
Yaseminka ve Aybars;

Aybars kollarını açıp bize sarıldığında, Umay ve ben birbirimize baktık.
Bu küçücük beden, bize güç veriyordu.
Henüz 17 aylıktı ama yüreği kocamandı.
O an içimden, “Bu çocuk bir gün gerçekten büyük bir adam olacak.” diye geçirdim.
Aybars minik elleriyle boynuma sarılmışken, "Baba, tatil ne zaman?" diye sordu aniden.
Gülümsedim, "Çok yakında, küçük adam." dedim.
Ama yetinmedi, "Kaç kere uyucam?" diye ekledi.
Umay kahkahayı bastı, "Bak bak, babasını taklit etmeye başlamış."
Aybars somurtarak bana baktı, "Çünkü babam her şeyi bilir!" dedi ciddi bir ifadeyle.
Elimi çeneme koyup düşündüm, sonra "Beş kere uyuyacaksın ve sonra denizdesin." dedim.
Aybars heyecanla ellerini çırptı, "Vuhuuu! Çok az kalmış!" diye bağırdı.
O sırada Burak başını yana eğip sırıtarak, "Eee, küçük adam, büyüyünce ne olacaksın bakalım?" diye sordu.
Aybars bir saniye bile düşünmeden, "Baba gibi güçlü, anne gibi akıllı, Gökay amca gibi önemli olcam!" dedi.
Gökay kahkaha attı, "Ooo! Beni de listeye ekledi, yaşadık!" dedi gururla.
Halil Komutan hafifçe gülümsedi, "Önce bir büyüsün bakalım, kime benzeyecek o zaman görürüz."
Aybars yine hiç düşünmeden, "Herkese benzicem ama en çok ben, ben olcam!" dedi.
O an odadaki herkes dondu.
Burak gözlerini büyütüp "Lan bu cümleyi ben 25 yaşıma gelince anca kurdum!" diye söylendi.
İlteriş gözlerini kısarak "Bu çocuk kesin bizim genlerimizden fazla almış, aşırı bilinçli." dedi.
Umay ise bana bakıp gülümsedi, "Sana söylemiştim, Altay. Bizim küçük adam düşündüğümüzden çok daha özel biri olacak."
Ve ben, o an bir kez daha anladım.
Aybars sadece bizim oğlumuz değildi. O, bizim en büyük zaferimizdi.
Burçe, gülümseyerek Aybars’ı kucağına aldı ve ona tatlı bir ses tonuyla sordu:
"Peki, hanımlara nasıl davranılır, Aybarscığım?"
O an Burak’ın kulakları anında dikildi.
Normalde şakalaşırken bile bu kadar dikkat kesilmezdi ama söz konusu Burçe olunca, şu an resmen ders dinleyen öğrenci gibiydi.
Aybars, minik ellerini Burçe’nin omzuna koydu, başını hafifçe yana eğdi ve ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
"Hanımlara çok nazik olunur. Annem diyo ki, hanımlar çiçek gibidir, kırılmazlar ama incitilmez de!"
O an Umay bana bakıp gülümsedi, “Bu benim oğlum.” der gibi başını salladı.
Burçe, Aybars’ı daha sıkı sarıp "Aynen öyle tatlım! Peki, başka?" diye sordu.
Aybars kaşlarını hafifçe çattı, "Bağırılmaz, üzülünce destek olunur, her zaman güldürülmeye çalışılır." dedi kendinden emin bir şekilde.
Burak gözlerini kıstı, "Bunları sana kim öğretti küçük adam?" diye sordu merakla.
Aybars ona dönüp "Baba! Çünkü babam annemi hep güldürüyo, hiç üzmüyo, hep destek oluyo!" dedi.
O an bütün oda sessizleşti.
Umay’ın gözleri doldu, elini elime uzatıp sıktı.
Burçe ise gülümseyerek Burak’a dönüp, "Duydun mu Burak Bey? Hanımlara nasıl davranılması gerektiğini 17 aylık bir çocuk bile biliyor." dedi kaşlarını kaldırarak.
Burak’ın yüzü düştü, birkaç saniye ne diyeceğini bilemedi.
Sonra derin bir nefes alıp başını iki yana salladı, "Bu çocuk benden daha bilge… Ben gidip hayatı sorgulamam lazım." diye mırıldandı.
İlteriş kahkahayı bastı, "Bence gerçekten öğrenmen gereken çok şey var Burak."
Aybars ise hiçbir şey olmamış gibi Burçe’nin yanağına minik bir öpücük kondurdu ve ‘hanımlara nazik olunur’ kuralını birebir uyguladı.
Ve o an, Burak hayatının en büyük dersini almış oldu.
Tim’in ortasına dikilip "Beyler, fuar için bizden üç kişi istediler. Ulaş, Mustafa Kemal ve Fatih… Sizi seçtim. Gidip Özel Kuvvetler adına model olacaksınız." dediğimde, iki kişi hariç herkes isyan etti.
İsyan etmeyenler: Mustafa Kemal ve Fatih…
İsyan edenler: Ulaş, Burak ve İlteriş…
Burak hemen “Ama komutanım, ben de gitmek istiyorum!” diye atıldı, gözleri üzgün bir çocuğun gözleri gibi parlıyordu.
Ulaş ise, “Ne işim var benim fuarda, boşuna yorma beni! İmamım lan ben!” diye isyan etti, kollarını açarak.
İlteriş, "Komutanım, biz sahada olmamız gereken adamlarız. Podyumda değil!" diye itiraz etti.
Fatih kollarını kavuşturup başını salladı. "Ben gidiyorum, hem bu timin de birilerine yakışıklılığı göstermesi lazım." dedi kendinden emin bir şekilde.
Mustafa Kemal ise sakin bir şekilde "Bence de sıkıntı yok. Biraz değişiklik iyi gelir." dedi.
Ulaş kaşlarını çattı, "Fatih, oğlum sen model olsan bile ben ne alaka lan?! Camii kürsüsünden podyuma mı terfi ediyorum?!"
Burak ise gözleri dolu dolu bana baktı. "Komutanım, gözünüzü seveyim, bırakın ben de gideyim! Hayatımda hiç böyle bir etkinliğe katılmadım, belki Burçe'yi etkilerim."
Gözlerimi kıstım. "Burak, senin duruşunu beğenen Burçe değil, Halil Komutan. Onun gözetiminde nasıl etkileyici olacaksın?"
Burak yutkundu, "Haklısınız, peki ben gölge model olayım? Yanlarına refakatçi olarak geleyim?"
Ulaş başını iki yana salladı, "Allah’ım, bu adamla aynı timde olduğuma inanamıyorum." dedi iç çekerek.
Gülerek Burak’ın omzuna vurdum. "Hayır, sen burada kalıyorsun. İlteriş, Ulaş ve Burak, burada operasyonlara devam edecek. Fuar görevi Mustafa Kemal, Fatih ve Ulaş’a ait."
Ulaş anında "Beni neden yazdın!?" diye çıkıştı. "Dedim ya, ben imamım kardeşim, vitrin malı değilim!"
Fatih omzuna vurdu. "Abicim, en karizmatik duaları sen ediyorsun. Podyumda da dua edersin, herkes etkilenir."
İlteriş kahkahasını zor tuttu, Burak ise “Benimle değiş Ulaş! Sen sahada kal, ben gideyim!” diye ısrar etti.
Ama ben kararımdan dönmedim. "Emir demiri keser beyler. Çıkın hazırlanın, üç gün sonra yola çıkıyorsunuz!" dedim gülerek.
Ve fuara gideceklerin kaderi resmen mühürlenmiş oldu.
Umay, gülerek Mustafa Kemal’e döndü. "Vallahi bize fotoğraf atmazsanız bozuşuruz!" dedi göz kırparak.
Mustafa Kemal, her zamanki ağırbaşlı haliyle hafifçe gülümseyip başını salladı. "Emrin olur yenge." dedi.
Fatih hemen araya girip "Ama tam karizmatik açıdan çekeceğiz, öyle saçma sapan pozlar beklemeyin." diye ekledi.
Ulaş iç çekerek "Allah’ım sabır… Ben bu timde neden asker oldum, neden model olmuyorum, diye sormuştum da cevap alamamıştım. Cevabı bu fuarda mı bulacağım yoksa?" diye söylenerek başını iki yana salladı.
Burak araya girip "Ben burada kalıyorum ama en azından fuar anılarınıza müdahil olma hakkım var! Bir selfie grubu kurun, bizi de dahil edin!" dedi.
Ben gözlerimi devirdim, "Burak, selfie grubu ne oğlum? Adamlar oraya Özel Kuvvetler’i temsil etmeye gidiyor, Instagram fenomeni olmaya değil!"
Burçe kıkırdayarak "Bence atmalılar, en azından nasıl geçiyor diye biz de takip ederiz." dedi.
Burak hemen fırsatı kaçırmadı, "Bakın! Burçe de benimle aynı fikirde!" dedi zafer kazanmış gibi.
Halil Komutan ona sert bir bakış atınca Burak hemen sessizce yerine oturdu. "Yani… şey… tabii çok da gerekli değil…" diye ekledi.
Umay gözlerini kısıp "Neyse, siz yine de bol bol fotoğraf atın, yoksa döndüğünüzde ilk çayınızı bana borçlusunuz." dedi.
Fatih gülerek "Anlaşıldı yenge, çekimler başlıyor!" dedi ve fuara gitmesi gereken ekip resmen belirlenmiş oldu.
Şimdi tek soru vardı: Ulaş gerçekten fuar boyunca ne yapacaktı?
Halil Komutan’ın o sert yüzünde hafif bir sırıtma belirdi.
"Fuar Antalya’da değil mi? O zaman neden hep beraber tatile oraya gitmiyoruz?" dedi sakince.
O an bütün oda dondu.
Burak’ın ağzı açık kaldı, İlteriş ve Ulaş birbirine bakıp durumu kavramaya çalıştı, Umay şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
Ben ise… Az kalsın koskoca Binbaşı Özçelik’i öpecektim!
Kendimi son anda tutup "Komutanım, Allah sizden razı olsun!" diye bağırarak ayağa kalktım.
Burak havaya zıpladı, "Komutanım siz gerçek misiniz?! Bugün ne güzel bir gün böyle!" dedi.
Ulaş ise hâlâ şoktaydı. "Yani, podyuma çıkmam yetmiyor, bir de tatil mi? İlahi mesaj mı aldınız komutanım?"
Halil Komutan hafifçe başını salladı. "Baktım ki herkes bir yerlere gitmek istiyor, bari hep beraber gidelim dedim."
Burçe, Burak’ın sevincine bakıp kahkaha attı. "Bu demek oluyor ki Antalya’da hem fuar hem de tatil var."
Umay mutlulukla bana baktı, "Altay, resmen bütün yaz bir aradayız!" dedi heyecanla.
Ben başımı sallayıp "Evet kraliçem, ve bu sefer gerçekten hep beraber!" dedim gülerek.
Aybars, ortamın enerjisinden etkilenip "BABAAA! DENİZE GİDİYORUUUZ!" diye sevinçle kollarını açtı.
Gökay kahkaha atarak "Oğlum, bir dakika önceye kadar sadece fuar vardı, şimdi resmen ekip tatili planlıyoruz. Şaka gibi!" dedi.
Burak omzumu tuttu, "Komutanım, ben şu an o kadar mutluyum ki Halil Komutan’ı omuzlarda taşımayı teklif ediyorum!"
Halil Komutan kaşlarını kaldırıp sert bir bakış attı. "Burak, beni omuzlarına almadan önce tatilin kurallarını konuşmamız gerekecek." dedi.
Burak anında ciddileşip "Efendim, kurallar bizim için kutsaldır!" diye dik duruşa geçti.
Hepimiz kahkahalara boğulduk. Fuar ve tatil bir arada olacaktı.
Ve ben o an anladım…
Bu yaz, unutulmaz olacaktı!
Tam ortam şenlenmiş, herkes kendini tatile kaptırmışken Halil Komutan sesiyle gerçekleri hatırlattı:
"Ama boş durmak yok. Öğlene kadar herkes fuarda çalışacak!"
O an Burak’ın yüzü düştü, Ulaş derin bir iç çekti, İlteriş ise başını iki yana salladı.
Fatih omzunu silkip, "Ben zaten çalışmaya razıyım. Özel Kuvvetler'i en iyi şekilde temsil edeceğiz." dedi kendinden emin bir şekilde.
Burak ise "Komutanım, tatili hissetmeye bile fırsat vermeden mesaiden bahsetmeye başladınız!" diye sızlandı.
Halil Komutan umursamazca Burçe’ye dönüp ekledi:
"Burçe, sen de fuarda olacaksın. Umaycığım, istersen Meltem ablanla gezebilirsin."
Umay gülümseyerek "Tamam komutanım, ben tatil moduna geçiyorum bile." dedi göz kırparak.
Burçe kaşlarını kaldırıp "Ben neden fuardayım?" diye sordu.
Halil Komutan "Çünkü sen de disiplinli ve başarılı bir polis olarak Özel Kuvvetler'in duruşunu destekleyeceksin." dedi.
Burak hemen araya girip "Komutanım, bu çok mantıklı bir karar!" diye atıldı.
Herkes dönüp ona baktı. Burak kendini toparlayıp "Yani… şey… Burçe Hanım çok iyi bir polis olduğu için… Başka bir sebep yok." dedi, sesi hafifçe titreyerek.
Burçe gülümseyerek "Teşekkür ederim Burak Bey, sizin de iyi çalışacağınızı umuyorum." dedi.
Burak anında "Kesinlikle! Görev bizim için kutsaldır!" diye ciddiyetle dik duruşa geçti.
Ulaş ise "Yemin ediyorum bu tatil, benim için askeri eğitim kampına dönüştü." diye mırıldandı.
Ben içimi çekerek başımı iki yana salladım. Bu ekip bir araya gelince gerçekten asla sıradan bir şey yaşanmıyordu.
Ama işin en güzel yanı da buydu.
Burçe, kollarını bağlayıp hafif bir gülümsemeyle etrafa baktı. "O zaman ben de size bir şey açıklayayım." dedi.
Herkes bir anda ona döndü. Burak’ın gözleri merakla açıldı, Halil Komutan ise kaşlarını hafifçe kaldırdı.
"Ben artık hastane polisi değilim. Birim değiştirdim."** dedi sakin bir şekilde.**
Bir saniyeliğine ortam sessizleşti. İlk şoku atlatan Burak oldu.
"Ne?! Hangi birime geçtin?" diye sordu heyecanla.
Burçe hafifçe omuz silkip "Hastaneye tahammül edemiyorum artık. Özel Harekâtçıyım." dedi.
O an, Halil Komutan’ın bakışları bir anda değişti.
"İşte şimdi yandık." bakışı attı ve alnını ovuşturarak derin bir nefes aldı.
Burak’ın ağzı açık kalmıştı. "Sen… Sen Özel Harekât’a mı geçtin?" diye zorla sordu.
Burçe başını salladı. "Evet, geçen hafta eğitimi tamamladım. Şimdi resmen sahada görev alacağım."
Burak sarsılmış gibi arkasına yaslandı, gözleri bir noktaya sabitlenmişti. "Ben ne yapacağım?" diye fısıldadı.
Ulaş kahkahayı bastı. "Oğlum, sen zaten Halil Komutan’ın yeğenine yazılmakla kendi ölüm fermanını imzaladın. Şimdi bir de Özel Harekâtçı oldu! Kaç kurtar kendini!"
İlteriş kaşlarını kaldırarak Burak’a döndü. "Düşünsene Burak, Halil Komutan zaten seni her adımında izliyordu. Şimdi bir de Burçe sahada eğitimli bir operatör oldu. Kaçman da imkânsız artık."
Burak iyice soldu. "Yani… Benim şansım… Sıfır?"
Fatih gülerek "Aynen öyle. Sıfır. Geçmiş olsun kardeşim." dedi.
Halil Komutan derin bir nefes aldı, "Bari bana bunu önceden söyleseydin Burçe!" diye söylendi.
Burçe gülümseyerek omzunu silkti. "Dayıcığım, sürpriz olsun istedim."
Burak hızla ayağa kalktı, "Ben biraz hava almam lazım." diyerek dışarı çıktı.
Hepimiz kahkahayı bastık. Burak artık hayatının en büyük sınavına girmişti.
Ve biz de bu sınavın her saniyesini izlemekten büyük keyif alacaktık!
Burak, yüzünde tarifsiz bir ifadeyle dışarı çıkarken biz gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk.
İlteriş derin bir nefes alıp koltuğa yaslandı, "Burak resmen hayatının en büyük operasyonuna düştü ve çıkışı yok." dedi kahkaha atarak.
Ulaş başını salladı, "Yani Burak’ı bir düşman bölgesine salsan bu kadar strese girmezdi. Ama şimdi hem Halil Komutan hem de Burçe’nin gözetimi altında olacak."
Fatih kıkırdayarak "Kardeşim, çocuk hem sevgilisinden hem kayınpeder sayılabilecek adamdan emir alacak. Daha büyük bir psikolojik savaş var mı?" dedi.
Halil Komutan gözlerini Burçe’ye çevirdi, hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Bu kararı nasıl verdin?" diye sordu.
Burçe sakince çayını yudumladı, sonra gülümseyerek "Dayıcığım, senin gibi disiplinli bir adamın yeğeni olup da masa başında oturmak yakışır mı?" dedi. "Hem sahada olmak istedim, hem de harekât biriminde kendimi daha faydalı hissedeceğimi düşündüm."
Halil Komutan derin bir iç çekti. "Hadi bakalım… Artık bu iş resmiyet kazandığına göre Burak’ın hayatı daha da zor olacak." dedi.
Tam o sırada Burak tekrar içeri girdi.
Ama bu sefer farklıydı. Gözlerinde bir kararlılık vardı. Derin bir nefes aldı, Burçe’ye yaklaştı ve ciddi bir ses tonuyla konuştu:
"Burçe, sen Özel Harekâtçı oldun, ben de Özel Kuvvetler’deyim. İkimiz de sahada çalışıyoruz. Şu an kader bizi aynı çizgiye getirdi, değil mi?"
Herkes merakla Burçe’nin cevabını bekledi. Burçe gözlerini kısarak Burak’a baktı.
"Öyle sayılır." dedi gülümseyerek.
Burak bir adım daha yaklaştı, kendine güvenen bir şekilde "O zaman artık aramızdaki bu gerilimi kaldıralım. Bir gün seninle gerçekten dışarı çıkabilir miyim?" diye sordu.
Oda bir anda sessizleşti.
Halil Komutan gözlerini kıstı. Burak resmen Halil Komutan’ın gözü önünde Burçe’ye teklif yapıyordu.
Burçe hafifçe başını yana eğdi, "Şartlarım var." dedi.
Burak yutkundu. "Ne şartı?"
Burçe sırıtarak "Önce şu fuarda düzgün çalış, sonra bakarız." dedi.
Burak derin bir nefes aldı, hızla başını salladı. "Tamam! Anlaştık!"
Halil Komutan gözlerini devirdi, "Ben ne zaman emekli oluyorum Allah’ım?" diye mırıldandı.
Ve o an, Burak hayatında yeni bir mücadeleye resmen adım atmış oldu.
Ama hepimiz biliyorduk… Bu işin sonu çok ama çok eğlenceli olacaktı!
Burçe, gördüğüm kadarıyla sert bir kızdı.
Disiplinli, soğukkanlı ve ne istediğini bilen biri… Özel Harekât’a geçecek kadar gözü karaydı.
Peki, Burak gibi cıvık bir adam onunla yapabilir miydi?
Burası tam bir muammaydı.
Burak, yıllardır timin neşesi olmuş, her durumu şakayla hafifleten adamdı. Ama az önce, hayatında ilk kez gerçekten ciddileştiğini gördüm.
Çünkü kimse Halil Komutan’ın önünde, hem de onun yeğenine çıkma teklif etmeye cesaret edemezdi.
Ama Burak etti.
Ve o an fark ettim ki…
Bu adamın içinde, şakalaşmaların ve gevşek tavırlarının ardında, gerçekten cesur bir adam yatıyordu.
Burçe’nin sertliğine karşılık, Burak’ın korkusuzca hareket etmesi bir denge oluşturabilir miydi?
Zaman gösterecekti.
Ama bildiğim tek bir şey vardı: Bu hikâye yeni başlıyordu.
Umay sessizce yanıma yaklaştı, elini koluma koydu ve gözlerimin içine bakarak konuştu.
"Yarın ikimiz de kontrole gideceğiz." dedi sakince. "Ayrıca kadın doğum bölümünden de randevu aldım."
Bir an donakaldım.
Gözlerimi ona çevirdiğimde yüzündeki hafif gülümsemeyi fark ettim.
"Kadın doğum mu?" diye tekrarladım.
Umay başını hafifçe salladı, "Evet. Artık zamanı geldi diye düşündüm, Altay." dedi.
Boğazımda garip bir düğüm oluştu. Nakilden sonra her şeyin yolunda gitmesi için o kadar odaklanmıştım ki…
Bunu bu kadar çabuk beklemiyordum.
"Gerçekten mi?" diye fısıldadım, sesim farkında olmadan yumuşamıştı.
Umay elimi tuttu, "Evet, Altay. Yeniden anne olma fikrine hazır hissediyorum. Sen hazır mısın?" dedi, gözlerini gözlerime dikerek.
O an içimde bir sıcaklık yayıldı. Aybars’ın minicik ellerini, ilk baba dediği anı, Umay’ın onunla geçirdiği zamanı düşündüm.
Ve gülümsedim. "Senin yanındayken her şeye hazırım, Umay." dedim, elimle yanağını okşayarak.
Gözleri hafifçe doldu ama gülümsedi. "O zaman yarın yeni bir başlangıç için hastaneye gidiyoruz, babacığım."
Babacığım…
O an kalbimde bir şeylerin yeniden filizlendiğini hissettim.
Yarın, bizim için sadece bir kontrol günü değil, belki de yeni bir hayatın ilk adımı olacaktı.
İkinci çocuk…
Bu fikir beynimde yankılanırken, birden dünya üzerime yıkıldı.
Aybars’ın ilk anlarını kaçırmıştım.
Ama öyle basit bir şekilde değil. Oğlum doğduğunda ben yoktum.
Çünkü ben şehit biliniyordum.
Oğlumun ilk nefesini aldığını göremedim. İlk ağlayışını duyamadım. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alamadım. O babasız büyüdü, annesinin gözyaşlarını göğsünde hissetti.
Ben ise… Soğuk bir tabutun içinde sanıldım.
Geri döndüğümde Aybars büyümüştü. Artık bir bebek değildi, beni tanımıyordu. İlk adımlarını annesiyle atmış, ilk kelimelerini onsuz tamamlamıştı. Benim için zaman donmuştu, ama onun için ilerlemişti.
Ve şimdi… İkinci çocuk.
Ben ilkinde yoktum. Peki ya ikincisinde?
Oğlumun kayıp babası olmaktan, çocuklarımın eksik parçaya sahip olduğu bir adam olmaktan korktum.
Göğsüme bastıran bir ağırlıkla nefesim kesildi.
Gözlerim karardı.
Ayaklarım yerden kesildi. Bilinçsizce sendeledim ve ardından sert bir çarpma hissettim.
Son duyduğum şey, Umay’ın panikle bağırışıydı:
"Altay?! Altay, iyi misin?! Biri yardım etsin!"
Ve sonra…
Hiçlik.
Gözlerimi araladığımda evimin tavanını gördüm.
"Demek cennetteyiz..." diye düşündüm bir an. Sonra Burak’ın yüzü tavanın önüne gelip girdi görüş açıma.
Cennet bu adamı neden kabul etti lan?
Kendime gelmemle birlikte, bacaklarımı Burak’ın tuttuğunu fark ettim. Yüzünde komik bir panik vardı; bir yandan korkuyor, bir yandan da ‘acaba ölürsen ben suçlu olur muyum?’ diye hesap yapıyor gibiydi.
"Komutanım! Oha lan yaşıyor! Vallahi yaşıyor!" diye bağırdı birden.
Bu sefer Umay’ın ağlama sesini duydum. Ellerini başımın altına koymuş, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Gözlerim bulanıktı ama anında toparlanıp "Aşkım, ne oldu?" diye sordum.
Umay hıçkırarak kafamı tutmaya devam etti. "Sen! Sen! Birden bayıldın! Hiç kıpırdamadın! Öldün sandım Altay!" dedi ve yine ağlamaya başladı.
Tam elini tutup "Öyle bir şey yok, buradayım." diyecektim ki Burak panikle araya girdi:
"Komutanım, sen gittin! Valla gittin! Gözlerin döndü, dilin geriye kaçtı gibi oldu, ben seni bacağından tutup sarsmaya başladım! Kalp masajı yapacaktım ama İlteriş 'Ölürse ölür, sakın kırma adamı!' dedi!"
İlteriş gözlerini devirdi, "Öyle demedim lan! Kalp masajı gereksizse kırılır dedim."
Burak bana baktı, "Vallahi komutanım, tam İlteriş'le kalp masajına dalıyorduk, şehadet getiriyorduk ki birden gözlerini açtın!"
O an bacaklarımın neden havada olduğunu fark ettim.
"Burak, beni niye tutuyorsun?" dedim gözlerimi kısarak.
Burak "Komutanım, beynine kan gitsin diye! Hani öyle yapınca daha çabuk ayılıyorsun ya!"
"OĞLUM BEN BAYILDIM, ROKET DEĞİLİM!" diye bağırınca Burak anında bacaklarımı yere bıraktı.
Kafam hızla sert zemine vurdu.
"ANAAAH! BURAK!"
Burak panik içinde "Komutanım! Vallahi yanlışlıkla! Acil durum eğitimlerinde böyle demediler!" diye çırpındı.
Umay gözyaşları arasında kahkahaya boğuldu. "Siz gerçekten akıl sağlığı yerinde olmayan bir ekipsiniz." dedi burnunu çekerek.
İlteriş omzunu silkti, "Ne sandın yenge, burası Özel Kuvvetler. Kimse aklı başında buraya girmez."
Ben derin bir nefes aldım. Etrafımda bir yanda ağlayan karım, bir yanda paniklemiş Burak, bir yanda soğukkanlılığı elden bırakmayan İlteriş…
Hayattım buydu işte.
Beni bayıltan ikinci çocuk fikri miydi, yoksa bu ekiple bir ömür geçirme gerçeği mi, artık onu sorgulamam gerekiyordu…
Umay omzumdan dürterek "Kalk, hastaneye gidiyoruz! Kalk lan, bu bayılman hayra alamet değil!" diye panikle seslenince hızla ayağa kalktım.
Ama durmadım.
Tam aksine, Umay’ı kolundan tutup kendime çekerek sıkıca sarıldım.
Kollarımın arasında kalınca bir an afalladı, ama sonra rahatladı.
Başı göğsüme yaslanmış haldeyken, kulağına eğildim ve fısıldadım:
"Ben heyecandan bayıldım, sakin ol."
Umay tam bir şey diyecekti ki devam ettim:
"İkinci çocuğu yaptığımızı hayal ettim de…" dedim gülerek.
Bir saniyeliğine sessizlik oldu.
Umay başını kaldırıp bana baktı. Gözleri hâlâ hafif kızarmış, ama içinde hem rahatlama hem de o meşhur sert bakışı vardı.
"Altay, yemin ederim ikinciyi yapmadan önce seni çocuk doktoruna götüreceğim. Bu kafayla nasıl iki çocuk bakacağız?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Burak hemen araya girdi, "Bence komutanım çocuk yapmadan önce bayılma eğitimine falan girsin. Acil durumlarda kriz yönetimi zayıf." dedi kıkırdayarak.
İlteriş gözlerini devirip "Oğlum adam sevinçten bayıldı diyoruz, sen hâlâ eğitim diyorsun." dedi.
Ben iç çekerken Umay hafifçe başını salladı. "Hadi giyin, gidiyoruz. Bu bayılma işi benim içime sinmedi."
Umay’ın elini tuttum, "Tamam, gidelim ama şunu bil: Heyecandan bayılan bir adamım ama seni ve çocuklarımızı ömrüm boyunca yere düşürmem."
Bu sefer gerçekten gülümsedi. "O zaman önce hastane, sonra ikinci çocuk planları, tamam mı bayılan kahraman?"
Ve böylece, baygınlık krizini atlattıktan sonra hastane yoluna koyulduk.
Ama içimden bir his diyordu ki… Bu, sadece daha büyük bir maceranın başlangıcıydı.
Hızlıca üzerimi değiştirip Umay’la beraber evden çıktık. Aybars, Yaseminka ile kalacaktı. İlteriş bana "Eğer yine bayılacak gibi olursan, önceden haber ver de halıyı serelim." diyerek arkamdan laf attı, Burak ise hâlâ kıkırdamaktan kendini alamıyordu.
Arabaya bindiğimizde Umay direksiyonu aldı, gözleri hâlâ endişeliydi. "Cidden, Altay. Bir şeyin varsa bilelim. Yoksa nasıl ikinci çocuğu yapacağız?" dedi kaşlarını hafif çatıp.
O an bir anda içimi bir sıcaklık kapladı.
"Demek ikinci çocuğu kesin yapıyoruz yani?" dedim sırıtarak.
Umay direksiyona odaklanmış gibi yapsa da yanaklarına hafif bir pembelik yayıldı.
"Önce bir sağlık raporunu görelim, sonra karar veririm." dedi sert ama gülümseyerek.
Yolda hastaneye vardığımızda, bekleme salonunda otururken kendimi Umay’dan çok, sorguya alınan bir asker gibi hissettim.
Hemşire beni içeri çağırdığında Umay ciddi bir ifadeyle doktorun yanına oturdu ve "Bayıldı. Sebebini net öğrenmeden buradan çıkmasına izin vermiyorum." dedi, doktorla pazarlığa oturuyormuş gibi.
Doktor hafifçe gülümsedi, "Merak etmeyin, tetkikleri yapalım, tansiyonuna bakalım, eğer gerekirse kan testi de alırız." dedi.
Tamam dedim, sıkıntı yok… Ama kan alınacağını duyunca içimde bir şeyler kıpırdadı.
Umay'ın elini sıkıca tuttum.
O da hafifçe sıkarak "Bari bu sefer yine bayılma." diye fısıldadı.
Ben kendimden emin bir şekilde, "Ne bayılması ya? Ben Özel Kuvvetler adamıyım!" dedim.
Beş dakika sonra…
Kan tüpüne bakarken gözlerim karardı, elim soğudu.
Umay başını iki yana sallayıp "Allah’ım, ben gerçekten bununla nasıl ikinci çocuk yapacağım?" diye iç çekti.
Hemşire, "Komutanım, iyi misiniz?" diye sorunca derin bir nefes aldım, dik durdum.
"Gayet iyiyim… Sadece... Bu kan biraz fazla kırmızı geldi." diye mırıldandım.
Umay kahkahasını zor tuttu. "Sen ameliyat geçirmiş adamsın, bu neyin hassasiyeti?"
Başımı iki yana sallayıp "Tamam ya, küçük bir tansiyon düşmesi sadece." dedim toparlanarak.
Ama içimden bir his diyordu ki, bu çocuk planları gerçekten büyük bir savaş olacaktı.
Doktor, sonuçlarla birlikte içeri girdi. Elinde dosya, yüzünde hafif bir gülümseme vardı.
Bize doğru yürürken, sesini biraz yumuşatıp, cilveli bir tonda konuştu:
"Maşallah, Altay Bey, taş gibisiniz. Karaciğer durumunuz gayet iyi."
Tam o anda, yanımda oturan Umay’ın vücudu bir an gerildi.
Bunu hissetmemek mümkün değildi.
Önce kaşları hafifçe kalktı, sonra yavaşça gözlerini kıstı. Doktorun elindeki kağıtlardan çok, onun yüzünü inceliyordu.
Ben, "Hah, tamam. Burada kıyamet kopacak." diye içimden geçirirken, Umay burnundan hafif bir nefes verip dizini benimkinin üzerine attı.
Bildiğin bölge işaretledi.
Doktor ise hâlâ tatlı tatlı gülümsüyordu. "Gerçekten çok sağlıklı bir vücudunuz var, özellikle de ameliyat geçmişinize bakarsak oldukça iyi toparlanmışsınız." dedi, gözlerini doğrudan bana dikerek.
Tam teşekkür edecektim ki Umay benden önce davrandı.
"Evet, çünkü kendisine çok iyi bakan bir eşi var. Tüm sürecini bizzat ben takip ettim." dedi.
Cümledeki vurgu netti:
"Sana ihtiyacı yok, ben buradayım!"
Doktor hafifçe gülümsedi, "Tabii ki, destek çok önemli." diye karşılık verdi ama Umay daha da dikleşti.
Bir yandan bacağı hâlâ benimkinin üzerindeydi, bir yandan da ellerini göğsünde kavuşturmuş şekilde konuşuyordu:
"Altay'ın her şeyiyle ben ilgileniyorum. Beslenmesi, uykusu, ilaçları, egzersizleri… Hepsini ben kontrol ediyorum. O yüzden bu kadar sağlıklı olması sürpriz değil."
Doktor gülümseyerek başını salladı, "Ne güzel, böylesine ilgili bir eşiniz olduğu için çok şanslısınız Altay Bey." dedi.
Tam bir şey diyecektim ki Umay yine benden önce atıldı:
"Evet, farkındadır zaten." dedi göz kırparak.
Doktor o an konuyu değiştirme gereği hissetti, hafifçe öksürüp rapora döndü.
Ben ise içimde kahkaha patlatmamak için dudaklarımı sıkıyordum. Umay kıskanınca tam bir savaş alanına dönüşüyordu!
Doktor son kontrolleri anlatırken, Umay’ın eli hafifçe benimkini sıktı. Mesaj belliydi: "Ben buradayım, sen de gözünü başka yere kaydırma!"
Ben başımı hafifçe eğip kulağına fısıldadım:
"Kraliçem, seni başka kimseyle değiştirir miyim sence?"
Gözlerini benden ayırmadan, hafifçe başını kaldırıp "İyi olur." dedi, ama yanaklarındaki hafif pembelik beni ele verdiğini gösteriyordu.
Ve işte böyle…
Muayene bitmişti, ama Umay’ın kıskançlık dersi yeni başlamıştı.
"Sen de bir daha bu kadar yakışıklı olma!" dedi Umay, gözlerini kısıp kaşlarını çatarken.
Ben ise kocaman sırıtıp "Aşkım, bunu ben seçmiyorum, Allah vergisi." dedim göz kırparak.
Umay anında dizine hafifçe bir şaplak indirdi. "Altay, vallahi ameliyatlı yerine vururum!" diye tehdit etti, ama gözleri hala hafif kızarmıştı.
Tam ciddileşip gönlünü alayım derken, Burak kapıyı aralayıp kafasını içeri uzattı.
"Ooo! Aşk krizi mi var? Hadi anlatın, detay verin!" dedi sırıtıp.
Umay ona yan bakarak "Burak, şuan tek bir kelime daha edersen seni Halil Komutan’a şikayet ederim!" dedi.
Burak anında ciddileşip "Devam edin, hiç görmedim, duymadım, bilmiyorum." diyerek kapıyı kapattı.
Ben kahkaha atarken, Umay gözlerini devirip çantasını kaptı. "Hadi gidiyoruz, yakışıklı kriz merkezi!" dedi.
Ben de gülerek yerimden kalkıp kolunu tuttum. "Ama itiraf et, biraz da hoşuna gitti."
Umay hafifçe başını çevirdi, dudaklarını büktü, "Hadi yürü be Altay!" dedi ama yanaklarının kızardığını görmek beni fazlasıyla eğlendirdi.
Ve işte böyle…
Muayene bitmişti, ama ben Umay’ın kıskanç hallerine ömür boyu bayılacağımı fark etmiştim.
Onkoloji servisine ilerlerken, Umay’ın elinin aniden elimi sıkmasıyla duraksadım.
Kontrol günlerinde hep gergin olurdu. Beden dili, bakışları, nefes alışverişi bile değişirdi. Ama hiçbir şey söylemezdi. Sadece elimi sıkardı.
Bu, onun sessiz savaşçılığıydı.
Ben de elimi onun elinin etrafına iyice sardım, hafifçe sıkarak "Beraber geldik, beraber çıkacağız buradan." diye fısıldadım.
İkimiz de nakilden sonra inanılmaz hızlı toparlanmıştık.
Doktorlar bile "Bu kadar kısa sürede eski gücünüze dönmeniz inanılmaz." demişti. Ama biliyordum, bu sadece fiziksel bir iyileşme değildi.
İkimiz de birbirimize tutunarak iyileşmiştik.
Kapının önüne geldiğimizde, Umay bir an duraksadı. Derin bir nefes aldı ama bırakmadım.
Gözlerini bana çevirdi, "Taş gibiyiz, değil mi?" diye sordu hafif gergin bir gülümsemeyle.
Başımı salladım, "Beton gibiyiz." dedim.
Güldü. Hafifçe başını eğdi, sonra kapıyı iterek içeri girdik.
Ne olursa olsun, bu savaşı çoktan kazanmıştık.
Ve şimdi… Sadece zaferimizi ilan etme zamanıydı.
Hastaneden çıktığımızda, hava tertemizdi. Gerginlikten sıyrılmıştık, sonuçlarımız iyiydi.
"Manava uğrayalım mı?" diye sordum, Umay başını salladı. "Olur, zaten eve sağlıklı bir şeyler alalım. Canım meyve çekti." dedi.
O zamandan beri beslenmemize dikkat ediyorduk. Nakilden sonra vücudumuzu zorlamamak için glutensiz ve daha sağlıklı beslenmeye karar vermiştik.
Manava girdiğimizde, Umay tam bir beslenme uzmanı gibi hareket etti.
"Altay, avokado alalım, sağlıklı yağ deposu."
"Tamam kraliçem, ama ben şu çilekleri de alıyorum. Çünkü çok güzeller ve ben meyve yemeyi abartmadan yapamıyorum." dedim göz kırparak.
"Altay, o kadar çilek fazla!" dedi ama ben çoktan iki kutu almıştım.
"Ama bak, nar da alıyoruz! Nar, antioksidan deposu!" diye ekledim ciddi ciddi.
Umay gözlerini devirdi, "İyi tamam, ama o aldığın muzların yarısı Aybars’a gidecek."
"E oğlum zaten büyüyecek, yesin. Adam kuvvetlenecek!" dedim gülerek.
Poşetleri taşırken Umay’ın yüzündeki rahatlamayı fark ettim. Hastaneden çıkıp böyle basit şeyler yapmak bile ruhumuza iyi geliyordu.
Eve doğru yürürken, poşetlerden biri patlayacak gibi oldu.
Umay kaşlarını kaldırıp "O poşeti bırak, ben alayım." dedi.
"Asla! Sen narin bir kraliçesin, ben ise yük taşıyan bir gladyatörüm." dedim gururla.
Umay kahkaha attı. "Sen tam bir şovmensin Altay."
Başımı iki yana sallayıp "Hayır, ben sadece sağlıklı beslenme düzenini benimsemiş kaslı bir adamım." dedim göz kırparak.
Eve vardığımızda Aybars kapıda bizi bekliyordu.
"Annem, babam, ne getirdiniizzz?" diye heyecanla zıpladı.
Poşeti açıp "Sana muzlu çilekli smoothie yapacağız küçük adam!" dediğimde, gözleri parladı.
Ve işte böyle…
Savaşları kazandık, şimdi hayata tatlı bir mola verme zamanıydı.
Beslenmeme düzen kattığımdan beri daha fazla yakışıklı olduğumu hissediyordum.
Eskiden, operasyonlar ve stres yüzünden uykusuzluk, yorgunluk ve kötü beslenmeyle savaşırken aynaya bakmaya bile fırsat bulamazdım. Ama şimdi…
Cildime resmen ışık gelmişti.
Bir tane bile sivilcem yoktu, yüzüm daha dinç, göz altlarım daha aydınlıktı. Sağlık denen şey gerçekten de içten dışa bir mucize gibi işliyordu.
Ama esas değişim bende değil, Umay’da oluyordu.
Zaten pürüzsüz bir cildi vardı, ama şimdi… Resmen ışıldıyordu.
Hastalığın gölgesi tamamen silinmiş, yanaklarına sağlıklı bir pembe ton gelmişti. Saçları yeni yeni uzuyordu, kısa ama tatlı dalgalar yapıyordu.
Ona her baktığımda, yeniden hayata dönen bir kadın görüyordum.
Ve bu, bana dünyanın en büyük zaferinden daha kıymetli geliyordu.
Mutfakta meyveleri ayıklarken, göz ucuyla Umay’a baktım. Gerçekten güzelleşiyordu.
Kendi kendime sırıttım. "Ulan Altay, sen zaten yakışıklıydın da, şimdi iyice taş oldun!" diye içimden geçirirken, Umay kaşlarını kaldırdı.
"Ne o? Kendine aşık mı oldun?" dedi gülerek.
Göz kırptım, "Sana yetebilmek için formda olmam lazım kraliçem."
Umay kahkaha attı, "Altay, sen gerçekten bir gün aynaya bakıp kendi güzelliğinden bayılacaksın!" dedi.
Omuz silktim. "Ne yapayım? Mükemmel olmanın yan etkileri."
Gülerek kafama bir çilek fırlattı. "Hadi gel yakışıklı adam, şu smoothie’yi yapalım!"
Ve işte böyle…
Hem içten hem dıştan iyileşiyorduk.
Ve bu, bizim en büyük mucizemizdi.
Tam Umay’la mutfakta smoothie yapmaya başlamıştık ki, kapı aniden çaldı.
Kapının önünde bu kadar aceleyle zil çalan biri varsa, ya Burak’tı ya da Burak’tı.
Gidip kapıyı açtığımda, Burak hızla içeri daldı.
Üzerinde her zamanki gibi fazla rahat bir tişört, gözlerinde panik dolu bir ifade vardı. “Komutanım! Acil durum var!” diye bağırdı.
Umay ellerini beline koyup "Ne oldu Burak? Kıyamet mi kopuyor? Neden evime baskın yapıyorsun?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Burak ciddiyetle bana döndü, “Komutanım, çok önemli bir şey danışmaya geldim.” dedi.
Ben derin bir nefes aldım. "Burak, umarım bu sefer gerçekten mantıklı bir şey soracaksın."
Burak yere diz çöküp ciddiyetle konuşmaya başladı:
"Komutanım, bir insan bir kızı nasıl etkiler? Yani bak, yakışıklılık var, karizma var, Özel Kuvvetler eğitimim var ama…"
Umay araya girip "Bunların hepsi tartışılır ama devam et." dedi gözlerini devirerek.
Burak onu duymazdan gelip devam etti:
"Ama Burçe bana mesafeli davranıyor! Komutanım, ben bu kadını nasıl tavlayacağım?!" diye isyan etti.
Ben ve Umay aynı anda kahkaha attık.
"Burak, sen daha ne yaptığını bilmiyorsun ki!" dedim. "Kız Özel Harekâtçı oldu, Halil Komutan'ın yeğeni ve sen hâlâ ‘nasıl tavlarım’ diye mi düşünüyorsun?"
Burak gözlerini devirdi. "Komutanım, siz de mi bana acı çektireceksiniz? Şu güzelliğinize, ışıltılı cildinize bakın! Sizce ben bu seviyeye nasıl gelebilirim?" dedi.
Umay gülerek "Önce glutensiz beslenmeye başla." diye önerdi.
Burak "Tüh! Ben her gün ekmek gömüyordum, hata mı yaptım?" diye söylendi.
Kafama vurdum. "Burak, ekmekten değil, özgüvensizliğinden kaybediyorsun. Sakin ol, kendin ol. Burçe zaten seni sevmezse zorla olmaz." dedim.
Burak kaşlarını çattı, "Ama ben gerçekten sevdim komutanım! İlk defa bu kadar ciddiyim!"
Umay bana baktı, sonra Burak’a döndü. "O zaman Burçe’nin ciddiyetine saygı göster. Onun hızında ilerle." dedi.
Burak bir an düşündü, sonra ayağa kalktı, yumruğunu sıktı ve "Tamam! Kararlıyım! Halil Komutan beni kovalasa da, Burçe beni yere yapıştırsa da, ben vazgeçmeyeceğim!" dedi.
Umay bana dönüp "Bu çocuğun aşkı da aksiyon filmi gibi." diye mırıldandı.
Ben derin bir nefes aldım. "Burak, aşk savaşı vermiyorsun. Sakin ol ve kadını anlamaya çalış."
Burak başını salladı, sonra gözlerini kısıp ekledi:
"Ama yine de Halil Komutan’ı nasıl ikna edeceğim konusu muallakta. Belki ona da glutensiz beslenmeyi öneririm?"
Bu sefer hepimiz güldük.
Ve o an anladım ki, Burak ve Burçe meselesi, benim en büyük sabır testim olacaktı.
Burak’ın Halil Komutan’ı glutensiz beslenme ile ikna etme fikri hepimizi güldürse de, bu çocuk gerçekten âşıktı.
Ben başımı iki yana sallayıp, "Bak Burak, Halil Komutan’ı ikna etmek için ekmeği kesmek yetmez. Adamın güvenini kazanman lazım." dedim.
Burak kaşlarını çattı, "Komutanım, ben Özel Kuvvetler’deyim, eğitimliyim, sadığım, güvenilirim! Daha ne yapayım?"
Umay, Burak’ın bu içten patlamasına kahkahayla karşılık verdi. "Özel Kuvvetler olman bir şey ifade etmiyor Burak. Sen Halil Komutan için hâlâ flört eden bir çocuksun."
Burak ellerini saçlarına götürüp geriye taradı. "Lan ben 25 yaşına geldim! Çocuk muyum?!"
Ben derin bir nefes alıp, "Halil Komutan’ın gözünde? Evet." dedim.
Burak yere çöktü, dizlerini karnına çekip "Öyleyse Burçe’yi unutayım, manastıra kapanayım." diye mırıldandı.
İlteriş kapıdan kafasını uzatıp "Bence gerçekten manastır iyi fikir. Hem meditasyon yaparsın, hem ekmek yememiş olursun, ruhen ve bedenen arınırsın." dedi sırıtarak.
Burak ona ters ters baktı, "Çekil git lan! Aşka saygınız yok!" diye söylendi.
Tam o sırada telefonum çaldı. Arayan Halil Komutan’dı.
"Lan işte geldik en kritik ana!"
Umay ve Burak anında sustu, İlteriş gözlerini kocaman açtı. Salondaki hava aniden gerildi.
Derin bir nefes alıp telefonu açtım. "Buyurun komutanım."
Halil Komutan’ın tok sesi geldi. "Altay, Burak orada mı?"
Aha!
Burak bir anda renk değiştirdi, Umay elini ağzına götürdü, İlteriş ise kahkahasını zor tuttu.
Ben kısa bir duraksamadan sonra "Evet, komutanım. Tam da şu an burada." dedim.
Halil Komutan ciddi bir tonla devam etti. "Onunla biraz konuşmam lazım. Telefona ver."
Burak’ın ruhu bedeninden ayrıldı. Adam gözlerimin içine bakıp ‘abi ne olur yapma’ bakışı attı.
Umay yanımdan fısıldadı. "Ver Altay, kaderiyle yüzleşsin."
Burak başını hızla iki yana salladı, "Komutanım, siz benim dostumsunuz, kardeşimsiniz, canımsınız. Beni satmayın!" diye yalvarır gibi baktı.
Ama gülümseyerek telefonu uzattım. "Al bakalım Burak. Seven adam cesur olur."
Burak yutkundu, elleri hafif titreyerek telefonu aldı. Tüm oda ona bakıyordu.
Ve Halil Komutan konuşmaya başladı.
"Burak… Benden bir şey mi saklıyorsun?"
Burak’ın suratı anında bembeyaz oldu.
Bu, Halil Komutan’ın şüphelenmiş haliydi.
Ve hepimiz, Burak’ın kaderinin tam şu an çizildiğini biliyorduk.
Burak titreyen elleriyle telefonu tutarken biz nefesimizi tutmuştuk.
"Burak... Benden bir şey mi saklıyorsun?" dedi Halil Komutan, sesi ciddi ve tehditkârdı.
Burak boğazını temizleyip en masum tonuyla konuşmaya başladı:
"Komutanım, biz Burçe Hanımla yolda karşılaştık…"
O an odadaki herkes Burak'a odaklandı.
"Eeee?" diye sordu Halil Komutan.
Burak devam etti, sesi hafif titriyordu:
"O sırada burnumuza bir kahve kokusu vurdu..."
Ben içimden "Sakın saçmalama Burak, sakın saçmalama." diye geçirirken, Burak en büyük hatasını yaptı:
"Biz de gittik, çay içtik."
Sessizlik.
Bir saniye…
İki saniye…
Üç saniye…
Ve sonra, Halil Komutan’ın sesi patladı:
"Ulan canınız kahve çektiyse niye çay içtiniz?!?!" diye bağırdı.
Burak yerinde sıçradı, telefon elinde titredi. "Komutanım yemin ederim biz de bilmiyoruz!" diye panikle konuştu ama o sırada Halil Komutan telefonu suratına kapattı.
O an bende film koptu.
Elimi karnıma koyup kahkahalarla gülmeye başladım.
Umay da yanımdan destek alamadı, başını tezgâha dayayıp kriz geçiren gibi gülüyordu.
İlteriş duvarı yumrukluyor, nefessiz kalmamak için çabalıyordu.
Burak bembeyaz bir suratla hepimize bakıp "Ne gülüyorsunuz lan?! Adam beni öldürecek!" diye bağırdı ama bu daha da fazla kahkaha atmama sebep oldu.
Gözümden yaşlar gelerek "Oğlum Halil Komutan nasıl mantık aradıysa artık! Niye kahve kokusuna çay içersiniz lan?! diye tekrar edince Umay tezgâha kafasını vura vura gülmeye devam etti.
Burak ellerini saçlarına geçirip kendi kendine mırıldandı:
"Ben neden çay içtim? Niye içtim lan çayı?!?!"
Ve o an, hepimiz resmen hipoksiye girecek kadar kahkaha attık.
Burak’ın aşk hayatı, Türk savunma tarihine kahve kokusuna çay içen adam olarak geçecekti.
Burak hâlâ saçlarını çekiştirirken biz gülmekten nefessiz kalmıştık.
Umay başını tezgâhtan kaldırıp gözlerinden yaşlar silerek “Burak, gerçekten tarihe geçtin. Senin aşk hikâyen destan gibi değil, fıkra gibi olacak!” dedi.
Burak ellerini havaya açıp “Ben ne bileyim lan Halil Komutan’ın mantık arayacağını?! Zaten yeterince stres altındaydım, bi’ de çay sipariş etmişim… Kahve içseydim daha mı az kızardı?” diye sızlandı.
İlteriş gözlerini devirdi, “Oğlum, Halil Komutan senin Burçe’yle kahve içmene değil, saçmalamana sinirlendi. Adamın zaten sinirleri zayıf, sen de gidip mantık hatalarıyla beynini yaktın!” dedi.
Ben hâlâ gülmeye çalışırken ciddileşmeye çalıştım, ama mümkün değildi.
"Burak, bak bir düşünsene, seninle Halil Komutan’ın karşılıklı oturup tartıştığını... Adam sana ‘Sen bu kızı neden istiyorsun Burak?’ diye soracak, sen de ‘Komutanım, burnuma aşk kokusu geldi, gittim çay içtim’ diyeceksin."
Bunu söyler söylemez yine kahkaha patladı.
Burak bana ters ters bakıp “Komutanım, benimle dalga geçmeyin ya, adam az önce beni öldürmeye yemin etti resmen!” dedi.
Tam o sırada Burak’ın telefonu tekrar çaldı.
Ekranda koca harflerle HALİL KOMUTAN yazıyordu.
Burak’ın ruhu bedenini terk etti.
İlteriş hızla arkasına yaslandı, Umay ağzını kapattı, ben ise nefesimi tuttum.
Burak titreyen parmaklarıyla telefonu açtı, telsiz anonsu yapar gibi konuştu:
“Burak dinlemede komutanım.”
Halil Komutan’ın sesi tok ve netti:
“Burak. Yarın 08.00’de karargâhta ol. Birlikte kahve içeceğiz.”
Burak bir saniye ne olduğunu anlayamadı, sonra gözleri fal taşı gibi açıldı.
“E-e-e-efendim? Yani şey… Kahve mi?”
Halil Komutan: “Evet, kahve. Ama sakın çay isteme. Konuşmamız lazım.”
Ve sonra, çıt ses çıkarmadan telefonu kapattı.
Burak dondu.
Biz şok içindeydik.
Sonra İlteriş yavaşça konuştu:
“Burak, sanırım seni infaz edecek.”
Burak nefes alamıyormuş gibi kekeledi:
“Çocuklar… Vasiyetimi yazdırayım mı?”
Ben iç çekerek omzuna vurdum.
“Burak, Halil Komutan seni tek başına kahve içmeye çağırdıysa… Bir ihtimal yaşarsın. Ama yaşayacağına da çok güvenme.”
Burak o an öyle bir panikle kalktı ki, çarptığı sandalye yere devrildi.
“Ben ölüyorum lan! Siz eğlenmeye bakın, ben ölüme yürüyorum!’’ diye çığlık attı ve hızla kapıya koştu.
Arkasından bağırdım:
“Burak! Kahveni şekersiz iç, belki Halil Komutan seni biraz daha adam yerine koyar!”
Kapıyı çarpıp gittiğinde biz yine kahkahalara boğulduk.
Burak’ın aşk hayatı çoktan bir komedi filmine dönüşmüştü.
Ve bu filmde, Halil Komutan başroldeydi.
Aybars, televizyonun karşısında Susam Sokağı’na dalmışken pipetli bardağına smoothie doldurdum ve usulca yanına oturdum.
Minik adam, ekrana odaklanmış bir şekilde Elmo’nun anlattıklarını dinlerken bardağı fark etti ve büyük bir ciddiyetle aldı.
"Sağ ol, babaa." dedi pipetinden kocaman bir yudum çekerken.
Ben gözlerimi kısıp gülümseyerek "Oğlum, bu kadar resmi olma, biz iş arkadaşı mıyız?" dedim.
Aybars başını çevirip bana kaşlarını çatmış gibi baktı. "Ama sen hep ciddi konuşuyon!" dedi, sonra tekrar Susam Sokağı’na döndü.
Yanımda Umay kahkaha attı. "Altay, çocuk haklı. Adam resmen kurumsal düzeyde teşekkür etti."
Gözlerimi devirdim. "Ne yapayım, saygılı bir çocuk yetiştiriyorum."
Aybars pipetinden bir yudum daha aldı, sonra başını bana çevirip "Baba?" dedi.
Ben gözlerimi ona çevirdim. "Efendim küçük adam?"
"Burak amca neden hep bağırıyo?"
O an Umay elindeki suyu neredeyse püskürtüyordu.
Ben ise gözlerimi kısarak iç çektim. "Oğlum, Burak amcanın iç sesi bile bağırarak konuşuyor."
Aybars başını sallayıp "Ama ben onu seviyorum." dedi, sonra Susam Sokağı’na döndü.
Ben de Umay da bunu duyunca koptuk.
Burak her ne kadar bazen kaosun ta kendisi olsa da, bizim küçük adam onu seviyordu.
Ve bu, belki de Burak için duyduğumuz en büyük sevgi beyanıydı.
Aybars, pipetinden son bir yudum çekip bardağını kucağına koyarken, gözlerini hâlâ Susam Sokağı’ndan ayırmıyordu.
Yanımda Umay sessizce gülümsüyordu.
Onları izlemek, savaş meydanında kazandığım en büyük zaferden bile değerliydi.
Aybars aniden bana döndü, "Baba?" dedi.
"Efendim küçük adam?" diye cevap verdim, elimi başına koyup saçlarını hafifçe karıştırarak.
Aybars ciddi bir ifadeyle "Beni hep sevecek misin?" diye sordu.
Ben bir an duraksadım. Minicik bir bedenin içinden çıkan bu büyük sorunun, içimi nasıl sıcacık ettiğini kelimelerle anlatamazdım.
Dizlerimin üzerine oturdum, onunla aynı seviyeye geldim ve ellerimi minik omuzlarına koydum.
"Oğlum, seni sonsuza kadar seveceğim. Ne kadar büyürsen büyü, nerede olursan ol, benim için hep babanın minik Aybars’ı olacaksın."
Aybars başını yana eğdi, sanki bir şey düşünüyormuş gibi. Sonra gözlerini kısmış bir şekilde "O zaman hep benim babam ol!" dedi.
Umay hemen araya girdi, "Oğlum, zaten hep baban olacak!" diye güldü.
Ama Aybars dudaklarını büzüp bana döndü, "Söz ver!" dedi, minik elleriyle parmağımı tuttu.
Elimi kalbime koyup "Söz veriyorum, küçük adam." dedim ciddiyetle.
O an minik kollarını boynuma dolayıp sımsıkı sarıldı.
Umay yanımızda gözlerini silip "Siz beni öldüreceksiniz." diye mırıldandı, gözleri dolmuştu ama yüzü gülüyordu.
Aybars aniden Umay’a döndü, "Anne sen de hep benim annem ol!" dedi.
Umay kahkaha attı, "Senin gibi tatlı bir çocuğu bırakıp nereye gideceğim minik adam?" dedi ve ona sarıldı.
Ben de onlara sarılıp "Hadi bakalım, aile kucaklaşması!" diyerek ikisini de sıkıca sardım.
Aybars kıkırdayarak "Kocaman ayı sarılması!" diye bağırdı ve daha da sıkı sarıldı.
Umay başını göğsüme yaslayıp "Bu anları hep hatırlayalım, tamam mı?" dedi fısıltıyla.
O an, en büyük zaferimizin savaşlar, görevler ya da başarılar değil… Birbirimize sahip olmak olduğunu anladım.
Ve içimden şükrettim.
İyileşmiştik. Bütün olmuştuk.
Ve bizim için asıl hayat şimdi başlıyordu.
"Küçük kurt," dedim gülümseyerek, "Başka bir şey izlemek ister misin?"
Aybars başını hızla kaldırdı, gözleri parlıyordu. "Evet, baba! Komik bi’ şey olsun!" diye heyecanla cevap verdi.
Gülümsedim, kumandayı elime alıp Ağaçkakan Woody Show’u açtım.
Aybars, ekrandaki Woody’nin kahkaha atmasını duyar duymaz kendi kahkahasını patlattı.
"AH-AH-AH-AH-AH!" diye Woody’nin gülüşünü taklit etmeye başladı.
Ben de kahkaha atarak "Oğlum, sen Woody’den bile daha komiksin!" dedim.
Umay başını iki yana salladı, gülerek "Siz ikiniz tam bir ikili oldunuz!" dedi.
Aybars hızla kucağıma tırmandı, bacaklarını üzerime atıp yerleşti. "Baba, sen de benimle izle!" diye emretti resmen.
Başımı sallayıp "Emredersin küçük kurt!" dedim ve kolumu onun etrafına doladım.
Umay da battaniyeyi aldı, yanımıza oturdu. "Tamam, ben de dahil oluyorum. Woody’siz çocukluk geçer mi?" dedi gülümseyerek.
Ve böylece…
Bir baba, bir anne, bir küçük kurt…
Sıcacık bir battaniyenin altında, Ağaçkakan Woody’nin kahkahalarına eşlik ederek, hayatın en güzel anlarından birini yaşıyorduk.
Oğlumu eskilerin çizgi filmleriyle büyütmeyi seviyordum.
Yeni nesil çizgi filmleri izlediğimde, renkleri fazla parlak, hikâyeleri fazla basit, karakterleri fazla yapmacık geliyordu. Ruh yoktu sanki.
Ama bu benim düşüncemdi, peki ya Aybars?
Bir gün, sırf denemek için yeni nesil bir çizgi filmi açtım.
Aybars önce ekrana gözlerini dikti, birkaç dakika izledi, kaşlarını hafif çattı.
Sonra yanıma yaslandı… göz kapakları ağırlaşmaya başladı… ve beş dakika içinde sızdı gitti.
O an gülümsedim.
"Tamam," dedim içimden, "Bu çocuk bizden."
Oğlum da gerçek bir nostalji ruhuydu.
Onunla Tom & Jerry izlemek, Taş Devri’ni açmak, Red Kit’in gölgesinden hızlı silah çekişini izleyip hayran kalmak bana da inanılmaz keyif veriyordu.
Ve en önemlisi, onun da bizim gibi bu anları ileride özlemle hatırlayacağını bilmek…
Bu, benim için zamanda küçük bir köprü kurmaktan farksızdı.
Umay tatil bavullarını hazırlarken ben de yanına yanaşıp kollarımı kavuşturdum.
"Kraliçem, ben bu süreçte ne yapıyorum? Yoksa sadece ağır yükleri taşıyan bir hamal mıyım?" dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay, kıyafetleri bavula yerleştirirken başını bile kaldırmadan konuştu:
"Sen büyük ihtimalle her şeye ‘Bu lazım mı?’ diye sorup, ‘Gereksiz bence’ deyip sonra taşımak zorunda kalacaksın."
Gözlerimi devirdim, "Benim hayatımda zaten karar verme hakkım var mı?"
"Hayır." dedi Umay, gözlerini bile kırpmadan.
İç çektim, kaderime razı geldim ve bavulun yanına çöküp yardım etmeye başladım.
"Bu ne?"" dedim elimde bir şişe krem tutarak.
"Güneş kremi."
"Ama sen tatlısın, zaten yanarsın." dedim sırıtarak.
Umay bana ters ters baktı, "Altay, espri yapacağına şu çorapları katla."
Elime çorapları aldım ama bir süre ne yapacağımı bilemeden baktım. Katladım ama yamuk oldu. "Ben operasyonda kamuflaj kıyafeti giymeye alışmış adamım, çorap katlamak benim yeteneklerim arasında değil."
Umay başını kaldırıp derin bir nefes aldı, "Allah’ım, bana sabır ver. Sen nasıl özel kuvvetlere girdin, kimse çorap katlamayı öğretmedi mi?"
"Düşman çorap fırlatmadığı için gerek kalmadı." dedim.
O sırada Aybars içeri koştu, "Anne, baba, ben ne giyicem?!" diye bağırdı.
Umay gülerek "Sana da en yakışıklı kıyafetlerini koyuyorum." dedi.
Aybars ellerini beline koydu, "Ama babam hep yakışıklı oluyo, bu sefer ben yakışıklı olcam!" dedi ciddi bir ifadeyle.
Ben kahkaha attım, "Oğlum, sen zaten yakışıklısın ama babanın genlerini taşımanın da bir ağırlığı var." dedim göz kırparak.
Aybars kıkırdayarak bana sarıldı, "O zaman ben en yakışıklı olayım, sen ikinci ol baba!" dedi.
Umay kahkahayı patlattı, "Kabul et Altay, tahtı kaptırıyorsun!" dedi.
Omuz silktim, "Tamam, bu seferlik küçük kurt yakışıklılık yarışmasını kazansın." dedim ve Aybars'ı havaya kaldırıp döndürdüm.
Ve böylece, tatil için bavulları hazırlarken, ev yine kahkahayla dolmuştu.
Bavul hazırlamak operasyonlardan bile daha zor olsa da, bizim ekiple her şey keyifliydi.
Bavul hazırlamak tahmin ettiğimden de büyük bir operasyondu.
Umay, neredeyse bütün dolabı bavula sığdırmaya çalışırken, ben de bir köşede ‘gerçekten lazım mı?’ diye sorguladığım eşyalarla boğuşuyordum.
"Umay, üç çift terlik fazla değil mi? Ayakların tatile tek tek mi çıkıyor?" dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay başını bile kaldırmadan "Biri plaj, biri otel, biri de dışarısı için. Sen anlamazsın, Altay." dedi.
"Ama ben tek terlikle bütün operasyonları atlattım." diye mırıldandım.
Umay, yavaşça başını kaldırıp gözlerini kıstı, "Operasyona mı gidiyoruz, tatile mi?"
Aybars bu konuşmayı izlerken kıkırdayarak "Annee, babayı yeniyorsun!" dedi.
Ben iç çekip pes ettim. "Tamam, üç çift terlik gitsin."
Sonra bavulda gereksiz gördüğüm başka bir şeyi aldım. "Bu ne şimdi?" dedim elimde küçük bir kutuyu tutarak.
"Cilt bakım setim." dedi Umay sakin bir şekilde.
"Allah aşkına tatile gidiyoruz, neyin bakımı bu? Denize girip çıkacağız, güneş yakacak, bakım falan hak getire!" dedim.
Umay yine gözlerini kıstı, "Altay, neden cildin şu an bebek gibi biliyor musun? Çünkü ben varım. O yüzden sus ve o kutuyu bavula geri koy."
Aybars büyük bir keyifle elindeki oyuncak arabayı sürerken bana döndü ve "Baba, sen kaybediyon!" dedi gülerek.
Gözlerimi devirdim, "Oğlum, evde demokrasi yok mu?!" diye sordum.
Aybars ciddi bir şekilde "Anneme karşı kazanamazsın." dedi ve oyuncak arabasını sürmeye devam etti.
Bu evde ittifaklar kurulmuştu ve ben açık ara kaybediyordum.
Neyse, tatilde en azından yakışıklılıkta birinciliği geri alırım.
Bavullar sonunda hazır olduğunda ben sırt üstü yatağa düştüm.
"Bu tatil, tatilden çok eğitim kampı gibi olacak, hissediyorum." dedim.
Umay yanıma gelip kaşlarını kaldırdı. "Bavul hazırlamakla yorulduysan, tatile çıkınca ne yapacaksın Altay Bey?" dedi gülerek.
Aybars hemen atladı. "Baba yorulmaz! Baba en güçlümüz!" dedi kollarını kas yapmaya çalışarak.
Ben hemen toparlanıp ayağa kalktım, "Tabii ki! Ben bu evin süper kahramanıyım!" dedim göğsümü kabartarak.
Umay gülerek çantasını kapattı, "O zaman süper kahraman, bavulları arabaya taşı bakalım." dedi.
Bir saniyeliğine düşündüm. "Bu tuzağa düştüm."
Ama yapacak bir şey yoktu. Süper kahraman olmak, süper yük taşımayı da beraberinde getiriyordu.
Aybars yanıma gelip "Baba, ben de yardım ediyim mi?" dedi heyecanla.
Gözlerini parlatmış, babasına destek olmak istiyordu.
Eğilip alnından öptüm. "Sen benim küçük yardımcım olacaksın. Hadi bakalım, tatil başlıyor!"
Ve böylece, bir yandan bavul taşırken, bir yandan da içimdeki huzurla gülümsedim.
Bu tatil, sadece dinlenmek için değil… Aile olmanın en güzel yanlarını yeniden keşfetmek için de harika bir fırsat olacaktı.
Umay, bavulları arabaya yerleştirirken bir an duraksadı.
Yüzündeki o tanıdık hüzün, kalbime ağır bir taş gibi oturdu.
“Ne oldu, kraliçem?” diye sordum, elimi sırtına koyarak.
Derin bir nefes aldı, gözlerini uzaklara dikerek “Babam…” dedi kısık bir sesle. “Onun mezarı da Antalya’da.”
Bir an içimde garip bir his oluştu.
Şehit Yarbay Haluk Karaca.
O, sadece Umay’ın babası değil, benim de komutanımdı.
Beni yetiştiren, disiplin veren, bir askerden öte bana baba gibi yol gösteren adam.
O, sadece savaş meydanında değil, hayatın içinde de bir kahramandı.
Ama ben ona bir söz bile veremeden, onu kaybettik.
Ben, onun emanetine gözüm gibi bakacağıma yemin etmiştim.
Şimdi o emanete bakıyordum.
Karım. O’nun bana bıraktığı en büyük miras.
Başımı eğdim, "Şehit Yarbay Haluk Karaca... Ruhun şad olsun, komutanım." diye fısıldadım.
Umay bana döndü, gözleri hafif doluydu ama gülümsemeye çalıştı.
"Antalya'ya gidince ilk iş onu ziyaret edeceğiz, değil mi?" dedi.
Başımı sertçe salladım. "Elbette. Hem oğlun da dedesini tanıyacak."
Tam o sırada Aybars arabanın içinden kafasını uzattı.
"Anne? Baba? Kimden bahsediyonuz?" dedi masumca.
Umay gülümseyerek çömeldi, oğlumuzun yanına gitti. Onun küçük omzuna dokundu.
"Dedenden, Aybars. Hem benim babam, hem de babanın komutanıydı. Çok büyük bir kahramandı."
Aybars gözlerini kocaman açtı. "O da Özel Kuvvetler’de miydi?"
Ben iç çekerek başımı salladım. "Evet oğlum. O bir Yarbaydı. Ama en önemlisi, onurlu, cesur bir adamdı. O olmasa, ben de bugün burada olmazdım."
Aybars düşündü, sonra gözleri ışıldayarak bana döndü.
"Baba, ben de büyüyünce kahraman olcam!" dedi gururla.
Boğazım düğümlendi. Ona ne desem, o adamı anlatmaya yetmeyecekti.
Elimi Aybars’ın başına koyup saçlarını hafifçe karıştırdım. "Sen zaten benim küçük kahramanımsın." dedim.
Umay gözlerini gökyüzüne kaldırdı.
"Baba, geliyoruz." diye fısıldadı.
Ve ben anladım ki, bu yolculuk sadece bir tatil değildi.
Bu, bir veda, bir teşekkür ve bir anma yolculuğuydu.
Arabaya bindiğimizde sessizlik vardı.
Ama bu, rahatsız eden bir sessizlik değil, anıların ağır bastığı bir sessizlikti.
Umay’ın gözleri uzaklara dalmıştı. Bir elini dizlerinin üzerine koymuş, diğerini ise camın kenarına yaslamıştı.
Motoru çalıştırırken, elimi nazikçe onun elinin üzerine koydum. "Bunu ertelediğimiz her gün içinde bir ukde kaldığını biliyorum. Bu sefer ertelemiyoruz, Umay. Antalya'ya gider gitmez ilk iş babanı ziyarete gideceğiz."
Umay başını yavaşça bana çevirdi, gözlerinde hem minnettarlık hem de derin bir hüzün vardı.
"Biliyor musun Altay?" dedi kısık bir sesle. "Babam seni severdi. Ama en çok da bana seni emanet edebilme fikrini severdi. Seni iyi tanıyordu."
Boğazıma koca bir düğüm oturdu.
Şehit Yarbay Haluk Karaca... Beni yetiştiren adam.
O zamanlar ben sadece bir üsteğmendim. O ise bana komutanlıktan çok öte bir şey öğretmişti.
Şeref, onur, sadakat.
Ve en önemlisi, bir adamın sevdiği kadına nasıl sahip çıkması gerektiğini.
O gün bana “Sen bir gün çok iyi bir eş ve baba olacaksın, Altay.” demişti.
Ben de başımı eğip, “İnşallah komutanım.” demiştim.
Şimdi… O’nun kızı yanımdaydı.
Ve ben, bütün savaşlardan sağlam çıkmış bir adam olarak bile, o mezarın başına gittiğimde ne diyeceğimi bilmiyordum.
Tam bir şey diyecekken, arka koltuktan Aybars'ın sesi duyuldu:
"Baba, çikolatalı sütüm nerede?"
Ben ve Umay aynı anda başımızı çevirip ona baktık.
Umay gözlerini kırpıştırıp dalıp gittiği o ağır histen çıkmaya çalıştı.
Ben hafifçe gülümseyerek "Küçük adam, arkadaki çantada. Ama dökmek yok!" dedim.
Aybars, kemerinin içinde heyecanla kıpırdanarak çantasına uzandı.
Umay derin bir nefes aldı, başını bana yasladı.
"İyi ki varsın, Altay." diye fısıldadı.
Ben de onun elini sıkıca tuttum.
"Sen de iyi ki benimlesin, Umay."
Ve böylece, sadece Antalya’ya değil, geçmişimize ve hiç unutmadığımız anılarımıza doğru bir yolculuğa çıktık.
Gözlerim yoldayken bir an aynadan Aybars’a takıldı.
Küçük adam, büyük bir ciddiyetle çantasından çikolatalı sütünü çıkardı. Pipeti dikkatle eline aldı, paketle birkaç saniye savaştıktan sonra sonunda başarıyla içeceğe batırdı.
Kazandığı bu zaferden gurur duyar gibi sütü ağzına götürdü ve bir yudum aldı.
Ama asıl olay bundan sonra başladı.
Çantasını karıştırmaya devam etti ve içinden küçük kuruyemiş kavanozunu çıkardı.
Başını hafif yana eğerek, "Anne, aç!" dedi net bir komutla.
Umay gözlerini yoldan ayırmadan kavanozu aldı, pratik bir hareketle kapağını açtı ve ona geri verdi.
Aybars, minik elleriyle içinden bir avuç fındık-fıstık alıp ağzına attı, ardından hiç bozuntuya vermeden gözlerini tekrar yola dikti.
Sanki 17 aylık bir çocuk değil de, yıllardır uzun yolculuklara alışmış bir yetişkinmiş gibi.
Cipsiyle futbol maçı izleyen bir adam edasıyla, kuruyemişini yiyip, sütünün tadını çıkararak dışarıyı izliyordu.
Gözlerimi tekrar yola çevirdim ama içimde hafif bir gülme isteği vardı.
Elimle direksiyonu kavrarken başımı hafif yana eğdim, "Umay, bu çocuk tam bir yolculuk adamı olmuş." dedim gülerek.
Umay hafifçe güldü, "Babası kim sanıyorsun?" dedi göz kırparak.
Aybars, bir yandan sütünü içerken bir yandan kafasını salladı.
"Büyüyünce bende baba gibi araba sürecem." dedi ağzı doluyken.
Bu sefer gerçekten kahkaha attım.
"Küçük adam, önce ayakkabılarını kendi bağlamayı öğren, sonra arabayı konuşalım." dedim gülerek.
Aybars başını iki yana salladı, "Ama ben büyüdüm baba! Kendi sütümü bile açabiliyorum!" dedi gururla.
Umay ona dönüp göz kırptı, "Tabii ki büyüdün, yolculuk kahramanımız oldun."
O an içimde tarifsiz bir huzur hissettim. Bu yolculuk, sadece bir tatil değil, aile olarak anılar biriktirdiğimiz bir zaman dilimiydi.
Ve biz, bunu her saniyesinde hissediyorduk.
Umay’la tatil planlarından, Antalya’daki güzel sahillerden konuşuyorduk. Araba yolculuğu uzun olmasına rağmen sohbet etmek her zaman iyi geliyordu.
Tam Umay’a "Orada ilk gün ne yapalım?" diye soracaktım ki arkadan gelen hafif bir mırıldanma dikkatimi çekti.
Bizim küçük kurt sıkılmıştı.
Ama çocuk gibi mızmızlanmak yerine kendi çözümünü bulmuştu.
Aybars, Elmo’yla konuşuyordu.
"Elmooo, bak yol çok uzun. Sen hiç arabayla tatile gittin mi?" dedi pipetinden süt çekerken.
Bir süre durdu.
Sanki gerçekten Elmo cevap vermiş gibi başını salladı.
"Hııı, sen gitmedin. Ama ben gidiyom. Dedem varmış orda. Babam dedi. Senin deden var mı Elmo?"
Göz ucuyla aynadan Umay’la birbirimize baktık. Gülümsememek için zor tutuyorduk kendimizi.
Umay kaşlarını kaldırdı, "Altay, sus, dinleyelim." diye fısıldadı.
Aybars, oyuncak Elmo’yu iki eliyle tutarak devam etti:
"Ben büyüyünce babam gibi olcam. Ama araba süremem Elmo, çünkü bacaklarım kısa. Büyüyünce sürecem."
Umay elini ağzına kapatıp hafifçe kıkırdadı. Ben ise gülmemi boğazıma gömmeye çalışıyordum.
Ama Aybars’ın son cümlesi bizi bitirdi:
"Elmo, babam çok yakışıklı, değil mi? Annem de diyo."
Ben anında sırıttım, egom tavan yapmıştı.
Umay hızla bana döndü ve kolumu sıkıştırarak fısıldadı:
"Bunu kullanırsan Altay, yemin ederim tatile girmeden boşanırız."
Kıkırdamamak için dudaklarımı sıktım. "Aşkım, ben bir şey demedim ki!" dedim masumca.
Aybars ise hiçbir şeyden habersiz, Elmo’yu cam kenarına dayamış, dışarıyı izlemeye devam ediyordu.
Bizim küçük kurt, sadece bir yol arkadaşı değil, tam anlamıyla bir karakterdi.
Ve bu yolculuk… Onun sayesinde çok daha eğlenceli geçecekti.
Aybars, Elmo'yla derin bir sohbet içindeyken bir yandan da çantasını karıştırmaya başladı.
Minik elleriyle çantasının içini yoklarken, bir anda yüzü aydınlandı.
"Aha! Buldum!" dedi heyecanla.
Sonra minik kurabiye canavarı peluşunu çıkardı.
Elmo’yu bir eliyle tutup, diğer eliyle Kurabiye Canavarı’nı yanına koydu.
"Bak Elmo, sen yalnız kalma diye sana arkadaş getirdim!" dedi büyük bir ciddiyetle.
Umay’la göz göze geldik.
Benim aklıma o an tek bir şey düştü.
İkinci çocuk planları.
Biri Elmo, biri Kurabiye Canavarı… Aybars yalnız kalmasın diye yanına arkadaş koyuyor.
Ben sinsi bir gülümsemeyle Umay’a döndüm.
Umay bunu fark etti, kaşlarını kaldırdı.
"Altay… Neden öyle sırıtıyorsun?"
Omuz silktim, "Hiç. Sadece Aybars çok düşünceli bir çocuk, değil mi?" dedim kıkırdayarak.
Umay gözlerini kısıp "Altay, düşündüğün şeyi düşündüğünü biliyorum." dedi.
Aybars ise bizim ne konuştuğumuzla hiç ilgilenmeden, Kurabiye Canavarı’yla Elmo’yu yan yana koyup, onlarla konuşmaya devam etti.
"Hadi bakalım, siz artık arkadaşsınız! Kavga etmek yok, tamam mı?" dedi ciddi bir ifadeyle.
Umay başını iki yana sallayıp gülerek bana döndü, "Bence Aybars kardeş istese bile oyuncak bir kardeş isterdi, Altay." dedi.
Ama ben hala sırıtıyordum.
Çünkü biliyordum ki, bu yolculuk bittiğinde bu konuyu masaya koyacaktım.
Ve elimde küçük kurt gibi bir koz varken, Umay’ın hayır demesi çok zor olacaktı.
Aybars, çantasını karıştırmaya devam etti ve bu sefer minik meyve kabını çıkardı.
Meyve dolu kutuyu büyük bir ciddiyetle açtı, içinden bir dilim muz aldı ve iştahla ısırdı.
Ben hafifçe kıkırdadım.
Bu çocuğun yolculuk için hazırlığı tamdı.
Önce sütünü içti, sonra kuruyemişini yedi, şimdi de meyve servisine geçmişti.
Göz ucuyla aynadan ona bakarken, yola odaklanmaya devam ettim.
Ama bir anda, minik oğlum hafif öne eğildi.
Yanaklarını şişirerek, tatlı tatlı konuştu:
"Siz de yesenize!"
Umay’la aynı anda başımızı çevirdik.
O kocaman gözleriyle bize bakıyordu.
Elinde bir çilek tutuyordu ve bize uzatıyordu.
Ben direksiyon başında gururla gülümsedim.
"Oğlum, senin gibisini görmedim. Küçücüksün ama tam bir misafirperver!" dedim.
Aybars başını salladı. "Paylaşmak güzeldir baba. Öğrettin ya!" dedi gururla.
O an içim sıcacık oldu.
Umay elini uzatıp onun verdiği çileği aldı, gözleri dolu doluydu ama yüzü gülüyordu.
"Senin gibi bir oğlum olduğu için çok şanslıyım, Aybars." dedi.
Aybars gülümsedi, bir tane de bana uzattı.
Eli direksiyondayken tek elimle meyveyi alıp ağzıma attım. "Küçük kurt, sen bizim en tatlı yol arkadaşımızsın!" dedim.
O an hiçbir şey söylemeye gerek yoktu.
O küçük ellerin sunduğu bir parça meyve, dünyalara bedeldi.
"17 aylıkken böyleyse, 4-5 yaşlarını düşünemiyorum Altay." dedi Umay, gülerek.
Ben aynadan Aybars’a baktım. Ciddi ciddi meyvelerini yiyor, arada bir Elmo’yla Kurabiye Canavarı’nı konuşturuyor, Susam Sokağı’na göz atıyor, bir yandan da bizimle ilgileniyordu.
Bu çocuk hem disiplinli bir asker gibi, hem de tam bir tatlılık abidesiydi.
Gözlerimi yola çevirip başımı salladım. "Umay, bu çocuğun 5 yaşına geldiğini hayal bile edemiyorum. Muhtemelen sabah beni erkenden kaldırıp eğitim programı yaptırır."
Umay kahkaha attı. "Altay, bence o yaşa geldiğinde sana emir vermeye başlayacak!"
O sırada Aybars elindeki çatalı havaya kaldırdı, "Baba, ben büyüyünce senin gibi olcam!" dedi büyük bir gururla.
Gözlerim bir an yumuşadı, gülümsedim.
"Oğlum, senin gibi biri olmak benim için bile zor." dedim, aynadan ona göz kırparak.
Aybars kıkırdayarak tekrar meyvesine döndü.
Umay bana döndü, gözleri parlıyordu.
"Bence de Altay, sen de onun kadar mükemmel olmaya çalış." dedi şakayla karışık.
Ben iç çektim, "Hadi bakalım, hem Özel Kuvvetler eğitimi almış bir baba, hem küçük bir yol canavarı, hem de şimdiden filozof gibi düşünen bir çocuk... Beni zor günler bekliyor." dedim gülerek.
Ama içten içe şunu çok iyi biliyordum:
Aybars büyüdüğünde hayat daha da eğlenceli ve sürpriz dolu olacaktı.
Ve ben, onun her anına tanık olacağım için dünyanın en şanslı adamıydım.
Umay kıkırdayarak, "İlteriş ve Yaseminka’nın tatile gelebilmek için hemen nikâhla geçiştirmeleri hakkında ne düşünüyorsun?" dedi.
Gözlerimi yoldan ayırmadan hafifçe gülümsedim. "Aslında o tarafta işler biraz karışıktı." dedim.
Umay kaşlarını kaldırdı. "Ne demek işler karışıktı?!"
Derin bir nefes aldım. Şimdi bunu açıklarsam kıyamet kopacaktı.
Ama Umay’ın gözleri kısıldı, "Altay, anlat!" dedi kesin bir tonla.
Çaresizce iç çektim. "İlteriş’in annesi, Yaseminka’yı istemediğini söylemiş."
Umay anında doğruldu. "Ne?! Yaseminka’ya nasıl söylemezler bunu? İlteriş ne yaptı peki?"
"Ne yapacak?" dedim omuz silkerek. "Annesine sinirlendi, gitti, Yaseminka’yı kaçırır gibi yıldırım nikâhı kıydı. Ne Yaseminka’nın ne de senin haberin vardı."
Umay şok içinde ağzını açıp kapadı. "Ne?!" diye tekrar etti. "Yani Yaseminka evli olduğunu bilmiyor mu şu an?!"
"Tam olarak bilmiyor sayılmaz… Ama nikâhtan sonra öğrenmesi daha mantıklı olur diye düşündüler sanırım."
Umay ellerini başına götürdü, "Allah’ım, bu ekip gerçekten akıl sağlığı yerinde olmayan adamlardan oluşuyor!" diye mırıldandı.
Ben hafif gülerek başımı salladım. "Eğer bunu Yaseminka öğrenecekse, senin gibi bir kaynaktan öğrenmeli. En azından İlteriş’i canlı bırakacak birinden."
Umay hızla telefonunu çıkardı. "Altay, bu düğünü ben organize ediyorum! Madem balayına tatille geçiştiriyorlar, en azından küçük bir kutlama yapacağız!"
Aybars arkadan kaşlarını çatıp "Anne, sen neden kızdın?" diye sordu.
Umay başını çevirdi, derin bir nefes aldı ve "Oğlum, İlteriş amcanın çok büyük bir dayağa ihtiyacı var." dedi sakin ama tehditkâr bir şekilde.
Ben kahkaha atarak direksiyona yaslandım. "O dayağı Halil Komutan’dan önce sen atmazsan şaşarım."
Ve o an anladım ki, Antalya tatili sandığımızdan çok daha olaylı olacaktı.
Aybars, Elmo’yu iki eliyle tuttu, kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı.
Sonra yavaşça doğruldu, gözlerini kısarak Elmo’yla bakıştılar.
Sanki gizli bir anlaşma yapmışlardı.
Bir süre ikisi de birbirine sessizce baktı, sonra Aybars başını hafifçe salladı, "Tamam." dedi ciddi bir sesle.
Ben meraktan çatlıyordum.
"Oğlum, Elmo’ya ne söyledin bakalım?" dedim aynadan ona bakarak.
Aybars kafasını hızla çevirdi, yüzünde kocaman bir sırıtış vardı.
Ama sonra parmağını dudaklarına götürdü, "Pısss!" dedi usulca.
Ve sonra elleriyle ağzına fermuar çekiyormuş gibi yaptı.
Ben kaşlarımı kaldırdım, Umay ise gülerek ona döndü.
"Aybars, annene de mi söylemezsin?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Aybars gözlerini kıstı, "Elmo’yla aramızda sır var." dedi büyük bir ciddiyetle.
Umay kahkahasını zor tuttu. "Altay, oğlun ilk defa bizden bir şey saklıyor!"
Ben başımı iki yana sallayıp aynadan onu izledim. "Bak küçük kurt, gizli operasyon falan yapıyorsan rapor vermek zorundasın."
Aybars omuz silkti, "Ama baba, askerlerde de sır olmaz mı?" diye sordu masumca.
Ben iç çektim. "Bu çocuk fazla zeki."
Umay kıkırdayarak bana döndü, "Evet, ama hala sır saklayamıyor. Az önce Elmo’ya anlattı."
Aybars kaşlarını kaldırıp "Ama Elmo anlatmaz!" dedi güvenle.
Ben gülerek başımı salladım. "Tamam o zaman, Elmo'ya güveniyoruz."
Ve böylece, bizim küçük kurt ilk gizli görevine başlamış oldu.
Ama ben içimden diyordum ki… Bu küçük adam büyüdükçe, bizim için işler daha da eğlenceli ve tahmin edilemez hale gelecekti.
Birkaç saat daha yol aldıktan sonra nihayet bir dinlenme tesisinde durduk.
Yolculuğun getirdiği yorgunlukla, herkes farklı bir yöne dağıldı.
Kimisi lavaboya gitti, kimisi arabada kestirmeye çalıştı, kimisi de çay-kahve almak için sıraya girdi.
Ama bizim küçük kurt çoktan enerjisini toplamıştı.
Aybars, Halil Komutan’ın 10 yaşındaki oğlu Atilla’yı bulmuş, onun peşinde koşturuyordu.
Atilla, Aybars’a göre çok daha büyük ve güçlüydü ama nedense bizim minik adam ona meydan okurcasına yanından ayrılmıyordu.
Göz ucuyla Aybars’ın küçük bacaklarıyla Atilla’ya yetişmeye çalışmasını izledim.
Bir an Atilla durdu, ellerini beline koyarak Aybars’a baktı.
“Sen daha küçüksün, benimle nasıl yarışacaksın?” diye sordu hafif bir abilik edasıyla.
Aybars, ciddiyetle kollarını çapraz yaparak gözlerini kıstı.
“Ama ben babam gibi çok güçlüyüm!” dedi.
Atilla kıkırdadı, sonra başını sallayıp "Tamam o zaman, hadi bakalım, bir tur koşuyoruz!" dedi.
Aybars hemen hazırlandı, minik ayaklarıyla hızla Atilla’nın peşinden koşmaya başladı.
Umay yanımda gülerek başını iki yana salladı. "Altay, oğlumuz daha şimdiden rekabetçi."
Omuz silktim, "Bu genetik olabilir." dedim sırıtıp.
O sırada Halil Komutan yanıma yaklaşıp kollarını göğsünde birleştirdi.
"Baksana, senin ufaklık benim oğlana kafa tutuyor." dedi kaşlarını kaldırarak.
Ben de kollarımı göğsümde bağlayıp, gururla baktım. "Küçük kurt kendi çapında bir Özel Kuvvetler eğitimi yapıyor." dedim gülerek.
Halil Komutan gözlerini kısıp bana döndü, "Büyüyünce kesin bizim birliğe girmek ister." dedi.
Ben başımı iki yana salladım. "O, ne isterse onu yapacak. Ama rekabet ruhu şimdiden var."
O sırada Aybars tökezledi ama düşmeden dengesini sağladı.
Atilla hemen geri dönüp ona baktı. "İyi misin?"
Aybars yüzünü buruşturdu ama sonra hemen toparlandı. "Askerler düşmez!" dedi gururla ve koşmaya devam etti.
Ben iç çekip güldüm. "Bu çocuk büyüyünce başımıza çok iş açacak, Umay."
Umay gözlerini devirdi, "Altay, başımıza iş açacak olan bir kişi varsa, o da sensin." dedi gülerek.
Ve işte böyle, dinlenme tesisinde bile aksiyon eksik olmuyordu.
Tam ayaküstü sohbet ediyorduk ki, Aybars aniden koşarak gelip İlteriş’in bacağına tekmeyi yapıştırdı.
İlteriş hafifçe inleyerek gözlerini kıstı. "Oğlum, ben sana ne yaptım?" dedi şaşkınlıkla.
Ama Aybars tek kelime etmeden kızgın gözlerle ona baktı ve hızla Umay’ın arkasına saklandı.
O an herkes sustu.
Ben derin bir nefes aldım, "Tamam, tamam. Gerilmeyin, olayı çözüyorum." dedim.
Eğilip Aybars’ı kucağıma aldım ve onları orada bırakıp biraz uzaklaştım.
Bir süre sessiz kaldım, sonra yumuşak bir sesle sordum:
"Oğlum, neden yaptın bunu?"
Aybars dudağını büktü, gözlerini kaçırarak mırıldandı:
"Yaseyi üzmesin..."
Bir an şaşkınlıkla baktım. "Ne?"
Aybars, suçlu suçlu ayakkabısının ucuyla toprağı eşelemeye başladı.
"Ama küçük kurt, Yase ablan neden üzülsün ki?" dedim, onun seviyesine eğilerek.
"Arabada öyle demediniz ama!" dedi aniden, kaşlarını çatarak.
O an bana bir dank etti.
Arabada, İlteriş’in annesinin Yaseminka’yı istemediğini söylemiş, İlteriş’in sinirlenip ani bir nikâh kıydığını anlatmıştık.
Aybars bunu kendince yorumlamıştı.
Ben derin bir nefes alıp gülümsedim. "Oğlum, sen yanlış anlamışsın. İlteriş abin Yaseminka ablanı çok seviyor. Onu hiç üzmez ki! Hatta sen de gördün, ne kadar mutluydular değil mi?"
Aybars bir anda duraksadı. Küçük kaşları çatıldı, sanki düşündü. Sonra birden gözleri doldu.
"O zaman İlteyi yanlışlıkla incittim..." dedi hıçkırarak.
İçim burkuldu. Bu minik adam, yaptığı şeyin farkına varınca üzülmüştü.
Elimi başına koyup saçlarını okşadım. "Gel bakalım küçük kurt. O zaman gidip özür dileyelim." dedim gülümseyerek.
Aybars burnunu çekti, kafasını salladı ve elimi sımsıkı tuttu.
Beni hem güldüren hem de içimi eriten bu çocuğun, her geçen gün nasıl kocaman bir kalbe sahip olduğunu bir kez daha görmüştüm.
Geri döndüğümüzde, İlteriş’in yüzü daha da gerilmişti.
Muhtemelen Aybars’ın ağladığını görünce paniklemişti.
Beni gözleriyle sorgularken Yaseminka da şaşkın bir şekilde durumu anlamaya çalışıyordu.
Aybars’ı yere bıraktığımda, o küçük adımlarıyla yavaşça İlteriş’e doğru yürüdü.
Sonra duraksadı, İlteriş’in şortundan açıkta kalan bacağına baktı.
Tekmenin izini, hafif kızarmış bölgeyi fark etmişti.
Bir an durdu, sonra hiç tereddüt etmeden eğilip o bölgeye minik bir öpücük kondurdu.
"Ösür dilerim İlte amcacım." dedi masumca. "Yanlış anladım. Sen Yaseyi üzmemişsin."
O an koca bir sessizlik oldu.
İlteriş, ne diyeceğini bilemez halde çocuğa baktı.
Sonra bir anda eğilip Aybars’ı kucağına aldı ve sımsıkı sarıldı.
"Sen benim küçük kahramanımsın!" dedi gülerek. "Ama bir daha bana tekme atarsan seni omzumda ters çevirip taşırım, tamam mı?"
Aybars kıkırdayarak İlteriş’in boynuna sarıldı. "Tamam İlte amca!"
Yaseminka, olayı anlamaya çalışıyordu. "Ne oldu? Ne kaçırdım?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Umay gülerek "Uzun hikâye Yase, ama Aybars seni korumaya çalışırken İlteriş’in bacağını haşat etti." dedi.
Yaseminka gözlerini büyüttü, sonra Aybars’a sevgiyle baktı.
"Vay be! Küçük adam resmen benim namusumu korudu!" dedi kahkaha atarak.
Aybars hemen atladı, "Tabii ki! Çünkü ben babam gibi güçlüyüm!"
Hepimiz kahkahayı patlatırken, İlteriş başını iki yana salladı.
"Altay, oğlun büyüyünce bana kesin bela olacak." dedi gülerek.
Omuz silktim. "Oğlum zaten şimdiden bela."
Ama tatlı belaydı.
Ve biz, o belaya her geçen gün daha çok aşık oluyorduk.
İlteriş’i kenara çektim, kızlar Yaseminka ve Umay’la sohbete dalmışken ona döndüm.
Elimi omzuna koyarak iç çektim. "Kusura bakma oğlum ya..." dedim ciddi bir ifadeyle.
İlteriş kaşlarını kaldırdı. "Ne kusuru Altay? Küçük kurt bana vurduktan sonra bir de öperek gönül aldı, affettim bile." dedi hafifçe gülerek.
Ama ben devam ettim, "Oğlan arkada bizi konuşurken duymuş, annenin Yaseminka’yı istemediğini falan. Sonra da seni suçlu ilan etmiş, ondan patladı olay." dedim, gülmemi tutmaya çalışarak.
İlteriş gözlerini devirdi, ellerini beline koyup başını iki yana salladı. "Harbiden annemden çektiklerim yetmiyormuş gibi bir de 17 aylık bir vicdan muhasebecisiyle uğraşıyorum."
Ben sırıtarak omzuna vurdum. "Geçmiş olsun kardeşim, Aybars’ın radarına takıldıysan işin zor."
İlteriş derin bir nefes aldı. "Valla Altay, oğlun büyüyünce bana tekme atmak yerine sorguya çekmeye başlayacak. Şimdiden hissediyorum." dedi.
Göz kırptım. "Bence bir gün mahkemede hâkim bile olabilir. Çünkü bir delili topluyor, bir de infazı kendi yapıyor."
İlteriş kahkaha attı. "Ben bir şey demiyorum, bu çocuğun içinde tam bir kurt var."
Kızlar bir şeylerden kahkahalarla bahsederken, Aybars Atilla’yla oyun oynamaya geri dönmüştü.
İlteriş iç çekip "Benim hayatım Yaseminka ve Aybars’ın insafına kalmış durumda. Bundan sonra ikisine de hesap vermem gerekecek." dedi.
Ben sırtına vurarak "Alışsan iyi olur kardeşim. Çünkü Aybars’ın kararlılığı, Yaseminka’dan aşağı kalmaz." dedim, kahkahayı patlatarak.
İlteriş başını iki yana salladı. "Hadi bakalım, bu tatilde daha neler göreceğiz kim bilir…" dedi gülerek.
Ve ben biliyordum ki, bu tatil sandığımızdan çok daha eğlenceli ve bol sürprizli geçecekti.
Tam İlteriş’le gidiyorduk ki, bir şey dank etti.
Bizim küçük kurt plan yapmıştı!
Ve bu planı sadece Elmo’yla paylaşmıştı.
Aynadan o anı tekrar gözümün önüne getirdim: Aybars Elmo’ya bir şeyler fısıldamış, sonra gözlerini kısarak onunla anlaşmıştı.
Lan yok artık!
Elimi karnıma koyarak kahkaha atmaya başladım.
İlteriş şaşkınlıkla bana baktı, "Ne oluyor lan? Bir şey içirdiler mi sana?"
Ama ben kendimi tutamıyordum. Gözlerimden yaş gelene kadar güldüm.
O sırada Umay merakla yanıma geldi. "Altay, neye gülüyorsun Allah aşkına?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Nefesimi düzenleyip, olayları ona tane tane anlattım.
Aybars’ın Elmo’yla gizli bir anlaşma yaptığını, İlteriş’i suçlu ilan edip tekme atma planını nasıl uygulamaya koyduğunu, sonra da Elmo’yu sırdaş ilan ettiğini anlattıkça Umay’ın gözleri büyüdü.
Sonra bir saniye sessizlik oldu.
Ve sonra Umay kahkahayı patlattı.
"Altay, oğlumuz resmen strateji geliştiriyor!" dedi gülmekten gözleri yaşararak.
İlteriş şaşkın bir şekilde durumu anlamaya çalışıyordu. "Yani şimdi bu çocuk Elmo’yla plan yaptı, beni hedef belirledi ve operasyonu başlattı mı?" dedi kaşlarını kaldırarak.
Ben gülerek başımı salladım. "Ve en güzel tarafı da, planının başarıya ulaştığını düşünüyor!"
Umay kahkahalar içinde eğilip ellerini dizlerine koydu. "Altay, bu çocuğun büyüyünce bizi köşeye sıkıştırmasından korkmaya başladım!" dedi gülerek.
Ben başımı iki yana salladım. "Yemin ediyorum, bu çocuk büyüyünce ya istihbaratçı olacak ya da başımıza bela olacak."
İlteriş elini alnına koyup iç çekti. "Vay be… Halil Komutan’a anlatınca adam iyice tırlatacak."
Umay hâlâ gülerek "Bence anlatmayalım, Burak’ı kandırıp Aybars’ı onun üstüne saldıralım!" dedi kıkırdayarak.
Ben o fikri bir düşündüm, sonra daha da kahkaha attım.
Bu tatil beklediğimizden de olaylı olacaktı, orası kesindi!
Hep beraber gülerek tekrar yola koyulduk.
Arabamızın içinde neşe tavandı.
Umay hâlâ Aybars’ın küçük planına kahkahalarla gülüyordu, ben direksiyon başında sırıtıyordum, Aybars ise her şeyden habersiz, arka koltukta Elmo ve Kurabiye Canavarı’yla oyun oynuyordu.
Gözüm aynadan minik oğluma takıldı. Planı başarılı olmuş gibi bir rahatlıkla arkasına yaslanmıştı.
Belli ki Elmo’yla gizli anlaşmasının detayları içinde kaybolmuştu.
Ben hafifçe başımı salladım. "Küçük kurt, büyüyünce kesinlikle bizi alt etmeye çalışacak." dedim gülerek.
Umay başını cama yaslamıştı, yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. "Altay, düşündükçe daha da gülüyorum. Oğlumuz resmen bizimle akıl oyunları oynuyor! Daha 17 aylıkken böyleyse, ileride bizim için ne planlar yapacak kim bilir?" dedi kıkırdayarak.
Ben iç çektim, "Bence 5 yaşına geldiğinde bizi kandırarak tatil planlarını kendi istediği yere çeviren bir çocuk olacak. 10 yaşına geldiğinde Burak’ı manipüle ederek ona çay yerine süt içirecek. 18 yaşına geldiğinde ise bizimle bile antrenmana çıkacak." dedim.
Umay kaşlarını kaldırdı, "Emin ol, 18’i beklemez."
Aybars o sırada kafasını kaldırdı, masum bir ifadeyle "Baba, biz ne zaman varcaz?" diye sordu.
Ben gülümsedim, "Biraz daha sabır küçük adam, az kaldı."
Aybars başını salladı, Elmo’yu kucağına alıp ona tekrar fısıldamaya başladı. Kesinlikle yeni bir planın temellerini atıyordu.
Umay gözlerini devirdi. "Altay, ben gerçekten korkmaya başladım. Çocuğumuz dünyayı yönetmek için doğmuş olabilir." dedi şakayla.
Ben güldüm ama içimden ‘Haklı olabilir’ diye düşündüm.
Yol tabelalarında Antalya’ya kalan mesafe gittikçe azalıyordu.
Bu tatilin dinlenmek için mi, yoksa başımıza gelecek yeni maceralara hazırlık yapmak için mi olduğunu kestiremiyordum.
Ama bildiğim tek şey vardı:
Bu tatil, sıradan olmayacaktı.
Ve Aybars, bizi daha çok şaşırtacaktı....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |