

Umay’ın ağzından
Sevgili Altay,
Bu kaçıncı mektup, bilmiyorum. Ellerim alıştı artık kalemi tutmaya, ama yüreğim hala alışamadı yokluğuna. Bugün laboratuvarda çalışırken bile her şeyde seni gördüm. Gözümün önünde beliren not defterim değil, senin kıvırcık saçların; duyduğum cihazların uğultusu değil, senin tok sesin oldu.dünya
Ellerimi çamurlu kazı alanında gezerken bile hissettiğim bir tek şey var: Sana dokunmanın özlemi. Kokun burnumda tütüyor, Altay. Başımı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapattığım o huzurlu anları özlüyorum. Beni bırakma dediğimde gülümsediğin o anları...
Babanın, o güçlü omuzlarının, kollarının arasında kaybolmayı özlüyorum. Sadece seninle olduğum bir dünyada kaybolmayı. Sana her şeyimi anlatabileceğim o güveni özlüyorum. Sesini duymayalı günler oldu, Altay. Merak etmiyor musun, leydin ne yapıyor? Leydin seni ne kadar özlüyor, biliyor musun?
Ah Altay, bugün babam beni karargâha çağırdı. Gelmek istemedim. Seni göremeyeceğim bir yere gitmek artık bana acı veriyor. Ama Mustafa Kemal’in çayı demlediğini söylediler. Babamın kararlı sesinden anladım, itiraz edemezdim.
Şimdi hazırlanıyorum. Saçlarımı düzelttim, senin sevdiğin gibi bir topuz yaptım. Sanki karargâha değil de sana gidecekmişim gibi hissediyorum. Seni göremeyeceğim bir yere gidiyorum, ama her adımımda sana daha yakın hissediyorum.
Altay, eğer bu mektubu bir gün okursan bil ki ben seni bekliyorum. Hep bekleyeceğim. Her gece gökyüzüne bakıp bir yıldız kaymasını dileyeceğim. Sana dönmeni.
Seni çok seven leydin,
Umay
Babamın sesini duyduğumda mektubu katlayıp masanın köşesine koydum. Sanki Altay bu mektubu hemen okuyacakmış gibi özenle yerleştirdim. Çantamı alıp omzuma astım, ceketimi de üzerime geçirirken derin bir nefes aldım. İçimdeki ağırlık, sanki o mektupla beraber masada kalmıştı.
Kapıyı açtığımda babam beni bekliyordu. Omuzları her zamanki gibi dimdik, gözlerinde o güven veren kararlılık vardı. Babamın varlığı hep bir güvenceydi, ama yine de bir şeyler eksikti. Altay’ın eksikliği…
“Kızım, hadi geç kalmayalım,” dedi, sakin ama kararlı bir sesle.
“Mustafa Kemal çayı demlemiş. Gelsin diyorlar.”
Kafamı sallayıp hafifçe gülümsedim.
“Bakalım, babacığım. Çay değil, asıl içimdeki bu özlem geçer mi?” dedim kendi kendime. Sözlerim sadece bana ulaşacak kadar alçak bir sesti. Babam duymadı. Ama o da farkındaydı bir şeylerin içimde nasıl fırtınalar kopardığının.
Arabaya bindiğimizde sessizce ilerledik. Camdan dışarı bakarken, geçtiğimiz yolların bana hiçbir şey ifade etmediğini fark ettim. Ağaçlar, binalar, insanlar… Hepsi Altay’ın olmadığı bir dünyada solgun görünüyordu.
“Kızım, ne oldu?” diye sordu babam bir süre sonra. Gözleri yolda olsa da bana doğru bir anlık bakışı yakaladım.
“Hiçbir şey, babacığım. Sadece... düşündüm de, özlemek insanı ne kadar küçültüyor, değil mi?”
Babam sustu. Bazen kelimelerin yetmediği anlar olur. Onun suskunluğu her şeyi anlattı.
Karargaha vardığımızda her zamanki gibi hareketliydi. İçeri girdiğimizde birkaç tanıdık yüzle karşılaştım. Burak ve Mustafa Kemal hemen gözümün önündeydi. Mustafa Kemal bir köşede çay bardağını karıştırıyor, Burak ise yüksek sesle bir şeyler anlatıyordu. Gülmekle sinirlenmek arasında gidip geliyordum.
“Umay yenge!” dedi Burak, beni fark ettiğinde.
“Sizi de burada görmek ne güzel! Hele ki bu kadar asık suratlı komutanlar arasında...”
Babam sert bir bakış attı, ama ben istemsizce güldüm. Mustafa Kemal elindeki çayı bırakıp yanımıza geldi.
“Yenge, iyi ki geldiniz. Şu çay demleme işini de bana yıktılar. Ben de sizi bekliyordum. Birkaç mitoloji hikayesiyle başlarım diye düşündüm, ama Burak sağ olsun, konuyu bir türlü toparlayamıyoruz.”
Burak sırıtarak araya girdi:
“Komutanım, yani... mitoloji de tamam ama bence asıl mesele şu. Altay komutanımız burada olsaydı, sizin şu sabır taşı hikayenizi yüz kere baştan anlatırdım. Kim bilir kaç kez kafama vururdu.”
Gülümseyerek:
“Haklısın, Burak. Altay burada olsaydı, kesinlikle kafana bir şeyler vurmuştu. Ama merak etme, bu işte sana izin vermezdim.” dedim, laf arasında.
Mustafa Kemal’in o meşhur bilgiç gülümsemesiyle araya girmesi an meselesiydi:
“Şimdi konu Altay’dan açılmışken, neden mitolojik kahramanlar arasında bir Altay yok? Sadece düşünün: Kaslı, sert bakışlı, kararlı bir savaşçı...”
Gülmekten kendimi alamadım. Babam ise kapıda bekliyor, bizi izliyordu. O bakışı görünce toparlanıp ciddileştim.
“Baba, hazır buradayken Altay’ın odasına bakabilir miyim?” diye sordum.
Babam başını salladı.
“Git kızım, ne gerekiyorsa yap. Ama fazla oyalanma.”
Altay’ın odasına yürürken içimde garip bir huzur vardı. Onun eşyalarının arasında olmak bile ona biraz daha yakın hissettirdi.
Altay’ın odasına girerken kapıyı usulca kapattım. Sanki bu oda, başka bir dünyanın kapısıydı. Onun kokusu, onun izleri her yerdeydi. Masasının köşesine dokundum, sanki parmak uçlarım onun dokunduğu yere değiyormuş gibi. Çekmeceyi açtım, özenle yazdığım mektupları koydum. Çekmece dolmuştu artık, her biri sevgimle dolu kelimelerle kaplıydı. Ama okuyacak Altay yoktu.
Dudaklarımı büzüp derin bir nefes aldım. İçimde biriken acıyı dışarı atmak ister gibi. Gözlerim istemsizce doldu, alt dudağımı ısırarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Altay’ın ceketini elime aldım. Onun kokusu… Gözlerimi kapatıp ceketini yüzüme bastırdım. Burnuma gelen o koku, o tanıdık koku… İçimde öyle bir yangın başlattı ki gözyaşlarım yanaklarımdan hızla süzülmeye başladı.
Birden kapı çaldı. Sesim titreyerek, ama hala hıçkırıklarımı saklayamadan “Gel,” dedim. Gözlerim kapalıydı, hıçkırıklarımın arasında kimin geldiğini bile umursamadım. Babamdır diye düşündüm. Her zamanki gibi, beni sakinleştirmek için gelen o güven dolu adam.
Ama odada bir sessizlik vardı. Bir an birinin bana yaklaştığını hissettim. Başımı kaldırmadım. Ceket hala ellerimde, gözlerim hala yaşlarla kaplıydı. Sessizce burnuma çektiğim kokunun içindeki huzuru ararken, biri önümde durdu.
Gözlerimi yavaşça açtım. İlk başta gerçek mi, rüya mı anlayamadım. O tanıdık yüz… O gözler, o dik duruş.
“Gene mi rüyama geldin, Yüzbaşım?” dedim, buruk bir gülümsemeyle.
Ama o, tek kelime etmeden eğildi ve beni kucağına aldı. Sıcaklığı… Gerçekti. Başımı okşadı, alnımdan öptü. Gözlerimden akan yaşlar durmak bilmedi. Şimdi sarsılarak ağlıyordum. Kollarımı boynuna doladım, sanki bırakırsa kaybolacakmış gibi sıkıca sarıldım.
“Altay, bu sensin. Gerçekten sensin. Döndün… Döndün…” diye fısıldadım.
“Leydim, döndüm. Sana döndüm. Artık buradayım. Bitti. Hepsi bitti.” dedi, sesi titreyerek.
Gözyaşlarım durmuyordu. Ama bu kez acıdan değil, huzurdan ağlıyordum. Kalbimde biriken bütün korkular, bütün özlem, onun kollarında eriyip gidiyordu.
“Beni bir daha bırakma. Ne olursa olsun bırakma, Altay.” dedim.
“Seni bırakmam, Umay. Hiçbir şey için, hiçbir yer için bırakmam. Sen benim dünyamsın. Döndüm. Hep yanında olacağım.”
Altay beni kucağında taşırken, odanın her köşesi onun varlığıyla doldu. Kendi kokusuyla karışmış ceketi yere düştü, ama umurumda bile değildi. Çünkü sonunda rüyam gerçek olmuştu.
Altay’ın kollarında titriyordum, gözyaşlarım hala durmuyordu. Beni yatağa doğru taşıdı, sanki kırılacak bir şeymişim gibi nazikçe oturttu. Dizlerinin üzerine çöktü, ellerimden tuttu. Avuçlarının sıcaklığı, kalbime kadar yayıldı. Yüzüme baktı, gözlerinde gördüğüm o hüzün ve aşk… Dünyadaki bütün kelimeleri unutturuyordu bana.
“Umay, leydim… Seni böyle ağlatmayı asla istemezdim.” dedi, sesi fısıltı gibi ama titrek.
Ellerimi yüzüne götürdüm. Parmak uçlarım çenesine, yanaklarına, kaşlarının arasına dokundu. Gözlerim hala doluydu, ama bu kez kalbimde huzur vardı.
“Altay, sen gittin… Gidişinle nefesim yarım kaldı. Şimdi buradasın, ama hala inanmakta zorlanıyorum. Ya yine bir rüya çıkarsa?” dedim, sesim titreyerek.
