Yetimhanedeki o eski günlerim bir anda gözlerimin önüne geldi. Bir çocukken, yalnızken, hayatta kalmak için savaşırken… O zamanlar, yemek yapmak bir lüks değil, hayatta kalmanın bir yolu gibiydi. Sıcak bir çorba, belki bir dilim ekmek, her şey o kadar değerliydi ki. En zor anlarımda, o mutfakta geçirdiğim saatler, bana bir nebze olsun huzur verirdi.
O zamanlar mutfağa girdiğimde, her şey daha farklıydı. Yalnızca birkaç malzeme vardı, ama o birkaç malzeme, beni yaşatıyordu. Hangi çocuk olursa olsun, yemek hazırlamak bir mücadeleydi. Bir kâse yemek, o anı geçirebilmek için tek şanstı. Ama şimdi, burada, bu evde, her şey farklıydı.
O eski hatıralarla dolu kafamı toparlayıp mutfağa yöneldim. Yorgundum, her şey üst üste gelmişti. Bugün de zordu, her an bir adım daha fazlasını atmaya çalışıyordum. O kadar çok yük vardı ki sırtımda. Ama işte, bir şeyler yapmak istedim. Kafamı dağıtmak için, sadece bir tabak menemen… O eski zamanları düşünürken, belki de biraz da içimdeki boşluğu dolduracak bir şeyler.
Yumurtaları kırarken, o eski mutfak hatıralarımı düşünmeye devam ettim. O zamanlar, yemek hazırlamak sadece bir zorunlulukken, şimdi bir tür rahatlama şekline dönüşmüştü. Ama ne olursa olsun, içimdeki o boşluk, o çocukluk travmalarım, hiçbir zaman tamamen kaybolmamıştı.
Kafamı kaldırıp mutfağın kapısından baktım. İlteriş sivil kıyafetlerle içeri girmişti. Gülümsedi. "Ne bakıyorsun, Altay? Kimseye vermem seni, bana lazımsın," dedi. O esprili tavırları, bir anda beni başka bir dünyaya götürdü. Gülümseyerek, "Hadi lan, sana mı kaldım? O kadar mı kıymetliyim?" dedim. İçimden bir kahkaha atmak istedim ama biraz da hüzünlüydüm.8
İlteriş’in gözleri gülümsedi, "Evet, bana lazımsın. Şu menemenin güzelliğine bak," dedi.2
Ve ben, bir yanda eski anılarla, bir yanda İlteriş’in rahat tavırlarıyla, o menemene bir kaşık daha tuz ekledim. Hayat bazen karmaşık oluyordu ama bir şekilde, o an, her şey yolunda gibiydi.
İlteriş’le birlikte sofrada yemek yerken, bir yandan da günün yorgunluğunu atmaya çalışıyorduk. Menemeni yedikten sonra, birader yine bildiği gibi, rahatlamaya başlamıştı. Yemeklerin üzerine bir yudum ayran içtik, bir süre sessiz kaldık.
Tam o sırada, telefonum titremeye başladı. Ekranda gelen mesajı görünce, bir an duraksadım.
"Yarın işler var. İyi dinlenmeniz gerekiyor," yazıyordu. İşlerin yoğunluğu aklıma geldi, ama yine de yorgunluğumun üstesinden gelmek için biraz daha dinlenmem gerekiyordu.
Mesajı kapatıp, telefonumu cebime koyarken, İlteriş gözlerimi takip etti. “Ne oldu, Altay?” dedi, yavaşça.
"Yarın biraz daha zorlanacağız, biraz dinlenmemiz lazım," dedim, bir yandan kafamda yapılacak işleri planlarken. “Ama şu an için en iyi şey, biraz sohbet etmek gibi görünüyor.”
İlteriş, başını sallayarak gülümsedi. “Aynen öyle. İşler bizi bekleyecek, ama şu an kafamızı dağıtmalıyız,” dedi ve kanepeye doğru yöneldi.
İkimiz de mutfağın sıcak atmosferinden çıkıp, salonun kanepe kısmına geçtik. Oturduk, rahat bir pozisyonda birbirimize bakarak, her şeyin geçici olduğunu ve sadece şu anın önemli olduğunu düşündük.
İlteriş, bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Yani, şunu demek istiyorum, Altay. Bu kadar stresli bir hayatın içinde, birbirimizi desteklemesek, n’olurduk ki?” dedi, ciddi bir şekilde.
Gülümsedim. “Aynen, doğru diyorsun. Ama bazen de fazla destek oluyorsun, İlteriş,” dedim, ona göz kırparak.
O da hemen cevabını verdi: “Yok be, sadece seni biraz daha gülümsetmeye çalışıyorum. Kafanı dağıtmalıyız, Altay. Hepimiz çok ciddi bir iş yapıyoruz ama bir yandan da yaşamak lazım.”
Bir an duraksadım, kafamda geçenleri toparladım. "Bazen hayatın bu kadar ciddi olması, gülümsemeni bile unutturuyor. Ama evet, doğru diyorsun, İlteriş. Biraz gülümsemek lazım," dedim, içimden biraz rahatlamış olarak.
O sırada, İlteriş bana baktı, gülümsedi ve “İyi ki varsın, Altay. Yoksa bu kadar işi tek başıma yapmazdım,” dedi.
Bir an gözlerim ona odaklandı. Ne de olsa, İlteriş her zaman yanında olan bir arkadaş olmuştu. “Sana da İlteriş. Bazen delisin ama yine de bu işin içine girince bir şekilde yol alıyoruz.”
Birlikte gülüştük. O an, dünyadaki her şeyin ne kadar karmaşık olursa olsun, bu sohbetin ve bu arkadaşlığın değeri vardı.
Yine o lanet olası rüya… Yavaşça gözlerimi araladım ama her şey bulanıktı. Vücudumun her yeri titriyor, ateşler içinde yanıyordum. Gözlerim karanlıkta netleşene kadar birkaç saniye geçti. O kadar kötüydü ki, kalbim hala hızla çarpıyordu. O eski anı, o eski hatıralar, bir türlü peşimi bırakmıyordu. Rüyada hissettiğim korku, gerçekmiş gibi üzerime çökmüştü.
Birden, odanın köşesinde bir figür fark ettim. Hızla gözlerimi ona odakladım. İlteriş… Yavaşça uyandığını fark ettim. Uyku sarhoşluğu içinde, gözleri kısık, başı hafifçe yana düşmüş şekilde bana doğru eğilmişti.
"Altay, uyan!" diye fısıldadı, sesi derin ve uyuşuk. Ellerini hafifçe omzuma koyarak beni uyandırmaya çalışıyordu. Gözleri hala kısık ve bulanık, tam olarak ne olduğunu anlamamış gibiydi.
Bir süre sessiz kaldım. Hala rüyanın etkisindeydim. İçimdekiler, o karanlık anlar ve hisler hala sırtımda, bir yük gibi duruyordu.
İlteriş’in sesi bir nebze olsun beni toparlamaya yetti. Yavaşça gözlerimi açıp ona baktım. "Ne oldu?" dedim, sesim titreyerek.
"O rüyayı mı gördün yine?" dedi, gözlerinde bir miktar endişe vardı. “Bana bak, tamam mı? Sakin ol, burada kimse sana zarar veremez.”
Kafamı salladım, hala titriyor, bedenim hala rüyadan çıkamamış gibiydi. Ama İlteriş’in sakinleştirici sesi, beni bir nebze olsun rahatlatıyordu.
"Bu kadar korkmana gerek yok, Altay," dedi, yine sesinde yumuşak bir ton vardı. "Burası güvenli, ben buradayım. Geçti artık."
Yavaşça kendimi toparlamaya çalıştım. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım. Bir süre sessiz kaldık, ama İlteriş’in varlığı bana huzur veriyordu. Her şeyin ne kadar karmaşık ve korkutucu olduğunu düşünürken, o an İlteriş’in yanında olmak, bir tür güven duygusu veriyordu.
Sonra birden, kafamda o eski sorular belirdi. Neden bu kadar korkuyordum? Neden her şeyin yükünü taşıyamıyordum? Ama İlteriş’in o güven veren bakışları, biraz olsun rahatlamama yetti.
Saat 5:30’du. Yavaşça gözlerimi açtım, bir an rüyaların etkisinden tamamen çıkamamıştım ama kalkmam gerekiyordu. Zaten o saatten sonra uyumak da boşunaydı. Yatakta biraz daha gerindikten sonra, kendimi toparlayıp yataktan kalktım. İlteriş, yatakta hala uykusunu alıyordu, ama ben rutinimi yapmalıydım. Saçımı biraz daha kısa kestirmiştim, ama yine de tıraş olmak gerekirdi.
Tıraş oldum, yüzümü yıkadım ve soğuk suyun cildimde bıraktığı hissi bir süre hissettim. Bazen küçük şeyler bile, insanı ferahlatabiliyordu. Ardından elimi yüzümü kuruladım, giyinmeye başladım. Hızlıca bir duş aldım, sonra diğer günlük rutinlerimi yapmaya koyuldum. İlteriş uyandı, gözleri hala mahmurdu ama biraz da neşeli şekilde kalktı. “Bugün de işe başlamadan önce biraz kahve alalım mı?” diye sordu.
“Yavaş ol, daha erken,” dedim gülerek, kahveye pek niyetim yoktu, bir an önce hazırlanmamız gerekiyordu.
Hızla sivil kıyafetlerimizi giydik ve kışlaya doğru yola çıktık. Hava oldukça soğuktu, ama alışkındık. Arabaya binerken, rüzgârın yüzüme vurması, biraz olsun uyanmamı sağladı. Kışlaya geldiğimizde, ilk iş olarak üniformalarımızı giydik ve bordo berelerimizi taktık. Biraz önceki yorgunluk yerini profesyonelliğe bırakmıştı. Bu, bizim işimizdi.
Brifing odasına doğru ilerledik. Tüm tim, sabahın erken saatlerinde toplanmıştı. Hava biraz soğuktu, ama içeri girdiğimizde, o yoğun atmosfer her zaman olduğu gibi kendini hissettiriyordu. Albay Haluk, brifing odasında herkese göz attı.
“Altay, İlteriş, gelin, siz de yerinizi alın,” dedi. Yavaşça ilerledik ve en arka sıradaki yerlerimize oturduk. O sırada dikkatimi çeken tek şey, Umay’ın gelmemiş olmasıydı. Gözlerim bir an odada dolaştı, ama onu göremedim.
Albay, her zamanki gibi ciddi bir tavırla konuşmaya başladı. “Umay bu işte artık olmayacak. Kendisi artık mesleğini güvenle yapmaya devam edecek. Bu yüzden, artık bizimle değil,” dedi ve odada bir sessizlik oluştu. Kimse bir şey demedi, zaten çok açık bir şekilde söylenmişti. O an, Umay’ın yokluğunun getirdiği boşluk biraz hissediliyordu. Herkes buna alışmalıydı, işler devam ediyordu.
Brifing hızlıca tamamlandı. Planları konuştuğumuzda, her şey netleşmişti. Birkaç dakika sonra herkes, kendi işine bakmaya başlamıştı. Bekleme kararı alınmıştı, yani henüz harekete geçmek yoktu. Ancak zaman, geçmek bilmezdi.
Bir süre sonra, beklerken timle birlikte antrenman yapmaya başladık. Tüm vücudum ısındı, kaslarım çalışmaya başladı. Burada, her şeyin normal olduğunu hissettik. Bazen hareketsiz beklemek, ruhu daraltabiliyordu, ama antrenman, o boşluğu dolduruyordu.
İlteriş’le birlikte bir süre yoğun çalıştık, birkaç dövüş tekniği ve atış antrenmanı yaparak fiziksel olarak daha da hazırlıklı olmaya başladık. Herkesin ritmi aynıydı. Bir yandan biraz rahatlamaya çalışıyorduk, bir yandan da görev için hazır hale gelmek. Yalnızca zaman geçiyordu, ama antrenman sırasında kendimi tekrar buldum. Bazen dışarıdan gelen her türlü tehdide karşı hazırlıklı olmalıydık. Ve bu hazırlık, her zaman tam olmalıydı.
Antrenman bitip, biraz daha dinlenmeye geçtikten sonra, gözlerim tekrar brifing odasına yöneldi. Bekleyişin ortasında, Umay’ın eksikliği hala içimde bir boşluk yaratıyordu, ama bir şekilde bu da alışılacak bir şeydi. Burası bizim işimizdi. Ne olursa olsun, devam etmek zorundaydık.
Beklemek…
Zaman sanki inadına yavaşlıyor, her saniye daha da ağırlaşıyordu. Bir antrenmanla, bir dövüş tekniğiyle, birkaç isabetli atışla bu bekleyişin sıkıntısını hafifletmeye çalışsam da ruhumdaki o ağırlığı tamamen söküp atamıyordum. Tüm vücudum çalışmış, kaslarım ısınmıştı, ama içimde bir soğukluk vardı. Sanki hiçbir hareket bu soğuğu ısıtamazdı.
Umay’ın yokluğu... Bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordum. Ekip eksiksizdi, İlteriş her zamanki gibi kararlı ve odaklıydı, herkes görevine hazırdı. Ama ben… Sanki her şey tamamlanmış gibi görünse de içimde bir şeyler eksikti. Bu eksiklik, ne olduğunu tarif edemediğim bir boşluk gibi yayılıyordu. Belki bu, alışmam gereken bir duyguydu. Belki de alışamam.
Brifing odasına doğru baktım. Orada onun duruşunu, kendinden emin ama bir o kadar da sessiz varlığını hayal ettim. Onun keskin analizleri, her şeyi detaylarıyla gören o zekası… Ama işte, yoktu. Kendi başıma kalmıştım. Yalnızlığın keskinliğiyle yüzleşmek, insanı sertleştiriyordu. İçimde biriken sinir, artık vücudumda bir yere sığmaz olmuştu.
Tam o sırada İlteriş’in sesi beni kendime getirdi. “Ne düşünüyorsun, Altay?” diye sordu. Sesi sakin ama her zamanki gibi otoriterdi. Bana baktığında, gözlerinde bir askerin sorgulayıcı bakışı vardı. Onunla paylaşacak bir şeyim olmadığını düşündüm. Ya da belki, tam da bu yüzden konuşmalıydım.
“Hiçbir şey,” dedim, ama sesimdeki öfkeyi saklayamadım. Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım. “Aslında her şey. Beklemekten nefret ediyorum, İlteriş. Oturup zamanı izlemek, hiçbir şey yapamamak… Bu, beni çıldırtıyor.”
İlteriş bir süre sessiz kaldı, sanki söylediklerimi tartıyor gibiydi. Sonra omuz silkti. “Hepimiz aynı bekleyişteyiz. Ama sinirlenmek seni daha iyi yapmaz, Altay. Aksine, zihnini bulanıklaştırır.”
Gözlerimi ona çevirdim, istemsizce biraz daha sert baktığımı fark ettim. “Zihnim bulanık değil. Sadece... bazı şeyler eksik.”
“Umay mı?” dedi doğrudan, sesinde en ufak bir tereddüt olmadan.
Bir an irkildim. Adını duymak, içimdeki düğümü daha da sıktı. İlteriş beni bir anda savunmasız bırakmış gibiydi. “O da var,” dedim sonunda, sesim daha sakin ama hala gergindi. “Ama sadece o değil. Bazen… bilmiyorum. Bazen sanki her şey üzerime geliyor gibi hissediyorum. Görev, ekip, bu bekleyiş. Hepsi birleşiyor ve içimde bir yere sığmıyor.”
İlteriş başını salladı, gözlerini uzak bir noktaya dikti. “Hepimiz aynı baskıyı yaşıyoruz, Altay. Ama bu işte ayakta kalmanın tek yolu, o boşluğu doldurmayı öğrenmek. Umay ya da başka bir şey... Herkesin eksik bir yanı vardır. Ama görev seni eksik bırakmaz. Bu iş, seni tamamlar.”
Onun sözleri bir yandan anlamlı geliyordu, ama bir yandan da bu kadar basit olamayacak kadar karmaşıktı. Görev… Görev beni tamamlıyor muydu? Yoksa her defasında biraz daha mı eksiltiyordu? Bu sorunun cevabını bilmiyordum.
Bir süre daha sessizlik oldu. İlteriş bir adım bana yaklaşıp omzuma dokundu. “Sana bir tavsiye,” dedi, sesi bu kez daha yumuşaktı. “Kendi boşluğunu doldurmayı öğrenmeden, kimsenin sana yardımcı olmasını bekleme. Bu, senin savaşı.”
Başımı hafifçe salladım, ama gözlerimi brifing odasına çevirmekten alıkoyamadım. İlteriş’in sözleri aklımda yankılanıyordu, ama o boşluk hâlâ oradaydı. Kapanacak gibi değildi.
O sırada içimden geçen tek şey, bir an önce harekete geçmekti. Belki de görev başladığında, o boşluk da silinip gidecekti. Ya da daha derinleşecekti. Bunu öğrenmek için beklemek zorundaydım. Ve beklemek… işte, o hâlâ en zoruydu.
İlteriş’in söyledikleri zihnimde yankılanırken, onun bana bu kadar açık ve samimi davranmasının tek sebebinin uzun zamandır birlikte geçirdiğimiz zaman olduğunu biliyordum. Aramızda hem bir dostluk hem de karşılıklı bir saygı vardı. Ama ben üst rütbeli olmama rağmen, onun bana karşı bu kadar dürüst olabilmesini sağlayan şey, sahada sırt sırta verdiğimiz yılların getirdiği güven duygusuydu. İlteriş’in sessizce uzaklara bakışı sürerken, koridorun ucundan Mustafa Kemal’in bize doğru geldiğini fark ettim.
“Komutanım,” dedi Mustafa Kemal, dikkatli bir selamla yanımıza yaklaşarak. O her zaman protokol kurallarına sadık kalırdı. Hem bana hem de İlteriş’e aynı anda hitap etmişti. Yüzünde her zamanki ciddiyet vardı, ama gözlerinde belli belirsiz bir merak okunuyordu.4
“Mustafa Kemal,” dedim başımı sallayarak. “Ne var?”
“Tim toparlanıyor, komutanım,” dedi. “Herkes son kontrollerini yapıyor. Birazdan toplanma noktasında hazır olacağız.”
Başımı onaylarcasına salladım. İlteriş, bu sırada Mustafa Kemal’e bakarak sordu, “Hazırlıklar tamam mı? Eksik bir şey var mı?”
“Hayır, komutanım. Herkes donanımını kontrol etti. Yalnız Burak yine fazla konuşuyor,” dedi Mustafa Kemal, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle. “Eren’le beraber şakalaşıyorlar. Ama merak etmeyin, işlerini aksatmıyorlar.”
Bu sırada Burak ve Eren’in, koridorun ucundan yaklaşan sesi duyulmaya başladı. Burak, her zamanki gibi esprileriyle ortamı hafifletiyordu. “Ya arkadaş, neden hep ben kontrol etmek zorundayım? Eren, şu çantayı da taşısana. Bu kadar yük benim sırtımı çürütür!”
Eren kahkahayla karşılık verdi. “Burak, senin sırtında zaten beyin taşıyacak yer kalmamış, çantaya yer mi var?”2
Burak, sanki çok alınmış gibi kaşlarını çattı. “Aman be! Siz ne anlarsınız bu omuzların yükünden! Bütün timin morali benim sırtımda, anlamıyorsunuz.”4
Biz bu konuşmaları duyarken, Mustafa Kemal hafifçe başını sallayıp ciddiyetini korumaya çalıştı. “Görüyorsunuz işte, komutanım. Bu iki çenebaz olmadan tim biraz daha sessiz olurdu.”
İlteriş, gözlerini kısarak hafifçe gülümsedi. “Bırak konuşsunlar. Operasyon başladığında susmak zorunda kalacaklar.”
Burak ve Eren sonunda yanımıza geldiğinde, Burak yine laf atmayı ihmal etmedi. “Komutanım, Mustafa Kemal size bizim hakkımızda şikâyet mi etti yoksa? Vallahi biz görevimize sadığız, ama biraz eğlenmek hakkımız değil mi?”2
“Sen eğlenmeye değil, disipline odaklan,” dedim sert ama hafif bir gülümsemeyle. “Ama yine de şu moral yükünü taşıma işine devam et. Gerçekten birilerinin buna ihtiyacı olabilir.”
Burak, sanki büyük bir ödül almış gibi göğsünü kabarttı. “Tabii ki, komutanım! Moral departmanı benden sorulur!”
Tim tamamen toparlandığında, herkes hazır bir şekilde bekliyordu. İlteriş’in gözleri tüm ekibi birer birer taradı. Herkesin yerinde olduğunu görünce bir süre sessiz kaldı, ardından konuşmaya başladı.
Ama bu sırada Burak yine laf atmadan duramadı. “Komutanım, hazır beklerken bir şey sormak istiyorum,” dedi. “Siz evlilik düşünmüyor musunuz? Vallahi, böyle operasyonlarda bile hâlâ bekâr olmak ağır bir şeydir.”
Bu söz üzerine timden birkaç kişi kahkaha attı. Mustafa Kemal bile gülümsemeyi ihmal etmedi. İlteriş sadece Burak’a keskin bir bakış attı, ama ben bir an için kendimi tutamadım ve gözlerimi yere diktim. Umay aklıma geldi. Onun varlığı, onun eksikliği... Ve bu konuşmalar arasında adının bile anılmaması beni daha da huzursuz etti.
Burak, gülümsemeye devam ederek konuşmasını sürdürdü. “Yani, komutanım, ne zaman böyle ciddi konular açsak bir şey demiyorsunuz. Hepiniz böyle mi kalacaksınız? Vallahi evde sizi bekleyen biri olsa, operasyondan sonra eve dönüş motivasyonu daha güzel olurdu!”
Bu sözler üzerine içimde bir dalgalanma hissettim, ama belli etmemeye çalıştım. İlteriş ise sert bir ses tonuyla konuşmayı noktaladı. “Burak, operasyona odaklan. Evde bekleyenler değil, şu an sahada olanlar önemli.”
Bu konuşma, ekip arasında biraz daha gülüşmelere neden oldu, ama benim içimde bir şeyleri daha da derinleştirdi. Umay’ın adı bile anılmadan, bir kez daha bu tür konuşmalarda onunla ilgili hislerimi gizlemek zorunda kalmıştım. Bunu bilen tek kişi İlteriş’ti ve onun sessizliği, bu sırrı korumaya devam ettiğini gösteriyordu. Ama bu durum beni hem rahatlatıyor hem de içimde bir yük yaratıyordu. Çünkü bu duygular, ne kadar saklarsam saklayayım, beni her geçen gün biraz daha ağırlaştırıyordu.
Zaman ağır ağır ilerliyordu. Tim tamamen toparlanmış, ama hâlâ bekleme halindeydik. Böyle anlarda insan ya düşüncelerine dalar ya da kendini bir şekilde oyalamanın yollarını arardı. Bizim tim ise genelde ikinci seçeneği tercih ederdi. Burak ve İlteriş’in cıvık muhabbetleri, Mustafa Kemal’in memlekette bıraktığı atına duyduğu sevgiyi anlatışı ve diğerlerinin buna yaptığı yorumlarla geçen o anlar… Bazen gerçekten fazlaydı.
Bir köşeye oturmuş, elimdeki ekipmanları kontrol ediyordum. Şarjörler yerinde mi, telsiz düzgün çalışıyor mu? Detaylara odaklanmak, içimdeki sıkıntıyı bir nebze hafifletiyordu. Ama Burak’ın sesi, her zamanki gibi odanın sessizliğini yırtarak yükseldi.
“İlteriş komutanım, sana bir şey soracağım,” dedi, sesinde o her zamanki alaycı ton vardı. “Komutanım, siz bu kadar rahat bir adam olarak, nasıl olur da hâlâ şu dövüş tekniklerinde bu kadar hızlı oluyorsunuz? Vallahi senin gibi olmak için kaç kere yere kapaklanmamız lazım, söylesene!”2
İlteriş, gözlerini devirdi ama belli ki bu muhabbetten keyif alıyordu. “Burak, benim gibi olmak için önce konuşmayı bırakman lazım,” dedi, alaycı bir gülümsemeyle. “Sana antrenmanda gösterdim. Ama tabii, sen sadece yerdeki tozu incelemeye odaklandın.”
Bu söz üzerine Eren, kahkahasını tutamadı. “Burak, komutan haklı. Sen dövüşmeye değil, izlemeye geldin. Hatta bence yere düştüğünde sanat eseri gibi poz veriyorsun.”
“Ha ha, çok komik,” dedi Burak, ama yüzünde her zamanki sırıtan ifade vardı. “Bakın görün, bir gün hepinizin önünde İlteriş komutanımı yere yapıştıracağım. O gün geldiğinde, tarih beni yazacak!”
Bu sırada Mustafa Kemal araya girdi, sakin ama biraz dalgın bir ifadeyle. “Siz burada birbirinizi yere yapıştırmaya çalışıyorsunuz, ama benim aklım başka yerde.”
Burak hemen atıldı. “Aman Mustafa Kemal, yine atına mı geldik? Şu ünlü Ayaz’ından bahsetmeden bir gün geçiremeyecek misin?”
Mustafa Kemal hafifçe gülümsedi. “Ayaz sadece bir at değil, Burak. O benim çocukluğumun, memleketimin bir parçası. Sakarya’nın ovalarında onunla yaptığım koşuları hiçbir şeye değişmem.”
“Ee, anlat bakalım,” dedi Eren, ilgisini belli ederek. “Bu Ayaz ne kadar özel bir hayvan ki seni bu kadar etkilemiş?”
Mustafa Kemal derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. “O, beyaz bir at. Daha tayken babam bana hediye etmişti. Onunla büyüdüm. Beraber öyle yerlere gittik ki, insan bazen sadece bir hayvanın sizi ne kadar iyi anlayabileceğine şaşırıyor. Ayaz, benim sırdaşım gibiydi. Onu bırakıp buraya gelmek, hayatımdaki en zor şeylerden biriydi.”
Burak, sırıtarak bir şey söylemeye hazırlanıyordu ki İlteriş bir el hareketiyle onu susturdu. “Ciddiyetini koru, Burak. Mustafa Kemal’in anlattıkları, bizim için de değerli. Belki bir gün, sen de bir şeye bu kadar bağlanmayı öğrenirsin.”
Burak ellerini havaya kaldırdı. “Tamam tamam, sustum. Ama şunu söylemeden geçemem, benim bir atım olsa kesin Ayaz’dan daha havalı olurdu. Mesela… adını Rüzgâr koyardım! Hem de beni sırtında taşırken herkes ona hayran kalırdı.”
Bu sözlere herkes gülerken, ben bu boş muhabbetin ortasında daha fazla kalamayacağımı hissettim. İçimdeki gerginlik, onların bu rahatlığıyla birleşince daha da artmıştı. Burak’ın sürekli konuyu sulandırması, İlteriş’in ona bu kadar tolerans göstermesi… Ve benim Umay’ı düşünürken onların at ya da başka saçma şeyler hakkında konuşması… Her şey üst üste binmişti.
Ayağa kalktım, silahımı yerleştirip sırt çantamı aldım. Burak, beni fark edince hemen laf attı. “Komutanım, nereye böyle? Yoksa Ayaz’ın peşinden Sakarya’ya mı gidiyorsunuz?”
Sözleri havada asılı kaldı. Ona dönüp sadece sert bir bakış attım. Sesimi yükseltmemeye çalışarak, “İşiniz bittiyse biraz da sessiz olmayı deneyin,” dedim. Sonra arkamı dönüp koridorun diğer ucuna yürümeye başladım.
Bu tür boş konuşmalar beni yoruyordu. Zihnimi toparlamaya çalışırken, onların kahkahalarının arkamdan yankılanmasını duydum. İlteriş’in sessizce Burak’a bir şey söylediğini fark ettim, ama ne dediğini duyamadım. Belki de benim bu tavrımı anlayışla karşılıyordu. Belki de karşılamıyordu. Umurumda değildi. Şu an sadece kendimle baş başa kalmak istiyordum.
Çalışma odasının kapısını kapattım ve odanın ortasında duran tahta ayaklı askılığa doğru yürüdüm. Üzerinde özenle hazırlanmış tören kıyafetim asılıydı. Kumaşın keskin çizgileri, altın işlemeli düğmeleri ve yakasındaki detaylar, yıllar boyunca omuzlarımda taşıdığım sorumluluğu yansıtan birer semboldü. Gözlerim kıyafete takılı kaldı. Elim ona gitmek istedi, ama bir adım daha yaklaşmadım. Onu izlemek, düşüncelerimin akışını bir anlığına durdurmuştu.
Zihnimde bir yankı vardı; geçmişin, o unutulmaz anların yankısı. Mezuniyetim… Hayatımın dönüm noktalarından biri. Ama bu anıyı asıl değerli kılan, İlteriş’in o gün orada olmasıydı.
Ben mezun olduğumda, İlteriş’in akademiyi bitirmesine üç yıl vardı. Ancak o yıllarda bile, beni örnek aldığını, her hareketimi dikkatle izlediğini fark etmiştim. İlteriş, güçlüydü; disiplinli, kararlı ve her zaman odaklıydı. Ama içinde büyüttüğü bir hayranlık vardı, bunu gözlerinden okuyabiliyordum. Beni kendisine bir hedef, bir rehber olarak görüyordu.
Mezuniyet günü tören alanına geldiğimde, İlteriş’i kalabalığın arasında gördüm. Üniformasını giymiş, yüzünde hem gurur hem de hayranlıkla bana bakıyordu. O an, onun varlığını hissetmek, üzerimdeki yükü hafifletmişti. Ama aynı zamanda, o yükü daha da anlamlı kılmıştı. İlteriş, bana sadece bir arkadaş ya da yoldaş gibi bakmıyordu; bana bir idolüne bakar gibi bakıyordu.
Tören sırasında, yeminimi ederken onun gözleri üzerimdeydi. Söylediğim her kelimeyi dikkatle dinlediğini, her hareketimi izlediğini biliyordum. O gün İlteriş, bana olan inancını hiçbir kelimeyle ifade etmedi, ama bakışlarında bunu gördüm. Ve bu, beni daha da güçlü kıldı.
Yemin töreninden sonra kısa bir an için baş başa kalmıştık. İlteriş, sessizce yanıma yaklaştı. “Altay,” dedi, sesi o kadar sakindi ki, sanki o yoğun duygularını kontrol etmeye çalışıyordu. “Senin gibi bir asker olmak için önümde uzun bir yol var. Ama bir gün, senin seviyene yaklaşabilirsem, bunu başardım diyeceğim.”2
O sözler, hâlâ zihnimde yankılanıyordu. İlteriş gibi biri tarafından bu şekilde görülmek, bana büyük bir sorumluluk yüklemişti. Ben sadece kendi hedeflerim için değil, İlteriş gibi beni örnek alan insanlar için de mücadele etmek zorundaydım.
Şimdi, yıllar sonra, çalışma odamda duran tören kıyafetime bakarken, o günkü gururu ve heyecanı bir kez daha hissettim. İlteriş hâlâ güçlüydü, kararlıydı, ama o gün bana söylediği gibi, beni izleyen biri olarak kalmıştı. Bu durum, benim için bir gurur kaynağıydı. Çünkü İlteriş gibi bir askerin, benim gibi biri olmayı hedeflemesi, bu yolda attığım adımların doğruluğunu bir kez daha kanıtlıyordu.
Ama yine de, bu gururla birlikte bir sorumluluk hissi de taşıyordum. Çünkü İlteriş’e yol göstermeye devam etmek, onun beni örnek almaya devam etmesini sağlamak, benim görevimdi. Ve o görev, üzerimdeki tören kıyafetinin ağırlığıyla birlikte, bana bir kez daha hatırlatılmıştı.
Kıyafete bir kez daha baktım. Derin bir nefes aldım ve düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Çünkü geçmişte kazandığım her şey, şimdi beni gelecekteki mücadelelere hazırlıyordu. İlteriş’in gözleri hâlâ üzerimdeydi, tıpkı diğer herkesinki gibi. Ama ben sadece bir lider değil, bir rehber olmayı seçmiştim. Ve bu, benim taşıyacağım en büyük onurdu.
Koridorda yürürken, timin sesi arkamda yankılanmaya devam ediyordu. Burak’ın gevşek şakaları, Eren’in ona katılması, hatta İlteriş’in bile arada bir bu cıvıklıklara göz yumması… Hepsi bir araya geldiğinde, içimde bir yerleri tırmalayan o rahatsızlık daha da büyüyordu. Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım, ama bu onları duymamı engellemedi.
“Komutanım, ama siz hâlâ neden bekârsınız?” Burak’ın sesi, zihnimde yankılanan başka bir soruyu tetikledi. Umay. İsmi kimsenin ağzından çıkmamıştı, ama sanki herkesin soruları dolaylı yoldan oraya varıyordu.
Ayaklarım beni timin yanına geri götürdüğünde, Mustafa Kemal’in o meşhur Ayaz’dan bahsettiğini duydum. Onun memleket özlemiyle anlattığı hikâyeler, içimde bir nebze olsun sakinlik yaratırdı. Ayaz’dan bahsederken yüzündeki huzur, sessiz bir bağlılığı ifade ediyordu. İlteriş, onun sözlerini dikkatle dinliyor, arada bir başını sallıyordu.
Ama tam o sırada Burak’ın sesi, ortamın havasını bir kez daha değiştirdi. “Komutanım, at falan iyi hoş da, insan bir hayat arkadaşı bulsa daha iyi değil mi?”
Bu cümle, içimde bir ipi kopardı. Kaşlarımı çatıp onlara döndüm. Burak’ın yüzündeki sırıtan ifade, benim sabrımı test etmek için özellikle seçilmiş gibiydi. “Bakın Mustafa Kemal bile Ayaz’a bağlanmış. Siz hâlâ neden bekârsınız? Vallahi komutanım, böyle giderse biz size uygun biri bulmak zorunda kalacağız.”
Eren kahkahasını tutamadı ve ona katıldı. “Doğru söylüyor! Belki de bir eş bulursanız, biraz gevşersiniz.”2
O an, içimde biriken sinir dalgası, kendini bastırmak için mücadele ediyordu. İlteriş bile hafif bir tebessümle Burak’a döndü. “Burak, işine odaklan. Aile kurma dersi değil, operasyona hazırlanıyoruz.”
Ama Burak durmadı. Tabii ki durmazdı. “Tamam komutanım, ama söylemeden edemem. Bir gün hepinizin düğününe katılacağım. Hatta sizin için en güzel hediyeyi alacağım!”
Dayanamadım. “Burak!” diye sesimi yükselttim. Sesim koridorda yankılandı ve herkes sustu. “Eğer saçmalamayı bırakmazsan seni bu koridorda nöbetçi bırakırım!”
Burak’ın yüzündeki sırıtış biraz silindi, ama hala hafif bir alay vardı. “Peki komutanım,” dedi usulca. “Şaka bitti.”
Onların arasından hızla geçip uzaklaştım. Ayak seslerim koridorda yankılanırken, arkamdan gelen sessizlik beni biraz olsun rahatlatıyordu. İçimde bir fırtına kopuyordu. Burak’ın gevşek tavırları, İlteriş’in ona bu kadar tolerans göstermesi… Ama en çok da bu laf arasında adı bile geçmeyen Umay.
Zihnim, sanki bir ip yumağı gibi dolanmıştı. Bu saçma muhabbetler arasında boğuluyordum. Kendi kendime mırıldandım: “Disiplin. Bir askerin ilk kuralı bu olmalı. Ama bazen burada kimse bunu hatırlamıyor gibi.”
O sırada arkamdan gelen ayak seslerini duydum. İlteriş’ti. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum. Yanıma yaklaştığında, sesinde her zamanki sakinlik vardı. “Altay,” dedi. “Biraz sakin ol. Burak’ın şakaları seni bu kadar etkilememeli.”
Durdum, ona döndüm. “Etkilemiyor,” dedim, ama sesim bile buna inanmadı. “Sadece, bazı şeylerin ciddiyetini kaybetmeye başladığını hissediyorum. Bu bir görev, İlteriş. Bir oyun değil.”
O, başını salladı. “Haklısın. Ama bazen bir askerin ciddiyetini koruyabilmesi için biraz gevşemesi gerekir. Herkes senin gibi olamaz, Altay. Herkes, kendini senin gibi disipline edemez.”2
Onun bu sözleri, beni hem sakinleştirdi hem de sinirlendirdi. Çünkü haklıydı. Herkes benim gibi olamazdı. Ama bu, benim onların gevşekliğine katlanmam gerektiği anlamına gelmiyordu.
“Benim bir boşluk bırakma lüksüm yok, İlteriş,” dedim sonunda. “Hepimizin kendine göre bir yükü var. Ve bazen, bu yük çok ağır geliyor.”
O, bir şey söylemedi. Sadece başını salladı ve geri döndü. Onun sessizliği, beni daha çok rahatsız etti. Ama yine de, bu konuşmayı daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Çünkü içimdeki asıl boşluk, Burak’ın şakalarından ya da İlteriş’in tavırlarından çok daha derindi. Ve bu boşluk, benimle her yere geliyordu.
Brifing odasına girdiğimde, sessizlik hakim olmuştu. Herkes yerini almış, dikkatle beni bekliyordu. Bu, alışık olduğum bir manzaraydı, ama bu kez içimdeki sinir, üzerimde bir gölge gibi dolaşıyordu. Gözlerim masanın etrafında oturan timi tek tek taradı. Hepsi disiplinli bir duruş sergiliyorlardı, ama bu, içimdeki gerginliği azaltmaya yetmedi.
Derin bir nefes alarak brifinge başladım.
“Operasyonun detaylarını zaten biliyorsunuz,” dedim, sesim sert ve netti. “Ama burada tekrar ediyorum: Bu görevde hata yapma lüksümüz yok. Her birinizin görevi, hayatlarımızı ve görevin başarısını doğrudan etkiliyor. Eğer biriniz hata yaparsa, hepimiz bedelini öderiz. Anlaşıldı mı?”
Hep bir ağızdan gelen cevap yankılandı:
“Anlaşıldı, komutanım!”
Gözlerim, masanın diğer ucunda oturan Burak’a kaydı. Bugün beklediğimden daha ciddi görünüyordu. Yine de onun alaycı doğasını bastırmak için ne kadar çaba harcadığını görebiliyordum.
“Uzman Çavuş Burak Koçak,” dedim, gözlerimi onun gözlerine dikerek. “Senin görevin nedir, açıkla.”
Burak hemen doğruldu, sesine her zamanki neşesini katmamaya özen göstererek konuştu. “Savunma ve destek ateşi sağlamak, komutanım. Keşif ekibine gerektiğinde lojistik ve ateş desteği vereceğim.”
Başımı salladım. “Doğru. Ama unutma, sahada bu kadar sakin ve ciddi kalabilecek misin, ondan emin değilim. Eğer bir an bile dalarsan, bunu hayatıyla ödeyen biri olabilir. Anladın mı?”
“Anladım, komutanım,” dedi Burak, bu kez sesinde alaycı bir ton yoktu. Bu, beklediğimden daha tatmin ediciydi.
Ardından İlteriş’e döndüm. “Üsteğmen İlteriş Yıldırım. Senin görevin nedir?”1
İlteriş’in kararlı sesi hemen yükseldi. “Keşif ekibine liderlik edeceğim, komutanım. Doğu Vadisi’nde güvenli bir rota belirlemek ve operasyonun ilk aşamasını başlatmak benim sorumluluğumda.”
Başımı salladım, ona duyduğum güven tamdı, ama bu güveni göstermeye niyetim yoktu. “Ekipmanını ve ekibini kontrol ettin mi?” diye sordum.
“Evet, komutanım. Tüm hazırlıklar tamamlandı.”
“Güzel. Ama unutma, liderlik sadece emir vermek değildir. Ekibinin moralini yüksek tutmak ve her birine gerektiğinde kalkan olmak zorundasın.”
Sırasıyla diğerlerine döndüm. Her biri görevlerini ve sorumluluklarını tek tek açıkladı. Mustafa Kemal’in sakin ve kararlı sesi, Fatih’in teknik konulardaki uzmanlığı, Yavuz ve Kerim’in savunma planları... Hepsi üzerine düşeni bildiğini gösteriyordu. Ama içimdeki sinir, bu brifing boyunca bir an bile azalmadı.
Son olarak Eren’e döndüm. “Uzman Çavuş Eren Kuralsız,” dedim. “Senin görevin?”
“Komutanım, saldırı ve çatışma durumunda ön safta yer alacağım. Keşif ekibine destek sağlayacağım,” dedi.
“Güzel. Ama unutma, saldırı pozisyonunda olmak, sadece cesaret değil, strateji de gerektirir. Eğer körü körüne hareket edersen, sadece kendini değil, hepimizi tehlikeye atarsın. Bunun bilincinde ol.”
Eren başını salladı. “Anlaşıldı, komutanım.”
Sonunda hepsine bir kez daha baktım. Sesimi yükselterek konuştum:
“Hepinizin burada ne kadar hazır olduğunu görmek istiyorum. Sözleriniz değil, sahadaki hareketleriniz beni ikna edecek. Bu görev, sadece sizin değil, sizinle birlikte çalışan herkesin hayatını ilgilendiriyor. Sadece kendiniz için değil, yanınızdaki için de mücadele edeceksiniz. Ve asla, hiçbir durumda, hata yapmayacaksınız.”
Cevap, bir kez daha hep bir ağızdan geldi:
“Emredersiniz, komutanım!”
Brifingi bitirirken, bir süre masanın başında durdum. Onlara bakarken, içimdeki sinir bir nebze olsun hafifledi. Çünkü biliyordum ki bu ekip, ne kadar gevşek ya da farklı olursa olsun, sahada işini yapacaktı. Ama yine de, bu disiplinin devam etmesi için üzerimdeki baskının bir an bile azalmayacağını da biliyordum.
“Hazırlıklarınızı tamamlayın,” dedim. “Yarım saat içinde harekete geçiyoruz.”
Tim, sessizce odadan dağılmaya başladı. Burak, çıkarken bana bir bakış attı, ama bu kez hiçbir şey söylemedi. Bu, en azından bir şeylerin doğru gittiğine dair bir işaretti. Yine de, içimdeki huzursuzluk tamamen kaybolmamıştı. Bu görev, hepimizi bir sınavdan geçirecekti.
Cudi Dağı, gece karanlığında bir devin gölgesi gibi uzanıyordu. Sarp kayalıklar, rüzgarın uğultusuyla birer fısıltıya dönüşüyordu; bu fısıltılar, burada geçen yılların, yaşanan mücadelelerin yankısıydı sanki. Ama bu dağın yalnızca tarihiyle değil, içinde barındırdığı tehlikelerle de yüzleşmemiz gerekiyordu. Burayı yalnızca tarihi eserleri kurtararak terk edemezdik. Bu dağ, kök salmış bir kötülükten arınmalıydı. Ve bu arınma, bizim omuzlarımızdaydı.
Helikopterden iniş yaptığımızda, rotorun yarattığı toz bulutunun içinde herkes bir gölgeye dönüşmüştü. Çantalar omuzlarda, silahlar ellerdeydi. Adımlarımız sessiz ama kararlıydı. İniş noktası, dar bir düzlükteydi. GPS koordinatlarıyla tam yerimizi kontrol ettim: 37°15'50.4"N, 42°39'27.3"E. Pilot, "Bölge temiz, başarılar dilerim," diyerek telsizden son bir mesaj verdi ve helikopter havalanarak uzaklaştı.
“Keşif ekibi, öne,” dedim. İlteriş ve Mustafa Kemal, tüfeklerini kaldırıp hızla harekete geçti. İkisi de ellerinde HK416 taşıyordu; 5.56x45mm NATO mühimmat kullanan bu tüfekler, sahada güvenilirliğin ve hafifliğin birleşimiydi. Mustafa Kemal’in omzunda ayrıca bir Leupold Mark 4 dürbün vardı; uzak mesafeleri taramak için en iyisiydi.2
Arkamızdaki savunma ekibi ise pozisyon aldı. Kerim ve Yavuz, ellerinde M4A1 karabinalarıyla bölgeyi izliyordu. Bu tüfeklerin üstüne takılı Trijicon ACOG nişangahları, gece görüş aparatlarıyla birlikte karanlıkta da etkiliydi. Eren ve Burak, omuzlarındaki M249 SAW hafif makineli tüfeklerle saldırı pozisyonundaydı. Eren, bir elini tetikte tutarken, diğer eliyle çantasından bir M67 el bombası çıkarıp kolay ulaşabileceği bir yere koydu. Burak ise sessizdi, ciddiydi; bu onun en iyi haliydi.
Bölgeye yayılırken, telsizden İlteriş’in sesi geldi: “Doğu geçidi temiz görünüyor, ama tünel girişinde hareket var. Yaklaşıyoruz.”
Tünel… Düşmanların yer altına çekildiği, görünmez olduğu o labirentler. İşimiz orada daha da zorlaşacaktı. “Temas varsa bildirin,” dedim.
Yaklaştıkça, elimdeki FN SCAR-L tüfeğini sıkıca kavradım. Üstünde EOTech 553 holografik nişangah vardı; yakın mesafede hızlı hedef almak için mükemmeldi. Yanımda taşıdığım Glock 19 tabanca ise her zaman ikinci şansım olacaktı. Bu tür operasyonlarda bir yedek silah, hayat kurtarırdı.
İlteriş’ten tekrar bir ses geldi: “Hareket tespit edildi. Beş kişi, silahlı. Görüş açımızda ama ateş etmediler.”
Telsizi sıkıca kavradım. “Sessiz kalın. Sadece tespit. Yaklaşıyoruz.”
Savunma ekibine döndüm. “Kerim, Yavuz, pozisyon alın. Tünel girişine saldırı ekibiyle yaklaşıyoruz. Çevreyi koruma altında tutun.”
Herkes hızla harekete geçti. Adımlarımız kayalıkların arasından sessizce süzülüyordu. Yaklaştıkça, karanlıkta parlayan birkaç silah namlusunu seçebildim. Düşman pozisyonunu almıştı, ama bizim geldiğimizi henüz fark etmemişti.
“El bombaları hazır,” dedim alçak bir sesle. Eren ve Burak, hemen çantalarından birer M84 flaş bombası çıkardı. Bu bombalar, patladığında yarattığı kör edici ışık ve kulakları sağır eden sesle düşmanı şaşırtmak için mükemmeldi.
“Flaş bombaları atıldığında herkes hızlı hareket edecek. Keşif ekibi tünel girişini temizleyecek. Savunma ekibi, bölgeyi koruyacak.”
Burak bombayı atmaya hazırlandığında, kısa bir an için göz göze geldik. O alaycı ifadesi tamamen gitmişti. Ciddiydi. “Hazır,” dedi sadece.
Flaş bombaları atıldığında, karanlık bir anda aydınlandı. Patlamanın yarattığı ses, dağın yankısıyla birleşti. O an, herkes birer gölge gibi hareket etti. İlteriş ve Mustafa Kemal öne atıldı, tüfekleri seri şekilde ateş açarken tünel girişindeki düşmanları etkisiz hale getirdi. Mermiler kayalıklara çarparken çıkan sesler, adrenalini daha da yükseltiyordu.2
Ben de hemen onlara katıldım. SCAR-L tüfeğimle bir hedefi nişan alıp ateş ettim. Merminin sesi, karanlığı delip geçti. Düşman, neye uğradığını anlamadan pozisyon kaybetmişti. “Temiz!” diye bağırdı İlteriş, tünel girişine doğru ilerlerken.
“Tünel güvenli mi?” diye sordum.
“Henüz değil,” dedi Mustafa Kemal. “İçeri girmemiz lazım.”
“Tünel girişine gaz bombası atacağız,” dedim. Çantamdan bir M18 duman bombası çıkarıp İlteriş’e verdim. “Bu, içeridekileri hareketsiz bırakır. Hızlı hareket edeceğiz.”
Bombayı attığımızda, tünelin ağzından yoğun bir duman yükseldi. Gazın etkisiyle içerideki düşman hareketleri durdu. “Şimdi!” dedim ve tünele girdik.
Tünelin içinde, adımlarımız yankılanıyordu. Gece görüş aparatları sayesinde önümüzü görebiliyorduk, ama dar geçitler ve yan koridorlar, tehlikenin her an karşımıza çıkabileceğini hatırlatıyordu. Herkes tetikteydi.
İçeride ilerledikçe, düşman mevzilerini birer birer temizledik. SCAR-L tüfeğim her patladığında, hedeflerin yere düşüşünü izliyordum. İlteriş, her zamanki gibi hızlı ve etkiliydi. Mustafa Kemal, nişancılığıyla herkesi geride bırakıyordu. Burak ve Eren, arkamızda makineli tüfekleriyle güvenliğimizi sağlıyordu.
Tünelin sonunda, bir geçit daha bulduk. “Burası, ana merkez olmalı,” dedim. “Hazır olun. Son hamle.”
Burak, çantasından bir C4 plastik patlayıcı çıkarıp geçidin kapısına yerleştirdi. “Herkes geri çekilsin,” dedi. “Patlatıyorum.”
Patlama sesi, tünelin içinde bir deprem gibi yankılandı. Geçit açıldığında, düşmanın son direnişiyle karşılaştık. Ama bu sefer, biz daha hızlıydık. Saatler süren çatışmanın ardından, bölge tamamen temizlenmişti.
Telsizi kaldırdım. “Cudi Dağı, Doğu Kanadı temiz. Görev tamamlandı.”
O an, derin bir nefes aldım. Dağ sessizdi, ama bu sessizlik, mücadelemizin yankısıyla doluydu. Cudi Dağı artık sadece tarihiyle değil, temizlenmiş toprağıyla da özgürdü…
Tünelin içinde yankılanan son mermi sesleri çoktan yerini sessizliğe bırakmıştı. Hava, barut ve kan kokusuyla ağırlaşmıştı. Düşman etkisiz hale getirilmişti; bu, tam anlamıyla bir temizlik operasyonuydu. Ama savaşın izleri, yerde yatan bedenlerde açıkça görülüyordu. Teröristlerin cesetleri, görev protokolüne uygun şekilde sarı torbalara konuluyordu. Askerler bu işi sessizce yapıyordu; ne bir mırıldanma ne de bir yorum vardı. Her biri görev bilinciyle hareket ediyordu.
Bir köşede durmuş, olanları izliyordum. Sarı torbalar, birer birer mühürlenirken, içimde bir rahatlama hissettim. Güzel bir temizlik oldu. Bu dağın, bu toprakların yeniden özgürlüğe kavuşması gerekiyordu ve biz bunu sağlamıştık. Ama bu düşünceler, her zaman olduğu gibi beraberinde bir ağırlık da getiriyordu. Her leş, geçmişte yapılan bir yanlışın bedeliydi.
“Üsteğmen İlteriş Yıldırım,” dedim sert bir tonla. İlteriş, tünelin girişinde, elinde tuttuğu not defterine hızlıca bir şeyler yazıyordu. Sesimi duyunca hemen doğruldu ve bana doğru yaklaştı.
“Komutanım,” dedi, yüzünde ciddiyetle.
“Rapor,” dedim kısa ve net. “Bana sahayı özetle.”
İlteriş, bir asker titizliğiyle konuşmaya başladı. “Operasyon sırasında toplam on dört düşman etkisiz hale getirildi, komutanım. Beşi tünel girişinde, dokuzu içerideydi. Düşman, bölgeyi tahkim etmek için yer altı tünellerini kullanıyordu. Ancak tünel haritasını ele geçirdik. Şu an temizlendiğinden emin olduğumuz alan, 2 kilometrelik bir çapı kapsıyor. İletişim ekipmanı ve mühimmat depoları da etkisiz hale getirildi.”2
“Bizde herhangi bir kayıp ya da yaralanma yok, komutanım. Tüm ekip tam kapasiteyle geri dönüşe hazır.”
Başımı salladım. “Güzel iş. Ama işimiz burada bitmedi. Bölgenin temizlendiğinden emin olmadan kimse rehavete kapılmayacak.”
Son bir kez sarı torbalara göz attım. “Onları bırakmayın. Merkeze götürülecek. Her biri kayıt altına alınmalı.”
İlteriş, hemen gerekli talimatları vermek üzere ekibine döndü. Ben ise bir anlığına yalnız kaldım. Bu operasyonun başarısı, üzerimdeki baskıyı bir nebze olsun hafifletmişti. Ama savaş, her zaman olduğu gibi, geride bir iz bırakıyordu.
Tünelin dışına çıktığımızda, helikopterler çoktan iniş yapmıştı. Rotorların yarattığı toz bulutu, sarp kayalıkların üzerinde dans ediyordu. Ekip, hızlı ve düzenli bir şekilde helikopterlere yöneldi. Burak, elindeki makineli tüfeği dikkatle kontrol ederek ilerliyordu. Yavuz ve Kerim, mühimmat kutularını taşırken, Mustafa Kemal, Ayaz’ı düşünür gibi dalgın ama dikkatliydi.
Herkes helikoptere bindiğinde, son bir kez arkamıza baktık. Cudi Dağı, şimdi sessizdi. Sanki yıllardır üzerinde dolaşan karanlık, bir anda dağılıp gitmişti. Ama bu sessizlik, zaferin değil, her savaşın ardından gelen o tanıdık boşluğun sessizliğiydi.
Helikopter yükselmeye başladığında, herkes sessizdi. Yorgunluk, yüzlerden okunuyordu. Ama aynı zamanda bir rahatlama da vardı. Görev tamamlanmıştı. İlteriş, yanımda oturuyordu, hala raporla ilgili notlar alıyordu. Ona dönüp, “Bunu merkeze ilet,” dedim. “Eksiksiz bir şekilde.”
“Emredersiniz, komutanım,” dedi, gözlerini defterden kaldırmadan.
Rotorun gürültüsü, konuşmaları bastırıyordu. Ama kimse bir şey söylemiyordu. Bu sessizlik, bir nevi dinlenmeydi. Helikopterin açık kapısından aşağı baktım. Cudi Dağı, yavaşça ufukta kaybolurken, içimde garip bir huzur vardı. Temizlik yapılmıştı. Ama bu dağın ve bu toprakların, gerçekten huzura kavuşması için daha çok işimiz vardı.
Geri dönerken, ekip arasında kısa bir konuşma başladı. Burak, bu kez sessizliğini bozdu. “Komutanım,” dedi, yüzünde hafif bir tebessümle. “Bu tür görevlerde insan gerçekten kendini kanıtlıyor, değil mi?”
Ona kısa bir bakış attım. “Kendini kanıtlamanın yolu, her zaman disiplinli olmaktan geçer, Burak. Görev bittiğinde bile bu disiplini koruyacaksın.”
“Tabii, komutanım,” dedi, başını hafifçe eğerek.
Eren, araya girdi. “Ama kabul edin, bu dağ temizlenirken herkes iyi iş çıkardı. Bir daha buralarda kimse cesaret edemez.”
Mustafa Kemal, dalgın bir şekilde gülümsedi. “Bu dağ, tarih boyunca pek çok şey gördü. Ama belki de bugün, gördüklerinin en önemlisiydi.”
İlteriş, defterini kapatıp bana döndü. “Rapor tamam, komutanım. İnişte merkeze ileteceğim.”
Başımı salladım. Helikopterin içinde yankılanan bu muhabbet savaşın ardından gelen o garip normalleşme hissiydi. Ama biliyordum ki bu, yalnızca bir duraktı. Çünkü bu toprakların bize her zaman daha fazlasını soracağını, daha fazlasını isteyeceğini biliyordum. Görev bitmişti. Ama savaş, her zaman devam ederdi.
Helikopter üsse indiğinde, günün yorgunluğu üzerimize kara bir bulut gibi çökmüştü. Kimse bir şey söylemedi; sessizce helikopterden indik ve ekipmanlarımızı bıraktık. Yorgun adımlarla herkes dinlenme alanına dağıldı. Çantalar omuzlardan, kasklar başlardan indi. Sessizlik, bu yorgunluğu daha da belirgin hale getiriyordu. Ben ise doğrudan odama çekildim. Birkaç saatliğine bile olsa, zihnimi susturmak istiyordum.
Ama uyumak… Bu kadar kolay değildi. Her ne kadar fiziksel olarak tükenmiş olsam da, kafamın içinde dönüp duran düşünceler uyumama izin vermiyordu. Gözlerimi kapattığımda, Umay’ın yüzü belirdi. Uzun zamandır görmediğim, ama aklımdan bir an bile çıkmayan o yüz. Tüm bu savaşın, operasyonların, disiplinin içinde bir anlık bir yumuşaklık… İşte o, Umay’dı.
Saatler geçti. Yemekhane saatinin geldiğini fark ettiğimde, kalkıp üzerimi düzelttim ve yavaş adımlarla yemekhaneye yöneldim. Koridorlar sessizdi, ama içeriden Burak’ın kahkahası duyulmaya başlamıştı bile. Bu adamın enerjisi tükenmek bilmezdi.
Yemekhaneye girdiğimde, sıcak yemeklerin kokusu burnuma çarptı. Uzun zamandır bu kadar iyi bir yemekle karşılaşmamıştık. Masaların etrafında oturan tim, yemeklerini almış, yerlerine geçmişti. Mustafa Kemal, İlteriş’in karşısına oturmuş, tabaktaki pilavını dikkatle karıştırıyordu. Kerim ve Yavuz sessizce yemeklerini yerken, Burak, tabii ki her zamanki gibi konuşuyordu.
“Yani, komutanım,” dedi Burak, çatalını sallayarak. “Bence şu operasyonlarda biraz daha aksiyon filmi havası olmalı. Mesela bir patlama, sonra ben koşarak herkesi kurtarıyorum. Böyle kahramanlık anları.”
Eren kahkahayı bastı. “Burak, o hayal gücünle bir gün Oscar alırsın. Ama önce, sahada koşarken düşmeyi bırakman lazım.”
Burak, ciddiyeti taklit ederek ona döndü. “Ben düştüğümde bile karizmatik düşerim. Hatta bir gün bunu kameraya çekerseniz, ne kadar haklı olduğumu görürsünüz.”
Kerim, gözlerini devirdi. “Burak, sen bir gün ciddi bir şey söyleyecek olursan, hepimiz şaşıracağız.”
Ben ise onları dinlerken, bir yandan önümdeki yemeğe bakıyordum. Yemeğin tadı güzeldi, ama iştahım yoktu. Çatalımı pilavın içinde gezdirirken, Umay yine aklıma geldi. Şimdi burada olsaydı… Düşüncelerim bu noktada hep tıkanırdı. Onun burada olmasını isterdim, ama bu fikrin ağırlığı beni hep yarıda bırakırdı.
O sırada İlteriş’in sesi yankılandı. “Mustafa Kemal,” dedi, gözlerini onun tabaktaki pilavından kaldırmasını bekleyerek. “Atından ne zaman bahsetmeye başlayacaksın? Burak’tan bile sessizsin bugün. Bu normal mi?”
Mustafa Kemal, hafifçe gülümsedi. “Komutanım, Ayaz burada olsaydı, belki daha konuşkan olurdum.”
“Ah, tabii,” dedi İlteriş alayla. “Atını buraya getirelim. Hatta onu operasyona da götürelim. Eminim çok yardımcı olur.”
Bu sözler masada kahkahalara neden oldu. Mustafa Kemal bile gülümseyerek başını salladı. “Ayaz olsa, sizden daha hızlı karar alırdı, komutanım.”
“İşte bunu tartışırız,” dedi İlteriş, gülümsemesini gizlemeye çalışarak.
Ben ise onların bu sohbetini dinlerken, aralarına katılmak yerine düşüncelerimde kaybolmayı tercih ettim. Çatalımı bırakıp bir süre masadaki herkesi izledim. Burak’ın neşesi, Mustafa Kemal’in sakinliği, İlteriş’in sert ama esprili tavrı… Hepsi, bir anlığına her şeyin normal olduğunu hissettirdi. Ama bu his uzun sürmedi.
Umay… Onun burada olmayışı, bu masada bir eksiklik gibiydi. Bu eksikliği kimse fark etmiyordu belki, ama ben her saniyesini hissediyordum.
O sırada Burak, bana dönerek seslendi. “Komutanım, siz de sessizsiniz bugün. Yoksa bizden sıkıldınız mı?”
Gözlerimi ona çevirdim. “Belki de senin konuşmaların yüzünden sessiz kalmayı tercih ediyorum, Burak,” dedim.
Bu söz, masadaki kahkahaları artırdı. Burak, ellerini havaya kaldırarak gülümsedi. “Tamam, komutanım. Sustum. Ama bir gün, sizin de bizim kadar eğlenebileceğinize inanıyorum.”
Onlara hafifçe başımı salladım. Yemeğimi bitirmiştim. Masadan kalkarken, onların neşeli sesleri arkamda yankılanmaya devam etti. Ama ben yine yalnız kalmayı tercih ettim. Çünkü içimdeki boşluk, onların kahkahalarıyla dolacak bir şey değildi. Bu, yalnızca benim savaşım, yalnızca benim yükümdü.
Kulaklıklarımı takıp Spotify’a girdiğimde, Barış Manço’nun “Aynalı Kemer” şarkısını seçtim. İlk notalar kulağıma dolarken, başımı koltuğun arkasına yasladım ve gözlerimi kapattım. Yorgunluk bedenimi ele geçirmişti, ama bu melodi zihnimdeki karmaşayı biraz olsun susturuyordu. Şarkının ritmi, geçmişin bir yankısı gibi ruhumu sarıyordu.
Gözlerim kapalıyken, bir anlığına her şeyden uzaklaştım. Ne operasyonlar, ne emirler, ne de o içimde taşıdığım ağır boşluk... Sadece müzik vardı. Ama o an kapının hafifçe açıldığını duyamadım.
Adımların yumuşak bir şekilde odaya girdiğini hissettim. Sessizlik, bir gölge gibi üzerime çöktü. Ama bu gölgeyi tanıyordum. Gözlerimi açmadan, dudaklarımda hafif bir tebessümle konuşmaya başladım.
“Burada olduğunu biliyorum, aslanım,” dedim. Sesimde hafif bir yorgunluk vardı, ama aynı zamanda bir samimiyet de.
İlteriş duraksadı. Bir anlık sessizlikten sonra, onun hafif bir nefes aldığını duydum. “Kulaklıkların biraz fazla yüksek seste, komutanım. Kapıyı bile duymadın.”
Gözlerimi araladım ve ona baktım. Elinde tuttuğu dosyaları masaya bırakıyordu. Üzerindeki yorgunluk, benimkinden farklı değildi. Ama İlteriş, bu yorgunluğu asla tam olarak göstermezdi. Her zaman olduğu gibi, dimdik duruyordu.
“Kendime bir mola verdim,” dedim, oturduğum yerden doğrularak. “Senin gibi raporlarla boğulmadım. Ama görüyorum ki, sen yine üstüne düşeni yapıyorsun.”
İlteriş hafifçe gülümsedi. “Birilerinin yapması lazım, komutanım. Senin biraz nefes almaya ihtiyacın var.”
Başımı salladım. “Nefes almak güzel olurdu, İlteriş. Ama burada, şu duvarların arasında bile tam anlamıyla nefes alabiliyor muyuz, emin değilim.”
“Doğru,” dedi, masanın kenarına yaslanarak. “Ama bazen küçük anlar yetiyor. Senin o kulaklıklarla şarkıya dalman gibi…”
Gözlerimi devirdim ama hafifçe gülümsemekten de kendimi alamadım. “Aynalı Kemer dinlemeden, ruhu tazelemek mümkün mü?”
“Sanmıyorum,” dedi, sesinde alaycı bir ton vardı. “Ama ruhunu tazelemek için biraz daha uyumana ihtiyacın olabilir. Kendini çok zorluyorsun, Altay.”
Onun sesindeki samimiyet, her zamanki gibi bir sığınak gibiydi. İlteriş, benim gibi sert bir askerdi, ama aynı zamanda insani tarafını korumayı başaran nadir insanlardan biriydi.
“Ben kendimi zorlamasam, kim zorlayacak, İlteriş?” dedim, gözlerimi tekrar kapatarak. “Burası, birinin daima uyanık kalmasını gerektiriyor. Ve o biri ben olmalıyım.”
“Biliyorum,” dedi, sesinde bir kabul vardı. “Ama unutma, bu yükü tek başına taşımak zorunda değilsin. Biz de buradayız.”
Gözlerimi tekrar açıp ona baktım. İlteriş, bir dosttan öteydi. Beni anlıyordu. Belki de bu yüzden, onun varlığı bu kadar kıymetliydi.
“Biliyorum, aslanım,” dedim yavaşça. “Ama bu yük, benim alışkın olduğum bir şey. Taşıyabilirim.”
O, başını hafifçe eğerek onayladı. Sonra masadan doğrulup kapıya yöneldi. “Raporlar masada, komutanım. İstersen biraz daha Barış Manço’nun tadını çıkar.”
Onu izlerken, kapıdan çıkmadan önce dönüp hafif bir gülümsemeyle bana baktığını fark ettim. “Yine de kendine fazla yüklenme, Altay. Bazen biraz gevşemek, savaşın bir parçasıdır.”
Ardından kapıyı sessizce kapatıp çıktı. Odaya tekrar sessizlik hâkim oldu, ama bu kez farklı bir sessizlikti. İlteriş’in sözleri zihnimde yankılanırken, kulaklıklarımı tekrar taktım. Aynalı Kemer bir kez daha çalmaya başladı. Ve bu kez, içimde taşıdığım yük bir nebze olsun hafiflemiş gibiydi.
Aynalı kemer ince bele bu can kurban tatlı dile seher vakti bir güzele vuruldum…Formun Üstü
Akşam yemeğinden sonra herkes yavaş yavaş yemekhaneden ayrıldı. Gözlerimde hafif bir ağırlık hissetmeye başlamıştım. Yorgunluk, sessizce ama etkili bir şekilde insanı ele geçiriyordu. Masadan kalkıp odama yöneldim. Koridorlarda yankılanan adımlarım, bu sessiz gecenin tek sesiydi. Üs, operasyon sonrası bir huzura bürünmüştü, ama bu huzur asla tam anlamıyla sakinlik anlamına gelmezdi.
Odaya girip kapıyı kapattığımda, yatağıma doğru yürüdüm. Botlarımı çıkarıp kenara koydum, ardından üzerimdeki üniformayı dikkatlice katlayarak askıya astım. Yatakta uzanırken, gözlerimi tavana diktim. Umay. Yine aklıma gelmişti. Yorgunluk bazen düşünceleri susturur, ama bazen onları daha da gürültülü hale getirirdi. O gece, onun yüzü zihnimden bir türlü silinmedi.
Sabah, alarmdan önce uyandım. Askeri bir düzenin insanı disipline etmesi, böyle küçük anlarda kendini belli eder. Hızlıca yatağımı topladım, üzerime eğitim kıyafetlerimi giydim ve yüzümü yıkamak için banyoya geçtim. Soğuk su, beni bir anda kendime getirdi. Aynaya baktım; gözlerimdeki yorgunluk izleri hala duruyordu, ama bu, alışık olduğum bir durumdu.
Koridorda yürürken, İlteriş’i spor salonuna doğru giderken gördüm. Sabahın erken saatlerinde bile, o her zamanki gibi disiplinliydi. Beni fark ettiğinde, hafifçe başını salladı.
“Her zaman,” diye cevap verdim. “Sabahları uykuda geçirecek lüksümüz yok, aslanım.”
O hafifçe gülümsedi. “Doğru. Ama belki bugün biraz farklı bir şey yapabiliriz. Serbest gün, unutma.”
Beraber spor salonuna girdik. İçeride birkaç kişi daha vardı; Mustafa Kemal köşede mekik çekiyordu, Eren ve Burak ise ağırlıklarla uğraşıyordu. Burak, her zamanki gibi, yaptığı işi ciddiye alıyor gibi görünse de bir yandan konuşmayı ihmal etmiyordu.
“Komutanım!” dedi, bizi görünce. “Sabah sabah buraya mı geldiniz? Vallahi bir gün sizi burada görmek beni şaşırtacak. Ama yine de hoş geldiniz!”
“Burak,” dedim sert bir tonla. “Sen işine odaklan. Ağırlıkların altında kalmanı istemeyiz.”
Eren gülerek araya girdi. “Komutanım, merak etmeyin. Burak ağırlıkların altında değil, ağırlıklar onun çenesinin altında kalıyor.”
Bu sözlere herkes güldü, ama ben sadece başımı sallayıp kendi işime döndüm. İlteriş ile yan yana bir süre ağırlık çalıştık. Barı kaldırırken, nefes alıp verişlerimizin ritmi, salondaki sessizliği dolduruyordu.
“Altay,” dedi İlteriş bir ara, sesini alçaltarak. “Biraz gevşemelisin. Sürekli bu kadar sert olmak seni daha iyi bir asker yapmaz.”
Barı yerine koyup ona baktım. “Gevşemek mi? Bizim işimizde gevşemek, ölüm demek, İlteriş. Bunu en iyi sen bilirsin.”
O derin bir nefes aldı. “Biliyorum. Ama bazen insan, kendi savaşını biraz hafifletmeli. Bu kadar yükü tek başına taşımak zorunda değilsin.”3
Bu sözler, beni bir anlığına duraksattı. Ama cevap vermedim. Bunun üzerine o da bir şey söylemedi ve sporumuza devam ettik.
Kahvaltıda herkes bir araya gelmişti. Yemekhanede hafif bir uğultu vardı, ama operasyon sonrası gevşemiş bir hava hissediliyordu. Mustafa Kemal, köşede oturmuş, bir fincan çay içiyordu. İlteriş, tam karşıma oturmuştu. Burak ve Eren, yine kendi aralarında şakalaşıyorlardı.
Burak, tabağındaki peyniri işaret ederek, “Komutanım, bu peyniri bize kimin yaptığı belli değil, ama operasyonun en zor kısmı bunu yemek olabilir,” dedi.
Eren gülerek ona katıldı. “Burak, belki de senin gibi çok konuşanlar için özel bir menü hazırlıyorlardır. Çeneni yormak için!”
Bu sözlere herkes gülerken, ben yine dalgındım. Çatalımı tabağıma koyup bir süre onları izledim. Gözlerim İlteriş’e kaydı. O, Mustafa Kemal’le konuşuyordu. Ayaz’dan bahsetmeye başlamıştı yine.
“Komutanım,” dedi Mustafa Kemal. “Ayaz burada olsaydı, eminim size meydan okurdu. Atımla sizi bir yarışta görmek isterdim.”
İlteriş, alaycı bir gülümsemeyle başını salladı. “Mustafa, atın kadar senin de burada biraz hızlanman lazım. Şu çayı içerken bile yavaşsın.”
Mustafa Kemal hafifçe güldü. “Sabahları hızlı olmak için önce iyi bir kahvaltı gerekir, komutanım.”
Yine bir kahkaha tufanı kopmuştu, ama ben, bu neşeli ortamda bile kendimi tamamen dahil hissedemiyordum. Umay. Yine aklımın bir köşesindeydi. Bu serbest gün, her ne kadar bir nefes alma fırsatı gibi görünse de benim için bir hesaplaşma alanına dönüşüyordu.
Kahvaltı bitince herkes kendi işine dağıldı. Ben ise koridorda yalnız başıma yürüdüm. Düşüncelerim yine beni ele geçiriyordu. Bu hayat, disiplin ve düzen üzerine kuruluydu. Ama bazen, insanın içindeki kaosu susturmak, savaştan daha zor oluyordu.
Koridorların sessizliği adımlarımı yutuyordu. Yürüyorum, ama nereye gittiğimi bilmiyorum. Sanki bir yerlere varmaya çalışıyormuş gibi, ama varış noktam yok. Düşüncelerim karışıyor; Umay’ın yüzü, bir silahın soğuk namlusu kadar net. Hatırladıkça ağırlaşıyor omuzlarım, ama yürümeye devam ediyorum. Çünkü durmak, içimdeki fırtınanın beni yutması demek.
Cudi’nin toprak kokusu hâlâ üzerimde. Barut ve metal. Ama şimdi bunlar yerini başka bir kokuya bırakıyor: İnsan sessizliğinin, yalnızlığının kokusuna. Askeri bir hayatın gölgesinde büyüyen bir adam, her şeyini savaş meydanında bırakır, ama içindeki bazı şeyler hiçbir yere gitmez.
Bir pencerenin kenarına vardım. Ellerimi demir çerçeveye koydum. Soğuk metal, bir şeyleri unutturur gibi. Dışarıda, gökyüzü griye boyanmış. Bulutlar alçak, sanki yere dokunacak kadar yakın. Öyle bir gri ki, insanın içinde bir duvar gibi yükseliyor. Düşüncelerim bu duvarın arkasında yankılanıyor.
Umay... İsmi bile bir kurşun gibi. Sessiz, ama delip geçen bir kurşun. Onu burada görmek isterdim. Bu duvarların arasında, benimle. Ama belki de bu, bir asker için fazla büyük bir istek. Biz burada yaşamıyoruz; biz burada hayatta kalıyoruz. Yaşamak başka bir yerde, başka bir zamanda kalmış bir lüks.
Ses, beni bulunduğum yerden çekip aldı. Arkama döndüm. İlteriş, koridorun diğer ucunda durmuş bana bakıyordu. Yüzünde her zamanki sakin ama sorgulayıcı ifade vardı. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Onunla konuşmadan bile, beni anladığını bilirdim. Ama bu kez, o sustu, ben de sustum.
Yavaşça yanıma geldi. “Ne yapıyorsun?” diye sordu.
Gözlerimi tekrar pencereye çevirdim. “Sadece... her şey.”
O, sessizce yanıma yaslandı. Gözleri benim baktığım yerdeydi, ama benim gördüğüm şeyleri görmediğini biliyordum. Çünkü onun zihninde, benim zihnimde olan fırtına yoktu. İlteriş, hep bir dağ gibi sabitti. Ama ben? Ben bir rüzgardım. Durmadan esen, ama bir yere varamayan bir rüzgâr.
“Bir gün bu duvarların dışına çıkacağız,” dedi İlteriş. “Ama o gün geldiğinde, burada bıraktıklarımızı unutabilecek miyiz, bilmiyorum.”
Başımı salladım. “Unutmak istemiyorum. Ama bazı şeyler, insanın omuzlarına bir yük gibi biniyor.”
“Yük dediğin şey, seni taşıyan şeydir bazen,” dedi, yüzünde hafif bir gülümsemeyle.
Ona bakmadım. Çünkü bu yük, beni taşımaktan çok, beni aşağı çekiyordu. Ama bunu ona söyleyemezdim. Çünkü bu, benim savaşımdı.
İlteriş bir süre daha yanımda durdu, sonra omzuma hafifçe dokundu. “Hadi, biraz hava alalım,” dedi. “Bir asker, serbest gününde bile kendini kapatmaz. Unutma, Altay, bu hayat bir savaştır. Ama bazen savaşa mola vermek de gerekir.”
Başımı salladım. Onunla koridorun sonuna doğru yürümeye başladım. Ama içimde bir yerlerde, o savaş hala devam ediyordu. Ve Umay... Onun adı, bu savaşın kazananıydı. Formun Üstü
İlteriş’in omzundaki eli, o an beni başka bir zamana, başka bir yere çekmiş gibiydi. Piyanonun başında oturmuş, içimde birikmiş ne varsa tuşlara dökerken, birden başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerimde biriken o ağırlığı hissetmiş olacak ki, kaşlarını hafifçe kaldırdı.
“Alsana lan kemanını,” dedim gülerek. Sesimdeki hafif çatlak, duygularımı gizlemeye yetmiyordu. “Harbiyedeki gibi çalalım.”
İlteriş önce duraksadı, sonra o tanıdık gülümsemesiyle başını salladı. Bir köşeye bırakılmış kemanı aldı. Elindeki kemanı öyle bir kavrayışı vardı ki, sanki bir savaş aleti değil de eski bir dostu tutuyordu. Piyanonun başında dururken, onun keman için yayını gerip hazırlandığını izledim. Gözlerimiz kısa bir an buluştu.
Başımı salladım. Parmaklarım tuşların üzerinde gezindi ve ilk notaları dökmeye başladım. Ümit Besen’den ‘Okul Yolunda’. O melodi, bir şarkıdan fazlasıydı. İçimde kalan her şeyin bir yankısıydı.
Kemanın sesi piyanoya karışırken, melodi odayı doldurdu. Sanki tuşlar ve teller, birlikte bir hikâye anlatıyordu. Ama bu hikâye bizim değil, başkalarının gibiydi. Çünkü biz, bu hikâyeyi sadece içimizde taşımıştık, ama hiç yaşayamamıştık.
Parmaklarımın hareketi yavaşladı. Başımı hafifçe eğdim, gözlerimi kapattım. Ve o anda, kelimeler kendiliğinden döküldü dudaklarımdan:
"Hatırladın mı eskiden? Geçmişteki günlerde
Akşamları beklerdim, sen okuldan dönerken
El ele yürürdük, evinizin yoluna
Şarkılar fısıldardın, gülümseyerek bana…"
Sesim, piyanonun ve kemanın içine karışıyordu. O an sadece biz vardık. Melodi, sözler, duman kokusu, piyanonun soğuk tuşları… Ve içimizde biriken o ağır yük.
"Bitmesin derdik bu yol, yağmurda ıslanırken
Geceler bile gündüzdü, ikimiz beraberken…"
Sözler akmaya devam ederken, gözlerimi kapatmaya devam ettim. Umay’ın yüzü, bu sözlerin içinde yankılanıyordu. Bir zamanlar onun için hissettiklerim, bu melodiyle, bu sözlerle yeniden canlanıyordu. Ama artık yalnızca bir hatıraydı.
"Fakat aylardan sonra, bir gün sana koşarken
Yalnız değildin o yolda, sana uzaktan bakarken
Şarkılar söylüyordun, yine sen gülümseyerek
Göz göze geldik ama, sarıldın gittin ona…"
Son notalara doğru, İlteriş’in kemanı daha da yumuşak bir tona büründü. O da, melodinin içinde kaybolmuş gibiydi. Benim sesim ise gittikçe alçalıyordu. Şarkının son sözleri dudaklarımdan dökülürken, gözlerim bir anlığına buğulandı:
"Mutluluklar benden sana, başkasının olsanda
Hayalinle yürürüm, evimizin yoluna…
Mutluluklar benden sana, başkasının olsanda
Sallanarak yürürüm, artık kendi yolumda…"
Son nota çalındığında, odada derin bir sessizlik oldu. O sessizlik, müziğin bıraktığı bir yankıydı. Parmaklarımı tuşlardan çektim, İlteriş yayını tellerin üzerinden kaldırdı. Ama o sessizlik uzun sürmedi.
Bir alkış tufanı kopunca, irkilerek başımı çevirdim. Kapıda Burak, Eren, Mustafa Kemal ve diğerleri… Tüm tim, orada toplanmıştı. Gözlerinde hayranlık, yüzlerinde gülümsemeler vardı.6
“Komutanım,” dedi Burak, gülerek. “Biz burada savaş kazandık sanmıştık. Meğer müzikle kazanmamız gerekiyormuş.”
Eren, elini çenesine koyup alayla konuştu: “Altay komutanım, piyano çalar, İlteriş komutanım keman… Bizi de koroya mı alsanız acaba?”
Mustafa Kemal, daha ciddi bir sesle, “Bu, dinlediğim en güzel şeylerden biriydi,” dedi. “Tüm savaşı bir anlığına unutturdu.”
Onlara hafifçe gülümsedim. Ama o an, hiçbir şey söylemedim. Çünkü içimde hala şarkının bıraktığı bir yankı vardı. O yankı, sadece bana aitti. Çünkü bazı melodiler, bazı sözler, yalnızca söyleyenin taşıdığı bir yüktür. Ve o yük, başkalarına görünmeden taşınır.
Kapının önündeki kalabalık yavaşça dağıldı. İlteriş, elindeki kemanı dikkatlice yerine koydu. Bana baktı, gözlerinde bir anlam vardı, ama bunu söylemedi. O da biliyordu. Bazen kelimeler fazladır. Bazen bir melodi, her şeyi anlatmaya yeter.
Piyano odasından çıkarken üzerimde bir hafiflik hissettim. Melodi, içimde bir şeyleri alıp götürmüş gibiydi, ama geriye bıraktığı boşluk da ağırdı. İlteriş, yanımda sessizce yürüyordu. O da aynı hafifliğin farkındaydı, bunu yüzündeki küçük, belli belirsiz gülümsemeden anlıyordum.
Koridorda ilerlerken Burak’ın sesi yankılandı. "Komutanım! Vallahi sesiniz insanın içini eritir. O kadar güzel söylediniz ki, neredeyse askeri hayatı bırakıp müziğe başlamayı düşüneceğim!"
Gözlerimi devirdim, ama içten içe gülümsüyordum. “Burak, sen konuşmayı bırakıp işine odaklanmayı ne zaman öğreneceksin?”
O ise hiç aldırmadan devam etti. “Ama komutanım, cidden... Şarkı söylediniz ya, piyanoya dokundunuz ya, işte o an, biz burada bu dünyanın dışında bir yerdeydik. Tam bir sanatçı gibisiniz! Şu an istek parça alıyorsanız, peçeteye yazıp getiriyorum.”
Bu sözlere daha fazla dayanamadım, hafifçe gülümsedim. Ama İlteriş, o an harekete geçti. Burak’ın ensesine sertçe bir şaplak yapıştırdı. "Kes lan!" dedi, ama sesindeki alaycı ton, yaptığı hareketi daha da komik hale getirdi.
Tim kahkahalara boğuldu. Burak, ensesini ovuştururken bile sırıtmaktan vazgeçmiyordu. “Komutanım, bu kadar güzel bir sesle bizim moralimizi yükseltiyorsunuz. Siz de biraz mütevazı olun.”
Dinlenme salonuna girdiğimizde, kahkahalar hala devam ediyordu. Ortam sıcaktı, samimiydi. Bir köşeye oturdum, sigaramı çıkarıp yaktım. Dumanı ilk nefesle ciğerlerime çekerken, Burak yine bir şeyler mırıldanıyordu. Ama bu kez sessizce gülerek izlemekle yetindim.
İlteriş, Burak’a döndü. “Senin çenen bu kadar düşmese, belki bir gün gerçek bir asker olacaksın, Burak.”
Eren araya girdi. “Ama o zaman Burak olmaz ki, komutanım. Biz onun sessiz halini kaldıramayız.”
Kahkahalar yeniden yükseldi. Mustafa Kemal, sessizce bir köşede oturmuş, elindeki çayı yudumluyordu. Gözleri uzaklara dalmış gibiydi, ama yüzünde bir huzur vardı. Belki de Ayaz’ı düşünüyordu.
O an bir şey fark ettim. Bu insanların hepsi, bu odada birer yük taşıyordu. Ama o yükleri, böyle anlarda birbirleriyle paylaşmayı başarıyorlardı. İlteriş’in sert mizahı, Burak’ın bitmeyen neşesi, Mustafa Kemal’in sessiz derinliği... Her biri, bu hayatın içinde kendine bir yer açmıştı.
Sigaramdan bir nefes daha çekerken, Burak bana döndü. “Komutanım, şimdi samimi söyleyin,” dedi. “Siz bu kadar güzel şarkı söylerken, neden askerlik? Sanatçı olsaydınız ya!”
Gözlerimi dumanın arasından ona çevirdim. “Burak, bir asker de sanatçı olabilir. Ama bir sanatçı, her zaman asker olamaz.”
Bu sözlere odada bir anlık bir sessizlik oldu. Herkes, sanki bu cümlenin ağırlığını anlamaya çalışıyordu. İlteriş, elindeki çay bardağını masaya koydu ve bana döndü. “Altay komutanım,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Bazen düşünüyorum da senin kelimelerin bir silah kadar keskin. Ama her zaman hedefi vurmayı başarıyorsun.”2
Tebessüm ettim, ama bir şey söylemedim. Çünkü bazen, sessizlik en güçlü cevaptır. Duman hala odanın içinde kıvrılarak yükseliyordu. Ve o an, hepimiz, savaşın dışında bir yerdeydik. Bir anlığına, sadece bir anlığına, bu hayatın yükünü unutmuştuk. Ama biliyordum ki, o yük, kapının hemen dışında bizi bekliyordu…3
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
9.81k Okunma |
4.06k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |