31. Bölüm

EN GÜZEL MEVSİMİM

Beyza Yıldırım
beyzasi__

Sofraya oturduğumuzda herkes normalmiş gibi davranıyordu.
Ama ben bir dedektör gibi etrafı tarıyordum.

Sonra fark ettim.
İlteriş’in gözleri, hep o sarışın kızın üzerindeydi.

Kız da ona öyle bir bakıyordu ki...
Hani şu dizilerde ağır çekim bakışmalar olur ya, aynı öyle.

Bir lokma almadan önce başımı yana eğdim.
Çatalı elimde tuttum ama gözlerimi ayırmadım.

Sessizlik biraz daha sürse, bu ikisinin gözleriyle evleneceğini hissediyordum.

En sonunda kız bozuk Türkçesiyle gülümsedi:

“Şey... Ben Yaseminka.”

İlteriş’in suratı aydınlandı.
Sanki yıllardır aradığı kayıp parçayı bulmuş gibiydi.

Kız, çatalı eline aldı, ama İlteriş’e bakmaktan yemeği göremedi.
Ve sonra o bomba patladı:

“Sevgilim.”

Benim kaşım havaya kalktı.
Yanlış mı duydum diye sandalyede dikleştim.

İlteriş’in yanakları kızardı.
Ama köşeden hafif bir sırıtma belirdi.

Ben elimdeki çatalı bıraktım, sessizce sırıtarak ona baktım.

“İlteriş?” dedim kısık sesle.
“Sevgilim mi dedi o?”

İlteriş kafasını kaşıdı:

“E... Şey... Dil bariyeri işte...”

“Yani... Ne bileyim...”

Burak patladı tabii:

“Ne dil bariyeri lan, bildiğin sevgilim dedi işte!”

Yaseminka İlteriş’e daha da yaklaşarak:

“Sen bana öğret Türkçe...” dedi kıkırdayarak.
“Ben sana kalp öğretmek...”

Ben artık çatlayacaktım gülmekten.
Ama İlteriş tam bir ergen gibi başını eğmiş, domates gibi olmuştu.

Umay bile köşeden gülümsedi ama çaktırmamaya çalışıyordu.
O an sofrada tek ciddiyetini koruyan Aybars’tı.
O da yoğurduyla savaşıyordu zaten.

Burak kaşlarını kaldırıp İlteriş’e yanaştı:

“Komutanım?”
“Yani, devlet ilişkileri adına derin bir çalışma mı bu?”

İlteriş masaya vurdu:

“LAN YİYİN ŞU YEMEĞİ!”

Ama biz yiyemedik.
Çünkü kahkahalarla kırılıyorduk.
İlteriş ise, köşede sırılsıklam âşık olmuştu bile...

Boşnak mantısını lüpletiyordum resmen.
Ama gözüm hâlâ İlteriş’teydi.
Her lokmada, ona sırıtarak bakıyordum.

İlteriş kızarmış suratla tabağına bakıyordu ama göz ucuyla Yaseminka’yı kesmeyi ihmal etmiyordu.
Ben ise sahneyi kaçırmadan izliyordum.

Bir yandan da Umay, tabaktaki mantılar bittikçe sessizce yenilerini ekliyordu.
Fark etmez sandı herhâlde.
Ama ben midemin alarm vermeye başladığını hissediyordum.

Yine de dayanamadım, başımı kaldırıp ona gülümsedim:

“Aşkım...” dedim tatlı dille.
“Biraz daha yersem L2A2 bombası olup patlayacağım. Doydum ben...”

Ama Umay kaşlarını kaldırıp tabağıma bir kaşık daha mantı koydu.
Bakışları hem otoriter hem de içinde derin bir hüzün vardı.

“Yiyeceksin, Altay Efendi,” dedi ciddi bir sesle.
“Nasıl zayıflamışsın... Sarılırken kaburgan elime geldi.”

Sesi çatladı son cümlede.
Belli ki beni böyle görmek canını acıtıyordu.

O an içim burkuldu.
Yemek falan kalmadı aklımda.
Umay’ın bana ne kadar kırgın olsa da hâlâ beni düşündüğünü görmek gözlerimi doldurdu.

Kaşığı bırakıp elini tuttum:

“Tamam...” dedim yumuşak bir sesle.
“Yiyeceğim, güzelim... Sen yeter ki üzülme...”

Ve gerçekten o tabaktaki her şeyi yedim.
Çünkü o an fark ettim:
Umay’ın sevgisi, bazen sessizce tabağa koyduğu bir kaşık mantıda bile saklıydı.
Ve ben, onu tekrar kazanmak için ne varsa yemeye razıydım.

Ulaş, kucağında Aybars’la mutfağa daldı.
Koca gövdesiyle salonu çınlatan kahkahalar atıyordu.
Aybars ise cıvıl cıvıl gülüyordu, yanakları pespembeydi.

Ulaş, Aybars’ı havaya atıp tutuyor, sanki dev gibi elleriyle minicik bir hazinesi varmış gibi nazik davranıyordu.

Ama sesi Erzurum yaylalarından geliyormuş gibi yankılanıyordu:

"Atem tutem men seni
Şekere katem men seni
Akşam baban gelende
Oy önüne atem men seni!"

Aybars kahkahalarla çırpınıyordu, gözleri ışıl ışıl.
Tam havadayken minik ellerini açıp bağırdı:

“Baba geldi!”

Elleriyle coşkuyla alkış yapmaya başladı.
Küçük avuçları birbirine vurdukça gülüşü daha da büyüdü.

O an kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.
Gözlerim doldu ama gülümsemem daha da büyüdü.

Ayağa kalktım, kollarımı açtım:

“E babası buradaymış işte!” dedim neşeyle.
“Kimmiş bu yakışıklı?”

Ulaş, Aybars’ı yavaşça bana uzattı.
Onu kucağıma aldığımda, o minik bedeni göğsüme bastırırken içimde kocaman bir huzur yayıldı.

Aybars, saçlarımı çekiştirirken kıkırdadı:
“Baba!”

Ben gözyaşlarımı belli etmemek için başını öptüm:

“Ben buradayım, aslanım...” dedim fısıldayarak.
“Artık hep buradayım...”

Ve o anda, ne kadar kırık olursak olalım, hayatın en büyük hediyesinin kollarımda olduğunu hissettim.
Oğlumun kahkahası, geçmişin tüm acılarını silmeye yetiyordu.

Umay, Aybars'ı nazikçe kucağına aldı.
Oğlumun göz kapakları ağırlaşmıştı, minik parmakları annesinin bluzuna tutunmuştu.
O kadar masumdu ki...

Umay’ın sesi yumuşaktı ama içindeki sınırları belli eden o ince çizgi hâlâ duruyordu:

“Onun uyku saati geldi.” dedi.
Sesi nazikti ama mesafeli.

İçimde tuhaf bir huzursuzluk büyüdü.
Umay’la oğlumun yanından ayrılmak istemiyordum.
İçimde, kaçırdığım her saniyeyi telafi etmek isteyen aç bir taraf vardı.

Yavaşça sordum, sesim neredeyse fısıltı gibiydi:

“Ben de gelebilir miyim?”

Umay duraksadı.
Bana ilk defa göz ucuyla baktı.
Ama sonra başını hafifçe yana eğip yutkundu:

“Emzirdikten sonra olur...” dedi kısık sesle.**

O an kalbime ince, sessiz bir bıçak saplanmış gibi hissettim.
Umay’ı anlıyordum.
Ama o kadar özlemiştim ki...
Her anında, her saniyesinde yanında olmak istiyordum.
İçimdeki yanık büyüdü.

Ama kendimi zorladım.
Gülümsedim.
Kırgınlığımı sakladım.

“Tamam...” dedim sessizce.
Başımı sallayıp salona geçtim.

Koltukta sessizce çöktüm.
Başımı ellerimin arasına aldım.

İlteriş yanıma gelip oturdu.
Bir süre ikimiz de konuşmadık.
Sonra o sessizliği bozdu:

“Seni tamamen affetmesi uzun zaman alacak...” dedi.
Elini sırtıma koydu, sesi daha yumuşaktı bu kez.
Ama gerçekçi.

Başımı salladım, gözlerimi kapattım.

“Biliyorum.” dedim kısık sesle.
“Bekleyeceğim.”

İlteriş hafifçe gülümsedi, gözleri daha yumuşaktı:

“Ama...” dedi yavaşça.
“Yemek yerken seni uzun uzun izledi.”

O cümleyle ciğerime hava doldu sanki.
Yavaşça başımı kaldırdım.
İlteriş gülümsemeye devam ediyordu.

O an anladım:
Umay kırgın olsa da, kalbinin kapısını hâlâ kapatmamıştı bana.
Ve o minicik umut kırıntısı bile, bana dağ gibi güç verdi.

Umay’ın “Altay, gelebilirsin,” demesiyle yerimden öyle hızlı fırladım ki, tim kahkahalarını zor tuttu.
Gülüyorlardı, ama kimseyle uğraşacak hâlim yoktu.
Adımlarımı sessiz ama hızlı attım.

Odaya girdiğimde içim sıcacık oldu.
Umay yatakta oturmuştu, yanında uykuya dalmak üzere olan oğlum vardı.

“Oğlum...” diye fısıldadım.
Yanlarına oturdum, Aybars’ın yüzüne düşen sarı saçları usulca geriye taradım.
Alnına kocaman, sevgi dolu bir öpücük kondurdum.

Ama minik dudaklarından tatlı bir şikâyet yükseldi:

“Battı...” dedi kırışık kaşlarıyla.

O an fark ettim.
Sakallarım onu rahatsız ediyordu.

Gülümsedim:
“Tamam, bebeğim... Yarın yumuş yumuş bir babaya hazır ol,” dedim.
Ve yanağını elimle sevdim, parmaklarım o küçücük yanaklarda gezerken kalbim tekrar yerinden fırlayacak gibi oldu.

Aybars tatlı bir sesle:

“Masaaal...” dedi, ‘a’ları uzatarak.
Çocuk masumluğu sesine o kadar işlemişti ki gözlerim doldu.

Umay sessizce bana bir masal kitabı uzattı.
Göz göze gelmedik ama onun da gözleri nemliydi.
Aybars’ın saçlarını sevdi, minik bedenine sarıldı.

Ben kitabı açtım, usulca okumaya başladım:

Bir zamanlar, iki farklı krallıkta yaşayan bi prens ve bir prenses varmış.
Prens, Kuzey Dağları’nın ardındaki güçlü ve soylu bir hanedanlığın varisiymiş.
Prenses ise Güney Ovaları’nın zarif ve barışçıl krallığında, güzelliği ve iyiliğiyle tanınan bir prensesmiş.

Ancak bu iki krallık, asırlardır süren bir düşmanlık yüzünden birbirine tamamen kapalıymış.

Bir gün, her iki krallık da büyük bir şölene davet edilmiş.
Bu davet, tarafsız bir bölgede yapılmış.
Prens, krallığını temsilen gitmek zorunda kalmış.
Aynı şekilde Prenses de babasının krallığını temsil etmek için şölene katılmış.

Kalabalığın içinde tesadüfen karşılaşmışlar.
Birbirlerini görür görmez, aralarında tarif edilemez bir bağ hissetmişler.

Ama kimliklerini öğrendiklerinde üzüntüyle sarsılmışlar.
Onlar düşman krallıklardandı...

Ancak kalplerindeki aşk, nefretin duvarlarını yıkmak için büyümeye devam etmiş.
Gizli buluşmalar düzenlemişler.

Fakat bu buluşmalar iki krallığın dikkatini çekmiş.
Savaş kapıya dayanmış.

Ama Prens ve Prenses, savaşa izin vermemişler.
Krallarına, halklarına seslenip aşklarını ilan etmişler.

Ve halklar, nefretin anlamsızlığını fark etmiş.

Sonunda iki krallık birleşmiş.
Prens ve Prenses, büyük bir törenle evlenmiş.
Bu evlilik, iki krallık için barışın ve umudun başlangıcı olmuş.

Masalı bitirdiğimde Aybars gözlerini kırpıştırıyordu.
Göz kapakları ağırlaşmıştı.

Gözlerimi Umay’a kaldırdım.
O da bana baktı, sessizce.

Belki de masaldaki prens ve prenses bizdik.
Belki biz de, yeniden birleşmeyi başaracaktık.

Aybars, babasının sesiyle uykuya dalarken...
Ben, o gece umutla dolmuştum.
Çünkü en karanlık gecede bile, barışın ve sevginin mümkün olduğuna inanıyordum.

Umay, Aybars’ın üzerini nazikçe örterken bana dönüp fısıldadı:

“Uyudu bile...”

O an kalbimde tarifsiz bir huzur vardı.
Oğlum yanımdaydı, karım birkaç adım ötede...
Ama içimdeki yangın hiçbir zaman sönmüyordu.

Yavaşça doğruldum, Aybars’ın başını rahatsız etmeden son bir kez okşadım.
Parmak uçlarım minik alnına değdiğinde içimi tatlı bir sıcaklık kapladı.

Sessizce geri çekilip ayağa kalktım.
Ama tam odadan çıkmak için dönerken, içimdeki bastırılmış özlem patladı.

Umay’ı bırakmak istemiyordum.
Ona bakmak yetmiyordu artık.

Gitmesine izin veremezdim.

Bir an bile düşünmeden bileğinden tuttum.
Nazik ama kararlı bir hareketle kendime çektim.
Umay ne olduğunu anlamadan kollarımın arasındaydı.

Ve sonra...

Dudaklarına kapandım.
Öyle bir öptüm ki tüm kırgınlıkları, tüm acıları susturmak ister gibi...
Kokusu ciğerlerime işledi, kalp atışlarımla yarışan nefesini hissettim.

İçimdeki açlık, ayların bastırılmış özlemiyle karışıyordu.
Bütün ruhumla sarıldım ona.
Bütün varlığımı, nefesimi, kalbimi dudağında bıraktım.

Ve öperken, çatlamış bir fısıltı döküldü dudaklarımdan:

“Köpek gibi aşığım sana...”
“Anlıyor musun?”
“Köpek gibi...”

Umay kıpırdamadı.
Sadece gözlerini kapattı.

Ama beni itmedi.
Kaçmadı.

Ve o an anladım:
Belki hâlâ kırgındı.
Belki yaralar daha kabuk bağlamamıştı.

Ama hâlâ oradaydı.
Yanımdaydı.

Ve ben onu tekrar kazanmak için her gün, her gece böyle öpmeye razıydım.

Umay’ı hâlâ kollarımda tutarken içimdeki yangın dinmiyordu.
Ona daha sıkı sarılmak, tüm o kayıp zamanı telafi etmek istiyordum.

Gözlerine bakarken sesim titredi:

“Umay... İzin ver timi kovayım, sabaha kadar seveyim seni.”
“Ne olur...”

Umay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı.
Şaşkınlığı o kadar gerçekti ki neredeyse gülüyordum.

Ama ben ciddi, delice aşıktım ona.

O ise hızla kendine geldi, gözlerini devirdi:

“Saçmalama, Altay!” dedi fısıltıyla ama sertçe.
“Sen de timle gideceksin.”
“Yaseminka var evde, kız kıza kalıyoruz.”

O an, kalbim paramparça oldu.
Bütün gece sarılmak, sabaha kadar gözlerinin içine bakmak istiyordum oysa.

Ama haklıydı.
Umay’ın yalnız kalıp olanları hazmetmeye ihtiyacı vardı.
Belki ağlamak, belki sessizce düşünmek istiyordu.
Ve Yaseminka da buradayken benim evde kalmam doğru olmazdı.

Derin bir nefes aldım.
İçimdeki hayal kırıklığı kalbime taş gibi oturdu.
Ama bir yandan da sabırla beklemeye razıydım.

Umay’a hafifçe gülümsedim, ama gözlerim hüzün doluydu:

“Tamam, güzelim...” dedim sessizce.
“Ama biz bu kış bir tatil yapacağız, haberin olsun.”

Umay kaşlarını kaldırıp şaşkınlıkla baktı:

“Ne tatili?” dedi.

Ben şimdiden kafamda plan yapıyordum bile.
Oğlum, Umay ve ben...
Küçük bir dağ evi, karlar altında huzurlu bir kaçış...

Gözlerimi kısmış, hafifçe sırıtmıştım:

“Sana sürpriz...” dedim.
“Ama söz veriyorum...”
“Bu tatil, cennetten bir köşe olacak.”

Umay derin bir iç çekti, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
Belki de o tatil fikri, kalbindeki küçük bir kilidi açmıştı bile...

Umay’ın elini tutup içeri geçtiğimizde salon tam anlamıyla kaos alanına dönmüştü.
Tim, hararetli bir tartışmanın ortasındaydı.
Herkesin sesi birbirine karışıyordu ama en çok İlteriş’in sesi yankılanıyordu:

“Aşkım, gel bende kal!” dedi İlteriş, Yaseminka’nın elini tutup sırıtarak.
“Ulaş zaten kendine kalacak yer bulur, benim evim çok güzel, hem...”

Ben o an gözlerimi devirdim.
İlteriş tam gaz romantizm modundaydı, ama Yaseminka’nın yüzü asıktı.

“Olmaz, İlteriş,” dedi Yaseminka, elini nazikçe çekip.
“Sen bana otel ayarla.”

O an Umay’la aynı anda kaşlarımız çatıldı.
Birbirimize baktık, sonra gözlerimizi Yaseminka’ya diktik.

Umay sesini yumuşatmaya çalışarak sordu:

“Ne oteli, Yaseminka? Ne oldu?”

Ben de merakla dinlemeye başladım.
Hani belki kültürel fark falan diyordum, ama Yaseminka’nın yüzündeki ciddiyet beni de şaşırtmıştı.

“Ben otele geçeyim diyorum,” dedi Yaseminka sessizce.
“Altay abi gelince sizin yanınızda kalmam uygun olmaz, İlteriş’te de kalmam uygun olmaz...”

İlteriş hemen itiraz edecekti ki, lafa hızlıca girdim:

“Olmaz öyle şey!” dedim.
“Ben Burak ve Mustafa Kemal’le kalırım, burası kızlar bölüğü olur.”

Umay hafifçe gülümsedi, Yaseminka rahat bir nefes aldı.

Ama en çok Burak coştu:

“YES BE ALTAY ABİM!” diye bağırdı.
“Bizde kalırsan mükemmel olur, İlteriş’e hava atarım!”

İlteriş kaşlarını çattı, ama aramızda süregelen o tatlı rekabeti bastıramadı.
Kafasını iki yana sallayıp sırıttı:

“Tamam lan...” dedi, Yaseminka’ya bakıp iç çekerek.
“Ama sen bana kahvaltıya gelirsin...”

Yaseminka başını eğip hafifçe gülümsedi.

O an içim rahatladı.
Koca ailem tekrar birleşiyordu ve herkes yavaş yavaş eski neşesine dönüyordu.

Burak kollarını açtı:

“O zaman abim, pizza söyleyelim mi? Kutlama yapalım!”

Umay bana baktı, gözlerinde hafif bir yumuşama vardı.

Ve ben içimden geçirdim:

Bu ev, bu insanlar...
Burası benim cennetimdi.
Ve ne olursa olsun, onları bir daha kaybetmemek için her şeyi yapardım.

Ben kaşlarımı kaldırıp ona baktım, gözlerimi kısıp yüzümü buruşturdum:

“Burak, daha yeni yedin lan! Ne pizzası? Midene ikinci bir depo mu taktırdın?!”

Burak, gayet masum bir ifadeyle karnını sıvazladı, sonra umarsızca omuz silkti:

“Abi, açlık dediğin şey kişiye özel bir duygu... Kiminde az olur, kiminde çok! Benim içimde bir aç timsah yaşıyor, yapacak bir şey yok.”

Mustafa Kemal gözlerini devirdi, Burak’ın ensesine hafifçe vurdu:

“Timsah değil kardeşim, düpedüz dipsiz kuyu! Vallahi, açlıktan ölsem, seninle yarışamam.”

Burak suratını asıp Mustafa Kemal’e dik dik baktı:

“Beni kıskanıyorsunuz. Büyük iştah, büyük adamların alametidir.”

Ulaş kahkahayı patlattı:

“O zaman seni tarih kitaplarına ‘yemekleri yok eden adam’ diye yazdıracağız!”

Herkes gülmeye başlayınca ben elimi kaldırıp lafa girdim:

“Tamam tamam, pizza işi yalan oldu. Oturun, hasret giderelim biraz. Şu an başka hiçbir şey istemiyorum.”

Umay göz ucuyla bana baktı, gözlerindeki yumuşama fark edilmez değildi. Yaseminka da gülümseyerek İlteriş’in koluna yaslandı. O an herkesin yüzünde, uzun zamandır görmediğim o sıcak ifadeyi gördüm. Birlikte olmanın, her şeye rağmen yeniden bir araya gelmenin huzuru vardı.

İlteriş koltuğa yayılıp esneyerek konuştu:

“Gerçekten lan... Şu an burada oturuyor olmamız bile garip. Daha dün seni... yani... mezarına gidiyorduk.”

Cümleyi tamamlamakta zorlanmıştı. Sesi biraz kırılmıştı.

Başımı eğip iç çektim, sonra sesimi olabildiğince yumuşak tutarak cevap verdim:

“Ben de ölmemiş olmayı garipsiyorum, İlteriş.”

Bir an sessizlik oldu. Ama bu sessizlik ağır değildi. Kendi içimizde toparlanmaya çalışan insanların sessizliğiydi.

Burak sonunda iç çekerek sırıttı:

“Oğlum, bak hâlâ Altay abime trip atanlar var. Ben olsam sevinçten kucaklar, başımın üstüne oturturdum.”

Ulaş gülümseyerek bana baktı:

“Sarılmadık mı lan? Daha ne yapalım, adamın kemiklerini mi kıralım sevinçten?”

Mustafa Kemal, kollarını kavuşturup Umay’a baktı, hafifçe sırıtarak:

“Asıl en büyük tripi kim atıyor, hepimiz biliyoruz.”

Umay gözlerini kıstı, kaşlarını hafifçe kaldırıp alaycı bir ifadeyle sordu:

“Kimmiş o?”

Mustafa Kemal hemen toparlandı, biraz boğazını temizledi:

“Ben... yani şey... Genel olarak söyledim.”

Herkes gülerken Umay usulca gözlerini bana kaçırdı, ama ben sadece gülümsedim. İçimde öyle büyük bir huzur vardı ki, onların bu atışmalarını dinlemek bile ruhuma ilaç gibi geliyordu. Çünkü ne olursa olsun... Hâlâ buradaydım. Ve hâlâ birbirimizi seviyorduk.

Başımı kaldıramıyordum artık.
Göz kapaklarım ağırlaşmıştı, her nefes alışımda yorgunluğum daha da derinleşiyordu.

Etrafımdaki kahkahalar bile uzaktan geliyormuş gibi hissediyordum.

Yavaşça doğrulup gözlerimi ovuşturdum:

“Arkadaşlar, ben çok yorgunum... Uyusam kusura bakar mısınız?” dedim, sesim neredeyse fısıltı gibiydi.

Burak hemen atıldı:

“Abi, sen bize gel. Hadi, kalk gidelim!” dedi coşkuyla, sanki saat gece yarısı değilmiş gibi.**

Ayaklanmak için kendimi zorladım, ama kalktığım anda gözüm Umay’a takıldı.
Yüzü gölgelenmişti, o kısa anlık hüzün gözlerinden okunuyordu.

Ama hemen toparlandı.
Kendini topladı çünkü belli ederse Yaseminka’ya ayıp edeceğini biliyordu.

Bunu görmek canımı daha da acıttı.

Tam kapıya yöneliyordum ki geri döndüm, Umay’a bakarak yavaşça konuştum:

“Yarın...” dedim, sesi biraz daha güçlü çıkarmaya çalışarak.
“Yarın seni alsam bir yerlere gitsek?”

Gülümsedim, içimdeki tüm kırık dökük sevgiyle:

“Aybars, sen, ben... Hadi bir aile günü yapalım.”

Umay hafifçe başını salladı, dudağında belli belirsiz bir tebessüm vardı:

“Yarın olsun, bakarız...” dedi sessizce.**

Ama yanağımı öperken fark ettim.
O öpücükte hâlâ çözülmemiş bir düğüm vardı.

Beni affetmemişti.
Henüz değil.
O sadece, içindeki özlem daha ağır bastığı için susuyordu.

Ve ben bunu biliyordum.
Ama yine de o küçücük umut kırıntısıyla yetinip yarını bekleyecektim.
Çünkü artık ne olursa olsun, onları bir daha kaybetmemeye yemin etmiştim.

Burak’la Mustafa Kemal’in evine girdiğimizde, daha montumu çıkarmadan beni kanepeye oturttular.
İkisi de hiç konuşmadan karşıma geçti, tek kelime etmeden yüzüme bakmaya başladılar.

Gözlerini bile kırpmıyorlardı.

Birkaç saniye sabrettim.
Sonra dayanamadım:

“Ne yapıyorsunuz lan?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
Ama cevap vermediler.

Sadece bakıyorlardı.

O sırada kapı birden çarptı, timin geri kalanı hücum timi gibi içeri daldı.
Hepsi sessizce beni çevreleyip... aynı şekilde yüzüme dik dik bakmaya başladı.

Kafamda sorular uçuşuyordu:
Patlamış mıyım? Suratımda yazı mı var?

Artık sabrım kalmamıştı.
Telefonumu çıkarıp ön kamerasını açtım, kendime baktım.

Gayet normaldim.
Gözaltlarım mor, saçlarım dağınık ama normal...

Bir an sustum.
Sonra patladım:

“LAN NE BAKIYORSUNUZ YÜZÜME?! DELİRTMEYİN ADAMI!”

İlteriş hafifçe sinirle ofladı:
“Sus be! Kabullenmeye çalışıyoruz işte!”**

Gözlerini benden ayırmadan devam etti:

“Zaman tanı, Altay! Lan şehit oldun, mezarına çiçek diktik biz. Gözümüzün önünde diri dirisin işte. Gururumuza bakmak da mı yasak?”

Tüm tim sanki koordineli şekilde başını salladı.

Ulaş araya girdi:
“Oğlum, seni çıldırarak seviyoruz. Bi’ sindirmemize izin ver.”

Burak derin derin iç çekti:
“Abi, sen bizim duvarımıza çerçeveli fotoğraf olarak asılmış adamdın ya...”

Mustafa Kemal gözlerini kıstı:
“Gerçek misin diye bakıyoruz. Gerçekten.”

En sonunda dayanamadım.
Güldüm.

O kadar yorulmuş, o kadar tükenmiştim ki...
Ama o an kahkahalarım salona doldu.

Onlar da bana bakıp gülmeye başladılar.
Ve ben orada anladım:

Bu adamlara ne olursa olsun, hep “kardeşim” diyecektim.

Kafamı geri yasladım, derin bir nefes aldım, sonra hızla doğruldum.
Gözlerim parlıyordu, ama o parlama sevgi değil, sinirli bir komedi patlamasıydı.

“Durun siz, durun!” dedim sesimi yükselterek.
“Henüz Altay Öztürk’ün gazabına uğramadınız!”

Tim hemen ciddileşti, ama gözlerinden gülmemek için kendilerini zor tuttukları belliydi.

Ayağa kalktım, kollarımı açtım:

“Siz lan... ‘Umay evli’ dediniz!”
“Kalbime iniyordu, Allah’ın salakları!”

Burak hemen başını öne eğdi, ama omuzları sarsılıyordu belli ki gülüyordu.
Ulaş, kahvesinden bir yudum alıp yüzünü saklamaya çalıştı.

Ama İlteriş?
O bildiğiniz sırıttı.
Hem de şeytan gibi...

“Hep sen mi ödümüzü koparacaksın, Altay Efendi?” dedi, arkasına yaslanıp ayaklarını uzatarak.
“Biraz da sen kork!”

Elim ayağım titremeye başladı, ama sinirden değil kahkahalarımı bastırmaya çalışıyordum.

Parmağımı İlteriş’e doğrulttum:

“Seni öldüreceğim.” dedim yavaş ve vurgulu bir şekilde.
“Zaten bak, bir iki gün uzak dur benden. Tamam mı oğlum? Vallahi zarar veririm sana.”

Mustafa Kemal yerinden fırladı, Burak’a sarıldı:

“Helal olsun Altay abime!” diye bağırdı tiyatral bir sesle.
“Sonunda İlteriş’in hakkından geldi!”

Burak kıkırdayarak İlteriş’e baktı:

“Abi, ben olsam 3 gün kaçarım.” dedi, gözlerini devire devire.
“Sen yine iyi dayandın.”

İlteriş kollarını açıp kahkaha attı:

“Lan siz ne sandınız?”
“Altay bizim ağabeyimiz olabilir, ama ne olursa olsun... O bizim maskotumuz artık!”

O an kahkaha tufanı koptu.
Ben bile kendimi tutamadım, başımı sallayıp gülerek yere çöktüm.

Ve o kahkahaların arasında fark ettim:
Bu adamlara ne kadar kızarsam kızayım... Onlarsız bir hayat düşünemiyordum.

O gece kahkahalarımız biraz durulunca, gözlerim hâlâ parlayarak yarınki planı anlatmaya başladım.
Her cümlenin sonunda sırıtıyordum.

“Bak şimdi...” dedim, gözlerimi kısıp heyecanla ellerimi ovuşturarak.
“Burak... Sen mükemmel bateri çalıyorsun. İlteriş bas gitar zaten elinde oyuncak gibi...”

Burak gururla kabardı:
“Ben zaten ritmin kralıyım abi.” dedi, göz kırparak.**

İlteriş gitarı hayali olarak çalıyormuş gibi yaptı:
“Oğlum, ben sahneye çıkınca Sting’i falan unutur millet.” dedi kıkırdayarak.**

Ben hafifçe eğilip onlara daha da yaklaşarak devam ettim:

“Ben de elektro gitarı kapacağım.”
“Bir kafe ayarladım, tim erkenden gidip hazırlık yapacak...”
“Ve Umay içeri girince, onun için şarkı söyleyeceğiz!”

Burak’ın ağzı açık kaldı:
“Ciddi misin lan?! Sahneye mi çıkıyoruz?”

Başımı salladım, kocaman sırıtarak:
“Evet!”

Ve daha bomba kısmı yeni geliyordu:

“Şarkının sonunda... Pırlanta kolyeyi çıkarıp boynuna takacağım.”

İlteriş kahkahaya boğuldu:
“Altay, sen kafayı sıyırmışsın oğlum!” dedi, gözleri dolarak.**

Ulaş başını iki yana salladı:
“Abi, romantiklikte seviye atladın resmen...”

Ama ne yaparsam yapayım, tek derdim Umay’ın kalbini kazanmaktı.
Ayların açığını tek gecede kapatamazdım belki...
Ama ona olan sevgimi tüm dünyaya haykırmak istiyordum.

“Bak göreceksiniz...” dedim gözümdeki o kararlı parıltıyla.
“Bu sefer beni gerçekten affedecek.”

Tim birbirine bakıp gülümsedi.
Kimse bir şey demedi, çünkü herkes içten içe bunun olmasını istiyordu.

Planı yapıp içimize sindirince, kanepeye uzandım.
Başımı yastığa koyar koymaz gözlerim kapanmaya başladı.

Ama bu defa uykuya korkuyla değil...
Huzurla daldım.
İlk defa içimde geleceğe dair umut vardı.

Ve o gece...
Aylar sonra ilk kez deliksiz ve tertemiz bir uyku çektim.

Yataktan zımba gibi fırladım.
İlk iş, odamı aydınlatan güneşe bakıp derin bir nefes aldım.
Yeni bir gün... Yeni bir başlangıç.

İçimde taşan huzurla abdest aldım.
Sabah namazını kıldım, sonra da secdede kalıp şükür namazı kıldım.

Kalbim dilimdeydi:

“Allah’ım... Beni tekrar sevdiklerime kavuşturduğun için binlerce kez şükürler olsun.”

Dua ettikten sonra hızla giyindim ve doğruca İlteriş’in odasına daldım.
Kapıyı sessizce açtım, yanına oturdum.
Yüzünde huzurlu bir uyku vardı.

Kafasını okşadım.
Bir abinin kardeşine duyduğu o tarifsiz sevgiyle...

Gözleri hafifçe aralandı, gülümsedi:

“Günaydın abi.” dedi, uykulu ama neşeli sesiyle.**

Ben şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım:

“Hayret!” dedim gülerek.
“Daha dürtmemiştim bile!”

İlteriş gözlerini ovuşturup esnedi:

“Alıştım artık...” dedi gülümseyerek.
“İçimden hissettim.”

O sırada kapı aralandı, Ulaş içeri girdi.
Eline el kremi sürüyordu.

Gözleri ciddi ama yumuşaktı:

“Çok değişti o.…” dedi İlteriş’i işaret ederek.
“Komutan gibi davranıyor. Çok disiplendi sen gittikten sonra.”

İlteriş hafifçe başını çevirdi, gözleri yerdeydi.
Hâlâ uykunun ağırlığı üzerindeydi ama belli ki bu söz onu düşüncelere sürüklemişti.

Gözümden kaçmadı.
Ama ortamı hafifletmek için kafasını tekrar okşadım:

“Gitmem mi gerekiyordu lan seni disipline sokabilmek için?” dedim gülerek.

İlteriş hafifçe sırıttı, ama gözlerindeki duygusallığı saklayamadı.

Ulaş başını eğip hafifçe tebessüm etti:

“Neyse...” dedi sessizce.
“Bugün kahvaltıya Umay’a gideceğiz. O yüzden ağlaşacaksanız çabuk toparlayın.”

Ben gülerek ayağa kalktım:

“Hadi aslanlarım, kahvaltıda ailemizi topluyoruz!”

O an içimde kocaman bir umut vardı.
Her şey düzelecekti... Yavaş yavaş ama mutlaka.
Ve ben, kaybettiğim her anı geri almak için savaşacaktım.

Diğerlerini de topladık, kahkahalar ve ufak tefek atışmalar eşliğinde Umay’ın evine doğru yürüdük.
Kapının önünde durduğumuzda kalbim hızlandı.

Bu kapının arkasında, bütün hayatım vardı.
Karım... Oğlum... Ve her şeye rağmen hâlâ benim yanımda duran ailem.

Kapıyı açan Umay oldu.
Kucağında Aybars vardı, minik elleriyle annesinin bluzuna tutunmuştu.

Umay’ın gözleri yorgundu, ama Aybars’ın yüzüne düşen ışık gibi bir parça mutluluk vardı bakışlarında.

Ben o an kocaman sırıttım.
Tim içeri süzülürken ben yerimden kıpırdamadım.

Umay’ın beline nazikçe sarıldım, kendime çektim.

Alnına eğilip fısıldadım:

“Günaydın sevgilim...”

Ama Umay hiçbir şey söylemeden gözlerini kaçırdı.
Oğlumuzu kollarıma uzattı ve arkasına bakmadan içeri gitti.

O an, içimde bir bıçak döndü sanki.
Ama Aybars’ın sıcacık bedeni kollarımda olunca o acıyı da seve seve kabullendim.

Oğluma baktım.
Minicik yüzüne, bana benzeyen o tatlı burnuna...

Gözleri koskocaman açılmıştı, sanki beni tanımaya çalışıyordu.
Babası olduğumu biliyor muydu? Yoksa sadece fotoğraflardan mı tanıyordu beni?

Gözlerim doldu.

Küçücük alnına yavaşça eğilip öptüm:

“Sanırım anneciğin beni affetmeyecek, yavru kurtum...” diye fısıldadım, boğazım düğümlenerek.
“Ama olsun... Ben buradayım artık.”

Aybars kıkırdadı, minik elleriyle sakalıma dokundu.
Kahkahası o kadar tatlıydı ki gözyaşlarımı içime gömmek zorunda kaldım.

“Baba!” dedi aniden, sesini tam çıkartamasa da.

Ben o an yıkıldım.
Ama güzel bir şekilde.
Dünyanın en mutlu enkazıydım.

Ve ne olursa olsun...
Bu çocuk için savaşmaya, her gün yeniden doğmaya hazırdım.

İçeri girdiğimizde mutfaktan yayılan kokular burnuma çarptı, ama beni asıl çarpan şey kahvaltı masasının ihtişamı oldu.
Gözlerim ışıldadı çünkü her şey ama her şey en sevdiklerimle doluydu.
Zeytinli ekmek, peynir tabakları, reçeller, yumurtalar... Ve hepsi Umay’ın ellerinden çıkmıştı.

Ama masadaki en büyük nimet, kucağımda duran Aybars’tı.
Minik ellerini çırpıp kıkırdadığında içim sıcacık oldu.

Eğilip yanağını öptüm:

“Benim yavru kurtum...”

O anda fark ettim ki Umay beni izliyordu.
Sessiz, ama derin bakışlarla...
Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.

Yanına geçip oturdum, Aybars hâlâ kucağımdaydı.
O an ne varsa, ne eksikse, hepsi tamamlanmış gibiydi.

Tam o sırada Burak, elinde eski model bir fotoğraf makinesiyle belirdi.

Gözleri parlıyordu ama sesi hafif titriyordu:

“Hadi gülümseyin!” dedi.
“İlk aile fotoğrafınızı çekiyorum.”

Şipşak fotoğraf çekildiğinde Burak, gözleri dolu dolu makineye baktı ve sırıttı:

“Oldu oldu! İlk aile fotoğrafınızı çekme şerefine nail oldum.” dedi, gururla göğsünü kabartarak.

Fotoğraflara baktık tek tek...
İlk fotoğrafta hepimiz kameraya bakıyorduk.
İkinci fotoğrafta ben, Umay’a aşkla bakıyordum.
Üçüncü fotoğrafta ise ikimiz de Aybars’ın yanaklarını esir almış, deliler gibi öpüyorduk.

Gözlerim doldu ama gülümsedim:

“Çok güzelsiniz...” dedim, içimden gelen saf bir hayranlıkla.

Umay başını kaldırıp bana baktı, dudakları titriyordu:

“Sen gelince güzelleştik...” dedi, sesi kırılıyordu.
“Sen gelince her şey...”

Cümlenin sonunu getiremedi.
Gözleri doldu doldu ve taşmak üzereydi.

Bir anda kalktı, hızla mutfağa yöneldi.
Kaçıyordu, kırılganlığını göstermemek için.

Ben yerimden kalkmak üzereyken Aybars başparmağını ağzına götürdü, masum masum gözlerini bana dikti.

O bakış içime işledi.

Ben onun babasıydım.
Ve annesini, ailemizi iyileştirmek zorundaydım.

Ne olursa olsun, ne kadar sürerse sürsün...
Umay’ın kalbine yeniden kök salacaktım.

Burak, gözleri şeytan gibi parlayarak sırıttı:

“Bugün neler yapıyoruz? Macera var mı, aksiyon var mı?” dedi heyecanla.

Ağzımdaki su böreğini zar zor yutarken, keyifle geriye yaslandım.

“Sizi bilmem...” dedim, sırıtarak.
“Ama biz aile günü yapacağız.”

Bunu söylerken gözlerimi Umay’a diktim, sesimi bilerek daha yumuşattım:

“Tabii istersen hayatım...”

Ve sonra kozumu oynadım.
Yavru köpek bakışı!
Kaşlar hafif yukarı, dudak köşesi düşüyor... Tam savunmasız, saf bir adam profili.

Umay önce gözlerini devirdi, ama sonra hafifçe gülümsedi:

“Tamam, gideriz...” dedi tatlı sesiyle.

O an kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle aşk dolu derin bir iç çektim.

Sanki gökyüzü daha mavi, dünya daha güzel olmuştu.

Ve o mutlulukla önümdeki su böreğine saldırdım:

“Allah'ım, seni yaratırken çok uğraşmış!” diye mırıldandım börekle konuşur gibi.**

Burak kahkahayı bastı:

“Abim, aşktan kafayı sıyırmış durumda!”

Mustafa Kemal başını sallayıp gülümsedi:

“Aşık adamın hali başka oluyor işte...”

Ben börek yerken bile Umay’a göz ucuyla bakıyordum.
Aşk başka neydi ki?
Sevdiğin insanın aynı masada oturduğunu bilmek bile dünyalara bedeldi.

Ve o an karar verdim:
Bugün, ne olursa olsun, Umay’a yeniden kalbimi kazandıracaktım.
Tekrar tekrar, her bakışında ona aşık olacaktım.

Kahvaltı bittikten sonra hep beraber sofrayı toparladık.
Herkes neşeli, ama bir o kadar da yorgundu.
Ben ise her fırsatta Umay’a göz ucuyla bakıyor, her hareketini içime çekiyordum.

Sonra giyinmek için yatak odama geçtim.
Dolabımı açtım ve gördüğüm manzara karşısında içim sıcacık oldu.
Umay, kıyafetlerime hiç dokunmamıştı.
Her şey bıraktığım gibi duruyordu.

Bu, onun beni tamamen silemediğinin, hâlâ bir yerlerde tutunduğunun kanıtı gibiydi.

İçimde tatlı bir huzurla gülümsedim.
Üzerime sade bir gömlek geçirdim, altıma klasik bir pantolon giydim.

Tam kol düğmelerimi ilikliyordum ki...

Kapı aralandı ve Umay içeri girdi.
Sessizce kapıyı kapattı ve üzerindeki tişörtü çıkarmaya başladı.

O an kan beynime sıçradı.
Yutkundum.
Gözlerimi kaçırmam gerekiyordu ama yapamadım.

İçimdeki ayıyı kafese kapatmak için kendimle savaşıyordum.
Coşmuş, zincirlerinden kopmak isteyen arzularımı dizginlemem lazımdı.

Ama yapamıyordum.

Ona hayranlıkla bakarken, kalbim deli gibi çarpıyordu.
O kadar güzeldi ki...
Her hâliyle, her duruşuyla beni darmadağın ediyordu.

Umay, bakışlarımı hissetmiş olmalı ki gözlerini bana dikti.
Bir şey demedi.
Ama o bakış...
Bütün kavgaları, küslükleri susturacak kadar derindi.

Bir adım atsam, dünyayı yakacak gibiydim.
Ama biliyordum...
Ona dokunmak için, önce kalbindeki kırıkları toplamam gerekiyordu.

Kendimi zorla yatağa attım, nefesimi dengelemeye çalıştım.
“Sabır, Altay...” diye içimden geçirdim.
“Onun kalbine ulaşmadan, bedenine yaklaşamazsın...”

Ama o an içimden geçen tek cümle buydu:
Allah’ım...
Beni sevdiğim kadından koru.

Umay odada sessizce giyinirken, ben kendimi toparlamak için Aybars’la ilgileniyormuş gibi yaptım.
Ama gözlerim hep ondaydı.

Minik oğlum elleriyle oyuncaklarını tıngırdatırken ben, fark ettirmeden Umay’ı izliyordum.
Onu her izleyişimde içimde bir şey kopuyordu.

Kısacık kestirdiği saçlarını tarıyordu, yavaş ve dikkatli hareketlerle.
O uzun saçlarının yerinde olmaması bile içimi burktu.
Saçları ne zaman kesildi?
Ne zaman vazgeçti eski hâlinden?

Gözaltındaki morlukları kapatmak için incecik dokunuşlarla makyaj yapıyordu.
Kendini toparlamak ister gibi...
Ama ben biliyordum.
O morluklar sadece uykusuzluk değildi.
Benim gidişim, onun dünyasından eksilen parçalardı.

Azıcık kırmızı ruj sürdü, kirpiklerine hafifçe rimel dokundurdu.
Sanki aynada eski Umay'ı arar gibi...
Ama gözlerindeki hüzün, tüm o makyajı delip geçiyordu.

Sonra başını kaldırdı.
Aybars’a baktı, sonra bana...

O an içimi çektiğini gördüm.
Derin, acı dolu bir nefes aldı.

Ve işte o nefes...
Beni bıçak gibi kesip paramparça etti.

O nefesten kendimi suçlu hissettim.
O nefesten her şeye rağmen hâlâ beni sevdiğini anladım.

Ama en çok, o nefesten onun ne kadar yorulduğunu gördüm.

Ben içeride çırpınıyordum ama asıl enkaz onun kalbinde yatıyordu.

Kendimi tuttum.
Sarılmak istedim, diz çöküp özür dilemek...
Ama zamanı değildi.

O yüzden Aybars’ın yanağını öptüm, sanki sadece oğlumla ilgileniyormuş gibi.
Ama her göz kırpışımda Umay’ı gördüm.
Ve kalbimin her çarpışında, "Onu iyileştireceğim" diye kendime söz verdim.

Hazır olduğumuzu hissedince derin bir nefes aldım, gömleğimin kollarını düzelttim.
İçimdeki heyecanı bastırmaya çalışarak Umay’a baktım.

O güzel yüzü...
Ne kadar yorgun olursa olsun, hâlâ benim için dünyadaki en güzel yerdi.

Yumuşak bir sesle konuştum:
“Hazırsan çıkalım, hayatım.”

Gözleri hafifçe irkildi.
Ama sonra başını yavaşça salladı.
Onay vermişti.
Bu küçük onay bile içimde minik umut filizleri açtırmıştı.

Cesaretimi toplayıp elini tutmak için hafifçe hamle yaptım.
Parmaklarım tam ona dokunacakken...

Elini hızla kaçırdı.
Ve tek kelime etmeden kapıdan çıktı.

O an kaburgalarımın arasına bıçak saplanmış gibi hissettim.
Kalbimin kırıklığı, fiziksel bir acıya dönüştü.
Sanki ciğerlerim daraldı, nefes almak zorlaştı.

Ama hiçbir şey belli etmedim.
Sadece yere bakıp, kısa bir iç çekip Aybars’ı kucağıma aldım.
Minik bedeni sımsıcak, kalp atışları huzur vericiydi.

Oğlumun kafasını nazikçe okşadım:
“Olsun...” diye fısıldadım sadece.**
“Baban sabırlıdır.”

Sonra derin bir nefes aldım ve Umay’ın arkasından çıktım.
Ne olursa olsun...
Bu kırık kalbi, bu küskün ruhu iyileştirecektim.

Arabaya binerken içimde kelebekler uçuyordu ama kanatları kırıktı.
Umay’la geçireceğimiz bu günü ilmek ilmek örmüştüm, her saniyesini ona olan sevgimi göstermek için kullanacaktım.

Arabanın kapısını açarken gözlerim bebek koltuğuna takıldı.
Umay, arabaya Aybars için özel bir koltuk yaptırmıştı.
O an yüzümde kocaman bir gülümseme belirdi.

Oğlumu yavaşça koltuğa yerleştirdim, kemerini dikkatlice taktım.

Sonra Umay’a döndüm.
Kapısını açtım.

Bunu beklemediği gözlerinden belliydi.
Bakışları anlık şaşkınlıktan hemen sonra duvar gibi donuklaşsa da, o minik tereddüt bana yetmişti.

Nazikçe eğildim, yüzüme o eski flörtöz gülümsememi taktım:

“Romantikliğimden bir şey kaybetmedim.” dedim gözlerinin içine bakarak.

Bir şey demedi.
Hiçbir tepki vermedi.
Sadece sessizce bindi, kemerini taktı.

Ama ben yılmadım.
Küçük zaferlerle büyüyecektim.

Motoru çalıştırırken sesi yumuşattım:

“Gideceğimiz kafe biraz uzak, bebeğim...” dedim, direksiyonu kavrarken.
“Çıkalım, anca yetişiriz.”

Umay cama bakıyordu, cevap vermedi ama en azından kaçıp gitmemişti.

Aybars koltuğunda elleriyle kemerini tıngırdatırken kahkaha attı.
Bu masum kahkaha, arabayı koca bir eve çevirdi benim için.

Gözüm aynadan oğluma kayarken heyecanla konuştum:

“Aybars’ın doğum günü yaklaşıyormuş ya...” dedim, sesime neşe katmaya çalışarak.
“Sürprizleri de konuşuruz orada, olur mu? Oğluma en güzel doğum gününü yapmak istiyorum!”

Sanki bu cümle, Umay’ın zırhında minik bir çatlak açtı.
Başını yavaşça çevirdi, bana baktı.
Gözlerinde hafif, belli belirsiz bir yumuşama vardı.

“Doğum günü...” diye mırıldandı sessizce.

Ben hemen atladım:

“Evet, canım! Pasta, süsler, hatta belki minik bir palyaço bile ayarlayabiliriz...”

Bu kadar heyecanlı olduğumu görünce, Umay istemsizce gözlerini devirdi ama dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı.

O minicik tebessüm benim için zafer borusu gibi yankılandı içimde.
Bu sefer umutluydum.
Bu sefer başaracaktım.

Sevdiğim kadının kalbini yeniden fethedecektim.

Kafenin kapısından içeri adım attığımızda Umay şaşkınlıkla etrafına bakındı.
Ama daha o ne olduğunu anlayamadan, gözleri sahneye takıldı.

Tim, ellerinde müzik aletleriyle yerlerini almıştı.
Burak bateride, İlteriş bas gitarda, Mustafa Kemal klavyede...

Ve ben...
Elektro gitarımı aldım, mikrofonun önüne geçtim.

Gözlerim sadece Umay’da.
Bütün dünya sustu.
Sadece o vardı.

Gitarın ilk notası yankılandığında kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.
Ve ben gözlerimi hiç kaçırmadan başladım söylemeye:

 

Biliyorum hatalıyım,
Biliyorum günah benim...

Gideni sensen bu yolun, kalanı bensem,
Sevsem bile dönmem diyorsan, halim harap...

 

Umay’ın gözleri dolmaya başladı.
Ellerini kucağında sıkmış, gözlerini benden alamıyordu.

Her kelimeyle, ona ne kadar pişman olduğumu, ne kadar sevdiğimi haykırıyordum.
Tim bile şarkıyı çalarken nefesini tutmuştu.

 

Yolumuz ayrı mı bundan sonra?
Sonumuz aynı mı yalnızlarla?
Gündüzü boşversen de yıldızlarla,
Geceni aydınlatsam yine mi ızdırap?

 

Şarkıyı söyledikçe ben dağıldım, o da dağıldı.
Sanki aramızdaki her kırık parça, notalarla yerinden oynuyordu.

 

Değişmezsin diyordun da, değiştim ben...
Şimdi gökyüzünden düşüyorum...

 

Bu kısmı söylerken mikrofonu elimden indirdim.
Direkt ona söyledim.
Kalbimle, ruhumla...

 

Bir kar tanesi gibi narindin,
Kırıldın bir tek sözümle...
Açan en güzel çiçektin oysa gönlümde...

 

Umay'ın gözünden ilk yaş süzüldü.
Ama kaçırmadı bakışlarını.
İzliyordu beni.

 

Son deminde aklına gelir ya,
Kal diyebilseydim öyle...
Hayat bir filmse, sen en güzel sahnemsin...
Ömrümün en güzel mevsimi sensin...

 

Son notalar süzülürken, herkes sustu.
Kafe sessizliğe gömüldü.

Ben gitarı bırakıp sahneden indim.
Yavaşça Umay’ın yanına yürüdüm.

Diz çöktüm.
Ellerini tuttum.

O ağlıyordu, ben ağlamamak için dişimi sıkıyordum.

Gözyaşlarım yanaklarımdan düşerken, sesi titreyen kalbimle fısıldadım:

“Sevgilim... Beni affeder misin?”

Dizlerimin üstündeydim.
Yüzüm, gözyaşlarından ıslanmıştı ama gözlerim hâlâ onun gözlerindeydi.
Bir an bile kaçırmadan, sanki onun ruhunun derinliklerine bakıyordum.

O anda arkamdan Tim’in coşkulu sesi yükseldi.
İlteriş, Burak, Mustafa Kemal, Ulaş... Hepsi, hep bir ağızdan bağırıyordu:

“Affet affet affet!”

Sonra birden, Müslüm Gürses’in ruhunu çağırır gibi hep birlikte söylemeye başladılar:

 

Affet beni akşamüstü, gölgem uzarken...
Öğleden sonra affet, ne zaman istersen...
Affet beni gece vakti, ay doğmuş süzülürken...
Sabaha kalmadan affet, tam ayrıldık derken...

 

Kafenin içi yankılanıyordu.
Ama ben hiçbir şeyi duymuyordum.
Benim dünyam sadece Umay’dı.

O ise önce başını eğdi.
Omuzları titriyordu.
Ama sonra yavaşça başını kaldırdı...
Ve gözlerimde o eski Umay’ı gördüm.

Gözleri yaşlarla dolu, ama gülümseyen Umay’ı.

Tebessümü büyüdü, büyüdü...
Sonra dayanamayıp olduğu yere çöktü.
Ve kocaman sarıldı bana.

Kafasını boynuma gömdü, ağlıyordu.
Ben de ağlıyordum.

Ama bu sefer gözyaşlarımız hüzünden değil...
Kavuşmanın, affetmenin, yeniden doğmanın gözyaşlarıydı.

Onu daha da sıkı sardım, kokusunu içime çektim.
Kalbim, Umay’ın kalbine karıştı.

Ve o an anladım ki...
Ne yaşanırsa yaşansın, ne kadar düşersek düşelim...
Biz hep birbirimize geri dönecektik.

Derin bir iç çektim.
Sanki omuzlarımdan koca bir dağ kalkmıştı.
Umay’ın kollarında kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum.

Yavaşça onun ellerini tuttum, nazikçe avuç içlerine eğilip öptüm.
Sonra ellerinden tutup onu da kaldırdım.

Gözlerinin içine bakarak gülümsedim:

“O zaman bu güzel affı kutlayalım!” dedim, sesim hâlâ titriyordu mutluluktan.

Tim hemen harekete geçti.
Garsonlar çayları getirdi, Burak çoktan pastayı sipariş etmişti bile.

Ortaya kocaman bir kutlama pastası geldi.
Üzerinde yazan yazı kalbimi yerinden söktü:

“HOŞ GELDİN AİLEYE YENİDEN, ALTAY!”

Gözlerim dolarken pastanın üzerindeki mumlar yakıldı.
Herkes gülüyordu, mutluluk dolu kahkahalar atıyordu.
Ben Umay’a sımsıkı sarılmış, bir elimle de Aybars’ı tutuyordum.

Ama ne olduysa tam o anda oldu.

Minik oğlum Aybars, kocaman açılmış gözlerle yanıp sönen muma baktı.
Parmağını yavaşça uzattı, muma dokundu...
Ve canı yanınca anında çığlığı bastı!

Benim kalbim yerinden fırladı:

“Oğlum!!” diye haykırdım, panikle mumu tokatladım.**
Mum yere yuvarlanırken ben Aybars’ı kucağıma aldım.

Parmağını tutup dikkatlice inceledim.
Ucunda minik bir kızarıklık vardı.

Ama oğlum sanki dünyası başına yıkılmış gibi ağlıyordu.

Burak, kahkahalarla yerlere yatmıştı:

“Altay abi, muma saldırdın ya! Gebertmen lazımdı zaten!” diye gülmekten nefesi kesiliyordu.**

İlteriş de gözlerini silerek gülüyordu:

“Adam 51. bölgeden kaçtı ama oğlunun mumla olan savaşında yenildi!”

Ama ben kimseyi duymuyordum.
Aybars’ın minik parmağına hemen su döktüm, nazikçe üfledim.
Sonra parmağını avuçlarımın içine alıp defalarca öptüm:

“Tamam oğlum... Geçti... Baba burada...”

Aybars burnunu çekip bana sarıldığında içimi tarifsiz bir sıcaklık kapladı.
Umay da gözyaşlarıyla gülüyordu.
Baktı bana, sonra Aybars’a ve dayanamayıp o da sarıldı.

Biz o anda her şeyi unuttuk.
Zaman durdu, dünya sustu.

Sadece biz vardık...
Ve sevgiyle yeniden kurulan, tamir edilen bir aile.

Umay’la göz göze geldik, ikimiz de aynı anda gülümsedik.
Aybars’ı nazikçe kucağımıza aldık, o hâlâ gözyaşlarıyla burun çekiyordu.

Ama ben mumu yeniden yakarken Aybars’ın yüzündeki ifade değişti.
Küçücük kaşlarını çattı, gözlerini kısarak muma bakmaya başladı.

Umay kahkaha atmamak için dudağını ısırdı:

“Altay... Oğlun resmen intikam yemini ediyor...” dedi kısık sesle.

Ben güldüm:

“Tamam oğlum, savaşma artık. Üfle bitsin!”

Ve üçümüz yan yana eğildik.
Aynı anda mumun alevine doğru üfledik.

Tim tezahürat yaptı, kafe alkışlarla çınladı.

Burak hızla kamerayı eline aldı:

“Durun! Poz verin!” dedi heyecanla.

Ben Umay’a, Umay Aybars’a bakarak gülümsedi, Burak flaşı patlattı.
Sonra fotoğrafı görünce kahkahalarla sandalyeden düştü neredeyse:

“Kinci velet ya!” diye bağırdı gülmekten sesi titreyerek.
“Muma bildiğin kötü kötü bakıyor! Bakar mısınız şu bakışa!”

Fotoğrafa eğilip baktım ve ben de kahkahayı bastım.

Aybars’ın o tatlı suratı düşman görmüş gibi asılmıştı.
Gözleri mumun olduğu noktaya dikilmiş, kaşları çatılmıştı.
Sanki o mum ailemizi dağıtan baş kötüyü temsil ediyordu!

Tim’in geri kalanı da fotoğrafı görünce yerlere yattı:

İlteriş:
“Oğlum, bu çocuk ileride özel harekâta girer!”

Ulaş:
“Bakışlarıyla mumu eritir zaten...”

Ben gülmekten nefes nefese kalmıştım, Aybars ise etrafa şaşkın şaşkın bakıyordu.
Minik parmağını bana uzattı, öpmem için.

Parmağını öptüm, alnına da minicik bir buse kondurdum:

“Babamın aslanı... Muma boyun eğmeyen kahramanım!”

Umay da dayanamadı, kahkahalarla gülerken başını omzuma yasladı.
O anda içim huzurla doldu.
Belki zaman alacaktı...
Ama biz iyileşiyorduk.
Birlikte, adım adım...

Umay başını omzuma yasladığında kalbim göğüs kafesimi delecek gibi attı.
O kadar uzun zamandır bu anı bekliyordum ki...
Küçücük bir temas bile içimdeki kırıkları tek tek topluyordu.

Ama hayatın tatlı ritmi hızla devam ediyordu.
Aybars hâlâ muma kinle bakarken Burak, kahkahalarla fotoğraflara bakmaya devam ediyordu.

Umay hafifçe doğrulup oğlumuza baktı:
“Mama sandalyesine koyalım mı?” dedi, gülümseyerek.**

Hemen atıldım:
“Tabii ki!”

Aybars’ı nazikçe kucağımdan kaldırıp mama sandalyesine yerleştirdim.
O minik ayaklarını sallıyor, keyifle etrafa bakıyordu.
Ama arada bir yine o lanetli muma göz atmayı ihmal etmiyordu.

Umay, küçük bir kavanoz açtı.
Katı gıdaya geçiş süreciydi ve bunu birlikte deneyimleyecektik.

Kaşığı yavaşça aldı, içini tatlı bir püreyle doldurdu.
Aybars’a uzattı:

“Ağzını aç bakalım minik kurt...” dedi yumuşacık sesiyle.**

Aybars kaşığı önce kokladı.
Sonra hiç düşünmeden ağzını açtı, kaşığı iştahla kaptı.

Ama o da ne?
Yüzünü buruşturdu, kafasını salladı ve diliyle püreyi itti.

Burak kendini tutamayıp güldü:
“Bak yaaa, çocuğun ruhu asker zaten! Beğenmez öyle sıradan yemekleri!”

Ben de kahkahayı bastım:
“Oğlum, baban yıllarca hazır gıda yedi. Sen bari lüksüne bak!”

Umay ise sabırla kaşığı yeniden doldurdu:
“İlk seferde alışmazlar zaten...” dedi tatlı bir sakinlikle.**
“Ama zamanla öğreniriz. Değil mi kuzum?”

Aybars annesinin sesine bakıp gülümsedi.
O an fark ettim ki...
Aybars, Umay gülümsediğinde daha huzurlu oluyordu.
Tıpkı benim gibi.

Umay tekrar denedi.
Bu sefer Aybars daha nazik aldı kaşığı.
Yutmakta zorlandı, ama denedi.

Ve o küçücük başarı bile gözlerimi doldurdu.
Hayatın karmaşasından, acılarından sonra...
İlk defa bu kadar basit, bu kadar saf bir anda mutluluğu hissettim.

Umay bana döndü:
“Altay... Aybars’ın ilk katı gıdası...
...ve sen buradasın.”

Boğazım düğümlendi.
Bir şey diyemedim.
Sadece elini tuttum, sımsıkı...

Tim çayları tazeliyordu, ortam şen şakraktı.
Ama biz o küçük anın içinde kaybolduk.
İlk kez aile olduğumuzu iliklerime kadar hissettim.

Ve o an sadece düşündüm:
Allah’ım, ne olur...
Bize bir daha ayrılık yazma.

Pasta yendikten, kahkahalar atıldıktan sonra herkese teşekkür edip vedalaştık.
Umay'la biraz yalnız kalmak istiyordum.
Ona, bizi... yeniden hissettirmek için.

Aybars’ı da kucaklayıp kafenin kapısından çıktığımız anda soğuk Ankara ayazı yüzümüze çarptı.
Keskin rüzgâr derimizi keser gibi esti.
Aybars anında mızıldanmaya başladı, minik elleriyle burnunu kapatmaya çalıştı.

Umay hızla montunun önünü kapattı:
“Çabuk arabaya, donacağız!” dedi gülerek.**

Koşa koşa arabaya bindik.
Camlar anında buğulandı, içeride nefeslerimiz titriyordu.
Aybars’ın yanakları pespembe olmuştu.

Umay, kucağındaki oğlumuzun yanaklarını ısıtmak için avuçlarına aldı, nazikçe üfledi:
“Minik kuzumun yanakları elma gibi olmuş!” dedi gülümseyerek.**

Motoru çalıştırıp kaloriferi açarken başımı ona çevirdim.

Gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
O an tüm dünyada görmek isteyeceğim tek manzara buydu.

Umay bana bakıp hafifçe başını yana eğdi:
“Peki... Nereye gidiyoruz, kocacığım?” dedi sesi cilveyle titreyerek.**

O an içimde bir kıvılcım yandı.
Çenesini hafifçe kaldırdı, dudaklarıma bakıp sinsi bir gülümseme attı.
Biliyordu...
Benim ona nasıl dayanamacağımı, nasıl hâlâ deli gibi aşık olduğumu biliyordu.

Direksiyonu sıkıca kavradım, derin bir nefes aldım.
Ama gözüm onda...

Sırıtarak fısıldadım:
“Şu an cilve yapma...”
“Her an Aybars’ı bizimkilere bırakıp seni kaçırabilirim!”

Kahkahayı bastım, çapkınca göz kırptım.
Umay, kahkahasının arasında yanağımı sıktı:

“Altay Öztürk, seni asla salıvermem!” dedi gülerek.**

Ama ben gözlerimi ondan alamıyordum.
O kahkaha, o neşeli yüz...
İçimdeki tüm yaralara merhem oluyordu.

Aybars arka koltukta battaniyesine sarılmış, masum masum bizi izliyordu.
Ben bir gözüm yolda, diğer gözüm hayatımın iki mucizesinde...

Ankara’nın soğuğu neydi ki?
Benim içim sıcacıktı.

Ve artık biliyordum:
Bu sefer asla bırakmayacaktım.
Ne Umay’ı, ne Aybars’ı... ne de içimde yeniden yeşeren o sonsuz sevgiyi.

AVM’nin kapısından içeri adım attığımızda sıcak hava yüzümüze vurdu.
Dışarıdaki Ankara ayazı yerini buradaki kalabalığın uğultusuna bırakmıştı.
Ama ben sadece onlara odaklanmıştım: Umay ve Aybars.

Oğlumu kucağıma aldım, minik bedenini sımsıkı sardım.
Küçücük elleriyle sakallarıma dokunuyordu.

Gülümseyip burnumu yanağına dayadım:
“Oğluşum benim!” dedim sevgiyle.
Yanağına küçük öpücükler kondurdum.
O kahkahalarla gülünce içimde çiçekler açtı.

Yan gözle Umay’a baktım.
Bizi izliyordu.
Ama öyle bir bakıştı ki...
İçinde sevgi, özlem, belki hâlâ kırgınlık vardı.
Ama en çok... aşk vardı.

Kalbim hızla çarptı.
Kimse fark etmeden Umay’a yaklaştım.
Elini sımsıkı tuttum ve hafifçe eğilip dudaklarına küçücük bir öpücük kondurdum.

Sonra anında çekildim, sanki hiçbir şey olmamış gibi Aybars’la ilgilenmeye devam ettim.
Ama Umay’ın yanakları anında kızardı.
Gözleri büyüdü, panikle etrafa bakındı.

Etrafımızda kimse yoktu, ama Umay’ın utangaçlığı beni gülümsetti.
Kendimi tutamadım, hafifçe kulağına fısıldadım:

“Kimse görmedi... Sadece kalbin attı.”

Umay bana dik dik baktı, ama gözlerinin içi gülüyordu.
O an içimde tarifsiz bir huzur yayıldı.

Mağazaları tek tek dolaşırken Aybars kucağımda hafif hafif uyuklamaya başladı.
Umay çocuk kıyafetlerine bakarken ben her fırsatta ona minik dokunuşlar yapıyordum.

Bir mağazada oyuncak seçerken aniden durup Umay’a baktım:
“Sen de oyuncak ister misin?” dedim göz kırparak.**

Umay gözlerini devirdi, ama dudaklarının kenarı yine kıvrılmıştı.
O gülümseme benim zaferimdi.

Ve ben o zaferi her gün kazanmaya hazırdım.

Umay mağazadaki minik kıyafetleri incelerken aniden bana yaklaştı.
Sessizce pıtı pıtı yürüyüp kulağıma sokuldu.

Ve o yumuşacık, tatlı sesiyle fısıldadı:

“Ben o oyuncakları çoktan aldım...”
“Ama sen gittin... Tüh, kullanmaya vakit olmadı.”

O an tüm vücudumdan sıcak bir dalga geçti.
Nefesim kesildi.
Dudağımı hafifçe ısırdım, tek kaşımı kaldırarak ona döndüm:

“Bu gece oynar mıyız?” dedim kısık sesle, sırıtarak.**

Umay gülümsemesini zor bastırdı.
Gözlerinde o eski ışık vardı.
Ama hemen kendini toparladı ve çenesini hafifçe kaldırıp dudaklarını büzdü:

“Üzgünüm tatlım...” dedi, sesi şımarık bir tatlılıkla doluydu.
“Bu gece kızlar gecesi. Git timinle hasret gider sen.”

İçimdeki tüm umutlar o anda çöküp dağıldı.
Bir anlık hayal kırıklığıyla nefes verdim, ama hemen toparlandım.

Yüzüme şeytani bir gülümseme yerleştirdim:

“Ben işimi halletmeyi bilirim, sevgilim.”
“Oyunlar sabır işi... Ama sabırla kazanılan zafer daha tatlı olur.”

Gözlerimin içi parlayarak seksi bir bakış attım.
Umay hafifçe boğazını temizleyip hemen Aybars’ı işaret etti:

“Oğlunun yanındayız, Altay Bey.” dedi kaşlarını kaldırarak.**

Ama yanakları kızarmıştı.
Ve o utanmış hali beni daha da delirtti.

Eğilip Aybars’ın başına minicik bir öpücük kondurdum:

“Tamam oğlum...
Annen kaçmaya çalışıyor, ama biz yakalarız.”

Umay kahkahayı bastı, sonra aceleyle başka bir reyona yöneldi.
Ama arada dönüp bana bakıyordu.
Ve ben biliyordum...
Bu gece olmasa bile, o oyunlar bir gün mutlaka oynanacaktı.

Ben sabırlıydım.
Ama sabrımın sınırlarını en iyi o biliyordu.

Kafeye geçip köşede sıcak, loş bir masaya oturduk.
Garson gelir gelmez Aybars için mama sandalyesi istedik.
O minik bacaklarını sallaya sallaya sandalyeye yerleşirken ben ondan gözlerimi alamıyordum.

Umay çantasını açtı, Aybars için minik atıştırmalıklar çıkardı.
Ben ise tek bir anı bile kaçırmamak için nefes almadan izliyordum onları.

Çaylarımız geldi, yanında tiramisu.
Ama benim için dünyanın en tatlı şeyi masada duruyordu zaten: Ailem.

Umay bir yandan Aybars’a küçük lokmalar veriyor, bir yandan bana dönüp anlatıyordu:
“Aybars ilk dişini çıkarırken sabaha kadar uyumadım...
Sonra yürümeye çalışırken sürekli poposunun üstüne düştü, o kadar tatlıydı ki!”

Ben gülümseyerek dinliyordum ama içimde fırtınalar kopuyordu.
O anlattıkça, yanında olamadığım her an içimde bir yerlere bıçak gibi saplanıyordu.

O ilk dişi görememek...
İlk adım atmaya çalıştığında onu tutamamak...

Kalbim sıkışıyordu ama dışarıdan hiç belli etmemeye çalıştım.
Çünkü şimdi buradaydım.
Onlarlaydım.

Ve her şeye rağmen, içimde garip bir huzur vardı.
Çünkü anladım ki, ayrılığın sonunda kavuşma varsa...
O ayrılık bile kutsal bir sınav gibiydi.

Ama o an onlara bakarken, içimde sessiz sessiz yeminler ettim:
Bir daha ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun...
Onlardan asla ayrılmayacaktım.

Umay konuşurken gözlerimi yakaladı, sustu.
Başını yana eğdi, gülümsedi:

“Ne oldu? Neden öyle bakıyorsun?” diye sordu, sesi yumuşacıktı.**

Ben sadece elini tuttum, avuçlarımda sımsıkı sardım.
Gözlerim dolmuştu ama hiç saklamadım.

Kısık bir sesle fısıldadım:

“Çünkü...
Bir daha seni hiç kaybetmek istemiyorum.”

Umay’ın gözleri anında doldu.
Ama hiçbir şey demedi.
Elimi daha sıkı tuttu.
Ve başını yavaşça omzuma yasladı.

O an...
Tüm dünya sessizliğe gömüldü.
Bütün acılar, ayrılıklar, hasretler...
Hepsi geçmişte kaldı.

Ve ben o anda...
Kavuşmanın ne demek olduğunu iliklerime kadar hissettim.

Aybars’ın minik sesi kafenin uğultusunu delip geçti:

“Baba!”

Başımı hızla çevirdim, gözlerim büyüdü.
Oğlum, o küçücük ellerini bana uzatmış, pırıl pırıl gözleriyle bana bakıyordu.
Yanakları kıpkırmızı, dudaklarının kenarında tatlı püre izi vardı.

Kalbim yerinden çıkacak gibi çarptı.
Nefesim kesildi.

Eğildim, göz hizasına indim:
“Söyle, küçük kurdum...” dedim, sesim titriyordu.

Aybars kıkırdadı, sonra ciddileşti.
Parmağıyla pastayı işaret etti:

“Bana!” dedi tatlı bir ısrarla.

Umay kahkahayı bastı, ben de donduğum yerden gülmeye başladım.
Minik kurdum pastaya sevdalanmıştı!

Pastadan minik bir çatal alıp ona uzattım:
“Baba, sana kurban olsun... Canın ne isterse!”

Aybars kaşığı kaptı, kocaman gülümseyerek ağzına tıktı.
O sırada Umay bana göz kırptı:

“Oğlumuz seni pastayla seviyor galiba.”

Gözlerim yaşardı ama kahkaham hiç dinmedi.
Baba olmak buydu işte...
O küçücük "baba" kelimesine dünyayı vermek istemekti.

Ve ben o an anladım:
Artık tamdım.
Artık eksik hiçbir şey yoktu.

Çünkü küçük kurdumu kucağımda tutuyordum.
Ve yanımda, hayatımın aşkı vardı.

Aybars kaşığı kaptığı gibi pastaya daldı.
Minicik ağzı krema oldu, dudaklarının kenarına bulaşan çikolata izleriyle tam bir minik canavar gibi görünüyordu.
Ama dünyanın en tatlı canavarıydı o.

Umay kahkaha atarak bana döndü:
“Senin küçük kurt oldu pasta kurdu!” dedi gözleri parlayarak.**
“Baksana yarısını yedi, verme daha, zararlı!”

O sırada Aybars, pastaya bir daha uzanırken Umay hızla kaşığı elinden aldı.
Aybars hemen suratını astı, dudaklarını büzüp ağlamaklı bakmaya başladı.

Ben oğlumun tombul yanaklarını öptüm, gülümseyerek:
“Emir büyük yerden, bebeğim... Buna ben de titrerim!” dedim muzipçe.

Aybars kaşlarını çatıp beni süzdü, sonra kıkırdayarak gülmeye başladı.
O an içimden bir çığlık kopmak istedi: "İyi ki varsınız!"

Umay gülerek peçeteyle Aybars’ın yüzünü silerken gözlerini bana dikti:
“Oğlun sana çekmiş... İkna edilmen çok zor!”

Sırıttım, çayımın son yudumunu alıp göz kırptım:
“Annesine âşık olma konusunda da bana çeker umarım...”

Umay o an sustu, gözleri doldu, ama hemen toparlandı.
Gözlerini kaçırdı, Aybars’a sarıldı.
Ama ben o bakışı gördüm.

O bakışta sevgi vardı.
Özlem vardı.
Ve belki de... yeniden filizlenen bir umut.

Ben, o umuda sımsıkı sarılmaya yemin ettim o an.
Ayrılmak yoktu.
Vazgeçmek yoktu.

Çünkü benim dünyam...
Bu masada, iki yanımdaydı.

Umay başını usulca omzuma yasladığında içimde bir yerler sıcacık oldu.
Kolumu hafifçe kaldırıp onu daha sıkı sardım, sanki bırakınca yine kaybolacakmış gibi.

Öylece durduk.
İkimiz de huzurla Aybars’ı izliyorduk.
O minik ellerini çırpıyor, kahkahalarla gülüyordu.
Dünyanın en güzel melodisi gibiydi o kahkaha.

Tam o anda pıtı pıtı yürüyen, saçları iki yandan toplanmış minik bir kız çocuğu masamıza yaklaştı.
Üzerinde pembe bir elbise vardı, ayakkabıları yerden hafifçe ses çıkarıyordu.

Kız, Aybars’a yanaşıp başını eğerek kocaman gülümsedi.
Aybars da onu görünce anında durdu.
Oğlum, 1 yaşına bile basmadan flört moduna geçti!

Gözleri kocaman açıldı, sonra yanakları tombik tombik kıpkırmızı oldu.
Ama ne yaptı biliyor musun?

Alkış tuttu!
Minik ellerini birbirine vurup kahkahalarla alkış tuttu.

Küçük kız gülümsedi, sonra elini dudaklarına götürüp Aybars’a bir öpücük gönderdi ve pıtı pıtı uzaklaştı.

O an Umay’la göz göze geldik...
Ve tutamadık kendimizi.
Kahkahalarla gülmeye başladık!

Umay, gözlerinden yaş gelirken sırtıma vurdu:
“Altay... Oğlun babasına çekmiş! Çapkın doğmuş bu çocuk!” dedi nefes nefese.**

Ben gülmekten kıvranırken Aybars neye güldüğümüzü anlamayıp yine alkış tutuyordu.

Onlara bakarken içim öyle bir sevgiyle doldu ki...
O an sonsuza kadar o kafede, o masada kalmak istedim.
Zamanı durdurup üçümüzün olduğu o anı sonsuza kadar yaşamak istedim.

Çünkü dünya yanabilirdi, savaşlar çıkabilirdi...
Ama Umay’ın kahkahası ve oğlumun masum alkışları varken...
Ben her şeye göğüs gererdim.

Aybars’ı kucağıma aldım, o minik bedeniyle bana sıkıca sarıldı.
Kokusu içime çektiğim en güzel şeydi sanki.

“Oğluşum benim!” dedim, yanağını öpüp burnumu ona sürterken.
Aybars kıkırdadı, elleriyle yüzümü kavradı.
Parmaklarıyla sakallarımı çekiştiriyordu.

O an Umay, gözlerini bizden ayırmadan sürekli fotoğraf çekiyordu.
Telefonu sessize almıştı ama parmakları hiç durmuyordu.

Göz ucuyla ona baktım:
“Aşkım, albüm yapacaksın galiba?” dedim gülerek.

Umay başını kaldırmadan yanıtladı:
“Her anı ölümsüzleştirmem lazım. En güzel anılar bunlar!”

Gözleri sevgiyle ışıldıyordu ama bakışı... her zamanki gibi çekiciydi.
O tatlı kısık bakışları, gamzelerinin içine sakladığı o derin aşk...
Kalbime yine ağır ağır dokundu.

Telefonu hızla elinden aldım:
“Tamam o zaman, bu sefer ben çekiyorum!”

Aybars’ı kucağımda tutarak telefonu yukarı kaldırdım.
Selfie moduna geçtik.

Umay kameraya o meşhur çekici bakışını attı.
Gözleri hafif kısıldı, dudakları hafif aralandı.

Tam o sırada Aybars da kameraya dil çıkardı!
Minik diliyle poz verdi resmen!

Ben gülümsememi daha da büyütüp art arda birkaç fotoğraf çektim.
Her karede mutluluk vardı.
Her karede üç kişilik kocaman bir dünya vardı.

Sonra fotoğraflara baktım, ekrana uzun uzun daldım.
O kadar güzeldiler ki...

“İyi ki varsınız...” diye mırıldandım sessizce, gözlerimi Umay’a dikerek.

Umay hafifçe gülümsedi:
“Sonsuza kadar var olacağız, Altay...” dedi yumuşak sesiyle.

O an içimdeki bütün yaralar, tüm eksikler, tüm acılar silindi.
Çünkü o fotoğraflar...
Bizim yeniden başlamamızın kanıtıydı.

Aybars’ı kucağımda sallarken Umay’a döndüm, gözlerinde kayboldum yine.
Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirdi.

“Acaba diyorum...” dedim, sesimi yumuşatıp.
“Üçümüz güzel bir kış tatiline mi gitsek? Kar, şömine, sıcak çikolata... Hani şu dağ evleri var ya?”

Umay başını hafif yana eğdi, gözlerinde o tanıdık ışık parladı.
Gülümseyerek Aybars’ın saçlarını okşadı:
“Çok isterdim, canım...” dedi iç çekerek.
“Ama işlerim çok yoğun... Ama bak, sen söylüyorsan bir şekilde ayarlamaya çalışırım, bebeğim.”

Bu cümleyi duymak bile içimi sıcacık etti.
Umay gerçekten çabalıyordu, yeniden bir bütün olmak için.
Ve ben her zerremle buna tutunuyordum.

Hiç düşünmeden yaklaşıp yanağına minik minik öpücükler kondurdum.
Teninin sıcaklığı, kokusu... Hepsi beni yıllar öncesine götürdü.

“Sen var ya...” dedim, dudaklarımı yanağında gezdirirken.
“Beni delirtiyorsun...”

Umay kıkırdadı, hafifçe omzumdan itip mesafe koydu aramıza:
“O tatil için çok sabırsızsın anladım...” dedi gülerek.

Ben de gülümseyip başımı salladım:
“Hem de nasıl! Bu sefer hiçbir şey bizi ayırmayacak.”

O an Umay gözlerimin içine baktı.
Bir anlığına bakışları ciddileşti, sonra yine yumuşadı.
Sessizce başını salladı.

Ve ben içimden sessizce yemin ettim:
O tatil bizim yeni başlangıcımız olacaktı.
Küçük kurdumuzla birlikte, ailece...

Kafeden kalkma vakti geldiğinde içimde tarif edilemez bir huzur vardı.
Umay’ın elini nazikçe tuttum, parmaklarını parmaklarımın arasına sıkıca geçirdim.
Diğer kolumda ise minik kurdum Aybars...
Dünyanın en mutlu adamıydım o an.

AVM’nin ışıklı koridorlarına adım attığımızda Aybars meraklı gözlerle etrafa bakıyordu.
Her gördüğü şeyi minik parmağıyla işaret ediyor, anlamsız bebek cümleleri mırıldanıyordu.

İlk durağımız çocuk mağazası oldu.
Umay, Aybars için minik kazaklar, atkılar seçerken ben o minicik kıyafetlere bakıp iç çekiyordum.

“Bu ne kadar küçük ya!” dedim şaşkınlıkla.
“Bunları gerçekten giyecek mi?”

Umay güldü:
“Altay, oğlun 1 yaşına girecek... Minik bir kurt olabilir ama yine de küçük!”

Ben kazağı elime alıp Aybars’a tuttum:
“Bunu giyersen koca adam olursun!” dedim ciddiyetle.**

Aybars kazağı tuttu, önce sıktı sonra ağzına götürmeye kalktı.

Umay kahkahalarla gülerken hızla aldım:
“Tamam tamam, kıyafetlere zarar gelmesin!”

Sonra oyuncak reyonuna geçtik.
Orada Aybars tam anlamıyla çıldırdı.
Her şeyi istiyordu.
Peluş ayılar, arabalar, ses çıkaran oyuncaklar...

En sonunda yerde yuvarlanıp kahkaha atmaya başladı.
Bende ise tek bir cümle vardı:

“Bunların hepsini alıyorum!”

Umay gözlerini devirdi:
“Altay, bu kadar oyuncakla ne yapacak çocuk?”

“Çocukluğunu yaşayacak!” dedim göz kırparak.
“Ben yaşayamadım, o yaşasın.”

Bu sözümle Umay’ın gözleri doldu ama hemen toparlandı.
Yanağımı okşayıp usulca fısıldadı:

“Sen şimdi yaşıyorsun...”

Alışveriş boyunca durmadık.
Umay’a yeni kışlık botlar, atkılar, montlar seçtik.
Ama ne seçerse seçsin, ben her seferinde başka bir tane daha alıp sepete ekledim.

“Altay, gerek yok bunlara!” diyordu gülerek.**
Ama ben sadece başımı sallayıp gülümseyerek:

“Her şeyin en güzeli senin olmalı.” diyordum.**

En son bir kitapçıya girdik.
Umay hemen çocuk kitaplarına yöneldi, ben ise aşk romanları reyonunda onu izliyordum.

Yanıma geldiğinde elinde bir masal kitabı vardı:
“Bunu Aybars’a yatmadan okuyalım mı?” dedi gözleri parlayarak.**

Kitabı elimden aldım, kapağına baktım.
‘Kaybolan Prens ve Onu Bulan Işık’ yazıyordu.
İçim titredi.

Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım:
“Bu kitabı sadece Aybars’a değil...
Her gece sana da okuyacağım.”

Umay gözlerini kaçırdı ama yanağına yayılan tebessümden kaçamadı.

Torba torba alışverişle arabaya giderken kollarım kopuyordu belki...
Ama kalbim hiç bu kadar hafif olmamıştı.

Çünkü bu, sadece bir alışveriş değildi.
Bu, kaybolan bir adamın yuvasını yeniden inşa etme çabasıydı.
Ve ben, her çantada biraz daha tamamlanıyordum.

Umay arabanın yanında durdu, saçlarını geriye atıp bana döndü:

“Aşkım, siz iki dakika bekleyin, lavaboya gidip geliyorum.”
Aybars’ı kollarıma bıraktı, gözlerinde hafif bir yorgunluk vardı.

Peşinden gitmeyi teklif ettim:
“İstersen biz de gelelim?” dedim kucağımdaki Aybars’ı sallarken.

Ama Umay gülümseyip elini kaldırdı:
“Hayır, hemen gelirim. Aybars'ı tut sen.”

Ve bana bir bakış atıp hızlıca uzaklaştı.
Onun gidişini izlerken gözlerimle takip ettim.
Sanki yürüdüğü her adımı ezberlemek ister gibi.

Sonra Aybars kollarımda hafif hafif mırıldanmaya başladı.
Telefonumu çıkardım, bir fikir geldi aklıma.

Kamerayı açıp Aybars’la selfie moduna geçtim.
İkimize de ciddi bir ifade verdim.
Kaşlarımı çattım, Aybars da beni taklit eder gibi yüzünü buruşturdu.

Tam o an fotoğrafı çektim.
Sonra hızla tim grubuna attım:

📸 Annemiz gitti 😣

Mesajı atar atmaz grup patladı:

İlteriş: "Kardeşim başın sağ olsun. Hepimiz buradayız. 🫡"
Burak: "İlk ayrılık hep zor olur, dayan abi."
Ulaş: "Sakın ağlama, çocuğun var bak. Güçlü kal! 💪"
Mustafa Kemal: "Dayan baba kurt. Geliyor anneniz, az kaldı. 🐺"

Gülmekten sandalyeden düşecektim neredeyse.
Ama asıl bomba, Umay’ın gruba ekli olduğunu unutmuş olmamdı...

Umay: "Ben de grubun sessiz izleyicisiyim. 😂"

O an kalbim yerinden fırlayacaktı.
Telefonu hızla kapattım, Aybars’a baktım:

“Yandık oğlum, annene yakalandık!” dedim fısıltıyla.

Aybars, sanki anlıyormuş gibi yine kahkahalarla gülmeye başladı.
Ve ben Umay lavabodan dönene kadar o gülüşe sarılıp, olanları nasıl toparlayacağımı düşündüm.

Umay lavabodan döndüğünde, gülümsemeyi zor tutarak ona yaklaştım.
Aybars kucağımda, ben ise muzip bakışlarımın ardına saklanmıştım.

Göz kırparak eğildim:
“Hoş geldin, sessiz izleyici!” dedim kısık sesle, kahkaha atmamak için dudaklarımı ısırarak.

Umay gözlerini kıstı, kafasını hafif yana eğdi:
“Nerede kalmış olabilirim Altay? Mars’a mı çıktım?” dedi yalandan ciddiyetle.**
Sonra kaşlarını kaldırıp tatlı tatlı gülümsedi:

“Lavabodaydım, aşkım. Şaka gibi ama gerçek.”

Gözlerimden yaş gelecek kadar gülüyordum ama kendimi topladım:
“Hadi gidelim o zaman...” dedim, Aybars’ı daha sıkı sarıp yanına yürürken.
“Ama bu mevzu kapanmaz bilesin.”

Umay başını sallayıp koluma girdi:
“Kapanmazsa kapanmaz...” dedi fısıltıyla.
“Yeter ki hep böyle gülelim.”

O an ne diyeceğimi bilemedim.
Sadece içimden şükredip, Umay’ın alnına sessizce bir öpücük kondurdum.

Ve yürümeye devam ettik.
Çünkü ne olursa olsun, yan yana olduğumuz sürece...
Her şey hep daha güzel olacaktı.

Poşetleri bagaja yerleştirip arabaya bindiğimizde içimde tarif edilemez bir huzur vardı.
Küçük ailemle dolu arabada, yüreğimde sıcacık bir mutlulukla direksiyonu kavradım.

Umay yumuşak sesiyle döndü bana:
“Aşkım...” dedi, gözlerini kısıp gülümseyerek.
“Ne kadar iznin var?”

Bir an ona bakıp iç çektim, gözlerimin içine işleyen o bakışı ne kadar özlediğimi düşündüm.

Gülümseyerek yanıtladım:
“Sevgilim... Tam 40 günüm var. Olağanüstü bir durum olmadığı sürece...”

Bunu söylerken gözlerinde beliren sevinç pırıltısını gördüm.
Sanki o 40 gün yıllar gibi gelmişti ona.

Aybars’ı bebek koltuğuna yerleştirip kemerini taktım, minik elleriyle bana uzanıp “baba” dediğinde içim titredi.
Başını okşayıp yanağını öptüm, sonra klimayı açıp arabanın ısınmasını bekledim.

Umay şapkasını çıkardı, kısa saçları omuzlarına döküldü.
Saçlarını düzeltti, hafifçe silkinip bana döndü:

“O zaman... 40 gün boyunca beni delicesine seveceksin?” dedi, sesi flörtöz ama kırılgandı.**
Sanki hâlâ inanamıyordu varlığıma.

Direksiyona yaslanıp gözlerimi gözlerinden ayırmadım:
“40 gün mü?” dedim, göz kırparak.
“Ben seni ömrüm boyunca delicesine seveceğim...”

Umay derin bir nefes aldı, gözleri doldu ama hemen toparlandı.
Elini yanağıma koyup hafifçe okşadı:

“O zaman, ilk tatil planımıza ne dersiniz beyler?” dedi kıkırdayarak, aynadan Aybars’a bakarak.
Aybars kahkahalarla ellerini çırpıp anlamsız sesler çıkarınca hepimiz güldük.

Araba yavaşça yola koyulduğunda içimde tek bir cümle yankılanıyordu:
"Bu kez hiçbir şey bizi ayırmayacak."

Yola çıktığımızda elim direksiyonda, kalbimse Umay’ın avuçlarının içindeydi sanki.
Elini tutarken gözüm yoldaydı ama tüm dünyam yan koltuktaydı.

“Sanırım izin işini hallettin, hm?” dedim gülümseyerek.
Parmaklarını nazikçe sıktım, sıcaklığı içime yayıldı.

Umay başını hafif yana eğdi, o tatlı tebessümüyle:
“Hallettim,” dedi yumuşak bir sesle.

Yüzümdeki gülümseme büyüdü, fırsat kaçmazdı:
“Güzel...” dedim.
Ve ona meşhur 3 numaralı çapkın bakışımı attım — o bakışı bilirdi.

Umay gözlerini devirdi ama yanakları hafifçe kızardı:
“Altay, dikkat et yola!” diye uyardı, ama sesi kahkahaya karıştı.**

Kafamı yola sabitleyip sırıttım:
“Eve gidelim... Ama ben timi kovmadan dayanamayacağım.” dedim keyifle.
“Yıllardır rüyalarımda seni seviyorum, yanımda bulunca duramam!”

Umay kahkahayı bastı, sonra koluma hafifçe vurdu:
“Altay!” dedi, gülümseyerek.
“Artık yalnız değiliz... Unutma ki arkada Aybars Han Öztürk var. Ve şu an sana sırıtıyor!”

Hızla dikiz aynasına baktım.
Aybars, o minicik 4 dişli gülümsemesiyle gözlerimin içine bakıyordu.
Ellerini çırpıp mutlu mutlu kıkırdıyordu.

Kafamı hafif yana eğip muzurca mırıldandım:
“Oğlum... Oraya gelirsem seni ham yaparım!”

Bunu duyunca Aybars kahkahalarla alkış tutmaya başladı, karnını tuta tuta gülüyordu.
Umay da dayanamayıp kahkahaya boğuldu.

Arabanın içinde yankılanan o kahkahalar, dünyanın en güzel melodisiydi.
Yıllardır özlemini çektiğim huzur, tam orada, arabamın içindeydi.

Ve ben...
Küçük bir aileyi korumak için canımı bin kez daha vermeye razıydım.

Eve adımımızı attığımızda karşımızda tam anlamıyla bir curcuna vardı.
Salon savaş alanına dönmüş, tim sanki yıllardır içinde tuttukları çocuğu salıvermişti.

Burak, kafasına demir süzgeç geçirmiş, eline tahta kaşık almıştı.
Göğsünü kabartıp bağırıyordu:
“Ben Gladyatör Burak! Prensesi kurtaracağım!”

Eren ise nereden bulduğunu bilemediğim sarı, kıvırcık bir peruk takmıştı.
Üzerine örtü gibi sardığı masa örtüsüyle salonun ortasında çığlık atıyordu:
“Yetişin! Kurtarın beni!”

Mustafa Kemal, koltuk minderinden yaptığı kalkanı tutup Burak’a bağırıyordu:
“Dikkat et gladyatör! Ejderha geliyor!”

Ama en bomba sahne...
Aybars emekleyerek halının üzerinde kıkır kıkır gülüyor, elleriyle yere vuruyordu.
Muhtemelen ne olduğunu anlamıyordu ama kahkahalarına engel olamıyordu.

Umay kapıda kalakaldı, gözleri kocaman açıldı:
“Ne yapıyorsunuz siz?!” diye sordu ama gülmemek için dudaklarını ısırıyordu.**

Burak, süzgeç kafasında, kaşığı havaya kaldırıp ciddiyetle bağırdı:
“Prensesi kurtarıyoruz komutanım!”

Eren sahte bir baygınlık taklidi yapıp koltuğa devrildi:
“Ahhh... Düştüm!”

Bu sahneye daha fazla dayanamadım.
Kahkaha patladı içimde.
Dizlerimin bağı çözüldü, Aybars’ı yere bırakıp kahkaha ata ata yere çöktüm.

Umay da artık tutamadı kendini.
Gözlerinden yaşlar gelene kadar güldü.

Tim, tiyatrosuna devam etti:
Burak, Eren’i koltuktan kaldırıp alnından öperek:
“Prenses, seni kurtardım!” dediğinde hepimiz nefessiz kaldık.**

Ve o an fark ettim...
Benim savaşlardan, görevlerden, karanlık yerlerden dönüp geldiğim yer tam olarak burasıydı.
Evimiz...
Kahkahalarla dolu, saçmalıklarla süslenmiş, sevgiyle taşan yuvamız.

Bu tiyatro ne kadar sürerse sürsün, ben o salonun köşesinde oturup sonsuza kadar izleyebilirdim.

Burak, süzgeç kafasında, terlemiş yüzüyle yanıma gelip nefes nefese sordu:
“Abi, performansımızı nasıl buldun? Gerçekçi miydik?”

Kendimi zor toparladım, karnımı tuta tuta gülüyordum.
Gözlerimden yaşlar süzülürken sırtına hafifçe vurdum:
“Bak Burak...” dedim derin bir nefes alıp.
“Bence prenses Yaseminka, gladyatör de İlteriş olsaydı... İşte o zaman daha etkilenebilirdim!”

Bu lafı duyunca tim koptu.
Eren peruğunu çıkarıp yere attı:
“Ya ben bu role ruhumu verdim! Yazıklar olsun!” diye bağırıp dramatik bir şekilde koltuğa yığıldı.**

Burak kahkahalarla çöktü yere:
“Abi, İlteriş gladyatör olsa Yaseminka zaten prenses olmaz, ejderha olurdu!” dedi gözleri yaşararak.**

O sırada İlteriş içerden çıkıp salonun haline bakınca ellerini beline koyup ciddi bir sesle sordu:
“Bu ne lan? Niye herkes yerde?”

Ben hâlâ gülmekten konuşamıyordum.
Umay ise mutfaktan kafayı uzatıp kahve içerken kıkırdamaktan kendini alamıyordu.

Mustafa Kemal yere çöküp İlteriş’e bakarak ciddiyetle bağırdı:
“Gladyatör, prensesi kurtardı komutanım!”

İlteriş kaşlarını kaldırdı:
“Ben nerdeydim?”

Burak sırtüstü yere yığıldı:
“Sen fragmanda varsın abi, final sahnesine yetişemedin.”

Bu laf hepimizi bitirdi.
Ev kahkahalarla çınlarken, Aybars bile karnını tutup gülüyordu.
Ve ben o an bir kez daha anladım:

En güzel zafer, sevdiklerinle gülmeyi başarabilmekti.

Aybars, minik elleriyle koltuğa tutunarak, titrek adımlarla bana doğru yürümeye başladı.
Kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu.
Bu, onun bana attığı ilk adımlardı.
Daha önce sadece fotoğrafıma yürüyen oğlum... Artık gerçekten, canlı canlı, gözlerimin içine baka baka bana geliyordu.

Tim, olduğumuz yerde taş kesildi.
Kimse konuşamıyordu.
Mustafa Kemal gözlerini ovuşturdu, Burak alt dudağını ısırıp kafasını çevirerek gözyaşlarını gizlemeye çalıştı.

Ama ben o an kimseyi düşünmedim.
Bütün dünyam küçücük ayaklarıyla bana gelen Aybars’tı.

Ona doğru çömeldim, kollarımı açtım.
“Gel oğlum... Gel babana!” diye fısıldadım gözlerim dolarken.**

O da geldi.
Tereddüt etmeden, sanki bu anı hep beklemiş gibi...

Kucağıma atladı, minik kollarıyla boynuma sarıldı.
Ve bana hayran hayran baktı.

O an içimde kopan fırtınayı kelimeler anlatamazdı.
Ne kadar güçlü olursam olayım, ne kadar dayanıklıysam...
O küçücük kollar beni paramparça etti.

Ama güzel parçalardı bunlar.
Özlemin, sevginin, kavuşmanın parçaları...

Bir anda tüm kontrolü kaybettim.
Sarsıla sarsıla ağlamaya başladım.
Oğlumun kokusunu içime çekerken gözyaşlarım durmadı.
Sadece “oğlum” diyebildim.
Defalarca, usanmadan, nefesim yettiğince.

Tim hala sessizdi.
İlteriş başını önüne eğdi, Burak sessizce hıçkırırken duvara dönmüştü.
Ulaş, dizlerini karnına çekip kafasını ellerinin arasına almıştı.

Ama sonra kafamı kaldırıp, gözyaşlarımı silip ayağa kalktım.
Aybars’ı göğsüme bastırıp sert bir sesle bağırdım:

“Ağlayanı bizzat döverim!” dedim gözlerim hala kızarıkken.
“Bundan sonra hüzün yok! Herkes avazı çıktığı kadar gülecek! Benim oğlum bana yürüdü lan!”

Tim bir an sessiz kaldı...
Sonra patladılar.
Hepimiz kahkahalara boğulduk, gözyaşlarıyla gülmenin ne olduğunu yeniden öğrendik.

O gün, Aybars bana yürüdü.
Ve ben o yürüyüşte yeniden doğdum.

Oturmuş keyifle İlteriş’in Yaseminka’yla nasıl tanıştığını anlatışını dinlerken, birden masanın ortasında cıvıl cıvıl bir ses yükseldi:

“Baba... Mama!”

O an dünya durdu sanki.
Aybars bana bakıp kocaman gülüyordu.
O kahkaha atan suratıyla ellerini çırpıp heyecanla mama istiyordu.

Muhabbet bir anda kesildi.
İlteriş’in gözleri büyüdü, Burak ağzındaki çayı püskürttü, Mustafa Kemal gülmekten sandalyesine yığıldı.
Umay tam kalkıp Aybars’ı alacakken elini tuttum, gülümseyerek:
“Dur hayatım... Amcası yemek molası istiyor. Ne dersin, İlteriş?” dedim muzur bir sırıtmayla.**

İlteriş kollarını bağlayıp arkaya yaslandı:
“Müsaade sizin, küçük gladyatör aç kalmasın!” dedi gülerek.**

Aybars yine kahkaha atıp alkış yaparken onu kucağıma aldım, kokusunu içime çektim.
“Ne yermiş bakalım benim oğluşum?” dedim gözlerine sevgiyle bakarak.**

Mutfağa geçerken Umay peşimizden geldi, dolabı açıp malzemeleri çıkardı:
“Bugün oğluşumuzun menüsü patates püresi ve somon!” dedi şarkı söyler gibi, kelimeleri uzatarak.

Aybars yine kahkaha attı, minik elleriyle alkışladı.
Sanki dünyanın en güzel yemeği yapılacakmış gibi mutluydu.

Onu mama sandalyesine yerleştirdim, minik yanaklarını öptüm.
“Sen var ya...” dedim sessizce, alnına minik bir buse kondururken.
“Babanın kalbini eritiyorsun.”

Yemeği hazırlarken dayanamayıp Umay’a arkadan sarıldım.
Başımı boynuna yaslayıp derin bir nefes aldım.

“İyi ki varsınız...” diye fısıldadım kulağına, sesim titrerken.
Umay başını hafifçe bana dayadı, gözlerini kapattı:
“Sen de...” dedi yavaşça.

O mutfak, o an, dünyanın en huzurlu köşesi oldu benim için.
Küçük bir tabak mama, birkaç sarılma, ve üç kişilik kocaman bir mutluluk...

Hayat bazen tam da buydu işte.

Umay’ın elinden tabağı alırken gözlerim sevgiyle parlıyordu:
“Sen dinlen hayatım, bugün iş bende.” dedim kendimden emin bir sesle.**

Umay gözlerini kısmış, tereddütle bana bakıyordu:
“Ay... Mutfağımı batırmayın!” dedi kaşlarını kaldırarak.**

Dayanamadım, hızlıca eğilip dudaklarına kısa bir öpücük kondurdum, sonra hemen çekildim:
“Söz veremem ama elimizden geleni yaparız!” dedim muzurca sırıtarak.**

Aybars sandalyesinde sabırsızca kıpırdanıyordu, elleriyle masaya vuruyordu:
“Baba, mama!” diye sevinçle bağırınca gülümseyip yüzüne eğildim:**
“Gel bakalım küçük kurt...” dedim sesimi yumuşatarak.**
“Bugün kırmızı et günü değilmiş ama balığımız var, mis gibi patates püremiz var!”

Kaşığı elime alıp abartılı bir sesle:
“Uçaak geliyooooor!” dedim, kaşığı havada döndürerek oğlumun ağzına götürdüm.**
Aybars kahkaha atıp ağzını açtı, püreyi yer yemez avuçlarıyla alkış yaptı.
Bu sefer balığı verdim, mutlu mutlu çiğnedi.

Ama işte mutluluğun sınırları vardı...

Bir yerden sonra doyduğunda, küçük elleriyle pürelere saldırmaya başladı.
Parmaklarını patates püresine batırıp kafasına sürdü, tabağı ters çevirip masaya yapıştırdı.
Kolları püreyle kaplandı, yüzüne bulaştırdı ve kahkahalar attı.

Ben paniğe kapıldım:
“Oğlum yapma, küçük kurt! Hayır, saçına sürme!” dedim ama iş işten geçmişti.**
O sırada Aybars püre dolu elini uzatıp tişörtümü de batırdı.

Sağa sola bakındım, artık yardıma ihtiyacım vardı.
Umay’a seslenmek için kafamı kapıya çevirdiğimde donakaldım.

Tim kapıda sıraya dizilmiş, Umay’la birlikte bizi izliyordu.
Burak karnını tutarak sessizce gülüyordu, İlteriş kafasını kapıya yaslamış sırıtıyordu.
Umay ise kollarını göğsünde kavuşturmuş, gözlerini kısmış, “Biliyordum” bakışıyla bana bakıyordu.

Ne yapacağımı bilemeden kaşığı yavaşça masaya bıraktım, yüzümde saf bir gülümsemeyle:
“Durumu kontrol altında sanıyordum...” dedim fısıldar gibi.**

Tim patladı.
Gülmekten yerlere yattılar, Burak kendini yere atıp tekmeliyordu.
Umay kahkaha atarken gözleri dolmuştu.

Aybars ise hiçbir şey olmamış gibi püreli elleriyle alkış yapıp gülmeye devam ediyordu.

Ve o an fark ettim...
Bazen hayatın en güzel anları, en büyük dağınıklıkların içinde saklıydı.

 

Aybars kucağımda, saçları pırıl pırıl parlıyordu ama ne parlama!
Kıvırcık bukleleri balık yağıyla kaplanmış, aralara patates püresi serpiştirilmişti.
Saçları adeta soslanmış gibiydi.

Umay’a masumca baktım, sesi titreyen bir gülümsemeyle sordum:
“Bu yağ arınır mı karıcım?”

Umay kollarını göğsünde kavuşturdu, beni süzüp kaşlarını kaldırdı:
“O işi de sana bırakıyorum, kocacım.” dedi göz kırparak.
“Bu çocuğun saçındaki yağ arınmadan banyodan çıkmak yok!”

O an başımı eğdim, ciddiyetle elimi alnıma götürüp asker selamı verdim:
“Emredersiniz, komutanım!”

Tam o sırada Aybars, bebek diliyle seslendi:
“Komuyanııımmm!” diye tatlı tatlı bağırınca hepimiz kahkahaya boğulduk.

Onun o tatlı sesiyle içim eridi, yanağını öptüm:
“Tatlı velet seni... Hadi bakalım küçük kaptan, banyo zamanı!” dedim sırıtarak.

Hızla Aybars’ı soyup banyoya soktum.
Küveti ılık suyla doldurup içine yerleştirdiğimde suyun yüzeyine balık yağı damlaları çıkmaya başladı.
Aybars suyun içinde ellerini çırpıp kahkaha atıyordu, su her yere sıçrıyordu ama zerre umurumda değildi.

“Tamam oğlum, sakin!” dedim gülerek.
Şampuanı elime döküp saçlarına masaj yapmaya başladım.
Küçücük başı avuçlarımdaydı, yüzü mutluluktan parlıyordu.

O kadar çok köpürttüm ki saçları bulut gibi oldu:
“Bak Aybars, saçların pamuk oldu!” dedim gülerken.

Aybars aynadan kendine bakıp kahkahalar attı:
“Pa-muuuk!” diye bağırdı mutlulukla.

O an içimdeki yorgunluk, hüzün, tüm geçmiş korkular silindi.
Banyonun buharında oğlumun kahkahası yankılanıyordu ve ben dünyanın en mutlu adamıydım.

Bittiğinde başını güzelce kurulayıp sardım, onu battaniye gibi bir havluya sararken:
“Görev tamamlandı, komutanım!” dedim salona bağırarak.

Umay gülerek kapıda belirdi:
“Görev raporu?” dedi kaşlarını kaldırarak.

Aybars havlunun içinden ellerini çıkardı, yine alkışladı:
“Baba!” dedi neşeyle.

Gözlerim doldu, ama yine güldüm.
“Rapor şu, aşkım...” dedim Umay’a bakarak:
“Bu evde mutluluk asla bitmez.”

Aybars’ı küvetten çıkarır çıkarmaz hızla kurulayıp sımsıkı giydirdim.
Minik bedeni üşümesin diye kat kat giydirirken o hâlâ kıkırdıyordu.
Beni izlerken gözleri parlıyordu.

“Bak oğlum...” dedim havluyla saçlarını kuruturken.
“Babası gibi yakışıklı olmuş bizim küçük kurt!”

Aybars ellerini çırptı, yumuşacık ses tonuyla yine fısıldar gibi:
“Baba...” dedi.

İçim titredi.
Kalbim bin parçaya bölünüp, sonra her parça bir 'şükür' kelimesine dönüştü.

Umay, Aybars’ı kucağına alıp beşiğine yatırdı.
Küçük kurdumuz hemen uykuya dalmıştı bile.
Ama en komik olan şey...
Uyurken kolunu gözlerinin üstüne koymuştu.

Umay elimi tuttu, gülerek fısıldadı:
“Uyurken bile sana benziyor. Bak şimdi...”

Gerçekten de benim uykuda yaptığım hareketin aynısını yapıyordu.
Koluyla gözlerini kapatıp kendini dünyadan soyutlamıştı.

Kahkaha atmamak için dudağımı ısırdım, gözlerim mutlulukla parladı.
Başımı Umay’ın omzuna yasladım:
“Kopyam olmuş resmen...” dedim fısıldayarak.

Umay başını bana dayadı, parmakları avucumun içinde kayboldu.
Kollarımı ona doladım, onu sımsıkı sardım.
Başına minik minik öpücükler kondururken gözlerimi kapattım:
“Siz benim mucizemsiniz...” dedim boğazıma düğümlenen sözcüklerle.

Umay başını kaldırıp gözlerimin içine baktı:
“Ve sen bizim kahramanımız...” diye fısıldadı.

O an zaman dursa, dünya dönmese umurumda olmazdı.
Çünkü o küçücük odada, dünyanın en büyük mutluluğunu yaşıyordum.

El ele salona geçtiğimizde tim ve Yaseminka çay içiyorlardı.
Burak, bardağı ağzına götürürken bizi görünce kaşlarını kaldırdı, sırıtarak fısıldadı:
“Barış imzalanmış beyler, dağılın!”

Umay hafifçe güldü, Yaseminka hemen ayağa kalkıp bize de çay koydu.
Çayı alırken gözüm İlteriş’e takıldı.
Kardeşim, her zamanki gibi sert bakışlarıyla oturuyordu ama Yaseminka yanına geçip dizine dokununca gözlerinin içi parladı.

Dayanamadım, sırıtarak sordum:
“Vay be İlteriş... sen de bizim gibi yuvayı kuracaksın?”

İlteriş omuz silkti:
“Sen ortalıklarda yokken oldu her şey.” dedi gülümsememek için kendini zorlayarak.

Çayın sıcağı ellerimi ısıtırken Yaseminka’nın sesi yumuşak ve derindi:
“Ben babamın intikamı için savaşıyordum... İlteriş'le o görevde tanıştık. Beni kurtardı.”

Umay gözleri dolu dolu Yaseminka’ya bakıp başını salladı:
“O günden sonra ayrılmadık... Ahiretliğim oldu bana.” dedi gülerek.

Bu cümleyi duyunca sandalye geriye kaydı, kahkahalarımı tutamadım:
“Vay arkadaş...” dedim nefes nefese.
“Biz yetmiyormuşuz gibi hanımları da kanka yapmışız!”

İlteriş, çayını yudumlayıp başını kaldırdı:
“Altay, ne sandın? Biz sadece savaşta değil, hayatta da takımız.” dedi göz kırparak.

Umay başını bana yasladı, Yaseminka İlteriş’in omzuna dokundu.
O an düşündüm de...
Ne yaşarsak yaşayalım ne kadar savrulursak savrulalım...
Biz hep birbirimize dönecektik.

Çünkü bu, sadece dostluk değil... Aileydi….

 

 

Bölüm : 10.03.2025 21:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...