O ellerimi avuçlarının arasına aldı, dudaklarına götürüp uzun uzun öptü. Her bir dokunuşunda, beni dünyaya bağlıyordu.
“Bu bir rüya değil, Umay. Ben buradayım. Sana söz verdim, dönmeden hiçbir şey bitmeyecek demiştim. Döndüm işte.” dedi, gözlerimin içine bakarak.
Kelimeler boğazıma düğümlendi. Sadece gözlerimle konuşabiliyordum artık. Ellerim saçlarının arasına kaydı, parmaklarım kıvırcık tellerin arasında dolandı.
“Korkuyorum, Altay. Seni kaybetmekten öyle korkuyorum ki… Kalbim bu yükü daha fazla taşıyamaz gibi hissediyorum.”
Yavaşça yüzümü ellerinin arasına aldı, başını alnıma yasladı. Burnu, burnuma değiyordu. Gözlerini kapadı, nefesi yüzümdeydi.
“Beni kaybetmeyeceksin, Umay. Artık bu dünyada en çok istediğim şey, seninle bir ömür geçirmek. Sana huzur, mutluluk ve sonsuz bir sevgi vermek. Geri dönmek için ne gerekiyorsa yaptım. Çünkü biliyordum ki senin gözyaşlarına bir kez daha sebep olursam, bunu kendime affettiremezdim.”
“Altay…” dedim, ama kelimelerim onun dudaklarına değerek kesildi. O kadar yakın, o kadar gerçekti ki... Başımı göğsüne yasladım. Kalbinin atışını duyuyordum.
“Beni bırakma, Altay.” diye fısıldadım, sesim çatlamıştı.
“Seni bırakmak mı? Hayır, Umay. Bu kalp atmaya devam ettikçe, her atışında sen olacaksın. Söz veriyorum.”
Ellerimi öptü, dudaklarını her bir parmağımda gezdirdi. Ben ise o an, dünyanın en huzurlu yerindeydim. Altay’ın kolları, bütün korkularımı alıp götürüyordu.
Altay’ın elindeki zarfları fark ettim. Parmaklarının arasına sıkışmış bir hazine gibiydiler. Merakla baktım, gözlerimle sormadan edemedim:
“Bunlar ne, Altay?”
Gözlerindeki o alaycı ışıkla hafifçe eğildi bana. Zarfları göğsüne bastırdı, sanki bir sırrı saklıyormuş gibi.
“Bunlar mı? Leydim, bunlar sana olan aşkımın çeyreği. Daha fazlası da var ama bunu bile okumaya bir ömür yetmez.” dedi, ve yanağıma sıcak bir öpücük kondurdu.
Sözleriyle önce güldüm, sonra o gülüşte kendimi kaybettim. Ellerim titreyerek omzuna dokundum.
“Ben de yazdım. Ama benimki aşkımın çeyreği değil, her harfi sana dair. Belki benimkiler yetmez ama, birleşince koca bir dünya oluruz. Sonra okuruz, olur mu?” dedim.
O sırada kapıdan babamın sesi geldi, bizi gerçek dünyaya çeken bir ip gibi.
“Beş dakikadan fazla kalmayın!” dedi, sesi otoriter ama içinde sevgiyle.
Altay başını eğip hafifçe somurttu. Yüzünde çocuksu bir ifade vardı, içim ısındı.
“Ah babacığım…” dedim içimden. Ama dışımdan sadece Altay’ın yanaklarını avuçlarımın arasına alıp öptüm.
“Gidelim o zaman, ama söz… sonra buluşup okuruz. Mektuplar bitmez ama biz de bitmeyiz, değil mi?” dedim gülümseyerek.
Altay, o kıvırcık saçlarının arasında parlayan gözleriyle bana baktı.
“Hiç bitmeyiz, Umay. Çünkü biz sonsuz bir hikâyeyiz.” dedi.
Elimi tuttu, sıkıca. Çıkarken kalbimde bir yer, bu sözleri hiç unutmayacağıma dair yemin ediyordu.
Babam dinlenme odasında hepimizi toparladı. Altay'ın yanından bir an olsun ayrılmak istemesem de, onun sert bakışlarını yumuşatan bir baba figürüyle karşı karşıyaydım.
“Hadi bakalım, gelişinizi kutlamaya yemeğe gidiyoruz. Hazırlanın, evden çıkıyoruz!” dedi babam, kararlı ve tok sesiyle. Sonra dönüp ilteriş ve ulaşa baktı.
“Hoş geldiniz çocuklar.” dedi, başını hafifçe sallayarak.
Ilteriş, babamın ses tonundaki resmiyete aldırmadan gevrek bir gülümseme yaydı yüzüne.
“Sağ olun, komutanım. Sizin kızın kahvesini özledik ama asıl burada hoş olan biziz.” dedi, göz ucuyla Altay’a bakarak.
Altay, sabrının sınırlarında gezinen bir edayla İlteriş’e döndü.
“İlteriş, sen konuşmaya başlamadan önce cümlelerini bir süzgeçten geçir. Süzgeç bulamazsan, konuşma.” dedi, ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Ulaş, kendini tutamayarak lafa atladı.
“Komutanım, görevi mi anlatıyoruz yoksa yemeğe mi hazırlanıyoruz? Yani ben yemeğe gitmek istiyorum ama görevi anlatmaya kalkarsak yemek sabaha kalır.” dedi ve hemen ardından Altay’dan gelecek tepkiyi tahmin edercesine sandalyede kaykıldı.
“Görev?” dedim merakla.
Gözlerim Altay’a çevrildi, ama o konuyu açmaktan pek de memnun görünmüyordu.
“Hadi anlatın, bakın ben de merak ediyorum. Neler yaptınız? Halid dedikleri kadar pis bir adam mıymış?”
İlteriş, Altay’ın tam konuşacak gibi olduğu anda atıldı:
“Pis adam mı? Kendi çöplüğünde krallık kurmuş, koca koca masaları altınlarla donatmış bir şovmen diyelim. Ulaş bir gün birdenbire halay başı olur, o kadar kaotik bir yerdi.” dedi ve kahkaha attı.
Ulaş hemen savunmaya geçti.
“Halay başı mı? Sen bana bak, benim orada yaptıklarım istihbarat tarihine geçer! Ama siz Altay komutanımı bir görseydiniz… Bir anda Türk filmlerindeki tetikçi gibi oldu. Efsane.”
Altay elini kaldırıp konuşmayı kesti.
“Tamam, tamam. İlteriş, Ulaş. Sessizlik. Umay, detayları yemekte anlatırım. Ama şunu söyleyeyim, Halid denen herifin sonunu getirdik. Şimdi tek yapmamız gereken güzel bir yemek yemek ve geçmişin izlerini bir süreliğine silmek.”
Babam, kapının eşiğinden döndü ve sert bir tonla seslendi:
“Hâlâ oturuyor musunuz? Yarım saat içinde çıkıyoruz! Yoksa ben yalnız giderim.”
Gülerek birbirimize baktık. İlteriş omuz silkti, Ulaş yavaşça ayağa kalktı.
“Baba günü bitmez!” dedi İlteriş sırıtarak.
Altay, elimi tuttu ve hafifçe sıktı.
“Hazırlanalım, leydim. Bu akşam güzel bir akşam olacak.” dedi.
Gözlerimi ona diktim ve fısıldadım:
“Öyleyse beklemeyelim, sevgilim. Hadi çıkalım.”
Tam çıkmak üzereydik. Babam sabırsızca saatine bakıyor, İlteriş bir köşede ceketini düzeltiyordu. Ulaş ise hâlâ ayakkabısının bağcıklarını bağlamaya çalışıyordu. Altay elimi tutmuş, beni kapıya doğru yönlendiriyordu ki birden durdu. Gözleriyle etrafı kontrol etti, babamın dikkati başka yerdeydi. Ardından beni hafifçe geri çekti ve yanağıma sıcacık bir öpücük kondurdu.
Tam o an Burak köşeden sırıtarak kafasını uzattı.
“Komutanım, ben sizi şurada romantik romantik öperken mi yakaladım?” dedi alaycı bir tonla.
Altay, sanki hiçbir şey olmamış gibi dikleşti.
“Burak, eğer bir gün birini sevmeyi başarırsan, belki sen de birini böyle öpersin. Ama o gün bugünden çok uzak, haberin olsun.” dedi, kaşlarını kaldırarak.
Ben bir yandan kahkahamı tutmaya çalışırken, Burak savunmaya geçti.
“Yenge, siz şahitsiniz! Altay komutanım bana laf sokuyor ama hâlâ çayımı kendim demliyorum. Bunun bir adaleti yok!” dedi ve dramatik bir şekilde göğsüne dokundu.
“Burak, bir gün gerçekten büyüyeceksin. Ama o gün bugün değil.” dedim, gülümseyerek.
Altay araya girip Burak’ın sırtına hafifçe vurdu.
“Git şimdi. Yoksa seni yemekte yanımıza oturtmam.”
Burak geri çekilirken hâlâ sırıtıyordu.
“Komutanım, sizin gibi biri olmaya çalışıyorum ama bu sevgi olayını beceremiyorum. Beni de eğitir misiniz?”
Altay kafasını iki yana salladı, hafifçe gülümseyerek.
“İlteriş’in başına kalacaksın sen.” dedi ve tekrar elimi tutarak beni dışarı çıkardı.
Burak’ın son bir lafını duyduk, içeri doğru yürürken:
“Yenge, sakın ona aldırmayın. Hep böyle sert ama içi pamuk gibi.”
Sevgi nedir, diye sorsalar bana, tek bir cevap veririm: Altay. Çünkü o, hayatın en güzel cevabı oldu benim için. Onun gözleriyle tanıdım, bu dünyada var olan her şeyin bir sebebi olduğunu. Kimi zaman bir fırtına gibi eserdi hayatıma, kimi zaman sessiz bir nehir gibi akardı içime. Altay... bir insandan daha fazlasıydı benim için; bir yoldaş, bir sırdaş, bir evren.
Ona olan sevgim, sınırlarını bilmediğim bir okyanus gibi. Ne kadar derin olduğunu anlamaya çalışırken, her defasında biraz daha kayboluyorum. Ama kaybolmak dediğim şey, aslında bulunmaktı. Kendi kalbimde, onun adıyla buldum kendimi.
Altay’a olan sevgim, gökyüzüne yazılmış bir şiir gibi. Sonsuz, okunmaktan eskimeyen, her okunduğunda yeniden doğan. Onun kıvırcık saçlarının arasına dokunduğumda, ellerime sinen o huzur... O huzur, bir ömrü geçirebileceğim bir koku gibi. Ve o koku, beni her seferinde evimde hissettiren tek şey.
Ellerini tuttuğumda, dünyanın geri kalanı susuyor. Sesini duyduğumda, içimdeki bütün savaşlar duruyor. O, yalnızca bir insan değil; Altay, bir melodi. Kalbimin hiç susturmak istemediği bir melodi.
Ona baktığımda, gökyüzünü daha mavi, güneşi daha sıcak, hayatı daha anlamlı görüyorum. Çünkü Altay benim için her şeyin cevabı oldu. Ve ben, onun adını her nefeste anmaya, onun kokusunu her rüzgârda duymaya, onunla var olmaya devam edeceğim. Çünkü Altay benim aşkım, yoldaşım, şiirim, hayatım... ve en önemlisi, umudum.
Altay, kapıdan içeri girdiğinde gözlerim ona kilitlendi. Onu her zaman sert, soğukkanlı, görevine sadık bir lider olarak görmüştüm. Ama bu gece karşımdaki adam, bambaşkaydı. Zarif, özenli ve her hareketiyle adeta centilmenliğin kitabını yazıyordu. Gözlerim bir an için ona takılı kaldı, sonra hemen kendime geldim.
Paltomu omuzlarımdan alıp garsona verirken bana doğru eğildi. “Rica ederim, leydim.” dedi o sakin ama bir o kadar da etkileyici sesiyle. Kalbim bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu. Hafifçe gülümsedim, “Teşekkür ederim, Altay.” dedim. Ama yüzümdeki tebessüm, hissettiklerimin sadece küçük bir kısmını gösterebilirdi.
Masaya oturacağımız sırada, sandalyemi nazikçe çekti. Bir an duraksadım. Bu kadar ince bir davranış beklemiyordum, en azından Altay’dan. “Altay, beni hep şaşırtıyorsun.” dedim otururken. O ise omuz silkerek, “Ben sadece hak ettiğin gibi davranıyorum, sevgilim.” dedi. Kalbim bir kez daha o sıcak sözlerle eridi.
Masadaki diğerleri bu durumu kaçırmadı tabii. Burak, alaycı bir şekilde elindeki menüyü masaya bırakıp, “Altay komutanım, bu gerçekten siz misiniz? Yoksa yerinize bir diplomat mı geçti?” diye sordu. Göz ucuyla Burak’a baktım. Altay’ın böyle özel anlarımızda rahat bırakılmasını isterdim ama tabii ki timden böyle bir şey beklemek hayaldi.
Ulaş, kahkahalar arasında, “Bence buraya gizli görevde geldik ve Altay, bir İngiliz lordu gibi davranmaya programlandı. Başka açıklaması yok.” dedi. Bu sözleri duyunca istemsizce gülümsedim.
İlteriş de dayanamadı ve ciddi bir edayla, “Siz böyle konuşuyorsunuz ama hepiniz ders alın bence. Adam bildiğin hanımefendiyle nasıl ilgilenilir gösteriyor. Belki bir gün sizin de işinize yarar.” dedi.
Altay, onların bu alaycı yorumlarına aldırış etmedi. Sakin bir şekilde menüsünü açtı ve kendine has o özgüveniyle, “Çocuklar, sizin seviyenize inemem. Ama bilmeniz gereken bir şey var: Bir kadına nasıl davranılması gerektiğini öğrenmeniz için önce bir kadın size katlanmayı göze almalı.” dedi. Bu sözler masayı bir anlığına sessizliğe boğdu.
Ona baktım. Gözlerindeki ışıltı ve o kendinden emin duruşu, benim için tarifsiz bir şeydi. “Ben katlanıyorum ama pek zorlandığımı söyleyemem.” dedim hafifçe gülümseyerek.
Altay, bana döndü ve gözlerimin içine bakarak gülümsedi. Bu bakışlar, onun her şeyden önce beni düşündüğünü hissettiriyordu. Onunla her anım özeldi ve bu akşam, o özel anlardan biriydi.
Babamın masaya dönüp anlamlı bir şekilde öksürmesi, masadaki bütün gürültüyü saniyeler içinde susturdu. Burak, sanki öksürüğün doğrudan ona yöneltildiğini anlamış gibi hemen sırtını dikleştirdi. Ulaş ve İlteriş ise başlarını hafifçe eğip çorbalarına odaklandılar. O an masadaki atmosfer birden ciddileşmişti, ama babamın hafifçe gülümsemesi, bu durumun daha fazla uzamayacağını gösteriyordu.
Ben ise babamın Altay’a anlamlı bir bakış attığını fark ettim. Altay, çorbasını bitirirken, her zamanki gibi o ağırbaşlı duruşuyla sakin kalmayı başarıyordu.
Çorbalar bittikten sonra garson ana yemek siparişlerini almak için masaya yaklaştı. Tam sipariş verecekken, Altay her zamanki nazik haliyle başını bana çevirdi ve yumuşak bir sesle, “Leydim, ana yemek için ne tercih edersiniz?” diye sordu.
Bu soru o kadar ince bir şekilde sorulmuştu ki masadaki herkes göz ucuyla bize bakmaya başladı. Özellikle Burak’ın alaycı bir ifadeyle Altay’ı izlediğini hissediyordum. Ama Altay tüm bunlara aldırmadan, gözlerini benden ayırmadan cevabımı bekliyordu.
“Hmm...” dedim düşünceli bir şekilde. “Izgara somon iyi olur diye düşünüyorum. Ama yanında bir şeyler daha mı eklesem acaba?”
Altay, garsona dönüp sakin bir şekilde, “Leydim için ızgara somon ve yanına sebze garnitür, ayrıca biraz pilav da ekleyin lütfen,” dedi. Sonra tekrar bana dönerek, “Başka bir şey ister misiniz, sevgilim?” diye ekledi.
Yanaklarımın hafifçe kızardığını hissettim. “Hayır, bu kadar yeterli. Teşekkür ederim,” dedim.
Altay, gülümseyerek garsona, “Ben de aynısını alayım,” dedi ve ardından Burak’a döndü. “Sen ne alıyorsun, Burak? Yoksa menüde çocuk menüsü mü arıyorsun?”
Bu laf masadaki herkesin kahkaha atmasına sebep oldu. Babam bile bu şakaya karşı koyamayıp hafifçe gülümsedi. Ama Burak pes etmedi. “Komutanım, sizin gibi ağır abilerin arasında tabii ki benim tercihimin bir önemi yok. Ama neyse, ben de kuzu şiş alayım,” dedi ve gözlerini devirdi.
Garson sırasıyla herkesin siparişini aldıktan sonra masadan ayrıldı. Masada yeniden hafif bir sessizlik olmuştu, ama Altay’ın nazik hareketleri ve babamın arada bir Altay’a yönelttiği beğeni dolu bakışlar, içimde bir mutluluk dalgası yaratıyordu. Bu anı asla unutamayacağımı biliyordum.
Ana yemekler masaya geldikten sonra herkes bir süre sessizce yemeğe odaklandı. Altay’ın yanında oturuyordum ve o her zamanki gibi sakin ve düzenli bir şekilde yemeğini yiyordu. Ama masanın genel sessizliği babamın konuşmasıyla bozuldu.
“Altay,” dedi babam, çatalını tabağına bırakırken. “Görevlerin zorluğundan şikayetçi olduğun olur mu hiç?”
Altay hemen toparlanıp ciddiyetle başını kaldırdı. “Hayır, komutanım. Zorluk, bizim mesleğimizin bir parçası. Şikayet etmek, aldığımız sorumluluklara ihanet olur,” dedi, sesi kararlı ve netti.
Babam hafifçe başını salladı. “Doğru söylüyorsun. Ama insan bazen kendi sınırlarını da bilmeli. Zorlandığında destek almayı öğrenmek de bir liderlik meziyetidir.”
Altay hafifçe gülümsedi. “Haklısınız, komutanım. Ama biz takım olarak birbirimize sırt veririz. Herkesin güçlü olduğu bir alan var. Zorluklar bu sayede daha kolay aşılır.”
Ulaş bir anda lafa girdi, çatalını sallayarak. “Yani, komutanım, Altay abartıyor. Hepimiz biliyoruz ki zorlukları o sırtlıyor. Biz sadece onun gölgesinde dinleniyoruz.”
Masada kahkahalar yükseldi. İlteriş bile bu duruma gülmeden edemedi. “Tamam da,” dedi İlteriş, “Altay olmasa sen hâlâ o patlayıcıyı nasıl kuracağını düşünüyordun, değil mi?”
Ulaş savunmaya geçti. “Ben gayet de kurardım. Hem zaten bana neden hep patlayıcı işleri düşüyor, anlamıyorum. Bence bir dahaki göreve Burak’ı da götürelim.”
Babam kaşlarını kaldırarak Ulaş’a baktı. “Burak’ı mı? İyi bir asker, ama patlayıcıları Burak’a bırakırsanız dönüşte sağlam bir ekip bulamayabilirsiniz.”
Bu laf masada gülüşmelere neden oldu. Altay ise sessizce gülümseyip tabağındaki etin son lokmasını aldı. Babamın onun hakkındaki yorumları hoşuma gidiyordu. Babam, Altay’a açıkça güveniyordu ve bu, içimde bir gurur hissi yaratıyordu.
Ben de sohbete katılmak istedim. “Bence Burak’a fazla yüklenmeyin. Ama tabii ki Altay gibi birinin ekibinde olmak, hepiniz için bir şans,” dedim hafifçe gülümseyerek.
Altay bana döndü, gözlerinde minnetle karışık bir bakış vardı. “Leydim, seninle aynı sofrada oturmak zaten benim için en büyük şans,” dedi, sesi yumuşak ama anlam doluydu.
Babam, bu sözlere karşı bir şey demedi ama çatalını alıp tekrar yemeğine döndü. O sırada masadaki herkes sessizleşti, çünkü bu anın dokusunu bozmaktan korkuyorlardı. Yemeğin geri kalanı, arada çıkan birkaç şaka ve kahkahayla tamamlandı. Ama Altay’ın sözleri, benim içimde yankılanmaya devam ediyordu.
Altay, tatlı menüsünü eline alıp göz ucuyla bana baktı. “Leydim,” dedi, sesi her zamanki gibi nazik ve derin. “Profiterol söylüyorum, senin sevdiğinden. Ama dilersen başka bir şey de ekleyebilirim.”
O an içimde bir şeylerin eridiğini hissettim. Yüzündeki o zarif ifadeye baktım ve gülümseyerek, “Profiterol harika olur, başka bir şey istemem,” dedim.
Altay siparişi vermek için elini kaldırdığı anda Burak’ın o meşhur sırıtan yüzü devreye girdi. “Vay be, Altay komutanım! Sevgilisinin en sevdiği tatlıyı bile biliyor. Ben olsam bu kadar romantik olmayı düşünemezdim.”
Altay, Burak’ın bu lafına karşılık soğukkanlılığını korudu. Ama ben fark ettim ki dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme belirmişti.
“Burak,” dedi Altay sakin bir tonla, menüyü kapatırken. “Romantiklik öğrenmek istiyorsan, önce birinin sana katlanmayı göze alması lazım.”
Bu söz üzerine masada kahkahalar yükseldi. Ulaş hemen lafa girdi, Burak’a bakarak, “Senin işin zor Burak. Altay’dan öğrenmen gereken çok şey var. Ama önce o tatlıdan birkaç porsiyon almayı öğren.”
Burak gülerek, “Ulaş komutanım, önce tatlıyı mı bulayım, sevgiliyi mi?” diye sordu.
Ben bu laf atışmalarını izlerken gülmeden edemedim. “Bence önce tatlıyı bul,” dedim Burak’a bakarak. “Çünkü sevgiliden önce de tatlı seni mutlu edebilir.”
Altay hafifçe başını salladı ve garsona dönerek, “Dört porsiyon profiterol lütfen,” dedi. Gözleri bir anlığına bana kaydı ve ekledi, “Ama biri biraz daha tatlı olsun.”
O an yanaklarımın hafifçe kızardığını hissettim. Burak hemen bu durumu fırsat bildi. “Ah, Altay komutanım,” dedi kahkahayla. “Sadece leydinize tatlı demekle kalmıyorsunuz, tatlıyı da ona göre ayarlıyorsunuz.”
Altay, Burak’a dönüp ciddi bir ifadeyle, “Sen konuşmayı bırak da tatlı geldiğinde kaşığını sakla, yoksa yine herkesten önce bitirirsin,” dedi.
Masada kahkahalar yükselirken, ben Altay’ın bana olan ilgisini her geçen an daha fazla hissettim. Onun bu zarif, düşünceli tavırları ve beni her şeyin önüne koyması, içimde büyük bir mutluluk dalgası yaratıyordu.
"Tamam, tamam anlatıyorum," dedi İlteriş, sandalyesine yayılıp sanki filmin baş kahramanıymış gibi bir havaya bürünerek. Altay ve Ulaş başlarını ellerine dayayıp bu komedi şovunu beklerken ben sabırsızca gözlerimi İlteriş’e diktim.
“Şimdi, Umay yenge,” diye başladı İlteriş. “Düşün, bizi bir lüks malikâneye soktular. Altay abi mafya babası havasında, ben tam bir centilmen ve Ulaş da... Ulaş imam havasında!”
Ulaş hemen lafa atladı, “Ben sadece sakalımı biraz fazla bıraktım, o kadar!”
“Yok yok, imam gibi değil,” dedi İlteriş, kahkahasını bastıramayarak. “Tam bir Osmanlı tüccarıydı. Yüzüğünü gösterip ‘Bu yüzük Kanuni Sultan Süleyman’dan kaldı,’ diye bir şov yapmadığı kaldı.”
Altay derin bir iç çekip başını iki yana salladı. “Bırak Allah aşkına, ciddiyetini koruyamadığın için Halid seni nasıl ciddiye aldı hâlâ anlamış değilim.”
“Benim büyüleyici kişiliğim,” diye cevap verdi İlteriş, göğsünü kabartarak. “O kadar etkileyiciyim ki Halid bir ara bana adamlarını devretmeyi düşündü.”
Burada ben kahkahayı bastım. “Ciddi olamazsın! Halid gibi bir adam sana nasıl güvendi?”
“E çünkü adam beni sevdi,” dedi İlteriş, omuz silkerek. “Ama Altay’a sorsan, her şey onun karizması yüzünden.”
Altay bu lafın üzerine sırıtarak, “Tabii ki karizmam yüzünden,” dedi. “Ama asıl mevzu, İlteriş’in bir türlü adamın elini sıkmayı becerememesiydi. Adam her seferinde bakıyordu, ‘Sen beni tokatlayacak mısın, elimi mi sıkacaksın?’ diye düşünüyordu.”
Ulaş kahkahayı bastı. “Ben bile bir ara korktum. İlteriş tokat atacak diye adamın yanından uzaklaştım!”
“Ya bir susun,” dedi İlteriş, kızarmış bir suratla. “En azından Halid’in karısı bana kahve ikram etti.”
Altay alaycı bir ifadeyle, “Evet, sonra da kahveyi içmeden geri verdin çünkü içinde bir şey var diye düşündün.”
Burada herkes kahkahalara boğuldu. İlteriş kaşlarını çatarak, “Ben sadece tedbirliydim,” dedi.
Ben gülmekten gözlerimden yaşlar gelerek, “Ama gerçekten nasıl atlattınız o kadar şeyi?” diye sordum.
Altay bana döndü, gözleri her zamanki gibi sakin ve kararlıydı. “Her şeyi doğru yaptık çünkü planlıydık, Umay. Ama bazen planlar da yetersiz kalır. O zaman sadece birbirimize güvenerek ilerledik.”
Bu lafın üzerine İlteriş elini kaldırdı. “Ve tabii ki benim efsanevi liderlik yeteneklerimle,” dedi.
“Efsanevi mi?” diye sordum alaycı bir tonla.
Altay, İlteriş’in omzuna hafifçe vurup, “Efsanevi falan değil, tamamen şans eseri. Ama sen eğlenceliydin,” dedi.
“Beni çekemiyorsunuz,” dedi İlteriş, gülerek.
Masada kahkahalar yükselirken, onların başlarından geçen bu hikayeleri dinlemek içimi bir yandan neşeyle dolduruyor, bir yandan da düşündükçe hepsinin nasıl bir tehlikeden geçtiğini anlamamı sağlıyordu.
Babam, tatlı biter bitmez saatine baktı. Onun için zaman her zaman bir şeyleri kontrol altında tutmak demekti. Gözlerini bana dikti, sesinde her zamanki otoriter tonuyla, “Geç kalma Umay,” dedi. Sonra Altay’a döndü. “Sen de dikkatli ol,” dedi. Altay’ın sakin baş selamını görüp omuzlarına ceketini aldı ve salondan ayrıldı.
Babam gittikten sonra masaya derin bir sessizlik çöktü. Ama Altay o Altay’lığını yapmadan duramazdı. Sandalyede bana doğru eğildi, gözleri sinsice parlıyordu.
“Seni kaçıracağımdan korkuyor,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. “Bilsem ki bir kamyon dayak yemeyeceğim, kaçırırdım seni. Ama bak, hâlâ düzgün yürüyorum. Sağlıklı kalmam lazım.”
Gözlerimi devirdim ama içimdeki gülümsemeyi bastıramadım. “Altay, babamın seni yakalaması durumunda yaşayacaklarını tahmin bile edemezsin. O yüzden o kaçırma hayallerini bir kenara bırak.”
Altay, bu sefer daha da sinsi bir ifadeyle, “Hayallerimi bırakmam, leydim. Ama belki de seni çalmanın başka yollarını bulmam gerekiyor. Mesela sen gönüllü olursan bu kaçırma olayı sayılmaz, değil mi?” dedi ve gülerek geriye yaslandı.
“Senin o cüretin var ya,” dedim gülerek. Ama içten içe biliyordum ki, onun her kelimesinde o sevgi dolu, her şeyi göze alabilecek Altay vardı.
O an gözlerimiz buluştu. “Şaka yapıyorsun, ama gözlerin hiç şaka yapmıyor Altay,” dedim hafifçe.
Altay ciddi bir ifadeyle başını eğdi, o her zamanki kararlılığıyla. “Çünkü sen benim her şeyimsin, Umay. Şaka da yapsam, gerçek de söylesem, tek bir amacı var: Seninle olmak.”
Gülümseyerek masadan kalktım, “Tamam, ama babamı karşıma almak istemiyorsan, beni düzgünce bırak ve evime git.”
Altay ayağa kalkarken ceketini aldı, “Peki, leydim. Ama unutma, o gün gelecek.”
Yüzümü ekşitmiş gibi yaptım, ama kalbim Altay’ın her kelimesinde bir kez daha erimişti.
İlteriş, sazı eline aldığında, odaya hafif bir sessizlik çökmüştü. Burak, köşedeki koltuğa yayılmış, sabırsızca “Hadi ama komutanım, şu sesi özledik artık!” diye seslenmişti. Altay gözlerini hafifçe kısmış, sonra bana doğru dönmüştü.
“Leydim,” dedi, sesi yumuşak ve davetkardı. “Bu türkü sana gelsin.”
Bir an kalbim yerinden çıkacak gibi hissettim. Herkesin gözleri üzerimizdeydi, ama o an sadece Altay ve ben vardık sanki. İlk mısra dudaklarından döküldüğünde, odadaki her şey birden yavaşladı.
“Tatlı dile, güler yüze… Doyulur mu, doyulur mu?”
Gözleri doğrudan gözlerime kilitlenmişti. Her kelimeyi kalbime işliyordu. Altay’ın sesi, tıpkı bir bahar rüzgârı gibi dükkânı dolduruyordu. Sazın telleri titredikçe, ruhuma işleyen o notalarla adeta nefessiz kalıyordum.
“Zülüflerin dökse yüze… Yar badeyi sunsa bize…”
Yanaklarımın kızardığını hissettim. Utangaçça yere bakmaya çalıştım ama Altay’ın beni bırakmaya hiç niyeti yoktu. Gözlerindeki derin sevgiyle her kelimeyi daha güçlü, daha anlamlı söylüyordu.
İlteriş sazın ritmini coşkuyla hızlandırdı, Burak köşeden “Komutanım vallahi yaktınız buraları!” diye bağırdı, ama kimse gülemiyordu çünkü Altay’ın sesi, odadaki herkesi büyülemişti.
“Garibim geldik gitmeye… Muhabbetimiz bitmeye… Yar ile sohbet etmeye… Doyulur mu, doyulur mu?”
Son notalar sazın tellerinden süzülürken Altay sazı usulca bıraktı ve bir adım bana doğru yaklaştı. Gözlerinde yaramaz bir parıltı vardı. Hafifçe eğilip alçak bir sesle, yalnızca benim duyabileceğim şekilde, “Sana doymak mümkün mü leydim?” dedi.
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Yalnızca gözlerimle ona karşılık verdim. Odayı dolduran alkış ve kahkahalar, bu anı gölgeleyememişti. Altay, yavaşça elimi tuttu ve sıkıca kavradı.
O an, her şey tamamlanmış gibiydi. Altay’ın gözleri, türkünün her kelimesinde olduğu gibi, yine kalbime dokunuyordu. Bu adam benim sonsuzluğumdu.
Altay’ın derin bir iç çekişiyle gözlerini devirdiğini gördüğümde gülmemi tutamadım. Burak’ın arsızca "Bir türkü daha be komutanım!" deyişi hepimizi güldürmüştü, ama Altay yine o kendine has ağırbaşlı haliyle başını iki yana salladı.
“Burak, sen ne zaman doydun ki? Türküden de doymayı beklememeliydim zaten,” dedi, göz ucuyla bana bakarak. Hafifçe güldüm, ama Altay’ın parmakları sazın tellerine yeniden dokunduğunda odadaki hava değişti.
Bu kez İlteriş de sazıyla ve sesiyle ona eşlik etmeye başladı. Melodi, odayı bir anda doldurup hepimizi sessizliğe bürüdü. Altay’ın sesi titremeden, derinlerden geldi.
“Ey benim divane gönlüm
Dağlara düştüm yalınız…”
Sözler içime işlerken, Altay’ın sesi bir tür ağıt gibiydi. Sanki her kelimeyle beni kendine daha da yakınlaştırıyordu. Onun yorgunluğu, hüznü, ama aynı zamanda taşıdığı umut bu türkünün her notasına sinmişti.
“Bu cezayı kendi özüm
Pek mail gördüm yalınız…”
Altay’ın sesi o kadar derindi ki, bir an o sözlerin sadece bana söylendiğini düşündüm. Ellerim istemsizce dizlerimin üzerinde birbirine kenetlendi. Altay, her kelimeyi söylerken, bakışlarıyla beni de türkünün içine çekiyordu.
“Dağlar var dağlardan yüce
Dağ mı dayanır bu güce…”
Bir an nefesim kesilir gibi oldu. Sözlerin ağırlığı, Altay’ın sesindeki kararlılık ve içindeki duygu... Her şey, kalbime ağır bir taş gibi oturmuştu. Ama aynı zamanda beni yükselten bir his vardı.
“Leydim, dayanacağız,” dedi, gözlerini bir an için benimkilerden ayırmadan. Sesi o kadar alçaktı ki, sadece ben duyabilmiştim. İçim ürperdi.
“Derdimi üç gün üç gece
Söylerim bitmez yalınız…”
İlteriş de türkünün içine tüm kalbini koymuştu. Parmakları sazın tellerine dans ettirirken, yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Ama Altay’ın sözleri, her şeyi gölgede bırakıyordu.
“Pir Sultan’ım hey erenler
Erine niyaz edenler…”
Sözler son bulurken Altay, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Sanki bu türküyü söylerken, içinde birikmiş her şeyi dökmüş gibiydi. İlteriş sazı usulca yerine koyarken, sessizlik odanın içinde yankılandı.
“Bir şey söylemeyeceğim,” dedi Burak, sonunda. “Bu sefer gerçekten helal olsun, komutanım.”
Altay, göz ucuyla Burak’a bakıp hafifçe başını salladı. Ama onun bakışları yeniden bana döndüğünde, odayı bir sıcaklık kapladı.
O an anladım ki, Altay’ın her türküsü, her kelimesi, her bakışı bana dağlar kadar güçlü bir sevgiyle bağlandığını haykırıyordu.
Altay’ın ellerini avuçlarımda hissederken başımı omzuna yasladım. Kalbim hızla atıyordu, ama onun varlığı bu karmaşık hislerin hepsini dingin bir huzura dönüştürüyordu. Derin bir nefes aldım ve fısıldar gibi, ama aynı zamanda ciddi bir sesle söyledim:
“Seni çok özledim, Altay.”
Altay’ın dudaklarında beliren o ince gülümseme içimi ısıttı. Parmakları hafifçe elime dokunarak, varlığını hissettirdi. “Ben de seni özledim, leydim,” dedi. Sesindeki samimiyet, dünyanın geri kalanını susturmuş gibiydi.
Bir an sustum, ama içimde bir şey kıpırdanıyordu. Cesaretimi toplayarak gözlerimi Altay’a çevirdim. “Altay, bende bir tane şarkı söylemek istiyorum,” dedim, bu kez gülümseyerek. Ama sonra ekledim, biraz da mahcup bir şekilde: “Ama şimdi değil. Sonra söylerim, olur mu?”
Altay, gözlerini bir an bile ayırmadan bana baktı. Gülümsemesi daha da derinleşti, ama bana olan sevgisi o kadar netti ki kelimelere bile gerek yoktu. “O günü dört gözle bekleyeceğim, leydim,” dedi, gözleri ışıldarken.
Sonra başımı usulca eğilip öptü, sanki dünyadaki bütün huzur o öpücükte saklıymış gibi. O an, içimde büyüyen sevginin ağırlığını hissettim. Söylemek istediğim o şarkı, aslında sadece onun için bir teşekkürdü. Beni bu kadar çok sevdiği için, her şeyin ötesinde bu kadar var olduğu için...
Kalkma vakti geldiğinde, Altay her zamanki kibarlığıyla sandalyesini benim için çekip kalkmama yardımcı oldu. Ardından paltomu nazikçe omuzlarıma yerleştirip yakalarını düzeltti. O an, onun bu ince hareketleri bile kalbimi daha hızlı çarptırmaya yetiyordu.
“Teşekkür ederim,” dedim hafifçe gülümseyerek. O ise bir şey demedi, sadece o güven veren bakışlarıyla bana baktı ve elimi nazikçe tuttu. Parmaklarının sıcaklığı içime doldu.
Timle vedalaşırken, Burak her zamanki gibi alaycı bir şeyler söylemek için ağzını açacak gibi oldu ama Altay’ın keskin bakışlarını görünce sessizce elini uzatmakla yetindi. Mustafa Kemal ve İlteriş ise sırıtarak arkamızdan bir şeyler fısıldıyordu.
Arabaya doğru yürürken Altay, ellerimizi bırakmadı. Yan yana yürüyorduk, ama sanki etrafımızda ne varsa silinip gitmişti. Yalnızca ikimiz, bir de bu sessiz gecenin huzuru vardı.
Arabanın kapısını benim için açtığında bir an durup ona baktım. “Her zaman bu kadar nazik mi olacaksın, Yüzbaşım?” dedim, alaycı bir gülümsemeyle.
O da aynı alaycı ifadeyle cevap verdi: “Nazik olmak, leydim, size layık olabilmek için bir gereklilik.”
Gülerek başımı iki yana salladım ve arabaya bindim. Altay, direksiyon başına geçip kemerini takarken, “Bu gece seninle yürümek bile yetti bana, leydim,” dedi. Gözlerimi kaçırarak camdan dışarı baktım, ama içim sevgiyle dolup taşmıştı. Bu adamın, benim adamımın her sözü kalbime kazınıyordu.
Arabaya bindiğimizde Altay sessizdi, ama o sessizlikte bile bana huzur veren bir şey vardı. Direksiyonu tutan elleri ne kadar güçlü ve kararlıysa, içindeki o yumuşaklık da bir o kadar gerçekti. Arabanın içindeki hava, onun varlığıyla doluydu; bu bile bana yetiyordu.
Bir süre yol aldıktan sonra, gülümseyerek telefonumu çıkarıp Bluetooth’a bağladım. “Altay,” dedim, sesi biraz yaramaz bir tona çekerek, “sana bir şarkı yazacak olsaydım, kesinlikle bu olurdu. Hatta bence bu şarkı bizim şarkımız.”
Altay kaşlarını kaldırıp bana baktı, yüzünde hem şaşkınlık hem de merak vardı. “Hadi bakalım, leydim,” dedi, o her zamanki nazik sesiyle. “Dinleyelim de hikayemi öğreneyim.”
Şarkıyı açtım. Melodi arabayı doldurduğunda, sözler akmaya başladı. İçimden bu şarkıyı ona neden seçtiğimi tekrar tekrar düşündüm. O, benim kahramanımdı. Hatalarıyla, zaaflarıyla, tüm insani yanlarıyla benim en büyük güvencemdi.
“Dünyayı bir tur dönecek
Bu birkaç dakika sürecek
Onunla döneceğim ben...”
Altay şarkıyı dinlerken bir an gözlerini yoldan ayırmadan güldü. Yüzünde o tatlı alaycı ifadeyle, “Leydim, ben kahramanım öyle mi?” dedi.
“Evet,” dedim kararlı bir şekilde. “Hem de benim kahramanım. Bir He-Man, bir Batman, ne dersen de ama sadece benim için.”
Altay kahkaha attı, ama o kahkahanın içinde bir ciddiyet vardı. “Peki ya sen? Sen olmasan, kahramanlığımın bir anlamı olur muydu? Bir kahraman, dünyasını koruyacak birisi olmadan neye yarar ki?”
Bu sözleri duyduğumda gözlerim doldu, ama ona belli etmedim. Gözlerimi camdan dışarı çevirdim, ama gülümsemem saklanamayacak kadar büyüktü. “Sen beni hep böyle şaşırtacak mısın?” diye sordum, sesi titreyen bir gülüşle.
Altay hafifçe başını eğdi. “Eğer bu seni mutlu ediyorsa, evet. Hep şaşırtacağım.”
Şarkının nakaratı tekrar döndüğünde, dayanamadım ve sözlere eşlik etmeye başladım. Altay’ın göz ucuyla bana baktığını hissediyordum. Şarkının her kelimesinde, ona olan sevgim daha da büyüyordu.
Şarkı bittiğinde arabada sessizlik oldu, ama o sessizlik bir yük gibi değil, bir huzur gibiydi. “Altay,” dedim yavaşça, “sana yazacak çok mektubum var. Ama şu an en çok hissettiğim şey, sana hep şarkılar yazmak istediğim.”
Altay bir an sessiz kaldı, sonra o güven dolu sesiyle cevap verdi: “Leydim, sen benim her günümde bir melodi oluyorsun. Yazmana gerek yok, çünkü ben seni dinleyerek yaşıyorum.”
Yol boyunca başka hiçbir şey konuşmadık, ama içimizde o melodi devam etti…
Altay’ın arabayı durdurmasıyla içimde bir şeylerin bittiği, ama bir yandan da yeni bir şeylerin başladığı o tanıdık his belirdi. Dışarısı serin bir geceydi, ama arabanın içi hâlâ onun varlığıyla sıcaktı.
"Yarın seninleyim, leydim," dedi Altay, o her zamanki güven veren sesiyle. Bu cümledeki kararlılık, bir sözden çok bir temin gibiydi. Başımı hafifçe yana eğip ona baktım. Yüzündeki yorgunluğa rağmen gözlerinde hâlâ bir ışık vardı.
Başıma bir öpücük kondurduğunda gülümseyerek, “yarın kahvaltıda güne nasıl başlayacağımıza karar veririz. Birtanem, iyi geceler.”
Bir an ona ne söyleyeceğimi bilemedim. Altay, cümlelerinin içine o kadar çok sevgi sığdırıyordu ki, karşılık vermek için kelimeler hep eksik kalıyordu. Başımı koltuğa yaslayıp ona gülümsedim. “Sen gerçekten bir He-Man’sin, Altay,” dedim alaycı bir tonla ama içinde derin bir hayranlıkla.
Altay hafifçe gülümseyip direksiyona yaslandı, yüzündeki ifade biraz daha yumuşadı. “Leydim,” dedi, başını hafifçe yana eğerek, “iyi geceler.”
Arabadan inmek üzereydim ki, o beklenmedik hareketini yaptı. Başımı çevirirken dudakları dudaklarıma hafifçe dokundu, ama bu bir öpücükten fazlasıydı. Sanki içimdeki her özlemi bir anlığına alıp yerine huzur koymuştu.
"İyi geceler, leydim," dedi usulca, gözlerinde yine o aynı sevgiyle.
Arabadan indiğimde Altay da arabanın kapısını açtı. Onun yanında her şey, sıradan bir hareketten çok daha fazlasını ifade ediyordu. Sessizce bana yaklaştı, göz göze geldiğimizde o kadar yakın duruyorduk ki, aramızdaki hava bile yer değiştiremiyordu.
“Gel buraya,” dedi Altay, sesi biraz alaycı ama sevgi doluydu. Bana sıkıca sarıldığında, kokusu içime işledi. Her zamanki gibi, bu sarılmada sadece bedenlerimiz değil, ruhlarımız da birleşiyordu.
“Sana veda etmiyorum, çünkü bu sadece bir ara,” dedi kulağıma fısıldayarak.
O an bir şey diyemedim. Sarılmamı sıkılaştırdım ve sadece “İyi geceler, aşkım,” diyebildim.
Altay’ın kokusu üzerimde, dudaklarında bıraktığı o his kalbimde, adımlarımı yavaşça evime doğru attım. Arkama dönüp baktığımda hâlâ oradaydı. El sallamıyordu, hareket etmiyordu, ama varlığı her şeyi dolduruyordu.
O gece yatağa yattığımda gözlerimi kapattığımda hâlâ onun sıcaklığı üzerimdeydi. Bu gece rüyalarımda da onunla olacağımı biliyordum….
Gece, Mardin’in sokaklarını sessizlikle örtmüştü. Altay arabasına binip motoru çalıştırdı, farların ışığı karanlığı yaran bir kılıç gibi yolunu açtı. Derin bir nefes aldı, radyodan usulca bir melodi yükseliyordu. Gözleri yola odaklanmıştı ama zihni Umay’ın o gülümseyen yüzüne dönüp duruyordu. Ancak fark etmediği şey, bir köşede onu izleyen bir çift gözdü.
Gölgenin sahibi, ellerini cebine sokmuş, sokak lambasının loş ışığında neredeyse görünmez olmuştu. Altay’ın arabası gözden kaybolduğunda, o sessiz figür cebinden bir telefon çıkardı. Tuşları hızlıca çevirirken, kararlı bir sesle kısa bir cümle fısıldadı:
“Onu bulduk.”
Ve o karanlığın içindeki siluet, sokağın karanlıklarına karıştı.
İngiltere-Ashmolean
Bir malikânede toplanan grup, lüksün ve tehlikenin harmanlandığı bir atmosferde bir araya gelmişti. Duvarlar, dünya haritaları ve stratejik noktaları gösteren grafiklerle kaplıydı. Masanın etrafında oturanlar, dünyayı yöneten üç büyük ailenin temsilcileriydi. Halid’in ölümünden bu yana geçen birkaç hafta, onları bir araya getiren olayların hızla kontrolden çıktığını gösteriyordu.
Masadaki en yaşlı adam, bastonuna dayanarak öne eğildi. Yüzünde, yılların verdiği bilgelikle yoğrulmuş bir kararlılık vardı. "Halid’in ölümü," dedi ağır bir sesle, "bizim için yalnızca bir başlangıç kaybı. Ancak bu operasyonun ardında kimin olduğunu öğrenmemiz gerekiyor."
Yanındaki genç bir kadın, zarif ama keskin bir sesle konuştu. "Türkler," dedi küçümseyici bir tonla. "Ama bu sefer farklı birileri var. Bir ekip... İsimlerini bilmiyoruz, ama yetenekleri açıkça ortada."
O sırada, masanın başındaki adam bir düğmeye bastı ve odanın ortasında holografik bir görüntü belirdi. Görüntüde, Altay’ın Halid’in villasına giriş ve çıkış anları, güvenlik kameralarından alınan kesitler hâlinde oynuyordu. Adam, görüntüyü işaret ederek, "Bu adam," dedi, "Halid’in ölümünden saniyeler önce oradaydı. Bize bilgi veren kişi, bu ekibin lideri olduğunu söylüyor."
Kadın, görüntüdeki Altay’a bakarken kaşlarını çattı. "Soğukkanlı," dedi. "Ama zayıf noktası var. Ona bu kadar rahatlıkla yaklaşabiliyorsak, zayıflığını da bulabiliriz."
Yaşlı adam bastonunu yere vurdu. "Bu, sadece bir adamın ölümü meselesi değil," dedi. "Bizi birden fazla cephede zor duruma düşürdüler. Bu kişi ve ekibi, bir an önce ortadan kaldırılmalı."
Masadaki herkes, başlarını onaylarcasına salladı. Ardından genç bir adam ayağa kalktı. "Operasyonu devralıyorum," dedi. "Türkiye’ye gidiyorum. Onların oyununu, kendi sahalarında bozacağız."
Masadaki herkes, genç adamın cesaretine bakarak sessiz kaldı. Ancak odada bir şey daha vardı: Öfke, kayıp ve intikamın sessiz bir yankısı...
Altay, eve doğru giderken içini bir huzursuzluk kapladı. Sanki karanlık bir gölge, peşine takılmış gibiydi. Ama bu his, bir asker için yabancı değildi. Yola odaklandı, geçmişi ve geleceği zihninde tarttı. Bilmediği şey ise, çoktan daha büyük bir oyunun piyonlarından biri hâline gelmiş olduğuydu.
Karanlık, sadece gecenin değil, aynı zamanda bir intikam planının habercisiydi.
Eve vardığımda, sessizlik neredeyse elle tutulur bir ağırlık gibiydi. Kapıyı sessizce açıp içeri girdiğimde, ilk gördüğüm şey kanepede uyuyan İlteriş oldu. Her zamanki gibi gevşemiş bir şekilde, bir kolu yüzüne kapanmış, diğer kolu ise yere sarkıyordu. Kendi kendime gülümsedim. "Her yere böyle dağılmayı nasıl başarıyor bu adam?" diye düşündüm.
Salondaki diğer köşede ise Ulaş vardı. Elinde katladığı seccade, sessizce oturmuş, belli ki yatsı namazını yeni bitirmişti. Beni fark edince başını hafifçe eğdi.
“Allah kabul etsin, Ulaş,” dedim alçak bir sesle.
“Sağ ol, komutanım,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. Ama o yorgun gözleri, onun da düşüncelere daldığını ele veriyordu.
Kendi odama doğru yürürken İlteriş’in hafif horlaması duyuluyordu. İçeride bir an durup derin bir nefes aldım. Odanın loş ışığında, çekmecede duran Umay’ın mektuplarına gözüm ilişti. Yavaşça çekmeceyi açtım. Hepsi özenle katlanmış, temiz bir şekilde üst üste konmuştu. Ellerimle bir tanesini alıp dikkatlice açtım.
Umay’ın zarif el yazısıyla yazdığı kelimeler, o an odanın tüm sessizliğini bozan bir fırtına gibi üzerime çullandı.
"Aşkım, her gün seni daha fazla özlüyorum. Gece yıldızlara bakarken, seninle o yıldızların altında konuştuğumuz anları hatırlıyorum. Kokunu, sesini, gözlerini... Beni sarıp sarmaladığın anları düşünüyorum. Sensizlik zor, ama beklemek daha zor. Sana sözüm var: Ne kadar uzun sürerse sürsün, bu kalp seni bekleyecek."
Boğazım düğümlendi. Mektubu yavaşça katlayıp yerine koydum, ama hemen bir başkasını aldım. Okudukça içimde bir şeylerin yerinden oynadığını hissettim. Onun sevgisi, sabrı ve bana olan inancı her kelimede hissediliyordu.
Bir an mektupları okurken kendimi unuttum. Saatler mi geçti, dakikalar mı, bilemedim. Ama bir şeyden emindim: Bu kadın benim her şeyimdi. Umay benim evimdi, sığınağımdı. Ellerim titreyerek son bir mektubu daha aldım ve okudum.
"Altay... Her mektubu yazarken seni yanımda hissediyorum. Bir gün bunları beraber okuduğumuzda, belki güleriz, belki ağlarız. Ama o anı hayal ederek ayakta kalıyorum. Seni çok seviyorum. Seni bekliyorum. Dön bana, aşkım."
Mektubu katlayıp diğerlerinin yanına koyarken derin bir nefes aldım. Gözlerim nemlenmişti. Ellerimi yüzüme kapatıp bir an kendimi topladım. Sonra masanın kenarına oturup başımı geriye yasladım.
“Bekle beni, leydim,” dedim kendi kendime. “Çok yakında beraber okuyacağız bunları.”
O an anladım ki bu görev sadece hayatta kalmakla ilgili değildi. Umay’ın sevgisiyle hayatta kalmanın anlamını çözmekle ilgiliydi.
Oturma odasına döndüğümde, İlteriş hâlâ kanepede uyuyordu. Bir ara başını yana çevirdi, ama horlamasına hiç ara vermedi. Kanepeye oturup televizyonu açtım. Haber kanalları arasında dolaşırken, bir anda magazin programlarından biri gözüme çarptı. “Kimin kiminle olduğu” muhabbetleri, sahte gülücüklerle bezeli stüdyo konuşmaları... Bir süre izledim ama midem bulandı. Sıkılarak televizyonu kapattım ve yanımda oturan Ulaş’a döndüm.
“Nasıl dayandın, Ulaş?” dedim, ona doğru biraz eğilerek. “Herkes seni şehit biliyorken, nasıl başa çıktın bu durumla?”
Ulaş, bir an derin bir nefes aldı. Yüzündeki yorgunluk ve geçmişin ağırlığı gözle görülür hale gelmişti. Bir süre sustu, sonra bana döndü.
“Dayanmak mı, komutanım?” dedi, hafifçe acı bir tebessümle. “Kimse dayanmaz aslında. İnsan alışır. Alışırken de kendini yitirir biraz.”
Sessizce ona bakıyordum. Devam etti.
“Babam, şehit haberimi duyduğunda kalp krizi geçirmişti. Annem beni hep güçlü bilirdi, ama onun da gözleri sönmüş gibiydi. Beni en çok yıkan şey, bir daha onlara dokunamayacağımı bilmekti. Onlara sarılamadan yaşıyormuş gibi yapıyordum.”
Ellerini birbirine kenetleyip gözlerini yere dikti.
“Bir yandan her sabah bir görev için uyanıyordum, diğer yandan içimde bir şeyler ölmüştü. Beni ayakta tutan tek şey, onların güvenliği ve bu bayrağın dalgalanmasıydı. ‘Ulaş öldü,’ diyorlardı, ama ben aslında her gün yeniden ölüyordum.”
Sesi titremeye başladı, ama hemen toparladı.
“Sonra bir gün bir operasyonda masum bir çocuğun hayatını kurtardım. İşte o an, hayatımın yeniden anlam kazandığını hissettim. Öldüğümü sandığım o günlerden sonra, belki de ilk kez nefes aldım.”
Bir süre sessizce oturduk. Televizyonun kapalı ekranına bakıyorduk, ama odanın içinde Ulaş’ın sözleri yankılanıyordu.
“Biliyor musun, Altay,” dedi bir süre sonra, “bu işte bir şeyler kaybedersin. Ama kaybettiklerin, korudukların için ödediğin bedeldir. Ve o bedel, her zaman ödenmeye değerdir.”
Gözlerimi ona diktim. “Ulaş,” dedim, sakin ama kararlı bir sesle, “seni o çocuğun gözlerinde gördüğü kahraman yapansa işte o kaybettiğin şeyler. Ama bil ki kaybettiklerinle değil, kazandırdıklarınla anılacaksın.”
O an sessizlikle birbirimizi anladık. Her kelime, her bakış, yılların yükünü taşıyan iki yoldaşın sessiz anlaşması gibiydi.
Telefonu kulağıma götürdüğümde Haluk Yarbay’ın o her zamanki tok sesi duyuldu.
“Altay, Ulaş’tan uzak bir yere geç. Bu konuşma sadece ikimizin arasında kalacak.”
Kaşlarımı çatıp, “Emredersiniz, komutanım,” dedim. Yatak odasına geçtim, kapıyı sessizce kapattım ve dikkatle dinlemeye başladım.
“Ulaş, yarın rütbe atlayacak. Üsteğmenliğe yükseldi. Apoleti törenle takılacak ama sürpriz olacak. Şimdilik ona hiçbir şey belli etmiyorsun. Anlaşıldı mı?”
Telefonun diğer ucunda istemsizce gülümsedim. “Anlaşıldı, komutanım,” dedim. “Bu haberin hakkını vereceğim.”
Telefonu kapatıp derin bir nefes aldım. İçimde bir sıcaklık, gururla karışık bir sevinç vardı. Ama bu sevinci dışa vurmak yasaktı. O yüzden, yüzümde nötr bir ifadeyle odaya geri döndüm.
Ulaş hâlâ kanepede oturmuş, yarı uyukluyordu. Yanına geçip, sessizce oturdum. Ona baktım, gururla. Kalbimde bir yerden sarılma isteği yükseldi, ama belli etmemem gerekiyordu. Kendimi toparlayıp, “Vay benim kardeşim,” dedim gülerek.
Ulaş başını kaldırdı, gözlerini ovuşturup, “Ne oldu komutanım? Bir garip bakıyorsunuz,” dedi.
Omzuna hafifçe vurup, “Bir şey yok. Yorgunluk işte,” dedim. Ama içimde patlamaya hazır bir sevinç balonu vardı.
Tam o sırada İlteriş uyandı. Yarı uykulu gözlerle bize baktı ve bizi yan yana otururken görünce kaşlarını kaldırdı. Ama asıl şok, Ulaş’a doğru hafifçe eğilip sırtını sıvazladığımı görünce geldi.
“Höst lan!” diye bağırdı İlteriş. “Kim şehit oldu? Ne bu sarılma sahnesi?”
O kadar komikti ki kahkahayı bastım. İlteriş’in şaşkın bakışları arasında onu da yanımıza çektim ve aramıza aldım. “Gel buraya, İlteriş,” dedim. “Bu anı yaşa, çünkü bir daha olmayacak.”
İlteriş’i sıkıca sarılıp ortada bırakınca panikle bağırdı, “Altay, boğuluyorum oğlum, ne yapıyorsun?!”
“Duygularım var, İlteriş!” dedim kahkahalar arasında. “Bunlar hep kardeşlik, hep sevgi!”
Ulaş ise yanımda sessizce gülüyordu. O an, içimdeki sırrı paylaşamamanın zorluğunu hissetsem de bu kardeşlik anı bana yetmişti. Çünkü biliyordum, yarın Ulaş’ın yüzündeki o gururu görmek her şeye değecekti.
hafifçe sırıtarak koltuğa yaslandım. "Bu arada," dedim, sesim biraz alaycı bir tını taşıyordu. "Yarın tören kıyafetlerinizi giyin. Birileri emekli oluyormuş, tören düzenlenmiş."
Ulaş hemen dikleşti, gözlerinde merak dolu bir ışık vardı. "Kim emekli oluyor komutanım?" diye sordu.
omuz silktim, sırıtışımı gizleyerek. "Bilmiyorum. Haluk Komutan söyledi. Yarın öğreniriz."
İlteriş kaşlarını çattı, her zamanki huysuz tavrıyla, "O zaman niye şimdi söylüyorsun? Sabah öğrenirdik işte."
ciddi bir tavır takınıp, sesimi hafifçe sertleştirdim. "Çünkü törene geç kalan olursa bizzat ben cezalandıracağım. Anlaşıldı mı?"
İlteriş ve Ulaş aynı anda, "Emredersiniz, komutanım," diye yanıtladı.
hafifçe başını salladım. "Hadi bakalım, herkes odasına. Yarın önemli bir gün olacak."
İkisi de odalarına çekilirken, odama doğru yürümeye başladım. Ama aklım bir yandan başka bir yerdeydi. Umay’ı aramak için telefonumu elime aldım. Kapıyı arkasından kapatıp, odamdaki masaya oturdum. Telefonun ekranına baktım, numarayı çevirdim ve derin bir nefes aldım.
Kendi kendime mırıldandım: "Leydim, senin sesini duymadan bu gece uyuyamam."
İkinci çalışta açıldı telefon. Karşı taraftan gelen o tanıdık, sıcak ses içimdeki tüm yorgunluğu aldı.
“Yüzbaşım?” dedi Umay, sesi biraz uykulu ama tatlı bir melodi gibiydi.
Gülümseyerek cevap verdim. “Leydim, uykudan mı uyandırdım seni?”
“Hayır,” dedi, hafifçe esneyerek. “Yatmaya hazırlanıyordum ama sen aradın. Daha iyisi olamazdı.”
Sırtımı sandalyeye yaslayıp rahatladım. “İyi ki aramışım o zaman. Bugün biraz yorucu geçti. Ama senin sesin... Tüm yorgunluğumu alıyor.”
Umay kıkırdadı. “Sadece sesim mi? Görünüşümün de biraz etkisi vardır diye düşünüyorum.”
Kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. “Kesinlikle var. Ama şu an yetinmek zorundayım. Zaten yarın tören var. Sabah erkenden çıkmamız gerekiyor.”
“Tören mi? Ne töreni?” diye sordu merakla.
“Henüz detayları bilmiyorum,” dedim hafif bir sırıtışla. “Ama sana bir şey söyleyeyim mi? Sabah seni görmek için daha iyi bir bahanem olamazdı.”
Umay derin bir nefes aldı. “Bazen, Altay, insan nasıl oluyor da bu kadar sevilebileceğini anlamıyor.”
O sözleri duyunca boğazım düğümlendi. “Leydim,” dedim, sesim bir fısıltı kadar hafifti. “Seni sevmek benim için nefes almak gibi. Her şey o kadar doğal ve o kadar gerçek ki...”
Umay sustu, ama sessizliği bile güzeldi. Sanki uzaklardan bir melodi duyuyormuş gibi hissediyordum.
“Peki,” dedi sonunda. “Sabah seni görmek için sabırsızlanıyorum, yüzbaşım.”
“Ben de, leydim. Tatlı rüyalar.”
“Tatlı rüyalar, Altay.”
Telefonu kapattığımda ekrana bir süre baktım. O an içimde bir şeyler tamamlanmış gibiydi. Gülümseyerek kalktım, üzerimdeki üniformayı çıkardım ve yatağa uzandım. Yarın sabah... O sabah çok güzel olacaktı.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtım. Yatağın kenarına oturup kısa bir süre öylece durdum, zihnimde bugün olacakları tartarak. Derin bir nefes aldım, namazımı kıldım ve içimdeki tüm karmaşayı bir kenara bırakmaya çalıştım. Bugün bir tören vardı. Ulaş için özel bir gün. Benim içinse, kardeşim dediğim birinin yükselişini görmek... Gurur başka nasıl tanımlanır ki?
Hızla banyoya geçtim. Tıraş bıçağını elime alırken aynadaki yansımama baktım. “Bugün biraz daha düzgün ol, Altay,” dedim kendi kendime. Kıvırcık saçlarımı kazıdım, sıfıra vurdum. Bir süre ellerim başımda gezindi, tuhaf bir hafiflik hissettim. Kendi kendime mırıldandım: “Artık tamamen gerçek bir asker gibi görünüyorsun.”
Dolabımı açıp tören kıyafetlerimi çıkardım. Siyah ceketimi omuzlarıma geçirirken, üzerimdeki ağırlığın sadece üniformanın değil, taşıdığım sorumluluğun ağırlığı olduğunu hissettim. Gömleğimi iliklerken aynadaki yansıma bir kez daha gözüme çarptı. Kendi kendime fısıldadım: “Bugün onun günü, ama onun kadar hazır olmalısın.”
Hazırlanmayı bitirir bitirmez, ilk iş Ulaş’a bakmaya gittim. Kapısını çaldım ve içeri girdiğimde onu kravatını bağlamakla uğraşırken buldum. “Bırak, kardeşim, şunu ben halledeyim,” dedim. Gülümsedi, ama gözlerinde biraz gerginlik vardı.
Kravatını düzelttim, yakasını hafifçe çektim ve omzuna bir kez vurdum. O an gözlerime baktı, bir şey söylemek ister gibiydi. Ama o, kelimelerle konuşmayı tercih etmedi. Esas duruşa geçti, dimdik durdu ve bana asker selamı verdi. İçimde bir şeyler titreşti. Ben de esas duruşa geçip selamını aldım. O an, ne kadar büyük bir sorumluluk taşıdığını bir kez daha hissettim.
“Bugün senin günün, Ulaş,” dedim. “Ama bu kravatı bir daha düzgün bağlayamazsan, hayatının son günü olabilir.”
Gülerek başını eğdi. “Emredersiniz, komutanım.”
Odayı terk ederken ilterişin uykulu gözlerle koridorda sallandığını gördüm. Saçları karışmış, gözleri yarı kapalıydı.
“İlteriş!” dedim sert bir sesle. Hiçbir tepki vermeyince sabrım tükendi. Yanına gidip kıçına bir tekme attım.
“Lan kalk artık! Tören var! Bugün düğün salonu gibi giyineceksin, çatışmaya gitmiyoruz.”
O an yerinden sıçradı. “Tamam, tamam! Ama şu saatte insan gibi davranamaz mısın?” diye homurdanarak odasına doğru yürüdü.
Gülerek arkasından bağırdım. “Bugün düzgün bir insan ol, İlteriş. Bak, bu töreni sabote edersen, seni kendi ellerimle gömerim.”
Giyinmeye gidene kadar peşinden izledim. Sonra derin bir nefes aldım. Bugün, her şeyin mükemmel olması gerekiyordu.
Tören alanı, o gün bir başka görkemliydi. Herkesin üzerine dikilmiş gibi duran tören kıyafetleri, askeri disiplinin ve şanlı bir geleneğin simgesiydi. Rütbeli subaylar, tören alanında ağır adımlarla ilerliyor, geçmişin gururu ve geleceğin umutlarıyla dolu bakışlarını üzerimizde gezdiriyordu. Bizim tim ise tek bir çizgi gibi, dimdik sıradaydık.
Gözüm Ulaş’a kaydı. Biraz gergin ama aynı zamanda büyük bir heyecanla sahnede olanları izliyordu. Yıllardır hak ettiği bir anın yaklaştığını hissetmiş gibiydi, ama hala kendisine sıra geleceğine pek inanmıyordu. İlteriş ise yanımda hafifçe eğilip, “Ulaş’a bak, ilk defa bu kadar ciddi görüyorum. Yoksa sahneye çıkar da konuşma yapar mı dersin?” diye fısıldadı. Hafifçe güldüm ama gözlerimden Ulaş’ı ayırmadım.
Sonunda isimler birer birer okunurken, beklenmedik bir an geldi. “Teğmen Barış Ulaş Mutlu!” diye yankılandı tören alanında. O an Ulaş’ın gözleri büyüdü, yüzünde hem şaşkınlık hem de tarifsiz bir gurur belirdi. Sıradan adımını atıp sahneye doğru yürümeye başladığında, her adımıyla bir tarih yazılıyormuş gibiydi. Bizse geride, nefesimizi tutmuş, onu izliyorduk.
Haluk Yarbay, apoleti elinde sahneye çıktı. Ama hemen takmadı. Mikrofonu eline alıp bir konuşma yaptı. “Bu rütbeyi çok daha önce hak etmiş bir asker var karşımızda. Ama kendisi, daha kutsal bir görevi tercih ettiği için bu onuru bugün yaşıyor. Teğmen Barış Ulaş Mutlu, yıllar sonra da olsa bu sahnede, bu apoleti takmayı fazlasıyla hak ediyor.” dedi.
O an Ulaş’ın gözlerinin dolduğunu gördüm. Herkesin gözünden kaçabilirdi, ama benim gibi birinin gözünden asla. Yine de kendini tutmayı başardı, gözlerindeki yaşları içine akıtarak dimdik durmaya devam etti.
Tam o sırada gözüm tören alanının girişine kaydı. Bir çift tanıdık yüz... Ulaş’ın anne ve babası. Ellerini sıkıca kenetlemiş, sahnedeki oğullarını izliyorlardı. Yüzlerindeki gurur, tüm tören alanını dolduracak kadar büyüktü. Ulaş onları henüz fark etmemişti.
Haluk Yarbay apoleti Ulaş’ın omzuna taktı. Ulaş esas duruşta, tüm ihtişamıyla töreni tamamladı. Ama sahneden indiği anda gözleri kapıya takıldı. O an anne ve babasını gördü. Hiçbir şey demeden, hızlı adımlarla onların yanına gitti. Önce annesinin, sonra babasının ellerini öptü. Gözleri yaşlarla doluydu ama bu sefer saklamadı.
“Hoş geldiniz,” dedi titreyen bir sesle. Anne ve babası, onun bu anına şahit olabilmenin verdiği mutlulukla, “Seninle gurur duyuyoruz, oğlum.” dediler.
Ben ise uzaktan bu sahneyi izlerken, göğsümde tarifsiz bir gurur hissettim. Timden biri yükselmişti. Ama en önemlisi, ailesinin huzurunda, hak ettiği saygıyı görüyordu. O an sessizce içimden dedim: “Vatan sana minnettar, kardeşim.”
Tören alanından ayrılırken, Ulaş hala o büyük anın etkisindeydi. Apoletin omzundaki ağırlığını hissediyordu, ama bu ağırlık onu yere çekmiyordu. Tam aksine, daha dik, daha kararlı bir duruş sergilemesine sebep oluyordu. İlteriş’le beraber yanına yürüdüm. Hafifçe sırıtarak, “Üsteğmen Barış Ulaş Mutlu,” dedim, sesime biraz da abartılı bir ciddiyet ekleyerek. Ulaş, titreyen ellerini yanlarına alıp esas duruşa geçti ve selam verdi.
“Rahat!” dedim, gülümsememi saklamaya çalışarak. O an bir anda gevşedi ve koşarak hem bana hem İlteriş’e sarıldı. O sımsıkı sarılışta, dostluk, kardeşlik ve hak edilmiş bir zaferin sıcaklığı vardı.
İlteriş, Ulaş’ın sırtını hafifçe patpatlayarak, “Vay be, Ulaş! Artık seninle rütbe olarak eşitlendik ha! Bundan sonra bana ‘komutanım’ demeyeceksin artık,” dedi, sahte bir üzüntüyle başını sallayarak. Ardından kahkahayı bastı. Ulaş da ona eşlik etti ama gözlerinde hala o büyük duygunun izleri vardı.
Tam o sırada Umay yanımıza geldi. Gözleri Ulaş’a ve onun yanında duran anne-babasına takıldı. Hafifçe eğilerek, “Tebrik ederim Üsteğmen Mutlu,” dedi. Sesindeki nezaket ve sıcaklık, Ulaş’ın ailesini de gülümsetti. Ardından, “Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum,” diyerek ellerini sıktı.
Ulaş’ın annesi, “Biz de sizinle tanıştığımıza çok memnun olduk. Barış’ın bahsettiği Umay yengesi sizsiniz, değil mi?” dedi. Umay hafifçe kızardı ama nazikçe gülümsedi.
“Evet, benim,” dedi utangaç bir şekilde. İlteriş, bu sahneyi izlerken, “E hadi artık! Yeterince resmi konuşmadık mı? Karnımızı doyuralım da şu rütbeyi kutlayalım,” dedi. Gülerek kafamı salladım.
Hep beraber orduevine doğru yola çıktık. Masamız, tam bir kutlama yemeği için hazırlanmış gibiydi. Altın yaldızlı tabaklar, özel işlemeli peçeteler... Ama benim gözüm, sadece Umay’ın yanımdaki varlığına takılmıştı.
Kutlama boyunca kahkahalar, espriler havada uçuştu. Ulaş’ın gururu, İlteriş’in şakaları, Umay’ın o zarif gülümsemesi... Hepsi bir araya gelince, her şey tamamlanmış gibiydi. Bu gece sadece bir rütbenin değil, aynı zamanda bir dostluğun, bir ailenin ve geleceğe olan inancın kutlamasıydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |