

Aylardan mayıs…
Baharın son günleri, yazın habercisi gibiydi. Ağaçlar iyice yeşermiş, rüzgâr artık soğuk değil, insanın içine işleyen o ılık, huzurlu sıcaklığı taşımaya başlamıştı.
Hava, insanın göğsünü ferahlatan bir tazelikle doluydu ama içimde hâlâ ağır bir yük vardı.
Eğitim subayı olarak dersimden çıkmıştım.
Sınıftaki öğrencilerimin adımlarının yankısı hâlâ kulaklarımdaydı. Genç yüzler, heyecanlı gözler, sahaya çıkmaya hazır asker ruhları…
Ama ben artık onlara sahayı değil, sahada nasıl var olacaklarını öğretiyordum.
Silahı elime almak yerine, bilgiyi, deneyimi aktarıyordum.
Ve her seferinde aynı ikilemde kalıyordum.
Burası benim yerim miydi?
Derse odaklanırken her şey normalken, çıkışta yine aynı boşluk içime çöküyordu.
Elimi cebime attım, çıkarken aldığım çubuk kraker paketini buruşturup sıktım.
Bu hareketi neden yaptığımı bilmiyordum.
Belki de içimde hâlâ asker Altay’ın sesini susturmaya çalışıyordum.
Ama bir şey daha vardı içimde… Beni asıl ben yapan şey.
Umay.
Elimi cebimden çıkardım, saatime baktım. Hastaneye gitme vakti gelmişti.
Ve adımlarımı hızlandırdım, çünkü o beni bekliyordu.
Yolda adımlarımı hızlandırırken Umay’ı düşündüm.
Durumu daha iyiydi. Tedaviye direnmiş, savaştıkça güçlenmişti. Ama ben sadece onun daha iyi olmasını değil, tamamen iyileşmesini istiyordum.
Ve bu yüzden, gerekli olanı yapmıştım.
Kimliğimi gizli tutarak nakil işlemlerini başlatmıştım.
Bütün testler yapılmıştı. Gizlice, sessizce, kimseye belli etmeden.
Ve bugün… Sonuçları almıştım.
Karaciğerim uyumluydu.
Umay’a hayat verebilecek, onun yeniden eskisi gibi olmasını sağlayabilecek şansı taşıyordum.
Bu haberi dersten çıktığımda almıştım. O an sınıfta, önümde duran öğrencileri değil, sadece Umay’ı düşündüm. Onun kahverengi gözlerini, Aybars’ı kucağına alırken yüzünde beliren sıcak gülümsemeyi, bana hayat dolu haliyle yeniden sarılmasını.
Şimdi hastaneye gidiyordum. Evrakları imzalayacak, süreci resmen başlatacaktım.
Umay bilmiyordu.
Buna karşı çıkacağını biliyordum. İtiraz edecekti, kendini suçlayacaktı, 'Bana bunu yapmak zorunda değilsin' diyecekti.
Ama bunu yapmak zorundaydım.
Çünkü Umay’sız bir hayat benim için eksik bir hayat olurdu.
Ve ben, onu kaybetmeye hiç niyetli değildim.
Üç ay geçmişti.
Umay’ın bünyesi artık kemoterapiye alışmıştı. İlk seanslardaki gibi ağır yan etkiler yaşamıyordu ama bedeni hâlâ savaşıyordu.
Hâlâ keldi.
Hâlâ çok zayıflamıştı.
Ama her baktığımda, içimden bir şeyler kopuyordu.
Ona güç vermeye çalışırken, aslında en çok onun beni güçlü tuttuğunu fark ediyordum.
Adımlarımı hızlandırdım. Hastaneye vardığımda kimseyle oyalanmadım.
Doğruca Umay’ın odasına yöneldim.
Kapıyı usulca açıp içeriye adım attım.
Ve onu gördüğüm an, içimdeki ağırlık biraz daha arttı.
Yatağında oturuyordu, pencereden dışarıyı izliyordu.
İncecik olmuş bilekleri battaniyenin üzerinde duruyordu. Cildi solgundu ama gözlerinde hâlâ o bildiğim ışık vardı.
Kendimi toparlayıp gülümsedim. "Kraliçem, ben geldim."
Başını bana çevirdi, gözlerindeki yorgunlukla karışık sıcak tebessümle karşılık verdi.
Ve o an, ne olursa olsun, burada olmanın dünyadaki en doğru şey olduğunu bir kez daha hissettim.
"Ama önce doktorunla konuşmak istiyorum," dedim, gülümseyerek.
Umay sabırsızca gözlerini devirdi ama bir şey demedi. Biliyordu, onun için her şeyin en iyisini düşündüğümü.
Hemen doktorun odasına yöneldim. Kapıyı çaldım, içeri girip Umay'ın dışarı çıkmak istediğini söyledim.
Doktor gülümseyerek başını salladı. "Tabii, Altay Bey," dedi sakince. "Artık yavaş yavaş dışarı çıkabilir. Vücudu savaşıyor, kemoterapiye alıştı. Zaten sayenizde yakında nakil olacak."
Bu sözleri duyduğum an, içimde koca bir yük hafifledi. Sanki ciğerlerime ilk kez tam dolu bir nefes çekebilmiştim.
"Gerçekten mi?" dedim, inanmak istercesine.
Doktor başını salladı. "Evet. Ama çok uzun süre kalmamalı, yorulmamalı. Bağışıklık sistemi hâlâ hassas, bu yüzden maske ve ekstra koruma şart."
"Anladım, merak etmeyin. Onu pamuklara sarıp çıkartacağım," dedim hafifçe gülümseyerek.
Sevinçle Umay’ın yanına geri döndüm. Odasına girdiğimde, hâlâ pencerenin kenarında oturuyor, gözleriyle dışarıyı izliyordu.
"Umaycım, hazırlan kraliçem!" dedim enerjik bir sesle. "Doktordan izin kopardım!"
Başını hızla bana çevirdi, gözleri parladı. "Ciddi misin, Altay?!"
"Kesin bilgi, yayalım," dedim gülerek.
Ama hemen ciddileştim, "Ama maskeni takacağız ve başımızı örteceğiz. Üşümesin kelimiz," diye ekledim muzipçe.
Umay güldü, ilk defa içten, gerçekten mutlu bir kahkaha attı.
Hemen dolaptan bir şal aldım, önce onun başını sardım, sonra kendi başımı örttüm.
Aynaya baktık.
İkimiz de sanki gizli bir tarikata üye olmuşuz gibi görünüyorduk ama bu anı güzelleştiren şey Umay’ın yüzündeki mutluluktu.
"Kraliçem, ilk kez tahtından çıkıp halkın arasına karışıyor," dedim göz kırparak.
Umay derin bir nefes aldı, sanki hayatı ilk kez ciğerlerine çekiyormuş gibi.
"Hadi Altay," dedi yumuşak bir sesle. "Beni hayata çıkar."
Ve ben, onu en güzel bahara götürmek için hastane kapısına doğru ilerledim.
"Hem," dedim gülerek, "bir sürprizim var."
Umay kaşlarını kaldırdı, gözlerinde meraklı bir pırıltı vardı. "Ne sürprizi?"
Gülümsememi daha da büyüttüm. "Çıkınca göreceksin."
Hafifçe kaşlarını çattı ama yüzünde heyecanlı bir ifade vardı. "Altay, ne yaptın?!"
"Sana dünyanın en güzel anını yaşatmaya hazırlanıyorum," dedim hafifçe göz kırparak.
Hastane kapısından çıktığımızda, baharın o tatlı serinliği yüzüne vurdu.
Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve dudaklarında bir tebessüm belirdi. "Unutmuşum," diye fısıldadı. "Dışarının kokusunu bile unutmuşum."
Elini sıkıca tuttum. "Bugün her şeyi hatırlayacaksın, Umay."
Yavaş adımlarla bahçedeki çardağa doğru ilerledik.
Ve işte, sürpriz oradaydı.
Bütün tim, Yaseminka ve en değerli varlığımız Aybars oradaydı.
Aybars, küçük elleriyle bizi görünce kıkırdayarak Yaseminka’nın kucağında sevinçle hareketlendi. "Annem, babam!" diye seslendi.
Umay olduğu yerde kalakaldı.
Gözleri büyüdü, ellerini ağzına götürdü. Şaşkınlık, sevinç ve biraz da gözyaşı dolu bir bakış attı bana.
"Altay… Sen…"
"Sürpriz beğenildi mi?" dedim, gururla gülümseyerek.
Beni sevgiyle itekledi ama gözyaşlarını da tutamıyordu.
"Hepsi benim için mi geldi?"
"Evet. Ve sadece seni görmek için değil," dedim içten bir sesle.
Gözlerini kırpıştırarak bana döndü. "Ne demek o?"
Derin bir nefes aldım. "Umay, artık sadece savaşmak zorunda değilsin. Kazanmaya çok yaklaştık."
Etrafındaki herkes gülümserken, Yaseminka elindeki zarfa dokundu.
"Nakil onaylandı."
Umay’ın gözleri bir anda doldu. Eli titredi, yüzüne dokundu ve şaşkınlıkla bana baktı.
"Gerçekten mi?!"
Başımı salladım. "Evet, kraliçem. Birkaç hafta içinde yeni bir başlangıca hazırlanıyorsun."
Gözyaşları süzüldü, hıçkırarak güldü.
Ama kimseye söylemediğim şey, nakilin benden olacağıydı.
Ve bunu bilmesine gerek yoktu. Çünkü önemli olan, onun yaşamasıydı.
"Ve!" dedi Yaseminka, gözlerinde heyecanlı bir parıltıyla.
Herkes ona döndü. O ise gülerek İlteriş’in elini sıktı ve patlattı bombayı.
"Biz de nakilden sonra evleniyoruz!"
Bu, benim için bile sürprizdi.
"Ne?!" dedim şaşkınlıkla. "Ciddi misiniz?"
İlteriş sırıtarak başını salladı. "Komutanım, hayat kısa. Siz bize yeterince öğrettiniz, sevdiğin kadına sımsıkı sarılmayı."
Göz ucuyla Umay’a baktım. Gözyaşlarının arasından gülüyordu.
"Aybars artık 16 aylık," dedim başımı sallayarak. "Benim küçük adam büyüyor, şimdi bir de düğüne mi tanık olacak?"
Aybars, tam o anda kahkaha atarak etrafımda koşturmaya başladı.
Küçücük ayaklarıyla hızla çimenlerde dolanıyor, kahkahalar içinde herkese dokunup kaçıyordu.
Umay, oğlumuzu böyle gördükçe gülümseyerek elini göğsüne koydu.
"Bu günleri görebileceğimi sanmazdım," diye fısıldadı.
O an elini tuttum, sıktım.
"Daha nice güzel günler göreceğiz, Umay."
Ve içimden geçirdim. Nakil, yeni bir hayatın başlangıcıydı.
Umay yaşayacaktı.
Ve biz, birlikte yaşamaya devam edecektik.
Biraz daha oturduk. Herkes mutluydu, kahkahalar yükseliyordu. Aybars etrafta koşturuyor, Yaseminka düğün planları yaparken tim ona takılıyordu.
Ama ben hep Umay’a gözümün ucuyla bakıyordum.
Ve bir süre sonra… Rengi solmaya başladı.
Dudakları hafifçe kurudu, gözleri daha yorgun bakmaya başladı.
Yorulmuştu.
Hemen elini tuttum, avuç içleri serinleşmişti.
"Tamam, kraliçem," dedim usulca. "Bize müsaade."
Tim, hemen ciddileşti. Herkes anladı.
Umay itiraz edecek gibi oldu ama gözleri beni ele veriyordu. Kendini iyi hissetmediğini biliyordu.
Yavaşça ayağa kalkmasına yardım ettim. Ayakta birkaç saniye dengesini sağladıktan sonra koluma yaslandı.
"Tamam, tamam… Kazandın," dedi hafifçe gülümseyerek. Ama sesindeki yorgunluğu saklayamıyordu.
Aybars, annesinin gidişini fark edince hemen peşimizden yürümeye çalıştı ama Yaseminka onu kucağına aldı.
"Annen biraz dinlenecek küçük prens," dedi yumuşak bir sesle. "Sonra yine oynarsınız."
Umay, oğluna dönüp hafifçe el salladı. "Seni seviyorum, minik kurdum," dedi sesi yorgun ama sevgi dolu.
Aybars anlamasa da ellerini kocaman açarak annesine sevgiyle baktı.
Ve ben, Umay’ı tekrar hastane odasına çıkardım.
Ona güç verecek olan şey, sadece tedavi değil, bu güzel anların ona kazandırdığı umuttu.
Ve ben, ona o umudu vermeye devam edecektim.
"Altay…" dedi Umay, sesi yorgun ama içten.
Başını hafifçe çevirdi, yanındaki boşluğu işaret etti.
"Sana bir teşekkür borçluyum."
Yanına oturdum, elim hala elinin üzerindeydi.
"Teşekkür mü?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Bana teşekkür edeceğin bir şey yok, Umay. Senin için her şeyi yaparım, bunu bilmiyor musun?"
Gözleri hafifçe doldu.
"Biliyorum," dedi fısıltıyla. "Ve tam da bu yüzden… Sen benim için çok özelsin, Altay."
Sesi giderek daha da kısılıyordu. Gözkapakları ağırlaşmaya başladı.
Ve sonra… Gözlerini yumdu.
O an, kalbime bir korku saplandı.
Bir saniye boyunca nefes alıp almadığını anlamaya çalıştım.
"Umay?" diye seslendim, hafifçe omzuna dokundum.
Tepki vermeyince hızla hemşire çağırma butonuna bastım.
Kapı birkaç saniye içinde açıldı, hemşire içeri girdi. Beni o hâlde görünce hemen Umay’ı kontrol etti.
Nabzını yokladı, göz kapaklarını aralayıp reflekslerini kontrol etti.
Ve sonra, derin bir nefes alarak bana döndü.
"Altay Bey, endişelenmeyin," dedi gülümseyerek. "Sadece çok yoruldu. Vücudu biraz fazla efor sarf etti ve hızla uykuya daldı."
Derin bir nefes aldım. O an farkında olmadan dişlerimi sıktığımı hissettim.
Korkmuştum.
Ama şimdi yanına oturup yeniden nefes alışlarını dinlerken içim biraz olsun rahatladı.
Ellerini avuçlarımın içine aldım, başımı hafifçe eğip ona baktım.
"Ne zaman uyansan, burada olacağım Umay."
Ve ben o an, bu savaşın her anında onun yanında olmaya yemin ettim.
Umay’ın hızla uykuya daldığını görünce içimdeki endişe yerini kararlılığa bıraktı.
Hemen hastane koridorlarına çıkıp nakil işlemleri için gerekli evrakları imzalamaya gittim.
Doktor, dosyaları önüme koyarken ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Altay Bey, nakil sürecine girmeden önce bazı kritik hususları bilmelisiniz."****"Karaciğerinizin bir kısmını bağışlayacağınız için, cerrahi müdahale sizin için de önemli bir süreç olacak."
Başımı salladım, "Biliyorum, doktor bey. Hazırım." dedim.
Ancak doktor devam etti:
Nakil Öncesi Dikkat Edilmesi Gerekenler:
Preoperatif Hazırlık:
Hepatik fonksiyon testleri (AST, ALT, GGT, Bilirubin seviyeleri) normal aralıkta olmalı.
Kan grubu ve HLA uyumu tamamen doğrulandı, ekstra test gerekmez.
Tam kan sayımı (Hemoglobin, Hematokrit, Lökosit, Trombosit) değerleri stabil olmalı.
Beslenme ve Metabolik Durum:
Karaciğer bağışçısının yeterli protein ve enerji alımı sağlaması gerekiyor.
Ameliyat öncesinde en az 8 saat açlık şart, sıvı alımı da sınırlandırılacak.
Alkol, sigara ve ağır ilaç kullanımı operasyon öncesinde tamamen kesilmeli.
Cerrahi Süreç ve Riskler:
Hepatektomi (karaciğerin bir kısmının çıkarılması) laparoskopik veya açık cerrahi ile gerçekleştirilecek.
Bağışçıda postoperatif dönemde karaciğer rejenerasyonu başlayacak, ortalama 6-8 hafta içinde organ eski hacmine ulaşacak.
Riskler arasında geçici hepatik yetmezlik, safra kaçağı, pıhtılaşma bozuklukları ve enfeksiyon bulunuyor.
Postoperatif Süreç:
İlk 48 saat yoğun bakımda takip edileceğim.
Ağrı yönetimi için analjezik tedavi uygulanacak.
Fiziksel aktivite kısıtlanacak, en az 4-6 hafta ağır egzersiz yasaklanacak.
Hidratasyon ve beslenme desteği sağlanarak karaciğerin rejenerasyonu desteklenecek.
Doktor gözlerimin içine baktı.
"Bütün bunların farkında mısınız? Ve gerçekten hazırsınız, değil mi?"
Gözümü kırpmadan, tek kelime ettim:
"Evet."
Tüm evrakları hızla imzaladım. Umay bilmese de, onun için hayatımı hiç düşünmeden ortaya koyardım.
Ve artık, bu savaşı gerçekten kazanmaya çok yakındık.
Evrakları imzaladıktan sonra doktor sürecin nasıl ilerleyeceğini anlatmaya başladı.
"Şimdi resmi olarak donör oldunuz, Altay Bey. Nakil için hem sizin hem de alıcının operasyon öncesi hazırlık süreci başlayacak. Önümüzdeki günlerde sizi detaylı bir preoperatif değerlendirmeye alacağız."**
Başımı salladım. "Tamam, doktor bey. Ne gerekiyorsa yapalım."
Doktor devam etti:
MRCP (Manyetik Rezonans Kolanjiyopankreatografi): Safra yollarında anormallik olup olmadığı kontrol edilecek.
Triphasic Batın Tomografisi: Karaciğerin hacmi ölçülecek, hangi segmentin alınacağı belirlenecek.
Ekokardiyografi ve Akciğer Grafisi: Genel kardiyopulmoner durumum değerlendirilecek.
PT, INR ve Fibrinojen Testleri: Kanın pıhtılaşma kapasitesi kontrol edilecek.
Cerrahi Planlama ve Anestezi Hazırlığı:
Genel anesteziye uygun olup olmadığım değerlendirilecek.
Operasyon sırasında portal ven, hepatik arter ve safra yolları korunarak karaciğerin %30-40'ı çıkarılacak.
Cerrahlar nakil sırasında safra drenajını nasıl sağlayacaklarını planlayacak.
Preoperatif Diyet ve Fiziksel Hazırlık:
Protein ağırlıklı beslenme önerildi. Karaciğerin operasyon sonrası hızlı iyileşmesi için protein sentezinin güçlü olması gerekiyordu.
Ağır egzersiz yasaklandı. Vücut, ameliyat öncesinde fazla yorulmamalıydı.
Enfeksiyon riski nedeniyle bağışıklık sistemimi destekleyici takviyeler verildi.
Operasyon Günü Süreci:
Nakil günü sabahı aç ve susuz olarak hastaneye yatış yapacaktım.
IV sıvı takviyesi ve elektrolit dengesi sağlanacak.
Sterilizasyon için özel bir antiseptik solüsyonla tam vücut temizliği yapılacak.
"Ameliyat yaklaşık 6-8 saat sürecek," dedi doktor ciddi bir ifadeyle. "Sizden alınan sağ lob karaciğer parçası, Umay Hanım'a nakledilecek. Karaciğerinizin rejenerasyonu ilk birkaç haftada başlayacak, ancak tam iyileşme için birkaç ay sürecek."
Başımı salladım. "Bunların hepsine hazırım, doktor bey."
"Önemli olan Umay’ın iyileşmesi."
Doktor hafifçe gülümsedi. "Bu savaşı birlikte kazanacağız, Altay Bey."
El sıkıştık ve ben odadan çıktım.
Koridorlardan geçerken içimde farklı bir heyecan vardı.
Bu, sadece bir nakil değildi.
Bu, Umay’a yeni bir hayat vermekti.
Ve ben, bunu sonuna kadar yapmaya hazırdım.
Umay’ın yanına geçtiğimde, hâlâ derin uykudaydı.
Serumları bağlıydı, monitörde vital bulguları stabil görünüyordu.
Doktorlar ve hemşireler süreçle ilgili düzenli olarak takip yapıyordu. Nakil için son testler ve hazırlıklar devam ediyordu.
Yanına oturdum, elini tuttum.
Cildi hâlâ ince, hâlâ hassastı ama teninin sıcak olması içimi biraz rahatlattı.
Umay, vücudu savaştıkça daha da yoruluyordu ama artık bitiş çizgisine çok yakındık.
Başımı hafifçe yastığına yaklaştırıp fısıldadım:
"Az kaldı, kraliçem. Birkaç hafta sonra bu odadan çıkıp eve döneceğiz."
Göğsü hafifçe yükselip alçaldı, nefes alışı düzenliydi.
Onu izlerken içimden geçirdim:
"Ben sana sadece bir organ vermiyorum, Umay. Sana hayatını geri veriyorum."
Ve bundan asla pişman olmayacaktım.
Birkaç hafta içinde hem Umay’ın hem de benim beslenme düzenimiz değişti.
Karaciğer sağlığını koruyacak şekilde protein ağırlıklı, düşük yağlı ve hafif yemekler veriliyordu.
Umay’a yüksek proteinli ama karaciğerini yormayacak besinler veriliyordu: haşlanmış sebzeler, az yağlı yoğurt, tam tahıllı ekmekler…
Bana ise operasyon sonrası iyileşmeyi hızlandıracak bol sıvı ve dengeli beslenme programı uygulanıyordu.
Umay gün geçtikçe enerjisini biraz daha toparlıyordu ama hâlâ çok zayıftı. En ufak hareketinde bile yoruluyordu.
Sonra bir gün, onu çift kişilik odaya aldılar.
Ne olduğunu anlamadı.
Odasına girdiğinde yatağın yanında boş bir yatak daha durduğunu fark etti. Kaşlarını çattı, şüpheyle bana döndü.
"Altay, bu ne?"
Bana sorgulayan gözlerle bakıyordu.
İçimden bir anlığına "Doğruyu söyle" diye geçti ama… Hayır. Şu an bunu bilmesine gerek yoktu.
Hafifçe omuz silktim.
"Buraya daha yaşlı bir hasta gelecekmiş," dedim gayet rahat bir şekilde. "Hastane doluymuş, o yüzden seni buraya aldılar."
Kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büktü. "Gerçekten mi?"
Gözlerini hafif kısarak bana bakıyordu. Beni çözmeye çalışıyordu.
Yalanım o kadar basitti ki, Umay buna inanacak mıydı emin değildim.
Ama bir süre düşündü ve omuzlarını düşürüp iç çekti.
"Umarım horlayan biri değildir," diye mırıldandı. "Bütün gece birinin sesiyle uyanmak istemem."
İçimde bir şey rahatladı. Şimdilik inandığını düşündüm.
Ama gerçekleri öğrendiğinde ne yapacağını bilmiyordum.
O an tek bildiğim şey, operasyona kadar Umay’ın moralinin yüksek kalması gerektiğiydi.
Ve bunu sağlamak için ne gerekiyorsa yapacaktım.
AMELİYAT GÜNÜ
Hastane koridorları her zamankinden daha kalabalıktı. Ama bu kalabalık, sadece doktorlar ya da hemşirelerden ibaret değildi. Bugün, benim ve Umay’ın savaşı resmen yeni bir aşamaya giriyordu.
Tim, kapının önünde dimdik duruyordu. Hepsinin gözlerinde endişe ama aynı zamanda umut vardı. Kimse zayıf görünmek istemiyordu ama herkesin içi yanıyordu.
Yaseminka, Aybars’ı sıkıca kucağına almıştı. Küçük oğlum hiçbir şey anlamıyordu ama gerginliği hissettiği belliydi. Gözleri annesini arıyordu.
Yanında İlteriş duruyordu. Normalde dimdik duran adam, bu sefer Yaseminka’nın elini sımsıkı tutmuş, ona destek oluyordu.
Halil Komutan ve eşi Meltem Yenge son anda hastaneye yetişmişti. Meltem Yenge, önce Umay’ı, sonra beni sımsıkı sararak uğurladı.
"Bundan sonrası Allah’a emanet," dedi, gözleri dolu ama güçlü bir sesle.
Başımı salladım. "Ben buradayım, Umay buradayken de burada olacağım."
Umay’ın yatağı hazırlanmıştı. Hastabakıcılar sedyesini harekete geçirdiğinde, elimi tuttu ve sıkıca sıktı.
Gözleri korkuyla doluydu ama ses çıkarmıyordu.
"Yanındayım," dedim fısıltıyla. "Bu savaşta seni tek başına bırakmayacağım."
Bana derin derin baktı, gözleri doldu ama ağlamadı.
"Altay… Eğer bir şey olursa—"
"Bir şey olmayacak."
Hızlıca elini dudaklarıma götürdüm. "Bunu düşünme. Sadece bana güven."
Umay derin bir nefes aldı ve başını salladı.
Bizi ameliyathaneye götürmek için hazır olduklarında, önce Umay sedyeyle içeri alındı.
Ardından ben.
Kapılar kapanmadan önce gözlerimi Aybars’a diktim.
Beni Yaseminka’nın kollarından izliyordu.
Minik elleri havadaydı, sanki "Baba, gitme" der gibi.
Ve o an içimden "Döneceğim, Aybars. Hem de annenle birlikte." diye geçirdim.
Son gördüğüm şey, timin bakışları ve Yaseminka’nın Aybars’ı sıkıca kucaklayışı oldu.
Sonra, kapılar kapandı.
Ve savaşın en kritik anı başladı.
AMELİYAT....
Hastane koridorlarında zaman ağır ilerliyordu. Bekleyen herkesin yüreği sıkışmış, gözleri aynı noktaya kilitlenmişti: Ameliyathanenin soğuk, metal kapıları.
O kapıların ardında, iki kişi yaşam için savaşıyordu.
Altay ve Umay.
Biri, sevdiği kadının hayatta kalması için bedeninden bir parça veriyordu.
Diğeri, kendisine verilen bu hayat şansını alıp yeniden ayağa kalkmak için savaşıyordu.
Saat 08.00 – Ameliyat başladı.
Cerrahlar steril kıyafetlerini giydi, anestezi uzmanları her iki hastanın vital bulgularını titizlikle takip etti.
Altay’ın sol tarafına IV sıvı ve ağrı yönetimi için ilaçlar verildi.
Umay’ın bağışıklık sistemi zaten baskı altındaydı, bu yüzden operasyon öncesinde ek immünosupresif ilaçlar uygulandı.
Herkes biliyordu: Bu, sıradan bir ameliyat değildi.
Saat 09.30 – Altay’ın karaciğerinden doku alınmaya başlandı.
Cerrah, Altay’ın karaciğerinin sağ lobunu dikkatlice izole etti.
Bu aşama kritikti. Portal ven ve hepatik arter korunmalı, aynı zamanda safra kanalları doğru şekilde ayrılmalıydı.
Mikrocerrahi ekibi, dokuları en hassas şekilde keserken cerrah derin bir nefes aldı.
“Kan kaybını minimumda tutmalıyız.”
Altay’ın bedeni sağlıklıydı, karaciğer rejenerasyon kapasitesi güçlüydü.
Ama yine de… Her bağış süreci bir risk taşıyordu.
Saat 11.15 – Altay’ın operasyonu tamamlandı.
Onun için kritik süreç başlamıştı. Vücudu karaciğerini yenilemeye çalışırken, ağrı yönetimi devreye alınacaktı.
Ama burada asıl önemli olan Umay’dı.
Altay’ın verdiği organ parçası şimdi Umay’a taşınıyordu.
Saat 11.45 – Umay’ın ameliyatı başladı.
Altay’dan alınan sağ lob dikkatlice yerleştirildi.
Anastomoz işlemi, yani damarların ve safra yollarının bağlanması kritik bir aşamaydı.
Hepatik arter ve portal ven başarıyla yeni karaciğere bağlandı.
Umay’ın bedeni, bu yeni dokuyu kabul edecek miydi?
Saat 14.30 – İlk kan akışı sağlandı.
Cerrahlar, yeni karaciğerin kanlanmasını gözlemledi.
Monitörde ilk tepki görüldü. Yeni doku kendi görevini üstlenmeye başlıyordu.
Bu, ameliyatın en kritik anlarından biriydi. Eğer organ reddi olursa, her şey saniyeler içinde değişebilirdi.
Ama Umay’ın vücudu savaşıyordu.
Saat 16.00 – Umay’ın vücudu organı kabul etti.
Doktorlar birbirine baktı. Bütün riskler kontrol altındaydı.
Nakil başarılıydı.
Saat 17.00 – Ameliyat sona erdi.
Altay ve Umay, yoğun bakıma alındı.
Kapılar açıldığında, dışarıda bekleyen herkes donup kaldı.
Tim, Halil Komutan, Yaseminka, İlteriş, Aybars… Hepsi gözlerini doktora dikmişti.
Doktor maskesini çıkarıp, derin bir nefes aldı.
Ve sonra… beklenen haberi verdi.
"Başarılı geçti. İkisi de hayatta."
Sessizlik…
Sonra kırılan bir set gibi gelen gözyaşları.
Umay artık yaşayacaktı.
Ve Altay… O, sevdiği kadına ikinci bir hayat vermişti.
Gözlerimi açtığımda, ilk hissettiğim şey ağırlıktı.
Bedenim sanki betona gömülmüş gibiydi, kımıldamak istedim ama kaslarım itaat etmiyordu.
Beyaz ışık.
Tavan.
Sterilize edilmiş bir hastane kokusu.
Ve… Ağrı.
Karın boşluğumun sağ tarafında derin, zonklayan bir baskı vardı. Her nefes alışımda ciğerlerime yayılan sıcak bir sızı hissediyordum.
Sonra, monitör seslerini duydum. Düzenli bip bip sesleri, serumun yavaşça damlayan ritmi…
Ama asıl aradığım ses bu değildi.
Göz kapaklarımı tamamen kaldırmaya zorladım.
Odaklanmam birkaç saniye sürdü ama gördüğüm şey, içimdeki bütün ağırlığı hafifletmeye yetti.
Umay.
Yanımda yatıyordu.
Solgun ama nefes alıyordu.
Monitörüne gözüm kaydı. Nabzı sabitti. Kan basıncı stabil görünüyordu.
Yaşıyordu.
Ve ben onu hayata geri döndürmüştüm.
Tam o anda, odanın bir köşesinden tanıdık bir ses duydum.
"Uyanan ilk kişi sen olacaktın, zaten belliydi."
Başıma hafifçe döndürdüm, Yaseminka gözleri dolu dolu gülümseyerek bana bakıyordu.
Yanında İlteriş vardı, gözleri kızarmış ama dimdik ayaktaydı. Kapının önünde ise Halil Komutan ve Meltem Yenge duruyordu.
"Umay?" diye fısıldadım, sesim kuru ve kısıktı.
Yaseminka başını salladı, "İyi olacak, Altay. İkiniz de iyisiniz." dedi.
O an içime öyle bir rahatlama yayıldı ki, ağrı mıydı, yorgunluk muydu, hissettiğim hiçbir şeyin önemi kalmadı.
Yaşıyorduk.
Ve bu savaşı kazanmıştık.
Gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Ama bu sefer acıdan değil, zaferden.
Umay yaşıyordu. Ben de.
Bu savaşı birlikte kazandık.
Başımı hafifçe çevirdim, Umay gözlerini açmış, zayıf ama derin nefeslerle etrafına bakıyordu.
Gözleri ağır hareketlerle bana döndü. Beni görünce şaşkınlıkla kaşlarını hafifçe kaldırdı.
Bizi aynı odaya almışlardı. İkimiz de aynı savaştan çıkmış, yan yana yatıyorduk.
Gülümsedim. Yüzümdeki ağrıya aldırmadan, yavaşça başımı ona çevirdim.
"Selam, karaciğer kardeşi," dedim muzipçe.
Şok olmuş bir ifadeyle bana baktı. Gözleri doldu, dudakları titredi.
"Altay…" diye fısıldadı. "Ne yaptın sen?"
Göz kırptım, "Senin için yaşamanın bir bahanesini yarattım."
Ve o an, onun gözlerinden süzülen yaşların, benim kalbimde bıraktığı ağırlığı hissettim.
Ama biz buradaydık. Ve kazandık.
"Altay…" dedi, sesi titrek ve hüzünlüydü. "Ya sana bir şey olsaydı?"
Gözlerindeki endişeyi, o derin korkuyu gördüm. Beni kaybetme ihtimali bile onu mahvetmişti.
Ama ben buradaydım. O da buradaydı.
Gülümsedim, acıyan yan tarafımı umursamadan hafifçe başımı ona çevirdim.
"Ama bak olmadı," dedim. "İkimizin de maşallahı var."
Kaşlarını çattı, gözlerinden bir damla yaş süzüldü ama aynı anda dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi.
"Sen tam bir delisin, Altay."
Göz kırptım. "Ve senin için deliyim, Umay."
O an, yatakta güçsüz yatıyor olsak bile, dünyanın en güçlü insanları gibiydik.
Çünkü artık hayatı gerçekten kazanmaya başlamıştık.
Tam o an, kapı açıldı ve doktor içeri girdi.
Ama bu sefer, sıradan bir muayene için değil.
Koridordan gelen alkış sesleri odayı doldurdu.
Hemşireler, doktorlar, tim, Yaseminka, Halil Komutan… Herkes bu zaferi bizimle paylaşmak için oradaydı.
Doktor hafifçe gülümsedi, ellerini iki yana açtı.
"Tebrikler, savaşçı çift! Nakil operasyonu başarıyla tamamlandı ve iyileşme süreciniz resmen başladı."
Umay gözleri dolu dolu bana baktı, elimi sıktı. Ben de ona aynı şekilde karşılık verdim.
Doktor, bir sandalye çekip yatağımızın yanına oturdu.
"Şimdi gelecek olan süreçle ilgili sizi bilgilendireceğim. Bu noktadan sonra, vücudunuzun nasıl tepki verdiğini yakından takip edeceğiz."
Yeni hayatımızın kurallarını anlatmaya başladı:
Umay için immünosupresif tedavi süreci başladı. (Vücudunun organı reddetmemesi için bağışıklık baskılayıcı ilaçlar verilecek.)
Hijyen çok önemli. (Bağışıklık sistemi zayıf olacağı için enfeksiyon riski yüksek, ziyaretçiler kontrollü alınacak.)
Sıvı alımı artırılacak. (Karaciğerin yeni fonksiyonlarını düzenli yerine getirebilmesi için bol su içmesi gerekecek.)
Yüksek proteinli, düşük yağlı özel bir diyet uygulanacak. (İkimiz de sindirimi kolay, sağlıklı besinlerle besleneceğiz.)
İlk üç ay fiziksel aktiviteler sınırlı olacak. (Ağır kaldırmak, aşırı efor gerektiren hareketlerden kaçınmalıyız.)
"Ama en önemlisi," dedi doktor gözlerimizin içine bakarak, "Bu sadece fiziksel bir iyileşme değil. İkinizin de mental olarak güçlü kalması gerekiyor.
Umay derin bir nefes aldı, başını yavaşça salladı. "Ben yaşamak istiyorum," dedi, sesi artık daha kararlıydı.
Doktor gülümsedi. "İşte duymak istediğimiz şey bu."
Ben de hafifçe gülümsedim, elimi Umay’ın elinin üzerine koydum.
"Savaş bitmedi ama artık biz daha güçlüyüz."
Doktor başını salladı. "Ve artık bu savaşı kazanacağınıza hiç şüphem yok."
Alkışlar yeniden yükseldi, ama bu sefer içimdeki o büyük yük azalmıştı.
Çünkü biliyordum.
Biz gerçekten kazanmaya başlamıştık.
Doktorun sözleri odada yankılanırken, herkesin yüzünde bir rahatlama vardı.
Birkaç ay öncesine kadar ölümle yarışan bir kadındı Umay.
Şimdi ise yeni bir hayata adım atıyordu.
Ama ben de farklı değildim. Bedenimden ona verdiğim parçayla artık ikimiz de birbirimize daha fazla bağlıydık.
Doktor, "Şimdi sizi biraz dinlenmeye bırakıyoruz," diyerek odadan çıktı. Hemşireler son kontrolleri yaptıktan sonra onlar da arkasından ayrıldılar.
Geriye sadece biz kaldık.
Umay, ben, tim, Yaseminka, İlteriş ve Halil Komutan.
Ve tabii ki Aybars.
Küçük adam, Yaseminka’nın kucağında hafifçe kıpırdandı.
Sonra gözlerini açtı, minik elleriyle etrafına bakındı ve bizi gördüğü an çırpınmaya başladı.
"Baba! Anne!"
O an, her şey sustu.
Umay’ın gözleri doldu.
Ben kollarımı açmadan önce Yaseminka eğilip Aybars’ı yavaşça Umay’ın yanına koydu.
Minik oğlumuz, annesinin üzerine doğru tırmanıp başını göğsüne yasladı.
"Anneee..." dedi ince sesiyle.
Umay titreyerek kollarını ona sardı, yüzünü Aybars’ın saçlarına gömdü.
Ve o an, gözyaşları sessizce süzülmeye başladı.
Ama bu sefer korkudan değil.
Bu sefer mutluluktan.
Ben de elimle oğlumun sırtını sıvazladım, Umay’a gözlerimi dikip fısıldadım:
"Bitti, kraliçem.
Artık eve dönüyoruz."
"Hadi bakalım!" dedi Burak, elindeki telefonu kaldırarak. "Poz verin, çekiyorum!"
Yorgunduk, ağrılıydık, ama kazandığımız bu savaşı ölümsüzleştirmeliydik.
Umay hafifçe bana döndü, yüzünde hâlâ o narin gülümseme vardı. Gözleri yaşlı ama ışıl ışıldı.
Ben de ona baktım. Bu anın, bu zaferin ne kadar değerli olduğunu hissederek.
Yatakta yan yana yatarken, ellerimizi yavaşça birleştirdik.
Birbirimize verdiğimiz hayatı kutlar gibi.
Aybars, minik elleriyle Umay’ın koluna sarılmıştı. İlteriş, Yaseminka, Halil Komutan ve tim arkamızda gülümseyerek bekliyordu.
Bu, sadece bir fotoğraf değildi.
Bu, hayata dönüşümüzün kanıtıydı.
Burak deklanşöre bastığında, o anı hep hatırlayacağımızı biliyordum.
Biz kazandık. Ve bu, her şeye değdi.
"Yalnız," dedi Halil Komutan, gözleri gururla parıldarken, "Her savaştan başarıyla çıkmanız gerçekten gurur duyulası bir şey."
Bunu duyduğum an, içimde bir şeyler kabardı.
Onca yıl, onca çatışma, onca görev… Ama en zorlu savaş bu olmuştu.
Ve biz bu savaşı kazanmıştık.
Halil Komutanın sözleri içime işledi. Ayağa kalkıp selam vermek istedim.
Ama bedenim buna izin vermedi. Kaslarım ağır, ağrım ise derindi.
Yataktan doğrulmaya çalıştım, ellerimi yatağın kenarına bastırdım.
Ama güç yetiremedim.
Bunu gören Halil Komutan hafifçe gülümsedi, başını salladı.
"Şimdi dinlen, evlat. Zaten en büyük selamı, yaşatarak verdin."
O an, o sözün anlamı içime işledi.
Gerçekten de… Umay yaşıyordu. Ben de.
Bu savaş, bizim en büyük zaferimizdi.
Halil Komutan ve Meltem Yenge çıkmadan önce kapının önünde durdu.
Tam artık gideceklerini düşünmüştüm ki, Halil Komutan hafifçe döndü ve sırıtarak bombayı patlattı.
"Bu arada, Altay…" dedi gözlerini kısarak.
Ben refleksle başımı kaldırdım, gözlerimi ona diktim.
"Aramıza geri döndüğünde," dedi sesi tok ve net, "Timin başına geri dönmeni de kutlayacağız."
O an bir saniye boyunca söylediklerini tam kavrayamadım.
Ama sonra…
Kan beynime sıçradı.
"Ne?!" dedim şaşkınlıkla.
Komutan, yüzündeki sırıtışı bozmadan başını eğdi. "Duydun işte. Seni yeniden sahaya alıyoruz, Altay."
"Ama ama ben—"
"Ama’sı yok. Eğitim subayı olarak iyi iş çıkardın, kabul. Ama senin yerin orası değil. Biz senin yerini iyi biliyoruz."
İlteriş ve Burak hafifçe gülüştü. Timden birkaç kişi kıkırdamaya başladı.
Meltem Yenge de göz kırparak gülümsedi. "Umarım Umay Hanım buna izin verir."
Gözlerimi Umay’a kaydırdım.
O ise şok olmuş ama hafifçe gülümsüyor, başını iki yana sallıyordu.
"Senin başın beladan asla kurtulmayacak, değil mi Altay?"
İç çektim. "Görünüşe göre hayır, kraliçem."
Halil Komutan hafifçe başını eğerek "O zaman iyileşmeye bak," dedi. "Çünkü döndüğünde tam gaz devam edeceğiz."
Ve o an anladım…
Savaş bitmemişti.
Ama ben yeniden sahaya döneceksem, bu sefer hem sevdiklerim için hem de kendi onurum için savaşacaktım.
Halil Komutan sözlerini bitirip kapıya yöneldiğinde, içimde garip bir karmaşa vardı. Timin başına geri dönmek…
Bunu beklemiyordum. Umay’ı hayata döndürmek için her şeyimi ortaya koymuştum. Şimdi ise hayatımın bir başka parçası, asker kimliğim, geri çağrılıyordu.
Kapının önünde durup son bir kez bana baktı.
"Dinlen Altay, çünkü döndüğünde senin için hayat kaldığı yerden devam edecek."
Ben hâlâ şaşkınlık içindeyken, Meltem Yenge Umay’a yaklaştı, elini nazikçe tuttu.
"Güçlü bir adama sahipsin," dedi yumuşak bir sesle. "Ama seni seven bir adam, en büyük savaşını evinde verir. Bunu hiç unutma."
Umay başını yavaşça salladı. Bakışları hem mutlu hem de hafif endişeliydi.
Komutan ve eşi çıktıktan sonra odada kısa bir sessizlik oldu.
Sonra İlteriş bana döndü, ellerini cebine sokup başını iki yana salladı.
"Komutanım, biz kutlamaya başladık bile. Emin olun, geri döndüğünüzde de kutlamaya devam edeceğiz."
Burak sırıtarak ekledi: "Ama önce iyileşmeniz lazım. Yoksa döner dönmez ekstra antrenman yazarız size."
Gözlerimi kıstım, hafifçe gülümseyerek başımı iki yana salladım. "Beni eğitmeye mi kalkıyorsun Burak?"
Burak kollarını kaldırıp kahkaha attı. "Aman abi, daha yeni nakilden çıktınız, şimdilik sesimi çıkarmıyorum."
Herkes gülmeye başladı.
Ama içimde farklı bir his vardı. Bedenim hâlâ zayıftı, dikişlerimin sızısı nefes aldıkça kendini hissettiriyordu.
Ama hayat devam ediyordu. Ve ben bu hayatı savaşarak kazanmıştım.
Yanımda Umay vardı. Kelimelerle anlatılamayacak bir bedel ödemiştik ama başarmıştık.
Ve şimdi önümde iki yol vardı: Ailem ve görevim.
Ama benim yolum her zaman ikisini birden korumak olacaktı.
Umay başını hafifçe yana eğip bana baktı. "Sen ne düşünüyorsun, Altay?"
Elini tuttum, parmaklarını hafifçe sıktım.
"Düşünüyorum ki, hayat kaldığı yerden devam edecek, Umay."
Ve ben buna her zamankinden daha hazırdım.
Hastane koridoruna çıktığımda, daha iki adım atamadan tim hızla etrafımı sardı.
Burak, İlteriş, Ulaş, Mustafa Kemal, Eren, Yavuz, Onur, Kerim, Fatih… Hepsi bir çember gibi beni ortalarına almıştı.
"Beyler, nefes almam lazım!" dedim kaşlarımı kaldırarak ama kimse geri çekilmedi.
Burak kollarını kavuşturup gözlerini kısarak "Sana söyleyecek çok şeyimiz var, Komutanım." dedi.
İlteriş omzuma hafifçe vurdu. "Ölmeden geri dönmeyi başardın ha?"
"Kelimelerine dikkat et, İlteriş," dedim alaycı bir bakış atarak. "Sizi bırakıp gitmeye niyetim yoktu zaten."
Yavuz gözlerini kısıp ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Yani özetle, yine seni çekmeye devam edeceğiz."
Herkes kahkaha attı.
Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, yüzünde hafif bir gülümsemeyle "Sen bizim için her zaman timin komutanısın, bunu biliyorsun değil mi?" dedi.
Gözlerim hepsinin yüzlerinde gezindi. Ne olursa olsun, bu adamlar benim ailemdi.
Ve ne yaşarsam yaşayayım, beni burada bekleyen bir evim her zaman olacaktı.
Derin bir nefes aldım, kollarımı açıp hafifçe gülümsedim.
"Beni mi özlediniz, beyler?"
Ve o an, hepsi üzerime çullandı.
Kahkahalar, omuz tokatları, dostluk dolu şakalar…
Savaş bitmişti, hayat devam ediyordu.
Ve ben, gerçekten geri dönmüştüm.
Hastane sürecimiz bitmemişti ama en azından artık yalnız değildik.
İlteriş benim refakatçim, Yaseminka ise Umay’ın refakatçisi olmuştu.
Bu, aslında herkes için en mantıklı karardı. İlteriş, yanımda olması gereken adamlardan biriydi. Hem disiplinliydi hem de bana kardeşlik yapmayı iyi bilirdi. Beni fazla zorlamadan, ama yerimde de oturtmadan iyileşme sürecimi yönetecekti.
Yaseminka ise Umay için hem bir kardeş hem de bir dosttu. Onun ruhunu diri tutacak tek kişi oydu.
Ve tabiî ki Aybars meselesi…
Ulaş ve Burak, küçük adamı idare etme görevini üstlenmişti.
Burak hemen itiraz etmeye kalkmıştı ama Yaseminka sert bir bakış atınca susmuştu.
"Yaseminka yenge, ben ne anlarım çocuk bakmaktan?" diye mızmızlanmıştı Burak.
"İşte şimdi öğreneceksin!" diye sertçe karşılık vermişti Yaseminka.
Ulaş ise rahat tavrıyla Burak’ın omzuna bir kol atıp gülerek eklemişti: "Sakin ol kardeşim. Aybars senden daha olgun, bir şekilde seninle anlaşır."
O sırada Aybars gülerek Ulaş’ın burnuna dokunmuştu. "Ulaş dede!" diye kahkaha atınca Burak kendini kaybedip gülmeye başlamıştı.
Bu manzarayı izlerken içim rahatladı.
Biz hastanede iyileşirken, oğlumuz emin ellerdeydi.
Şimdi geriye sadece bir şey kalıyordu: Umay’la birlikte tam anlamıyla toparlanmak ve eve, gerçek hayatımıza geri dönmek.
Umay’la birlikte toparlanma sürecine girmiştik.
Hastane odasında geçen her gün, vücudumuz biraz daha güçleniyor, eski halimize dönmek için savaşıyorduk.
Umay artık daha fazla oturabiliyor, kısa yürüyüşler yapabiliyordu.
Benim de ağrılarım azalmış, yavaş yavaş kendimi toparlamaya başlamıştım.
Doktor son kontrolleri yaptıktan sonra gülümseyerek odanın ortasına geçti.
"Tebrikler, savaşçı çift!" dedi gözlerini kısarak. "Eğer bu şekilde devam ederseniz, bir hafta sonra taburcu oluyorsunuz."
Umay’ın gözleri heyecanla açıldı. "Gerçekten mi?"
Doktor başını salladı. "Evet. Ama taburcu olmak iyileştiğiniz anlamına gelmiyor. Eve geçtiğinizde de dinlenmeye ve kontrollere düzenli olarak gelmeye devam edeceksiniz."
Ben derin bir nefes aldım, Umay’la göz göze geldik. Aylardır hastane odalarına sıkışıp kalmıştık.
Ama şimdi eve dönüyorduk.
Aybars’a, evimize, hayatımıza.
Umay’ın elini tuttum, sıkarak fısıldadım:
"Hazır mısın, kraliçem?"
Gözleri parladı. "Hiç olmadığım kadar."
Yaz gelmişti.
Haziran ayının ilk haftası, güneşiyle, sıcağıyla, mis gibi çiçek kokularıyla yüzümüze gülüyordu.
Hastaneden çıkalı birkaç hafta olmuştu. Evimizde, ailemizle, Aybars’la geçen günler ilacımız olmuştu.
Ve en önemlisi… Umay’la saçlarımız uzamaya başlamıştı.
Aynaya baktığımda, başımın etrafında beliren ince tüyler gözüme çarpıyordu. Umay ise her sabah aynaya bakıp kahkaha atıyordu.
"Altay, kel kaldık sanıyordum ama bak, geri dönüyorlar!"
Parmaklarını saç diplerine sürtüp büyüyüp büyümediklerini kontrol etmekten kendini alamıyordu.
Ben de elimi başıma götürdüm, hafifçe gülümseyerek "Sanırım bir daha asla saçlarımla ilgili şikâyet etmeyeceğim." dedim.
Umay hafifçe gülümsedi, "Biliyor musun, kelken de seni seviyordum. Ama böyle de yakışıklıymışsın."
Kolumu beline doladım, aynadaki yansımamıza baktım. Savaş izlerimiz hâlâ üzerimizdeydi ama artık zafer kazanmış insanlardık.
Yaz, bizim için yeni bir başlangıçtı.
Ve biz, kaybettiğimiz her şeyi geri alıyorduk.
Eve geldiğimizde, daha kapıyı açmamızla birlikte küçük bir gölge hızla üzerimize doğru atıldı.
Umut!
İlteriş’in evinde kaldığı günlerden sonra bizi özlemiş olmalıydı. Tüyleri kabarmış, kuyruğu heyecanla sallanıyordu.
Koşarak ayaklarımıza sürtündü, miyavladı, sonra hop diye Umay’ın kucağına atladı.
Umay zayıflamış elleriyle onu nazikçe tuttu, başını Umut’un yumuşak tüylerine gömdü.
"Seni çok özledim küçük cadı."
Umut, memnuniyetle gözlerini kapattı ve mırlamaya başladı. Evin havası bir anda sıcaklıkla dolmuştu.
İlteriş kapının önünde durup gülerek başını iki yana salladı. "Kedinin sizden fazla sevindiğine yemin edebilirim."
Ben hafifçe gülümsedim, "Haksız da sayılmaz. Evine döndü sonuçta."
Ama aslında dönen sadece Umut değildi.
Biz de döndük.
Aybars, Umay, ben...
Evimizi, hayatımızı, kaybettiklerimizi geri almıştık.
Ve ben o an anladım ki… Gerçek zafer, bir savaş alanında kazanılmıyordu.
Gerçek zafer, sevdiklerinle hayata kaldığın yerden devam edebilmekti.
Umay’ın ellerini tuttum, avuçlarının sıcaklığı içime yayıldı.
Etrafımızda herkes kendi işine dalmıştı. Aybars, Umut’un peşinde koşturuyor, kedimizse oyun oynuyormuş gibi kaçıyordu. İlteriş bir köşede Yaseminka ile konuşuyordu, Burak ve Ulaş mutfaktan atıştırmalık bir şeyler bulma peşindeydi.
Ama benim gözlerim sadece Umay’daydı.
Ona doğru hafifçe eğildim, sesimi biraz daha alçaltarak "Aşkım," dedim büyük bir keyifle.
Umay başını kaldırıp merakla bana baktı. "Ne oldu?"
Çapkınca sırıttım.
"Doktorunla konuştum."
Kaşlarını kaldırdı. "Ne konuştun Altay?"
"Dikişler alındığında, son kontrolden sonra seni sevmeme izin verdi." dedim, sesimi biraz daha yumuşatarak.
Umay önce bir an donduruldu, sonra gözleri büyüdü. "Altay!" diye fısıldadı şaşkınlıkla.
Yüzüme hafif bir pembe kızıllık yayıldığını hissederek gülümsedim. "Ne yapayım? Ben sadece seni sevmenin yasal iznini aldım."
Umay derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmaya çalışsa da yüzüne yayılan gülümsemeyi engelleyemedi.
"Sen gerçekten tam bir delisin."
Göz kırptım. "Ve tamamen senin delinim, Umay."
Umay gülerek başını iki yana salladı ama parmaklarını avucumda sıkıca tuttu. Biliyorum, o da sabırsızlanıyordu.
Zafer kazanılmıştı, şimdi ise aşkı hak etme zamanıydı.
Umay’ın elini sımsıkı tutarken, aklıma bir şey geldi ve çapkınca sırıtarak “Bu arada…” dedim, gözlerimi kısıp onu izleyerek.
Umay kaşlarını kaldırdı. "Ne var Altay? Yine neyin peşindesin?"
"Yumurtalıklarını dondurduk ya..." dedim bilmiş bir ifadeyle. "Çözdürme zamanı geldi, Umay Hanım."
Bir anlığına şok içinde yüzüme baktı.
Sonra aniden kahkaha attı. "Altay! Sen dalga geçiyorsun! Çözdürmek de ne?!"
Gülüşü odada yankılandı. O an, o kahkaha benim için her şeydi.
Gözlerim parladı, gülerek başımı iki yana salladım. "Ne yapayım Umay, teknik olarak doğru söylüyorum. İşleme başlamamız gerekmiyor mu?"
Umay başını geriye atıp gülmeye devam etti. Gözlerinden yaş gelene kadar kahkaha attı.
Sonra bana döndü, gözleri hâlâ gülüyordu ama içinde tatlı bir ciddiyet vardı.
"Sen önce bir iyileş bakalım, Altay Bey." dedi göz kırparak. "Sonra bu konuyu ciddi ciddi konuşuruz."
O an, biz gerçekten hayata dönmüştük.
Savaşlar, hastalıklar, acılar… Her şey geride kalıyordu.
Ve şimdi, geleceğimizi konuşuyorduk.
Bu, kazandığımız en büyük zaferdi.
Umay hâlâ gülüyordu. Gerçekten, içten bir kahkaha…
Aylarca hastane odalarında, acılar içinde geçen zamanlardan sonra şimdi geleceğimizi konuşuyor olmamız garip ama bir o kadar da güzeldi.
Ben gözlerimi ondan ayırmadan "O zaman söz mü?" dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay başını iki yana sallayıp "Söz mü, Altay? Daha iyileşmeden çocuk peşine düştün." diye güldü.
Omuz silktim. "Ne yapayım? Bizim hikâyemiz hep savaşlarla geçti. Artık geleceğe yatırım yapma zamanı."
Umay hafifçe yana eğildi, "Sana güvenemiyorum. Çözme işlemi sırasında bile kalkıp askerî operasyon gibi bir plan yaparsın."
Gülerek başımı salladım. "Hangi taktikle ilerleyeceğimiz önemli tabii. Stratejik hareket etmek lazım, sonuçta tek bir kızımız olacak."
Umay gözlerini devirdi. "Oğlun hakkında böyle bir plan yapmadın ama bakıyorum ki kız olayına fazla taktın."
"E tabii," dedim ciddi bir ifadeyle. "Oğlumuzu asker gibi yetiştirdik. Ama kızımızı… İşte o tam bir prenses olacak. Babasının kraliçesi."
Umay gözlerini kısmış bana bakıyordu ama gülümsediğini saklayamıyordu. "Bu konuşmaları kaydediyorum Altay. Bakalım iki çocukla uğraşırken de böyle düşünecek misin?"
Elini tuttum, parmaklarını sıkarak "İkisiyle de baş ederim. Sen yeter ki yanımda ol." dedim.
Umay bir an durdu. Gözleri doldu ama ağlamadı.
Sadece başını hafifçe eğip alnını omzuma yasladı.
Ve fısıldadı: "Her zaman yanındayım."
O an içimden "Ve ben de senin yanındayım, Umay. Şimdi, yarın ve her zaman." diye geçirdim.
Hayat bizi ne kadar yormuş olursa olsun, şimdi gerçekten başlamıştı.
Tam o sırada Burak, yüzünde koca bir sırıtışla yanımıza doğru yürüdü.
Bir an bile duraksamadan, göğsünü gere gere kollarını açıp bağırdı:
"Bugün en mutlu günüm!"
Umay’la birbirimize baktık. Ne haltlar karıştırdığı belli olmayan bir Burak, kesinlikle tehlikeliydi.
Kaşlarımı kaldırarak "Ne oldu lan?" dedim, merakla.
Burak derin bir nefes aldı, gözlerini kocaman açıp "Ben aşık oldum!" diye kahkaha attı.
Bir saniye boyunca etraf sessiz kaldı.
Sonra Umay kıkırdamaya başladı, ben ise gözlerimi kısarak ona baktım. "Hangi zavallıyı kandırdın Burak?"
Burak kaşlarını kaldırıp "Oğlum, ciddiyim lan!" diye karşılık verdi. "İlk görüşte çarpıldım resmen."
Umay, "Burak, senin gibi biri nasıl ilk görüşte aşk yaşayabilir?" diye gülerken Burak elini kalbine koyarak dramatik bir şekilde derin bir nefes aldı.
"Bilmiyorum yenge ama oldu işte! İlk kez biri bana 'Burak' dediğinde içimde kelebekler uçuştu!"
O an kahkahalar yükseldi. Ben hâlâ neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışırken Burak yere çömeldi, yüzünü avuçlarına alıp "O ses hâlâ kulaklarımda…" diye mırıldandı.
Kaşlarımı çattım. "Oğlum, ciddi misin sen?"
"Ciddiyim Altay! Bir polis memuruna aşık oldum!"
Bir anlık sessizlik oldu. Sonra daha büyük kahkahalar koptu.
Burak ve bir polis memuru?
Bu, kesinlikle izlemeye değer bir hikâye olacaktı.
Burak, gözlerini parlatıp abartılı el hareketleriyle konuşmaya başladı.
"Bir görseniz, bi içim su!" dedi heyecanla. "Uzun saçlar… Ama böyle sıradan uzun değil, hani filmlerde yavaş çekimde savrulan türden!"
Umay kıkırdayarak "Hangi film oğlum? Sen hangi romantik filmleri izliyorsun?" diye sordu.
Burak duymamış gibi devam etti.
"Gözler… Ah o gözler! Böyle keskin, sert bakışlı ama içinde derinlik var. Hani bir an bakınca korkuyorsun ama sonra içine çekiliyorsun ya… İşte öyle!"
Ben kaşlarımı kaldırarak "Burak, sen aşk mı yaşıyorsun, yoksa soruşturma mı geçiriyorsun?" dedim.
"Harbiden!" diye atıldı İlteriş, "Ne yaptın da polis seni çevirdi?"
Burak kaşlarını çattı. "Oğlum, ben suçlu değilim lan! Kahve almaya gitmiştim, karşımdaki sırada bekliyordu. Ama nasıl bir karizma anlatamam! Böyle mavi gömlek, belinde silah, telsiz… Çay içiyordu, ama çayı bile havalı içiyordu!"
Umay kahkaha attı. "Burak, sen resmen mesleğe aşık olmuşsun, kıza değil!"
Burak derin bir nefes aldı, "Hayır yenge, bu sefer farklı. İlk kez biri bana 'Burak Bey, sıranızı alır mısınız?' dediğinde içimde kelebekler uçuştu!"
Hepimiz gülmekten kırılıyorduk ama Burak ciddiydi.
"Altay," dedi omzuma dokunarak. "Ben bu kızı bulacağım. Onu bir daha görmeden ölürsem gözüm açık gider!"
Elimi çeneme koyup düşündüm, sonra gözlerimi kıstım.
"Bize bir polis memuru gelini mi oluyor yani?"
Burak gururla başını salladı. "Ve senin kayınbiraderin, resmi olarak baş şüpheli olabilir!"
O an kahkahalar odada yankılandı.
Ama Burak ciddiydi. Ve ben, bu hikâyenin sonunu gerçekten merak ediyordum.
Umay’la olan sohbetimizin arasına Burak’ın aşk hikâyesi girse de, sonunda kendimizi dinlenmeye çekmeyi başardık.
Yatağa uzandık, Aybars aramızda, üzerimizde yumuşacık bir pike…
Televizyonda Susam Sokağı vardı.
Aybars, Elmo’nun konuşmalarına kahkahalar atıyor, minik elleriyle televizyona doğru uzanıyordu.
Ben bir yandan oğlumun gülüşünü izlerken, bir yandan da Umay’ın başını omzuma yaslamasına izin verdim.
Bu an… Bu huzur…
Onca savaş, hastalık, acı dolu zamanlardan sonra, sadece üç kişilik ailemle pikenin altında Susam Sokağı izlemek, dünyanın en güzel hissiydi.
Umay başını hafifçe kaldırıp bana baktı, gözlerinde o eski sıcaklık vardı.
Fısıldayarak "Evde olmak güzelmiş, değil mi Altay?" dedi.
Gözlerimi ekrandan ayırmadan, gülümseyerek cevap verdim.
"Sen, ben ve Aybars… Burası zaten en güvenli karargâhımız."
Umay gülümsedi, Aybars ise o an televizyondaki müziğe eşlik eder gibi kendi dilinde bir şeyler geveleyerek kıpırdandı.
İşte o an anladım…
Hayat yeniden başlamıştı. Ve bu kez, gerçekten güzeldi.
Hayat gerçekten güzeldi.
Ama bu süreçte, beni asla yalnız hissettirmeyen biri daha vardı.
Kardeşim Gökay.
Vali olarak yoğun bir programı olmasına rağmen, en iyi doktorları ayarlamış, her ihtiyacımızla bizzat ilgilenmişti.
Sadece bununla da kalmamış…
Ziyaretlerimize gelmekten hiç kaçınmamış, Umay’ın en zor zamanlarında "Altay, merak etme, her şey yoluna girecek" diyerek bana güç vermişti.
Ve en önemlisi, Aybars’ı bir süre yanına alarak ona bambaşka bir dünya sunmuştu.
Tatil bahanesiyle, oğlumu şehrin gürültüsünden, hastane ortamından uzaklaştırmış, onu en iyi şekilde ağırlamıştı.
Aybars, Gökay’la geçirdiği günlerden sonra yepyeni kelimeler öğrenmiş, yeni alışkanlıklar edinmiş, döndüğünde bile Gökay’ın adını sürekli anmaya başlamıştı.
"amcam ne zaman gelecek?" diye soruyordu durmadan.
Ve ben, bu süreçte en çok minnettar olduğum adamlardan birinin kardeşim olduğunu fark etmiştim.
Umay başını omzumdan kaldırıp hafifçe gülümsedi.
"Gökay abi gerçekten inanılmaz biri, Altay. Sanki bizim ikinci kahramanımız oldu."
Başımı salladım, "O her zaman böyleydi. Sessiz ama sağlam duran bir dağ gibi. Ve o da bizim ailemiz."
O sırada Aybars birden döndü, gözlerini bana dikti.
"amcam gelsin baba!" dedi neşeyle.
Gülerek parmaklarını tuttum. "Yakında, küçük adam. Yakında."
Ve o an, bir kez daha anladım.
Aile, sadece kan bağıyla değil, zor zamanlarda omuz omuza durarak kurulan bir bağdı.
Gülerek Umay’a döndüm.
"Biraz daha iyi olalım, Vali Konağı'na davetliyiz."
Umay hafifçe kaşlarını kaldırdı, "Altay, resmî davet almış gibi söylüyorsun ama orası senin kardeşinin evi."
Omuz silktim. "E ne yapayım? Kardeşim vali sonuçta, davet ediliyoruz diye önemli hissetmek istiyorum."
Tam o anda kapı çaldı.
Aybars’ın gözleri parladı, küçük ayaklarını hızla hareket ettirerek kapıya yöneldi.
"Kim o?" diye sordu, sesi ciddiydi ama minicik haliyle bu ciddi ton daha da tatlı geliyordu.
Umay elini ağzına götürüp hafifçe gülerken ben yavaş adımlarla kapıya yöneldim.
Aybars artık yeni şeyler öğreniyordu. Kim o diye sormayı bile kapmıştı.
Kapıyı açtığım anda, karşımda Gökay’ı gördüm.
Ama daha ben ağzımı açamadan, Aybars küçük bir çığlık attı:
"Amcaaammm!"
Ve küçük bedenini ok gibi fırlatarak Gökay’ın üzerine çullandı.
Gökay önce bir an sendeledi, sonra kocaman kahkahalar atarak Aybars’ı havaya kaldırdı.
"Aslan parçam, beni özledin mi?"
Aybars iki yana hızla baş salladı, "Evet! Baba, amcam geldi!" diye neşeyle bağırdı.
Ben gülerek kapıyı tam açıp "Gökay, hoş geldin. Geldiğin gibi kaçmayı düşünmüyorsan içeri buyur." dedim.
Gökay hafifçe gözlerini kıstı, Aybars’ı hâlâ kucağında tutarak "Kaçma şansım yok gibi duruyor zaten," diye güldü.
Ve işte o an anladım.
Aile sadece bir çatı altında olmak değildi.
Aile, kapıyı her açtığında seni bekleyen bir sıcaklık, minik kollarla boynuna sarılan bir masumiyet, ve her şeye rağmen hep yanında duran insanlardı.
Gökay içeri girerken, gözlerini üzerimize gezdirip "Nasıl oldunuz bakalım?" diye sordu.
Ama her zamanki gibi elleri yine doluydu.
Bir elinde Aybars’a oyuncak bir polis arabası, diğer elinde büyük bir meyve sepeti vardı.
Gözlerimi kıstım, başımı iki yana sallayarak gülerek söylendim:
"Oğlum, bir sefer de elin boş gel lan!"
Gökay kahkaha attı, "Abi, bu saatten sonra boş gelmem mümkün mü? Beni bir kere amca yaptınız, artık görevim var."
Aybars, amcasının elindeki oyuncağı görünce "Vayyy amcam bakııım!" diye sevinçle kollarını uzattı.
Gökay ona oyuncağı verirken bana yan gözle bakıp "Hem bak, küçük adamı mutlu ediyorum. Sana mı battı?" dedi sırıtarak.
Umay hafifçe gülümseyerek bana döndü. "Bırak Altay, sevinsin çocuk. Hem Gökay Bey, benim için ne getirdiniz?" diye sordu göz kırparak.
Gökay hemen meyve sepetini kaldırdı. "Yenge, senin için en güzel organik meyveleri seçtim. Karaciğerin bunları çok sevecek."
Umay kahkaha attı, "O zaman affedildin Gökay Bey."
Ben gözlerimi devirdim ama gülmeden edemedim. "Tamam lan, bari otur da çay söyleyeyim. Elinde paketlerle kapıda nöbet tutma."
Gökay gülerek içeri geçerken, içimde bir huzur vardı.
Aile yine bir aradaydı. Ve bu, her şeyden önemliydi.
Gökay içeri girerken, gözlerini üzerimize gezdirip "Nasıl oldunuz bakalım?" diye sordu.
Ama her zamanki gibi elleri yine doluydu.
Bir elinde Aybars’a oyuncak bir polis arabası, diğer elinde büyük bir meyve sepeti vardı.
Gözlerimi kıstım, başımı iki yana sallayarak gülerek söylendim:
"Oğlum, bir sefer de elin boş gel lan!"
Gökay kahkaha attı, "Abi, bu saatten sonra boş gelmem mümkün mü? Beni bir kere dayı yaptınız, artık görevim var."
Aybars, amcasının elindeki oyuncağı görünce "Vayyy amcam bakııım!" diye sevinçle kollarını uzattı.
Gökay ona oyuncağı verirken bana yan gözle bakıp "Hem bak, küçük adamı mutlu ediyorum. Sana mı battı?" dedi sırıtarak.
Umay hafifçe gülümseyerek bana döndü. "Bırak Altay, sevinsin çocuk. Hem Gökay Bey, benim için ne getirdiniz?" diye sordu göz kırparak.
Gökay hemen meyve sepetini kaldırdı. "Yenge, senin için en güzel organik meyveleri seçtim. Karaciğerin bunları çok sevecek."
Umay kahkaha attı, "O zaman affedildin Gökay Bey."
Ben gözlerimi devirdim ama gülmeden edemedim. "Tamam lan, bari otur da çay söyleyeyim. Elinde paketlerle kapıda nöbet tutma."
Gökay gülerek içeri geçerken, içimde bir huzur vardı.
Aile yine bir aradaydı. Ve bu, her şeyden önemliydi.
Tam Umay’la oturmuş dinleniyorduk ki kapı çaldı.
Gökay mutfakta meyveleri karıştırırken, Aybars elindeki oyuncağıyla oynuyordu.
Umay’la göz göze geldik, o da benim gibi huzurlu bir anın fazla uzun süremeyeceğini biliyordu.
"Kesin bunlar bizimkiler," dedim başımı iki yana sallayarak.
Kapıya yöneldim ve daha kolu çevirirken içeriden gelen kahkahaları duydum.
Kapıyı açmamla birlikte bütün tim içeri patladı!
Burak, İlteriş, Mustafa Kemal, Ulaş, Yavuz, Onur, Kerim, Eren, Fatih… Hepsi birden içeri daldı, sanki operasyona gider gibi.
"Komutanım, baskın yedik!" diye bağırdı Burak, gülerek.
İlteriş gözlerini devirdi, "Şu adamın ağızı hiç kapanmayacak yemin ediyorum."
Ulaş omzuma hafifçe vurup "Eee, iyileşme sürecin çok sessiz geçti, dedik ki biraz hareket getirelim." dedi sırıtıp.
"Hareket mi?!" diye kaşlarımı kaldırdım. "Lan burası ameliyat sonrası dinlenme merkezi, askeri karargâh değil!"
Burak hemen atıldı. "Ama komutanım, askerlik bitmez!"
Tam bir şey diyecekken Umay içeriden seslendi: "Altay, evime baskın yapan adamları içeri alıp almayacağına karar verir misin?"
Tim kahkahayı bastı, ben derin bir nefes alıp başımı iki yana sallayarak kenara çekildim.
"Girin lan içeri!" dedim, mecburen gülerek.
Ve ev bir anda hareketlendi.
Mutfakta Gökay’ın kahve yapma görevi verildi, Yaseminka çay için kolları sıvadı, Aybars kocaman adamların bacakları arasında koşturuyordu.
Ev, her zamankinden daha kalabalık, ama aynı zamanda daha sıcak hissediliyordu.
Ve ben içimden "İyi ki varlar," diye geçirdim.
Çünkü hayat, paylaştıkça daha güzeldi.
Kapı ikinci kez çaldığında, Burak hızlıca kapıya yöneldi.
Biz içeride sohbet etmeye devam ederken kapının açılmasıyla birlikte tanıdık sesler duyuldu.
Halil Komutan, Meltem Yenge ve oğulları Atilla gelmişti.
Kapıdan girerken hızla ayağa kalktım, "Hoş geldiniz komutanım!" dedim saygıyla.
Halil Komutan gülümseyerek içeri adım attı, "Altay, seni böyle iyi görmek güzel evlat." dedi tok sesiyle.
Tam o sırada gözüm Burak’a kaydı ve orada donup kaldım.
Rengi kireç gibi olmuştu!
Neredeyse bayılacak gibi duruyordu. Gözleri büyümüş, nefesi düzensizleşmişti.
"Lan Burak, iyi misin?" diye sormaya kalmadan, kapının eşiğinde bir genç kız belirdi.
Uzun saçları omzuna dökülmüş, duruşu kendinden emin ama bir o kadar da kibar bir gülümsemeyle içeri adım attı.
Ve sonra konuştu:
"Merhaba, ben Burçe. Halil Komutanınızın yeğeniyim."
O an, o odada bir saniyeliğine zaman durdu.
Gözlerimi kıstım, Burak’a döndüm.
Ve tam anlamıyla bayılacak gibi duruyordu. Elleri titriyor, beti benzi atmış, yutkunmaya bile zorlanıyordu.
Oğlum… Sen ne yaptın?!
Aşık olduğu kız, Halil Komutan’ın yeğeni çıkmıştı!
Gözlerimi Burçe’ye, sonra Halil Komutan’a, en son Burak’a çevirdim.
Ve bir anda beni fena bir gülme tuttu.
"Burak, geçmiş olsun kardeşim." dedim kahkahayı bastırmaya çalışarak.
Ama Burak için savaş daha yeni başlıyordu…
Burak olayları idrak edememiş gibi boş boş Burçe’ye bakarken, ben kendimi gülmemek için zor tutuyordum.
Bu sahne gerçekten görülmeye değerdi.
Halil Komutan hiçbir şeyden habersiz, her zamanki vakur tavrıyla içeri adım attı. "Ne oldu Burak, hayalet görmüş gibi donup kaldın?" dedi kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Burak aniden yutkundu, nefes almayı unuttuğunu fark etmiş gibi göğsünü şişirerek derin bir nefes aldı.
"Komutanım! Ben... Ben sadece… Şey…"
İlteriş, Burak’ın ne halde olduğunu görünce hemen durumu anladı ve yanaşıp "Burak’ın vücut sistemleri geçici bir şok yaşıyor, komutanım." dedi gülerek.
Burçe, Burak’ın bu tepkisini fark etmiş olacak ki başını yana eğerek hafifçe gülümsedi. "Beni bir yerden tanıyor musunuz Burak Bey?" diye sordu, kaşlarını hafifçe kaldırarak.
Burak gözleri kocaman açılmış bir şekilde boğazını temizledi. "Şey… Evet! Kahve sırasında karşılaşmıştık… Ama ben sizin… Yani, Halil Komutanımın yeğeniniz olduğunuzu bilmiyordum."
Tam bu sırada Ulaş, Onur ve Kerim kıkırdamaya başladı.
Halil Komutan kaşlarını çattı. "Sen benim yeğenimle kahve sırasında mı karşılaştın Burak?"
Burak iyice panikledi, "Sadece… Sırada! Yani… Kahve sırasındaydı… Çok resmi bir sıraydı, komutanım. Telsiz ve silahları çok düzenliydi, ben sadece iç disiplinini takdir etmiştim…"
Yaseminka hızla mutfağa kaçtı çünkü kahkahasını tutamıyordu.
Ben o kadar eğleniyordum ki bir noktada Burak’a acımaya başladım.
Burçe ise kollarını bağlayıp Burak’ı izliyordu. "Demek iç disiplini beğendiniz?" dedi, gülümseyerek.
Burak başını hızla salladı, "Evet evet, kesinlikle! Yani, çok iyi bir polis olduğunuzu düşünüyorum Burçe Hanım!"
Burçe hafifçe gülümsedi, "Teşekkür ederim Burak Bey. Ama ben de sizi hatırlıyorum." dedi sakince.
Burak neredeyse yere düşecekti. "Gerçekten mi?!"
Burçe hafifçe başını salladı, "Evet. Kahvenizi yanlışlıkla yere döktüğünüzde o kadar paniklemiştiniz ki, yere eğilip sanki bir devlet sırrını kaybetmişsiniz gibi toplamaya çalışıyordunuz."
Bu sefer dayanamadım ve kahkahayı patlattım.
"BURAK! Lan sen kahveni bile düşürdün mü?! Hangi ara?"
Burak gözlerini sımsıkı kapattı, "Altay abi, Allah aşkına şu an biraz destek ol!" diye fısıldadı ama iş işten geçmişti.
Halil Komutan kollarını bağlayıp Burak’ı süzdü. "Yani, benim yeğenimi sahada gördün, kahve sırasında karşılaştın, hatta önünde rezil bile oldun… Burak, yoksa sen benim yeğenime mi yan gözle baktın?"
O an Burak'ın ruhu bedeninden çıkıp başka bir boyuta geçti.
Beti benzi atmış, ne diyeceğini bilemiyordu.
Bense kahkahalarla onu izliyordum.
Bu, kesinlikle izlemeye değer bir sahneydi… Ve anlaşılan, Burak’ın hayatı artık eskisi gibi olmayacaktı!
"Ay durun, dalağım şişti!" dedim karnımı tutarak, gülmekten nefes alamıyordum.
Burak ise hâlâ hayata tutunmaya çalışıyordu. Ruhu bedeni terk etmek üzereydi, yüzü bembeyaz, gözleri kararmıştı.
Halil Komutan’ın bakışları onu delip geçiyordu.
Hepimiz içeri geçip oturduğumuzda, tim normal bir sohbet etmeye çalışıyordu ama Halil Komutan’ın bakışları masanın diğer ucunda oturan Burak’a çakılı kalmıştı.
Burak sırtını düzeltti, ellerini dizlerine koydu, dimdik oturdu ama yüzü sırılsıklam ter içindeydi.
"Burak, iyi misin?" diye sordum sırıtarak.
"Ben? BEN?!" dedi Burak, sesi hafifçe titriyordu. "ÇOK iyiyim komutanım. Bugün hava ne güzel değil mi?"
İlteriş kahvesini yudumlayarak "Öyle tabii, ama bazıları için biraz fazla sıcak olabilir." dedi, kısık bir sesle.
Burak ona yan gözle baktı ama Halil Komutanın bakışları onu o kadar sıkıştırmıştı ki kıpırdamaya cesaret edemedi.
Tam o sırada Burçe gülümseyerek konuştu.
"Amcacığım, lütfen Burak Bey’i rahat bırak."
Halil Komutan, Burçe’ye döndü, kaşlarını hafif kaldırarak "Ben rahatım kızım, sadece bazı gençlerin yüzlerindeki garip solgunluğun sebebini merak ediyorum." dedi, gözlerini Burak’tan ayırmadan.
Burak zoraki bir gülümsemeyle "Ben… Demir eksikliği, komutanım." diye mırıldandı.
Yaseminka kahkahasını zor tuttu, ben ise çayıma boğulmamak için derin bir nefes aldım.
Burak’ın Halil Komutan’ın yeğenine aşık olması büyük bir olaydı. Ve belli ki bu mevzu burada kapanmayacaktı.
Ama şimdilik, Burak’ın içinde bulunduğu durumu izlemek fazlasıyla keyif vericiydi.
"Ee?" dedim, Burçe’ye dönerek. "Baba tarafı mı, anne tarafı mı akrabalığınız?"
Burçe, dik duruşunu hiç bozmadan, net ve düzgün bir diksiyonla cevap verdi:
"Dayım olur komutanım. Yani, anne tarafı."
Burak’ın bir anda nefes almayı unuttuğunu fark ettim. Gözleri Halil Komutan ve Burçe arasında gidip gelirken, belli ki 'Ben şimdi ne yapacağım?' diye düşünüyordu.
Halil Komutan'ın sert bakışları hâlâ Burak’ın üzerinde geziniyordu.
"Burak," dedim, kaşlarımı kaldırarak. "Bana bak, sen hâlâ hayattasın."
Burak derin bir nefes aldı, "Ama ne kadar süreyle?" diye fısıldadı panikle.
Burçe hafifçe gülümseyerek, çayından bir yudum aldı. "Burak Bey, siz hep böyle mi geriliyorsunuz?"
Burak, "Hayır, hayır tabii ki… Şey… Yani evet ama… Yani durumunuza göre değişir!" diye kekelemeye başladı.
Yaseminka hızla mutfağa kaçtı çünkü kahkahasını tutamıyordu.
İlteriş bana eğilip fısıldadı: "Burak, sanırım en tehlikeli operasyonuna girdi. Şu an düşman hattında mahsur kaldı."
Ben başımı sallayarak "Allah yardımcısı olsun." dedim, sırıtarak.
Burak yavaşça Halil Komutan’a döndü, "Komutanım… Sizi çok seviyorum." dedi birden, saf ve umutsuz bir sesle.
Halil Komutan bir kaşını kaldırıp, ciddi bir sesle "Bunu biliyorum, Burak." dedi. Ama Burak’ın niyetini anlamış gibi, gülmemek için zor tutuyordu.
Bu işin sonu nereye varacaktı, bilmiyordum. Ama bir şey kesindi:
Burak’ın başı fena halde beladaydı.
Burçe, Yaseminka ve Umay mutfağa geçer geçmez, odadaki hava bir anda değişti.
Halil Komutan’ın bakışları sertleşti, gözlerini Burak’a dikti. Ve aniden, ağır adımlarla Burak’ın üzerine yürümeye başladı.
Burak olduğu yerde taş kesildi.
Biz ise İlteriş’le yan gözle birbirimize baktık. Burak’ın kaderine tanık olmak üzereydik.
Halil Komutan, Burak’ın tam karşısına dikilip, tok sesiyle konuştu:
"Burak."
Burak yutkundu, gözleri büyüdü. "Komutanım… Ben… Şey…"
"Sen benim yeğenime mi sulanıyorsun?"
Burak’ın nefesi kesildi. "Komutanım, estağfurullah! Sulanmak ne kelime! Ben… Ben sadece… Saygı duyuyorum!"
Halil Komutan başını yana eğdi, "Saygı mı?" diye tekrar etti. "Bana bir anlat bakalım Burak, nasıl bir saygı bu?"
Burak dimdik oturmaya çalıştı ama vücudu ihanet ediyordu. Ellerini dizlerine koydu, gözlerini Halil Komutan’dan kaçırmamaya çalışarak "Komutanım, ben kendisine gerçekten… Şey… Değer veriyorum." dedi.
Halil Komutan iyice Burak’a yaklaştı.
"Değer veriyorsun, öyle mi? Peki, sen kendini benim yerime koy Burak. Ben sana güvenmeli miyim?"
Burak ellerini açtı, "Komutanım, ben devletime, milletime, timime ve sizlere her zaman sadakatle hizmet ettim! Eğer bir gün beni Burçe Hanım'ın yanında görürseniz, bilin ki saygıyla ve ciddiyetle oradayım!"
O sırada İlteriş bana hafifçe eğilip fısıldadı: "Lan Burak resmen askerî yemin ediyor."
Ben gözlerimi kırpıştırıp, "Harbiden, bu adam bildiğin rütbe almak için konuşuyor gibi." dedim kısık sesle.
Ama Halil Komutan ciddiyetini bozmadan devam etti. "Burak, bil bakalım bir komutan için en önemli şey nedir?"
Burak hemen cevap verdi. "Dürüstlük ve disiplin, komutanım!"
"Güzel." dedi Halil Komutan, gözlerini Burak’ın üzerine dikerek. "O zaman bana dürüst ol. Burçe ile ciddi misin?"
Burak buz gibi terledi. Gözleri bir an karardı, ama sonra derin bir nefes alarak sırtını dikleştirdi.
"Komutanım, hayatımda hiç bu kadar ciddi olmadım." dedi, sesi titremeden.
Halil Komutan gözlerini kıstı, onu süzdü.
Ve sonra… Birden geri çekildi.
"Pekâlâ," dedi sessizce. "O zaman bunu kanıtlamak için bolca zamanın olacak."
Burak önce ne olduğunu anlayamadı. Sonra derin bir nefes aldı ama hâlâ diken üstündeydi.
Halil Komutan elini Burak’ın omzuna koydu, "Eğer benim yeğenime yanlış yaparsan, seni haritadan silerim. Anlaşıldı mı?" diye ekledi.
Burak sanki iç organları yer değiştiriyormuş gibi başını hızla salladı. "Anlaşıldı komutanım! Çok net anlaşıldı!"
Tam o sırada, mutfaktan kahkaha sesleri geldi. Burçe, Yaseminka ve Umay bir şeylere gülerek çıkmıştı.
Burçe, Burak’a hafifçe başını eğerek "Ne konuşuyordunuz?" diye sordu.
Burak bembeyaz bir suratla Halil Komutan’a baktı, sonra Burçe’ye dönüp zorlama bir gülümsemeyle:
"Komutanım bana geleceğim hakkında çok değerli tavsiyeler veriyordu." dedi.
Ben ve İlteriş başımızı eğip gülmemek için kendimizi zor tuttuk.
Ama Burak için asıl sınav şimdi başlıyordu.
Burçe, Yaseminka ve Umay mutfağa geçer geçmez, odadaki hava bir anda değişti.
Halil Komutan’ın bakışları sertleşti, gözlerini Burak’a dikti. Ve aniden, ağır adımlarla Burak’ın üzerine yürümeye başladı.
Burak olduğu yerde taş kesildi.
Biz ise İlteriş’le yan gözle birbirimize baktık. Burak’ın kaderine tanık olmak üzereydik.
Halil Komutan, Burak’ın tam karşısına dikilip, tok sesiyle konuştu:
"Burak."
Burak yutkundu, gözleri büyüdü. "Komutanım… Ben… Şey…"
"Sen benim yeğenime mi sulanıyorsun?"
Burak’ın nefesi kesildi. "Komutanım, estağfurullah! Sulanmak ne kelime! Ben… Ben sadece… Saygı duyuyorum!"
Halil Komutan başını yana eğdi, "Saygı mı?" diye tekrar etti. "Bana bir anlat bakalım Burak, nasıl bir saygı bu?"
Burak dimdik oturmaya çalıştı ama vücudu ihanet ediyordu. Ellerini dizlerine koydu, gözlerini Halil Komutan’dan kaçırmamaya çalışarak "Komutanım, ben kendisine gerçekten… Şey… Değer veriyorum." dedi.
Halil Komutan iyice Burak’a yaklaştı.
"Değer veriyorsun, öyle mi? Peki, sen kendini benim yerime koy Burak. Ben sana güvenmeli miyim?"
Burak ellerini açtı, "Komutanım, ben devletime, milletime, timime ve sizlere her zaman sadakatle hizmet ettim! Eğer bir gün beni Burçe Hanım'ın yanında görürseniz, bilin ki saygıyla ve ciddiyetle oradayım!"
O sırada İlteriş bana hafifçe eğilip fısıldadı: "Lan Burak resmen askerî yemin ediyor."
Ben gözlerimi kırpıştırıp, "Harbiden, bu adam bildiğin rütbe almak için konuşuyor gibi." dedim kısık sesle.
Ama Halil Komutan ciddiyetini bozmadan devam etti. "Burak, bil bakalım bir komutan için en önemli şey nedir?"
Burak hemen cevap verdi. "Dürüstlük ve disiplin, komutanım!"
"Güzel." dedi Halil Komutan, gözlerini Burak’ın üzerine dikerek. "O zaman bana dürüst ol. Burçe ile ciddi misin?"
Burak buz gibi terledi. Gözleri bir an karardı, ama sonra derin bir nefes alarak sırtını dikleştirdi.
"Komutanım, hayatımda hiç bu kadar ciddi olmadım." dedi, sesi titremeden.
Halil Komutan gözlerini kıstı, onu süzdü.
Ve sonra… Birden geri çekildi.
"Pekâlâ," dedi sessizce. "O zaman bunu kanıtlamak için bolca zamanın olacak."
Burak önce ne olduğunu anlayamadı. Sonra derin bir nefes aldı ama hâlâ diken üstündeydi.
Halil Komutan elini Burak’ın omzuna koydu, "Eğer benim yeğenime yanlış yaparsan, seni haritadan silerim. Anlaşıldı mı?" diye ekledi.
Burak sanki iç organları yer değiştiriyormuş gibi başını hızla salladı. "Anlaşıldı komutanım! Çok net anlaşıldı!"
Tam o sırada, mutfaktan kahkaha sesleri geldi. Burçe, Yaseminka ve Umay bir şeylere gülerek çıkmıştı.
Burçe, Burak’a hafifçe başını eğerek "Ne konuşuyordunuz?" diye sordu.
Burak bembeyaz bir suratla Halil Komutan’a baktı, sonra Burçe’ye dönüp zorlama bir gülümsemeyle:
"Komutanım bana geleceğim hakkında çok değerli tavsiyeler veriyordu." dedi.
Ben ve İlteriş başımızı eğip gülmemek için kendimizi zor tuttuk.
Ama Burak için asıl sınav şimdi başlıyordu.
İlteriş, Burak’ın hâlâ titrediğini görünce daha fazla dayanamadı. Sırıtarak bana yaklaştı ve alçak bir sesle kulağıma fısıldadı:
"Burak’ın, Burçe’ye açılamadan önce dayısına açılması hakkında ne düşünüyorsun, Altay?"
Tam o an, kahkahamı tutamadım.
Göğsüm sarsıldı, başımı öne eğip kahkahayı bastırmaya çalıştım ama mümkün değildi.
Burak kaşlarını çatarak bize baktı. "Siz neyinize gülüyorsunuz lan? Hayatımın en büyük krizini yaşıyorum burada!"
Ben karnımı tutarak zorla nefes aldım, gözlerim yaşarmıştı. "Oğlum, daha kızı sevdiğini bile söyleyemeden önce ailesinden onay aldın! Ne güzel taktik lan!"
İlteriş başını sallayarak, "Resmen operasyonu yanlış sırayla yaptın Burak. Önce hedefe yaklaşılır, sonra destek kuvvetlerle temasa geçilir. Sen ise direkt komuta kademesiyle muhabbete girdin." dedi kahkahasını gizleyerek.
Burak derin bir iç çekti, "Siz burada espri yapıyorsunuz ama benim elim ayağım titriyor." diye söylendi.
Burçe, Burak’ın bu tuhaf halini fark etmiş olacak ki ona dönüp hafifçe gülümsedi. "Gerçekten bu kadar gerildiniz mi Burak Bey?"
Burak hızla toparlanmaya çalıştı, dik oturdu ve "Hayır, ben gayet rahatım! Kesinlikle rahatı—" dedi ama Halil Komutan kaşlarını kaldırınca cümleyi yutkunarak tamamladı. "Şey… Evet, biraz gerildim."
Bu sefer Burçe hafifçe güldü. "Buna alışmanız gerekecek sanırım."
Burak ona baktığında, gözlerinin içi parladı.
Ben de o an anladım. Burak ne kadar panik yaparsa yapsın, Burçe’yi gerçekten sevmişti.
Ama işte mesele şuydu… Bu ilişkiyi yaşamak, bir ömür boyu komutanının gözetiminde olmak anlamına geliyordu.
Ve bu, Burak’ın bugüne kadar karşılaştığı en büyük meydan okuma olabilirdi.
Meyveler yenirken, Burak hâlâ tedirgin bir şekilde oturuyordu. Gözleri Burçe’ye kayıyor, sonra hızla kaçırıyordu.
Ben ise elimdeki elmayı bir kenara koyup başımı hafifçe eğerek Burak’a gelmesi için işaret ettim.
Burak, "Lan yine ne yapıyorsun?" der gibi kaşlarını çattı ama mecburen yanımıza yaklaştı.
Tam o sırada Yaseminka ve Umay da Burçe’yi yanımıza doğru çektiler. Gözlerinde muzip bir ifade vardı.
İlteriş hafifçe gülümsedi, Ulaş kıkırdamamak için dudaklarını ısırıyordu.
Burak yanıma eğildiğinde, "Şimdi," dedim alçak sesle, "hızlıca çay içmek istediğini söyle ve kibarca onu kafeye davet et."
Burak’ın gözleri kocaman açıldı, "Oğlum ben şu an bırak çayı, nefes almakta bile zorlanıyorum!" diye fısıldadı panikle.
Omzuna hafifçe vurdum, "Hadi aslanım, sahaya çıkma vakti. Eğer bu tehlikeyi atlatsan bile Halil Komutan’ın gölgesi hep üstünde olacak, en azından iyi bir başlangıç yap."
Burak yutkundu, alnında hafif bir ter belirdi ama derin bir nefes alıp toparlandı.
Burçe’nin yanına döndü, en ciddi ama aynı zamanda en kasıntı sesiyle "Şey… Burçe Hanım, ben çay içmek istiyorum. Yani… Birlikte çay içmek ister misiniz? Şey… Benimle bir kafeye gelir misiniz?" dedi.
Odaya anında sessizlik çöktü.
Herkes Burçe’nin tepkisini bekliyordu.
Burçe hafifçe başını yana eğip gözlerini kısıp onu süzdü. "Burak Bey, bana kahve sırasındaki kazayı anlatırsanız, sizinle çay içmeye gelebilirim." dedi hafif bir gülümsemeyle.
Burak’ın yüzü tam anlamıyla dondu. "H-hangi kaza? Benim… Benim haberim yok…"
Burçe kollarını bağladı, gözlerini ona dikti. "Yanlışlıkla kahvenizi döküp yere çöküp kurtarma operasyonu yaptığınız kaza?"
Ben kahkahamı tutamadım. İlteriş de boğazını temizleyerek gülmemek için çabalıyordu.
Burak nefesini tutup hızla başını salladı. "Tamam! Gelin çay içelim! Her şeyi anlatırım!"
Burçe başını hafifçe eğdi, gülümsedi ve "Tamam, Burak Bey. O zaman çay bahçesine gidelim." dedi.
Ve işte o an, Burak savaşın en zorlu kısmını atlatmıştı.
Ama hepimiz biliyorduk… Bu sadece başlangıçtı!
Gençleri anlaştırdığımıza göre, artık içim biraz olsun rahattı. Burak savaşın ilk cephesini başarıyla geçmişti.
İlteriş gözlerini kısarak "Burak’ı sahaya sürdük, şimdi izlemesi kaldı." diye mırıldandı gülerek.
Ben de başımı salladım, "Allah yardımcısı olsun." dedim, hafif bir tebessümle.
Sonra gözlerimi Umay’a çevirdim.
Onca kaosun içinde, onca gürültünün arasında bile gözüm sadece ona kayıyordu.
Yavaşça kollarımı açıp onu kendime çektim, beline sarıldım ve derin bir nefes aldım.
O da başını göğsüme yasladı, huzurlu bir nefes verdi.
"Her şey yolunda gözüküyor, Altay." dedi fısıltıyla.
Elimi yavaşça saçlarının arasından geçirerek, "Öyle de olacak, kraliçem." diye karşılık verdim.
Evimizi saran kahkahalar, sevdiğimiz insanların yanımızda oluşu, yeniden nefes aldığımız o an…
Gerçek mutluluk buydu.
Ve ben, bu mutluluğun her saniyesine sıkı sıkı tutunacaktım.
Umay’ı kollarımın arasına almış, o anın tadını çıkarırken, içerideki sohbet ve kahkahalar hâlâ devam ediyordu.
Burak, Burçe’yle çay içmeye razı olmuştu ama gerginliği her halinden belliydi. İlteriş, Ulaş ve Yavuz köşede kendi aralarında alaycı bakışlarla durumu değerlendiriyordu.
Gökay kahvesini yudumlarken, "Altay, Burak için bahis açsak mı? İlk buluşma faciası yaşar mı yaşamaz mı diye?" diye sırıtarak sordu.
"Oğlum, adam daha yeni nefes almaya başladı, bırak biraz yaşasın." dedim gülerek.
Tam o sırada Aybars, minik adımlarıyla yanımıza geldi, gözleri merakla Umay’a ve bana bakıyordu.
"Anne, baba, siz neden sarılıyorsunuz?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Umay kıkırdayarak başını göğsümden kaldırdı, "Çünkü birbirimizi seviyoruz." dedi.
Aybars bir an düşündü, sonra kollarını iki yana açarak "Ben de istiyorummm!" diye bağırıp kucağımıza atladı.
Ben kahkahayı bastım, Umay da kollarını ona doladı. "Gel bakalım küçük adam, sen de bizim parçamızsın."
Aybars’ın gülüşüyle içim huzurla dolmuştu.
Dönüp etrafı izledim. Tim, dostlarım, ailem…
Yanımda olmaları, bizi bırakmamaları, Umay’la verdiğimiz savaşta tek bir an bile yalnız bırakmamaları…
İşte hayatın anlamı buydu.
Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım, içimden geçirdim:
"Bu kez gerçekten kazandık."
Ve hayat, tam da olması gerektiği gibi devam ediyordu.
Söz verdiğim gibi, bu yaz Aybars ve Umay’ı tatile çıkaracaktım.
Onca hastane süreci, nakil, tedaviler, savaşlar ve bitmek bilmeyen stresin ardından, hak ettiğimiz huzuru yaşama zamanı gelmişti.
Umay başını dizime yaslamış, elinde Aybars’ın minik parmaklarını tutuyordu. İkisi de yorgundu ama bu sefer savaşın değil, hayata geri dönmenin tatlı yorgunluğuydu.
"Nereye gidiyoruz, Altay?" diye sordu Umay, gözlerini hafifçe aralayarak.
Gülümsedim, "Sana sürpriz kraliçem." dedim.
Aybars, annesinin kucağında doğrulup heyecanla ellerini çırptı. "Baba! Beni de söyle! Ben de sürpriz istiyorummm!"
Kahkaha attım, "Tabii ki seni de söyleyeceğim küçük adam." dedim, burnunu sıkıp.
Umay’ın gözleri ışıldıyordu. Saçları hâlâ kısa ama sağlığı yerine gelmişti. Yanaklarına renk gelmiş, yüzüne eski sıcak ifadesi geri dönmüştü.
"Gerçekten gidiyoruz yani?" diye sordu, hâlâ inanamıyormuş gibi.
Başımı salladım. "Sen, ben ve Aybars. Bu yaz sadece bize ait olacak."
Umay derin bir nefes aldı, yüzüme baktı ve gözleri doldu.
"Altay…" dedi fısıltıyla. "Çok uzun zamandır ilk kez gerçekten yaşıyor gibi hissediyorum."
Parmaklarını sıktım, alnına yavaşça bir öpücük kondurdum. "Çünkü yaşamak için savaştık, Umay. Ve kazandık."
Bu yaz, bizim yeniden doğuşumuz olacaktı.
Ve ben, her saniyesinin tadını çıkaracaktım.
Söz verdiğim gibi, bu yaz Aybars ve Umay’ı tatile çıkaracaktım.
Onca hastane süreci, nakil, tedaviler, savaşlar ve bitmek bilmeyen stresin ardından, hak ettiğimiz huzuru yaşama zamanı gelmişti.
Umay başını dizime yaslamış, elinde Aybars’ın minik parmaklarını tutuyordu. İkisi de yorgundu ama bu sefer savaşın değil, hayata geri dönmenin tatlı yorgunluğuydu.
"Nereye gidiyoruz, Altay?" diye sordu Umay, gözlerini hafifçe aralayarak.
Gülümsedim, "Sana sürpriz kraliçem." dedim.
Aybars, annesinin kucağında doğrulup heyecanla ellerini çırptı. "Baba! Beni de söyle! Ben de sürpriz istiyorummm!"
Kahkaha attım, "Tabii ki seni de söyleyeceğim küçük adam." dedim, burnunu sıkıp.
Umay’ın gözleri ışıldıyordu. Saçları hâlâ kısa ama sağlığı yerine gelmişti. Yanaklarına renk gelmiş, yüzüne eski sıcak ifadesi geri dönmüştü.
"Gerçekten gidiyoruz yani?" diye sordu, hâlâ inanamıyormuş gibi.
Başımı salladım. "Sen, ben ve Aybars. Bu yaz sadece bize ait olacak."
Umay derin bir nefes aldı, yüzüme baktı ve gözleri doldu.
"Altay…" dedi fısıltıyla. "Çok uzun zamandır ilk kez gerçekten yaşıyor gibi hissediyorum."
Parmaklarını sıktım, alnına yavaşça bir öpücük kondurdum. "Çünkü yaşamak için savaştık, Umay. Ve kazandık."
Bu yaz, bizim yeniden doğuşumuz olacaktı.
Ve ben, her saniyesinin tadını çıkaracaktım.
Tam tatil planlarımızı konuşurken Gökay yanıma sokuldu.
"Şey… Aslında bir şey diyecektim," dedi hafif mahcup bir ifadeyle.
Kaşlarımı kaldırıp ona döndüm. "Hayırdır vali bey?"
Gökay elini cebine soktu, hafifçe gülerek "Madem ki siz plan yaptınız, ben de dün size rezervasyon yaptırmıştım." dedi.
Bir an duraksadım. "Ne?!"
Gökay başını salladı, yüzünde şaşkın ama bir o kadar da eğlenen bir ifade vardı.
"Aynen öyle. Ve tam da Didim’e! Tesadüfe bak!"
Umay kahkaha attı, "Kardeş dayanışması işte, Altay." dedi.
Ben alnımı ovuşturarak güldüm. "Oğlum, bari bir şey yapmadan önce haber verseydin!"
Gökay omuz silkti. "Ee, şimdi ne yapacağız? Aynı yere iki kere mi rezervasyon yaptırdınız?"
Gözlerimi kısıp ona baktım. "Belli ki sen bizim planlarımızı önceden sezmişsin. Bu yüzden, madem ki tatilimizi garantiledin, artık sana teşekkür etmek düşer."
Aybars hemen atıldı, "Amcaaa! Otele gidiyozzz!" diye zıplayarak bağırdı.
Gökay başını iki yana sallayıp gülerek oğlumu kucağına aldı. "Tabii ki gidiyoruz küçük adam. Ve ben de size birkaç sürpriz hazırladım."
Umay merakla "Sürpriz mi?" diye sordu.
Gökay göz kırptı, "Onu otelde göreceksiniz."
Ben başımı sallayıp derin bir nefes aldım. "Kardeşim, seninle uğraşmak bazen askerî operasyon yürütmekten daha zor."
Gökay kahkaha atarak sırtıma vurdu. "Ee, ben de boşuna vali olmadım Altay Bey."
Ve işte böyle, tatilimiz artık resmen başlamıştı.
Tam tatil planlarımızı netleştirirken, tim birden atıldı.
"Bu sefer biz de geliyoruz!" diye hep bir ağızdan bağırdılar.
Ben gözlerimi devirdim, "Oğlum, biz aile tatiline gidiyoruz! Ne işiniz var sizin bizimle?" dedim gülerek.
Burak hemen atıldı, "Komutanım, sonuçta aile sayılırız. Sizi yalnız mı bırakacağız? Hem Aybars’ı yüzme eğitimi verecek kim var?
Ulaş da kollarını kavuşturup "Aybars’a deniz komandosu eğitimi veririz. Küçük adamın potansiyeli var." dedi göz kırparak.
Umay kahkaha attı, "Allah aşkına, çocuğu rahat bırakın, biz sadece dinlenmeye gidiyoruz."
O sırada İlteriş gülerek araya girdi, "Beyler, durun! Önce benim düğünümü yapalım, sonra istediğiniz kadar tatile gidersiniz."
Ortalık bir an sessizleşti, sonra hep bir ağızdan tezahürat koptu.
"Vayyy İlterişş! Sonunda evleniyorsun ha!"
Yaseminka utangaç bir şekilde başını öne eğdi, "Evet, önce düğünümüz var, tatil sonra." dedi gülümseyerek.
Ben başımı salladım, "Tamam, karar verildi. Önce İlteriş ve Yaseminka’nın düğünü, sonra Didim!"
Burak derin bir nefes alıp "İyi bari, düğünle başlıyoruz. Ama tatilde bizi bekleyin!" dedi göz kırparak.
Ben gözlerimi devirip, "Ne yapayım, başa gelen çekilir." dedim gülerek.
Ve böylece, ilk durağımız düğün, sonra Didim!
Bu yaz, gerçekten unutulmaz olacaktı.
Burak, gözlerini kısarak Halil Komutan’a döndü.
"Komutanım, acaba siz de ailecek gelir misiniz?" dedi, en masum ses tonuyla.
O anda odadaki herkes nefesini tuttu.
Halil Komutan birkaç saniye Burak’a baktı, sonra gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.
"Ya sabır..." diye mırıldandı.
Sonra gözlerini açıp sert bir ifadeyle "Burçe gelemez." dedi.
Ama Burçe hemen atıldı, "Ama dayıcım, benim nerem eksik?" diyerek kollarını açtı.
Halil Komutan, yeğeninin bu sözlerine direnmeye çalıştı ama Burçe’nin ısrarcı bakışlarını görünce kaşlarını çatarak sustu.
Odada sessizlik oluştu.
Herkes Halil Komutan’ın ne diyeceğini bekliyordu.
Sonunda, ağır bir nefes alıp başını salladı. "Tamam! Ama Burak..."
Burak hemen "Buyurun komutanım!" diye dikeldi.
Halil Komutan Burak’a öyle bir bakış attı ki, odadaki sıcaklık bir anda düştü.
"Senin her adımını izleyeceğim. Bir hata yaparsan, senin için o tatil Ege’nin sularında kaybolduğun bir operasyona dönüşebilir." dedi, sesi tehditkâr bir şekilde sakin.
Burak yutkundu. "Tabii komutanım! Saygıyla, disiplinle, efendilikle tatil yapacağım!" dedi, hızla başını sallayarak.
Yaseminka kahkaha atarak "Burak, sen tatilde değil, askerî kampta olacaksın farkında mısın?" diye sordu.
Burak derin bir iç çekip "Biliyorum yenge... Ama aşk fedakârlık gerektirir." dedi, içli bir şekilde.
Ben ise gözlerimi Halil Komutan ve Burak arasında gezdirerek, bu tatilin düşündüğümden daha eğlenceli olacağına emin oldum.
Bu yaz gerçekten unutulmaz olacaktı!
Burak, Halil Komutan’ın bakışları altında ezilirken, biz diğerleriyle göz göze gelip eğlenmemek için kendimizi zor tutuyorduk.
Burak’ın tatil hayalleri, Ege sahillerinde güneşlenmekten çok askeri eğitim kampına dönüşecekti, bu kesindi.
Halil Komutan son kez Burak’a sert bir bakış attıktan sonra "Peki, hadi bakalım. Önce şu düğünü halledelim, sonra tatili konuşuruz." dedi.
Burçe, tatlı bir zafer kazanmış gibi gülümsedi ve Burak’a hafifçe başını salladı. "Umarım buna değersin Burak Bey." dedi hafifçe gülerek.
Burak ise "Siz hiç merak etmeyin, en disiplinli tatilci ben olacağım!" diyerek kendini garantiye almaya çalıştı.
İlteriş kahkahasını tutamayıp bana döndü. "Altay, bu tatil bizim için dinlenme olacak ama Burak için psikolojik savaş eğitimi olacak!"
Ben başımı sallayıp "O kendi kendine cepheye sürüklendi. Yapacak bir şey yok." dedim gülerek.
Tam herkes konuşmaya devam ederken Aybars kollarını açıp "Babaa! Beni de denize götürecek miyiz?" diye heyecanla sordu.
Umay gülümseyerek oğlumuzu kucağına aldı. "Tabii ki götüreceğiz minik adam. Ama önce güzel bir düğün izleyeceğiz, tamam mı?"
Aybars başını hızla salladı. "Tamaaaam! Ama sonra suya balık gibi dalcam!" diye bağırdı.
Herkes kahkaha atarken Burak bir köşede oturup hâlâ Halil Komutan’ın bakışlarının etkisinden çıkmaya çalışıyordu.
Ve işte böyle…
Önce İlteriş ve Yaseminka’nın düğünü, ardından Didim tatili…
Bu yaz, kesinlikle sıradan olmayacaktı.
Ve Burak için?
O, hayatının en büyük sınavına girmek üzereydi.
Aybars, annesinin kucağında tatlı tatlı kıpırdanırken birden parmağını kaldırdı ve ciddi bir ifadeyle "Baba!" dedi.
Gözlerimi ona çevirdim, "Efendim, küçük adam?" diye sordum gülümseyerek.
Minik kaşlarını çatıp "Beni büyüyünce nereye götüreceksin?" diye sordu.
Umay ve ben birbirimize baktık, sonra gülümseyerek "Nereye gitmek istersin peki?" dedim.
Aybars bir an düşündü, sonra gözleri heyecanla parladı.
"Gökyüzüne!" diye bağırdı. "Bulutlara dokunmak istiyorum!"
Herkes bir anlık sessizlikten sonra kahkahayı bastı. Gökay, "Ben bunu bir helikopter turu olarak ayarlayabilirim." diye şaka yaparken, Halil Komutan bile hafifçe gülümsemişti.
Ben oğlumun saçlarını okşayarak "Gökyüzüne çıkamasak da seni en yüksek yerlere götüreceğim, söz!" dedim.
Aybars gözlerini kocaman açtı, "Ama baba! Senin kolların var!" dedi ve minik ellerini açarak bana doğru uzandı. "Beni uçur!"
Gülerek onu kucağıma aldım ve hızla havaya kaldırdım. Aybars kahkahalar atarak kollarını açtı, gerçekten uçuyormuş gibi hissediyordu.
"Vuuuu! Babam en güçlü! En yükseğe uçuruyor!" diye sevinçle bağırırken Umay da elini uzatıp Aybars’ın yanağını sevdi.
Gözlerimi ona dikerek "Sen bizim en değerli hazinemizsin, küçük adam." diye fısıldadım.
Aybars kıkırdayarak "O zaman hazine gibi saklayın beni!" dedi ve boynuma sıkıca sarıldı.
Umay ve ben, hayatımızdaki en büyük zaferin bu an olduğunu bir kez daha hissettik.
Ve böylece…
Bu tatil, sadece bir yolculuk değil, bizim hak ettiğimiz en güzel başlangıç olacaktı....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |