47. Bölüm

VAROLUŞSAL SANCILAR

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Gözlerimi açtığımda odanın loş aydınlığı beni karşıladı. Perdeler hafifçe aralıktı ve sabahın ilk ışıkları içeri sızıyordu. Ama benim için günün başlangıcı ışıkla değil, yanı başımdaki sıcaklıkla anlam kazanıyordu.

 

Başımı çevirdiğimde Umay’ı gördüm. Yüzü huzurluydu, soluk alıp verişi düzenliydi. Uyku ona çok yakışıyordu. Saçları yastığa dağılmış, ince kaşları hafifçe gevşemişti. Gün içinde hep bir şeyleri düşünüp planladığı için kaşlarının çatık olmasına alışkındım ama şimdi, hiçbir şeyin ağırlığını taşımadan, tamamen huzurla uyuyordu.

 

Ona biraz daha sokuldum. Sıcaklığı, nefesi, her şeyi o kadar gerçekti ki, bazen bütün bu hayatın elimden kayıp gidebileceğini düşünüyor, içimi garip bir korku kaplıyordu. Ellerim beline doğru uzandı, hafifçe sarıldım. Uyandırmak istemiyordum ama ona dokunmadan da duramazdım.

 

Göğsümden gelen hafif bir iç çekişi fark etmedi bile. Bunca badireden sonra, yanımda olması bile büyük bir mucizeydi.

 

Tam o sırada, içeriden gelen mırıldanmalar dikkatimi çekti. Aybars…

 

Ufaklık uyanmıştı. Muhtemelen önce peluş ayısını arıyor, sonra da doğrulup bize doğru gelecekti.

 

Gülümseyerek Umay’a son kez baktım. Elimi saçlarının arasından usulca geçirdim. Sonra dikkatlice yataktan kalktım, üzerini düzelttim ve sessizce odadan çıktım.

 

Gün başlamıştı. Ama benim için en güzel an, hâlâ o yatakta yanımda yatıyordu.

 

Aybars’ın odasına girdiğimde, minik oğlum yatakta yan yatmış, tek gözünü açmış Elmo’yla konuşuyordu. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu, sesi uykulu ama şen şakraktı.

 

Beni fark edince kıkırdayarak döndü. "Günaydın babaaa!"

 

Gülümseyerek yatağına oturdum. "Günaydın oğlum. Elmo’yla ne konuşuyordunuz bakalım?"

 

Aybars, Elmo’yu havaya kaldırıp ciddiyetle konuştu. "Baba, Elmo kahvaltıda çikolatalı süt istiyor. Ben de istiyorum!"

 

Gözlerimi kısarak başımı salladım. "Demek öyle… Elmo’nun dişleri yok ama seninkiler var. O yüzden önce güzel bir kahvaltı yapıyoruz, sonra belki çikolatalı süt düşünebiliriz."

 

Aybars dudaklarını büzdü, bir an düşündü, sonra sırıttı. "O zaman Elmo yerine ben içeyim!"

 

Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Bu velet, sabah sabah bile pazarlık yapıyordu.

 

Saçlarını karıştırıp onu kucağıma aldım. "Hadi bakalım, kahvaltıya gidelim. Annen de uyanmadan önce mutfağı ele geçirelim."

 

Aybars heyecanla ellerini çırptı. "Tamam baba! Ama Elmo’yu da getiriyorum!"

 

Minik elleriyle Elmo’yu da sıkıca kavradı, sonra kahramanca kollarımı boynuna doladı. Onu kucağımda taşırken içimde tarifi zor bir mutluluk vardı.

 

Aybars büyüyordu. Ve her anına şahit olmak, onunla her günü yaşamak, dünyadaki en büyük şanstı.

 

"Peki Elmo haşlanmış yumurta sever mi" dedim gülerek.

 

Aybars başını iki yana hızla salladı. "Hayır baba, Elmo yumurtadan korkuyor!"

 

Kaşlarımı kaldırdım. "Öyle mi? Neden korkuyormuş bakalım?"

 

Aybars ciddiyetle Elmo’yu yüzüme doğru kaldırdı. "Çünkü Elmo bir keresinde yumurtayı kırınca içinden civciv çıkacak sandı! Çok korktu!"

 

Gülmemek için dudağımı ısırdım. "Demek öyle… O zaman Elmo’nun içi rahat olsun, bizim yumurtalarımızdan civciv çıkmaz. Ama büyümek için haşlanmış yumurta yememiz lazım."

 

Aybars düşündü, Elmo’ya baktı, sonra tekrar bana döndü. "Peki, Elmo yemesin ama ben yerim. Sonra çikolatalı süt alıyoruz, anlaştık mı?"

 

Gözlerimi kısarak başımı salladım. "Pazarlık yeteneğini kimden aldığını biliyorum ama bakalım annen kabul edecek mi?"

 

Aybars kıkırdayarak kollarını açtı. "O zaman hızlı ol baba, annem uyanmadan çikolatalı sütü kapmalıyız!"

 

Onu kucağıma alıp kahvaltıya doğru ilerlerken gülümsemekten kendimi alamadım. Küçük adam, sabah sabah bile aklını kullanıyordu.

 

Aybars’ı kanepeye yerleştirip televizyonu açtım. Şirinler’in neşeli müziği salonu doldururken mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya koyuldum.

 

Buzdolabını açıp göz gezdirdim. Yumurta, peynir, zeytin, biraz domates... Bir de Aybars’ın pazarlık konusu olan çikolatalı süt. Gülümseyerek bir paket çıkardım ama masaya koymadan önce Umay’ın uyanıp uyanmadığını kontrol etmek için koridora baktım.

 

Henüz ses yoktu. Güzel. Küçük kaçakçımla işimizi bitirmeden yakalanmak istemiyorduk.

 

Yumurtaları haşlamaya bıraktım, bir yandan da ekmekleri kızarttım. Tam her şeyi masaya dizmişken, oturma odasından Aybars’ın sesi geldi.

 

"Baba! Gargamel yine kötü bir plan yapıyor!"

 

Gülerek başımı salladım. "O adam hiç akıllanmayacak, değil mi?"

 

Aybars ciddi bir ifadeyle kafasını salladı. "Hiç! Ama Şirinler hep kazanıyor."

 

"İyi olan her zaman kazanır." dedim, mutfaktan seslenerek.

 

Tam masayı hazırlayıp Aybars’ı çağıracaktım ki, arkadan uykulu bir ses duyuldu.

 

"Sabah sabah ne kaçakçılık çeviriyorsunuz bakalım?"

 

Başımı çevirdiğimde Umay’ı, gözlerini ovuştururken kapının eşiğinde gördüm. Kaçış planımız suya düşmüştü.

 

Aybars hemen atıldı. "Hiçbir şey anne! Sadece Şirinleri izliyoruz!"

 

Umay kaşlarını kaldırıp önce bana, sonra masadaki çikolatalı süte baktı. Kollarını kavuşturup sırıttı. "Şirinler çikolatalı süt mü içiyor artık?"

 

Aybars kıvrak bir zeka örneği göstererek hemen yanıtladı. "Şirin Baba bazen özel iksir yapıyor ya, işte onun gibi."

 

Umay bana dönüp başını iki yana salladı. "Sen bu çocuğu iyice kendine benzettin, Altay."

 

Gülerek yanına yaklaştım, belinden tutup kendime çektim. "Ne yapayım, zeka aileden geliyor."

 

Umay gözlerini devirirken Aybars sandalyesine oturdu ve kaşığını kaldırıp sanki bir emir verir gibi konuştu. "Tamam, tamam, hadi yiyelim artık! Karnım acıktı."

 

Masaya oturduk, kahvaltıya başladık. Umay haşlanmış yumurtasını soyarken bana göz ucuyla baktı. "Bugün ne yapıyoruz?"

 

Omuz silktim. "Planım seninle ve küçük kaçakçımla vakit geçirmek. Senin bir planın mı var?"

 

Umay bir an düşündü, sonra başını iki yana salladı. "Aslında yok. Ama uzun zamandır ailece dışarı çıkmadık. Biraz temiz hava alalım mı? Mesela göl kenarına gidebiliriz."

 

Aybars hemen heyecanla atladı. "Göl mü? Ördekler var mı baba?"

 

Başımı salladım. "Tabii ki var. Hatta onlara ekmek atabiliriz."

 

Aybars gözleri parlayarak ellerini havaya kaldırdı. "Yaşasın!"

 

Umay ise gülerek başını salladı. "Bu yarışta ben de varım. Bakalım kim daha fazla ördek besleyecek."

 

Aybars elini çenesine koyup düşündü, sonra ciddiyetle bana döndü. "Baba, annem çok hırslı. Onu hafife alma."

 

Göz kırptım. "Merak etme oğlum, biz güçlü bir takımız."

 

Kahvaltımızı neşeyle bitirdik. Bugün ailece güzel bir gün geçirecektik. Ve uzun zamandır ilk kez her şeyin bu kadar huzurlu olduğunu hissettim.

 

Aybars heyecanla yerinde zıplıyordu. İlk defa Kuğulu Park’a geleceğini öğrenince gözleri ışıldamıştı. Arabaya bindiğimiz andan itibaren hiç susmadı.

 

“Baba, kuğulara dokunabilir miyim?”

 

“Baba, ördeklerle kuğular arkadaş mı?”

 

“Baba, peki ya balıklar? Onlar da var mı?”

 

Her sorusuna gülerek cevap verdim. Umay da arka koltukta Aybars’ın heyecanına ortak olup gülümsüyordu. Ankara’da yaşadığımız onca yoğunluktan sonra böyle bir günü hak ediyorduk.

 

Kuğulu Park’a vardığımızda Aybars neredeyse arabadan atlayacak gibi oldu. Onu kucağıma alıp indirdim ama yere konar konmaz hızla ileri atıldı.

 

“Baba, bak! Kuğular orada!”

 

Birkaç adım atıp beyaz kuğuları görünce olduğu yerde durdu ve ağzı açık kaldı. Hayatında ilk kez böyle büyük ve zarif kuşlar görüyordu. Heyecanla arkasına dönüp bana baktı.

 

“Bunlar gerçek mi?”

 

Gülerek başımı salladım. “Gerçek oğlum. Hadi, onlara yakından bakalım.”

 

Umay yanımıza gelip Aybars’ın elini tuttu. Üçümüz birlikte göl kenarına yürüdük. Aybars heyecanla etrafına bakıyor, her şeyi hafızasına kazıyormuş gibi dikkatle izliyordu. Birkaç kuğu süzülerek suyun üzerine geldiğinde Aybars’ın gözleri büyüdü.

 

“Baba! Bize bakıyorlar!”

 

“Evet, çünkü elimizde ekmek var. Onlara biraz verebiliriz.”

 

Cebimden çıkardığım ekmek parçalarını Aybars’a uzattım. Küçük elleriyle bir parça kopardı ve suya attı. Kuğular hemen yaklaşıp ekmeği kaptığında kahkahalarla gülmeye başladı.

 

“Yine yapalım! Yine yapalım!”

 

Umay da yanımızda gülümseyerek duruyordu. “Demek küçük bey kuğuların favori misafiri olacak?”

 

Aybars başını hızla salladı. “Evet! Ben burayı çok sevdim.”

 

Göl kenarında bir süre daha vakit geçirdik. Aybars’ın neşesi hepimize bulaşmıştı. Uzun zamandır bu kadar keyifli bir an yaşamamıştık.

 

Ankara’da deniz yoktu, ama bizim için en güzel deniz, şu an Aybars’ın içten kahkahalarıydı.

 

Bir süre daha kuğulara ekmek attıktan sonra Aybars yorulmuş gibi kollarını iki yana açtı. "Baba, beni uçur!" diye bağırdı.

 

Gülerek onu kucağıma aldım, hızla havaya kaldırıp döndürdüm. Kahkahaları gökyüzüne karıştı. Umay, bizi izlerken telefonunu çıkarıp fotoğraf çekti.

 

"Bak Aybars, annen bu anları ölümsüzleştiriyor. Büyüyünce bakarsın."

 

Aybars gülerek başını salladı. "Ben hep buraya gelmek istiyorum!" dedi kararlılıkla.

 

Tam o sırada ileride bir sokak müzisyeni keman çalmaya başladı. Melodi rüzgâr gibi etrafımıza yayıldı. Umay başını çevirip gülümseyerek bana baktı. "Ne kadar güzel çalıyor, değil mi?"

 

Aybars hemen müzisyene yöneldi. Küçük adımlarıyla ona doğru yürüdü ve başını kaldırıp hayranlıkla baktı. Sonra döndü, gözlerini kocaman açarak bana seslendi:

 

"Baba! Bu amca sihir yapıyor!"

 

Gülerek yanına çömeldim. "O sihir değil oğlum, müzik. Keman çalıyor."

 

Aybars başını yana eğdi, sanki bir şeyi anlamaya çalışıyordu. Sonra birden ellerini çırptı. "Ben de çalmak istiyorum!"

 

Müzisyen gülümseyerek eğildi. "Müzik öğrenmek ister misin küçük adam?"

 

Aybars heyecanla başını salladı. "Evet! Ama önce kuğularla konuşmayı öğrenmem lazım!"

 

Bu cevabı duyunca herkes kahkahaya boğuldu. Umay, gözlerini hafifçe süzüp sevgiyle Aybars’ın başını okşadı. "Küçük filozofumuz iş başında yine."

 

Müzisyen hafifçe güldü. "Öyleyse sana bir sır vereyim. Müzik, hayvanlarla konuşmanın en güzel yollarından biridir."

 

Aybars gözlerini büyüterek bana döndü. "Baba! Bunu öğrenelim!"

 

Gülerek başımı salladım. "Tamam oğlum, belki bir gün sana keman alırız."

 

O an, Ankara’nın ortasında, Kuğulu Park’ta, Aybars’ın gülümsemesi ve rüzgâra karışan keman sesiyle mutluluk içinde bir an yaşadık. Ve o anın, hayatımızın en değerli anılarından biri olacağını biliyordum.

 

Güneş batmaya yüz tutmuştu. Kuğulu Park’ın ışıkları yanmaya başlamış, rüzgâr hafifçe eserek ağaçların yapraklarını dans ettiriyordu. Aybars, müzisyenin yanına çökmüş, keman sesine dalmıştı. Bizse Umay’la biraz geride, banklardan birine oturduk.

 

“Hava serinledi mi?” diye sordu, sesi yumuşak ve alışıldık bir huzurla doluydu.

 

Başımı iki yana salladım. “Yok, tam kıvamında. Hani insanın içinde ne varsa, hava da ona göre gelir ya… Şu an içimde sen varsın. O yüzden hep iyi.”

 

Gülümsedi, başını omzuma yasladı. Saçları yana düştü, ensesinde ince bir titreme sezdim.

 

“Altay?”

 

“Efendim?”

 

“Bazen düşünüyorum… Hayatın bunca hengâmesinde, biz nasıl hâlâ böyle yan yanayız?”

 

Bir an sustum. Kuğular sessizce gölde süzülüyordu. Sokak lambasının loş ışığı, Umay’ın yüzünü yumuşak bir şiire dönüştürmüştü.

 

“Çünkü başka türlüsünü bilmiyoruz.” dedim. “Çünkü ne zaman düşsek, birbirimizin elini tutmaktan vazgeçmedik. Çünkü sen bensiz, ben de sensiz bir şehir kurmayı hiç öğrenmedik.”

 

Umay, hafifçe başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinde tanıdık bir ateş vardı.

 

“Sen şiir okurken bir sigara yakmadığın sürece, her cümlene inanırım Altay.” dedi fısıltıyla.

 

Güldüm. “Biliyorum. O yüzden en sevdiğim mısrayı en içimden okuyorum şimdi…”

 

Eğildim, dudaklarım tam alnına değdiği anda usulca fısıldadım:

 

“Seni düşündükçe bir ceviz ağacı büyüyor avuçlarımda,
Sana yaklaştıkça kökleniyorum…”

 

O an, dünyanın en büyük sessizliği içimize doldu. Ne savaşlar, ne kaygılar, ne de yarın… Sadece biz vardık. Ve biz olduğumuz sürece, dünya hâlâ güzel bir yerdi.

 

Umay gözlerini kapadı, alnına bıraktığım öpücüğün sıcaklığıyla nefesini tuttu. Başını usulca göğsüme yasladı, kollarımın arasına sığındı. Kuğulu Park’ın ışıkları gözlerini aydınlatıyordu, ama bana sorarsan Umay’ın içindeki ışık daha kuvvetliydi.

 

“Altay?”

 

“Efendim?”

 

“Böyle hep yanımda kal.”

 

Gülümsedim. “Bunu söylemene gerek var mı?” dedim. “Sen olmadan nefes almak bile anlamsız gelir bana.”

 

Parmaklarını elimle birleştirdi. Elleri her zamanki gibi küçüktü ama taşıdığı yükler devasa… Yaşadığı her acının, atlattığı her savaşın izini avuçlarının çizgilerinde okuyordum.

 

“İnsan en çok, onu tutan bir el varsa güçlüdür, değil mi?” dedi, sesi bir rüzgârın içinden geçer gibiydi.

 

Başımı salladım. “Ve en çok, sevdiği gözlerin içinde kendini buluyorsa tamdır.”

 

Bir an sustu, gözleri gözlerime takıldı. Sonra hafifçe eğildi, başını göğsüme yasladı.

 

“O zaman tamız Altay. Eksik değiliz.”

 

Yavaşça başını kaldırdı, gözleri gözlerime kilitlendi. İçinde bambaşka bir şey vardı. Kelimelere dökülemeyen, ama dokununca anlaşılan bir şey…

 

Eğildim, avuçlarımı yanaklarına koydum. Usulca, yavaşça… Ve dudaklarımız birbirine değdiğinde, Ankara’nın en güzel akşamı o bankta başladı.

 

Ne kuğuların sesi, ne parkın ışıkları, ne de yanımızdan geçen insanlar… O an dünya susmuştu.

 

Sadece ben, o ve içimizde yankılanan bir Cemal Süreya dizesi vardı:

 

“Biliyorum sana giden yollar kapalı,
Üstelik sen de hiçbir zaman sevmedin beni.
Ama ben yine de… Sana geliyorum.”

 

Aybars, elindeki son ekmek parçasını kuğulara atmak için heyecanla beklerken, aniden bir çocuk yanına yaklaşıp onu sertçe itti. Küçük bedeninin dengesini kaybedip geriye doğru sendelemesi bir oldu.

 

“Baba!” diye seslendi, şaşkınlıkla.

 

Bunu gördüğüm an, içimde bir şeyler yerinden oynadı. Aybars yere kapaklanmadan hemen yetişip onu kollarımın arasına aldım. Küçük kalbi hızla çarpıyordu, gözleri dolmuştu ama ağlamıyordu.

 

İçimdeki kor yandı.

 

Başımı kaldırdım, az önce Aybars’ı iten çocuğa baktım. Altı-yedi yaşlarında, şımarık bir edayla duruyordu. Yanında da annesi olduğu belli olan, telefonuna dalmış bir kadın…

 

Derin bir nefes aldım.

 

Aybars bana sarılmış, nefes nefese bekliyordu. Umay da olan biteni görmüş, yerinden kalkmaya hazırlanıyordu ama ben daha fazla dayanamadım.

 

Çocuğa doğru bir adım attım.

 

“Hey.” Sesim soğuktu ama sert değildi.

 

Çocuk bana baktı, umursamazca omuz silkti. “O kuğulara çok yakındı. Ben önce geldim.”

 

Beni tanımıyor olmalıydı. Yoksa gözlerime böyle umursamaz bakamazdı.

 

Diz çöktüm, göz hizasına indim. “Aybars da burada ve o senin arkadaşın olabilir.” dedim, sesimi yumuşatarak. “Arkadaşlarını iter misin?”

 

Çocuk bir an tereddüt etti. Sonra, çaktırmadan annesine baktı. Ama annesi hâlâ telefonundaydı.

 

Ben de Umay’a kısa bir bakış attım. O, sadece kollarını kavuşturmuş, gülümsemesini saklamaya çalışıyordu.

 

Çocuk homurdandı, “Ben istemedim,” dedi ama gözleri yere kaydı.

 

Aybars da duraksadı. Birkaç saniye düşündü, sonra küçük yumruğunu sıktı ve cesurca ileri çıktı.

 

“Ben seni iter miyim?” diye sordu, başını kaldırarak.

 

Çocuk gözlerini kaçırdı.

 

Aybars, elindeki son ekmek parçasını uzattı. “Bak, sen de kuğulara atabilirsin. Beraber atalım.”

 

O an çocuğun yüzü değişti. Küçük, sıkılı ifadesi gevşedi. Tereddütle elini uzattı, Aybars’la beraber ekmeği suya attılar.

 

Kuğular yaklaşıp yumuşak hareketlerle yediler.

 

Ben derin bir nefes aldım.

 

Aybars, birini bağırarak korkutmayı değil, dostça el uzatmayı seçmişti.

 

Gözlerim Umay’la buluştu. O an ne düşündüğümü biliyordu.

 

Oğlumuz doğru yoldaydı.

 

Aybars, kuğulara ekmek atmanın heyecanıyla tam bana dönecekken, o çocuk aniden elini uzatıp bileğini sertçe sıktı.

 

Aybars önce ne olduğunu anlamadı. Sonra minik yüzü gerildi, gözleri büyüdü.

 

“Bırak!” diye bağırdı ama çocuk inatla sıkmaya devam etti.

 

O anda her şey bende durdu.

 

Aybars’ın kolundaki küçük tırnak izleri, cildinde beyazdan kırmızıya dönerken… İçimde, kontrol edemediğim bir öfke kabardı.

 

Bir saniye bile düşünmeden ayağa fırladım.

 

Elimi çocuğun bileğine uzattım ve hızlı ama sert bir şekilde çektim.

 

“Yeter!” Sesim soğuk ve netti. Savaş meydanında bir emri nasıl veriyorsam, öyle söyledim.

 

Çocuk şaşkınlıkla bana baktı. Ama bu sefer korkmuştu.

 

Aybars, bileğini çekip göğsüne bastırdı. Minik gözleri dolmuştu. Alt dudağı titriyor, ama ağlamamak için kendini tutuyordu.

 

Ben eğilip yüzüne dokundum. “İyi misin?”

 

Ama o an o kadar öfkeliydim ki sesim bile titrekti.

 

Aybars, kısık bir sesle “Baba, acıyor,” dedi.

 

İçimdeki öfke iplerini kopardı.

 

Başımı kaldırıp çocuğa döndüm. “Senin adın ne?” Sesim buz gibiydi.

 

Çocuk geri adım attı, gözleri kaçtı. Ama tam o sırada annesi nihayet telefonundan kafasını kaldırdı.

 

“Ne oluyor burada?” dedi, sesinde umursamaz bir sabırsızlık vardı.

 

Ayağa kalktım, gözlerimi kadına diktim. “Oğlunuz, benim oğlumun kolunu sıktı. Canını yaktı. Baksanıza.”

 

Kadın gözlerini devirdi, çocuğuna dönüp ilgisizce sordu: “Ne yaptın sen yine?”

 

Çocuk bir şey söylemedi. Kadın da umursamadı. “Çocuk onlar, olur böyle şeyler.”

 

“Hayır, olmaz.” Sesim daha da sertleşti. “Başkasına zarar vermek ‘olur böyle şeyler’ değildir.”

 

Kadın sinirlenip çantasını düzeltti. “Ne yapmamı bekliyorsunuz yani?”

 

Gözlerim hâlâ çocuğundaydı. “Oğlunuz, başkasına zarar verdiğinde bunun yanlış olduğunu öğrenmeli.”

 

Kadın tam bir şey söyleyecekken Umay yanımıza geldi, Aybars’ı kollarına aldı.

 

Aybars, hıçkırarak Umay’a sarıldı.

 

Ben hâlâ çocuğa bakıyordum. O sırada Aybars başını Umay’ın omzundan kaldırdı ve küçük, titrek sesiyle konuştu.

 

“Baba… Eve gidelim.”

 

Gözlerimi kapatıp bir nefes aldım.

 

Sonra çocuğa son bir kez baktım.

 

“Büyüyünce ya özür dilemeyi öğreneceksin, ya da bir gün birine denk gelip gerçekten canın yanacak.”

 

Kadın öfkeli bir nefes verip çocuğunu çekiştirerek uzaklaştırdı. Ama ben hâlâ içimdeki ateşi söndürememiştim.

 

Aybars’ı Umay’dan aldım, küçük bedenini sıkıca sardım. Minik kalbi, benimkine değiyordu.

 

“Eve gidiyoruz.” dedim kısık sesle. “Buradan uzaklaşıyoruz.”

 

Aybars’ı kucağımda sıkıca tutarken, minik bileğine gözüm takıldı. Küçük tenindeki tırnak izleri hâlâ kırmızıydı.

 

Bunu görmek içimi burktu.

 

Nefes aldım, sonra bileğini usulca tuttum ve öptüm.

 

“Geçecek aslanım.”

 

Aybars, gözleri hâlâ nemli olsa da başını salladı. “Ama acıdı baba.”

 

İçimde bir yumruk hissettim.

 

Umay eliyle sırtımı sıvazladı. “Artık geçti. Sen çok güçlüsün, değil mi küçük bey?”

 

Aybars başını salladı ama hâlâ huzursuzdu.

 

Arabaya binmeden önce eğilip yüzüne baktım. “Sana bir şey söyleyeyim mi?”

 

Minik gözleri bana kilitlendi.

 

“Bazen insanlar kötü davranır, bazen haksızlık yapar. Ama unutma, sen kim olduğunu bil yeter. Sen güçlüsün, sen iyi bir çocuksun. Ve ne olursa olsun, seni koruyacak bir baban var.”

 

Aybars gözlerini kırpıştırıp “Sen hep yanımda olacaksın, değil mi?” diye sordu.

 

Elini sıktım. “Her zaman.”

 

Küçük elleri avucumda kayboldu. Ama ben biliyordum ki, bu küçücük an, onun hafızasında hep kalacaktı.

 

Umay kapıyı açtı, hepimiz arabaya bindik.

 

Evimize doğru giderken, Aybars sessizce elimi tuttu ve sımsıkı bırakmadı.

 

Eve adımımızı attığımız an, bütün tim gözlerini Aybars’a dikti.

 

Burak hemen eğildi, kaşlarını çatmıştı. “Ne oldu sana küçük adam?”

 

İlteriş yanaşıp Aybars’ın koluna baktı, gözleri kısıldı. “Kim yaptı bunu?”

 

Yavuz sessizdi ama bakışlarından sinirini belli ediyordu. Yaseminka ve Burçe bile sessizleşmişti.

 

Aybars önce bana, sonra Umay’a baktı. Küçük dudaklarını büzerek “Bir çocuk itti, sonra kolumu sıktı.” dedi.

 

Burak anında yerinden doğruldu. “Ne?! Kim o çocuk? Bana bırakın, abisi güzel konuşur onunla.”

 

Umay gözlerini devirdi. “Burak, dur. Beş yaşında bir çocuktan bahsediyoruz.”

 

İlteriş’in sesi sert çıktı. “Kardeşim, mesele yaş değil. Bakar mısın şuna?”

 

Aybars’ın kolundaki tırnak izleri hâlâ hafif kızarıktı. Ben çocuğumu koruyamamış olmanın öfkesiyle dişlerimi sıktım.

 

Yavuz kollarını bağladı, yüzü ifadesizdi. “Peki, Aybars ne yaptı?”

 

Herkes sessizleşti.

 

Aybars başını öne eğdi. “Hiçbir şey yapmadım…”

 

İşte bu, timin hepsini daha da gerdi.

 

Burak kaşlarını kaldırdı. “Aslanım, bak şimdi… Baban ne öğretti sana?”

 

Aybars bana baktı, sanki ne diyeceğini tartıyordu.

 

Ben çömeldim, ellerini tuttum. “Kendini savunmayı biliyorsun, değil mi oğlum?”

 

Aybars yutkundu. “Ama baba… Sen hep ‘önce konuş’ diyorsun.”

 

İçim ısındı. Evet, ona böyle öğretmiştim. Önce konuş, önce çözüm ara. Ama bugün öğrendiğim bir şey vardı…

 

Bazen konuşmak yetmezdi.

 

Elini sıktım. “Konuşmak işe yaramazsa kendini koruyacaksın, tamam mı? Kimse sana böyle zarar veremez.”

 

Aybars derin bir nefes aldı. Sonra başını salladı. “Tamam, baba.”

 

Burak eliyle dizine vurdu. “Helal sana! Bundan sonra kimse bizim Aybars’a bulaşamaz!”

 

Herkes gülümsedi ama içimizde bir yer hâlâ huzursuzdu.

 

Çünkü hepimiz biliyorduk… Bu dünyada bazen en masum olanlar bile savaşmayı öğrenmek zorundaydı.

 

Aybars hâlâ biraz üzgün görünüyordu. Kolunu hafifçe ovuştururken gözlerini yere dikmişti. Bu halini görmek içimi burkuyordu.

 

İlteriş eğilip Aybars’a baktı. “Aslanım, canın acıyor mu?” diye sordu.

 

Aybars başını salladı. “Şimdi daha iyi ama… O çocuk beni neden itti bilmiyorum.”

 

Burçe yumuşak bir sesle konuştu. “Bazen insanlar sebepsiz yere kötü davranabilir, Aybars. Ama bu, onların haklı olduğu anlamına gelmez.”

 

Burak kaşlarını çatıp yere çömeldi. “Bence sen çok güçlü bir çocuksun. Ama bir daha biri sana zarar vermeye kalkarsa ne yapacağını biliyorsun, değil mi?”

 

Aybars düşündü. Sonra yüzü hafifçe aydınlandı. “Önce konuşurum, sonra kendimi korurum!”

 

Gülümsedim, başını okşadım. “Aferin oğlum.”

 

Ama Burak yetinmedi, kaşlarını kaldırıp ekledi. “Ve en önemlisi, bana haber verirsin. Çünkü ben o çocuğa çok güzel abi nasihatleri vereceğim!”

 

Herkes güldü ama Umay kaşlarını kaldırıp Burak’a sertçe baktı. “Burak, çocukları dövemezsin.”

 

Burak dramatik bir şekilde iç çekti. “Tamam ya, söz veriyorum, sadece psikolojik baskı yapacağım.”

 

Yavuz başını iki yana salladı, gözlerini devirerek “Burak’ın rehber öğretmenlik macerası… Bakalım nasıl sonuçlanacak.” dedi.

 

Aybars artık gülüyordu. Eski neşesi geri gelmişti. Umay bana dönüp gözlerini kısıp hafifçe gülümsedi. “Güzel yetiştiriyorsun bu çocuğu.”

 

Ben de göz kırptım. “Öğrenmesi gereken çok şey var ama… En azından iyi bir timi var.”

 

O sırada Burak kollarını açtı. “Gel buraya küçük adam, dayanışma sarılması yapalım!”

 

Aybars kahkaha atarak Burak’ın kucağına atladı. Evet, belki bir çocuk onu itmişti… Ama Aybars’ın arkasında koca bir ordu vardı.

 

Burak ellerini ovuşturarak masaya yaklaştı. “Beyler, hanımlar! Karşınızda muhteşem bir Çiğköfte Partisi!” diye bağırdı.

 

Masada tabaklar dolusu çiğköfte, marullar, nar ekşisi ve limon sıralanmıştı. Aybars büyük gözlerle masaya bakıyordu. “Bu ne baba?” diye sordu, iştahla yutkunarak.

 

Gülümseyerek elimi omzuna koydum. “Bu, gerçek bir lezzet şöleni oğlum. Hazır mısın?”

 

Aybars heyecanla başını salladı. Burak, ona özel olarak küçük bir çiğköfte dürüm hazırladı. “Şimdi aslan parçası, bunu böyle sarıyoruz, sonra güzelce ısırıyoruz. Ama dikkat et, biraz acı olabilir.”

 

Aybars dürümü iki eliyle sıkıca tuttu, büyük bir hevesle ısırdı. Önce yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı… Sonra gözleri kocaman açıldı.

 

Birkaç saniye hareketsiz kaldı. Sonra bir anda burnunu çekmeye başladı. Gözleri dolmuştu. Ağzını açıp nefes alıyor, eliyle ağzını yelpazeliyordu.

 

“Baba! Ateş var! Ağzım yanıyor!” diye bağırdı.

 

Eren kahkahalara boğuldu. Umay hemen su uzattı ama Burak daha hızlı davrandı ve yoğurt dolu bir kaşık uzattı. “Bunu ye Aybars! Çabuk çabuk!”

 

Aybars hızla yoğurdu yedi ve derin bir nefes aldı. Yüzündeki panik yavaş yavaş geçti. Sonra ağzını sildi ve kaşlarını çattı. “Bu ne biçim yemek ya? İnsan bunu neden yer?”

 

Burak kahkahalar içinde yere yatacak gibi oldu. “Aslanım, çiğköfte bir yaşam biçimidir! Sen daha çocuksun, alışman lazım!”

 

Aybars sinirli sinirli elini beline koydu. “Ben bunu sevmiyorum. Ben pilav istiyorum!”

 

Eren tekrar kahkahaya boğulurken, ben oğlumun başını okşadım. “Tamam aslanım, acı yemene gerek yok. Ama büyüyünce bir gün çiğköfteyi seveceksin, bak gör.”

 

Aybars kaşlarını çattı ve kollarını kavuşturdu. “Ben büyüyünce de pilav yiyeceğim!” dedi inatla.

 

Burçe gülerek Umay’a döndü. “Bak, annesinin oğlu. Net.”

 

Ve o gece, Aybars’ın acıyla tanıştığı, timin ise gülmekten yerlere yattığı unutulmaz bir çiğköfte partisi olarak hafızalara kazındı.

 

Tam ortam sakinleşmişti ki Burak aniden masaya vurdu. "Tamam, Aybars ilk denemede çiğköfteyi sevmedi ama pes etmek yok! Eğitime devam!"

 

Aybars gözlerini kıstı, şüpheyle Burak’a baktı. "Ben dedim, pilav istiyorum!"

 

Burak sırıtarak eline bir marul yaprağı aldı, içine bir parça çiğköfte koyup bolca yoğurt ekledi. "Peki küçük adam, bak bu versiyon daha hafif. Hem yoğurt var, hem acıyı biraz bastırıyor. Küçük bir ısırık al, söz veriyorum bu sefer ağzın cayır cayır yanmayacak."

 

Aybars kollarını göğsünde bağladı, sonra bana baktı. "Baba, güvenir miyiz?"

 

Gülerek başımı salladım. "Denemekten zarar gelmez, aslanım."

 

Aybars derin bir nefes aldı, Burak’ın hazırladığı dürümü aldı ve tereddütle ısırdı. Oda bir anda sessizleşti, herkes Aybars’ın tepkisini bekliyordu.

 

Aybars çiğnemeye başladı… Sonra durdu. Gözlerini kırpıştırdı, düşünceli bir ifadeyle masaya baktı. "Hımm… Bu fena değil."

 

Burak zafer kazanmış gibi ellerini havaya kaldırdı. "İşte bu! Küçük adam çiğköfteye ilk adımını attı!"

 

Eren kahkahalarla başını iki yana salladı. "Çocuk resmen acısız çiğköfteye geçti, sıradaki aşama tam performans olacak."

 

Aybars kaşlarını kaldırıp Burak’a baktı. "Ama hâlâ pilav daha iyi."

 

Burçe kahkaha attı. "Bu çocuk sağlam duruyor, Burak. Pes etmez."

 

Burak derin bir nefes aldı, elini Aybars’ın omzuna koydu. "Peki, tamam. Şimdilik pilav kazandı ama unutma küçük adam, gerçek savaş daha yeni başladı."

 

Aybars gözlerini devirdi. "Tamam Burak abi, ben pilav yerken sen çiğköfteni ye."

 

O gece, Aybars çiğköfteyle barış sağlasa da kalbini hâlâ pilava vermişti. Ama biz hepimiz biliyorduk… Bu hikâye burada bitmeyecekti.

 

 

Tam Yavuz bir şey söyleyecekti ki Ulaş elini havaya kaldırdı. "Hayır. Siz değil. Ben gidiyorum."

 

Herkes sustu. Ulaş devam etti. "Çok dikkat çekeriz. Ne olduğunu tam olarak anlamadan kıpırdamak yok. Eğer gerçekten izini bulduysak, önce onunla konuşmalı, durumu anlamalıyım."

 

Yaseminka endişeyle ona baktı. "Ama—"

 

Ulaş hafifçe gülümsedi. "Merak etme. Bunu halledeceğim."

 

İlteriş sessizce başını salladı. "Tamam. Ama temkinli ol. Eğer en ufak bir sorun hissedersen geri çekil."

 

Ulaş gülümseyerek başını eğdi. "Ben her zaman temkinliyim."

 

Burak kıkırdadı. "Tabii, tabii. Timdeki en dikkat çeken adamın kendisi olduğunu unutuyor."

 

Ama hepimiz biliyorduk ki Ulaş bu işi ciddiye alıyordu. Ve eğer birinin sessizce İrmela’ya ulaşması gerekiyorsa, bu kişi oydu.

 

Böylece, yeni bir sayfa açılıyordu. Ulaş tek başına bir yolculuğa çıkıyordu. Ve biz… sadece bekleyip ne olacağını görebilirdik.

 

 

Tam ortam ciddileşmişti ki Aybars kollarını göğsünde bağlayıp kaşlarını çattı. "Ben de geliyorum!" diye bağırdı.

 

Herkes bir an dondu, sonra aynı anda ona döndü.

 

Ben derin bir nefes aldım. "Oğlum, Belçika’ya ne yapmaya gidiyorsun?"

 

Aybars gözlerini devirdi, sanki çok mantıklı bir şey söylüyormuş gibi "İrmela’yı ikna etmeye!" dedi. "Beni görünce kesin gelir!"

 

Burak kahkahayı patlattı, elini Aybars’ın başına koyup saçlarını karıştırdı. "Küçük adam, kendine fazla güveniyorsun!"

 

Aybars kaşlarını kaldırıp ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Babam diyor ki, ben çok ikna edici biriyim!"

 

Ben elimi alnıma götürdüm. "Ben bunu ne zaman dedim ya?!"

 

Aybars parmağını bana doğrulttu. "Dün! anneme süt içmem için ‘lütfen’ dediğimde içmiştim ya, sen ‘bu çocuk çok ikna edici’ dedin!"

 

Oda kahkahaya boğulurken Ulaş başını iki yana salladı. "Tamam küçük adam, senin diplomasini takdir ediyorum ama bu seferlik burada kalıyorsun."

 

Aybars kaşlarını çattı, iç çekti ve kollarını birbirine kenetledi. "Peki ama geri döndüğünde bana da bir görev vereceksin. Casusluk falan yaparım!"

 

Burak gülerek Yavuz’a döndü. "Bak gördün mü? Tim yeni bir eleman kazandı!"

 

Ve o an, gerginlik biraz olsun dağıldı. Ama hepimiz biliyorduk… Ulaş’ın dönüşü, yepyeni sorular ve belki de hiç beklemediğimiz cevaplar getirecekti.

 

Aybars’ın “casusluk” lafı odada kısa bir sessizlik yarattı. Umay’la göz göze geldik. Ben kaşlarımı kaldırdım, o hafifçe gülümsedi.

 

"Bu çocuk fazla zeki," diye mırıldandım. "20 aylık ama kelimeleri nasıl böyle seçiyor?"

 

Burak gözlerini kıstı, Aybars’ı süzdü. "Küçük adam, sen ‘casusluk’ kelimesini nereden öğrendin bakalım?"

 

Aybars gözlerini devirdi, sanki çok bariz bir şey söylüyormuş gibi ellerini iki yana açtı. "Babamla Yavuz amca hep konuşuyor! ‘Gizli operasyon’, ‘takip’, ‘iz sürme’… Casusluk işte!"

 

Yavuz boğazını temizleyip yere baktı, ben alnımı ovuşturdum. Umay hafifçe güldü. "Altay, oğlumuzun fazla zeki olması iyi bir şey ama… acaba biraz fazla mı kulak kabartıyor?" dedi alayla.

 

Burak kahkahayı bastı. "Aybars, sen büyüyünce kesin strateji uzmanı falan olacaksın!"

 

Aybars kollarını göğsünde bağlayıp gururla başını salladı. "Ben zaten güçlüyüm, bir de akıllıyım! Her şeyi biliyorum!"

 

Bu lafı duyunca Burak kendini sandalyeye attı, kahkahalar içinde kafasını masaya koydu. "Beyler, hanımlar! Küçük dâhimiz burada!"

 

Ben iç geçirip Aybars’ın başını okşadım. "Tamam aslanım, senin zekâna diyecek yok ama şimdi büyüklere biraz iş konuşma vakti ver, olur mu?"

 

Aybars gözlerini kıstı, kuşkuyla bizi süzdü. Sonra başını salladı. "Peki… Ama ben gidince casusluk konuşacaksanız, sonra anlatacaksınız!"

 

Yavuz dayanamayıp kahkaha attı. "Tamam küçük adam, her şeyi rapor ederiz."

 

Ve böylece, Aybars zafer kazanmış edasıyla odadan çıkarken biz hâlâ şaşkınlık içinde birbirimize bakıyorduk. Oğlumuz hem fazla zekiydi… hem de fazlasıyla tehlikeli olabilirdi.

 

Tam Aybars’ın casusluk merakıyla ilgili şoku atlatmaya çalışırken İlteriş kollarını göğsünde bağlayarak gülümsedi. "Bu çocuk sadece konuşmayı değil, her şeyi çabuk kapıyor. Geçenlerde 'Ona piyano öğreteyim mi?' dedim, iki tuşa bastı, beş dakikada şarkı çıkardı. Hızlı öğreniyor kerata."

 

Burak kaşlarını kaldırdı. "Ne diyorsun ya? Çocuk 20 aylık, nasıl piyano öğrenir?"

 

İlteriş omuz silkti. "Ben de öyle düşündüm ama izledim, resmen kulağı var. Notaları ezberlemiyor ama ritmi yakalıyor. Bence ileride müziğe yeteneği olacak."

 

Ben şaşkınlıkla Umay’a döndüm. O da aynı şaşkınlıkla başını salladı. "Bu çocuk bir gün bizi çok şaşırtacak, Altay. Şimdiden her şeye merakı var."

 

Aybars o sırada kapının eşiğinde durmuş, bizi dinliyordu. Kollarını beline koydu, kaşlarını kaldırdı. "Ben müzisyen mi olcam? Babam savaşçı diyo!"

 

Burak gülerek İlteriş’e döndü. "Bunu senin çözmen gerekecek baba adayı. Adam hem savaşçı hem sanatçı olmak istiyor."

 

İlteriş hafifçe gülümsedi, sonra Aybars’a eğilip göz kırptı. "Güçlü bir savaşçı, ruhunu beslemek için müzikten de anlar. Hem savaş hem sanat bilen bir adam… İşte bu gerçek bir lider olur."

 

Aybars başını salladı, sanki söylediklerini çok ciddiye almış gibi. "O zaman ben hem savaşçı hem piyanist olcam!"

 

Burak kahkahayı patlattı. "Küçük adam, senin hayat planın bizden sağlam! Helal olsun!"

 

Ve işte o an anladım… Aybars sadece zekiydi , aynı zamanda hepimizi çok ama çok zorlayacaktı.

 

Aybars ciddiyetle kafasını sallarken gözlerindeki ışıltıyı görmemek imkânsızdı. İlteriş gülerek ona sırtını sıvazladı. "O zaman sana hem kılıç hem de piyano dersi vermemiz gerekecek. Hangisini önce öğrenmek istersin?"

 

Aybars kaşlarını çatıp düşündü. Sonra hızla parmağını kaldırdı. "Önce kılıç! Ama piyano da çalıcam. Hem savaş yapıcam hem de müzik!"

 

Burak kahkahayı bastı. "Bu çocuk tam bir şovmen ya! Hem dövüşüp hem de fon müziği mi çalacak?"

 

Ben de gülmekten kendimi alamadım. Umay ise Aybars’ı severek saçlarını düzeltti. "Oğlum ne olmak istiyorsa onu olacak. Hem savaşçı hem piyanistse, ikisini de yapacak. Ama önce yemek yiyecek!"

 

Aybars’ın ciddiyeti bir anda kayboldu. Suratını ekşitip kollarını iki yana açtı. "Ama daha savaşmadım ki! Önce savaşıp sonra yemek yesem?"

 

İlteriş göz kırptı. "Gerçek savaşçılar önce karınlarını doyurur, sonra savaşır."

 

Aybars başını hızla salladı, sanki az önce söylediği her şeyi unutarak heyecanla mutfağa yöneldi. "Tamam o zaman! Yemek yiyeyim, sonra savaş yapalım!"

 

Burak, İlteriş ve ben arkamızdan bakıp kahkahalarla gülmeye devam ettik. Aybars her gün olduğu gibi yine herkesi hem şaşırtmış hem de güldürmüştü. Ama içimde bir his vardı...

 

Bu çocuk büyüyünce, gerçekten büyük işler yapacaktı.

 

Burak, kolunu sandalyeye yaslayıp iç çekti. “Ya bu çocuk bile benden iyi hayat yaşıyor. Bak, özel beslenme programı var, annesi kendi elleriyle yediriyor, keyfi yerinde. Ben dün akşam makarna yedim, o da soğuktu!”

 

Aybars, ağzındaki lokmayı çiğnerken Burak’a baktı. Sonra ciddiyetle ekmeğini ona uzattı. “Al, ye.”

 

Burak gözlerini kırpıştırdı. “Oğlum, ben dalga geçiyorum. Sen cidden bana ekmek mi veriyorsun?”

 

Aybars başını salladı. “Evet. Karnın açsa yemek yemek lazım. İlteriş amca öyle diyo.”

 

Burak iç geçirip ekmeği aldı. “Eyvallah be küçük adam. Sen büyüyünce kesin reis falan olacaksın.”

 

Umay, gülerek Aybars’ın yanağını okşadı. “Ama önce tabaktaki yemek bitecek.”

 

Aybars kaşığını kaldırıp hızla kafasını salladı. “Tamam! Ama sonra savaş yapalım!”

 

Burak, gözlerini bana devirdi. “Sizin evde normal bir gün yaşanmıyor değil mi?”

 

Gülerek başımı salladım. “Alış artık Burak. Bizde her gün ya savaş var, ya komedi.”

 

Aybars kaşığı eline aldı, havada sallaya sallaya sordu:

 

“Baba, su niye ıslak?”

 

Burak, elindeki ekmek parçasını düşürdü. “Ne?!”

 

Umay gözlerini devirdi. “Yavrum, su zaten sudur, o yüzden ıslaktır.”

 

Aybars kaşığı yere attı. “Ama neden? Babaaa, su neden ıslak?”

 

Burak ellerini açtı, bana döndü. “Hadi bakalım filozof baba, buyur buradan yak. Açıklasana.”

 

Derin bir nefes aldım. “Oğlum, çünkü suyun doğası bu. Islak olmak için yaratılmış.”

 

Aybars gözlerini kıstı. “Ama buz da sudan oluyo. Buz ıslak değil.”

 

Burak kahkahayı bastı. “Eyvallah! Çocuğun IQ’su senden yüksek çıktı Altay. Hadi bakalım, buz niye ıslak değil?”

 

Cevap vermeden önce Umay gülümsedi. “Tamam Aybars, baban düşünsün. Şimdi yemeğini ye.”

 

Ama Aybars pes etmeye niyetli değildi.

 

“Babaaa, köpekler neden konuşamıyo?”

 

Burak yine atıldı. “Bunu da açıkla Altay! Bekliyoruz.”

 

Ben tam ağzımı açacaktım ki Aybars masaya vurdu. “Ama Kuki konuşuyo! Televizyonda!”

 

Burak kahkahalar içinde geriye yaslandı. “Allah’ım sabah sabah çocuğa mantık anlatmaya çalışıyoruz!”

 

Aybars ciddi bir ifadeyle kaşığını kaldırdı. “Baba, uçaklar neden yere düşmüyo?”

 

Burak ellerini kafasına koydu. “Yeter! Ben bu sorgulamaya dayanamıyorum! Altay, ben de soruyorum: Burak neden sabah sabah sinir krizi geçiriyo?

 

Aybars kaşlarını kaldırdı. “Çünkü aç.”

 

Sessizlik oldu.

 

Sonra Burak gözleri dolmuş gibi bana döndü. “Altay, ben bu çocuğun zekasından korkuyorum.”

 

Ben gülerek Aybars’ın başını okşadım. “Sen aç olduğunda da böyle dırdır ediyorsun Burak. Çocuk doğru söylüyor.”

 

Burak, ekmeğini iki eliyle sıkıp gözlerini kıstı. “Bak küçük adam… Benle uğraşma. Sana Elmo’yu yasaklarım.”

 

Aybars kaşığı bırakıp ciddiyetle Burak’a döndü. “Sen kim oluyosun?”

 

Burak’la göz göze geldik.

 

Ve Burak tam anlamıyla kaybetti.

 

Aybars bir lokma ekmeği ağzına attı, sonra hiç çiğnemeden tekrar sordu:

 

“Anne, biz neden buradayız?”

 

Umay gözlerini kıstı. “Yani bu sofrada mı, dünyada mı?”

 

Aybars ciddi ciddi düşündü. “İkisi de.”

 

Burak çatalını düşürdü. “Yok artık! Küçük adam, bu ne felsefi derinlik?”

 

Umay derin bir nefes aldı, gözlerini ovuşturdu. “Aybars, önce yemeğini ye, sonra varoluşsal kriz yaşayalım.”

 

Aybars ciddiyetle devam etti. “Peki, insan neden uyur?”

 

Umay kaşığı masaya bıraktı. “Çünkü yorulur.”

 

Aybars başını iki yana salladı. “Ama ben yorulmadım.”

 

Umay gözlerini kıstı. “Dün gece üçte Elmo’yu uyandırıp ona hikaye anlatıyordun.”

 

Burak kahkahalar içinde yere yığıldı. “Altay, ben bu çocuğa yetişemiyorum!”

 

Aybars, Burak’a döndü. “Burak amca, sen neden bu kadar konuşuyorsun?”

 

Burak gözlerini kırpıştırdı. “Ne? Ne alaka?”

 

Aybars kaşlarını kaldırdı. “Ben sana bi şey sormadım ama sen hep konuşuyorsun.”

 

Ben masaya vurarak güldüm. Umay gözlerini devirdi. “Allah’ım, bu çocuğu susturmanın bir yolu yok mu?”

 

Aybars anında atıldı. “Anne, neden çocukları susturmak istiyorsunuz?”

 

Umay saçlarını çekiştirdi. “Ben bir hata yaptım. Bir çocuk yaptım. Şimdi bununla yaşıyorum.”

 

Aybars çatalını kaldırdı. “Anne, çatal neden çatal?”

 

Umay başını masaya koydu. “Bittim. Ben bittim.”

 

Burak gözleri yaşararak güldü. “Altay, Aybars’a MIT ajanı muamelesi yapalım mı? Çünkü sorguya alındık resmen!”

 

Tam o sırada Aybars son darbeyi vurdu.

 

“Peki, Elmo neden kırmızı?”

 

Umay sandalyeden kalktı. “Ben gidiyorum! Bu çocukla baş edemem! Bana beş dakika huzur verin!”

 

Aybars arkasından bağırdı: “Anne! Anne! Elmo neden mavi değil?”

 

Umay kapıyı çekti ve odasına girdi.

 

Burak gözlerini kırpıştırarak bana döndü. “Altay, Elmo neden mavi değil?”

 

Derin bir nefes aldım. “Bilmiyorum Burak. Ama bildiğim tek şey var.”

 

Burak merakla sordu. “Ne?”

 

Aybars’ın bir gönderme beklemeden cevaplamasıydı.

 

“Çünkü Kuki zaten mavi.”

 

Ve biz Burak’la çığlık atarak masadan düştük.

 

Aybars sandalyesinde bir sağa bir sola sallanırken beni göz hapsine almıştı. Gözlerindeki pırıltıyı görünce içimden "Yine geliyor…" dedim ama iş işten geçmişti.

 

"Baba, neden gökyüzü mavi?"

 

Çatalı havada dondum. "Eee… Işığın kırılması falan… Böyle bilimsel şeyler…"

 

Aybars kaşlarını çattı. "Hangi ışık? Kim kırdı?"

 

Burak yine nefessiz kahkaha atmaya başladı. Umay mutfaktan seslendi: "Altay, bilim adamı oldun hayırlı olsun!"

 

Aybars durmadı. "Peki baba, güneş neden düşmüyor?"

 

Alnımı ovuşturdum. "Yerçekimi falan…"

 

Aybars gözlerini kıstı. "Ama her şey yere düşerken o neden düşmüyor? Demek ki yerçekimi yalan!"

 

Burak masaya kafasını koydu. "Beni saymayın, ben hayata küstüm."

 

Ben ise Aybars’a baktım. Oğlum yerçekimini sorguluyordu.

 

"Baba, balıklar susayınca ne yapıyor?"

 

Beynime elektrik çarpmış gibi irkildim. "Ne?"

 

Aybars ciddiydi. "Balıklar susayınca su mu içiyor?"

 

Burak sandalyeden düştü. Umay gözlerini devirdi. "Bu çocuk bizi bitirecek!"

 

Aybars hala anlamaya çalışıyordu. "Baba, biz niye doğduk?"

 

Bıçağı bırakıp başımı ellerimin arasına aldım. "Oğlum, ben bu soruların cevabını 35 yaşına geldim, hala bulamadım! Sen niye şimdiden arayışa girdin?"

 

Aybars omuz silkti. "Büyüyünce bilmek istemiyorum, şimdiden bilmek istiyorum."

 

Burak elini kaldırdı. "Bir teklifim var. Bu çocuğu NASA’ya gönderelim."

 

Umay çayını yudumladı. "Hayır, bu çocuğu başkan yapalım. Bizi sorguya çeke çeke devleti yönetmeyi öğrenir!"

 

Aybars gözleri ışıldayarak elini kaldırdı. "O zaman benim son sorum var!"

 

Derin bir nefes aldım. "Sor bakalım, oğlum…"

 

Aybars masaya yaslanıp gözlerini kıstı.

 

"Babaaa, neden tavuklar uçamıyor ama ördekler uçabiliyor? Aynı kanat değil mi?"

 

Burak yerde yuvarlanıyordu. Umay sandalyeye yığıldı. Ben ise…

 

Sessizce cüzdanımı alıp kapıya yöneldim.

 

"Ben gidiyorum. Beynimi yenileyip gelicem."

 

 

Kapıya tam adımımı atmıştım ki küçük bir gölge peşimden fırladı. "Baba! Babaaa! Bir soru daha!"

 

İçimden "Kaç Altay, koş Altay, bu senin son şansın!" diye bağırıyordum ama bacaklarıma dolanmış bir Aybars varken kaçmam imkansızdı.

 

Yavaşça başımı çevirdim. "Oğlum, nolur, bir ara verelim. Beynim sıvı hale geldi, cevapları suda yüzdürmeye başladım."

 

Ama Aybars çok ciddiydi. "Baba, neden gözlerimiz var ama kendi gözümüzü göremiyoruz?"

 

Bir an dünya durdu. Burak içeriden bağırdı: "YETER! BU ÇOCUK BENİ VARLIK SORGUSUNA SÜRÜKLÜYOR!"

 

Umay mutfaktan kahkahasını bastı. "Altay, kaderinle yüzleş!"

 

Aybars peşimi bırakmadı. "Baba, neden kulaklarımız kendini duymuyor? Ses hep dışarıdan geliyor? Ben bağırıyorum ama kulağım içinde ses yok?"

 

Kapıyı açmaya çalışırken "Bu çocuk FBI ajanı mı?" diye düşündüm.

 

Aybars son hamlesini yaptı. "Baba, biz neden buradayız?"

 

Elim kapı kolundaydı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Bu… Bu felsefi bir şey, oğlum…"

 

Aybars kollarını bağladı. "Ama anne dedi ki her şeyin bir nedeni var. O zaman biz neden varız?"

 

Burak içeriden bağırdı: "BUNUN CEVABI YOK! KABULLENİN!"

 

Umay yere kapaklandı. Ben ise yavaşça cüzdanımı çıkarıp Aybars’ın eline sıkıştırdım.

 

"Al oğlum. Şimdi git, kime istiyorsan sor. Ben… Ben biraz hava alıp kendime geleyim."

 

Tam kapıdan çıkıyordum ki Aybars arkamdan son hamleyi yaptı:

 

"Baba! BABA! Tavuklar niye terlemiyor?!"

 

Kapıyı hızla kapattım.

 

"YOKUM! BEN BU SORUYU CEVAPLAYAMAM!"

 

Ve kaçtım. Arkadan Burak’ın çığlığını duydum:

 

"BİZİM NESİL YANDI! ÇOCUKLAR ÇOK GÜÇLÜ GELİYOR!"

 

Kapı açılır açılmaz Aybars ışık hızında fırladı ve Ulaş’ın yakasına yapıştı. "Amcaam! Sorularım var!"

 

Ulaş daha ceketini çıkaramadan gözleri büyüdü. "Hayırdır küçük adam? Ne sorusu?"

 

Aybars ciddi bir yüzle başını iki yana salladı. "Büyük sorular… Çoook büyük…"

 

Burak kanepeye uzanmış çayını yudumlarken alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu. "Hadi bakalım Ulaş Hoca, bugünkü dini sohbet konumuz: 20 aylık bir filozofla hayatta kalma mücadelesi."

 

Ulaş eğilip Aybars’ı kucağına aldı. "Tamam bakalım, sor bakalım."

 

Aybars parmağını havaya kaldırdı. "Allah bizi neden yarattı?"

 

Ulaş bir an durdu, sonra gülümsedi. "Bizi sevdiği için."

 

Aybars düşündü, düşündü… "E peki ama… Tavukları niye yarattı? Onları da mı sevdi?"

 

Burak yine lafa girdi: "Oğlum, bence Allah seni özel yarattı. Çünkü bu kadar çok soruyu normal bir çocuk soramaz!"

 

Ulaş gülerek başını salladı. "Allah her şeyi bir sebep için yarattı Aybars. Tavukları da yarattı çünkü insanlar beslenebilsin diye."

 

Aybars kaşlarını çattı. "Ama tavuklar da birbirini yiyor! O zaman onlar niye birbirini besliyor?"

 

Ulaş şaşkın bir kahkaha attı. "Ee şey… Doğanın dengesi diyelim ona."

 

Aybars hemen devam etti. "Peki o zaman… Peygamberimiz de tavuk yedi mi?"

 

Burak hızla toparlandı. "Bu çok kritik soru. Yanlış cevap verirsen seni çırak ilan eder bu çocuk."

 

Ulaş hafifçe gülerek başını salladı. "Peygamber Efendimiz bazı zamanlarda et yerdi ama çok az yerdi. Her şeyin ölçüsünü bilirdi."

 

Aybars düşündü, düşündü… Sonra ciddiyetle başını salladı. "O zaman ben de az yiycem. Çünkü ben de onun gibi olmak istiyorum!"

 

Umay, mutfaktan seslendi. "Ekmek üstü tereyağını yeni bitirdin Aybars, nasıl az yemek bu?"

 

Aybars hemen döndü: "Anne! O ayrı konu! Şimdi hoca ile konuşuyoruz!"

 

Burak artık kahkahaya boğulmuştu. "Bu çocuk var ya, büyüyünce bizi mezun eder. Hocam, işin zor!"

 

Ulaş başını iki yana sallayıp gülümsedi. "Yok yok, işim kolay. Çünkü Aybars çok akıllı bir çocuk. Ama şimdilik… Biraz oyun oynasak nasıl olur?"

 

Aybars düşündü. "Hmmm… Peki. Ama sonra bana ‘melekler nasıl uçar’ onu anlatıcaksın!"

 

Ulaş derin bir nefes aldı. "Bu çocuğun temposuna yetişmek için gerçekten özel eğitim almak lazım."

 

Ve o gün, 20 aylık bir çocuğun dini sohbetleri sayesinde herkesin kafası fena halde karıştı!

 

Aybars elinde bir çorapla geldi, alnını kırıştırarak bana baktı. "Baba, bu ne?"

 

Yemek yiyordum, umursamadım. "Çorap oğlum."

 

Aybars kaşlarını çattı. "Neden var?"

 

Derin bir nefes aldım. "Ayaklarımız üşümesin diye."

 

Aybars düşündü, düşündü… "Ama kışın bot giyiyoruz, çoraba ne gerek var?"

 

Çatalı bırakıp ona baktım. "Çünkü çorap olmadan botun içinde ayağın terler, sonra üşürsün."

 

Aybars gözlerini kıstı. "O zaman çorap yüzünden üşüyoruz aslında?"

 

"Hayır! Çorap teri emer. O yüzden üşümemeni sağlar!" dedim sinirle.

 

Aybars hızla yanıma tırmandı. "O zaman neden bazen çorapsız da üşümüyoruz?"

 

Elimi yüzüme kapadım. "Oğlum, çorap konusunda tartışmayı bırak, Allah aşkına!"

 

Aybars hiç oralı olmadı, bir anda masanın üzerindeki elmayı kaptı. "Baba, bu ne?"

 

"Elma." dedim derin bir nefes alarak.

 

"Neden kırmızı?"

 

"Bazıları kırmızı, bazıları yeşil, bazıları sarı olur oğlum."

 

"Ama neden?"

 

"Genetik."

 

"Genetik ne?"

 

Başım döndü. "Yani, tohumu nasıl olursa öyle oluyor."

 

"Tohumlar neden farklı?"

 

Kafamı masaya vurasım geldi. "Çünkü... çünkü… Allah öyle yaratmış!"

 

Aybars düşünmeye başladı, düşündü, düşündü… Sonra elmayı bana doğru uzattı. "Allah neden bizi elma yapmadı?"

 

Burak masanın diğer ucunda oturmuş, çayını tükürmemek için kendini tutuyordu. "Altay, aslanım, varoluşsal sancılarınla nasıl baş edeceksin bilmiyorum ama ben bu çocukla sohbet etmeye korkuyorum."

 

Aybars bana doğru yaklaşıp omzuma dokundu. "Baba, biz neden insanız?"

 

Yavaşça gözlerimi kapadım. "Çünkü oğlum… çünkü… bilmiyorum."

 

Aybars parmağını salladı. "Büyüyünce öğrenicem, sana anlatırım!"

 

Ve o gün anladım ki… O büyüyene kadar ben muhtemelen delirmiş olacağım!

 

Aybars masanın üzerine çıktı, elindeki kaşığı havaya kaldırdı. "Baba, bu ne?"

 

"Kaşık."

 

"Ama neden 'kaşık'?"

 

Gözlerimi kıstım. "Ne bileyim oğlum, ben mi koydum adını? Kaşık işte!"

 

Aybars dudaklarını büktü. "Ama mesela kaşık kelimesi olmasaydı ne derdik?"

 

Burak araya girdi. "Yemek kazıyıcı diyebilirdik belki?"

 

Aybars gözlerini kocaman açtı. "O zaman çatal da batırıcı mı?"

 

Yutkundum. "Belki."

 

Aybars, hızını almış bir kamyon gibi durmadan devam etti. "O zaman tabak da yemek yuvası mı?!"

 

Burak kahkahayı bastı. "Altay, oğlun dil devrimi yapıyor."

 

Aybars kaşığı göstererek bağırdı: "Bence bunun adı 'çorba kovası' olmalı!"

 

Umay mutfaktan seslendi. "Aybars, babanı zorlama!"

 

Aybars ellerini beline koydu. "Ama anne, ben sadece öğreniyorum. BABA, PEKİ—"

 

"Aybars dur!" diye atıldım. "Bir nefes al, soru sormayı bırak!"

 

Aybars bir an durdu, sonra yanağını eline dayadı. "Tamam. Ama bir şey sorabilirim değil mi?"

 

"Bir. Tek. Soru." dedim derin nefes alarak.

 

Aybars gözlerini kıstı, derin düşüncelere daldı. O an bir felaketin yaklaştığını hissettim.

 

Sonunda gözlerini bana dikti ve "Baba, biz neden gözümüzü açıp da uyuyamıyoruz?" dedi.

 

Bir sessizlik oldu.

 

Burak yere yığıldı, gülmekten nefessiz kaldı. Umay mutfaktan bir tabak düşürme sesi çıkardı. Ben ise beynimin içinde küçük bir patlama hissettim.

 

Yavaşça Aybars'ı aldım, kucağıma oturttum ve yüzüne baktım. "Oğlum, sen kimsin? Nereden geldin?"

 

Aybars ciddiyetle başını salladı. "Bilmiyorum baba, işte bu yüzden soruyorum!"

 

Ve o an anladım… Aybars sadece bir çocuk değil. Aybars bir filozof. Bir bilmece. Bir zihin yıkım makinesi.

 

Ve ben… Ben tükenmiş bir babayım!

 

Ev bir anda kalabalıklaşmıştı. Ulaş, Burak, İlteriş, hatta Yavuz bile gelmişti. Ben mutfaktan kafamı uzatıp "Ne oluyor ya? Burası operasyon merkezi mi, kahvehane mi?" diye söylenirken, Aybars gözlerini kısıp en kritik sorusunu patlattı:

 

"Yavuz amca, İzmir’de çekirdeğe neden çiğdem diyorsunuz?"

 

Ortam bir anda buz kesti. Yavuz, elindeki çayı yavaşça bıraktı. Derin bir nefes aldı, ciddi bir ifadeyle Aybars’a döndü. "Evlat, bu çok uzun bir mesele… Anlatınca anlayacak mısın?"

 

Aybars kaşlarını çattı. "Ben her şeyi anlarım!"

 

Yavuz derin bir iç çekti, sandalyesine yaslandı ve başladı: "Bak şimdi küçük efem, vakti zamanında, çekirdek ile çiğdem birbirine düşmüş…"

 

Burak araya girdi. "Allah aşkına yine mi destan anlatıyorsun?"

 

"Sus!" diye elini kaldırdı Yavuz. "Bu mesele kutsal!"

 

Ben elimle yüzümü kapattım. "Yavuz, rica ediyorum, çocuğu İzmir lobisiyle tanıştırma!"

 

Ama artık çok geçti. Yavuz hikayesine başlamıştı bile.

 

"Bir gün çekirdek, çiğdeme demiş ki: ‘Sen gereksizsin, herkes bana çekirdek diyor.’ Çiğdem de sinirlenmiş, ‘Ben asıl adım, sen uydurmasın!’ demiş. Sonra bir İzmirli gelmiş, ‘Efenim burası İzmir, biz burada çiğdem deriz, asıl doğrusu bu!’ deyince kavga kopmuş!"

 

Aybars ağzı açık dinliyordu. "Sonra ne olmuş?"

 

Yavuz gülümseyerek sırtını dikleştirdi. "Sonra, İzmir kazandı!"

 

Aybars şaşkınlıkla bana döndü. "Baba, biz İzmir’de miyiz?"

 

Ben çaresizce iç çektim. "Hayır oğlum, burası Ankara."

 

Aybars parmağını çenesine koydu. "O zaman neden burada Yavuz amca var?"

 

O an herkes sustu. Ben bile.

 

Yavuz’un gözleri kısıldı. Burak içeceğini püskürttü. Umay mutfaktan gülme krizine girdi.

 

Ve ben oğlumun en büyük gerçeği çözdüğünü fark ettim:

 

"Gerçekten neden burada?"

 

 

Yavuz derin bir nefes aldı, kollarını göğsünde bağladı ve gözlerini hafifçe kıstı. "Evlat, bunu duymaya hazır mısın?" diye sordu ağır bir ses tonuyla.

 

Aybars heyecanla başını salladı. "Hazırım!"

 

Timdeki herkes sustu, gözlerimizi Yavuz’a çevirdik. Burak bile ciddiyetle sandalyeye yaslandı. Ulaş kaşlarını kaldırdı, İlteriş ise başını iki yana sallıyordu.

 

Yavuz, eliyle bıyığını sıvazlayarak konuşmaya başladı:

 

"Bir zamanlar bir İzmirli, yollarını kaybetmiş ve Ankara'ya düşmüş. Ama bu, sıradan bir İzmirli değilmiş. O, çekirdeğe ‘çiğdem’ diyenlerin son temsilcisiymiş. Bütün ülkeye yayılmış bir görev bilinciyle dolaşıyor, ‘çiğdem’ gerçeğini anlatıyormuş."

 

Aybars ağzı açık dinliyordu. "Sonra ne olmuş?"

 

Yavuz ciddi bir ifadeyle devam etti: "Sonra, o İzmirli Ankara’da kendine bir yuva kurmuş. Ama ruhu hep Alsancak’ta, Kordon’da kalmış. Şimdi buradaki insanlara İzmir’in kültürünü anlatmak, çiğdemin onurunu korumak için mücadele veriyor!"

 

O an Aybars büyük bir aydınlanma yaşamış gibi gözlerini açtı. "Yani sen ajan mısın?" diye sordu heyecanla.

 

Burak bu sefer kahkahayı patlatıp yere yığıldı. Ulaş elindeki bardağı zor tuttu. Umay mutfaktan gülerek, "Bittiğim an!" diye bağırdı.

 

Ben başımı ellerimin arasına aldım. "Oğlum, sen ne yaptın?"

 

Yavuz bir süre sessiz kaldı, sonra başını hafifçe eğip kaşlarını çattı. "Bunu sana söylememem gerekiyordu." diye mırıldandı.

 

Aybars gözlerini kıstı. "Yani ajansın."

 

Yavuz, Burak’ın kahkahalarına rağmen ciddiyetini bozmadı, başını hafifçe salladı. "Ama artık biliyorsun. Artık seni de eğitmem gerekiyor, küçük efem."

 

Aybars yumruklarını sıktı. "Tamam Yavuz amca, ben de çiğdem diyeceğim!"

 

O an herkes sustu. Benim gözlerim büyüdü. Umay elini ağzına kapattı.

 

Burak, "Oğlum, beynini yıkadı! Oğlunu kaybettin Altay!" diye bağırdı.

 

Ben derin bir nefes aldım, Aybars’a döndüm. "Oğlum, bizim soyumuz ‘çekirdek’ diyerek geldi. Deden de çekirdek dedi, ben de. Şimdi sen... Nasıl çiğdem diyebilirsin?"

 

Aybars düşündü, düşündü... Sonra kollarını bağladı. "Ben iki tarafa da saygı duyuyorum. Ama Yavuz amca çok güçlü biri, ona uymazsam belki beni eğitmez."

 

Burak yere yığıldı. "Efsane bitti beyler, çocuk İzmir tarafına geçti!"

 

Yavuz sırıtarak Aybars’ın omzuna dokundu. "Hoş geldin, küçük efem."

 

Ve ben o gece oğlumu çiğdem davasından nasıl geri döndüreceğimi kara kara düşünerek oturdum.

 

Çiğdem meselesi hâlâ kapanmamıştı ama ben artık pes ettim. Oğlumun en sevdiği amcalarından biri tarafından İzmir lobisine devşirilmesine göz yummak zorunda kalmıştım. Ama bu hesap kapanmayacaktı.

 

"Tamam, tamam! Yeter artık! Aybars, sana çiğköfte yedireceğiz, asıl olay şimdi başlıyor!" dedim ve mutfağa yöneldim.

 

Aybars başını kaldırdı, gözleri parladı. "Çiğköfte mi? Baba o ne?"

 

Burak hemen atladı. "Oğlum, hayatındaki en büyük lezzetle tanışacaksın! Ama dikkat et, biraz acıdır."

 

Aybars hiç umursamadı. "Ben her şeyi yerim! Çok güçlü biriyim!" diye göğsünü kabarttı.

 

İlteriş masaya oturdu, gülerek başını iki yana salladı. "Hadi bakalım, küçük beyefendi, ilk çiğköfteni yiyip erkekliğe adım atacaksın."

 

Çiğköfte yoğrulmuş, marullar dizilmişti. Timde herkes kendine dürüm yaparken ben Aybars’a özel bir tabak hazırladım. Ama minik bir dokunuş yaptım: Acıyı az koymak yerine, içine fena hâlde isot basmıştım.

 

Umay kaşlarını kaldırdı. "Altay, sakın çocuğun ağzını yakma!"

 

"Yok ya, azıcık denesin diye koydum." dedim masumca. Ama Burak göz kırpınca Umay şüphelendi.

 

Aybars çiğköfteyi büyük bir hevesle ağzına attı. Herkes sessizleşti.

 

Bir...

 

İki...

 

Üç saniye geçti.

 

Aybars çiğnedi, yüzü mutlu bir ifadeye büründü. Tam bir şey söyleyecekken gözleri büyüdü, nefesi kesildi. Sonra...

 

"AAAAAH!"

 

Yerinden fırladı, yüzü kıpkırmızı oldu. "YANİYORUUUUM!" diye bağırarak mutfağa doğru koştu.

 

Burak sandalyeden düştü. Yavuz karnını tutarak güldü. Ulaş duvara yaslanıp kendini kaybetti. İlteriş bile elini ağzına kapatıp gülmemeye çalışıyordu.

 

Umay hızla su şişesini alıp Aybars’a uzattı. "Altay! Ne yaptın çocuğa?"

 

Aybars suyu içti, ama acı geçmiyordu. Gözleri yaşarmıştı. "Baba! Baba bu ne?!"

 

Ben suçsuz bir ifadeyle yaklaştım. "Oğlum, bu çiğköftenin ruhu. Alışınca çok seveceksin."

 

Aybars ağzını tuttu, gözleriyle bana bakarken hayatı sorguladı. Sonra, derin bir nefes alıp elini yumruk yaptı.

 

"Ben... Ben bu çiğköfteyi yeneceğim!" dedi kararlılıkla.

 

Burak kendini toparlayıp kahkaha attı. "Oğlum, bu çocuk tam bizim ekibe göre yetişiyor!"

 

Ve o gece, Aybars'ın acı dolu ama gururla yediği çiğköfte macerası, timin en büyük efsanelerinden biri oldu.

 

Kapı çaldığında Aybars hâlâ dilini dışarı çıkarmış, "Hııııh çok yakıyooo!" diye serin hava peşinde dolanıyordu. Burak hâlâ karnını tutarak gülüyor, Yavuz ise, "Oğlum, çocuğu İzmir'e göndermemiz lazım, böyle acıya dayanıksız olmaz!" diye kendince analiz yapıyordu.

 

Ama kapı açılır açılmaz herkesin sesi kesildi. Efsanevi mitoloji uzmanı, tarihin ve hikâyelerin yaşayan arşivi, efsaneler ansiklopedisi Mustafa Kemal içeri girdi.

 

Aybars'ın yüzündeki acı ifadesi bir anda yok oldu. Dilini içeri çekti, gözleri parladı ve hızla koşarak Mustafa Kemal'in bacağına yapıştı.

 

"Kemal amcaaa! Bugünkü hikâye ne?"

 

Mustafa Kemal hafifçe eğildi, gözlüğünü düzeltti ve kaşlarını kaldırarak düşündü. "Hmmm… Bugün sana öyle bir hikâye anlatacağım ki… Mitolojiyle gerçek hayat arasındaki ince çizgiyi göreceksin!"

 

Aybars nefesini tuttu. "Ejderhalar var mı?"

 

Mustafa Kemal başını salladı. "Ejderhadan da beter bir şey var."

 

Timin geri kalanı ilgisini kaybetmiş gibi görünüyordu, ama aslında kulakları dört açılmıştı. Mustafa Kemal devam etti.

 

"Evvel zaman içinde, tanrılar Olimpos’ta otururken, içlerinden biri aşırı sıkılmış. Demiş ki, ‘Ben yeni bir gezegen yapayım, ama kuralları kafama göre olsun.’ Sonra geçmiş bilgisayar başına, Google’dan ‘gezegen nasıl yapılır’ diye aratmış."

 

Burak kaşlarını çattı. "O zamanlar Google mı vardı?"

 

Mustafa Kemal duraksadı, gözlüğünü çıkarıp Burak’a baktı. "Burak, bu hikâyede yanlış olan şeyin Google olduğunu gerçekten düşünüyor musun?"

 

Burak sustu. Tüm tim dikkat kesildi.

 

"Neyse… Tanrı, gezegeni yapmış, ama içine koyduğu insanlar beklediğinden daha tuhaf çıkmış. Biri çıkıp ‘Bu taş, başka taşları kesebilir mi?’ diye denemeye başlamış. Başka biri ‘Biz neden havaya zıplayıp uçmuyoruz ki?’ diye sorgulamış. Bir başkası da ‘Kardeşim, şu fındık kabuğunu çitleyelim, belki içinde güzel bir şey vardır’ demiş."

 

Aybars merakla sordu. "Peki sonra?"

 

"Sonra, tanrı bakmış ki bunlar kendi kendine delirmiş, uğraşmayı bırakmış. ‘Bari bir de çay icat edeyim de kafalarını toplarlar’ demiş."

 

Yavuz elindeki çayı kaldırdı. "O yüzden mi biz çayı bu kadar seviyoruz?"

 

Mustafa Kemal başını salladı. "Aynen öyle. Çünkü her şeyi saçma sapan yapan insanlık, çayı bulunca bir dakika durup düşünmeyi öğrenmiş."

 

Aybars heyecanla atıldı. "Peki bu tanrının adı ne?"

 

Mustafa Kemal gözlerini kısıp Aybars’ın yanına eğildi. "Bazıları ona ‘Yüce Programcı’ der, bazıları ‘Evrenin Çaycısı’…"

 

Burak kahkaha attı. "Çaycı tanrı ha? Efsane olur!"

 

Mustafa Kemal gülümseyerek sırtını dikleştirdi. "Ama en komiği, o tanrı hâlâ aramızda olabilir. Çünkü şu an bile ‘Ben en iyi çayı yaparım’ diyen milyonlarca insan var."

 

Herkes bir anda düşündü. Sonra Yavuz kaşlarını kaldırıp çaydanlığa baktı. "Ben bir çay koyayım, konuşmanın ağırlığı çöktü."

 

Ve o gece, mitolojiye çay karıştıran efsane bir hikâye daha doğmuş oldu.

 

O an odada bir sessizlik oldu. Herkes Aybars’a döndü. Küçük çocuk, ciddi bir ifadeyle Mustafa Kemal’e bakıyordu.

 

"Ulaş amca, tanrı 1 tane diyor. Sen 12 tane diyorsun."

 

Herkes donakaldı. Yavuz’un elindeki çay kaşığı tabağa düştü. Burak bir yudum almış olduğu çayı püskürttü. İlteriş gözlerini kısıp sessizce Aybars’a bakarken, Umay mutfaktan gelen şok dalgasını hissedip kafasını uzattı.

 

Mustafa Kemal hafifçe gözlüğünü indirdi, sonra yavaşça düzeltti. Derin bir nefes aldı ve son derece ciddileşerek konuştu:

 

"Aybars, çok önemli bir noktaya değindin."** "Bak şimdi… Mitolojide anlatılan tanrılar, aslında insanların doğayı, duyguları ve olayları anlamak için uydurduğu hikâyeler. Gerçek bir yaratıcı ile insanların ürettiği efsaneler aynı şey değil."**

 

Aybars başını salladı ama hâlâ kaşları çatılıydı. "O zaman neden bu kadar çok hikâye var?"

 

Burak sessizce İlteriş’e eğilip fısıldadı: "Ulan, biz bu yaştayız, hâlâ bunu sorgulamadık."

 

Mustafa Kemal gülümsedi. "Çünkü insanlar bilinmeyeni anlamaya çalışır. Eskiden gökyüzüne bakıp ‘Bu şimşekleri kim çakıyor?’ diye düşünüyorlardı. O yüzden ‘Zeus’ diye bir karakter uydurdular. Aslında hepimizin yaptığı şey, dünyayı anlamlandırmaya çalışmak."

 

Aybars bir an düşündü, sonra kafasını kaldırdı: "Peki çayı kim icat etti?"

 

Yavuz derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve başını iki yana salladı. "Efem, vallahi seni sevdim ama beynimi yakıyorsun."

 

Herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Aybars ise ellerini beline koyup ciddiyetle ekledi: "O zaman en büyük tanrı çayı bulan kişidir!"

 

Mustafa Kemal kahkahalar içinde başını salladı. "Bence de, Aybars. Bence de!"

 

Aybars, bir anda Burak’a döndü. Gözleri kısıldı, sesi ciddi bir tona büründü.

 

"Burak amca, bir şey soracağım."

 

Burak, Aybars’ın sorularına alışmıştı ama yine de hafifçe gerildi. "Sor bakalım aslanım."

 

Aybars derin bir nefes aldı. "Biz niye buradayız?"

 

Oda yine bir anda sessizleşti. Yavuz’un kaşığı tekrar düştü, Ulaş telefona bakarken dondu, Mustafa Kemal gözlüklerini çıkartıp sildi. Umay mutfaktan bir kez daha kafasını uzattı, çünkü o bile bu sefer ne olacağını merak ediyordu.

 

Burak ise en büyük korkusuyla yüzleşmiş gibi bir ifade takındı. "Eee… Şey… Yani… Bu felsefi bir soru mu, yoksa spesifik olarak biz niye buradayız mı?"

 

Aybars kaşlarını çatıp biraz düşündü. "İkisi de."

 

Burak iç çekti, elindeki çayı bırakıp dizlerini ovuşturmaya başladı. "Şimdi bak Aybars… Önce fiziksel kısmı ele alalım. Biz buradayız çünkü…" Gözlerini yukarı dikip düşündü, sonra eliyle etrafı işaret etti. "Çünkü şu an bu odadayız. Evet. Burası var olduğu için buradayız."

 

Aybars başını salladı. "Tamam, peki ama biz neden buraya geldik?"

 

Burak gözlerini kıstı, gerginleşti. "Çünkü… çünkü Altay çağırdı."

 

Aybars kollarını bağladı. "Peki Altay neden çağırdı?"

 

Burak gözlerini devirdi, artık terlemeye başlamıştı. "Çünkü seni görmek istedik."

 

Aybars biraz daha yaklaştı. "Peki neden beni görmek istediniz?"

 

Burak bir anda yerinden fırladı. "ÇÜNKÜ SENİNLE SOHBET ETMEK ÇOK KEYİFLİ AYBARS, TAMAM MI?! VALLAHİ BİLİMSEL VE FELSEFİ BİR CEVABIM YOK, BEN SADECE KÖFTEMİ YEMEK İSTİYORUM!"

 

Oda bir saniyeliğine sessiz kaldı.

 

Sonra herkes gülmekten yerlere yattı. Yavuz sandalyeden düştü, Mustafa Kemal gözlüklerini tekrar takamadı, Ulaş kahkahalarla boğulurken Burak ellerini saçlarına geçirip derin derin nefes alıyordu.

 

Aybars ise kollarını iki yana açıp "Bak işte, siz de bilmiyorsunuz!" diyerek zafer edasıyla gülümsedi.

 

Aybars, Burak'ı felsefi sorgulamayla dumura uğrattıktan sonra hızını alamadı ve bana döndü. Gözleri kocaman, ifadesi ciddiydi.

 

"Baba, balıklar niye suda kokmaz ama çıkarınca kokarlar?"

 

Ben tam bir şey söyleyecekken Burak, hâlâ nefes nefese, tükenmiş bir ifadeyle elini kaldırdı. "Altay, ne olur... Ne olur beni dahil etme. Ben bittim."

 

Umay mutfaktan kahkaha atarak destek çıktı. "Altay, cevap vermezsen bu çocuk seni de çökertir!"

 

Ben gülerek oğlumun başını okşadım. "Aslanım, suyun içinde bakteriler çoğalamıyor. Ama balık sudan çıkınca, bakteriler hemen çalışmaya başlıyor ve koku oluşturuyorlar."

 

Aybars kaşlarını kaldırdı. "Yani balıklar sudayken aslında dağılmıyor, ama dışarı çıkınca çabuk bozuluyorlar mı?"

 

Ben gülümsedim. "Aynen öyle, oğlum."

 

Aybars bir an durdu, düşündü, sonra gözlerini kısarak mırıldandı: "Demek ki bizim de hep suyun içinde kalmamız lazım..."

 

Yavuz hemen atıldı. "Hop hop hop, sakın suyun altına dalıp balık gibi yaşamayı deneme! Bize yeni bir Poseidon macerası çıkarma."

 

Aybars omuz silkti. "Ben sadece mantıklı düşündüm Yavuz amca. Mantık önemli."

 

Burak derin bir iç çekti. "Bak hâlâ konuşuyor... Arkadaşlar, ben bu çocuğa karşı kendimi yenilmiş hissediyorum. İzninizle bir köşeye çekilip hayatımı sorgulayacağım." dedi ve odanın bir köşesine çöktü.

 

Aybars ise zafer kazanmış komutan edasıyla kollarını göğsünde kavuşturdu. "Tamam, bir sonraki soru için hazır olun!" diye meydan okudu.

 

Ve herkes aynı anda korkuyla gözlerini kaçırdı.

 

Aybars, odanın ortasında durup çenesini kaşıdı. Burak hâlâ hayatını sorgularken, Yavuz "Lütfen artık sus" der gibi ellerini başına koymuştu.

 

Sonra Aybars gözlerini kısarak bana döndü ve en büyük sorusunu patlattı:

 

"Baba, kızlar neden bu kadar güzel?"

 

Oda dondu.

 

Burak, yerde oturduğu yerden kafasını kaldırdı. "Oğlum sen ne diyorsun? Daha 20 aylıksın! Bu kadar erken başlamayacaktık biz?!"

 

Yavuz, elindeki çayı yanlışlıkla üstüne döktü. "Eyvah, başladı… Gözünü açtı çocuk, artık geri dönüş yok."

 

Ulaş sessizce başını salladı. "Evet, evlat. Biz de bu sorunun peşindeyiz. Ama cevabı hâlâ bulamadık."

 

Ben hafifçe gülerek eğildim. "Oğlum, bu çok uzun bir konu. Ama kızlar hem güzel hem akıllıdır. O yüzden her zaman saygılı olmalısın."

 

Aybars kaşlarını çattı. "Ama baba, neden sadece kızlar bu kadar güzel? Erkekler niye değil?"

 

Burak aniden ayağa fırladı. "Bir dakika! Erkekler çirkin mi şimdi?"

 

Aybars başını salladı. "Evet. Siz mesela hiç güzel değilsiniz Burak amca."

 

Burak, derin bir iç çekerek duvara yaslandı. "Tamam, ben artık bittim. Hayatımın en ağır eleştirisini bir veledin ağzından duydum."

 

Umay mutfaktan gülerek seslendi. "Aybars, belki de kızlar güzel olduğu için dünyayı daha güzel bir yer yapıyorlardır?"

 

Aybars durdu, düşündü, sonra başını salladı. "Hmm… Mantıklı. O zaman benim de çok güzel bir kız arkadaşım olacak!"

 

Burak tekrar çığlık attı. "NE?! BU KADAR ERKEN Mİ?!"

 

Ulaş, Burak’ın omzuna dokundu. "Kardeşim, kabullen. O büyüdü artık."

 

Burak başını iki yana sallayarak kanepeye yığıldı. "Ben bu çocuğa yetemiyorum…"

 

Aybars ise zafer kazanmış gibi gülümsedi. "Tamam, şimdi başka soruya geçiyorum!"

 

Ve herkes aynı anda korkuyla başını ellerinin arasına aldı.

 

Aybars, kollarını beline koyup odanın ortasında durdu. "Ben kararımı verdim!" dedi ciddi bir ifadeyle.

 

Herkes merakla ona baktı. Burak hâlâ yaşadığı travmadan çıkamamıştı, Yavuz çayını dikkatlice yudumluyordu, Ulaş sessizce olan biteni izliyordu.

 

Aybars başını dik tutup devam etti: "Ben Yasen’in karnındaki kızı istiyorum!"

 

Bir saniye boyunca odada tam bir sessizlik oldu.

 

Sonra…

 

Patlama yaşandı.

 

Burak, kahkahalar içinde kendini yere attı. "BİTİYORUM! BEN GERÇEKTEN BİTİYORUM!" diye çığlık attı.

 

Yavuz, çayını püskürttü. "Bu çocuğun özgüveni nereden geliyor?"

 

Ulaş gözlerini silmeye çalışırken boğuk bir sesle "Allah’ım… Böyle bir şeye hazır değildim." dedi.

 

Umay mutfaktan yere çökmüş, gülmekten karnını tutuyordu.

 

Ben ise ne yapacağımı bilemeden Aybars’a baktım. "Oğlum… Yase'nin kızı doğmadı bile."

 

Aybars omuz silkti. "Olsun, şimdiden söylüyorum. Sonra başkası kapmasın."

 

Burak nefessiz kalmıştı. "Çocuk daha doğmadan dünür oldunuz! BÖYLE BİR ŞEY YOK!"

 

Ama gülmeyen tek kişi vardı: İlteriş.

 

İlteriş gözlerini kısmış, kollarını bağlamış, sessizce Aybars’ı süzüyordu.

 

"Oğlum," diye başladı derin bir ses tonuyla. "Senin niyetin ciddi mi?"

 

Aybars ciddiyetle başını salladı. "Evet. Kendi gelinimi seçiyorum!"

 

İlteriş’in gözleri daha da kısıldı. Odanın sıcaklığı bir anda düştü.

 

Herkes kahkahalar içinde kıvranırken, İlteriş Aybars’a bakıp başını hafifçe yana eğdi. "Bunu konuşacağız."

 

Ve işte o an, herkes bir anda sustu. Çünkü İlteriş’in bir şeyi ciddiye alması, herkes için gerçek bir tehlikeydi.

 

İlteriş’in damarlarında barut, gözlerinde şimşek çaktı.

 

Oğluma adeta bir komutan edasıyla baktı. "Ne dedin sen?" diye sordu, sesi bir oktav düşmüştü.

 

Aybars, İlteriş’in bakışlarından zerre etkilenmeden başını kaldırdı ve tekrarladı:

 

"Ben Yase’nin karnındaki kızı istiyorum."

 

Ve üzerine ekledi:

 

"Çünkü o çok güzel olacak. Aynı Yase gibi."

 

O an bittiğimi anladım.

 

Sadece ben değil, Burak dizleri titreyerek koltuğa çöktü. Ulaş, "Ben yokum abi" diyerek arkasını döndü. Yavuz başını öne eğdi, çünkü kahkaha atmamak için dudağını ısırıyordu.

 

Ama İlteriş?

 

O taş kesilmişti.

 

Yavaşça doğruldu. Ellerini masaya koydu. Nefes aldı, ağır ağır, ölçerek.

 

Sonra Aybars’a eğildi ve tarih kitaplarına geçecek cümleyi kurdu:

 

"Bak küçük adam... Kızımı unut."

 

Aybars göz kırptı. "Ben unutursam sen hatırlatırsın."

 

Burak boğuluyordu.

 

Ben nefessiz kaldım.

 

İlteriş’in kaşı seğirdi. "Altay, şu çocuğu al önümden."

 

Aybars arkasına yaslandı. Ellerini göğsünde kavuşturdu. Ve muzaffer bir kral gibi ilan etti:

 

"İlteriş amca, seninle bu konuyu konuşmaya daha vaktimiz var."

 

İlteriş’in elleri yavaşça masaya vurdu. "Altay, ben bu çocuğu sevdim ama şu an çok kötü dövebilirim."

 

Ben Aybars’ı kaptığım gibi havaya kaldırdım. "Oğlum, biz artık gidelim."

 

Aybars hala gülümsüyordu. "Tamam baba, ama Yase’nin kızı doğunca ilk ben göreceğim!"

 

İlteriş’in damarları şişti. Burak son darbeyi vurdu:

 

"Dünürler arasındaki savaş, resmen başladı."

 

Aybars’ı odasına götürdüğümde, içimde derin bir huzur hissi vardı. Ama bu huzurun, oğlumun zihninde dönüp duran sorular karşısında kısa süreceğini biliyordum.

 

Yatağına oturur oturmaz gözlerini bana dikti. “Baba, sen küçüklüğünde kimi sevmiştin?”

 

Kaşlarımı kaldırdım. “Ne?”

 

“Yani benim gibi. Mesela Yasen’in kızı gibi birini istedin mi?”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. “Bu kadar kişisel sorulara ne zaman geçtik?”

 

Aybars kollarını bağladı. “Baba, büyüyünce her şeyi öğreneceğimi söylüyorsun ya… E büyümek için önce sormam lazım.”

 

Bu çocuk beni köşeye sıkıştırıyordu.

 

Derin bir nefes aldım. “Oğlum, bak bazı şeyler zamanla anlaşılır. Şimdi neyi, neden istediğini bilemezsin.”

 

Aybars ciddiyetle başını salladı. “İlteriş amca da böyle düşündü herhalde. Ama ben vazgeçmem.”

 

Gözlerimi kapattım. “Ben bittim.”

 

Ama henüz sona gelmemiştik.

 

“Baba, balıklar suda neden kokmaz da çıkarınca kokar?”

 

Bu çocuk beni resmen bir bilgi yarışmasına sokuyordu.

 

“Çünkü suyun içinde bakteriler balığın yüzeyinde çoğalamaz, ama dışarı çıkınca havayla temas edince bozulmaya başlar.” dedim, kendimle gurur duyarak.

 

Aybars tatmin olmuş gibi başını salladı. Ama sonra gözlerini kıstı. “Peki baba, kızlar neden bu kadar güzel?”

 

Ben ağzımı açıp kapattım. Sonra başımı iki yana salladım.

 

“Oğlum… Bunu çözebilirsem, Nobel alırım.”

 

Aybars derin bir iç çekti. “Zor soruymuş.”

 

Tam başımı yastığa koyup derin bir nefes alacaktım ki…

 

“Baba, uyumadan önce son bir şey sorabilir miyim?”

 

Gözlerimi kıstım. “Kritik mi?”

 

Aybars ciddiyetle başını salladı. “Evet.”

 

Hazırlandım. Derin bir nefes aldım. “Sor bakalım.”

 

Aybars battaniyesine sarıldı, gözlerini bana dikti ve sordu:

 

“Baba, sen küçüklüğünde hangi kızı istemiştin?”

 

Ve ben o an resmen mat oldum.

 

Umay’ın aniden içeri girmesiyle olduğum yerde dikleştim. Gözlerindeki kıskanç bakışı görünce, Aybars’ın son sorusunun sadece benim başımı yakmadığını fark ettim.

 

Kollarını göğsünde kavuşturdu, kaşlarını hafifçe kaldırdı. "Son soruyu ben de merak ettim."

 

Aybars yatağında iyice doğrulup gözlerini heyecanla açtı. “Evet baba, anlat bakalım!”

 

Ben battım.

 

Yutkundum, gözlerimi kaçırdım. "Şey... Oğlum, aslında önemli değil bu konu. Geçmiş geçmişte kaldı."

 

Umay bir adım yaklaştı. "Öyle mi? Demek öyle?"

 

Aybars başını yana eğdi. "Demek unutamadığın biri vardı?"

 

Gözlerimi devirdim. "Oğlum, sen ne diyorsun?"

 

Umay iyice yaklaştı. "Evet Altay, sen ne diyorsun?"

 

Ben terlemeye başladım.

 

Elimi kaldırıp cümlemi toparlamaya çalıştım. "Bak, Umay. İnsan küçükken birilerini beğenebilir ama önemli olan kimle hayatını geçirdiğindir."

 

Aybars başını iki yana salladı. "Bu çok politik bir cevap baba."

 

Umay kısık gözlerle baktı. "Evet, bence de fazla kaçamak."

 

Aybars bana yaklaştı. "Baba, bence en iyisi doğruyu söyle. Yoksa Umay annem sinirlenebilir."

 

Benim omuzlar düştü. "Oğlum, sen biraz fazla mı şey öğrendin?"

 

Umay gözlerini kıstı. "Altay, duymak istiyorum."

 

İç çektim. Ellerimi havaya kaldırdım. "Tamam! Küçükken bir kıza platonik bir ilgim olmuş olabilir. Ama o zaman çocuktum!"

 

Aybars kollarını iki yana açtı. "İşte bu kadar basit! Keşke en baştan dürüst olsaydın."

 

Umay dudaklarını büzüp başını yana çevirdi. "Demek öyle."

 

Ben başımı iki yana sallayıp elimi uzattım. "Umay, hadi ama, sen benim ilk ve tek gerçek sevdiğimsin."

 

Gözlerini devirip kapıya yöneldi ama çıkmadan önce bir an durdu ve döndü:

 

"Bunu bu gece kanıtlasan iyi olur."

 

Sonra kapıyı kapatıp gitti.

 

Ben iç çekip saçlarımı karıştırırken, Aybars battaniyesinin altına girip kıkırdamaya başladı.

 

"Baba, sen baya zor durumdasın."

 

Ben derin bir nefes alıp başımı salladım. "Biliyorum oğlum. Biliyorum."

 

Umay’ı mutfakta buldum. Sessizce yanına yaklaştım, kollarımı beline doladım ve başımı omzuna yasladım. Bir an irkildi ama sonra hafifçe gülümsedi.

 

“Bu kadar kolay sıyrılamazsın, Altay.”

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. “Sıyrılmaya çalışmıyorum, sadece sarılıyorum.”

 

Umay elindeki bardağı tezgâha koydu ve kollarımı tuttu. “Bugün bayağı sorguya çekildin, değil mi?”

 

Gülerek başımı salladım. “Hem de nasıl. Oğlum yargıç oldu, sen de cellat.”

 

Umay arkasını dönüp bana baktı, kollarımı gevşetmem için hafifçe itti ama bırakmadım. Gözleri kısık, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Beni ilk gördüğünde ne düşündün?”

 

Başımı yana eğip gülümsedim. “‘İşte benim hayatımın kadını’ demedim tabii ki.”

 

Kaşlarını kaldırdı. “Öyle mi?”

 

“İlk başta, fazlasıyla hırslı, fazlasıyla inatçı ve kesinlikle fazlasıyla güzel olduğunu düşündüm.”

 

Gözlerini kırpıştırdı, ama belli etmemeye çalışarak. “Devam et.”

 

Parmaklarımı saçlarına daldırdım, başımı eğip burnumun ucunu onun saçlarına sürttüm. “Sonra fark ettim ki, sadece güzel değilsin. Güçlüsün. Benimle kafa tutacak kadar, hatta beni devirecek kadar güçlüsün.”

 

Umay hafifçe iç çekti ama aramızdaki mesafeyi hiç açmadı. “Altay, ne yapıyorsun?”

 

Kulağına eğilip fısıldadım. “Sana kanıt sunuyorum.”

 

Sessizlik oldu. Sonra gülümseyerek başını göğsüme yasladı. “Bu kadar çabuk affetmem.”

 

Ellerimi belinden biraz sıktım. “O zaman uğraşırım. Çünkü ben seninle her konuda savaşmaya razıyım.”

 

Umay başını kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti. “Ve?”

 

Gözlerinin içine bakarak hafifçe gülümsedim. “Ve... kazanamayacağını bile bile sen de bu savaşa giriyorsun.”

 

Umay sonunda gülümsedi. “Aptal.”

 

Başını göğsüme yaslayıp derin bir nefes aldı. Ben de kollarımı biraz daha sıktım, çünkü biliyordum: Bu savaş sonsuza kadar sürse de, kaybetmeye razı olduğum tek kişiydi.

 

Umay’ı bırakmadım, o da beni. Mutfaktaki sessizliği sadece nefes alışlarımız bozuyordu. Sonunda o, yavaşça başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti.

 

“Bir şey isteyeceğim ama reddedersen çok sinirlenirim.” dedi.

 

Kaşlarımı kaldırıp gülümsedim. “Beni tehdit mi ediyorsun?”

 

“Tehdit değil, garanti.” diye düzeltti ve hafifçe arkasına yaslandı. “Yarın Aybars’ı parka sen götür.”

 

İç çektim, ama içten içe gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Beni Alara’nın babasıyla yüzleşmeye mi zorluyorsun?”

 

Umay gözlerini devirdi. “Biriyle yüzleşmen gerekecekse, o da Aybars olur. Çocuk kafasına koyduğunu yapıyor. Alara’yla yarışacak ve kaybederse bütün gün surat asacak.”

 

“Kaybetmeyecek ki.”

 

“Ya kaybederse?”

 

Gözlerimi kıstım. “O zaman ben ona çaktırmadan bir tur daha yaptırır ve kazanmasını sağlarım.”

 

Umay kaşlarını kaldırıp hafifçe gülümsedi. “Altay.”

 

“Tamam, tamam. Doğal akışına bırakacağım.” dedim teslim olmuş gibi. “Ama kaybederse akşam bütün gün somurtmasını sen çekeceksin.”

 

Umay başını iki yana salladı. “İkiniz de aynısınız.”

 

Gülümsedim. “Bu yüzden bu savaşı asla kazanamayacaksın.”

 

Tam o anda mutfak kapısı hızla açıldı ve Aybars içeri daldı. Gözleri parlıyordu, belli ki büyük bir haberle gelmişti.

 

“Baba! Baba! Alara’nın babası asker değilmiş!”

 

Şaşkınlıkla ona döndüm. “Eee?”

 

Aybars ellerini havaya kaldırdı. “Yani ben ondan güçlüyüm! Çünkü benim babam asker!”

 

Umay derin bir nefes aldı, ben ise kahkahayı bastım.

 

“Oğlum, güç babanın mesleğiyle alakalı değil ki.”

 

Aybars kaşlarını çattı, düşünceli bir şekilde başını eğdi. Sonra birden parmağını kaldırdı. “O zaman ben de Alara’nın babasından güçlü olduğumu kanıtlamalıyım!”

 

Umay hemen araya girdi. “Hayır, hayır, hayır. Sakın saçma bir şeye kalkışma.”

 

Ama ben biliyordum… Küçük savaşçı, kafasına koyduğunu yapardı. Ve yarın parkta, sadece bir çocuk yarışı değil, belki de küçük bir meydan okuma yaşanacaktı.

 

Ve ben, bu düelloda kimin galip geleceğini gerçekten çok merak ediyordum.

 

Aybars’ı öğle uykusuna yatırıp gerçekten uyuduğuna emin olduktan sonra odadan sessizce çıktım. Koridorda ilerlerken içeriden gelen düzenli nefes alışlarını dinledim. Sonunda, nihayet biraz sakin bir anım vardı.

 

Mutfağa yöneldiğimde Umay’ı mutfak tezgâhına yaslanmış halde buldum. Bir elinde çay bardağı, diğer elinde telefon vardı. Kaşlarını hafifçe çatmış, ekrana odaklanmıştı.

 

“Ne okuyorsun?” diye sordum, yanıma yaklaşıp bardağına göz attım.

 

“Ulaş’tan mesaj geldi. Belçika meselesiyle ilgili.” dedi, telefonu bana doğru çevirdi.

 

Ekranda kısa ama net bir mesaj vardı:

 

“İrmela ile ilgili yeni bir bilgiye ulaştım. Görüşmem lazım.”

 

Kaşlarımı çattım. “Bu iş düşündüğümüzden karmaşık hâle gelmeye başladı.”

 

Umay bardağını masaya bırakıp bana döndü. “Zaten başından beri öyleydi. Yaseminka’nın kayıp ikizinin varlığını biliyoruz ama asıl soru şu: O bizi biliyor mu?”

 

Bu soruya cevap veremedim. Bilmiyorduk. Bildiğimiz tek şey, Yaseminka’nın yıllardır varlığından haberdar olduğu ama asla izine ulaşamadığı bir ikizi olduğuydu.

 

Tam konuşmaya devam edecekken arkamızdan gelen bir sesle irkildik.

 

“Siz kimin hakkında konuşuyorsunuz?”

 

Başımızı hızla çevirdiğimizde Burak’ı kapıda, kollarını göğsünde bağlamış halde bulduk. Yüzünde o her zamanki muzip ama aynı zamanda meraklı ifadesi vardı.

 

Ben bir şey söylemeden Umay derin bir nefes aldı. “İrmela.”

 

Burak başını hafif yana eğdi. “Kayıp ama kaybolmamış olan mı, yoksa kaybolmuş ama kayıp olduğu bilinmeyen mi?”

 

Bir an duraksadım. “O kadar karışık konuşuyorsun ki, sorunun içinde kayboldum.”

 

Burak iç çekti. “Ben sadece şunu anlamaya çalışıyorum: Bu kızın kayıp olması tamamen bizim bakış açımızdan mı, yoksa o kendisinin kayıp olduğunun farkında mı?”

 

Bu sefer hepimiz sessiz kaldık. Çünkü gerçekten bilmiyorduk.

 

Umay tekrar telefona bakıp ekledi. “Bunu öğrenmenin tek bir yolu var… Ulaş’ın ne bulduğunu görmek.”

 

Ben derin bir nefes aldım. “Ve bunun anlamı da belli. Bu iş büyüyor.”

 

Burak gülümsedi. “İşte tam da bu yüzden, hep birlikte hareket etmemiz gerekecek.”

 

Ve o an fark ettim… Artık sadece Yaseminka’nın ikizini aramıyorduk. Kendi içimizde bir sırrı çözmeye çalışıyorduk.

 

Ve bu, sadece bir başlangıçtı.

 

Ulaş, kapıda durup kısa ama kararlı bir şekilde "Ben gidiyorum." demişti. Fazla açıklama yapmadan valizini toplamak için evine gitmişti.

 

Onu durdurmaya çalışmadık. Zaten durduramazdık da. Ulaş bir şeyin peşine düştüyse, mutlaka sonuna kadar giderdi.

 

Ben derin bir nefes alıp Umay’a döndüm. “Sence ne bulacak?”

 

Umay, bardağındaki çayı karıştırırken dalgın bir şekilde omzunu silkti. “Belçika küçük bir yer ama sırları büyük.”

 

Burak kıkırdadı. “Güzel cümle. Bunu bir yere yaz.”

 

Gözlerimi devirdim. “Ciddiyim. Yaseminka’nın ikizi, İrmela… Onun bizi tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz. Bizi bilse bile, bulmak isteyip istemediğini de bilmiyoruz.”

 

Umay başını kaldırıp bana baktı. “Ulaş tam olarak bunları öğrenmeye gidiyor işte.”

 

Tam o anda koridordan küçük, uykulu adımlarla birinin geldiğini duyduk. Aybars gözlerini ovuşturarak mutfak kapısında belirdi.

 

“Baba…” diye mırıldandı. “Ben de Belçika’ya gelebilir miyim?”

 

Burak kahkahayı bastı, ben ise alnımı ovuşturdum. “Oğlum, sen önce öğle uykusunu tam uyumayı öğren, sonra bakarız.”

 

Aybars kaşlarını çattı. “Ama casusluk için Belçika'ya gitmiyor muyuz?”

 

Umay hızla araya girdi. “Bu casusluk değil Aybars, sadece… bilgi toplama.”

 

Aybars kollarını göğsünde bağladı. “Aynı şey.”

 

Burak tekrar gülmeye başladı. “Altay, bu çocuğu gerçekten iyi yetiştiriyorsun.”

 

Ben iç çektim. “Bunu bir iltifat olarak mı alayım, yoksa başımıza bela olacağını mı söylüyorsun?”

 

Burak kıkırdadı. “İkisi de.”

 

Aybars derin bir nefes alıp yere oturdu. “Peki o zaman… Ulaş amcam dönene kadar ne yapacağız?”

 

İşte asıl soru buydu. Ulaş gitmişti, biz ise burada bekliyorduk.

 

Ama hislerim bana söylüyordu ki… Beklemek hiç de sakin geçmeyecekti.

 

Burak, Aybars’ın yanına çöküp omzuna kolunu attı. “Biliyor musun küçük adam, beklerken ne yapacağız?” dedi, gözlerini kısarak.

 

Aybars başını kaldırdı, merakla baktı. “Ne yapacağız?”

 

Burak dramatik bir şekilde derin bir nefes aldı. “Oyun oynayacağız… Varoluşsal sancılar çekip babanı bezdireceğiz.”

 

Ben anında gözlerimi devirdim. “Burak, lütfen çocuğumu rahat bırak.”

 

Ama iş işten geçmişti. Aybars çoktan ilgisini kaybetmiş halde başını eğip düşündü. “Varoluşsal sancı ne demek?”

 

Burak ciddiyetle başını salladı. “Hayatın anlamını sorgulamak, küçüğüm. Mesela neden buradayız? Tavuk mu önce vardı, yumurta mı?”

 

Aybars kaşlarını çattı. “Tavuk.”

 

Burak sırıttı. “Ama tavuk olmadan yumurta nasıl olacak?”

 

Aybars gözlerini kıstı. “Peki yumurtayı kim yaptı?”

 

Burak elini çenesine koyup düşünür gibi yaptı. “İşte asıl soru bu. Kimse bilmiyor. Ve biz, bunu düşünerek saatlerimizi harcayabiliriz.”

 

Aybars kısa bir sessizlikten sonra başını iki yana salladı. “Ben pilav yemek istiyorum.”

 

Burak kahkahayı patlattı. “İşte filozof ruhu! Karnı açken varoluşu umursamıyor!”

 

Umay araya girip derin bir nefes aldı. “Burak, çocuğumun beynini yakma.”

 

Ben ise pes etmiş şekilde sandalyeye oturdum. “Oyun oynayın ama lütfen beni karıştırmayın.”

 

Aybars kıkırdadı. “Baba, ben kazanana kadar oynayacağım.”

 

Burak hemen elini uzattı. “İşte bu! Gerçek bir savaşçısın!”

 

Ve ben o an anladım… Bugün gerçekten de dinlenemeyecektim.

 

Tam uzanmış, gözlerimi kapatmıştım ki kapının önünde küçük ama kararlı ayak sesleri duydum. Gözlerimi araladığımda Aybars, üç oyuncak arabayla odanın ortasında dikilmiş bana bakıyordu.

 

"Kalkın! Burak abi, yarış var! Baba, kalk!"

 

İç çektim. "Oğlum, az önce uyumayacağımı zaten anlamıştım ama bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim."

 

Burak hemen kapıdan başını uzattı, sırıtarak. "Altay, yarıştan kaçamazsın. Küçük bey meydan okudu!"

 

Aybars kaşlarını çattı, ciddiyetle kafasını salladı. "Evet! Kim kazanırsa pilav yeme hakkı kazanır!"

 

Başımı iki yana salladım. "Oğlum, sen zaten her koşulda pilav yiyorsun."

 

Aybars duraksadı, sonra sinsi bir gülümsemeyle arabaları yere koydu. "O zaman… kazanan dondurma da yer!"

 

Burak anında çömeldi. "Tamam, tamam, ben de varım!"

 

Umay kapının önünde kollarını kavuşturmuş, bizi izliyordu. "Koskoca adamlar, bir çocuğa yenileceğinizi bile bile yarışıyorsunuz, farkındasınız değil mi?"

 

Burak ciddiyetle başını salladı. "Önemli olan kazanmak değil, eğlenmek Umay."

 

Aybars gülerek bana baktı. "Baba, senin de eğlenmen lazım!"

 

Gözlerimi kapatıp bir an düşündüm. Uzanmak mı? Yoksa oğlumla ve Burak’la bir yarış mı?

 

Derin bir nefes alıp doğruldum. "Tamam… Ama dondurmayı kazanan alır."

 

Aybars anında arabalarından birini kaptı, gözleri heyecanla parlıyordu. "O zaman… HAZIR… BAŞLA!"

 

Ve o an yarış başlamıştı. Bir baba olarak pes etmemeyi öğretecektim ama… belki de bugün kaybetmeyi de öğrenmem gerekiyordu.

 

Yarışın galibi Aybars oldu. Ya da biz öyle olmasına izin verdik. Dondurmasını keyifle yerken zaferini kutladı, Burak ise "Seni bir gün yeneceğim küçük adam!" diye meydan okumayı ihmal etmedi.

 

Ama gün bitmişti. Oğlumun gözleri yavaş yavaş kapanıyordu.

 

Gece olmuş, Aybars’ı yatağına yatırmıştım. Küçük elleri yastığının kenarını tutmuş, uykulu gözlerle bana bakıyordu.

 

"Baba, bugün güzeldi." diye mırıldandı.

 

Gülümseyerek saçlarını okşadım. "Evet, güzeldi. Yarın daha da güzel olacak."

 

"Bir masal anlatır mısın?"

 

Derin bir nefes alıp yatağının yanına oturdum. "Bir zamanlar, küçük ama cesur bir savaşçı varmış. Her gün biraz daha büyüyüp güçlenmiş. Ama onu en güçlü yapan şey, kalbindeki sevgiymiş."

 

Aybars gözlerini kapattı, mırıldanarak sordu: "Sonra ne olmuş?"

 

"Sonra… o küçük savaşçı, güzel rüyalar görüp büyümeye devam etmiş."**

 

Sessizlik oldu. Nefesinin yavaşladığını hissettim. Son bir kez saçlarını okşayıp hafifçe üzerini örttüm.

 

"İyi geceler, küçük savaşçım."

 

Odadan çıkarken kapıyı usulca kapattım. Ve o an fark ettim… Gün ne kadar hareketli geçmiş olursa olsun, gecenin huzuru bambaşkaydı....

Bölüm : 07.04.2025 15:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...