içimizden küfrederek hareket etmeye başladık. Kum, adımlarımızı ağırlaştırıyordu ama yapacak başka bir şey yoktu.

Saatler geçti mi, yoksa sadece birkaç dakika mı yürüdük, emin değildim. Zaman kavramı sıcakta erimiş gibiydi.

Sonra…

Uzakta bir şey kıpırdadı.

"Orada bir şey var!" diye bağırdı Hayat, eliyle ufku göstererek.

Gözlerimizi kısıp baktık.

Ve tam o anda, yer titredi.

"Bu bir fırtına değil," dedi İlteriş buz gibi bir sesle. "Bu… bir şey geliyor."

Ve işte o an, hepimiz hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ettik.

Çünkü çöl, sadece sıcak ve kumdan ibaret değildi.

Burası… avlanma alanıydı.

Çölün Ortasında

Haziran ayının sonlarındaydık ve hava bildiğin ateş gibiydi. Çöle inmeden önce, helikopterde hepimiz yüzümüzü ve başımızı örtmüştük. Sıcaktan korunmak için bedeviler gibi giyinmiştik ve şimdi, koca bir kabile gibi görünüyorduk.

Ama burası boş değildi.

Önümüzde, kumların arasında küçük bir aile vardı. En fazla on kişi… Çölün ortasında, sanki bu dünyaya ait olmayan bir sahne gibiydiler.

Biz ise kalabalıktık.

İstiklal Timi tam kadroydu, üstelik aramızda fazladan bir Dişi Kurt da vardı: Hayat.

Mustafa Kemal hâlâ sessizdi. Belki de onun için her şey fazla hızlı gelişiyordu. Hem çöle düşmüştük hem de yıllardır aşık olduğu kadının, hayatındaki en büyük sırrı saklayan kişi olduğunu öğrenmişti. Adamın kafası yanmıştı.

Burak ise her zamanki gibi durumu umursamıyordu. "Bu sıcakta nefes almak bile işkence… Bizi buraya kim attıysa Allah belasını versin." diye homurdandı.

İlteriş, gözlerini kıstı ve aileye doğru bir adım attı. "Dikkatli olun. Onların kim olduğunu bilmiyoruz."

Yavuz omzunu silkti. "Çöldeyiz dostum, karşımıza çıkanı yargılayacak lüksümüz yok."

Aile bizi fark etti.

Bir adam – muhtemelen liderleri – ayağa kalktı. Üzerinde tozlu bir entari vardı, yüzü güneşten yanmıştı. Gözleri sertti ama içinde vahşi bir korku da vardı.

İlteriş onlara yaklaşırken, ellerimizi silahlarımızın üzerine koyduk. Dost mu düşman mı, bilmiyorduk.

Adam gözlerini bize dikti ve sert bir sesle konuştu:

"Siz… kimsiniz?"

Ve işte o an, neyin içine düştüğümüzü anlamıştık.

Çöl, sadece bir çöl değildi.

Burası bir savaş alanıydı.

Adamın konuştuğu Arapçayı duyunca İlteriş hemen devreye girdi, ama bir saniye bile tereddüt etmeden ben de ona katıldım.

"Nahnu mesakin, mülteciler..." diye başladım, sesi kararlı ama dostane tutarak. "Büyük bir kabileydik. Fakat sürgün edildik."

Adam gözlerini kıstı. Bize tepeden tırnağa baktı. Giyimimiz, sayımız, hatta yüzlerimiz bile bir anda farklı bir anlam kazanmıştı onun gözünde. Burada kalabalık bir grup görmek garip olmalıydı.

İstiklal Timi’nin geri kalanı sessizdi ama tetikte bekliyordu. Mustafa Kemal ise hâlâ donuktu, belli ki aklı başka yerdeydi. Hayat, ona belli belirsiz bir bakış attı ama bir şey demedi.

Adam bir adım attı, gözleri hâlâ sorgular şekilde üzerimizdeydi. "Hangi kabiledensiniz?" diye sordu, sesi şüphe doluydu.

Hemen uydurdum. "Büyük bir kabileydik, kuzeyden geldik. Ama topraklarımız elimizden alındı, düşmanlarımız bizi sürdü."

Burak kafasını eğip fısıldadı, "Oğlum ne anlatıyorsun? Adam bizi yiyecekmiş gibi bakıyor."

"Sus ve rol yap," diye mırıldandım dişlerimin arasından.

Adam başını salladı, gözleri daha dikkatli incelemeye başladı bizi. Sonra arkasını döndü ve ailesine birkaç kelime fısıldadı. Onlar da bir anlık tereddütten sonra bize yaklaştılar.

Sonunda adam tekrar konuştu:

"Eğer sürgün edildiyse, açsınızdır."

Ve işte o an, ortamın gerginliği az da olsa dağıldı.

Ama içimden bir his, bunun sadece başlangıç olduğunu söylüyordu.

Kadınlar içeri girip tabaklarla geri döndü. Önümüze koydukları yemekler, basit ama doyurucuydu: biraz hurma, yassı ekmek ve koyun eti. Açtık ve şüpheye düşmeden yedik.

Bu sırada, ailedeki erkeklerle Arapça konuşmaya devam ettik. İlteriş ağırbaşlı duruyordu, ben ise lafları dikkatlice seçiyordum. Ne kadar az detay verirsek o kadar iyiydi.

"Bu çöl tehlikeli," dedi adam, bana sertçe bakarak. "Buraya gelen her yabancı bir şeyden kaçıyordur. Siz kimden kaçıyorsunuz?"

Bir saniyeliğine duraksadım ama çaktırmadım.

"Biz artık kimseyi umursamıyoruz," dedim, omuz silkip hurmadan bir ısırık alarak. "Sadece hayatta kalmaya çalışıyoruz."

Adam gözlerini kıstı, ama daha fazla sorgulamadı.

O sırada kadınlar, Hayat'ı yanlarına çekmişti. Başından beri dikkatle süzüyorlardı onu. Kendi aralarında fısıldaşıyorlardı, sonra bir tanesi Hayat'ın örtüsüne dokunup hafifçe gülümsedi.

Burak dirseğiyle Mustafa Kemal’i dürttü. "Aha, Hayat’ı kaptılar."

Mustafa Kemal, uzun süredir ilk kez gözlerini Hayat’a çevirdi. Kadınlarla beraber biraz uzakta durmuş, hafifçe gülümseyerek konuşuyordu.

Burak sinsice sırıtıp devam etti: "Görüyor musun? Resmen gelin gibi aldılar yanlarına."

Mustafa Kemal cevap vermedi, ama kaşları hafifçe çatılmıştı.

İlteriş araya girdi, Burak’ın saçmalamasına izin vermeden: "Dikkatli olalım. Onların dost olduğundan hâlâ emin değiliz."

Ama içimde bir his vardı.

Bu insanlar dosttu… Ama bizim burada olmamız hâlâ bir sorundu.

Ve çok geçmeden öğrenecektik.

Çölün Misafirleri

Gece çöktüğünde, havadaki kavurucu sıcaklık yerini serin bir esintiye bırakmıştı. Ateşin etrafında oturduk, çöl gecesinin sessizliğiyle birlikte sohbet ettik.

İnsanlar gerçekten zararsızdı. Bizi sorgulamalarının sebebi korkuydu, şüpheli oldukları için değil. Bu kadar sert bir coğrafyada hayatta kalmak kolay değildi ve yabancılara karşı tedbirli olmak zorundaydılar.

Adamın adı Hassan’dı. Küçük ailesiyle burada yaşıyor, zaman zaman kasabalara gidip ticaret yapıyordu. "Çöl serttir," dedi, Arapçayı ağır ve yavaş konuşarak. "Ama kalbimiz sert değildir. Misafiri korumak bizim görevimizdir."

Mustafa Kemal nihayet biraz kendine gelmişti. "Bu geceyi burada geçirirsek sorun olmaz, değil mi?" diye sordu.

Hassan başını salladı. "Sorun olmaz. Ama sabah yola çıkmalısınız. Çöl sizin için tehlikeli."

"Biz tehlikeyi tanırız," dedi İlteriş, hafif bir gülümsemeyle.

Hassan da gülümsedi ama ciddiyetini bozmadı. "Sizi tanımıyorum ama burası bizim evimiz. Çöl, bizim için bile zalim olabilir."

O sırada kadınlar Hayat’a geleneksel bir kıyafet vermişti. Uzun, ince bir elbise ve hafif bir örtü. Onlarla hızlıca kaynaşmıştı. Hatta bir ara kadınlarla su tulumlarını doldurmak için kenara çekildi.

Burak, Mustafa Kemal’in ona göz ucuyla baktığını fark etti ve sinsice sırıtıp omzuna dokundu. "Kardeşim, biz kurtulduk ama senin için savaş yeni başlıyor."

Mustafa Kemal sertçe iç geçirdi. "Bırak şu işleri Burak."

"Bırakmam. Çünkü çok eğlenceli."

Herkes yavaş yavaş gevşemeye başlamıştı. Bunca ölüm ve kaosun içinde, belki de ilk kez rahat bir nefes alıyorduk.

Ama içimde tuhaf bir his vardı.

Böyle anlar genelde fazla uzun sürmezdi.

Ateşin sıcaklığı yüzüme vururken, kafamın içinde bambaşka bir sıcaklık vardı. Umay ve oğlum.

Onları düşündüm. Ne yapıyorlardı? Güvendeler miydi?

Oğlumun gülüşünü hatırladım. Küçük elleri, bana uzanışı, ‘baba’ deyişi… İçimde bir şey düğümlendi. O sesi duyabilmek için her şeyimi verirdim.

Umay… Güçlüydü. Beni her zaman anlar, ama beklemekten nefret ederdi. Oğlumuzu koruyacağını biliyordum ama yine de içimde bir korku vardı.

Çok özlemiştim.

Bu çöl, bu kaçış, bu savaşlar… Hepsi bir gün bitecek miydi?

Hassan bir şeyler anlatıyordu ama ben duymaz olmuştum. Oğlumun gülüşü, Umay’ın sesi… Onları hatırlamak, bana bir saniyeliğine bile olsa huzur verdi.

Ama sonra, gerçeğe döndüm.

Çünkü burası hâlâ cehennemdi. Ve ben, o cennete geri dönmek zorundaydım.

Gece ilerledikçe sohbetler azaldı, ateşin çıtırtıları sessizliği doldurdu. Herkes yavaş yavaş uyumaya hazırlanırken ben hâlâ gökyüzüne bakıyordum. Oğlum ve Umay aklımdan çıkmıyordu.

Bir nefes aldım. Kumun serinliği avuçlarıma yayıldı. Burada olmamalıydım. Onların yanında olmalıydım. Ama işte buradaydım. Sonsuz gibi görünen bu çölün ortasında, hayatımı riske atarak bir bilinmeze doğru yürüyordum.

Bir süre sonra biri yanımda belirdi. Hayat’tı. Sessizce yere oturdu, ellerini kucağında birleştirdi. "Uyumuyorsun."

"Sen de."

Gülümsedi ama yorgundu. "Bunca şeyden sonra nasıl uyuyayım?" dedi, gözlerini ufka dikerek. "Daha dün ölümle burun burunaydık. Şimdi bir bedevi kampında oturuyoruz. Gerçek gibi gelmiyor."

Bir süre konuşmadık. Sonra usulca sordum: "Daha önce hiç ailen olmuş muydu?"

Bir an duraksadı, sonra gözleri ciddileşti. "Hayır. Hiçbir zaman bir ailem olmadı."

"Yalnız büyüdün?"

Başını salladı. "Benim için kimse beklemedi. Kimse özlemedi."

Sesi sakindi ama içinde ne fırtınalar koptuğunu tahmin edebiliyordum. Benimse bir ailem vardı. Bekleyenim, özleyenim… Dönmem gereken bir yer.

Bir elimle yüzümü ovuşturdum. "Umay ve oğlum..." dedim kısık sesle, neredeyse kendime konuşur gibi. "Onları özlüyorum."

Hayat başını çevirdi. Gözlerinde hafif bir şaşkınlık vardı ama hiçbir şey söylemedi. Sadece, hafif bir gülümsemeyle başını salladı.

"Özlem güzel bir şey," dedi sonunda. "Çünkü döneceğin bir yer var demektir."

Gözlerimi kapadım. Dönebilecek miydim gerçekten?

Ama biliyordum. Ne pahasına olursa olsun… Dönecektim.

Hayat’ın gözleri hâlâ uzaklara dalmıştı. Sessizliği bozarak gülümsedim.

"Seni de bekleyen biri var, Hayat."

Gözleri bana döndü, hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi?" diye sordu, sesi sakin ama içinde merak vardı.

Gülümsememi genişlettim. "Evet. Ama sen onu bekletiyorsun."

Başta anlamadı. Sonra bakışlarımı takip etti ve gözleri Mustafa Kemal’e takıldı. Biraz uzakta, sırtını kuma dayamış, yıldızlara bakıyordu.

Hayat önce bir şey demedi. Sonra hafifçe burnundan soluyup başını iki yana salladı. "Saçmalama."

"Hiç de saçmalamıyorum." diye omuz silktim. "Adam beyninde mavi ekran vereli saatler oldu. Resmen sistem çöktü."

"Hadi oradan." dedi ama sesi sert değildi, hatta biraz keyiflenmiş gibiydi.

"Ne yapacaksın peki?" diye sordum, gözlerimi kısıp ona bakarak. "Onu daha ne kadar bekleteceksin?"

Hayat gözlerini kaçırdı. Birkaç saniye düşündü ama sonra hafifçe gülümsedi.

"Belki de ilk defa, ne yapacağımı bilmiyorum."

Bu itirafı beklemiyordum. Hayat gibisi ‘bilmiyorum’ demezdi. Onun için her şey netti, planlıydı, kesindi. Ama bu sefer… Belirsizlik vardı.

Küçük bir kahkaha attım. "Hoş geldin o zaman."

"Nereye?" diye sordu, gözlerini devirerek.

"Biz ölümlülerin dünyasına." dedim gülerek. "Burası biraz karmaşıktır ama alışırsın."

Hayat da güldü. Sonra tekrar Mustafa Kemal’e baktı.

Ve o an, ilk kez onun hakkında gerçekten düşündüğünü fark ettim.

Gülümseyerek başımı iki yana salladım ve yavaşça ayağa kalktım. "Size iyi sohbetler." dedim hafifçe gülerek.

Hayat bana kısa bir bakış attı ama bir şey demedi. Gözleri hâlâ Mustafa Kemal’deydi. Onları yalnız bırakmanın zamanıydı.

Sessizce çadırıma yöneldim. Kum serindi, gece çölü bambaşka bir atmosfere bürümüştü. Çadırın içine girip yere serili ince örtüye uzandım.

Son bir kez derin bir nefes aldım. Yolumuz hâlâ uzun, tehlikeler bitmemişti. Ama bu gece, ilk defa gerçekten güvendeydik.

Gözlerimi kapattım.

Son düşündüğüm şey Umay ve oğlumun yüzü oldu.

Sonra yavaşça uykuya çekildim.

Sabah, çölün gri-mavi gökyüzüyle doğdu. Güneş ufkun hemen üzerinde belirirken, hava hâlâ serindi ama çok geçmeden kavurucu sıcağa döneceğini biliyorduk.

Gözlerimi açtığımda, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Bedenim yorgundu, zihnim ağırdı. Ama sonra kuma değen ellerim, çadırın hafif esen kumaşı ve uzaktan gelen boğuk Arapça konuşmalar beni gerçeğe çekti.

Hızla doğrulup başımı çadırdan dışarı uzattım. Hassan’ın ailesi uyanmıştı, kadınlar ateşin etrafında kahvaltıyı hazırlıyordu. Küçük çocuklar birbirlerini kovalamaya başlamıştı bile.

Gözlerim ekibimi aradı. İlk gördüğüm kişi İlteriş oldu. Ateşin başında oturmuş, dikkatle ufka bakıyordu. Adam uyumamış gibiydi.

Yavuz ve Ulaş çadırlarından çıkıyordu, ikisi de hâlâ uykulu ve mahmurdu. Burak ise uyandığı gibi şikâyete başlamıştı.

"Kumun üstünde yatmak nedir ya! Yatak bile yoktu! Sırtımın yarısı kırıldı!" diye sızlanıyordu.

Yavuz gözlerini ovuşturup esnedi. "Sabaha kadar horladın lan, nasıl rahatsız uyudun anlamıyorum."

Burak homurdandı. "Horlama değil, derin nefes alışverişi."

Ulaş başını iki yana salladı. "Sabaha kadar deve gibi homurdadın, adam bir kere döndü, ben zemin titredi sandım."

Gülerek başımı çadırdan çıkardım. O sırada Hayat’ın çadırdan çıktığını fark ettim. Saçları hafif dağılmıştı ama geceden daha sakindi.

Mustafa Kemal ise az ileride, kollarını bağlamış hâlde dikiliyordu. Gözleri Hayat’a kaydı, ama bir şey demedi.

"Günaydın millet!" diye seslendim.

Herkes bir şekilde kendine gelmeye başlamıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla çöl yeni bir gün doğuruyordu ama biz hâlâ buradaydık.

Biraz sonra Hassan yanımıza geldi. "Hazırlanmalısınız." dedi ağır bir Arapçayla. "Burada daha fazla kalamazsınız."

İlteriş başını salladı. "Biliyoruz."

"Nereye gideceğinizi biliyor musunuz?" diye sordu Hassan, kaşlarını hafifçe kaldırarak.

Birkaç saniye kimse konuşmadı. Gerçek şu ki, tam olarak nereye gideceğimizi biz de bilmiyorduk.

Sonunda ben konuştum. "Kasabaya en yakın yol hangisi?"

Hassan gözlerini kıstı. "Buradan bir gün mesafede bir kasaba var. Ama orası güvenli değil. Askerler, kaçakçılar… Herkes orada."

Burak hemen araya girdi. "Yani bildiğimiz ortam."

Yavuz sırıttı. "Bildiğimiz ortamın tam ortasında ölmek istemiyorsan, biraz dikkatli ol Burak."

Hassan düşünceli bir şekilde başını salladı. "Size bir deve verebiliriz. Ama yiyeceğiniz ve suyunuz sınırlı."

"Teşekkür ederiz." dedim içtenlikle.

Hassan’ın yüzü sertti ama dostane bir şekilde başını salladı. "Misafiri korumak bizim görevimizdir. Ama çöl zalimdir. Gideceğiniz yerlerde dikkatli olun."

Son hazırlıklarımızı yaparken Hayat yanıma yaklaştı. "Gerçekten oraya gitmeyi düşünüyor musunuz?" diye sordu alçak bir sesle.

Omuz silktim. "Burası bizim yerimiz değil Hayat. Burada kalamayız."

Derin bir nefes aldı ama itiraz etmedi.

Yarım saat içinde her şeyimiz hazırdı. Sırt çantalarımızda az miktarda su ve yiyecek vardı. Hassan’ın verdiği deveye Tim liderlik ediyordu.

Tam yola koyulmak üzereyken, Hassan son bir kez yaklaştı. "Allah sizinle olsun." dedi.

Başımı salladım. "Allah sizin de yanınızda olsun, dostum."

Ve böylece, tekrar yola koyulduk.

Çöl, önümüzde uçsuz bucaksız bir deniz gibi uzanıyordu.

Bizi neyin beklediğini bilmiyorduk.

Ama bildiğimiz tek şey vardı: Hayatta kalmak zorundaydık.

Günlerdir süren savaş, patlamalar, ihanetler ve ölümün gölgesi altında geçen saatlerden sonra, çölün sessizliği kulaklarımı sağır ediyordu.

Ayaklarımız yumuşak kuma her bastığında, sessizlik biraz daha derinleşiyordu. Sadece devenin ayak sesleri, hafif esen rüzgârın getirdiği kum hışırtısı ve arada bir Burak’ın şikâyetleri sessizliği bozuyordu.

"Beyler, bakın… Epstar’ı havaya uçurduk, küresel bir savaş başlattık, üstüne çölde aç ve susuz yürüyoruz. Hollywood filmi gibi oldu ama ben aksiyon sahnelerinden çok otel sahnelerini tercih ederim."

İlteriş başını çevirmeden konuştu. "Otel sahneleri mi? Lan hangi filmde otel sahnesi var?"

Burak iç çekti. "Abi ben James Bond gibi olacağımızı sanıyordum, bak hâlimize! Çölde yaya kaldık!"

Ulaş iç geçirdi. "Yaya kalan sensin, deve var işte."

Burak hızla atıldı. "Evet, ama kimin sürmesi gerektiği konusunda asla netleşmedik!"

İlteriş elini kaldırıp sert bir hareketle susturdu. "Burak, yemin ediyorum seni bu çölde bırakırız!"

Gülüşmeler arasında yürümeye devam ettik.

Saatler geçtikçe, çölün ne kadar acımasız olduğunu tekrar hatırlıyordum. Güneş tepemizde bir mızrak gibi duruyordu, nefes almak bile ekstra bir çaba gerektiriyordu.

Hayat, Mustafa Kemal’in hemen yanında yürüyordu. Arada bir ona bakıyor, ama hiçbir şey söylemiyordu. Mustafa Kemal ise taş kesilmiş gibiydi.

Yavuz ensesine hafifçe vurdu.

"Oğlum, konuşsana lan!"

Mustafa Kemal kendine geldi. "Ne diyeyim lan?"

"Bilmiyorum, ne bileyim! 'Gözlerin güneşten mi, yoksa bakışlarından mı bu kadar parlak?' falan gibi bir şey uydur işte!"

Hayat başını çevirip Yavuz’a baktı. "Gözlerin güneşten mi?" dedi alaycı bir gülümsemeyle.

Yavuz hemen savunmaya geçti. "Tamam, tamam, ben susuyorum!"

Burak kahkahalarla yere kapaklandı. "OĞLUM! ADAM FİŞİ ÇEKTİ!"

Gülüşmelerin içinde, İlteriş birden durdu ve elini kaldırdı.

Anında sustuk.

Herkes tetikteydi. Ellerimiz otomatik olarak silahlarımıza gitti.

İlteriş başını kaldırdı, gözlerini kıstı.

"Uzakta bir şey var."

Ufka doğru baktım. Güneşin tam karşısında, hareket eden siluetler vardı.

"Kasaba olabilir mi?" diye sordu Hayat.

Ulaş gözlerini kıstı. "Ya da bizi bekleyen biri."

Yavuz dişlerini sıktı. "Eğer askerlerse, elimizde fazla cephane yok."

Burak ensesini kaşıdı. "Peki kaçakçılarsa?"

İlteriş yavaşça başını salladı. "O zaman pazarlık ederiz."

Tüfeğimi biraz daha sıkı tuttum.

Bize doğru gelenlerin dost mu, düşman mı olduğunu bilmiyorduk.

Ama ne olursa olsun, hayatta kalmak zorundaydık.

Ve bunun için gerekirse bir kez daha savaşırdık.

 

Adamın gözleri üzerimizdeydi. Çölde yalnız kalmamızın bizim için ölüm anlamına geldiğini biliyordu ve bize bir seçim sunuyormuş gibi görünse de aslında bir tehdit savuruyordu.

Ama biz, ölümle pazarlık etmeyi çoktan öğrenmiştik.

İlteriş kaşlarını çattı, "Bize katılalım mı? Peşimizde kimlerin olduğunu bilmeden mi?" diye sordu.

Adam hafifçe gülümsedi. "Ben sadece bir öneride bulundum. Seçim sizin."

Burak başını bana çevirdi. "Ne yapıyoruz?"

Yutkundum. Bize yol gösterecek kimse yoktu. Ama bir şey kesindi: Bu adamın yanında kalırsak, elimizdeki özgürlüğü kaybederdik.

Kararımı verdim.

"Teşekkürler, ama biz kendi yolumuzu çizeriz."** dedim.**

Adamın gülümsemesi kayboldu. Bir şey bekliyordu.

Belki korkmamızı.

Belki yalvarmamızı.

Ama biz, onun beklentilerini karşılamayacaktık.

"Kendi yolunuzu çizersiniz, öyle mi?" dedi alaycı bir şekilde. "O zaman çölü geçebileceğinizi mi sanıyorsunuz?"

Gözlerimi kıstım. "Bizim işimiz hayatta kalmak. Ne olursa olsun."

Hafifçe başını salladı. "Öyleyse sizi izlemeye devam edeceğim. Bakalım ne kadar hayatta kalabileceksiniz."

Adam ve grubu deveye atladı, geriye çekilip bizi izlediler.

İlteriş bana döndü. "Altay, ciddi misin? Yolumuz yok."

Gülümsedim. "Kendi yolumuzu bulacağız."

Telsizi açtım.

Sinyal zayıftı ama yeterliydi.

“Hassan, duyuyor musun?” dedim.

Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra cızırtılı bir ses geldi. "Duyuyorum, Altay."

"Kasabaya gitmek için başka bir yol var mı?"

Hassan bir süre duraksadı. "Güneydoğuda, eski bir vaha var. Eskiden su kaynağıydı ama kurudu. Orada terk edilmiş bir kervan durağı var. Orayı bulursanız, kasabaya giden patikaya bağlanırsınız."

Gülümsedim. "İşte bizim yolumuz bu."

İlteriş onaylarcasına başını salladı. "Yani, adamların planına uymadan kendi çıkış yolumuzu bulacağız." dedi.

Burak iç çekti. "Harika. Yine ölümle dans."

Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. "Ama biz dans etmeyi iyi biliriz."

Ve böylece, kendi yolumuzdan yürümeye başladık.

Çöl sertti.

Ama biz daha serttik.

Çölde yürüyüş devam ederken Burak yine saçmalamaya başlamıştı.

"Beyler, bakın… Bu çölde kesin bir hazine falan vardır ha! Belki de bir yerlerde eski bir medeniyetin kayıp altınları var! Şöyle bir kürek olsa kazmaya başlardım!"

İlteriş gözlerini devirdi. "Burak, iki dakika ciddi ol lan!"

Ama Burak durur mu? Devam etti.

"Abi cidden bak! Bir düşünün, tarihte de böyle kayıp şehirler falan hep çölde bulunuyor ya! Bak, eğer burada bir lahit falan bulursam, ona adımı kazırım!"

Yavuz dayanamadı. "Oğlum, yeter!"

Ama Burak hala boş yapıyordu. "Vallahi ciddiyim! Belki de bu kumların altında bir tapınak var! Altay, bak biz boşuna yürüyoruz! Burada kesin bir define var!"

İçimdeki sinir patladı. Elimdeki matarayı çantama koyup Burak’a döndüm.

"Tamam Burak, o zaman defineni ara bakalım. KOŞ LAN!" diye bağırdım.

Burak’ın yüzündeki sırıtış anında kayboldu.

"Ne?! Abi şaka yaptım ya!"

"Koş dedim lan!" diye tekrar bağırdım.

İlteriş kollarını kavuşturup izlemeye başladı, Yavuz ve Ulaş kahkahalarla çömeldi.

Burak çaresizce arkasına baktı ama herkes onu izliyordu.

Ve sonra yapacak başka bir şey bulamayınca…

Koşmaya başladı.

"Abi bu işkence!" diye bağırıyordu. "Cenevre Sözleşmesi'ne aykırı!"

Ben kollarımı açtım. "Sen kazı yapmaya niyetliydin ya hani, önce bir çöle alış bakalım!"

Burak koştururken yalvaran bir sesle bağırıyordu.

"Lan tamam, yeter! Altay abi, seni seviyorum! Vallahi susacağım!"

Ama ben keyifle elimi salladım. "Az kaldı Burak! Hazineye ulaşıyorsun!"

Dişi Kurt kahkahalar içinde yere çökmüştü, Mustafa Kemal bile hafifçe gülümsüyordu.

Burak sonunda durdu, ellerini dizlerine koyarak nefes nefese bize döndü.

"Altay abi... Sen... Şerefsiz bir adamsın..."

Gülümsedim. "Ve sen bunu yeni mi fark ettin?"

Bütün ekip kahkahaya boğulurken, Burak yorgun ama mağlup bir ifadeyle yere çöktü.

"Ben sadece altın bulmak istemiştim lan..." diye mırıldandı.

Ve çölde yürüyüşümüz, Burak’ın koşu antrenmanıyla biraz daha eğlenceli hale gelmişti.

Burak, çölde koşturduktan sonra dizlerinin üstüne çökmüş, ellerini beline koymuş nefes nefese kalmıştı.

"Lan, kaç kilo verdim acaba?" diye hayıflandı, yüzünü buruşturarak.

İlteriş, Burak’a yukarıdan aşağı bir baktı ve sırıttı. "Bence sadece gururunu kaybettin."

Yavuz kahkahayı bastı. "Gurur mu? Burak’ta var mıydı ki?"

Burak kaşlarını çattı. "Hadi lan! Bence en az iki kilo gitmiştir! Spor salonuna gitmeye gerek yok, çölde koşturun kafidir!"

Ulaş, mataradan bir yudum su alırken başını iki yana salladı. "Oğlum, sen ancak dilinle kalori yakıyorsun. Koşmadan da kilo verebilirsin, yeter ki şu boş muhabbeti biraz kes."

Burak gözlerini kıstı. "Ne yani? Hiç mi fit durmuyorum? Şöyle bir bakın lan, vücutta şekillenme falan var mı?"

Ben derin bir nefes aldım, gülümsedim. "Evet Burak, inanılmaz bir değişim oldu. Artık çölde sürünmek için doğmuş gibi görünüyorsun."

Tim kahkahalara boğulurken, Burak "Çekemiyorsunuz!" diye söylendi ve deveye doğru yürümeye başladı. "Neyse, en azından ben yürüdüm, siz hâlâ konuşuyorsunuz!"

Dişi Kurt gülerek Burak’a seslendi. "Senin bu hızınla, kasabaya vardığımızda manken olursun Burak!"

Burak arkasına dönüp "Aynen, Victoria’s Secret açar belki çölde!" diye bağırdı ve deveye tırmanmaya çalışırken az kalsın yüzüstü düşüyordu.

Mustafa Kemal başını iki yana sallayıp gülümsedi. "Burak... Burak işte."

Ve çölde yolculuğumuz, Burak’ın “fitlik” iddiaları ve düşme tehlikeleri eşliğinde devam etti.

Hassan’ın tarif ettiği vahaya vardığımızda, çölde geçirdiğimiz saatlerin ağırlığını kemiklerimizde hissediyorduk.

Güneş, tepemizde bir cellat gibi asılıydı. Kum, derimizden içimize sızan bir düşman gibiydi. Ama en sonunda, önümüzde bir şeyler belirginleşmeye başladı.

Ölü gibi görünen ağaçlar. Kurumuş bir su yatağı.

Ve en önemlisi, taşlardan inşa edilmiş eski bir kervan durağı.

"Vaha dediysek cennet beklemeyin." diye homurdandı Yavuz, çatlamış dudaklarını yalayarak. "Burası daha çok, terk edilmiş bir hayalet kasabaya benziyor."

İlteriş, eliyle gözlerini gölgeleyerek etrafa bakındı. "Ama en azından bir duvar var. Çölde geceyi geçirmekten iyidir."

"Şimdi en önemli şey su," dedim, hızla ekibi organize ederek. "Bölgeyi kontrol edin. Herkes dikkatli olsun. Eğer burada başkaları varsa, öğrenmemiz lazım."

Burak, devenin yanına çöktü ve içini çekti. "Hadi ama! Bence burası gayet güzel! Belki de yeni yazlığımız olur?"

Dişi Kurt gülümsedi. "Tabii, biraz dekorasyon yaparsak harika olur Burak."

Mustafa Kemal ciddi bir sesle araya girdi. "Şaka bir yana, burası gerçekten uzun zamandır terk edilmiş gibi görünüyor."

Ulaş, tüfeğini hazırda tutarak yıkık bir duvarın arkasına geçti. "Ama her terk edilmiş yer, illa boş olacak diye bir şey yok."

Bu cümle hepimizin içini dondurdu.

Çünkü Ulaş haklıydı.

Her ne kadar burası yıllardır kullanılmamış gibi görünse de, çölün ortasında hiçbir yer tamamen sahipsiz kalmazdı.

Hızla bölgeyi kontrol ettik. Eski su kuyusu kurumuştu. İçeriye adım attığımızda, kervan durağının taş duvarları zamanla çökmeye başlamıştı.

Ama bir şey belliydi: Burada birileri yaşamıştı.

İlteriş, yerdeki ayak izlerine baktı. "Bu izler en fazla birkaç hafta önceye ait."

"Yani yalnız değiliz." dedim dişlerimi sıkarak.

Burak hafifçe gerildi. "Dost mu, düşman mı?"

Mustafa Kemal silahının emniyetini açtı. "Bunu yakında öğreniriz."

Gecenin çölde ne getireceğini bilmiyorduk.

Ama bildiğimiz tek şey vardı: Tetikte olmalıydık.

"Ne kadar erzak kaldı?" diye sordum İlteriş’e, gözlerimi etrafı tarayarak.

İlteriş, çantasını yere bırakıp fermuarını açtı. Kumun içine oturdu, malzemeleri hızla gözden geçirdi.

"Üç günlük suyumuz var ama idareli kullanırsak dört güne çıkar. Yiyecekler sıkıntılı, konserve ve kurutulmuş etten oluşan son iki günlük stoğumuz var. Enerji için hurma ve birkaç paket bisküvi kalmış."

Yavuz yere oturdu, başını kaşıdı. "Koca tim, bisküviyle mi hayatta kalacak?"

Burak hemen atıldı. "Benim porsiyonumdan çalmayın ha!"

İlteriş sert bir bakış attı. "Kardeşim, paylaşıyoruz. Aç kalırsan, seni deveyle birlikte satmaya gideriz."

Burak elini göğsüne götürdü. "Altay, duyuyor musun? Hayvan haklarından önce beni gözden çıkardılar!"

Ulaş derin bir nefes aldı. "Sorun şu ki, burası bir ticaret rotasıysa, yakınlarda su kaynağı veya saklı erzak olabilir. Ama burası uzun süredir kullanılmadıysa, aç kalabiliriz."

Mustafa Kemal kaşlarını çattı. "Avlanacak bir şey var mı peki?"

İlteriş başını iki yana salladı. "Burada avlanacak bir şey olsa, çoktan çölün yırtıcıları tarafından yenmiş olurdu."

Dişi Kurt gözlerini kıstı. "Yakındaki kasabaya inmeden önce burada ne kadar kalacağız?"

Sessizlik oldu.

Kasabaya gitmek… Orası askerler, kaçakçılar ve çölün tüm belalılarıyla doluydu. Ama burada kalmak da uzun vadede imkânsızdı.

"Önce geceyi atlatalım," dedim sert bir sesle. "Sonra bir sonraki hamlemize karar veririz."

İlteriş başını salladı. "O zaman bu gece için güvenliğimizi sağlıyoruz. Kumdan yatak yapın, ateş yakmayacağız. Ve çift nöbet sistemine geçiyoruz."

Burak iç çekti. "Yani uyku da yok ha?"

Ulaş hafifçe güldü. "Rahat ol, Burak. Nasıl olsa açlıktan uyuyamayacaksın."

Herkes son erzaklarını pay ederken, içimde garip bir huzursuzluk vardı.

Bu kervan durağı terk edilmiş gibi görünüyordu…

Ama hâlâ izleniyormuşuz gibi hissediyordum.

Deveyle bir an göz göze geldim.

Hayvan, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi geviş getiriyordu.

Açlıktan midem kazınırken, bir an için etinin nasıl olacağını düşündüm.

"Bundan güzel tandır olur ha…" diye içimden geçirirken, yüzüme sinsi bir gülümseme yayıldı.

Tam o sırada Burak’ın sesi duyuldu.

"Abi! Sen deveyi mi kesmeyi düşünüyorsun?!"

Herkes başını bana çevirdi. İlteriş kaşlarını kaldırdı, Yavuz derin bir nefes aldı, Ulaş kafasını iki yana salladı.

Dişi Kurt kollarını göğsünde bağladı. "Sen ciddi olamazsın Altay."

Mustafa Kemal gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Komutanım, galiba açlık seni biraz fazla etkiledi."

Ama Burak, gözleri fal taşı gibi açılmış halde paniklemişti.

"Abi bak, bak mantıklı düşün! Deve, çölün Lamborghini’sidir! Yakıttan tasarruf sağlıyoruz, uzun yol yapabiliyoruz! Kesersek neyle gideceğiz ha?! AYRICA, ONU NASIL TAŞIYACAĞIZ?"

İlteriş, Burak’a döndü. "Senin mantıklı cümle kurduğun kaçıncı an lan bu?"

Ama Burak dinlemiyordu. Deveyle arama girdi, ellerini iki yana açtı.

"Bu masum hayvanı katledemezsin Altay! Çölde başka çaremiz kalmadıysa eyvallah, ama daha bisküvimiz var lan!"

Deve, sanki durumu anlamış gibi, başını hafifçe Burak’ın omzuna yasladı.

Burak dramayı iyice abarttı. "Görüyor musun Altay! Seni seviyor bu hayvan! Sen onun canını almayı düşünüyorsun!"

Yavuz gözlerini devirdi. "Oğlum deve geviş getiriyor, seni sevdiğinden falan değil."

İlteriş derin bir nefes aldı. "Deveyi kesmiyoruz, Altay. Nokta."

Ben kaşlarımı çattım, deveye bir daha baktım.

Lanet olası hayvan bana alaycı bir ifadeyle mi bakıyordu ne?!

İç çektim, elimle Burak’ı itti. "Tamam lan, tamam! Deveyi kesmiyoruz!"

Burak zafer kazanmış gibi ellerini havaya kaldırdı. "İŞTE BU BE! ADALET KAZANDI!"

Dişi Kurt başını iki yana salladı, Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi.

Ve böylece, akşam yemeğimizin deve olmadığı kesinleşti.

Ama içimden bir his, bu konunun burada kapanmayacağını söylüyordu.

"Ama hiçbir şeyimiz kalmazsa, deve gider! Çok bağlanmayın!" dedim sert bir sesle.

Burak anında döndü, şok olmuş gibi gözlerini kocaman açtı.

"ABİ! YİNE Mİ?!"

İlteriş derin bir nefes alıp gözlerini kapadı. "Altay, yeter artık şu hayvanın canına kastetmekten vazgeç."

Mustafa Kemal gülmemek için kendini zor tuttu. "Ama bence bu, Burak için güzel bir test."

Dişi Kurt kaşlarını kaldırdı. "Ne testi?"

Mustafa Kemal ciddi bir yüzle Burak’a döndü. "Bakalım hayvan sevgisi mi daha ağır basacak, yoksa açlık mı?"

Burak gözlerini kıstı. Deveyle aramıza geçip ellerini iki yana açtı.

"Bu hayvana dokunanı yakarım! Aç da kalsak, susuz da kalsak, çölde kaybolsak da… Gerekirse ölürüm ama onu kestirmem!" dedi büyük bir ciddiyetle.

Yavuz kıkırdadı. "Bak Burak, bu lafları bir yere yazıyoruz. Açlıktan kafan dönünce ‘Abi bence ufaktan bir but keselim’ dersen, elimizde kanıt var."

Burak sinirle eliyle havayı kesti. "Yok öyle bir şey! Sonuna kadar deveyi savunacağım!"

İlteriş kafasını iki yana sallayıp gülümsedi. "Tamam Burak, tamam… Ama şunu bil, eğer iş buraya gelirse, önce seni yeriz. Deve en azından işe yarıyor."

Burak anında savunmaya geçti. "NE?!"

Ben sırıttım. "Mantıklı aslında. Sen bol proteinlisin. Deve kas gücüne katkı sağlıyor ama sen sadece boş konuşuyorsun."

Ulaş kahkahayı bastı. "Bir de tatlıya düşkün, etin kesin lezzetlidir Burak."

Dişi Kurt alaycı bir ifadeyle, "Burak tandırı nasıl olur acaba?" diye mırıldandı.

Burak’ın yüzü bir anda bembeyaz oldu. "Şaka yapıyorsunuz, değil mi?"

Mustafa Kemal sırıttı. "Peki ya şaka yapmıyorsak?"

Burak, "Ben çok sinirliyim şu an, bana birkaç dakika verin!" diyerek devenin yanına gidip boynuna sarıldı. "Korkma dostum! Ben seni bu barbarlardan koruyacağım!"

Deve, olan bitene en ufak bir tepki vermeden geviş getirmeye devam etti.

Biz ise, akşam yemeğinin hâlâ bisküvi ve hurma olacağını bilerek, Burak’ın boş dramalarını izlemeye devam ettik.

 

Güneş iyice yükselmiş, hava sabahki serinliğini çoktan kaybetmişti. Kumun üzerindeki her adımımız, sanki içimizi çekip alıyordu. Deve ise en rahatımızdı. Heybetli bir şekilde yoluna devam ediyor, ara sıra geviş getirerek Burak’ın boş dramasıyla zerre ilgilenmiyordu.

Burak, hâlâ hayvana tapan bir mürit edasıyla yanından ayrılmıyordu. "Bak dostum," diye deveyle konuşuyordu. "Bu yolculuk zor olacak. Aç kalacağız, susuz kalacağız ama ben buradayım. Seni koruyacağım."

Kerim başını iki yana salladı. "Dostum, deve şu an seninle empati falan kurmuyor. Beyninde sadece ‘geviş getir, yürü, geviş getir’ döngüsü var."

Burak, kerim’e ters ters baktı. "Hayvan sevgisi bilmezsiniz siz! İçinde biraz duygu olan anlar!"

Ulaş kahkahayı bastı. "Bana bir bak Burak, ben mi açlıktan ölürüm, yoksa sen mi? Bunu bir düşün."

Burak derin bir nefes aldı, kendini toparlamaya çalıştı. "Tamam, anladık! Açlık hepimizi kötü yapabilir ama ben yeminimi bozmam!"

İlteriş bir noktada artık sıkılmış olacak ki, elini kaldırdı. "Tamam, yeter. Deveye dokunmuyoruz. Şimdilik."

Burak başını salladı, zafer kazanmış gibi göğsünü kabarttı. Ama içten içe biliyordum… Eğer işler gerçekten kötüleşirse, önce Burak çökecekti.

Bir süre sessizlik içinde yürüdük. Sıcak her geçen dakika daha da çöküyordu üzerimize. Su azdı. Güneş tepemizde ölümcül bir ışık gibi yanıyordu.

Sonunda Yavuz ellerini beline koydu. "Tamam, molaya ihtiyacımız var."

İlteriş gözlerini kıstı. "Bu çölde gölge diye bir şey yok, nereye mola vereceğiz?"

Kerim uzakta bir kaya parçasını işaret etti. "Orada biraz dinlenebiliriz."

Yorgun bedenlerimizi sürükleyerek kayanın yanına vardık. Az da olsa gölge vardı. Deve, Burak’a sırtını dönüp yere oturdu.

Burak kollarını kavuşturup homurdandı. "Sen de mi dostum? Hemen pes ettin mi?"

Ben yere çöküp mataramı çıkardım, içindeki suyu dikkatlice yudumladım. "Hedefimiz ne? En yakın yerleşime ne kadar kaldı?"

İlteriş yere eğilip kumların üzerinde bir şeyler çizdi. "Eğer yönümüzü şaşırmadıysak, birkaç saat sonra küçük bir kasabaya varmalıyız."

Mustafa Kemal gözlerini kıstı. "Ama Hassan kasabanın güvenli olmadığını söyledi."

Hayat başını salladı. "Başka çaremiz yok. Su bitmek üzere."

Burak anında atıldı. "Su biterse deveyle ne yapacağız?"

Kerim gülerek omzunu silkti. "Hâlâ deveyi mi düşünüyorsun? Dostum, o senden daha dayanıklı."

Yavuz sırıtarak ekledi. "Ve senden daha az konuşuyor."

Burak elini havaya kaldırdı. "Hepinizin düşmanı olduğumu biliyorum!"

Tam o sırada, uzaktan bir şey dikkatimi çekti. Ufukta hareket eden küçük noktalar…

Gözlerimi kıstım. "Orada bir şey var."

Herkes yönüme döndü.

İlteriş hemen elini silahına götürdü. "Nedir? İnsan mı, hayvan mı?"

Ulaş dürbünü çıkardı, gözlerini kıstı. "Dostlar… Sanırım artık yalnız değiliz."

Hepimiz sessizce birbirimize baktık.

Çöl, sandığımızdan daha tehlikeliydi.

Ve bize yaklaşan her neyse, pek de dostane görünmüyordu.

Ulaş’ın sesi ciddileşti. "Bu… bu bir insan değil."

Hemen doğrulduk. Gözlerimizi kıstık ve yaklaşan silueti daha net görebilmek için dikkatle baktık.

Kumların arasından süzülen gölge, bir hayvanın yumuşak ama tehditkâr adımlarıyla geliyordu.

"Bir çöl kaplanı." diye mırıldandı İlteriş, sesi buz gibi.

Herkes anında alarma geçti. Çöl kaplanı, nadir görülen ama son derece ölümcül bir yırtıcıydı. Normal kaplanlara göre daha küçük, ama çok daha çevikti.

Hayat, elini bıçağına götürdü. "Bize saldırır mı?"

Mustafa Kemal kısa bir kahkaha attı. "Saldırmaz mı? Açsa kesin saldırır."

Burak panikle deveyi siper alarak arkasına saklandı. "Sakin olun! Kesin bir çözüm bulabiliriz!"

Tim kaşlarını çattı. "Ne çözümü Burak? Şu an besin zincirinde bizden üstte olan bir yırtıcıyla karşı karşıyayız!"

Kaplan iyice yaklaştı. Kumların içinden sessiz ve tehditkâr bir şekilde süzülüyordu. Gözleri parlak kehribar rengindeydi.

Ben yavaşça ayağa kalktım. "Sakın panik yapmayın." dedim alçak sesle. "Bizi tehdit olarak görmezse, belki… gider."

Burak inledi. "Ya tehdit olarak görürse?"

Yavuz sırıttı. "O zaman kim daha hızlı koşabiliyor, onu görürüz."

Çöl kaplanı durdu. Kasları yay gibi gerildi.

Gözleriyle bizi süzüyor, avını seçiyor gibiydi.

Ve o an… Deve geviş getirdi.

Burak anında dönüp ona fısıldadı: "Lütfen, Allah aşkına, şu anlık sessiz ol!"

Kaplanın gözleri deveye kaydı. Bizimle değil, onunla ilgileniyordu.

Ben içimden küfrettim. "Bu iyi değil."

Kerim dişlerini sıktı. "Hayvan aç. Kesin aç. Eğer saldırırsa, tek şansımız hep birlikte karşı koymak."

İlteriş başını salladı. "Sakın kaçmayın. Koşarsak, doğrudan av moduna girer."

Burak deveye iyice sarıldı. "Sana zarar gelmesine izin vermeyeceğim dostum!"

Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı. "Sakin ol Burak. Daha savaş başlamadı."

Ama o an… Kaplan harekete geçti.

Birdenbire, ok gibi ileri atıldı.

Ve işte o an, çölün sessizliği bozuldu. Ölüm kapımızdaydı.

Kaplan yıldırım gibi ileri atıldığında, zaman yavaşladı. Kasları gerildi, kumların üzerinde neredeyse sessizce kaydı. Gözleri deveye kilitlenmişti ama bir saniye içinde bize de bir tehdit olup olmadığımızı tartıyordu.

Ve sonra, saldırdı.

"KAÇ DEVE, KAÇ!" diye bağırdı Burak ama tabii ki deve kaçmadı. Hatta tam tersi, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi olduğu yerde durdu.

Kaplan pençesini kaldırıp deveyi devirmek için sıçradı.

Ama işte o an, silah sesleri çölü böldü.

İlteriş ve Kerim aynı anda tetiği çekti. Bedenimiz refleksle hareket etti.

Kaplan acı içinde kükredi, yere yuvarlandı ama hemen doğruldu. Ölmemişti. Ama artık vahşi bir öfkeyle doluydu.

Şimdi sadece aç değil, aynı zamanda kızgındı.

Gözlerini bizden ayırmadan alçak bir homurtuyla kumların üzerinde daireler çizdi. Daha saldırmak için bir fırsat kolluyordu.

Ben silahımı kaldırdım. "Kaçmayacak."

Mustafa Kemal dişlerini sıktı. "O halde işimizi bitirmeliyiz."

Kaplan bir kez daha saldırdı. Bu kez doğrudan bize.

Ve işte o an, mecbur kaldık.

Son birkaç kurşun, çöl kaplanının hayatını aldı.

Hayvan kumların üzerine yığıldı. Gözlerindeki vahşi parıltı, hızla sönüp gitti.

Herkes sessizdi. Ne bir zafer duygusu vardı ne de rahatlama.

Burak yavaşça ileri yürüdü, kaplanın cansız bedenine baktı. İç çekti. "Keşke böyle olmasaydı." dedi alçak bir sesle.

Ben elimdeki silaha baktım. Böyle bir hayvanı öldürmek… Gerekliydi. Ama hiç kimse bunu yapmak istememişti.

İlteriş silahını indirip başını iki yana salladı. "Doğa zalimdir, Burak. Biz sadece hayatta kalmaya çalışıyoruz."

Hayat da gözlerini kaplanın üzerinde gezdirdi. "Eğer biz öldürmeseydik, o bizi öldürecekti."

Mustafa Kemal iç çekti. "Bitti. Artık yola devam etmeliyiz."

Burak kafasını salladı ama hâlâ üzgündü. Deveye baktı, sonra kaplanın cansız bedenine. "Ulan, sen az daha gidiyordun ha." dedi deveye sitemle.

Deve… Hiçbir şey olmamış gibi geviş getirmeye devam etti.

Kerim başını iki yana salladı. "Bu deve, hepimizden daha umursamaz."

Ulaş hafifçe güldü. "Ve sanırım Burak'tan daha zeki."

Herkes yavaşça toparlanmaya başladı. Ölü kaplanın etrafında biraz daha durduk, sonra onu çöle bırakıp yolumuza devam ettik.

Ama içimde bir his vardı.

Bu çöl… Bize daha fazlasını gösterecekti.

Kaplanın cansız bedenini ardımızda bırakırken, içimde garip bir his vardı. Sanki çöl, bizim burada olmamızdan hoşnut değildi. Önce bizi sınamış, sonra en vahşi yaratıklarından birini üzerimize salmıştı. Ve biz kazanmıştık. Ama ne pahasına?

Kimse konuşmuyordu. Herkes kendi düşüncelerine dalmıştı. Hassan haklıydı. Bu çöl tehlikeliydi ve bizi burada hiçbir şey beklemiyordu…

Ama gitmekten başka çaremiz de yoktu.

Saatler geçti. Güneş tam tepedeydi artık. Su azdı, yemek yoktu. Ve en kötüsü, yol bitmek bilmiyordu.

Burak en sonunda patladı. "Arkadaşlar, ölüyoruz. Harbi diyorum, şu an ölmek üzereyiz!"

Ulaş başını iki yana salladı. "Sus lan Burak, ölmeden önce bari sessiz öl."

Burak bir adım atmaya çalıştı, tökezledi. "Ben düştüm… Ölüyorum… Gözüm kararıyor…"

Ben iç çektim. "Burak, yere düşmeden önce kaç kere ‘ölüyorum’ diye bağırırsan Guinness Rekorlar Kitabı'na girersin acaba?"

Burak ellerini kaldırdı, dramatik bir şekilde gökyüzüne baktı. "Beni anlamıyorsunuz… Beni hiç anlamıyorsunuz…"

Yavuz başını iki yana salladı. "Oğlum, susuz kaldıkça daha da saçmalıyorsun."

Kerim en sonunda durdu. "Bana bakın, şuradaki kayalık alana kadar dayanabilir misiniz?" diye sordu, uzakta görünen büyükçe bir taş yığınına işaret ederek.

İlteriş başını salladı. "Dayanmak zorundayız."

Burak inledi. "Ama eğer ölürsem, benim için bir şey yapın… Deveyi öldürmeyin!"

Hayat gözlerini devirdi. "Merak etme Burak. Sadece seni yeriz."

Kayalıklara vardığımızda, hepimiz gölgede kısa bir nefes aldık. Ama içimdeki huzursuzluk geçmemişti.

Bir şey yanlıştı.

Çölde bu kadar büyük bir kaya oluşumu, tek başına şüpheliydi. Ve kayaların arasında garip bir hareketlenme fark ettim. Gözlerimi kıstım.

İlteriş fark ettiğimi fark etmişti. "Ne gördün?" diye sordu.

Elim silahıma gitti. "Bilmiyorum… Ama yalnız değiliz."

Mustafa Kemal, Burak’ın koluna hafifçe vurdu. "Uzatmalar bitti, gerçek maça geçiyoruz."

Ve o an…

Kayalıkların arasından bir insan silueti belirdi.

Sonra bir tane daha.

Ve bir tane daha.

Nefesimi tuttum.

Kasabaya varmadan önce, başka bir sınavla karşı karşıyaydık.

Ve bu sefer… Silahlar bizden başkasında da vardı.

Kayalıkların arasında beliren adamları gördüğümde, içgüdüsel olarak elim silahıma gitti. Ama hemen ateş açmadım. Onlar da bizi süzüyor, ölçüp biçiyorlardı.

İlteriş hızla etrafına baktı. "Kaç kişiler?" diye sordu.

Ulaş gözlerini kıstı. "En az beş… Belki daha fazla."

Adamlar kirli, tozlu kıyafetler içindeydi. Silahlılardı. Çölde, böylesine hazırlıklı gezen adamlar ya kaçakçıydı ya da haydut.

Ve biz tam da onların sahasına düşmüştük.

Öne çıkan adam, kısa boylu ama sert bakışlı biriydi. Yüzü sıcaktan yanmış, elleri silahına yakın duruyordu.

Bize dik dik baktı, sonra Arapça konuştu. "Kimsiniz?"

İlteriş bir adım öne çıktı. "Sadece yolcuyuz. Kasabaya gidiyoruz."

Adam bir an tereddüt etti, sonra kaşlarını kaldırdı. "Kasaba mı?" dedi, sesi alaycıydı. "Oraya gidemezsiniz."

Burak hemen araya girdi. "Bak dostum, zaten yeterince çile çektik, develerle, açlıkla ve psikolojik travmalarla mücadele ediyoruz. Şimdi de sen mi çıktın başımıza?"

Ben içimden küfrettim. "Burak, sus."

Ama iş işten geçmişti. Adam gözlerini Burak’a dikti.

Ve sonra… Beklenmedik bir şey oldu.

Adam bir kahkaha attı.

Ama öyle sıradan bir kahkaha değil. Resmen koparak gülmeye başladı.

Yanındaki adamlar da ona katıldı. Bir anda çölde, bir grup silahlı adamın bizimle dalga geçerek kahkaha attığı garip bir sahne oluştu.

Burak şaşkınlıkla arkasına baktı. "Oğlum… Ben ne dedim de adamı bu kadar güldürdüm?"

Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı. "Bilmiyorum ama bir daha yapma."

Adam en sonunda gülmeyi kesip başını iki yana salladı. "Siz gerçekten yolcuyuz diye mi geldiniz?"

İlteriş gözlerini kıstı. "Evet. Peki ya siz?"

Adam hafifçe başını eğdi. "Biz mi? Biz buranın sahipleriyiz."

İçimden bir şeyler kopmaya başladı. Bu adamlar kesinlikle haydut ya da kaçakçıydı.

Ama sonra adam elini silahına attı.

Ve birdenbire bir şey patladı.

BÜYÜK BİR PATLAMA.

Saniyeler içinde, her şey altüst oldu.

Kum havaya fırladı, gökyüzü titredi. Kayalıkların bir kısmı çöktü.

Ve ne olduğunu anlayamadan, herkes yere savruldu.

Bu… kesinlikle planlanmayan bir şeydi.

Kulaklarım uğulduyordu. Patlamanın şiddetiyle havaya savrulmuş, yüzüm kumlara çakılmıştı. Toz, duman ve çığlıklar birbirine karışmıştı. Gözlerimi açmaya çalıştım ama her şey bulanıktı, kulaklarımda çınlayan patlamanın yankısı vardı. Bir gölge üzerimden geçti, hızlı bir hareket, silah sesleri, bağrışmalar… Etraf kaosa sürüklenmişti. Kim, kime ateş ediyordu? Kalbim göğsümü yırtarcasına atarken, el yordamıyla silahımı buldum. Nefes aldım. Tozu, barut kokusunu, korkuyu içime çektim. Ve sonra… tekrar savaş başladı.

Kumların içinde silahımı kavradığım anda, bir gölge üzerime çullandı. Refleksle yana yuvarlandım, ama adam benden hızlıydı. Dizini göğsüme bastırdı, bıçağını boğazıma dayadı.

Gözlerimi kıstım, nefesimi tuttum. Adamın yüzü kir içindeydi, gözlerinde vahşi bir ifade vardı.

Hayatta kalma içgüdüsüyle bıçağı bileğinden yakaladım ve tüm gücümle yana savurdum. Adam sendeledi ama dengesini kaybetmedi. Tam üstüme tekrar atılacaktı ki—

BANG!

Adamın vücudu geriye savruldu. Başını çevirdiğimde, Hayat’ın elinde silah, nefesi kesilmiş hâlde bana baktığını gördüm.

"İyi misin?" diye sordu sert bir sesle.

Ben hızla doğrulup silahımı tuttum. "Sıradaki soruya geçelim." dedim.

Etraf kaosa sürüklenmişti. Silah sesleri, kumların üstünde çığlık atan adamlar, kayaların arasına saklanmaya çalışan haydutlar…

İlteriş’in sesi boğuk bir emirdi: "SAVAŞ HATTINI KURUN! DAĞILMAYIN!"

Tim, kayaların üstüne çıkmış, seri atışlarla düşmanları indiriyordu. Mustafa Kemal, Ulaş’la birlikte geri hat kurmuş, birbirlerini kollayarak savaşıyordu.

Ve Burak…

Burak, deveyi kurtarmaya çalışıyordu.

"BIRAK ONU BURAK, LANET OLSUN!" diye bağırdım, ama Burak çoktan devenin iplerini çözmeye çalışıyordu.

Tam o anda, kayaların ardında biri hareket etti. Silahını kaldırdı.

Burak fark etmedi.

"BURAK, EĞİL!"

Silahımı kaldırıp tetiği çektim.

BANG!

Adam yere yığıldı. Burak refleksle arkasına dönüp cansız bedene baktı, sonra bana gözlerini kocaman açarak baktı.

"Oğlum az daha gidiyordum ha!"

Ben hızla yanına koştum, kolundan çekip kayaların arkasına savurdum. "Bırak artık şu lanet olası deveyi ve SAVAŞA ODAKLAN!"

Burak bir an kıpırdamadan bana baktı. Sonra derin bir nefes aldı ve ilk kez ciddi bir şekilde başını salladı.

Savaş hâlâ bitmemişti.

Ve bir şey belliydi…

Buradan çıkamayacak olan biri olacaktı.

Çatışma hâlâ sürüyordu ama biz tükeniyorduk. Cephanemiz hızla eriyordu, suyumuz bitmişti, kumun içinde ter ve barut kokusuyla savaşıyorduk.

İlteriş yere çömelip şarjörünü kontrol etti, sonra sertçe dişlerini sıktı. "Mermim bitiyor!"

Kerim arkasına yaslandı, "Bende de birkaç tane kaldı!" diye bağırdı.

Hepimiz aynı durumdaydık. Son şarjörleri yerleştirdik, her kurşunun artık altın değerinde olduğunu biliyorduk.

Ve o an, herkesin aklından aynı şey geçti: Eğer bu mermiler biterse, yumruklarımızla savaşacağız.

Mustafa Kemal gözlerini kısıp ilerisini süzdü. "Hâlâ en az dört kişi var! Bize yaklaşmaya çalışıyorlar!"

Kayaların ardından yükselen toz bulutları, onların da bir taktik değiştirdiğini gösteriyordu. Yakından çarpışmak istiyorlardı. Bu da bizim için felaketti.

Burak gözlerini devirdi. "Sonunda! Silahlarınız bitince zaten yakın dövüşe muhtaç kalacaktık!"

Ben dişlerimi sıktım. "Burak, yeter! Bu iş şaka değil!"

Tam o anda, havada bir gölge belirdi.

Ve motor sesi...

Rotorların güçlü, metalik vuruşları, çölde yankılandı.

Önce tek bir noktaydı, sonra büyüdü… Ve nihayet, üzerimizde belirginleşti.

TÜRK ORDUSU'NA AİT BİR HELİKOPTER.

Gözlerimiz bir an birbirine kilitlendi. Bu bir hayal miydi, yoksa gerçekten kurtuluş mu geliyordu?

Hayat hafifçe nefesini tuttu. "İşte bu…"

Mustafa Kemal gözlerini kıstı. "Artık buradan çıkıyoruz."

Ve o an, savaş bizim lehimize döndü....

Bölüm : 05.04.2025 15:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...