

yeni kapak fotoğrafımız için @dunyadanmarsa355 e çok teşekkür ederim, ben çok beğendim (✿◡‿◡)
https://open.spotify.com/playlist/5e0uyDChezc4K5h4QzEX1W?si=7b6e8269e28d4835 çalma listesi hazırladım (〃 ̄︶ ̄)人( ̄︶ ̄〃)
Sabah erkenden kalktım.
Ama öyle normal bir kalkış değil. Sanki gizli bir göreve gidiyormuşum gibi. Sessizce giyindim, İlteriş’i uyandırmamaya dikkat ederek kapıdan çıktım. Çünkü eğer o uyanırsa, saç kesimi planım başlamadan biterdi. Bütün sabah “Altay, saçını neden kesiyorsun, Umay için mi? Yoksa çiçeği kapmaya mı gidiyorsun?” gibi alaylarla mahvolurdum.
Dışarısı sessizdi.
Ama içimdeki panik, bu sessizliği tamamen bozuyordu. İlk işim açık bir berber bulmaktı. Sabahın köründe, bir tane bile açık bulamasam rezil olurdum. Ama birkaç sokak dolandıktan sonra o mucizeyi gördüm: Açık bir berber!
İçeri girdiğimde, berber beni görünce hafifçe şaşırdı.
“Hayırdır abi, sabahın bu saatinde düğüne mi gidiyorsun?” dedi, gülümseyerek.
“Düğün değil,” dedim, hafifçe mırıldanarak. “Yanları kazıt, üstü kalsın. Sakalı da düzelt. Bir de... şey... bakım falan varsa yap işte.”
Berber kahkahayı patlattı.
“Tamam abi, sen bırak kendini bana. Ama sabah sabah böyle model isteyen pek gelmez. Şanslıyım!”
Kısa süre sonra berberden çıktım.
Saçlarımın yanları kazıtılmış, üst kısmı düzenlenmişti. Sakalım, bu sefer adam gibi bir şekil almıştı. Kendimi neredeyse yeni doğmuş gibi hissediyordum. Aynada gördüğüm adam, bir önceki gecenin saç karmaşasını yaşamamış gibiydi.
"Tamam," dedim kendi kendime. "Artık bu işi hallettik. Umay görürse, en azından kıvırcık koyun demeyecek."
Eve döndüğümde, İlteriş salonda koltuğa yayılmıştı.
Gözleri yarı kapalı, sanki sabaha karşı savaş meydanından dönmüş gibi bir hâlde oturuyordu.
Beni görünce kaşlarını kaldırdı. Ama bir şey demedi. Çünkü hâlâ kendine gelmeye çalışıyordu.
“Kalk oğlum,” dedim, sesimi hafif yükselterek. “Kahvaltı yapacağız. Hatta ben değil, sen hazırlayacaksın.”
İlteriş başını iki yana salladı.
“Altay,” dedi, sesi kısık ve biraz boğuk. “Sen sabah sabah berbere gidip düğün tıraşı olmuşsun, bir de benden kahvaltı mı istiyorsun? Neyse, tamam. Ama sen bu hâlde biraz açıklama yapacaksın.”
Duşa girip çıktığımda, İlteriş beni bekliyordu.
Ama o bekleyiş, öyle sıradan bir bekleyiş değildi. Beni süzüyor, gözleriyle saçlarımı ve sakalımı inceliyordu. Ve o sırada, yüzünde o tanıdık sırıtış belirdi.
“Altay,” dedi, ellerini göğsünde birleştirerek. “Bak, müstakbel yengemin evine gidiyoruz diye bu kadar hazırlığa gerek yoktu. Bırak kız tarafı süslensin, oğlum. Ama hakkını vereyim, yakışmış. Helal olsun.”
Gözlerimi devirdim.
“Saçmalıyorsun, İlteriş. Sadece biraz toparlanmak istedim. Uzamıştı, karışıyordu, falan filan.”
Ama o durmadı.
“Tamam, tamam. Ben bir şey demiyorum. Sadece yengem seni böyle görünce fazla heyecanlanmasın diye dua ediyorum.”
O sırada masaya oturdum. İlteriş’in yaptığı kızarmış ekmeklerden birine bal sürdüm ve ısırdım.
“Kızarmış ekmek yapmışsın,” dedim, ağzım doluyken. “Bu da bir mucize.”
İlteriş, yüzünde o sırıtışla cevap verdi:
“Bak, Altay. Ben mucizeler yaratırım. Ama asıl mucize, senin sabahın köründe kalkıp berbere gitmen. Kıvırcık Altay’dan düğün tıraşı Altay’a... Bu bir hikaye olur.”
Ben başımı iki yana sallayıp bal sürülmüş ekmeğimden bir ısırık daha aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu adamla aynı evde yaşamak sabır işi. Ama en azından kahvaltıyı o yaptı. Bununla teselli bul."
büyük bir beklentiye girmemi gerektiren bir hazırlık değildi. Masada sadece kızarmış ekmekler, biraz peynir, birkaç dilim domates ve zeytin vardı. Yanında da iki bardak çay. Tipik İlteriş kahvaltısı: Minimum çaba, maksimum hayatta kalma.
“Bu ne şimdi?” dedim, masaya otururken.
İlteriş, çay bardağını eline alıp karşıma oturdu. Gözlerini hafifçe kısarak bana baktı.
“Bu, Altay kardeşim, sabah sabah berbere gitme cesaretini göstermiş bir adamın kahvaltısı. Daha fazlasını hak etmiyorsun.”
Kaşlarımı kaldırıp masaya baktım.
“Peki ya protein? Ya enerji? Bir yumurta bile yok mu?”
İlteriş’in suratında o alaycı sırıtış belirdi.
“Protein falan hak eden adam, sabah uykusunu bölüp düğün tıraşı olmaz, Altay. Sadece bu kadarını yapabildim. Şikayet edeceksen, kendi kahvaltını yap.”
Başımı iki yana sallayıp kızarmış ekmeklerden birine uzandım.
“Tamam,” dedim, ekmeği elime alırken. “Ama bak, bu ekmeği düzgün kızartmadıysan, seni sabahın köründe koşu parkuruna yollarım.”
İlteriş kahkahayı bastı.
“Altay, sen berberden sonra biraz daha korkutucu olmayı planlıyordun galiba. Ama maalesef, bu yeni model Altay hâlâ komik.”
Bal kavanozuna uzandım ve ekmeğin üzerine sürdüm.
Isırdığımda, balın o tatlı tadı ağzıma yayıldı. Bir an durdum ve masaya baktım.
“Tamam,” dedim, çayımdan bir yudum alırken. “Bu kahvaltı fena değilmiş. Ama yine de biraz yetersiz. Domatesleri neden bu kadar ince doğradın?”
İlteriş’in cevabı hazırdı:
“Çünkü ince doğramak, estetik bir dokunuş katar. Ama sen estetikle uğraşmazsın tabii, çünkü yeni saç modelin yetiyor.”
Gözlerimi devirdim.
“Yeter artık,” dedim, çay bardağını masaya koyarken. “Bu saç mevzusunu kapatıyoruz. Saçlarımı kestirdim diye sabahtan beri espri yapıyorsun. Bitmedi mi?”
İlteriş omuz silkti.
“Bitmedi. Çünkü bu tıraş, senin için büyük bir değişim. Düşünsene, yıllardır aynı kıvırcık saçlarla gezip, bir anda sabahın köründe berbere gidiyorsun. Ve neden? Tabii ki müstakbel yengem için.”
Bir an sustum. Çünkü İlteriş’in alayları her ne kadar sinir bozucu olsa da, tamamen haksız da değildi. Ama bu lafı yemeye niyetim yoktu.
“Umay’la bunun bir alakası yok,” dedim, biraz daha sert bir tonla. “Sadece saçlarım şekilsiz uzamıştı. Hepsi bu.”
Ama İlteriş durur mu? Tabii ki hayır.
“Tamam, tamam,” dedi, ellerini havaya kaldırarak. “Alakası yok. Ama bak, kız tarafı süslenir, oğlan tarafı değil. Bu bir kural. Sen bu kuralı bozuyorsun, Altay. Düğün sabahı gibi hazırlanıyorsun.”
Elimdeki ekmeği masaya bıraktım.
“Sen var ya...” dedim, derin bir nefes alarak. “Sen gerçekten baş belası bir insansın. Ama neyse, en azından kahvaltıyı hazırlamışsın. O yüzden bugünlük seni affediyorum.”
İlteriş kahkahayı bastı.
“Sağ ol Altay,” dedi, çayından bir yudum alırken. “Senin affına çok ihtiyacım vardı.”
Ben de gülmemek için kendimi zor tutarak kızarmış ekmeğimi yemeye devam ettim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu adamla kahvaltı yapmak bir işkence. Ama bir yandan da sabahları daha çekilir hale getiriyor. En azından saçlarını alay konusu yapmayı seven biri var."
Tam İlteriş’in alaylarına göz devire devire alışıyordum ki, kapı çaldı.
Bir an durdum, ekmeği elimde tutarken İlteriş’e baktım.
“Sen birini mi çağırdın?” dedim.
İlteriş, ağzında çay bardağıyla omuz silkti. “Ben değil. Ama şu kapının ardında kim olduğunu hepimiz tahmin edebiliyoruz.”
Doğru. O baş belası... Burak.
Kapıyı açtım ve tahmin ettiğim gibi, karşımda Burak vardı. Ama her zamanki gibi, bu da sıradan bir giriş değildi. Elinde telefon, yüzünde sırıtış, bir yandan bana bakıyor, bir yandan içeriyi süzüyordu.
“Abi!” dedi, o fazla neşeli ses tonuyla. “Ne yapıyorsunuz? Kahvaltı mı bu? Kokuyu uzaktan aldım resmen.”
Derin bir nefes aldım.
“Burak,” dedim, onu içeri alırken. “Sen sabahın bu saatinde ev koklayarak mı dolaşıyorsun? Yoksa bu bizim başımıza gelmiş özel bir lanet mi?”
Burak, ayakkabısını çıkartıp içeri girdi.
“Abi, lanet ne? Bu kardeşlik bağı. Kokuyu aldım, geldim. Yalnız,” dedi, gözleri masadaki ekmeklere ve çaya kayarken, “şu kahvaltı masası biraz fakir duruyor. Ben olsam biraz daha zenginleştirirdim.”
İlteriş, tam o sırada devreye girdi.
“Burak,” dedi, yüzünde o bilindik alaycı ifadeyle. “Sen olsan bu masayı zenginleştirirdin, ama senin sabah kahvaltında bir simit ve çay dışında ne olduğunu hiç görmedik. Fazla hayal kurma.”
Burak hemen karşılık verdi:
“Komutanım, siz beni yanlış tanımışsınız. Benim sabah kahvaltılarım bir şölendir. Ama sizin kahvaltı masası... bu bir çay bahçesinin fakir versiyonu gibi olmuş.”
Bu laf üzerine İlteriş kaşlarını kaldırdı.
“Bak sen! Burak, bu masaya oturmak istiyorsan biraz sus. Yoksa kahvaltı yapmadan çıkarsın.”
Ben araya girdim, çünkü ikisi bir araya geldiğinde işler genelde benim başıma patlardı.
“Tamam,” dedim, Burak’a oturması için yer göstererek. “Masaya otur, konuşmayı bırak. Yoksa İlteriş seni gerçekten aç bırakır.”
Burak oturdu ama tabii ki susmadı.
“Altay abi,” dedi, ekmekten bir parça koparıp ağzına atarken. “Bu saçlar ne abi? Berbere mi gittin? Düğün mü var? Ne oldu?”
O an masadaki çay bardağını bırakıp ona döndüm.
“Burak, sen daha yeni geldin ve beni saçımla yargılıyorsun. Bu saç meselesi kapanmadı mı? Ne istiyorsunuz benden?”
Burak kahkahayı patlattı.
“Abi, kusura bakma ama bu kıvırcıklar... yani, tam bir koyun gibi olmuşsun. Hatta senin için ‘Kıvırcık Altay’ diye bir lakap mı taksak? Ne dersin komutanım?”
İlteriş hemen topa girdi.
“Kesinlikle, Burak. Bence bu isim Altay’a yakışır. Hatta daha da geliştirelim: ‘Kıvırcık Kahraman Altay.’”
Gözlerimi devirdim.
“Cidden mi? İkiniz bir olup benimle uğraşmak için mi buluştunuz? Kahvaltı yapın, biraz susun. Bu kadar zor olmamalı.”
Ama tabii ki durmadılar. Burak, masadan bir zeytin alıp konuşmaya devam etti:
“Abi, bu saçlarla kız tavlamak çok zor olur. Yani, bak Umay yengem sever mi bilmiyorum, ama bu kıvırcıklar... işte, zor.”
İlteriş araya girdi:
“Burak, yanlış düşünüyorsun. Bence Umay tam da bu yüzden sever. Kıvırcık kahraman. Saçlar asi, Altay asi. Kombin tamam.”
O an masadaki bardağımı elime aldım ve derin bir nefes aldım.
“Tamam,” dedim. “Ben susuyorum. Siz konuşmaya devam edin. Ama bilin ki, bu kahvaltıdan sonra İlteriş’i sabah koşusuna, Burak’ı da tuvalet temizliğine yollarım. Hadi bakalım.”
Bu tehdit üzerine ikisi birden sustu.
Ama o suskunluk uzun sürmedi. Çünkü Burak, ağzındaki ekmeği bitirir bitirmez yine konuşmaya başladı:
“Abi, tamam, kıvırcıkları bıraktım. Ama bu sakal... yeni model Altay olmuşsun. Sivilde de ‘Altay abi’ dememiz mi gerekiyor artık? Ne yapalım?”
İlteriş gülerek Burak’a döndü:
“Burak, sivilde de ‘abi’ de, başka bir şey de. Ama sakın Altay’ı fazla ciddiye alma. Yoksa saçlarını düzleştirip seni sabaha kadar fırçalattırır.”
Ben, ekmeğimi yemeye devam ettim. Çünkü bu ikisiyle tartışmak, bir nehre karşı yüzmeye çalışmak gibiydi. Ama içimden bir cümle geçti:
"Altay," dedim, "bunlarla aynı masada oturuyorsun. Ve işin kötüsü, sabah sabah bu ikisiyle baş etmek zorundasın. Ama kabul et, eğlenceliler."
Kahvaltı masasında sabrımın son damlasını da tükettiğimi hissettiğim anda, ellerimi masaya koyup ayağa kalktım.
“Bana bakın,” dedim, sesimde hem otorite hem de yorgun bir abinin sabrı tükenmiş tonu vardı. “Bugün izin gününüz diye boş oturmayın. Gidin, bir tepsi baklava yaptırın. Ama düzgün bir yerden alın, tamam mı?”
Burak kaşlarını kaldırıp İlteriş’e döndü.
“Komutanım, bu ne şimdi? Sabah sabah tatlı krizine mi girdi bu adam?” dedi, hafif bir sırıtışla.
İlteriş ise daha ciddiydi.
“Altay, sen normalde böyle şeyler istemezsin. Ne oluyor? Haluk komutanın evine mi götüreceğiz? Bir tepsi baklava ha?”
Ben onların sorularını duymazdan gelerek çayımı bitirdim ve tam masadan ayrılacaktım ki, ağzımdan o cümle çıktı:
“Umay baklava sever mi acaba ya?”
O an oda dondu.
Sanki bütün dünya bir an sustu ve sadece benim saçma sapan düşüncelerim yankılandı. Ama en kötüsü, bu düşünceyi yüksek sesle söylemiş olmamdı. Kendi sesimi duyduğum anda elim otomatik olarak alnıma gitti.
"Altay, sen ne yaptın?" dedim kendi kendime. "Bunu içinden düşünecektin, dışından değil!"
Ama iş işten geçmişti.
Karşımda iki çift göz, ağızları hafif açık bir şekilde bana bakıyordu. Burak’ın çayı bardağın ortasında durmuştu. İlteriş, kaşları çatık bir şekilde beni süzüyordu. İkisi de aynı anda şok olmuş gibi görünüyordu.
Burak sessizliği bozdu.
“Abi,” dedi, sesi her zamankinden daha ciddi bir şekilde. “Sen bunu gerçekten mi söyledin? Yani, baklava ve... Umay? Şaka mı bu?”
İlteriş başını iki yana salladı, ama yüzünde o tanıdık sırıtış belirdi.
“Altay, oğlum... Sen ne ara bu hale geldin? Baklava yaptırmaya gönderiyorsun, bir yandan Umay’ın tatlı zevkini mi düşünüyorsun? Ne oluyor burada?”
Elimi hala alnımda tutuyordum. Çünkü bu durumu nasıl toparlayacağımı bilmiyordum. Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım ve ikisine baktım.
“Tamam,” dedim, sesi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak. “Bir dil sürçmesi oldu. Herkesin başına gelir. Umay falan değil, ben tatlı seviyor muyum diyecektim. O yüzden baklava dedim. Anladınız mı? Ayrıca komutanın evine boş mu gidelim?”
Ama tabii ki ikisi de bunu yemedi.
Burak, sırıtarak İlteriş’e döndü.
“Komutanım,” dedi. “Bence Altay abi, Umay yengemin sevdiği şeyleri öğrenmeye çalışıyor. Ama bu, biraz erken olmadı mı? Daha çiçeği bile kapmadık!”
İlteriş kahkahayı bastı.
“Altay,” dedi, başını iki yana sallayarak. “Bak, biz sadece şakayla karışık konuşuyorduk. Ama sen ciddi ciddi bu işe gönül koymuşsun. Umay baklava sever mi ha? Helal olsun.”
Ben gözlerimi devirdim ve derin bir nefes aldım.
“Bakın,” dedim, sesimi yükselterek. “Size bir görev verdim. O görevi yapın. Ama böyle saçma sapan konuşmalar yapmaya devam ederseniz, bu baklavayı kendi ellerimle yaptırırım ve sizin hiçbiriniz yemeyeceksiniz. Anladınız mı?”
Burak hemen ellerini havaya kaldırdı.
“Tamam abi, sakin. Hemen gidiyoruz. Baklavayı alıp geleceğiz. Ama Umay yengemin sevdiği yerden mi alsak, onu söylemedin.”
O an elim tekrar alnıma gitti.
"Altay," dedim kendi kendime. "Bu iki baş belasıyla aynı odada bulunmak sabır işi. Ama sen sabah sabah kendini ifşa ederek zaten en büyük hatayı yaptın."
Burak ve İlteriş’i baklava görevine gönderip evde yalnız kalmayı başardım.
Ama bu yalnızlık, o kadar da huzurlu değildi. Çünkü aklımda hâlâ akşam yemeği vardı. Yarbay’ın evinde geçecek bir akşam yemeği... ve tabii ki Umay.
"Altay," dedim kendi kendime, "sakin ol. Sadece bir akşam yemeği. Ama... ne giyeceksin?"
Evet, işte o an bu soru beynimde yankılandı.
Ve kendimi dolabın önünde buldum. Elimle askıları tek tek kaydırarak kıyafetlerime bakmaya başladım. Her zamanki gömlekler, düz tişörtler, görevdeyken giydiğim şeyler... Ama hiçbiri o akşam için uygun görünmüyordu.
"Bu mu? Yok, çok sade. Bu? Hayır, çok resmi. Bu... ne alaka?"
Kendi kendime konuşurken dolabın önünde o kadar uzun süre oyalandım ki, İlteriş’in odadan çıkıp beni izlediğini fark etmedim.
“Altay,” dedi birden, arkamdan gelen o tanıdık ses tonuyla.
Başımı kaldırıp aynadan ona baktım. Adamın yüzünde tam bir şok ifadesi vardı. Gözleri kısılmış, ağzı hafifçe aralanmıştı.
“Ne yapıyorsun sen?” diye sordu. Ama bu soru, öyle sıradan bir soru değildi. Bu, “Sen gerçekten Altay mısın?” diyen bir soruydu.
Derin bir nefes alıp ona döndüm.
“Ne yapıyorum, belli değil mi?” dedim. “Akşam yemeği için ne giyeceğime bakıyorum.”
İlteriş, bir süre konuşamadı.
Sonunda, hafifçe kafasını iki yana sallayarak kendine geldi.
“Altay,” dedi, sesinde hem alay hem de ciddiyet karışımı bir tonla. “Sen. Akşam yemeği için kıyafet mi seçiyorsun? Ne oldu oğlum sana? Görevde yaralanmadın, vurulmadın. Bu hâl ne?”
Gözlerimi devirdim.
“İlteriş, bu kadar büyütme. Sadece düzgün bir şey giymek istiyorum. Yarbay’ın evindeyiz. Düzgün görünmek lazım.”
Ama tabii ki İlteriş durmadı.
Ellerini göğsünde birleştirip kapıya yaslandı.
“Yarbay’ın evi, ha? Tamam. Ama asıl mesele o değil, değil mi? Altay, bunu kabul et. Akşam yemeği için değil, Umay için hazırlanıyorsun. Ve bu... bu tam bir efsane. Çünkü seni ilk defa böyle görüyorum.”
O an durdum. Çünkü ne desem, durumu toparlayamayacağımı biliyordum. Ama susmak da bir seçenek değildi.
“İlteriş,” dedim, dolabı kapatarak. “Bak, ben sadece düzgün görünmek istiyorum. Hepsi bu. Ama sen yine işi büyütüp saçma sapan bir yere çekiyorsun.”
İlteriş kahkahayı patlattı.
“Tamam, tamam,” dedi. “Ama şunu bil ki, seni böyle görmek bir mucize. Altay, kıyafet seçiyor. Hem de aynaya bakarak. Bak, bunu Burak’a anlatırsam, bu hikaye bir ömür boyu dillerden düşmez.”
Başımı iki yana salladım.
“Eğer Burak’a bir şey söylersen, seni sabaha kadar tuvalet temizliği yaparken görürsün,” dedim. Ama bu tehdit bile İlteriş’i susturmadı.
O sırada elimde bir gömlekle ona döndüm.
“Bu nasıl sence?” dedim, istemeden de olsa fikrini almak zorunda kaldığımı hissederek.
İlteriş, gömleğe baktı, sonra bana baktı.
“Gayet iyi,” dedi. “Ama bence ne giysen fark etmez. Çünkü Umay seni zaten koyun gibi kıvırcık saçlarınla beğendi. Şimdi düğün tıraşıyla daha da iyi görüneceksin. Yani, bu gömlek işi sadece senin kafanda büyüyor.”
Derin bir nefes alıp gömleği kenara koydum.
“İlteriş,” dedim. “Sadece git ve Burak’la şu baklava işini hallet. Yoksa bu konuşma sabaha kadar devam eder.”
O kapıdan çıkarken, yüzündeki sırıtış hâlâ oradaydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu adam bir baş belası. Ama maalesef, bu baş belası beni herkesten daha iyi tanıyor."
Sonunda kararımı verdim.
Bütün dolabı taradıktan sonra, gözüme çarpan o gömleği seçtim: buz mavisi bir Oxford kumaş gömlek. Hem şık, hem sade, hem de fazla uğraşılmış gibi durmuyordu. Üstü tamamladıktan sonra, altı için dolabımı biraz daha karıştırdım. Krem rengi chino kumaş pantolon gözüme ilişti.
"Tamam," dedim kendi kendime, "bu kombin iş görür. Normal paça, üzerine yapışmayan, rahat ama şık. Fazla düşünmeye gerek yok."
Üstümü giyip aynaya baktım.
"Altay," dedim, "kendine bak. Kim der ki bu adam dün sabah saçlarını taramayı bile düşünmüyordu?"
Ama asıl mesele saçlardı. Gömlek ve pantolon tamamdı, ama saçlar... O kıvırcıkların her biri kendi yönüne gitmeye çalışıyordu. Derin bir nefes aldım, aynanın önüne geçtim ve saçlarımı elimle düzeltmeye başladım.
Ellerimle üstteki kıvırcıkları bastırdım.
Bir sağa yatırdım, olmadı. Sola denedim, o da olmadı.
"Bu saçlar bir insanın başına niye bela olur ki?" dedim kendi kendime. "Altay, bak kendine. Düzensiz bir tarladan hallice. Ama belki... belki Umay böyle sever."
Bu düşünceyle bir an durdum. Ellerim saçlarımın arasında, aynada kendime bakıyordum. Yüzümde garip bir ifadeyle, kendi içime doğru gömüldüm. Ama sonra o düşünceyi hızla kafamdan attım.
"Ne Umay’ı be? Saçını düzelt, çık, bitsin bu iş."
Tam saçlarımla uğraşmaya devam ediyordum ki, İlteriş ve Burak’ın gelmesini beklemeye başladım.
Onların gelişiyle daha büyük bir kaosun başlayacağını biliyordum. Ama şimdilik, odanın sessizliği içinde saçlarımı düzeltiyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kadar hazırlık yaptın. Şimdi kendine güven. Çünkü bu akşam, bu saçların savaşı bitecek."
Saçlarımla uğraşırken bir an durdum.
Aklımda hâlâ akşam yemeği vardı. Ama... sadece yemek değil. Umay’ın o gülüşü, o bakışı... her şey zihnimde dolanıyordu.
Birden aklıma bir fikir geldi. Çiçek.
"Altay," dedim kendi kendime, "bir buket çiçek. Ama sade, güzel, abartısız bir şey. Umay’ın sevdiği gibi... belki papatyalar?"
Telefonu elime aldım. İlteriş ve Burak’ı baklava almaya göndermiştim, ama bu işi de aradan çıkarmaları lazımdı. Hızlıca İlteriş’e özelden mesaj yazmaya başladım:
Altay:
“Koçum, bak, önemli bir görev daha var. Burak’a bulaşmadan hallet. Şöyle güzel bir buket çiçek yaptırıyorsun. Ama dikkat et, papatya olacak. Beyaz olacak. Sade, temiz, şık bir şey. Tamam mı?”
İlteriş:
“Papatya mı? Beyaz mı? Altay, bu ne şimdi? Çiçek falan? Hayırdır?”
Altay:
“Sorgulama. Sadece yap. Bu kadar. Hallet ve bana haber ver. Ama Burak duymasın. Eğer bu iş eline geçerse, bu gece beni mahveder.”
İlteriş:
“Tamam, tamam. Koçum falan dedin ya, o yüzden yapıyorum. Ama bu işte bir iş var. Akşam yemeği için çiçek? Hadi bakalım...”
Altay:
“Koçum dediysem, her zaman demem. O yüzden kıymetini bil. Çiçekleri düzgün al. Sadece bunu unutma.”
İlteriş:
“Tamam, Altay. Ama bak, bu çiçekler yüzünden bana bir şey dersen, Haluk yarbaya her şeyi anlatır, seni sabaha kadar koşu parkurunda süründürürüm.”
Altay:
“Bana değil, çiçeklere odaklan. Hadi, kaybol.”
Telefonu masaya bıraktım ve derin bir nefes aldım.
"Tamam," dedim kendi kendime, "şimdi işler biraz daha yerine oturuyor. Çiçek işi hallolduğunda, bu akşam her şey tamam olacak."
Ama içimdeki o küçük endişe hâlâ duruyordu. Ya Umay bu çiçekleri sevmezse? Ya papatyaları gereksiz bulursa?
Bir an düşündüm, ama sonra kendimi toparladım.
"Altay," dedim, "bu kadar düşünme. Papatyalar her zaman iyidir. Eğer olmazsa, zaten İlteriş’in başına yıkarız."
Çiçek işi halledildi mi, edilmedi mi bilmiyordum. Ama bu düşünceyle dolanıp dururken, içimde garip bir huzursuzluk vardı. Sanki her şey eksikti. Bir şey daha yapmam gerekiyordu.
Bir anda yerimden kalktım. Aynaya baktım, sonra banyoya yöneldim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kadar uğraştın. Ama o dişleri de adam gibi fırçalamazsan, her şey boşa gider."
Diş fırçamı kaptım ve deli gibi fırçalamaya başladım.
Sanki sabahın kahvaltısını değil, bütün hayatım boyunca konuştuğum saçmalıkları temizliyormuş gibi hissediyordum. Fırça bir sağa, bir sola, yukarı aşağı gidip durdu.
"Umay dişlere bakar mı acaba?" diye bir düşünce geçti aklımdan. Hemen ardından kendime sinir oldum.
"Altay, yeter artık. Diş fırçalıyorsun, şiir yazmıyorsun. Kendine gel!"
Ama banyodan çıkıp aynanın karşısına geçtiğimde, saçlarımın hâlâ bana meydan okuduğunu fark ettim.
Ellerimi saçlarımın arasına daldırıp, üstteki kıvırcıkları bastırmaya çalıştım. Ama ne kadar bastırsam da, saçlarım yine eski haline dönüyordu.
“Lanetsiniz!” dedim aynadaki yansımama bakarak. “Kendi başınıza bir hayat yaşıyorsunuz. Bari bir gün sakin durun!”
Tam o sırada kapıdan sesler geldi.
İlteriş ve Burak’ın döndüğünü anladım. İçimde garip bir heyecan ve endişe karışımıyla kapıya doğru yürüdüm. Ama kapıyı açtığımda, olanlar bir tür komedi şovu gibiydi.
İlteriş ve Burak kapıda durmuş, bana bakıyorlardı.
Ama öyle sıradan bir bakış değil. Gözleri kocaman açılmış, ağızları hafifçe aralanmıştı. Sanki beni tanımıyorlarmış gibi bir ifadeyle bakıyorlardı.
Burak bir adım attı, ama o anda olan oldu.
Gözleri hâlâ bende olduğu için, merdivenlerin kenarındaki basamağı fark etmedi. Ayağı kaydı ve bir anda dengesini kaybetti.
“Abi!” diye bağırdı, ellerini sağa sola savurarak.
Ama İlteriş, tam zamanında onu tuttu.
“Burak, ne yapıyorsun oğlum? Gözlerinle Altay’ı yiyorsun diye ölmek zorunda değilsin!” dedi, sesi alay doluydu.
Burak, İlteriş’in yardımıyla toparlanıp bana döndü.
Ama hâlâ şoktaydı. Ellerini iki yana açtı ve konuştu:
“Abi, bu... bu sen misin? Yoksa biz yanlış kapıya mı geldik? Ne oldu sana? Bu gömlek... bu saç... dişlerin bile parlıyor. Düğüne mi gidiyoruz? Yoksa Altay abi Hollywood’a mı başvurdu?”
İlteriş kahkahayı bastı.
“Altay, bu gerçekten sen misin? Çünkü bu adamı tanımıyorum. Sabahki Altay, kıvırcık bir komando koyunuydu. Bu Altay ise... evet, Burak haklı. Hollywood’dan bir başrol oyuncusu gibi duruyor.”
Gözlerimi devirdim.
“Yeter artık,” dedim, sesi yükselterek. “Sadece düzgün bir şekilde akşam yemeğine hazırlanmak istedim. Ama siz bunu bile büyütüyorsunuz. Burak, merdivenden düşmene sevindim. Çünkü bir an olsun sustun.”
Burak ellerini havaya kaldırdı.
“Abi, tamam, kızma. Ama bu hâlinle bir yerlerde ödül falan alırsın. Hatta belki Umay yengem bile sana plaket takdim eder.”
İlteriş hâlâ gülüyordu.
“Burak, bırak artık. Altay’ı daha fazla kızdırma. Yoksa bu akşam, yemeğe gitmeden önce seni koşu parkuruna yollar.”
Derin bir nefes aldım ve arkamı dönüp içeri girdim.
“Gelin,” dedim. “Ama konuşmayı bırakın. Çiçekleri düzgün aldınız mı, onu söyleyin. Yoksa ikinizi de dışarı çıkarırım.”
İkisi de gülmeye devam ederek içeri girdiler.
"Altay," dedim kendi kendime, "bunlarla aynı evde olmak sabır işi. Ama en azından çiçek işi hallolmuş gibi duruyor. Umay’a bu akşam ne söyleyeceksin, onu düşün."
Akşam herkes hazırdı, ama ben hâlâ son rötuşları yapıyordum.
Gömleğim düzgün mü? Pantolonum kırışmış mı? Derken, masadaki parfüme gözüm takıldı. "Altay," dedim kendi kendime, "şimdi tam zamanı. Doğru seçimle bu akşamı kazasız belasız atlatırsın."
Elime uzanıp, masadaki Dior Sauvage şişesini aldım. Çünkü odunsu bir koku, her zaman işe yarar. Hafif bir tazelik, biraz erkeksi bir hava... Tam Umay’ın dikkatini çekecek türden. Bileklere bir fıs, boyun bölgesine iki... Ama abartmadan, Altay!
Parfümü sıkıp derin bir nefes aldım.
"Tamam," dedim, "şimdi hazırsın. Artık bunun geri dönüşü yok."
Salona indiğimde İlteriş ve Burak çoktan hazırlanmıştı.
İlteriş, her zamanki gibi klasik bir şıklık içindeydi. Siyah bir blazer, beyaz bir gömlek ve lacivert pantolon. Adam resmen bir katalogdan çıkmış gibiydi.
Burak ise, tam Burak’tı. Fazla çaba göstermeden, gri bir kazak ve siyah pantolonla işi bitirmişti. Ama yüzündeki sırıtış, giydiği her şeyi tamamlıyordu.
“Hazır mısınız?” dedim, onları süzerek.
Burak, her zamanki alaycı tonuyla konuştu.
“Abi, biz hazırsak sorun yok. Ama sen... Bu kadar hazırlanman biraz fazla değil mi? Umay yengem kesin fark edecek.”
İlteriş araya girdi:
“Burak, yeter artık. Altay zaten sabah saçlarıyla savaştı, kıyafet seçti, parfüm sıktı. Daha ne yapsın? Ama Altay, gerçekten bu kadar hazırlık niye? Umay mı?”
Gözlerimi devirdim.
“Hayır, oğlum. Sadece düzgün bir şekilde yemeğe gitmek istiyorum. Büyütmeyin.”
Tam o sırada kapı çaldı.
Timin geri kalanı gelmişti. Herkes birbirine laf atarak, kahkahalarla içeri girdi. Odanın enerjisi bir anda yükseldi.
“Hadi, çıkalım,” dedim, onları susturmak için.
Arabalara dağıldık. Bir kısmı benim Jeep Wrangler JK’ye bindi, geri kalanı İlteriş’in BMW’sine doluştu.
Yolda, iki arabadan da kahkahalar yükseliyordu.
Benim arabamda Burak, Hakan ve Mustafa Kemal vardı. İlteriş’in arabasında ise geri kalanlar. Ama telsiz gibi bağırışmalar iki arabanın arasında gidip geliyordu.
Burak, tabii ki, susmuyordu.
“Abi,” dedi, yan koltukta otururken. “Şimdi Umay yengem seni böyle görürse ne yapar? Sence ilk yorumu ne olur? Bence ‘Altay abi, bu ne parfüm böyle? Çok yakışmış’ der.”
Hakan hemen atıldı:
“Burak, Umay’ın böyle diyeceğine sen mi karar veriyorsun? Ayrıca Altay abiye laf atmayı bırak. Adam şık olmuş işte.”
Mustafa Kemal de boş durmadı:
“Altay abi, yalnız Dior Sauvage sıkmışsın. Güzel seçim. Ama bence bu kadar odunsu bir koku yerine, biraz daha narenciye notalı bir şey deneseydin?”
Gözlerimi yoldan ayırmadan cevap verdim:
“Mustafa Kemal, bak, sana bir şey söyleyeyim mi? Bu kadar bilgiyle buraya gelmek yerine bir parfüm mağazası açsaydın, şu an zengin olurdun. Ama şimdi sadece otur ve sus.”
Bu lafla arabadaki kahkahalar daha da yükseldi.
Burak, direksiyonuma eğilerek konuştu:
“Abi, parfüm tamam, kıyafet tamam, saç tamam. Ama hala bir şey eksik. Umay yengeme ne diyeceksin? ‘Ben buraya sadece baklava yemek için geldim’ mi?”
Derin bir nefes alıp kaşlarımı çattım.
“Burak,” dedim, dişlerimin arasından. “Yolun ortasında seni indirip bırakacağım. Eğer biraz daha konuşursan, yürüyerek gidersin.”
Arkadaki Hakan gülerek araya girdi:
“Abi, Burak yürür. Ama bu kadar konuşmaya devam ederse, İlteriş’in arabasına binmeye çalışır. İlteriş de onu arabadan atar. Burak’ın kaderi yalnızlık.”
Bu lafla arabadaki kahkahalar iyice tavan yaptı.
Ben ise sadece içimden bir şeyler mırıldanarak direksiyona odaklandım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bunlarla yola çıkmak bile bir sınav. Ama en azından akşam yemeğine kadar sabret. Çünkü bu gece her şey farklı olacak."
Yolda direksiyona odaklanmıştım, ama kafamın içinde başka bir savaş vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu akşam ne yapacaksın? Yine komutan gibi mi davranacaksın? Yoksa biraz... kuralları esnetsen mi?"
Bu düşünce beni öyle bir sardı ki, direksiyonun başında istemsizce kaşlarımı çattım.
"Belki biraz rahatlasam," dedim. "Sonuçta, bu bir görev yemeği değil. Yarbay’ın evindeyiz. Belki de bu gece biraz ‘abi’ olmak lazım."
Telefonu elime aldım.
İlteriş’i aradım. Bir yandan direksiyonla uğraşıyor, bir yandan içimdeki şüpheleri bastırmaya çalışıyordum. Telefon birkaç kez çaldıktan sonra, İlteriş açtı.
“Efendim, Altay?” dedi, sesi her zamanki gibi rahattı.
Derin bir nefes aldım.
“Bak, İlteriş,” dedim. “Bu akşam biraz... nasıl desem... kuralları esnetiyoruz. Yani, öyle ‘komutanım’ falan demenize gerek yok. Ama cıvıtmak yok. Hele Burak’a söyle, sınırları zorlamasın.”
İlteriş bir an sessiz kaldı.
Sonra o tanıdık kahkahası patladı.
“Altay, sen ciddi misin? Kuralları esnetiyoruz mu dedin? Oğlum, bu geceyi tarihe not düşmemiz lazım. Altay kuralları esnetiyor. Hey, Burak! Altay’dan özel izin çıktı!”
Burak’ın sesi, arka plandan yankılandı:
“NE?! Altay abi kuralları esnetiyor mu? Bu gece çok güzel olacak! Hadi beyler, parti başlıyor!”
Telefonu hızla İlteriş’in elinden kaptığını hissettim.
“Abi!” dedi Burak, sesi neredeyse bağırıyordu. “Sen ne dedin az önce? Komutanım dememize gerek yok mu? Abi, ben seni seviyordum zaten. Ama bu gece seni daha da çok sevdim. Harikasın!”
Gözlerimi devirdim, ama içimde bir gülme isteği vardı.
“Burak,” dedim, sesimi sert tutmaya çalışarak. “Bak, kuralları esnetiyoruz dediysem, her şey serbest demedim. Bu gece düzgün davranacaksınız. Hele sen... Eğer sınırları aşarsan, yarın sabaha kadar seni tuvalet temizliğiyle görevlendiririm.”
Burak hemen ses tonunu değiştirdi:
“Abi, tamam. Merak etme. Söz veriyorum. Ama yine de... Harikasın! İlteriş, duydun mu? Altay abi artık bizim abimiz! Komutan değil, abi!”
İlteriş tekrar araya girdi:
“Altay, Burak bu gece seni şımartırsa, onun başına bir şeyler gelir, biliyorsun değil mi? Ama merak etme. Onu kontrol altında tutarım. Şimdilik.”
Telefonu kapattım ve direksiyona odaklandım.
Ama içimde garip bir huzur vardı. Belki bu gece biraz rahat olmak gerçekten iyi bir fikirdi.
"Altay," dedim kendi kendime, "kuralları esnetmek riskli bir şey. Ama bu geceyi biraz daha katlanılabilir hale getirebilir. Umarım Burak bu fırsatı fazla zorlamaz."
Yarbay’ın evinin kapısına geldiğimizde, bir an durdum.
Ama bu duruş, öyle sıradan bir duruş değildi. Kalbim hızlanmış, elimdeki çiçek buketiyle ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Tim arkamda konuşup şakalaşıyordu, ama sesleri zihnimde giderek daha da uzaklaşıyordu.
Yarbay’ın evi, küçük bir konağı andırıyordu.
Geniş bir giriş, şık bir bahçe... Her şey o kadar düzgün ve düzenliydi ki, bir adım atmadan önce yakamı düzeltme ihtiyacı hissettim. Ellerimle gömleğimin yakasını düzelttim, derin bir nefes aldım ve öksürdüm.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sadece bir akşam yemeği. Çiçeği ver, içeri gir, düzgün bir şekilde otur. Hepsi bu."
Zile bastım.
Ama o bekleyiş... Sanki zaman durmuş gibiydi. Kapıyı kimin açacağını düşündüm. Büyük ihtimalle Umay’ın annesi açardı. Şık bir kıyafet içinde, güler yüzlü bir kadın. Öyle tahmin ediyordum.
Ama kapı açıldığında, o tahmin tamamen yerle bir oldu.
Kapıda Umay vardı. Açık mavi bir elbise giymişti, omuzlarına hafifçe dökülen ama sıkı bir topuzla toplanmış saçları... Gözlerim istemsizce büyüdü. Sanki sessiz bir sözleşme yapılmış gibiydi. Ben buz mavisi bir gömlek giymiştim, o da aynı renk bir elbiseyle karşıma çıkmıştı.
Bir an donup kaldım.
Elimdeki çiçek buketiyle, sanki beynim devre dışı kalmıştı. Zihnimde binlerce düşünce dolanıyordu, ama ağzımdan hiçbir kelime çıkmıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bir şey söyle. Hemen bir şey söyle. Ama ne?!"
O sırada İlteriş, arkamdan hafifçe beni dürttü.
“Oğlum, donup kaldın. Hadi, hareket et,” dedi, alaycı bir fısıltıyla.
Dürtmesiyle birlikte, elimdeki çiçeği birden Umay’a doğru uzattım.
Ama o kadar ani ve sert bir hareketle uzattım ki, çocuğa hediye balon verir gibi oldu.
“Hoşbulduk,” dedim, istemsizce kaşlarımı çatarak. Sanki birisine selam vermek yerine meydan okuyormuş gibiydim.
Umay hafifçe gülümsedi.
Ama o gülümseme, yüzünde sadece bir an belirdi ve hemen ardından nazik bir ifadeye dönüştü. Çiçekleri aldı, ama gözleri benim üzerimdeydi.
“Teşekkür ederim, Altay,” dedi. Sesi o kadar sakindi ki, bir an sanki her şey yolundaymış gibi hissettim.
Tim arkamda hafifçe kıkırdamaya başlamıştı.
Burak’ın “Abi, çiçeği niye düşmanına uzatır gibi verdin?” dediğini duydum, ama dönüp bir şey demedim. Çünkü Umay’ın bakışlarıyla hala donup kalmıştım.
"Altay," dedim kendi kendime, "şimdi içeri gir. Çünkü burada durursan, daha fazla saçmalayacaksın."
Umay, bir adım geri çekilip kapıyı açtı.
“Buyurun,” dedi. “Hepiniz hoş geldiniz. İçeri geçin.”
Tim sırayla içeri girerken, ben bir kez daha derin bir nefes aldım ve yakamı düzelttim.
"Tamam," dedim kendi kendime, "bu başlangıç fena değildi. Ama daha akşam uzun. Hadi bakalım, Altay. Kendine gel."
Eve hep beraber girdik.
İçerisi, dışarıdan göründüğünden daha sıcaktı. Ahşap detaylar, duvarlarda eski fotoğraflar... Sanki her şey, bir hikâyenin parçasıydı. Yarbay Haluk, girişte bizi bekliyordu.
Yarbay’ı görür görmez hepimiz aynı refleksle asker selamına geçtik.
Ama Haluk Yarbay, yüzündeki samimi gülümsemeyle bir adım öne çıkıp, “Bırakın şimdi resmiyeti,” dedi. “Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada misafirsiniz. Sadece rahat olun.”
Bu rahat olun lafı, özellikle Burak için bir serbestlik bildirisi gibiydi. Daha kapıdan içeri girerken şaka yapmaya başlamıştı bile. Ama Yarbay Haluk’un sıcak tavrı, timdeki herkesin yüzüne bir şekilde yansımıştı. Salon, bir anda kahkahalar ve sohbetlerle doldu.
Tim, beni övmeye başladığında ise her şey değişti.
Sanki herkes sıraya girmişti. Birisi cesaretimden, birisi disiplinimden, bir diğeri liderliğimden bahsediyordu. Ben, köşede oturmuş çayımı karıştırırken, içimden bu gereksiz methiyelerin bitmesi için dua ediyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "sabret. Bunlar senin arkadaşların. Ama bir daha seni övmelerine izin verme. Çünkü bu iş burada bitmez."
Tam o sırada Burak, sesi biraz fazla neşeli bir şekilde konuştu:
“Altay abi, komutanlıkta mükemmeldir ama bir de şu kıvırcık saçlarını düzeltse, her şey tamam olacak!”
Kahkahalar yükseldi. Ama Yarbay Haluk, sakin bir şekilde gülümsedi ve başını iki yana salladı.
“Altay, gerçekten iyi bir liderdir,” dedi. “Ama sanırım arkadaşları biraz fazla seviyor seni. Bu kadar övgüye alışık mısın?”
“Hayır efendim,” dedim, hafifçe başımı eğerek. “Ama teşekkür ederim. Gerçekten teşekkür ederim.”
Tabii ki, içimden teşekkür etmek yerine kaçmak istiyordum.
Sohbet bir süre böyle devam etti. Herkes keyifliydi. Ama bir noktada, Hakan hafifçe araya girip sordu:
“Efendim, eşiniz nerede? Sizi hep birlikte görürüz diye düşünmüştük.”
O an salondaki hava değişti.
Haluk Yarbay, bir an sustu. Gözleri uzaklara daldı, yüzündeki o samimi ifade yerini bir gölgeye bıraktı. Sanki geçmiş, aniden odanın ortasına düşmüştü.
“Geçen sene,” dedi, sesi biraz alçalarak. “Kanserden kaybettik. Çok güçlü bir kadındı. Ama hastalık, maalesef...”
Cümlesi yarım kaldı. Çünkü kelimeler, artık boğazına düğümlenmiş gibiydi. Umay, babasının hemen yanına oturdu ve elini hafifçe onun omzuna koydu. O sessizlik, o dokunuşla daha da derinleşti.
Ben, elimdeki çay bardağına baktım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu, söylenecek hiçbir şeyin olmadığı bir an. Sessiz kal. Çünkü bazen en iyi şey, hiçbir şey söylememektir."
Tim de bir anda susmuştu.
Burak bile, her zamanki enerjik hâlini kaybetmişti. Sanki hepimiz, bir anda aynı yere bakıyorduk.
Haluk Yarbay, derin bir nefes aldı ve başını kaldırdı.
“Hayat işte,” dedi. “Ama biz, anılarını yaşatıyoruz. Umay, annesine çok benzer. Güçlü, kararlı... Ama aynı zamanda çok ince ruhludur.”
Umay, babasının bu sözlerine hafifçe gülümsedi.
Ama o gülümseme, o kadar nazikti ki, bir anda odadaki tüm ağırlığı hafifletti. Sanki, her şey biraz daha anlamlı hale gelmişti.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu geceyi unutma. Çünkü burada, bir hikâye var. Ve bu hikâyenin içinde, sen de varsın."
Salondaki o ağır sessizlik, bir süre daha bizimle kaldı.
Ama tim bu tür durumlarda asla uzun süre suskun kalamazdı. Özellikle Burak varken. O, her anı bir şekilde hafifletmenin ustasıydı.
“Komutanım,” dedi Burak, hafifçe öne eğilerek.
“Eminim çok güçlü bir insandı. Ama size bir şey söyleyeyim mi? Bizim Altay abi de çok güçlüdür. Hatta geçen hafta, koskoca bir dolabı tek başına taşıdı. Tabii sonra üç gün boyunca beli ağrıdı, ama bu başka bir hikaye.”
Haluk Yarbay bir an şaşırmış gibi baktı, sonra hafifçe gülümsedi.
“Dolap mı taşıdı?” dedi. “Altay, sen ne yapıyorsun böyle?”
Ben hemen araya girdim.
“Efendim, Burak biraz abartıyor. O kadar ağır bir dolap değildi.”
Ama Burak durmadı.
“Abartmıyorum komutanım! Dolap taşırken bir yandan da bana emir verdi. ‘Burak, bu tarafa tut. Burak, dikkat et.’ Ama en komiği neydi biliyor musunuz? Altay abi dolabı bırakınca, yere oturdu ve dedi ki: ‘Bu işi bir daha yaparsam, beni sabaha kadar koşturun.’”
Salondaki herkes kahkahaya boğuldu.
Hatta Haluk Yarbay bile gülerek başını iki yana salladı.
“Anlaşılan, sizin timde eğlence hiç bitmiyor,” dedi. “Altay, bu kadar neşeli insanla nasıl başa çıkıyorsun?”
Gülümseyerek cevap verdim.
“Sabırla, efendim. Çok sabırla.”
Ama bu kahkahalar arasında, benim aklım başka bir yerdeydi.
Umay, babasının yanında oturuyordu, ama bakışları bir an bana kaydı. O bakış, kısa sürdü, ama bir şekilde her şey daha farklı hissettirdi. Su bahanesiyle biraz yalnız kalmam gerekiyordu.
“Ben bir su alayım,” dedim, yerimden kalkarken.
Ama tam mutfağa doğru yönelmişken, Umay da ayağa kalktı.
“Ben de size yardım edeyim,” dedi. Sesi sakin, ama bir o kadar da kararlıydı.
Mutfağa birlikte yürüdük.
Salondaki kahkahalar arkamızda kalmıştı. Mutfakta ise sadece biz vardık. Umay, tezgahın başına geçti, dolaptan bir sürahi çıkardı ve bana döndü.
“Su bahanesiyle kaçtınız, değil mi?” dedi, hafif bir gülümsemeyle.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
“Yok,” dedim, biraz fazla hızlı bir şekilde. “Su içmek istedim sadece. Bazen gürültü fazla oluyor.”
Umay, gözlerini kısarak bana baktı.
“Altay, timinizle olmak çok eğlenceli görünüyor. Ama sizi izlerken fark ettim, bazen sessizleşiyorsunuz. Bu kadar liderlik yapmak kolay değil, değil mi?”
Bir an durdum.
Çünkü bu sorunun cevabı, düşündüğümden daha karmaşıktı. Ama bir şekilde, onunla konuşmak garip bir şekilde rahattı.
“Kolay değil,” dedim, biraz daha sakin bir sesle. “Ama bu işin bir parçası. Onlara hem liderlik yapmak, hem de abilik yapmak zorundayım.”
Umay, sürahiyi doldururken başını hafifçe salladı.
“Ve bu sizi yoruyor,” dedi. “Ama bunu kimseye göstermiyorsunuz.”
Gözlerim istemsizce ona kaydı.
“Göstermemek lazım,” dedim. “Lider olmak, bazen sadece sessiz kalmayı öğrenmek demek.”
Umay hafifçe gülümsedi ve bana doğru bir bardak uzattı.
“Bunu gerçekten çok iyi yapıyorsunuz, Altay. Ama arada bir, kendinize de izin verin. Yoksa... bir gün çok yorulursunuz.”
Bardağı alırken, bir an sessizlik oldu.
O an, sanki bütün dünya durdu. Salondaki kahkahalar bile çok uzaktaymış gibi geliyordu.
bu akşamı unutma. Çünkü bu, sadece bir akşam yemeği değil. Bu, bir şeylerin değiştiği bir an."
Umay’ın sözleri havada yankılanırken, derin bir nefes aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "tam zamanı. Ya şimdi ya hiçbir zaman." Ama kelimeler hâlâ boğazıma düğümlenmişti. Ellerim cebimde, yerimde hafifçe kıpırdandım.
Bir adım daha yaklaştım. Ama bu adım, sanki bütün dünyayı yürümüşüm gibi geldi. Umay’ın bakışları hâlâ üzerimdeydi. O bakışlarda, ne düşündüğünü çözmeye çalışıyordum. Ama aynı zamanda, bir şekilde daha da cesaret buluyordum.
“Şey...” dedim, kelimeler ağzımdan birer birer dökülüyordu.
“Ben... aslında... seni bir şey için... nasıl desem... kahve içmeye davet etmek istiyorum.”
Umay’ın kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının köşesi belli belirsiz yukarı kıvrıldı.
Ama hiçbir şey söylemedi. Sadece bana bakıyordu. Bu, daha da zorlaştırıyordu. Çünkü sessizlik, insanın düşüncelerini daha çok duymasına neden oluyordu.
Bir elim istemsizce enseme gitti.
Sanki o hareketle bu anın ağırlığını biraz olsun hafifletmek istiyordum. Ama hareketim, beni daha da ele veriyordu.
“Yani,” dedim, ensemi kaşıyarak, “bu... sadece bir öneri. Öyle... büyük bir şey değil. Eğer... zamanın varsa tabii.”
Umay’ın gülümsemesi biraz daha belirginleşti.
Ama bu, alaycı ya da mesafeli bir gülümseme değildi. Sanki beni daha iyi anlamış gibi bir gülümsemeydi. O an, her şey daha da karmaşık ve daha da sade hale geldi.
“Kahve mi?” dedi, sesi yumuşak ama içinde bir merak vardı.
“Altay, bu çok... sade bir teklif.”
Yutkundum.
“Evet,” dedim, biraz daha toparlanmaya çalışarak. “Ama... sade şeyler, bazen en güzeli olur.”
Umay, bir an gözlerini yere indirdi, sonra tekrar bana baktı.
“Eğer sade şeyleri seviyorsanız, kahve içmek güzel bir fikir olabilir,” dedi. “Ama... bunu ne zamandır düşünüyordunuz?”
Bir an durdum. Çünkü bu sorunun cevabı, düşündüğümden daha karmaşıktı. Ama yalan söylemek de istemiyordum.
“Bilmiyorum,” dedim dürüstçe. “Sanırım, uzun zamandır. Ama bir türlü söyleyemedim.”
Umay hafifçe güldü.
Ama bu gülüş, sesli bir kahkaha değil, sessiz bir neşeydi.
“Altay,” dedi, gözleri hâlâ üzerimde. “Bunu şimdi söylemiş olmanız yeterli. Ve evet, kahve içmeye gelebilirim.”
O an, içimde bir şeylerin değiştiğini hissettim.
Sanki uzun zamandır sıkışıp kaldığım bir odadan çıkmış gibiydim. Ama bu özgürlük, aynı zamanda beni daha da derin bir yere çekiyordu.
“Tamam,” dedim, yüzümde istemsiz bir gülümsemeyle.
“Bu... şey... güzel. O zaman bir gün haberleşiriz.”
Umay başını hafifçe eğip gülümsedi.
“Bir gün haberleşiriz,” dedi. Ve o an, mutfağın küçük dünyasında, bütün evren sanki o kelimelerin içinde durdu.
"Altay," dedim kendi kendime, "işte bu anı unutma. Çünkü bu an, her şeyin başlangıcı."
Tam o küçük, sessiz dünyamızda her şey yerli yerine oturmuş gibiydi.
Umay’ın gülümsemesi hâlâ yüzündeydi, benim ise içimde tuhaf bir rahatlama... Sanki dünya bir an için daha basit hale gelmişti. Ama tabii ki, bu tür anlar uzun sürmez. Çünkü timin içinde Burak diye biri vardı.
ŞAK!
Mutfak kapısı birden açıldı. Burak, bir rüzgar gibi içeri daldı. Ama bu rüzgarın yüzünde, o klasik Burak sırıtışı vardı. Tabii ki, bizi görmesiyle o sırıtış bir anda dondu. Gözleri önce bana, sonra Umay’a kaydı. Ve sonra...
“Abi...” dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi. “Yanlış anda geldim galiba.”
Elim hâlâ elimdeki bardakta, gözlerim ise Burak’taydı.
O an, bir insanın aynı anda hem utanıp hem de sinirlenmesinin mümkün olduğunu fark ettim.
“Burak,” dedim, dişlerimin arasından. “Senin burada ne işin var? Şu an gerçekten, ama gerçekten kötü bir zamandasın.”
Burak, kapının eşiğinde donmuştu.
Ama tabii ki, bu Burak’tı. Hiçbir şey onu tamamen susturamazdı.
“Abi,” dedi, ellerini havaya kaldırarak. “Ben sadece su içmeye geldim. Ama sizin burada böyle... şey... dip dibe olduğunuzu bilmiyordum.”
Umay, hafifçe gülümseyerek araya girdi.
“Burak, biz sadece konuşuyorduk. Altay da bana kahve teklif etti.”
Burak’ın gözleri bir an daha büyüdü.
“Kahve mi?” dedi, sanki bu kelimeyi ilk kez duyuyormuş gibi. “Abi, sen kahve teklif ettin. Bu... bu bir devrim!”
Derin bir nefes aldım ve Burak’a doğru bir adım attım.
“Bak Burak,” dedim, sesi mümkün olduğunca sakin tutmaya çalışarak. “Eğer bu konuyu bir kez daha ağzından kaçırırsan, yarın sabaha kadar seni tuvalet temizliğiyle görevlendiririm. Anladın mı?”
Burak hemen iki adım geri çekildi.
“Tamam abi,” dedi, ellerini hâlâ havada tutarak. “Tamam. Hiçbir şey duymadım. Hiçbir şey görmedim. Zaten su falan da istemiyorum. Hadi görüşürüz!”
Tam kapıya doğru dönecekti ki, Umay hafifçe başını kaldırıp konuştu.
“Altay, ona kızma. Burak sadece kendisi gibi davranıyor. Bence komik bile.”
O an elimdeki bardağı masaya bıraktım ve derin bir nefes aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "işte bu yüzden bu adamın adı Burak. Ve işte bu yüzden Umay her zaman haklı."
Burak, Umay’ın sözlerini duyunca biraz daha cesaret bulmuş gibi arkasını döndü.
“Abi, tamam, gidiyorum,” dedi, yüzündeki sırıtışla. “Ama kahve teklif ettin ya... Harikasın!”
Gözlerimi devirdim.
“Burak, çık buradan,” dedim, artık sabrımın sonuna gelmiş bir tonla. “Yoksa seni burada bırakırım.”
Burak kapıdan çıkarken hâlâ mırıldanıyordu:
“Abi kahve teklif etti ya... Bu gece tarihi bir gece!”
Kapı kapandığında, Umay bana döndü.
“Onunla fazla sert konuşuyorsun,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Ama biliyorum, onu seviyorsun.”
O an istemsizce gülümsedim.
“Evet,” dedim. “Ama bazen bu sevgi çok zorlayıcı olabiliyor.”
Umay hafifçe güldü.
Ve o kahkaha, o anın bütün gerginliğini tamamen dağıttı.
"Altay," dedim kendi kendime, "işte bu yüzden buradasın. Bu anlar için. Şimdi biraz sakin ol ve bu akşamı kurtarmaya çalış."
O zaman ben içeri geçeyim,” dedim, ama sesim her zamankinden daha alçak, daha çekingen çıkmıştı.
Elimdeki bardağı Umay’a uzattım. Sanki bardak o an dünyanın en ağır şeyiymiş gibi geliyordu.
Parmaklarım onun parmaklarına dokunduğunda, bir an için zaman durdu.
O dokunuş, bir kıvılcım gibiydi. Ama o kıvılcımın getirdiği şey ne sıcaklık ne de rahattı. Ellerim buz gibiydi. Ve o soğuk, o kadar belirgindi ki, Umay’ın parmaklarının sıcağını daha da hissettiriyordu.
Umay bir an durdu.
Parmakları benimkilerin üzerinde biraz daha kaldı, sonra bardağı bırakmadan, yavaşça ellerime dokundu. O dokunuş, sözsüz bir soruydu.
“Ellerin...” dedi, sesi yumuşak ama içinde bir merak vardı.
Başını hafifçe eğip ellerime baktı. Sanki buz tutmuş bir gölün yüzeyini inceler gibi, yavaşça ellerimi tuttu.
“Buz gibi... neden böyle?”
Bir an gözlerimi onun ellerine kaydırdım.
Ellerim, onun ellerinde kaybolmuş gibiydi. Sıcaklık, soğukla karışıyor, ama bir şekilde birbirine karışmadan duruyordu.
“Bilmem,” dedim, ama sesim hafifçe titredi.
Sonra bir an sustum.
Çünkü bu sorunun cevabı, düşündüğümden daha karmaşıktı. Ama bir şekilde, o anda söylemek istedim.
“Sanırım,” dedim, hafifçe gülümseyerek, “tutanı olmayınca... eller böyle oluyor.”
Umay’ın gözleri, bir an için bana daha derin baktı.
O an, sözlerin ağırlığı havada asılı kaldı. Sanki söylediğim her kelime, o anı daha da derinleştiriyordu.
“Tutanı olmayınca mı?” dedi, hafif bir fısıltıyla.
Sesi, bir soru gibi değil, daha çok bir tekrardı. Bir şeyleri anlamak için değil, hissetmek için söylüyormuş gibiydi.
Ben, o bakışlarda kayboldum.
“Evet,” dedim. “Tutanı olmayınca, eller üşür. Ruh da üşür. Ama insan, o üşümeye alışır. Ta ki... birisi dokunana kadar.”
Umay, ellerimi bırakmadı.
Ama o sıcaklık, ellerime değil, kalbime yayılmış gibiydi. Gözleri bir an daha benimkilerde durdu, sonra hafifçe gülümsedi.
“Altay,” dedi, sesi o kadar sakindi ki, bir fısıltı gibi odada yankılandı. “Ellerini ısıtmak için illa birisi tutmalı mı?”
Gözlerim bir an yere kaydı, sonra tekrar ona döndüm.
“Bilmiyorum,” dedim. “Ama... sanırım, en güzel sıcaklık, birisinin tutmasıyla geliyor.”
Umay, bir an durdu.
Ellerimden yavaşça ayrıldı, ama o sıcaklık hala üzerimdeydi.
“Bence,” dedi, gözlerinde o sakin ama derin ifade, “ellerin... buz gibi olsa da, ısınmayı bekliyor.”
O an, dünyanın geri kalanı tamamen sessizleşti.
Umay, bardağı tezgâha koydu ve hafifçe başını eğerek gülümsedi.
“Şimdi, istersen içeri geç,” dedi. “Ama ellerin... onları unutma.”
Ben derin bir nefes aldım.
Ve o nefes, bütün ağırlığıyla içimde yankılandı. "Altay," dedim kendi kendime, "bu anı unutma. Çünkü bu, bir şeylerin değiştiği an. Ellerinin neden üşüdüğünü bir daha unutma."
Yemek masasına oturduğumda, önümdeki çorba kasesine bakıp bir an durdum.
Ama durmamın sebebi aç olmam değil, çorbanın kokusunun beni anında büyülemiş olmasıydı. Kremalı domates çorbası... Üzerinde bir parça kıyılmış dereotu, yanında sıcak bir dilim ekmek. Daha ilk lokmada midemden gelen minik bir alkış duydum sanki.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sadece başlangıç. Daha masaya gelecekleri düşün ve şimdiden teşekkür et."
Çorba bittiğinde, Umay masaya zeytinyağlı enginar ve haydari dolu tabaklar getirdi.
Enginarın parlak yeşil görüntüsüyle limonun ferah kokusu masayı doldurdu. Haydari ise tam yerinde kıvamıyla dikkat çekiyordu. Taze ekmekle birlikte haydariye daldım ve bir lokmada ağzımda eriyen o lezzeti hissettim.
“Altay, nasıl olmuş?” diye sordu Umay, gözlerini bana dikerek.
“Bu enginar mı? Hayatımda ilk kez enginar yiyorum ve neden daha önce yemediğimi sorguluyorum,” dedim, ciddiyetle. “Haydari desen, yoğurdun sarımsakla böyle uyumlu olabileceğini hiç düşünmemiştim. Resmen sanat bu.”
Umay hafifçe gülümsedi.
Ama o gülümsemenin içinde bir zafer vardı. Biliyordu. Yemekler iyiydi ve ben tamamen teslim olmuştum.
Ara sıcaklar geldiğinde, masadaki enerji biraz daha yükseldi.
Önce içli köfte... O altın rengi dış kabuğu ve içindeki cevizli, baharatlı kıyma... Bir taneyi iki ısırıkta bitirdim ve gözlerim masada başka var mı diye arandı.
“Altay abi,” dedi Burak, yanımdan hafifçe dürterek. “Sakin ol, köfte kaçmıyor.”
“Kaçarsa yakalarım,” dedim, ağzım doluyken.
Sonra mantar dolması geldi.
Fırınlanmış, üstü hafif kızarmış, içinde erimiş beyaz peynir... Bir tanesini ağzıma attım ve anında gözlerim kapandı.
"Altay," dedim içimden, "bu mantar değil. Bu, başka bir gezegenden gelen bir lezzet."
Anayemeğe geldiğimizde, masa artık bir zafer sofrasına dönüşmüştü.
Testi kebabı... Masaya geldiğinde testi dikkatlice kırıldı ve içinden yükselen buhar, bütün masayı kapladı. O kuzu eti, sebzelerle birlikte öyle bir pişmiş ki, daha çatalı değdirir değdirmez dağılıyordu. Yanında safranlı, bademli pirinç pilavı vardı.
Bir lokma aldım ve durdum.
Masadaki herkesin konuşmaları bir anda sessizleşti, çünkü ben kafamı hafifçe yukarı kaldırıp bir dua eder gibi gözlerimi kapattım.
“Bu yemek bir mucize,” dedim, başımı sallayarak. “Kim yaptıysa ellerine sağlık. Ama ben bu yemeğin kutsallığını sorgulamıyorum bile.”
Burak hemen araya girdi:
“Abi, testi kebabı değil, senin midene yapılan kutsal bir ayin olmuş bu.”
Masadakiler gülerken ben başka bir lokmayı ağzıma attım.
Ve o anda Umay, masaya tekrar yaklaştı. Elinde ayran dolu bir sürahi vardı. Sürahiyi masaya koyarken gözleri bana kaydı.
“Biraz ayran alır mısınız?” dedi, hafifçe eğilerek.
“Tabii,” dedim, ama o an başka bir şey düşünüyordum. Çünkü bu yemeklerin hepsi, bir araya gelip mideme bir festival düzenlemişti. Ayran, bu festivalin müzik arası gibiydi.
Yemek boyunca masadaki herkes kahkahalarla konuşmaya devam etti.
Ama ben, yediğim her lokmada biraz daha kayboluyordum. Bu sadece bir akşam yemeği değildi. Bu, yemeklerin ve anların insanı değiştirdiği bir tecrübeydi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu masadan kalktığında, başka bir insan olacaksın. Ama bir şey kesin: Mideni bu kadar mutlu eden bir yemek daha olmayabilir."
Masada herkes testi kebabının tadını çıkarırken, Yarbay Haluk bir anda elini havaya kaldırdı.
“Beyler,” dedi, sesi ciddi ama yüzünde bir baba gururu vardı. “Bu sofradaki her şey, kızım Umay’ın eseridir. Yemekleri o yaptı. Ellerine sağlık kızım, gerçekten mükemmel olmuş.”
O an masadaki herkes dönüp Umay’a baktı.
“Hepinize afiyet olsun,” dedi Umay, hafifçe başını eğerek. Ama gözleri bana kaydı. “Yemek yapmak ilgi alanım. Eğer beğendiyseniz, gerçekten çok mutlu olurum.”
Ben o sırada hâlâ kuzu etiyle meşguldüm.
Tabii ki, başımı kaldırıp bir teşekkür etmeyi düşündüm, ama çatalıma sapladığım o son kuzu parçası, bütün dikkatimi çalmıştı. Dişlerimle eti çekerken, gözlerim masanın başka bir yerinde ama aklım hala önümdeki tabakta kaldı.
Umay’ın bana doğru hafifçe gülümsediğini hissettim.
Ama tam da o sırada ağzımdaki lokma öyle bir aromayla doldu ki, içimden ‘bunu nasıl daha önce yememişim?’ diye haykırdım. Gözlerim hafifçe kapandı ve o etin tadını bir an daha hissettim.
“Altay,” dedi İlteriş, dirseğiyle beni dürterek.
“Kardeşim, yarbay kızının yemeklerini övüyor, Umay da size gülümsüyor. Ama siz, hâlâ kuzu etiyle savaşıyorsunuz. İnsan bir şey demez mi?”
Gözlerimi masadan kaldırdım, ama çatal hâlâ elimdeydi.
“Eee,” dedim, ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken. “Ne diyeyim? Zaten yemek mükemmel. Daha ne söyleyebilirim ki?”
Burak hemen atıldı:
“Abi, bari ağzında yemek yokken konuşsaydın. Umay Hanım, abim gerçekten çok beğendi. Şu an yemeği sevmekten konuşamıyor!”
Masadakiler gülerken ben gözlerimi devirdim.
“Burak, kes,” dedim, biraz fazla sert bir şekilde. Ama o sırada Umay tekrar bana baktı.
“Beğendiğinizi bilmek benim için yeterli,” dedi. Ama gözlerindeki o hafif gülümseme, sözlerinden daha fazlasını söylüyordu.
Ben elimdeki çatalı masaya bıraktım, ama gözüm hâlâ tabaktaki son parçada kaldı.
“Evet,” dedim, sonunda ağzımdaki lokmayı yutmayı başararak. “Yemekler gerçekten çok güzel olmuş. Özellikle bu kuzu... Yani, nasıl desem, tam... tam...”
Burak yine araya girdi:
“Abi, bırak, tam falan deme. Sen ‘Umay Hanım, ellerinize sağlık’ de, yeter.”
Derin bir nefes aldım ve çatalımı yerine koydum.
“Ellerinize sağlık,” dedim, bu sefer ciddiyetle. “Gerçekten çok güzel olmuş. Ama şunu söyleyeyim, bu testi kebabını hayatımda unutamam.”
Umay hafifçe başını eğip gülümsedi.
“Afiyet olsun, Altay,” dedi. Ama o sırada gözleri bir an daha bana kaydı.
Ve o an, sanki masadaki bütün sesler arka plana geçti.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kız seni bu kadar güzel yemeklerle öldürür. Ama mutlu bir ölüm olur."
Tam bu düşüncelerle başka bir lokmaya hazırlanıyordum ki, Burak tekrar atıldı:
“Abi, bu kadar yemek övgüsü yeter. Şimdi tatlıyı bekle.
Gözlerimi devirdim ve içimden bir dua mırıldandım:
"Allah’ım, bu Burak’a biraz sessizlik ver."
Yemekten sonra tam bir rehavet çöküyordu ki, Umay’ın sesiyle bir anda herkes toparlandı.
“Siz tatlı getirmişsiniz ama ben de yapmıştım,” dedi, elinde iki tabakla. “O yüzden ikisinden de koyuyorum. Çay demlenmek üzere. Siz salona geçin, ben hemen getiririm.”
Yarbay Haluk ayağa kalkınca, tim de refleks olarak hep birlikte ayağa kalktı.
Oturmaya o kadar alışmışız ki, kalkmak hepimize bir görevmiş gibi hissettirdi. Ama Haluk Yarbay’ın yanında, o disiplini bozamazdık. Hep beraber salonun yolunu tuttuk.
Salona geçtiğimizde, içimde bir şeyler kıpırdadı.
Çünkü bu sefer Umay’ın taşımadan yorulmasını istemiyordum. Bana bir jest yapmak düşerdi. Hem.… belki bunu fark ederdi, kim bilir?
Salonun ortasında sehpa yoktu.
Bir köşede dizili duran sehpaları fark ettim ve hemen harekete geçtim. Tim arkamdan bakarken sehpaları tek tek yerleştirdim.
Burak hemen konuştu:
“Abi, bu ne hız? Sehpa koyarken bir yerini incitme sakın.
Derin bir nefes aldım, ama cevap vermedim.
Burak’ın esprileriyle uğraşacak hâlim yoktu. Ama gözlerim sehpaları yerleştirirken sık sık kapıya kayıyordu. Umay içeri girdiğinde, gözleri hemen sehpalara takıldı.
Bir an durdu, sonra hafifçe gülümsedi.
Ama o gülümsemede bir teşekkür vardı, sessiz bir takdir. Hiçbir şey demedi, ama gözlerindeki ifadeyle her şeyi söyledi.
Ben başımı eğip hafifçe sehpalardan birine dokundum, sanki ‘ben bir şey yapmadım’ der gibi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu jestler seni bir gün rezil edecek. Ama şimdilik iyisin."
Çay servisi için Umay tekrar mutfağa yöneldiğinde, Burak ve Eren hemen atıldı.
“Biz yardım edelim!” dediler, neredeyse aynı anda. Tabii ki bu, bir yardım etme çabası değil, Umay’la birkaç dakika daha vakit geçirme isteğiydi.
Umay hafifçe gülümsedi ve onlara izin verdi.
Burak mutfağa girerken kapıdan döndü ve bana göz kırptı.
“Abi, sen sehpaları koydun, biz de tatlıları taşıyalım. İş bölümü harika!”
Eren ise kafasını sallayarak Burak’a döndü:
“Sen tatlıları değil, laf taşımaya gidiyorsun Burak. Umay Hanım tatlıyı bile bırakır, seni taşır birazdan.”
Ben oturduğum yerde gözlerimi devirdim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu adamlarla baş etmek için çok sabırlı olman lazım. Ama sabrın sonu tatlı, değil mi?"
Burak ve Eren tatlı tabaklarıyla içeri döndüğünde, masadaki herkes gözlerini tabaklara dikmişti.
Umay’ın yaptığı Şöbiyet, o kadar güzel görünüyordu ki, diğer baklava resmen arka planda kalmıştı.
Burak hemen tatlıyı övmeye başladı:
“Abi, bu tatlı resmen sanat eseri gibi. Ama ben bu kadar güzel bir şeyin tadına bakmaya korkuyorum. Belki yemeden önce bir fotoğraf çekmeliyiz.”
Ben gözlerimi devirdim ve Burak’a baktım:
“Burak, tatlıyı yemeye başlamadan önce bir süre sessiz kalabilir misin? Çünkü biz burada lezzeti deneyimlemeye çalışıyoruz, sen hâlâ stand-up yapıyorsun.”
Umay araya girdi, ama gülümseyerek:
“Burak, bence sen önce bir lokma ye, sonra konuşmaya devam et. Belki bu tatlı seni susturur.”
O an herkes gülerken ben tatlıdan bir lokma aldım.
Ve o an anladım ki, bu tatlı sadece bir tatlı değil, bir hikayeydi. İçinde Umay’ın ellerinin emeği, yüzünün gülümsemesi vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu tatlı, masada duran her şeyden daha fazla şey söylüyor. Ama şimdilik, sadece tadını çıkar."
Şöbiyetin son lokmasını yerken, o tatlılığın dilimde bıraktığı iz beni başka bir dünyaya taşımış gibiydi.
Ama tabağımın artık boş olduğunu fark ettiğimde, içimde tuhaf bir boşluk oluştu. O şöbiyetin verdiği o mutluluk, bir anlığına hayatın her şeyden daha kolay ve güzel olabileceğini hissettirmişti.
Başımı kaldırıp masaya baktım.
Burak, tabii ki, kendi şöbiyetine dalmıştı. Ama onun dalışı, benimki gibi bir teslimiyet değil, tamamen gösteriş içindi. Her lokmada abartılı sesler çıkarıyor, gözlerini kapatıyor, hatta bazen kollarını havaya kaldırıyordu.
“Bu tatlı var ya,” dedi, çatalını havada sallayarak. “İnsan bunu yerken resmen aşık oluyor!”
Ben gözlerimi devirdim ama içimde bir şey kıpırdadı.
Burak’ın tabağındaki şöbiyet... o kadar yakın ama bir o kadar da uzak duruyordu. Çatalıma uzanmadım. Ama gözlerim, dalgın bir şekilde o tatlıya kaydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "kendine gel. Burak’ın şöbiyetine bakmayı bırak. Ama... ya biri daha verse? Umay mesela?"
Tam o sırada, Umay’ın bakışlarını hissettim.
Sanki ne düşündüğümü okumuş gibiydi. Bir an, göz göze geldik. O gülümseyerek başını hafifçe yana eğdi, sonra tatlı tabağına uzandı.
Bir şöbiyet aldı ve usulca benim tabağıma koydu.
Hareketi o kadar zarif ve sessizdi ki, masadaki herkes bunu fark etti. Ama en çok Yarbay Haluk’un yüzündeki şaşkınlık belirgindi. Bir an durdu, sonra hafifçe başını sallayıp hiçbir şey demeden çayını yudumlamaya devam etti.
Ben o anda iki farklı duygu arasında sıkışıp kalmıştım.
Bir yandan, herkesin gözü üzerimdeydi. Ama diğer yandan, önümde duran o şöbiyetin daveti karşı konulamazdı. Başımı eğip hafifçe gülümsedim, çatalımı aldım ve o tatlıya doğru uzandım.
İlk lokmayı ağzıma attığımda, içimden küçük bir zafer çığlığı yükseldi.
"Altay," dedim, "bu tatlı, seni her şeyden daha iyi anlıyor. Ve Umay... O da seni anlıyor."
Burak hemen atıldı:
“Abi! O ne? Umay Hanım size ekstra şöbiyet mi verdi? Bu ayrıcalık neden? Haksızlık bu!”
Umay, Burak’a hafifçe döndü ve gülümseyerek cevap verdi:
“Belki de Altay daha sessiz bir şekilde tadını çıkarıyor. Sessiz olanlar hep daha çok hak eder.”
O an içimden bir kahkaha yükseldi, ama belli etmemeye çalıştım.
Çatalıma bir parça daha şöbiyet aldım ve keyifle yedim. Gözlerim masadaki hiçbir şeye bakmıyordu. Çünkü önümde duran o tatlı, bütün dünyamı kaplamıştı.
"Altay," dedim, "bazen küçük şeyler, insanın hayatındaki en büyük anları yaratır. Ve bu şöbiyet... bu, hayatımın en tatlı anlarından biri."
Masadaki herkes çaylarını içerken, gözüm Umay ve Mustafa Kemal’e takıldı.
İkisi, masanın bir köşesinde ciddi ciddi bir şeyler konuşuyordu. Ama bu konuşmanın sıradan bir sohbet olmadığını anlamam uzun sürmedi. Umay’ın el hareketleri, Mustafa Kemal’in hafifçe geriye yaslanıp başını sallaması... Bu, derin bir tartışmaydı.
Biraz daha yaklaştım.
Çünkü her zaman merakla dolup taşan bir insan oldum. Tabii ki, konuşmayı duymaya başladığım anda bunun bir hata olduğunu fark ettim.
“Aslında,” dedi Mustafa Kemal, kaşlarını kaldırarak, “Yunan mitolojisinde kaos, sadece düzensizlik anlamına gelmez. Kaos, aynı zamanda bir varoluş kaynağıdır. Her şeyin başladığı yer. Bir tür başlangıç noktası.”
Umay, çayını hafifçe kenara koyup konuşmaya başladı:
“Ama bu başlangıç, aynı zamanda bir sonsuzluk değil mi? Yani, düzenin ve düzensizliğin aynı anda var olduğu bir yer gibi düşünebiliriz.”
Durup onları izledim.
Evet, bu kesinlikle mitolojiydi. Ve ben... ben sadece testi kebabını hala sindirmeye çalışan bir adamdım. Ama bu beni durdurmadı. Çünkü kendime olan özgüvenim, midemdeki kuzu doluluğundan daha ağır basıyordu.
“Ne konuşuyorsunuz bakalım?” dedim, ellerimi ceplerime sokarak.
İkisi de aynı anda bana döndü. Ama yüzlerindeki ifade, sanki uzaydan yeni inmiş bir yaratığı inceliyorlarmış gibiydi.
“Altay,” dedi Mustafa Kemal, hafifçe gülerek. “Yunan mitolojisinden bahsediyoruz. Ama bu seni pek ilgilendirmez, değil mi?”
Kaşlarımı kaldırdım.
“Niye ilgilendirmesin?” dedim. “Kaos, düzen, başlangıç falan... Bunlar zaten bizim timde her gün yaşadığımız şeyler. Ben bir uzmanım diyebilirim.”
Umay hafifçe gülümsedi, ama bu gülümsemede bir şüphe vardı.
“Altay,” dedi, “Yunan mitolojisinde kaosu nasıl yorumlarsınız? Merak ettim.”
O an durdum. Çünkü bu, düşündüğümden daha zor bir soruydu. Ama kendimi bırakacak değildim.
“Bence,” dedim, sesimi biraz daha ciddi bir tona getirerek, “kaos, her şeyin başladığı yerdir. Ama aynı zamanda, her şeyin bittiği yerdir. Yani... bir tür sonsuz döngü gibi.”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırdı.
“Altay, bu fena bir yorum değil. Ama sanırım bunu biraz daha açman gerekiyor.”
Bir yudum çay aldım ve devam ettim:
“Bak, Mustafa Kemal. Kaos, bizim sabah içtimasında Burak’ın komik şakalarıyla başladığı an gibidir. Düzensizlik, gürültü, saçmalık... Ama sonra ben devreye girerim. O kaos, bir düzene dönüşür. Yani... ben kaosun tanrısı değil, onun düzenleyicisiyim. Anladın mı?”
Umay hafifçe güldü.
“Yani sen, bir tür Zeus musun?” dedi. Ama gözlerindeki alaycı parıltı, bu sorunun ciddi olmadığını belli ediyordu.
“Belki,” dedim, çayımı tekrar masaya koyarak. “Ama Zeus’un şimşekleri varsa, benim de Burak’ı susturma yeteneğim var. Ve bu, bazen daha etkili oluyor.”
Mustafa Kemal kahkahayı bastı.
“Altay, mitolojiyi böyle yorumlamak hiç aklıma gelmemişti. Belki seninle bir gün oturup, daha fazla konuşmamız lazım.”
“Tabii ki,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Ama o zamana kadar, kaosla nasıl başa çıktığımı görmeye devam edebilirsin.”
Umay, çayını alıp bana doğru hafifçe eğildi.
“Kaosun düzenleyicisi olmak kolay bir şey değil, Altay. Ama sanırım sen, bunu iyi başarıyorsun.”
Gözlerim hafifçe Umay’a kaydı, ama o anda başka bir şey söyleyemedim.
Çünkü kaosun düzenlenmesi gerekiyordu ve o kaos... benim içimdeydi.
"Altay," dedim kendi kendime, "belki bir gün bu kaos, gerçekten bir düzene dönüşür. Ama şimdilik, sadece bu çayı içmeye devam et."
Mustafa Kemal ve Umay’ın mitoloji konuşmalarını dinlerken, o derin sohbetin içindeydim sözde.
Ama kulağıma çalınan o tanıdık ses, bir anda içimde bambaşka bir şey uyandırdı. Akşam ezanı… Ezgi dolu bir çağrı, uzaklardan gelen ama kalbe en yakın yerden seslenen.
Başımı hafifçe kaldırdım.
O an masanın ışıkları, kahkahalar ve sohbetler bir anda soluklaştı. Her şey, o sesi daha da belirgin kılmak için susmuş gibiydi. Kalbimle bir araya gelen bir sessizlik... İşte tam o anda Yarbay Haluk’a döndüm.
“Efendim,” dedim, sesimde o anın ciddiyetini taşımaya çalışarak.
“Namaz kılabileceğim bir yer var mı? Akşam vakti girdi. Abdestim de var.”
Yarbay bir an sustu.
Ama bu, sessiz bir şaşkınlık değildi. Bu, gururla dolu bir duraklamaydı. Gözleri beni süzdü, ama bakışlarında bir baba sıcaklığı vardı.
“Altay,” dedi, sesi hafifçe yumuşayarak.
“Beni mahcup ediyorsun evladım. Namaz kılmak için mi izin istiyorsun? Koca Yarbay Haluk’un evinde mi?”
Sözlerindeki alaycılık, samimi bir tebessümle harmanlanmıştı.
Sonra sandalyesinden kalktı, bir elini masaya dayayıp diğerini beline koydu.
“Ben de kılmamıştım,” dedi, sesine bir kararlılık ekleyerek. “Hadi cemaat olalım. Şu haytaları da getir, iki rekat kılsınlar. Önce bir abdest alsınlar, ondan sonra gelsinler.”
Yarbay’ın bu sözleri, salondaki havayı tamamen değiştirdi.
Umay, babasına dönüp hafifçe gülümsedi. O bakışta bir hayranlık, bir saygı vardı. Yarbay, Umay’a döndü ve o tok sesiyle konuştu:
“Umay, şu köşeyi hazırla. Halı ser, seccadeleri getir. Bak, Altay’ı örnek alsınlar. Bizim timin komutanı sadece savaşta değil, ruhuyla da lidermiş.”
O an içimden bir şeyler kıpırdadı.
Bu sözler, omuzlarıma bir sorumluluk gibi inmişti. Ama aynı zamanda, kalbime dokunan bir sıcaklık da getirmişti.
Umay, sessizce ayağa kalktı.
O zarif elleriyle halıyı sererken, sanki her hareketi bir ibadetin parçasıymış gibi bir özenle yapıyordu. Seccadeleri sırayla yerleştirdi. Başını kaldırıp bir an bana baktı, o gülümsemesi yine yüzündeydi. Ama bu seferki gülümseme, sanki daha derin bir yerden geliyordu.
“Hazır,” dedi, babasına dönerek.
Sonra bana hafifçe başını eğdi. “Buyurun, Altay.”
Timden Burak hemen atıldı:
“Komutanım, siz öndeyseniz biz arkanızdayız. Ama... abdest almayı da öğretir misiniz? En son annem zorla öğretti diye hatırlıyorum.”
Yarbay, Burak’a bir bakış attı.
“Burak, evladım, azıcık sus da abdest almayı öğren. Yoksa Altay, seni sadece temizlemek için bir kova suyla yıkar.”
Salondaki kahkahaların yerini, yavaşça bir ciddiyet aldı.
Ben ise seccadeye doğru yürürken, kalbimde bir dinginlik hissettim. Yarbay’ın sözleri, Umay’ın hazırladığı yer, o ezanın çağrısı... Hepsi, bir anda bir araya gelmişti.
"Altay," dedim kendi kendime, "işte burada, bir şeylerin gerçek anlamını görüyorsun. Ruhunla lider olmak, sadece bir savaş meydanında değil, bir halının üzerinde de kendini göstermek demek."
Seccadenin başında Yarbay ve timle birlikte namaz için beklerken, içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı.
Ama bu huzursuzluk, rahatsız edici bir ağırlık değil, insanı derin düşüncelere çeken bir hafiflikti. Ezanın yankısı hâlâ zihnimdeydi. Ama o yankının içinde, başka bir ses daha vardı: bir sessizlik.
Tim, abdest almak için odalara dağılmıştı.
Bir süre oturup bekledim, ama sabrım çabuk tükenirdi. Ayağa kalkıp onları kontrol etmek için koridora doğru yürüdüm. Çünkü Burak’ın oyalandığından, Mustafa Kemal’in ise felsefe yaparken zamanı unuttuğundan neredeyse emindim.
Koridorda yürürken, bir kapının önünde durdum.
Bu kapı, Umay’ın odasına aitti. Kapı aralıktı ve içeriden ince bir fısıltı duyuluyordu. Kalbim bir an durdu, sonra o sessiz yankı yeniden büyüdü.
Başımı hafifçe eğip kapının aralığından içeri baktım.
Ve gördüğüm şey, zihnimdeki her düşünceyi susturdu.
Umay, namazlığı giymişti.
Başını örtmüş, incecik bir zarafetle seccadesine durmuştu. Ellerini kaldırıp tekbir alışı, sanki bir çiçeğin yapraklarını açışı gibiydi. Odanın ışığı, yüzüne düşen gölgesiz bir huzurla birleşmişti.
O an, içimde bir şeyler yıkıldı.
Ama bu yıkım, bir felaketin yıkımı değil, bir yeniden doğuşun başlangıcıydı. Kalbimde bir şeyler, adını koyamadığım bir yerden kök salmaya başladı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu kız... Bu kız artık senin kaderin olmuş. Bu zarafet, bu huzur, bu dünya dışı güzellik... Bunun adı ne biliyorsun. Artık saklanamazsın."
Kendimi toparlamak için bir adım geri çekildim.
Ama gözlerim hâlâ o aralıktan içeri bakıyordu. Namazdaki her hareketi, her kelimesi, sanki ruhumun derinliklerine dokunuyordu. O an, bu duyguyu kabullenmekten başka çarem olmadığını fark ettim. Ben artık âşık olmuştum. Ve bunu kabullenmek, o anın sessiz emriydi.
Tam o sırada, koridorun ucunda İlteriş’i fark ettim.
Abdestini almış, koridordan bana doğru yürüyordu. Hemen kendime geldim, bir an daha içeriyi izlemek yerine, kapıyı usulca kapattım. Sessizce, o anı orada bıraktım.
İlteriş yanıma geldi, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Ne yapıyorsun burada? Hadi, timi topla,” dedi, sesi hafif bir alayla karışık bir ciddiyet taşıyordu.
“Tamam,” dedim, sesimi toparlayarak.
Ama içimde o huzursuzluk yeniden büyüyordu. Çünkü artık bir sır taşıyordum. Bu sır, içimdeki en derin yerden kökleniyordu.
İlteriş’le birlikte timi kontrol etmeye giderken, kalbimde yankılanan tek bir cümle vardı:
"Altay," dedim kendi kendime, "artık aşksız bir hayat mümkün değil. Ve bu aşk, senin ruhuna hem bir huzur hem de bir ağırlık getirecek."
Namazın son selamını verdikten sonra, ellerimi yavaşça dizlerime koydum.
Başımdaki hafif ağırlık, bir huzurun gölgesiydi. Kalbimde, rüzgar gibi gelip geçen bir dinginlik vardı. Ama bu huzur, birden bire odayı dolduran başka bir şeyle karıştı.
Haluk Yarbay, yanı başımdaydı.
Hâlâ seccadeye oturmuş, ama ellerini dizlerine dayamış, bir an için düşüncelere dalmış gibiydi. Sonra, o derin nefesini duydum. Bir rüzgar gibi gelip içime dokunan, ama ne getirdiğini çözemediğim bir nefesti bu.
Bir anda, beklenmedik bir şey oldu.
Haluk Yarbay, sessizce, hiçbir şey söylemeden bana sarıldı. Koca bir çınar gibi duran bu adamın, bir an için dallarını üzerime eğişini hissettim. O sarılışta, söylenmemiş binlerce kelime vardı. Bir özlem, bir merhamet, bir koruma isteği...
Kalbimde bir şeyler yerinden oynadı.
Çünkü bu, bir komutanın değil, bir babanın sarılışıydı. Ve o sarılış, içimde uzun zamandır boş duran bir yeri dolduruyordu.
Sessiz kaldım.
Ne diyebilirdim ki? Sözcükler, bu kadar güçlü bir anın yanında o kadar zayıf kalıyordu ki, dudaklarımı kıpırdatmak bile istemedim. Sadece ellerimi kaldırıp, o sarılışa karşılık verdim.
O an, bütün dünya durdu.
Seccadenin üzerindeki sessizlik, sanki gökyüzünden dökülen bir huzur gibi üzerimize serilmişti. Ama bu huzurun içinde, bir acının gölgesi de vardı. Çünkü o sarılış, sadece bir sevgi değil, bir yara izi taşıyordu.
Haluk Yarbay’ın nefesi kulağıma değdi.
Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi, ama sustu. Sadece, biraz daha sıkı sarıldı.
O an, kapının hafifçe aralandığını fark ettim.
Başımı çevirmeden, o kapının ardında duran bir çift gözün bizi izlediğini hissettim. Umay... Odaya adımını attığında, gözlerindeki ışıltıyı gördüm. Ama o ışık, bir gülümsemenin ardına gizlenmiş yaşlarla doluydu.
Umay’ın gözleri bizim üzerimizdeydi.
Ve o bakışta, hem bir sevinç hem de bir hüzün vardı. Gözlerimiz buluştuğu anda, onun ne düşündüğünü anlamıştım. O, babasının bana olan sevgisini, onun o sessiz bağışlamasını görmüştü.
Hemen kendimi toparladım.
Haluk Yarbay’ın sarılışından usulca geri çekildim. Ellerimle seccadeyi düzeltirken, kalbimde garip bir huzursuzluk vardı. Çünkü bu an, içimde bir şeyleri yerinden oynatmıştı. Bir kelime etmeden, sadece başımı eğip seccadeyi katladım.
Umay, hâlâ kapının kenarında duruyordu.
Gözlerindeki o hafif parıltı, gülümsemesiyle birleşmişti. Ama o an, o gülümseme bir şeyler söylüyordu. Bir teşekkür, bir anlayış... Belki de daha fazlası.
Seccadeyi kenara koyarken, içimden geçen tek bir cümle vardı:
"Altay," dedim kendi kendime, "bu adam, senin için sadece bir komutan değil. Ve bu kız... Bu kız da sadece bir gülümseme değil. Bu hayat, artık bir bağ gibi örülüyor."
Sessizce yerimden kalktım.
Ama o sessizlik, içimde hâlâ yankılanan bir duanın son cümlesiydi.
Namazdan sonra, yeniden salona döndüğümüzde ortam, sanki başka bir renge bürünmüştü.
Çaylar yeniden dolduruldu, sohbetler derinleşti. Ama bu sefer masadaki havada, bir hafiflik, bir sıcaklık vardı. Yarbay Haluk, bana farklı bakıyordu. Daha yumuşak, daha samimi... Bir baba gibi.
Benim içimde ise garip bir mutluluk vardı.
Ama bu mutluluk, sessiz bir sevinçti. Çayımı karıştırırken, o anın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Hatta Burak bile normal davranıyordu. İlk defa adam gibi çayını içiyor, kimseye sataşmıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bak, hayat bazen güzel. Tim düzgün, Yarbay seni seviyor, Umay sessizce gülümsüyor. Sakın bir şey kötü gitmesin."
Tabii ki, bu huzur uzun sürmedi.
Çünkü Burak... Burak asla uzun süre normal davranmaz. Masada bir sessizlik anı oluşmuştu, herkes çayını yudumluyordu. İşte tam o sırada, Burak o büyük bombayı patlattı.
“Abi,” dedi, yüzünde o meşhur sırıtışıyla.
“Umay yenge var ya... Bence o kadar güzel yemek yapıyor ki, resmen bir sanatçı gibi. Altay abi, şanslısın valla!”
Çayımı yudumluyordum, ama o an boğulacak gibi oldum.
Yutkunmaya çalıştım, ama çay boğazımda kalmıştı. Burak’ın ‘yenge’ dediği o an, sanki bütün dünyanın ışıkları bir anlığına söndü.
Başımı hafifçe kaldırıp Burak’a baktım.
Ama yüzümdeki renk tamamen uçmuştu. Sanki bütün kan çekilmiş, yerine beyaz bir sayfa konmuştu. Gözlerimle “Burak, şu an burada ölmeyi mi planlıyorsun?” diye sormaya çalışıyordum.
Ama Burak, hiçbir şey olmamış gibi devam etti:
“Abi, ama ciddi söylüyorum. Umay yengem, bir sanatçı. Hem yemek, hem sohbet... Altay abi, ne şanslısın be!”
Tam o sırada, Umay başını hafifçe kaldırdı.
Gözleri Burak’a döndü, ama yüzünde bir şaşkınlık ya da kızgınlık yoktu. Sadece o tanıdık gülümsemesi vardı.
“Burak,” dedi, sesi sakin ama bir o kadar da keskin. “Konuyu biraz değiştirelim mi? Mesela senin kaç tane içli köfte yediğinden bahsedelim?”
Burak bir an durdu, sonra kaşlarını kaldırdı.
“Ben mi? Eee... İçli köfte? Abi, ben üç tane yedim sadece!” dedi, ama sesi biraz suçlu gibiydi.
Umay hafifçe gülümsedi.
“Üç tane mi? Bence dört ya da beş olmalı. Altay ne dersin?”
Ben o an derin bir nefes aldım.
Çünkü Umay, o gülümsemesiyle meseleyi tamamen başka bir yere çekmişti. Burak’ın ‘yenge’ bombasını ustalıkla etkisiz hale getirmişti. Ama yine de içimden ona hafifçe söylenmeden edemedim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu Burak’la aynı masada oturmak başlı başına bir sınav. Ama Umay’ın bu durumu kurtarmasına da hayran kaldım. Ne kadar zekice..."
Yarbay Haluk ise hiçbir şey fark etmemişti.
Çayını yudumlayıp sessizce konuşulanları dinliyordu. Ama ben hâlâ Burak’a kaşlarımı çatıyordum. Çünkü bu masada sadece biri kan ter içinde kalmıştı: ben.
Burak bir an bana dönüp göz kırptı.
“Abi,” dedi fısıldayarak, “biraz daha dikkatli olayım mı? Ama çok da değil ha. Çünkü eğleniyoruz!”
Derin bir nefes aldım ve çayımı masaya bıraktım.
“Burak,” dedim, dişlerimin arasından. “Eğer bir kez daha ağzından yanlış bir kelime çıkarsa, seni mutfağa kapatır ve sabaha kadar bulaşık yıkatırım. Anladın mı?”
Burak hemen toparlandı, ama yüzünde hâlâ o sırıtış vardı.
“Tamam abi,” dedi. “Ama bu çay da güzelmiş, değil mi? Umay Hanım, çayınız da çok güzel!”
Umay sadece hafifçe başını salladı, ama yüzündeki o gülümseme hâlâ oradaydı.
Ve ben, o gülümsemeyi gördüğüm anda içimden geçen tek şey şuydu:
"Altay," dedim kendi kendime, "Burak bir gün seni mezara sokacak. Ama o mezarda bile Umay’ın bu gülümsemesi aklında olacak."
Eren’in o anda ortaya attığı o cümle, masadaki havayı bir anda değiştirdi.
“Komutanım,” dedi, hafif bir sırıtmayla. “Biliyor musunuz, Mustafa Kemal’in sesi çok güzeldir. Şöyle bir türkü söylese, herkes mest olur.”
Başımı hafifçe kaldırıp Mustafa Kemal’e baktım.
Eren’in bu çıkışı, Mustafa Kemal’in omuzlarına bir anda gurur yüklemişti. O, her zamanki edasıyla gülümsedi ve ellerini masanın kenarına koydu.
“Eh,” dedi, sesini biraz daha toklaştırarak. “Bir Altay Öztürk değilim tabii, ama biz de boş durmadık. Bir şeyler kaptık bu hayattan, komutanım.”
Yarbay Haluk, gözlerini hafifçe kıstı.
“Öyle mi?” dedi, yüzünde o tanıdık baba tavrıyla. “O zaman, bakalım. Adıyaman türküsü söyle bakalım. Görelim ne kadar kaptığını.”
Masada bir sessizlik oldu.
Ama bu sessizlik, gergin bir bekleyiş değil, tam tersine tatlı bir heyecanın sessizliğiydi. Mustafa Kemal sandalyesinden hafifçe doğruldu, çayını kenara koydu ve derin bir nefes aldı.
“Tamam,” dedi, gözleri ışıldayarak. “Ama herkes sessiz olacak. Türküye saygı göstereceksiniz!”
Ve söyledi.
“Gölbaşı’na vardım, gülleri çoktur...”
O an, masadaki herkes durdu. Çünkü sesi, bir dağın tepesinden yankılanan bir çağrı gibiydi. Her kelime, her nota, masanın etrafında yankılanıyordu. Türkü, bir insanın yalnızlığı, özlemi ve içinde büyüttüğü acıyı anlatıyordu.
“Güzeller geliyor, sevdiğim yoktur...”
Mustafa Kemal’in sesi yükseldikçe, ben çay bardağımı avuçlarımda daha sıkı tutmaya başladım. O sözler, insanın kalbine bir hançer gibi saplanıyordu. Gölbaşı’nın o yalnız havası, sevdiğini görememenin verdiği o eksiklik... Türkü sadece bir ezgi değildi artık. Bir hikayeydi, bir hayatın özeti.
“Şalvarlı gelin yallah, fistanlı gelin yallah, öldürdün beni...”
O an, o masada oturan herkesin zihni bir yerlere gitmişti. Ama benimki, başka bir yere saplanıp kalmıştı. Gözüm masanın köşesindeki Umay’a kaydı. O da türküyü dinlerken başını hafifçe eğmişti. Gözleri, türkünün anlattığı o hüzünle birleşmiş gibiydi.
Türkü devam ederken, ben sessizce içimdeki yankıya kulak verdim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu türküdeki her kelime, senin kalbinde başka bir anlama bürünüyor. Gölbaşı değil belki, ama o yalnızlık, o bekleyiş... İşte o, senin içinde bir yerde."
Mustafa Kemal türküyü bitirdiğinde, bir süre kimse konuşmadı.
Herkes, o anın ağırlığını hissetmiş gibiydi. Ama masanın köşesindeki Yarbay Haluk, sessizliği bozan ilk kişi oldu.
“Güzel söyledin,” dedi, gözleri parlayarak. “Ama o türkünün içinde başka şeyler var. Bir daha söyleyeceksen, önce kalbine bak.”
Ben o sırada, hâlâ çay bardağımı tutuyordum.
Ama bardağın sıcaklığı ellerimde kaybolmuştu. Çünkü kalbimde başka bir sıcaklık vardı. Türkünün bıraktığı o iz, bir yerlerde büyüyordu. Gözlerim bir an daha Umay’a kaydı, ama o an hiçbir şey söyleyemedim.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu türkü, seni hiç tanımadığın bir yere götürdü. Ama o yerden dönmek istemiyorsun."
Mustafa Kemal, her zamanki rahat tavrıyla, sesini biraz daha yükseltti:
“Komutanım, Altay abimin de sesi çok güzeldir. Bence onu da dinlemelisiniz.”
Başımı hafifçe kaldırıp ona baktım.
Ama o sırada çay bardağımın arkasına saklanmıştım. Bu kadar ilginin üzerimde olmasını istemiyordum. Fakat Mustafa Kemal, tam anlamıyla patavatsız bir gurur elçisi gibi, bu işin peşini bırakmadı.
Yarbay Haluk, kaşlarını hafifçe kaldırarak gülümsedi.
“Altay’ın namını Harbiye’den biliyorum,” dedi. “O dönem herkes onun sesinden bahsederdi. Şimdi neden saklıyorsun bu yeteneği?”
Sözler, yüzümde bir sıcaklık bıraktı.
Ama bu sıcaklık, bir iltifattan gelen o hoş his değildi. Daha çok, utancın tenimde bıraktığı kızarıklıktı. Elim çay bardağıma gitti ve bir yudum aldım.
Bir an masaya baktım, sonra başımı kaldırıp gözlerimi Umay’a çevirdim.
O, sessizce beni izliyordu. Bakışlarında bir merak vardı, ama aynı zamanda bir cesaret. Sanki onun gözlerinde gördüğüm o ifade, beni harekete geçmeye zorluyordu.
Derin bir nefes aldım ve çay bardağımı masaya bıraktım.
“Tamam,” dedim, sesim her zamankinden biraz daha alçak. “Ama bu sefer beni bağışlayın. Söyleyeceğim türkü, hiç gitmediğim bir memleketime ait, Artvine.”
O an masadaki herkes sustu.
Başımı hafifçe eğdim, ama gözlerim hâlâ Umay’daydı. Ve türkü, dudaklarımdan yavaşça dökülmeye başladı:
“İndim çayır biçmeye de
Eğildim su içmeye...”
Türkünün ilk kelimeleri, odadaki havayı doldurdu.
Ama bu kelimeler, sadece bir melodi değil, aynı zamanda içimde yankılanan bir hikayeydi. Gözlerim bir an Umay’a kaydı, ama o bakışta başka bir anlam vardı.
“Dediler yarim geldi de
Kanatlandım uçmaya...”
Her kelime, içimde bir boşluğu dolduruyordu.
O boşluk, belki de hiç gitmediğim bir memleketimin özlemiydi. Belki de hiç sahip olmadığım bir mutluluğun hayaliydi. Ama her neyse, o an o türkünün içinde kendimi buluyordum.
“Oy nani nani nanida
Yandırdı sevdan beni...”
Umay’ın gözleri, türkünün sözleriyle buluştu.
O bakışta bir şeyler vardı, ama kelimelerle anlatılamayacak kadar karmaşıktı. Belki bir merak, belki bir hayranlık, belki de başka bir şey...
“Karşı bayır ne bayırda
Gülü dikenden ayır...”
Türkü bitmek üzereydi, ama içimdeki yankı hâlâ devam ediyordu.
Masada bir sessizlik oldu. Kimse bir şey söylemedi. Çünkü o sessizlik, türküden geriye kalan tek gerçekti.
Başımı hafifçe eğip çay bardağıma uzandım.
Ama gözlerim, yine farkında olmadan Umay’a kaydı. O da sessizdi, ama yüzünde o tanıdık gülümseme vardı. Bir teşekkür, bir onaylama, belki de daha fazlası.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu türkü, sadece bir türkü değildi. Bu, hiç gitmediğin bir yerin hikayesiydi. Ama o hikâye, şimdi burada, bu masada gerçek oldu."
Akşam yavaş yavaş sona ererken, masanın etrafındaki kahkahalar yerini yumuşak bir sessizliğe bırakmıştı.
Saatin farkına vardım. Gözüm bir an Haluk Yarbay’a, sonra Umay’a kaydı. İkisi de masanın köşesinde oturmuş, çaylarını yudumluyorlardı. Gecenin huzuru yüzlerine yansımış gibiydi.
Sandalyemden kalktım, bir adım öne çıktım.
“Komutanım,” dedim, sesimde hem bir minnettarlık hem de bir veda vardı. “Bize müsaade. Geç oldu.”
Haluk Yarbay, çayını masaya koyup başını kaldırdı.
Gözlerinde o babacan sıcaklıkla gülümsedi. “Sizi ağırlamak güzeldi, Altay. Ne zaman isterseniz, kapımız açık.”
Ben hafifçe eğilerek teşekkür ettim.
“Her şey için sağ olun, komutanım. Elleriniz dert görmesin.”
Sonra timi işaret ettim.
Herkes bir anda toparlandı, sandalyelerden kalkıp ayaklanmaya başladılar. Kapıya doğru ilerlerken, o anı içimde hissettim. Sanki bir sayfa kapanıyordu, ama o sayfanın ağırlığı, başka bir hikayenin başladığını hissettiriyordu.
Tam kapıya varmıştım ki, bir el hafifçe kolumu tuttu.
Başımı çevirdim ve o an Umay’ı gördüm. Gözlerinde bir ciddiyet, ama dudaklarında hafif bir tebessüm vardı.
“Bir saniye,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltı kadar yumuşaktı.
Beni birkaç adım geri çekti, odanın sessiz bir köşesine.
Ellerini hafifçe uzattı ve avuçlarımın içine iki küçük, kırmızı el ısıtıcısını bıraktı. Üzerlerinde minik kalp desenleri vardı.
Hiçbir şey demedi.
Ama o sessizlik, bütün kelimelerden daha çok şey söylüyordu. Gözlerim, ellerimde duran o küçük şeylere kaydı. O kadar basit ama bir o kadar anlamlıydılar ki, ne diyeceğimi bilemedim.
Umay, bir an daha durdu.
Sonra hiçbir şey söylemeden döndü, babasının yanına doğru yürüdü. Arkasından bakarken, elimdeki ısıtıcıların bıraktığı sıcaklık, avuçlarımdan kalbime doğru yayıldı.
O an, bütün dünya durmuş gibiydi.
İçimde, her şeyin yerinden oynadığı ama hiçbir şeyin eksik olmadığı bir huzur vardı. İki ısıtıcıya baktım, ama onların arasına sıkıştırılmış küçük bir kağıdı fark ettim. Elim titreyerek o kağıda uzanacak gibi oldum, ama bir şey beni durdurdu. O anın büyüsünü bozmak istemedim.
Kağıdı cebime koydum, ısıtıcılarla birlikte.
Başımı kaldırıp kapıya doğru yürüdüm. Haluk Yarbay ve Umay’a bir kez daha teşekkür ettim.
“Her şey için sağ olun,” dedim, sesim bu sefer daha derin bir anlam taşıyordu.
Haluk Yarbay gülümseyerek başını salladı.
“Yolunuz açık olsun, evlat,” dedi. “Ama unutma, burası artık senin de evin.”
Kapıdan çıkarken, gözlerim bir an daha Umay’a kaydı.
O, babasının yanında durmuş, sessizce bizi izliyordu. Ama yüzündeki o gülümseme, sanki bütün geceye yayılan bir ışık gibiydi.
Eve dönerken, cebimdeki ısıtıcıların varlığı her adımda kendini hatırlattı.
İlteriş yanımda, bir şeyler mırıldanıyordu, ama ben onun söylediklerini duymuyordum. Cebimdeki o küçük hediyeler, bir yolculuğun başlangıcı gibiydi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu akşam, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladığın bir akşam. Ve bu ısıtıcılar... Sadece ellerini değil, kalbini de ısıtıyor."
Eve vardığımızda, içimde tarif edemediğim bir ağırlık ve bir hafiflik vardı.
İlteriş anahtarı kapıya çevirirken, ben hâlâ cebimdeki ısıtıcıların varlığını hissediyordum. O iki küçük şey, bir hediye değil, sanki bir işaret gibiydi.
Kapıdan içeri girer girmez İlteriş’e döndüm.
“Ben namaz kılacağım,” dedim, biraz da onu yalnız bırakma bahanesiyle. İlteriş başını salladı, ama yüzünde bir merak vardı. Sanki benim bu akşam farklı olduğumu sezmişti.
Odasına geçmesini bekledim, sonra kendi odama çekildim.
Cebimden o iki kırmızı el ısıtıcısını çıkardım. Kalpleri parlayan o küçük şeyler, avuçlarımda sessiz bir anlam taşıyordu. Onları masamın üstüne koydum, sonra kağıda uzandım. Ellerim, o kağıdı açarken hafifçe titriyordu.
Ve gördüm.
Kağıtta, titiz bir el yazısıyla yazılmış sadece birkaç kelime vardı:
"Bana kahve sözün var, unutma..."
Altında bir telefon numarası.
Bir an durdum.
O küçük kağıdın ağırlığı, odanın her köşesini doldurmuş gibiydi. Sanki bir mesaj değil, bir davetti bu. Umay’ın yazdığı her kelime, içimde bir şeyleri yerinden oynatıyordu.
Kağıdı elimde biraz daha tuttum.
Sonra yavaşça masaya koydum ve başka bir şey yapmam gerektiğini hissettim. O kağıdı aldım, dikkatlice katladım. Ama bu sıradan bir katlama değildi. Origami gibi, bir kalp şekline dönüştürdüm.
Eserime bir an baktım, sonra cüzdanımı açtım.
Fotoğraf koyma yerine, bu küçük kalbi yerleştirdim. Sanki orada bir ömür kalacakmış gibi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu, sadece bir kağıt değil. Bu, artık senin hayatındaki en değerli şeylerden biri."
Abdestimi almak için banyoya geçtim.
Ellerimdeki suyun serinliği, kalbimdeki sıcaklığı bir nebze hafifletir mi diye düşündüm. Ama o sıcaklık, artık içimde bir yere yerleşmişti.
Namazımı kıldım.
Secdede bir an daha uzun kaldım. Dualarımda artık sadece huzur değil, bir teşekkür de vardı.
Namazdan sonra salona geçtim.
İlteriş, televizyonun karşısında uzanmış, elindeki kumandayla kanallar arasında geziniyordu. Beni görünce başını hafifçe kaldırdı.
“Rahatladın mı?” dedi, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle.
“Rahatladım,” dedim, ama sesimde bir sır vardı.
Yanına oturdum, telefonumu elime aldım. O kağıttaki numara, şimdi ekranımdaydı. Derin bir nefes aldım, sonra parmaklarım yavaşça hareket etmeye başladı.
“İyi geceler,” yazdım.
“Minik ısıtıcılar ve telefon numaranı verdiğin için teşekkür ederim.”
Göndermek için bir an durdum.
Ama sonra kendime cesaret verdim. Mesajı gönderdim ve beklemeye başladım.
Telefonun ekranı karardı.
Ama o karanlık, içimde büyüyen o ışığı söndüremedi. Birkaç saniye sonra ekran titredi ve Umay’dan bir cevap geldi:
“İyi geceler, yüzbaşım...”
Mesajı okuduğumda, yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi.
Ama bu gülümseme, sadece bir mutluluğun değil, bir başlangıcın gülümsemesiydi.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu mesaj, sadece bir teşekkür değil. Bu, başka bir hikayenin ilk cümlesi."
Sabahın ilk ışıkları odaya sızarken, içimde hem bir huzur hem de bir karmaşa vardı.
Uyandığımda gözlerim hemen başucumdaki telefona kaydı. Gece Umay’dan gelen mesaj hâlâ ekranımda duruyordu. Ama o mesaj, sanki sadece bir cümle değil, bütün bir geceyi özetleyen bir hikayeydi.
Derin bir nefes aldım ve yataktan kalktım.
Ama o sessizliği bozan ilk şey, mutfaktan gelen İlteriş’in sesiydi. Bağırıyordu. Daha doğrusu, kendince bir şarkı söylüyordu ama ses tonu, sanki bir siren alarmı gibiydi.
“Altay! Kalk oğlum, yoksa kahvaltıyı sen yapacaksın!”
Bir an gözlerimi devirdim.
“Bu adam,” dedim kendi kendime, “bir sabahı asla sakin karşılayamaz.” Ama ses çıkarmadım, çünkü İlteriş’in kahvaltı yapmadan önceki haliyle tartışmaya girmek, cehennemi davet etmekle aynı şeydi.
Mutfaktan gelen kokular, açlıktan çok bir yangın tatbikatını andırıyordu.
İlteriş’in tost makinesine attığı ekmekler hafifçe yanmıştı ve tavanın içindeki yumurtalar, sanki hayatta kalma mücadelesi veriyordu. Ben odaya giderken bir kaos vardı, mutfağa döndüğümde daha büyük bir kaos buldum.
“Ne yapıyorsun İlteriş?” dedim, mutfak kapısından içeri bakarken.
Elinde bir tava vardı, ama tavanın içindeki şeyin ne olduğunu çözmek zordu. Gözlerini bana dikti, elindeki spatulayı havaya kaldırdı ve sırıtarak cevap verdi:
“Kahvaltı hazırlıyorum. Şef gibi hissediyorum.”
“Şef değil, itfaiyeci gibisin,” dedim, tavanın kenarından çıkan dumanları işaret ederek.
“Bir şey yanıyor.”
İlteriş hemen tavanın altını kapattı, ama yüzündeki o sırıtış hâlâ duruyordu.
“Yanıyor falan değil, Altay. Sadece... karamelize oluyor.”
Tam mutfağa adım atmıştım ki, Burak’ın sesi duyuldu.
Kapıdan içeri girerken elinde telefonunu sallıyordu. “Abi, sabah sabah mesajları kontrol ettim. Gece ne yazmışsın öyle? Resmen aşk romanı gibiydi.”
O an yüzümdeki renk gitti.
“Burak,” dedim, dişlerimin arasından. “O mesajı nasıl gördün?”
Burak kahkahayı bastı.
“Abi, WhatsApp’ta gruba yanlışlıkla yazmışsın sandım, ama bireyselmiş. Aman neyse, mesaj güzeldi, lafım yok. Hatta bence Umay Hanım çok etkilenmiştir.”
İlteriş, elindeki yanmış tavanın dumanını üfleyerek lafa girdi:
“Burak, bu kadar dedikoducu olma oğlum. Altay sabah sabah seni dövmesin.”
Ama ben Burak’ı dövmekten çok, kendi aklımı toparlamaya çalışıyordum.
Çünkü Umay’a yazdığım mesajın o kadar da dramatik olmadığını düşünmüştüm. Ama şimdi... Şimdi işler daha karmaşık bir hal alıyordu.
“Burak, kahvaltıya otur,” dedim, konuyu değiştirmeye çalışarak.
Ama Burak, sırıtmasını hâlâ yüzünde tutuyordu. Kahvaltı masasına oturduğunda, İlteriş elindeki yumurtaları önüne koydu ve ciddi bir ifadeyle konuştu:
“Bak, bunu yiyeceksin. Çünkü bunu yaparken hissettiğim kaosu ancak sen dengeleyebilirsin.”
Ben kahvaltı masasına otururken, içimde hâlâ o mesajın yankısı vardı.
Ama bir yandan da, günün geri kalanı için bir huzursuzluk büyüyordu. Çünkü sabahın bu hali bile, kaosun sadece başlangıcıydı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sabahı sağ salim atlatırsan, akşam için dua etmeye başla. Çünkü bu timle hayat, bir savaştan farksız."
Kahvaltı masasında kaosun son kırıntılarını temizlerken, mutfaktaki sessizlik, yaklaşan günün ağırlığını taşıyordu.
İlteriş ve Burak bir yandan kendi çaplarında şakalaşırken, ben gözüm saatte, içimdeki düzeni toparlamaya çalışıyordum. Kahvaltının son lokması, içimdeki disiplini uyandıran bir işaretti.
“Hadi,” dedim, sandalye gıcırtısıyla ayağa kalkarken. “Zamanı geldi.”
İlteriş, Burak ve ben sessiz bir uyumla odalarımıza çekildik. O an, sivil hayatın neşesi yerini asker hayatının sert disiplinine bırakıyordu.
Üzerime üniformamı giyerken, içimde o tanıdık duygu yeniden kabardı.
Bir savaşçının, göreve hazırlandığı her an hissettiği o hafif gerilim, o yoğun farkındalık… Bordo beremi elime aldım. Her zaman yaptığım gibi, alnıma takmadan önce bir an durdum. Bu sadece bir parça kumaş değil, taşıdığı her anlamıyla bir sorumluluktu.
Hepimiz hazır olduğumuzda, evden aynı anda çıktık.
Sessiz adımlarla, karargahtaki brifing odasına doğru yürüyorduk. Caddelerin sabah serinliği, botlarımızın altında yankılanıyordu. Şehir, sanki bizim geçtiğimiz yerlerde susmuştu. Çünkü o anda biz, sıradan insanlar değildik.
Karargahın kapısından içeri girdiğimizde, disiplin ve ciddiyet üzerimize bir zırh gibi oturdu.
Etrafımızdaki herkes aynı ritimde hareket ediyordu. Bu, bir orkestra gibiydi. Herkes, her hareketin bir amacı olduğunu biliyordu. Bizim de o büyük yapbozdaki yerimiz belliydi.
Brifing odasına vardığımızda, diğer timler çoktan yerlerini almıştı.
Gözler, sessizce üzerimize çevrildi. Ama o bakışlarda bir merak değil, bir tanıma vardı. Herkes, bizim adımlarımızın sesini duyarak geldiğimizi biliyordu.
Yerlerimize geçtiğimizde, Yarbay Haluk odaya girdi.
Adımları sert ve kararlıydı. Bordo beresi, üniformasının üzerinde bir bayrak gibi duruyordu. Odada yankılanan tek ses, Yarbay’ın ayak sesleriydi.
Yarbay, kürsüye geçtiğinde bir an durdu.
Bakışlarını odadaki herkesin üzerinde gezdirdi. Bu bakış, sadece bir liderin bakışı değildi. Aynı zamanda, her birimizin ruhuna dokunan bir çağrıydı.
“Askerler,” dedi, sesi tok ve net.
“Bugün, bu brifing odasında toplanmamızın nedeni, sıradan bir görev değildir. Hepinizin bildiği gibi, son birkaç haftadır sınır ötesinde hareketlilik arttı. İstihbarat raporları, düşman unsurların bölgede yeni bir yapılanma peşinde olduğunu gösteriyor.”
O an odadaki hava değişti.
Yarbay’ın her kelimesi, bir bıçak gibi havayı kesiyordu. Disiplin, artık bir kural değil, nefes almanın bir yolu olmuştu.
“Görevimiz,” diye devam etti Yarbay, “bu yapılanmayı yerinde tespit etmek ve ortadan kaldırmak. Ancak bu sadece bir çatışma görevi değil. Aynı zamanda, halkın güvenliğini sağlamak için de stratejik adımlar atacağız.”
Bir harita açıldı, masanın ortasında serildi.
Dağlar, vadiler, sınır köyleri… Hepsi, o haritanın üzerinde, sanki birer satranç taşları gibi yerleştirilmişti. Ama bu taşlar, bizim için birer hedef değil, birer sorumluluktu.
Yarbay, parmağını haritanın üzerine koydu.
“Altay, İlteriş,” dedi, başını bize çevirerek. “Sizin timiniz, bu noktada operasyona liderlik edecek. Buradaki halkın desteğini kazanmak, bizim en büyük önceliğimiz.”
Başımı hafifçe eğdim.
“Emredersiniz, komutanım,” dedim. Ama bu sadece bir cevap değil, aynı zamanda bir ant içmekti.
Yarbay, bakışlarını tekrar odaya çevirdi.
“Unutmayın,” dedi, sesi bir tokat gibi odaya yayıldı. “Bizim görevimiz sadece savaşmak değil. Biz, bu ülkenin vicdanıyız. Biz, adaletin kılıcıyız. Bu görevde hata yapma lüksümüz yok.”
O an odadaki herkesin sırtı dikleşti.
Çünkü Yarbay’ın sözleri, sadece bir emir değil, aynı zamanda bir çağrıydı. Bu çağrıya cevap vermek, her birimizin ruhunda yankılandı.
Brifing sona erdiğinde, hepimiz aynı disiplinle odadan çıktık.
Ama içimde bir fırtına kopuyordu. Çünkü bu görev, sadece bir operasyon değil, bir sınavdı. Ve bu sınavda, her adımın bir anlamı vardı.
Brifing odasından çıktığımızda, koridorun serin havası yüzüme çarptı.
Ama bu serinlik, içimde büyüyen o gerilimi söndürmedi. Hepimizin adımları sessiz ama kararlıydı. O koridor, sanki bizi bilinmeyen bir geleceğe götüren bir köprüydü.
İlteriş, yanımda yürürken başını hafifçe bana çevirdi.
“Altay,” dedi, sesi alçak ama bir o kadar ciddi. “Bu görevdeki hassasiyeti anladın mı? Halkla çalışmak, sadece kurşun sıkmaktan daha zor. O insanların güvenini kazanmak gerekiyor.”
Başımı salladım, ama içimde başka düşünceler dolanıyordu.
“Anladım,” dedim, ama sesimde bir ağırlık vardı. Çünkü bu tür görevler, sadece bir fiziksel çaba değil, aynı zamanda ruhunla bir mücadeleydi.
Koridorun sonunda Burak ve Mustafa Kemal bize katıldı.
Burak, her zamanki gibi biraz fazla rahat görünüyordu. Ama gözlerinde, o sıradan rahatlığın altında bir ciddiyet parlıyordu. Mustafa Kemal ise sessizdi, ama o sessizlik, derin bir odaklanmayı saklıyordu.
“Hadi,” dedim, ekibime bakarak. “Hazırlanma vakti.”
Sözlerim kısa ve netti. Çünkü bu görevde söylenecek fazla bir şey yoktu. Herkes, ne yapması gerektiğini biliyordu.
Silahlarımızı almak için ekip odasına geçtik.
O odada, her şey yerli yerindeydi. Tüfekler, tabancalar, mühimmat… Ama bu metaller, sadece araçlardı. Asıl mesele, onları ne için kullanacağımızdı.
Herkes kendi silahını alıp kontrol ederken, odadaki sessizlik bir ritüel gibiydi.
Bu sessizlik, bir savaşçının görev öncesi yaptığı içsel dua gibiydi. Ben de kendi tüfeğimi aldım, ellerimle namlusunu kontrol ederken, içimde büyüyen o sorumluluğu hissettim.
İlteriş, mühimmat çantasını kapatıp bana döndü.
“Altay,” dedi, gözleri doğrudan benimkilerde. “Hepimiz hazırız. Ama senin liderliğin bu görevin kaderini belirleyecek. Bu insanların bize olan inancını sarsma.”
Bir an durdum, sonra başımı salladım.
“Merak etme,” dedim, sesimdeki ciddiyeti saklamadan. “O insanların bize olan inancını boşa çıkarmayacağım.”
Ekip odasından çıktığımızda, dışarının soğuk havası bizi karşıladı.
Ama o soğuk, üzerimizdeki disiplin zırhını delip geçemezdi. Hepimiz, aynı adımlarla karargahın avlusuna yürüdük. Avluda bekleyen araçlar, harekete geçmek için hazırdı.
Yarbay Haluk, avlunun köşesinde duruyordu.
Bizi gördüğünde, bakışları üzerimizde gezindi. Bu bakışlar, bir liderin askerlerini süzüşü değil, bir babanın çocuklarını uğurlayışı gibiydi.
“Hazır mısınız?” diye sordu, sesi tok ama yumuşaktı.
“Hazırız, komutanım,” dedim, gözlerim doğrudan onun gözlerine bakarak. Bu sadece bir cevap değil, bir yemindi.
Yarbay, bir adım daha attı ve hepimizi tek tek süzdü.
“Unutmayın,” dedi, sesi avluda yankılandı. “Bu görev, sadece bir operasyon değil. Bu, ülkenin vicdanını taşımaktır. Her adımınız, bu milletin geleceğini şekillendirecek.”
Hepimiz aynı anda selam verdik.
Ve o selamda, sadece bir disiplin değil, bir bağlılık vardı. Bu görev, artık sadece bir emir değil, bir kader olmuştu.
Araçlara binerken, içimde garip bir huzur ve bir korku vardı.
Bu iki duygu, bir savaşçının her zaman yanında taşıdığı iki yol arkadaşıydı. Ve bu görevde, bu iki duygunun bizi nereye götüreceğini henüz bilmiyorduk.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu yol, seni tanımadığın bir yerin derinliklerine götürecek. Ama unutma, o derinlikte bulacağın şey, sadece düşman değil, kendin olacak."
Motorlar çalıştı, araçlar hareket etmeye başladı.
Ve biz, bir kez daha bilinmeyene doğru yola çıktık.
Araç, ağır bir sessizlikle ilerlerken, gözlerim ufukta beliren dağlara takıldı.
O dağlar, sanki bizi bekleyen kaderin sessiz muhafızları gibiydi. Yükseklikleri, bir meydan okuma gibi gökyüzüne uzanıyordu. Her bir zirve, her bir vadi, sanki içimizde taşıdığımız savaşın bir yansımasıydı.
Tim sessizdi.
Ama bu sessizlik, bir korkunun değil, bir kararlılığın sessizliğiydi. Herkes kendi içindeki savaşla yüzleşiyor, görev için zihnini ve ruhunu hazırlıyordu. Çünkü bu görev, sadece bir emirle başlayan bir yolculuk değil, aynı zamanda kendi içimizde çıktığımız bir savaştı.
Araçtaki sessizliği yalnızca motorun sesi ve dışarıdaki rüzgar bozuyordu.
Ama bu, benim için yeterince gürültülüydü. Çünkü içimde bir fırtına kopuyordu. Bu fırtına, korku ve cesaretin birbirine karıştığı, adını koyamadığım bir karmaşaydı.
“Altay,” dedim kendi kendime, gözlerim dağların arasındaki ufka takılıyken.
“Bu görev, sadece düşmanla değil, kendinle olan bir hesaplaşma. Bu yola çıkan her asker, ruhundaki en derin köşelerle yüzleşir. Ve sen de, o yüzleşmeye hazır olmalısın.”
Bordo berem alnımda, üniformam sırtımda bir zırh gibi duruyordu.
Ama bu zırh, yalnızca bir koruma değil, aynı zamanda bir yük taşıyordu. Bu yük, vatanın bize verdiği en kutsal sorumluluktu.
Gökyüzü ağır bir griye bürünürken, içimdeki kararlılık daha da keskinleşti.
Bu görev, bizim sınırlarımızı test edecek. Ama bu sınırlar, sadece fiziksel olanlar değil. Bu sınırlar, ruhumuzun dayanıklılığı, kalbimizin gücü ve inancımızın derinliğiyle çizilmiş sınırlar.
Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım.
Ve o nefes, içimdeki bütün karmaşayı bir anda susturdu. Çünkü artık düşünmenin zamanı değildi. Artık hareket etmenin, savaşmanın ve kazanmaya inanmanın zamanıydı.
“Bu yol,” dedim kendi kendime, “beni tanımadığım bir yere götürüyor. Ama bu yolun sonunda, kim olduğumu bulacağım.”
Araç bir sarsıntıyla ilerlemeye devam ederken, içimdeki fırtına da yavaşça duruldu.
Ve o anda anladım: Bu yolculuk, sadece bir görev değil, bir savaşçının kendi ruhunu keşfettiği bir yolculuktu.
“Dağlar sessizdi, ama biz susmayacaktık. Gökyüzü griydi, ama biz karanlıkta bile parlayacaktık. Bu yol, bizi sadece düşmana değil, kendimize de götürecekti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |