
Yüksel ki yerin bu yer değildir. Dünyaya gelmek hüner değildir.
Hüseyin Nihal Atsız
Karanlık ve boşluk…
Hatırladığım tek şey bu. Düşüyorum Dipsiz, zifiri bir boşluğa. Sanki her şey benden kopmuş, geriye sadece bu karanlık kalmış. Tutunmaya çalışıyorum bazen, ama neye? Sert taşlara çarpıyor ellerim, kanıyor. Boşluk büyüyor, ben küçülüyorum.
Bu rüyayı yıllardır görüyorum. Sık sık. Nereden başladığını bile hatırlamıyorum. Tek bildiğim, yüzbaşı rütbesine eriştiğimden beri peşimi bırakmadığı. Üç sene olmuş. Üç yıl boyunca, bu karanlık beni her gece içine çekti. Neden, bilmiyorum. Belki bilmek de istemiyorum.
Gözlerimi açtım. O tanıdık tavan Sabah olmuş. İlk hissettiğim şey, ağırlık. Omuzlarımda taşıdığım o görünmez yük. Dışarıdan baksan güçlü, kararlı, timin lideri Ama içeride? İçeride bir şeyler eksiliyor gibi.
Bir an nefesimi kontrol ettim. Hızlı. Kendi kendime, “Geçer,” dedim. Tıraş olmam gerek. Her sabahki rutin. Ama her sabah aynı değil. Bazı sabahlar daha karanlık.
33 yıl… Ne çok şey gördüm bu hayatta. Aslında, bu kadar uzun yaşamış gibi hissetmiyorum. Savaşlar, kayıplar, zaferler… Bazen bir ömre bedel. Bazen, bir boşluk kadar anlamsız.
Ben Altay Öztürk. 8 kişilik İstiklal Timi’nin komutanı. Bu tim, efsanelerden bahsedenlerin dilinden düşmez. Her biri korkusuz, her biri kararlı.
İstiklal…Adı bile bir şeyleri hatırlatıyor insana, değil mi? Özgürlük, direniş, mücadele… Ama bizim için bu ad, kan ve terle yazılmış bir GERÇEK. Düşmanın adımızı duyduğu anda dizleri titrer. Onlar için bu bir korku hikayesi. Ama bizim için? Bizim için bir seçim. Biz bu karanlığı seçtik.
Yine de insan arada düşünmeden EDEMİYOR, EĞER seçmeseydik, ne olurdu? Bu rüyalar biter miydi? Ya da başka bir rüyaya mı dönüşürdü?
Aynada yüzüme bakıyorum. Tıraş bıçağını elime aldığımda bir an duruyorum. Gözlerimdeki karanlığı görüyorum. Derin, sessiz bir karanlık. Boşluğu andırıyor. Ama hala buradayım. Tutunuyorum.
Her sabah yeniden tutunuyorum. Aklıma gelen anıyla gülümsedim tim komutanlığına atandığım o gün…
‘’İstiklal timi, sağ baştan tanıt!’
‘’ Üsteğmen İlteriş YILDIRIM Erzurum, emret komutanım!’’
‘’Astsubay Mustafa Kemal ÖLMEZ Sakarya, emret komutanım!’’
‘‘Astsubay Fatih AKAR Bursa, emret komutanım!’’
‘’Astsubay Yavuz ALKAN İzmir, emret komutanım!’’
‘’ Astsubay Kerim AKTÜRK Kahramanmaraş, emret komutanım!’’
‘’Uzman Çavuş Eren KURALSIZ Sinop, emret komutanım!’’
‘’ Uzman Çavuş Burak KOÇAK Trabzon, emret komutanım!’’
‘’Uzman Çavuş Onur DEMİRTAŞ Kastamonu, emret komutanım!’’
3 yıl boyunca birlikte geçirdiğimiz yüzlerce operasyon; kimi zaman dağların sert rüzgârına karşı ilerledik, kimi zaman gecenin karanlığında sessizce düşmanın izini sürdük. Her birimiz, diğerinin arkasını kollayacağına yemin etmişti. Birlikte ter döküp, birlikte yaralandık. Ama asla geri adım atmadık. Her operasyon, bizi sadece profesyonel olarak değil, ruhen de birbirimize bağladı.
Zamanla, sadece bir tim değil, adeta bir aile olduk. Çünkü bu tür görevlerde, yanındaki adama duyduğun güven, hayatın kadar kıymetlidir. İşte bu yüzden İstiklal Timi efsane olarak anılıyordu; sadece cesaretimizle değil, birliğimizle de fark yaratıyorduk.
Benim hikâyem, dilden dile dolaşan masallar gibi süslü, romanlar gibi romantik değil. Yetimhanede, soğuk ve taş gibi sert duvarlar arasında büyüdüm. Sevgiyle değil, yoklukla yoğruldum. Adımın başına kazınmış 'yetim' kelimesi, beni her yerde yalnızlığıma mahkûm etti. İnsanlar bana bakarken acıma kisvesi altında kendi hayatlarının ne kadar 'normal' olduğunu hatırlıyorlardı. Ama onların normal dedikleri şey, benim için her zaman bir yanılsamaydı.
Yetimhanenin loş koridorlarında geçen yıllar, ruhuma derin izler bıraktı. Orada yalnızca çocukluğumu değil, masumiyetimi de kaybettim. Öyle anlar yaşadım ki, gece karanlığında fısıldanan tehditler, boğazımda düğümlenen sessizlik oldu. Kimse bir çocuğun taşıyamayacağı kadar ağır yükleri sırtıma yüklediğinde, omuzlarımda oluşan çöküntüye kimse aldırış etmedi. O dört duvar arasında öğrendiğim bir şey vardı: İnsanların gözünde her şeyden önce güçsüzlük cezalandırılır.
Ben aşka inanmam. Çünkü sevgi, bana göre bir yalan perdesinden ibaret. İnsanlar yalnızca sahip olmak ister; korumak, anlamak ya da değer vermek için değil. Sevmek, benim için bir zayıflıktan başka bir şey ifade etmiyor. Çünkü sevgiyle başlayan her şeyin, bir noktada insanın en savunmasız yerinden vurduğunu gördüm. Aşk? Aşk’ı bırak sevgi bile bana çocukluğumda bile reva görülmedi. Neden şimdi bir kurtuluş vaat etsin?
İşte bu yüzden kalbim mühürlü. Kimseye açmam, kimseye teslim etmem. Aşk, bir ilüzyondur; insana zayıflığını hatırlatır. Ben zayıf değilim. Yetimhanenin o karanlık köşelerinde kendime bir söz verdim: Bir daha asla kimsenin beni incitmesine izin vermeyeceğim. Her yara bir ders, her darbe bir silah oldu bana. Şimdi İstiklal Timi’nin başında dururken, içimde sevgiden değil, kararlılıktan bir kale var. Aşk, benim için yalnızca savaş meydanında kanayan bir yara gibi; geçici ve asla iyileşmeyecek bir iz.
Sabah içtiması sona erdiğinde diğer askerlere silah temizliği emri verip, tim ile brifing için toplantı odasına geçtik. İçeri adımımı attığım anda masanın başına geçtim, ellerimi masaya yasladım.
“Arkadaşlar, bugün 01 Aralık 2024. Vakit kaybetmeden brifingimize başlayacağız. Dün gerçekleştirilen operasyonun raporunu ve bugünün görev planını detaylıca ele alacağız. Herkes net mi? Odaklanın, çünkü sahada hata kabul etmem.” Sert bir bakış attım, kimse konuşmaya cesaret edemedi.
“Üsteğmen Yıldırım, keşif raporunu paylaş.” dedim. İlteriş her zamanki ciddiyetiyle başını sallayıp ayağa kalktı.
“Komutanım, dün saat 14:00'te başladığımız keşif operasyonu planlandığı gibi yürütüldü. Hedef bölgede yoğun bir düşman hareketliliği tespit ettik. Kuzey hattında artış var, bu da muhtemel bir saldırı hazırlığını işaret ediyor.”
“Tam olarak ne kadar yoğunluk var? Sayı ver.” diye çıkıştım. İlteriş anında haritayı işaret ederek konuşmaya devam etti:
“Yaklaşık 20-25 kişilik bir grup, düzenli devriyeler halinde hareket ediyor. Silah taşıdıkları da gözlemlendi.”
“Güzel. Artık rahat uyuyamayacaklarını garanti ederiz. Astsubay Akar, patlayıcılar konusunda ne durumdayız?” dedim, sesimi biraz yükselterek. Fatih hemen öne çıktı.
“Bugün birkaç stratejik noktaya patlayıcı yerleştirerek savunmamızı güçlendireceğiz, komutanım. Ana hedef bölgedeki açıkları da kapatacağız.”
“İşi sağlam yap, Akar. Aksi takdirde bedelini çok ağır öderiz.” dedim. Fatih, “Emredersiniz, komutanım.” diyerek yerine çekildi.
“İletişim, Aktürk?” Sesimdeki sert ton biraz daha belirginleşmişti. Aktürk, hızlıca cevap verdi:
“Şifreli iletişim ağımız aktif ve güvenli, komutanım. Sahada anında iletişim kurabiliriz.”
“İletişim koparsa sizi sahada bizzat ben ararım, anladın mı?” dedim. Aktürk, “Anlaşıldı, komutanım.” diyerek toparlandı.
Son olarak Mustafa Kemal'e döndüm.
“Astsubay Ölmez, saldırı hazırlıkları ne durumda?”
“Komutanım, timimiz tam donanımlı. Silahlarımız ve ekipmanlarımız hazır, emirlerinizi bekliyoruz.”
“Güzel. Şimdi herkes iyi dinlesin: Bugün hata yapan, yalnızca kendini değil tüm timi riske atar. Hedefimiz net, planımız belli. Disiplinden taviz yok. Soru var mı?” diye sordum, sesimi biraz daha yükselterek.
“HAYIR, KOMUTANIM!” diye cevapladılar hep bir ağızdan.
“Harika. O zaman işinizin başına geçin.” dedim. Herkes kalktı, ben de brifingi sonlandırıp odadan çıktım.
Sert ve odaklanmış bir şekilde masama döndüm, bugünkü görev dağılımlarını detaylıca gözden geçirerek her ekibin ne yapacağını netleştirdim. Bu sahada yanlış bir adımı affetmezdim, bu yüzden her şeyin kusursuz olduğundan emin olmak zorundaydım. Günün ilk ve en önemli adımlarından birine başlıyordum: Görev Dağılımı ve Koordinasyon. Bu süreç, brifingde belirlediğimiz görevlerin doğru şekilde dağıtıldığından emin olmak için kritik bir öneme sahipti. Masamın başında belgeleri dikkatlice gözden geçirdim.
Her bir ekibin görevini netleştiriyor ve takımların koordinasyonunu sağlıyordum. Bu belgeler, operasyonların sorunsuz bir şekilde ilerlemesi için gerekli tüm detayları içeriyordu. Ekip liderleriyle doğrudan iletişime geçerek, herkesin görev ve sorumluluklarını anladığından emin oldum. Herhangi bir belirsizlik ya da eksiklik varsa, hemen çözüme kavuşturmaları için talimat verdim.
Bu süreç, sadece görevlerin dağıtılması değil, aynı zamanda ekiplerin birbirleriyle uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlamak anlamına da geliyordu. Herkesin rolü net, hedeflerimiz belli ve artık sahaya çıkmaya hazırdık.
Görevlerin doğru şekilde dağıtıldığından ve koordinasyonun sağlandığımdan emin olduktan sonra, bir sonraki aşamaya geçtim. Operasyonların ilerleyişini ve durum kontrolünü takip ediyordum.
Kapı çaldı ve gelmesi için komut verdim. Karşımda bir asker durdu.
‘’’Komutanım, üzgünüm ama kötü bir haber getirdim. Bir askerimiz şehit oldu.’’
‘’Kim olduğunu biliyor musun?’’ Derin bir nefes aldım, gözlerim dolu dolu oldu hüzünle.
‘’Evet, komutanım. Uzman Çavuş Can Doğan.’’ Dedi asker yutkunarak.
Başım önüme düştü, derin bir üzüntüyle. Doğan, cesur bir askerdi. Onun kaybı hepimizi derinden etkiledi. Ailesine ve tüm birliğimize başsağlığı dileklerimi iletmeye gidiyorum. Bu acı haberi paylaşmak zorunda kaldığın için teşekkür ederim.’’
‘’Anladım, komutanım. Başka bir emriniz var mı?’’
‘’Bana şehit olan asker hakkında tam ve doğru bilgileri topla. Diğer askerlerle de bu haberi paylaş ve herkesin moralini yüksek tutmaya çalış. Can'ın anısını yaşatmak için elimizden geleni yapacağız.’’ Bu bilgiler, ailenin kim olduğu, nerede yaşadıkları, askerin hizmet süresi ve ölümüyle ilgili detayları içeriyordu.
‘’Emredersiniz, komutanım!’’
Asker odadan çıktı ve derin bir nefes alarak son görevi yapmak için hazırlanmaya başladım. Gözlerim dolu dolu, kaybettiğim askerimin anısını düşündüm. Şehidin ölüm sertifikası, hizmet süresi ve tazminat haklarını içeren belgeleri hazırladım. Aileye verilecek tüm belgeler eksiksiz olmalıydı.
Destek ekibi de hazır olduğunda ambulans, destek ekibi ve birkaç askerimle şehidin memleketi Yozgat’a yola çıktık. Naaşı kargo uçağıyla gelecekti, biz ise makam aracıyla yola çıkmıştık. Daha önceden tecrübe sahibi olsam da her seferinde ilkmiş gibi hissetmek ve bir gün bende şehit olduğumda benim aileme haber gitmeyecek olması bir nebze olsun rahatlatıyordu. Arkamda üzülecek kimsem yoktu. Belki İlteriş ve diğer arkadaşlarım üzülürdü. Onlarda göreve dönüp intikam alırlardı.
Rütbe işaretlerim ve apoletlerimin olduğu ceketimi düzelterek makam aracından inmeden önce şapkamı düzelttim. Metanetli ve güçlü durmaya çalışarak tek katlı eve yürüdüm.
Ambulans ve makam aracından halk anlamış olmalıydı ki gözlerindeki telaşla aracı takip ettiler. Ambulans ile bahçeli şirin tek katlı eve girdiğimizde bütün sesler bıçak kesiği gibi kesilmiş. Tiz bir çığlık kopmuştu gözlerimi kapatıp sesi dinledim.
‘’gelmeyin komutanım yalvarırım vermeyin o kara haberi…’’ dedi 60lı yaşlarının ortalarındaki adam.
Şehidin annesi olduğunu düşündüğüm kadın başındaki yaşmağını düzelterek şok ifadesiyle çıktı evden kocasını görünce yere yığıldı.
‘’Oğlum! Can’ım yapma!’’ diye bir feryat koptu dudaklarından. Annesine sağlık ekipleri müdahale ederken gerekli açıklamayı yapmak için yutkundum.
‘’Oğlunuz, görevini yerine getirirken büyük bir cesaret ve fedakârlık gösterdi. Düşman hatlarının gerisinde, birliğimizin güvenliğini sağlamak için hayatını feda etti. Onun kahramanlığı ve fedakarlığı asla unutulmayacak.’’ Gözyaşlarımı bırakmamak için zor duruyordum. Bu zorlu vazifeyi oldum olası sevmemiştim.
Babası gözyaşlarını silerken zorla yutkundu.
‘’vatan sağ olsun, oğlumla hep gurur duyduk.’’ Heybetli adamdı Ahmet amca ama oğlunun fotoğrafına bakarken küçücük kalmış ama dimdikti. Annesine sakinleştirici yaptıkları için salondaki koltuğa yatırmışlardı. Babasıyla yarınki cenaze töreni ile ilgili konuşup ordu evine gitmek yerine şehit için kurulan çadıra girdim.
Şehit taziye çadırına girerken ayaklarımın ağırlığını hissediyordum. Gözlerim çadırdaki kalabalığı tararken herkesin yüzünde aynı acı vardı. Bu tür anlara alışmak mümkün değil. Her seferinde bir parçam eksiliyordu. Can Doğan’ı şahsen tanımıyordum, ama aynı üniformayı taşıyan her asker benim kardeşimdi. Onun kahramanlığı, hepimizin şerefi ve yükümlülüğüydü.
Dik durarak, karşımda oturan yaslı babasının ve gözleri hüzünle dolu diğer aile üyelerinin yanına yaklaştım. Şehidin annesinin sessizce ağladığını fark ettim; o ağlarken söylenecek her kelime fazlalık gibiydi. Ama burada bulunma nedenimi ve üzerimdeki sorumluluğu biliyordum.
Derin bir nefes alıp, net bir sesle konuşmaya başladım:
“Ben Yüzbaşı Altay Öztürk, Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı bir askerim. Şehidimiz Can Doğan’ı bizzat tanıma şansım olmadı. Ancak şunu bilmenizi isterim; Can’ın yaptığı fedakârlık, hepimizin boynunun borcu. Bugün burada yalnızca bir evlat, bir kardeş kaybetmediniz; bu vatan, kahraman bir askerini kaybetti.”
Bir an duraksadım, gözlerim kalabalığın arasında Can’ın genç yüzünü bir fotoğrafta buldu.
“Can, cesaretiyle hepimize örnek oldu. Onun fedakârlığı, sadece bu ülkenin değil, üzerimizde taşıdığımız bayrağın da bir hatırlatmasıdır. O, görevini son nefesine kadar onurla yerine getirdi. Hepimizin huzuru için kendi huzurundan vazgeçti.”
Babası başını salladı, gözleri doluydu ama dimdik duruyordu. Bu dik duruş, Can’ın kimden öğrendiğini gösterir gibiydi. Sesimi daha da güçlendirerek devam ettim:
“Siz, Can gibi bir evladı yetiştiren onurlu bir ailesiniz. Sizin bu dik duruşunuz, onun kahramanlığıyla birleşerek hepimize ışık olacak. Şunu bilmenizi isterim ki Can’ın anısı, bu vatanı savunan her askerin kalbinde yaşayacak. Onun adını ve kahramanlığını asla unutturmayacağız.”
Son bir kez kalabalığa baktım. Sözlerim sadece aileye değil, orada bulunan herkese yönelikti.
“Başınız sağ olsun. Hepimizin başı sağ olsun. Can, artık bu bayrağın gölgesinde bir efsane. Onun bıraktığı bayrağı taşımak bizim görevimiz. Vatan sağ olsun.”
Konuşmamı bitirirken, annesine ve babasına dönüp bir kez daha başsağlığı diledim. Sözlerim bittiğinde sessizce geri çekildim. Bu acı, taşımaya alıştığımız bir yük olsa da hiçbir zaman hafiflemiyordu. Can Doğan’ın adı, mücadelemizin ve fedakârlığımızın sembolü olarak hep yaşayacaktı.
Karargâha ulaştığımda, gözlerim hâlâ taziye çadırındaki manzarayı görüyordu. O kalabalık, o gözyaşları. Sinirimi içime gömerek, disiplinli bir şekilde toplantı odasına yöneldim. Haluk Yarbay beni içeride bekliyordu.
“Yüzbaşım,” dedi, masadaki haritayı işaret ederek. “Hedefimiz belli. Terör örgütü, tarihi eser kaçakçılığı üzerinden finansman sağlıyor. Birkaç noktada bu eserlerin saklandığını tespit ettik. Amacımız, bu bölgelere ani bir baskın yaparak hem eserleri kurtarmak hem de örgütün bağlantılarını ortaya çıkarmak.”
İçimde biriken öfkeyi bastırarak, net ve soğuk bir tonla sordum:
“Kaç kişi var içeride?”
“İstihbarata göre her bölgede 10-15 kişi. Ağır silahları var, ancak baskınla onları hazırlıksız yakalayabiliriz.”
Kafamda hızla operasyonu kurmaya başladım. “Bu işi sessiz ve hızlı bitirmeliyiz. Örgütün elindeki eserlerin yurtdışına çıkmadan yakalanması şart. Aksi halde bu operasyon sadece bir çatışma olur, sonuçsuz kalır.”
Yarbay başını salladı. “Zaten bu yüzden seni çağırdım, Altay. Ekibini topla. Üç saat içinde harekete geçiyoruz.”
Odayı terk ettikten sonra sinirlerim iyice gerildi. Timin hazır olması için her detayı en ince ayrıntısına kadar kontrol etmek zorundaydım. Zihnimde sürekli olarak taziye çadırındaki aileyi düşünüyor, bu görevi başarısızlıkla sonuçlandırmayı kendime asla izin vermeyeceğimi yineliyordum.
Timimin bulunduğu bölüme geçtiğimde herkes ayaktaydı. Uzun zamandır birlikte çalıştığım adamlardı; her biri gözüm kapalı güvenebileceğim insanlardı. Ama bu, disiplinden taviz vereceğim anlamına gelmiyordu.
Hızla toplanmalarını beklerken bağırdım:
“Hazırlıklarınızı beş dakika içinde bitirin! Kimse gevşeklik yapmasın. Bu işin şakası yok. Herkesin sorumluluğu ağır. Bugün burada bir hata yaparsanız, Can gibi şehitlerin kanına ihanet etmiş olursunuz. Anlaşıldı mı?”
Hep bir ağızdan “Emredersiniz Komutanım!” sesi yükseldi. Gözlerim adamlardan birine takıldı; miğferinin kayışını gevşek bağlamıştı. Sinirle üzerine yürüyüp, elimle miğferin kayışını düzelttim.
“Bu nedir, Erdem? Burada çocuk oyunu mu oynuyoruz? Kayışın bir santim gevşek kalırsa kafan darmadağın olur. Ben seni değil, aileni mi toparlayayım sonra? Kendi hayatına bile saygı duymayan adamın timde işi yok! Bir daha görmeyeceğim böyle şeyleri. Şimdi, çabuk toparlan!”
Herkes hazır olduğunda son kez hepsine döndüm.
“Arkadaşlar, bu operasyon basit bir baskın değil. Bu, bir şehidin kanını yerde bırakmama operasyonudur. Bizi hafife alan, bu milleti yok sayan herkesin dersini alacağı anlardan biri olacak. Ama bunun için disiplinli ve soğukkanlı olmanız şart. Kimse heyecanlanmayacak, kimse sinirlerine yenilmeyecek. Ben buradayken hata yapanı affetmem, bunu aklınızdan çıkarmayın.”
Kapıya doğru ilerlerken son bir kez durdum ve arkamı dönüp sert bir ifadeyle ekledim:
“Unutmayın. Biz buradayız çünkü bu vatanın bir karışını bile kimseye bırakmayız. Eğer biri bırakırsa, bu sadece cesedi olur. Anlaşıldı mı?”
“Emredersiniz, Komutanım!” sesleri yankılanırken içimdeki sinir ve disiplin birleşmişti. Bu görev, sadece bir operasyon değil, bir onur meselesiydi. Can Doğan gibi kahramanların anısını yaşatmanın tek yolu buydu.
Kapıya doğru adımlarımı sert ve kararlı bir şekilde atarken, arkamdan yükselen sert bir ses adımlarımı durdurdu.
“Yüzbaşı Altay!”
Sesin sahibi Yarbay Haluk’tu. Karargâhın geniş koridorunda yankılanan sesi, atmosferde bir anda gerilim oluşturmuştu. Döndüm ve onun hızlı adımlarla bize doğru yaklaştığını gördüm. Yüzü gergindi, kaşları çatılmıştı. Bu, çok daha büyük bir şeyin habercisiydi.
Yarbay birkaç adımda yanımıza ulaştı ve derin bir nefes aldıktan sonra kelimeleri adeta patladı: “Rehine var, Yüzbaşım! Rehine var!”
Timim arkamda sessizce dururken, ben doğrudan Yarbay’a bakarak sordum: “Kim, Komutanım? Rehine kim?”
Haluk’un yüzü bir an daha sertleşti ve sesi titremeye başladı. “Kızım, Umay! Onların elinde, Altay. Onu rehin aldılar!”
Bir an sessizlik oldu. Karargâhın içinde, Yarbay’ın bu itirafıyla zaman durmuş gibiydi. Yarbay’ın kızı Umay’ı tanımıyordum. Arkeolog olduğunu duymuştum, fakat bu meselede onun kim olduğunu öğrenmemin bir anlamı yoktu. Burada olan, o kızın bir baba için ne kadar kıymetli olduğuydu ve o baba şu an gözlerinde korkuyu taşıyordu.
“Ne zamandan beri bu bilgi elinizde?” diye sordum, sesim daha da sertleşmişti.
“5 dakika önce sen kapıdan çıktıktan sonra istihbarat doğrulandı,” dedi Yarbay, yüzünü eliyle sıvazlayarak. “Ama operasyondan önce doğrulamamız gerekti. Umay bir kazı alanında çalışıyordu. Onu ve ekibini kaçırmışlar. Umay ve ekibi hâlâ ellerinde. Şu anda saklanan tarihi eserlerin olduğu bir yerde tutuluyor.”
Çenemi sıktım, yumruklarımı farkında olmadan sıkarak adeta kendime Hâkim olmaya çalıştım. Sinirim, Yarbay’a ya da kimseye değildi; tamamen bu hainlere karşıydı. Ama bu tür durumlarda duygusal olmaktan kaçınmam gerekirdi. Görevime odaklanmalıydım.
Sesimdeki öfke iyice belirginleşiyordu. “Görevi yeniden düzenlemek zorundayız! Rehine varsa çatışma düzenimiz değişir. Bu iş plansız olmaz!”
Haluk Yarbay bir adım yaklaştı, sesi daha da yükseldi: “Altay, bu sadece bir görev değil! Bu benim kızım. O hainlerin elinden sağ salim alınması lazım. Lütfen, bana babalık yapma şansı bırakma, oğlum!” Yarbay’ın gözlerinde gördüğüm o korku, biraz daha derine işledi. Ancak bir an için bile kontrolümü kaybetmeye niyetim yoktu. Soğukkanlı bir şekilde, gözlerimi ona dikip cevap verdim: “Yarbayım, bu sadece sizin kızınız değil. O, Türk milletinin bir evladı. Bizim görevimiz her kim olursa olsun, o insanları kurtarmak. Ama bunu duyguya kapılarak yapmam. Timim bu kadar iyi olduğu için, bu işi başaracağız. Ama siz bir an bile paniklerseniz, bu görevin başarısızlığına sebep olursunuz. Şimdi sakin olun.
Yarbay, gözlerindeki korkuyu ve panik hissini bir anlık da olsa kontrol altına almaya çalıştı. Birkaç saniye sessizlik oldu, ardından başını sallayarak derin bir nefes aldı. "Haklısınız, Yüzbaşım. İşimizi profesyonelce yapmalıyız," dedi, sesindeki titremeyi kontrol altına alarak. "Ama Umay'ı sağ salim alacağınızdan şüphem yok. Size güveniyorum."
"Bu görev tamamlandığında, Umay’ı da ekibini de sağ salim alacağız," dedim, gözlerimi timime çevirdim. "Hazırlıklara başlıyoruz. Kimseye duygusal yaklaşmayacağız. Bunu sadece görev olarak göreceğiz. Aksi takdirde başarısız oluruz."
Bir an sessiz kaldım, ardından sert bir şekilde devam ettim: “Hadi, vakit kaybetmeyelim. Şimdi her şey disiplinle yapılacak!”
Timim, hızlıca harekete geçti. Bizim için, bu bir görevdi. Yarbay’ın duygusal bağlarını geride bırakıp, profesyonelce yaklaşmamız gereken bir görev. Ve bu görevde başarısız olmak, asla seçenek değildi.
Birkaç saat sonra…
Gece karanlığı, sessiz bir örtü gibi dağların üzerine çökmüştü. Ay ışığı, yetersiz ve çekingen; gölgeler uzun, tehditkâr. İnişli çıkışlı vadilerin arasında, bir avuç insan, bu karanlığı yara yara ilerliyordu. Biz. İstiklal Timi. Gözlerimde soğuk bir kararlılıkla, içimde bastırılmış bir öfkeyle, rehineyi ve o lanet olası tarihi eserleri kurtarmaya gidiyorduk.
Zaman dar. Her saniye, düşmanın gardını sağlamlaştırdığı, planlarını sıkılaştırdığı anlamına geliyordu. Bizim işimiz bu zamanı onların aleyhine çevirmekti. Korkunun onları zayıflatmasını sağlamak.
Tim, arkamda sessizce hareket ediyordu. Nefes alışverişler bile kontrol altındaydı. Herkes yerini ve görevini biliyordu. Disiplin burada lüks değil, hayatta kalmanın tek yoluydu.
“Altay, harekete geçiyoruz. Sessizce sızma planına uygun hareket edin,” dedi kulaklığımdan Yarbay Haluk. Sesinde hem bir babanın korkusu hem de bir komutanın emri vardı.
“Anlaşıldı, komutanım,” diye cevapladım. Sesim, hissettiğim öfkenin zerresini dışarı yansıtmadı. Tim lideri olmak bunu gerektirir. Sakin kalacaksın. Bütün dünyan alev alsa bile.
Dürbünle hedef bölgeyi taradım. Eski bir kilisenin yıkıntıları, bir mağaraya inşa edilmiş tıpkı Sümela Manastrı tarzıydı düşmanın karargâhı. Kutsal toprakların üzerine çökmüş bir lanet gibiydiler. Orada, Umay ve diğer rehineler tutuluyordu. Düşman sayısı beklediğimizden fazlaydı. En az otuz kişi. Her biri ağır silahlı. Bir yanlış adım, hepimizi mezara götürebilirdi.
El işaretiyle timi durdurdum. Herkes çöküp bekledi. Soğuk rüzgâr, sert taşların arasından ıslık çalarken ben haritayı çıkardım. İlteriş Yıldırım yanıma sürünerek geldi. “Komutanım, kuzey yamacı zayıf görünüyor. Oradan sızabiliriz.”
Başımı salladım. “Güzel. Ama zayıf gördüğün yerler genelde en tehlikeli tuzaklardır. Bizim işimiz her ihtimali hesaba katmak. Sessiz olun. Emir bekleyin.”
Düşmanı zayıf yerinden vuracaktık. Ama önce onları kör ve sağır bırakmalıydık. İşte bunun için buradaydık. Sızmak, karanlığın içine kaybolmak ve gölgelerle dans etmek bizim işimizdi.
“Fatih, patlayıcıları hazırla. Sessizce ve hızlı. Kerim, gözlerin hep kuzeyde. Herhangi bir hareket olursa haber ver.”
Her biri, “Emredersiniz,” diyerek işine koyuldu. Zaman akıyordu. Ellerimde hissettiğim şey, artık adrenalin değil, alışkanlıktı. Yıllardır süren eğitimlerin verdiği bir refleks.
Dakikalar içinde patlayıcılar yerleştirildi. İletişim hattında bir anlık sessizlik vardı. Bu, fırtınadan önceki o ölümcül huzur gibiydi. Sonra sertçe komut verdim:
“Hedefe odaklanın. Patlayıcılar patladığında, herkes planına uygun hareket edecek. Sessiz olun. Temiz olun. Unutmayın, burada hata yapanın affı yok. Rehineler önceliğimiz. Hadi bakalım, başlıyoruz.”
Gözlerim Fatih’in elindeki tetikleyiciye kaydı. Göz göze geldik. Bir baş hareketiyle onay verdim. Parmakları tetiği çektiği anda, kilisenin kuzey yamaçlarından yükselen patlama sesi, gecenin karanlığını delip geçti.
O an, kaos başladı.
Biz de başladık.
Gölgelerin arasından sıyrıldık, geceyle bir olduk. Her adımda düşmanın kalbine daha fazla yaklaşıyorduk. Onlar bizim geldiğimizi anlamadan biz, nefeslerini kesecektik. Çünkü biz İstiklal Timi’yiz. Ve biz hata yapmayız.
“Unutmayın,” dedim içimden, “Bu sadece bir görev değil. Bu, bir hayat kurtarma, bir onur meselesi.”
Ve hiçbir onur, karanlıkta kaybolmayı göze alamayanlara nasip olmaz.
Patlama sesiyle düşman karargâhında çığlıklar yükseldi. Adamlar panikle sağa sola koşmaya başladı. Bu, onların en zayıf anıydı. Kaos bizim müttefikimizdi.
“Hareket edin!” diye fısıldadım komut kanalından. Tim bir gölge gibi harekete geçti. Adımlarımız sessiz, nişanlarımız ölümcüldü. Herkes planladığı rotayı izliyordu.
Kuzey yamacından aşağı sızarken İlteriş öncüydü. Gözleri bir kartal gibi tetikteydi. Arkamızda Kerim ve Eren vardı. Eren'in elinde susturuculu tüfeği, hedefi bir bakışta avlayacak kadar sakindi.
Bir düşman nöbetçisini gördüğümde, nefesim bile durdu. El işaretiyle Eren’e yönlendirdim. Adam, patlamanın etkisiyle kuzey yamaçlarını tarıyordu. Düşmanın, sessizce yere yığılmasını izledim. Mükemmel bir vuruş.
Kilisenin içine yaklaştıkça, içeriden gelen sesler netleşiyordu. Emirler bağırılıyor, adamlar koordine olmaya çalışıyordu. Ama kaos onların dizginlerini bırakmıyordu. İşte bizim avantajımız buydu.
“Alt katı temizle,” dedim kulaklığımdan İlteriş’e. “Sessiz ol. Rehinelere ulaşmadan çatışmaya girmeyin.”
İlteriş başını salladı ve hızla gölgelerin arasına karıştı. Fatih, Kerim ve ben, kuzey kanadına yöneldik. Planımız basitti: Düşmanı birbirinden ayır, onları savunmasız bırak ve rehineleri güvene al.
Kilisenin kırık vitray penceresinden içeri baktığımda, rehine odasını gördüm. Umay ve ekibi, elleri bağlı şekilde bir köşeye yığılmıştı. Yanlarında iki silahlı adam nöbet tutuyordu. Bu kadar basitti. Ya da öyle görünüyordu.
“Kerim, arka koridoru tut. Fatih, dikkatli ol. Sessizce odaya sızıyoruz.”
Adımlarımız yankı yapmasın diye zemindeki taşlara dikkat ederek ilerledik. Fatih yanımdaki destek noktasıydı, gözleri sürekli hareket halindeydi.
Birden, içerideki adamlardan biri kapıya doğru hareket etti. Silahını kaldırmış, dışarıyı kontrol ediyordu. Gözlerim, anlık bir hesap yaptı. Çok geçmeden bir karar verdim.
“Fatih, hemen.”
Susturuculu silahımdan çıkan kısa bir tıslama sesiyle adam yere yığıldı. İkinci adam dönerken, Fatih aynı hızla onun işini bitirdi. Odadaki sessizlik ölüm kadar keskin bir hal aldı.
Rehinelerin yanına hızla ilerledik. Umay’ın yüzü tozla kaplıydı, gözlerinde korku ve umut vardı. Elleriyle bir şey söylemeye çalışıyordu. Susturdum. “Sessiz olun. Güvendesiniz.”
Onları çözerken bir yandan etrafı kontrol ettim. Hızlıca telsizden haber verdim: “Rehineler elimizde. Alt kat temiz mi?”
İlteriş’in sesi soğukkanlıydı. “Temiz. Ancak üst katta hareketlilik var. Düşman toparlanıyor.”
İşte beklediğim şey buydu. Kaosun ilk dalgası yerini öfkeye bırakmıştı. Artık bir saldırı yapacaklardı. Ve biz, onlardan önce harekete geçmeliydik.
“Fatih, rehineleri dışarı çıkar. Eren, Kerim, kuzey kapısına barikat kurun. İlteriş, üst katı temizlemek için benimle geliyorsun. Hızlı olun.”
Emirler yağmur gibi yağdı. Tim, bir makine gibi harekete geçti.
Kilisenin taş merdivenlerinden çıkarken İlteriş yanı başımdaydı. Susturuculu silahlarımız, hedefe ulaştığımızda düşmanın anlamasına fırsat bırakmadan konuşuyordu. İlk oda temizdi. İkinci odadan gelen sesler ise dikkatimi çekti. İçeride tartışma vardı.
Elimle İlteriş’i durdurdum. “Hedef çok. Hazır ol.”
Kapıyı hızla açtığımızda içerideki düşmanlar şaşkınlıkla bize döndü. İşte o an, asıl çatışma başladı.
Kurşun sesleri kilisenin duvarlarında yankılandı. İlteriş hızlı ve kesindi. Her mermi hedefini buldu. Ben ise daha önce fark edilmeyen bir düşmanı yere sererken aklımda tek bir düşünce vardı: Rehineler güvende olmalı.
“Altay komutanım, temiz mi?” diye sordu İlteriş, soluklanırken.
Etrafı taradım. “Temiz. Ama bu iş bitmedi.”
Patlamanın yankısı hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Kilisenin yıkık duvarları arasından içeri süzülürken nefesimi kontrol altına almaya çalıştım. Adımlarım sessizdi, ama içimdeki gerilim bir ok gibi gerilmişti. İlteriş ön cephedeydi, Fatih patlayıcılarla köşeyi tutuyordu. Ben ve Eren, rehine odasına doğru ilerliyorduk.
Kulaklığımdan İlteriş’in sesi duyuldu:
“Komutanım, üst kattaki nöbetçiler dikkat kesilmiş durumda. Alt katta henüz fark edilmedik.”
“Devam et,” diye fısıldadım. “Hedef rehineler. Sessiz kalın.”
Kapıyı gördüğümde kalbim hızlandı. Yavaşça elimi kaldırıp Eren’e işaret verdim. Silahını kaldırdı, ben de bıçağıma uzandım. Bu tür görevlerde sessizlik hayatta kalmanın anahtarıydı.
Kapıyı yavaşça açtım. İçerideki ilk nöbetçi, dikkatini patlamanın geldiği yöne çevirmişti. Sessizce arkasına yaklaşıp bıçağımı boğazına sapladım. İkinci nöbetçi dönüp bakmadan Eren’in susturuculu tüfeğinden çıkan kısa bir tıslama sesiyle yere yığıldı.
Ve o an onları gördüm. Rehineler.
Aralarında, bir köşede yere çömelmiş bir kadın vardı. Tozun ve gölgelerin arasında bile dikkat çekiyordu. Gözleri… O gözler. Hafif çekik, ama ceylan gibi. Bir ışık parıltısı gibi karanlığın içinden bana baktı.
Bir an için dünya sessizleşti. Nefesim sıklaştı. Bu kadar çatışmanın, kanın ve ölümün ortasında nasıl böyle bir şey hissedebilirdim? Anlam veremediğim bir duygu içimde kıpırdadı. Bu kadın kimdi? Neden bu kadar dikkatimi çekmişti?
“Komutanım?” Eren’in sesi beni gerçekliğe döndürdü.
Hızla toparlandım, diz çökerek onun yanına gittim. Ellerini bağlamışlardı, plastik kelepçe bileklerini kesmişti. Ellerim titremeden bağları çözmeye çalıştım. Ama bu titreme… Sinirden mi yoksa başka bir şeyden mi, bilmiyordum. Bıçağı takıp açtım sinirle.
Gözleri, bir an bile benden ayrılmadı. Bu beni daha da rahatsız etti. Kalbim hızlanıyordu. İçimde bir savaş vardı: görev ve bu garip hisler arasında sıkışmış bir çatışma. Kendime kızdım. “Bu saçmalık ne Altay? Kendine gel!”
“Tamam, artık güvendesiniz,” dedim sert bir sesle.
Ama gözlerindeki bakış beni bir anlığına durdurdu. Sanki bir şey söylemek istiyordu ama söyleyemiyordu. İçimde daha önce hiç hissetmediğim bir şey kıpırdandı. Sıcak mıydı? Yoksa sadece çatışmanın gerginliği miydi?
Ayağa kalktım, ona elimi uzattım. “Kalk. Hemen buradan çıkıyoruz.”
Umay… Bu ismi bilmeden, o anda içimde yankılandı. Umay, kalktı ve bana doğru bir adım attı. O an, nefesim sıkıştı. Gözlerimi başka yöne çevirdim. Bu kadar ölüm ve tehlikenin arasında böyle bir şey hissetmek aptallıktı. Kendime bir kez daha kızdım.
Telsizden İlteriş’in sesi geldi:
“Komutanım, düşman hareketleniyor. Çıkış yolumuzu kesmeye çalışıyorlar!”
Dişlerimi sıktım. “Fatih, batı çıkışını temizle. Eren, rehineleri koru. Hemen!”
Umay’a baktım. “Beni takip et,” dedim sert bir tonla. Bir an tereddüt etti ama ardından arkamdan geldi.
Çatışmanın ortasında, elimde silah, önümde düşmanlar… Ama arkamda hissettiğim her şeyden farklıydı. Umay’ın varlığı, bu savaşı benim için daha karmaşık hale getirmişti. Gözlerimi düşman hattına diktim ve içimden fısıldadım:
“Şimdi değil, Altay. Şimdi değil.”
Ama o gözler… Ceylan bakışlı o kadın, zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. Ve bu, beni korkutuyordu.
Patlamaların yankısı çoktan sönmüş, geceye yalnızca ölüm sessizliği kalmıştı. Mağaraya sığındığımızda, üzerimize çöken toz bulutunun ardından nefes almak bile bir lüks gibi geliyordu. Taş duvarlar soğuktu, ama dışarının tehlikelerinden daha güvenliydi. Tim dışarıda nöbet tutarken, içerideki tek ses, taş zeminde yankılanan yorgun adımlardı.
Gözlerim, mağaranın karanlık köşesine kaydı. Orada oturuyordu. Umay.
Bir köşeye çökmüş, elleriyle bir şey tutuyordu. Parmakları o kadar sıkı sarılmıştı ki, bıraksa her şeyin parçalanacağını düşünüyor gibiydi. Kucağındaki şeyi görmeden önce yüzüne baktım. Tokat izinin bıraktığı kızarıklık, yanağında bir yara gibi duruyordu. Dudağı patlamıştı, hafifçe kurumuş kan izleri hâlâ oradaydı. Ama o gözler…
Hafif çekik, ceylan bakışlı gözleri, karanlıkta bile parlıyordu. Sanki bütün o acıya, korkuya ve yorgunluğa meydan okuyordu. Bir an için, o bakışların altında ezildiğimi hissettim. İçimde garip bir duygu kıpırdadı. Belki merak, belki hayranlık, belki de ikisi birden. Ama bunu kabul etmek, kendi duvarlarımı yıkmak demekti.
Adımlarım beni onun yanına götürdü. Farkında olmadan diz çöküp, elindeki şeyi incelemeye başladım. Bezle sarılmış, eski ama özenle korunmuş bir taş vardı. Umay, elleriyle taşı daha da sıkı kavradı, sanki kimseye bırakmak istemiyordu.
“Bu ne?” diye sordum, sesim her zamanki sertliğinden biraz uzaktı.
Bezleri açarken dikkatlice konuştu. “Apollon’un Mührü. Antik bir ritüel taşı. Üzerindeki oymalar, güneş tanrısına adanmış.” Gözleri taşa kayarken, sesi yavaşladı. “Bu taş, binlerce yıl öncesinden kalma. Eğer kaybolsaydı, yalnızca bir eşya değil, bir miras yitip giderdi.”
Taşa baktım. Yuvarlak, avuç içine sığacak kadar küçük, ama üzerindeki detaylar olağanüstüydü. Karmaşık oymalar, ortasında parlayan bir güneşi andırıyordu. Ama taşın kendisinden çok, onu tutan eller dikkatimi çekti. Yaralı, ama titremeyen eller.
“Bu taşı korumak için mi bu hale geldiniz?” diye sordum, istemsizce daha yumuşak bir tonla.
Umay başını kaldırdı, gözlerim yeniden onun gözleriyle buluştu. Bakışlarında yorgunluk vardı, ama bir damla pişmanlık yoktu. “Evet,” dedi. “Tarih bizim kim olduğumuzu anlatır. Onu korumak, geleceğimizi korumaktır.”
Bir an sustum. O an, bu kadını tanıdığımı sandığım her şeyin ötesinde bir şey fark ettim. Umay yalnızca bir arkeolog değildi. O, kelimenin tam anlamıyla bir savaşçıydı. Ama savaşını benimkinden farklı bir cephede veriyordu.
“Bunu yaparken hayatınızı riske attınız,” dedim, sesimde yeniden sertlik belirerek. “Bu sizin işiniz değil.”
O ise dudaklarında hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Tarih korumasızdır, yüzbaşı. Eğer biz onu korumazsak, kim koruyacak?”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Yüzümdeki sert maskeyi korumaya çalışırken, içimde bu kadına duyduğum saygının büyüdüğünü hissettim. Ama bu his beni sinirlendirdi. Kendime kızdım. “Ne yapıyorsun, Altay? Bu, yalnızca bir görev. O kadar.”
“Yaralarınıza baktırmanız gerek,” dedim, sesimi yeniden kontrol altına alarak.
Umay başını iki yana salladı. “Önemli değil,” dedi, gözleri yeniden taşın üzerinde gezindi.
Ama benim gözlerim onun üzerindeydi. O tokat izi, patlayan dudağı ve yine de vazgeçmeyen bakışları… Bu kadının inadı, bu kadar tehlikenin ortasında bile gözlerinden okunan kararlılığı, içimde bir şeyleri yerinden oynatıyordu.
Kendime hâkim olmalıydım. Hemen doğruldum, yüzümü sertleştirerek geri çekildim.
Ama aklımda o ceylan gözler kalmıştı. Savaşın ortasında bile parlayan o bakışlar, zihnimde yankılanıyordu. Bu, beni rahatsız ediyordu. Çünkü bu his, benim alışık olduğum bir şey değildi. Ve bu, beni daha da öfkelendiriyordu.
Mağaranın taş duvarlarına dönerken kendi kendime söylendim:
“Altay, kendine gel. Bu, bir görev. Hepsi bu.”
Ama içimde bir yer, bu kadını ve elindeki mühür kadar değerli olan kararlılığını unutamayacağımı biliyordu.
Mağaradan ayrıldığımızda, gece hâlâ derin bir sessizlik içindeydi. Ama o sessizlik artık huzur değil, savaştan arta kalan bir boşluk gibiydi. Umay, taşı kucağında taşıyordu. Parmakları hâlâ sımsıkı, sanki bırakırsa mühürle birlikte kendini de kaybedecekmiş gibi.
Tim, planlandığı gibi iki gruba ayrılmıştı. İlteriş ve Fatih önümüzde, Kerim ve Eren arkamızda, her adımı kolluyordu. Ben ise Umay’ın yanındaydım. Herkes sessizdi. Nefes alışlarımız bile neredeyse duyulmayacak kadar kontrollüydü. Ama içimde bir şeyler sürekli yankılanıyordu.
Gözlerim, istemsizce ona kayıyordu. Yüzündeki o tokat izi, patlamış dudağı… Her adımda taşırken hissettiği acıyı belli etmeyen kararlılığı. Ve o ceylan gözler… Parlayan, derin, korkusuz gözler.
Bir an için, aklımda beliren düşüncelere sinirlendim. Kendime kızdım. “Altay, sen savaş meydanında bir askersin. Duyguların için yer yok burada.”
Ama o gözleri unutmak mümkün değildi.
“Yüzbaşı,” dedi Umay, fısıldayarak. Sesindeki titreme dikkatimi çekti. Dönüp ona baktım. Gözleri benimkilerle buluştuğunda, bir şey söylemek ister gibiydi. Ama kelimeler boğazında düğümlendi.
“Ne oldu?” diye sordum, sesimi alçaltarak.
Bir an duraksadı. Sonra gözlerini mühür’e indirdi. “Bunun için çok kişi öldü. Bazen… Bazen bunun değerine inanmakta zorlanıyorum.”
O an, içinde bir çatışma olduğunu hissettim. O taş için her şeyi göze almış, ama bedelinin ağırlığı altında ezilmişti. Kafamda, onun bu kadar acıya nasıl dayandığını düşündüm. Ama bunu ona söylemedim. Söyleyemezdim.
“Bazı şeyler uğruna savaşmaya değer,” dedim soğuk bir tonla. “Ama bunun için ölmek zorunda değildiniz.”
Başını kaldırdı, gözleri yeniden bana kilitlendi. “Siz buna inanmıyor musunuz?” dedi, sesinde bir meydan okuma vardı. “Hiçbir şey için hayatınızı riske atmadınız mı?”
Bu soru beni hazırlıksız yakaladı. Cevap vermedim. Çünkü doğru bir cevap yoktu. Benim için savaş, görevdi. İnanç değil. Ama onun için bu, bir inanç meselesiydi. Gözlerindeki o ışık, buna duyduğu bağlılığın işaretiydi.
“Beni yanlış anlıyorsunuz,” dedi yavaşça. “Bu taş, yalnızca bir eşya değil. Bu, bizim hikayemiz. Bizi biz yapan şey.”
Bir şey söylemek istedim ama sustum. Çünkü onun haklı olabileceğini düşünmek, beni rahatsız ediyordu.
Yürüyüşümüz devam etti. Sessizliği yalnızca ara sıra kulaklıktan gelen raporlar bozuyordu. Düşman, tamamen geri çekilmişti. Biz ise hedefimize doğru ilerliyorduk.
Gözlerim, yeniden ona kaydı. Taşı kucağında taşıyan elleri, yaralı ama güçlüydü. Bu kadın, fiziksel acıya rağmen pes etmemişti. Ama bu beni neden bu kadar etkiliyordu?
Dudaklarımı sıktım. “Altay, bu saçmalığı kes. Bu sadece bir görev. Hepsi bu.”
Ama her adımda, her nefes alışımda, o gözlerin zihnimde yankılandığını hissediyordum. Bu his, beni savaşın karmaşasından daha çok rahatsız ediyordu.
Kendime hâkim olmalıydım. Çünkü duygular, bir asker için en tehlikeli düşmandı. Ve bu savaşı kaybedemezdim.
Tam çıkıyorduk. Tam kurtulduk lan, diye düşünüyordum. Her şey yolunda gibiydi. Tim önden gidiyordu, rehinelerle birlikte güvenli bölgeye doğru ilerliyorlardı. Umay yanımdaydı, o lanet taşı hâlâ kucağında tutuyordu.
Ve o an… Yerin altı inledi.
Bir patlama ya da deprem gibi bir şey değildi bu. Mağara sanki öfkeyle nefes alıp veriyordu. Yukarıdan koca bir kaya parçası yerinden kopup tam önümüze düştü. Koca lanet şey, timle aramıza dev bir duvar gibi indi. Toz ve taş yağmuru arasında sadece Umay’ı kolundan yakalayıp geri çekebildim.
“Siktir!” diye küfredip kendimi yere attım. Gürültü durana kadar, toz boğazımı yakarken yerde kaldım. Sonunda başımı kaldırdığımda gördüğüm şey beni iyice zıvanadan çıkardı: Tim ve çıkış yolu koca bir kaya parçasının arkasında kalmıştı.
Telsizden İlteriş’in sesi duyuldu. “Komutanım! Orada mısınız?”
“Buradayız,” dedim, öfkeyle nefesimi kontrol etmeye çalışarak. “Kayanın arkasında kaldık. Mağaranın içindeyiz.”
“Tamam, sizi çıkaracağız. Patlayıcı hazırlıyoruz. Ama biraz zaman alacak.”
“Lanet olsun,” diye mırıldandım kendi kendime. Zaman alacak. Güzel. Bir mağarada mahsur kalmak yetmezmiş gibi, yanımda Apollon’un Mührü’ne âşık olmuş bir kadın var.
Umay’a döndüm. Yerde oturuyordu. Yüzü toz içindeydi, yanağındaki tokat izi ve patlamış dudağı hâlâ belli oluyordu. Ama bakışları… O ceylan bakışlar yine parlıyordu. Sanki olan biteni umursamıyordu.
“İyi misin?” dedim, sesi fazla sert çıkarmamaya çalışarak.
Başını salladı. “İyiyim. Siz?”
“İyiyim mi?” dedim içimden. Sanki burada mahsur kalmamışız gibi konuşuyor. Bu kadar sakin olmak nasıl mümkün lan?
“İyiyim,” dedim, daha fazla uzatmadan.
Sonra birden konuştu: “Sizi korkutuyor muyum, yüzbaşı?”
Bir an ne dediğini anlamadım. Kaşlarımı çattım, ona baktım. Gözleri doğrudan benimkilerdeydi. Sanki o bakışlarıyla içime bakıyordu.
“Ne saçmalıyorsun?” dedim, sesim daha sert çıktı.
Gözlerini yere indirdi, ama gülümser gibi oldu. Lanet olası bir meydan okuma gibiydi bu. “Bazen bakışlarınız sizi ele veriyor. Hep soğuk ve mesafelisiniz, ama… İçinizde bir şeyler var. Sanki kendinizle savaşıyorsunuz.”
O an, söyledikleri beni öyle bir sinirlendirdi ki nefesimi tuttum. Ne zannediyor bu? Beni mi çözmeye çalışıyor?
“Bu, bir savaş değil,” dedim sert bir şekilde. “Bu bir görev. Hepsi bu.”
Başını kaldırdı, yine o lanet bakışı attı. Gözlerindeki meydan okuma, beni çileden çıkarıyordu. “Siz öyle diyorsanız,” dedi, sakin bir sesle.
Tam o sırada telsizden İlteriş’in sesi geldi. “Komutanım, kayayı kaldırmamız biraz sürecek. Patlayıcı kullanacağız, ama bu mağarayı istikrarsız hale getirebilir.”
“Tam da istediğim şey,” diye söylendim kendi kendime. Telsizi elime alıp konuşmaya başladım. “Dikkatli olun. Sakin olun. Biz buradayız.”
Telsizi kapattım ve mağaranın içinde yeniden o sessizlik çöktü. Gözlerim, bir kez daha Umay’a kaydı. Hâlâ o lanet taşı tutuyordu. Ellerinde yaralar vardı ama parmakları titremiyordu.
Bu kadın, beni delirtecek gibiydi. Yüzündeki tokat izi, dudağındaki kan, ama o bakışlar…
“Altay, kendine gel. Bu saçmalığı kes. O sadece bir görev.”
Ama o bakışları görmezden gelmek imkansızdı. Ve bu, beni her şeyden çok rahatsız ediyordu.
Dizlerimin üzerinde çaresizlik içinde dururken, Umay aniden başını kaldırdı. O ceylan gözleri, yaşların ardından yeniden parladı. Bir ışık, bir fikir doğmuş gibiydi.
“Durun!” dedi, sesi beklenmedik bir şekilde net ve kararlıydı.
Kaşlarımı çattım. “Ne diyorsun şimdi? Durup öylece oturup bekleyelim mi?”
Başını iki yana salladı. Ellerini mühürün etrafında gezdirdi, sanki bir şeyi işaret ediyordu. Gözleri heyecanla parlıyordu. “Bu mühür… Apollon’un Mührü. Üzerindeki oymalar sadece süs değil. Bu taş, bir anahtar olabilir!”
Bir an için ne dediğini anlamadım. Ama onun heyecanını görünce, kendimi bir anlığına sakinleştirdim. “Anahtar mı? Ne demek istiyorsun?”
Mührü dikkatlice eline aldı ve bana yaklaştırdı. “Bak,” dedi, parmağıyla taşın üzerindeki oymalardan birini işaret ederek. “Bu semboller, antik Yunan mimarisinde sıkça kullanılırdı. Apollon’a adanmış bir manastırda olmamız bir tesadüf değil. Bu mühür, bu mağarada bir mekanizmayı çalıştırabilir.”
“Bir mekanizma mı?” diye tekrarladım, sesi alaycı bir tona çekerek. “Yani diyorsun ki, bu mağara, antik bir bilmece gibi ve sen de onu çözmek üzeresin?”
Umay, yüzünde kararlı bir ifadeyle başını salladı. “Evet, tam olarak bunu diyorum. Telsizi verin. Diğerlerini bilgilendirmem gerek.”
Bir an için tereddüt ettim. Bu kadının hayal gücü mü, yoksa gerçekten bir çözüm mü bulmuştu? Ama o gözlerdeki inat ve kararlılık, başka çarem olmadığını hissettirdi. Telsizi ona uzattım.
Telsizi eline alıp İlteriş’e seslendi. “Üsteğmen, beni dinleyin.
Apollon’un Mührü’nün üzerindeki oymalar bir mekanizmaya işaret ediyor olabilir. Kaya parçasının etrafında veya mağaranın duvarlarında semboller ya da oymalara benzer bir şey var mı?”
Telsizin diğer ucundan bir an sessizlik geldi. Sonra İlteriş’in sesi duyuldu: “Bir dakika… Burada duvarlarda bir şeyler var. Bazı semboller. Ama bu işin bir parçası mı emin değilim.”
Umay, sesi daha heyecanlı bir hal aldı. “Bana o sembolleri tarif edin! Hemen!”
Telsizden gelen sesi dikkatle dinledik. İlteriş, duvarda gördüğü sembolleri tarif ederken Umay, mühür üzerindeki sembollerle kıyaslıyordu. Parmakları taşın üzerindeki oyukları takip ederken gözleri bir matematikçi gibi keskinleşmişti.
“Tamam,” dedi sonunda. “O semboller bir hizalama oluşturuyor. Duvarın o kısmında, bir mekanizma olmalı. Bir çıkış ya da bir kapı. Eğer mühür buraya uyarsa, kaya patlayıcı olmadan yerinden oynayabilir.”
Bir an için Umay’a baktım. Yüzündeki ifade, kararlılıkla doluydu. Ona inanıp inanmamak arasında bir anlık bir tereddüt yaşadım. Ama sonunda, o gözlerdeki parıltıya teslim oldum.
“Tamam,” dedim sert bir nefes alarak. “Ama bu iş işe yaramazsa, o patlayıcılar devreye girecek. Anladın mı?”
Umay, başını salladı. “Yarayacak. Göreceksiniz.”
Telsize döndüm. “İlteriş, dediklerini yap. Duvarı dikkatle inceleyin ve mekanizmayı bulun. Umay’ın planı işe yarayabilir.”
Telsizden onay sesi gelirken Umay’a baktım. Yüzü hâlâ toz içinde, yaraları iyileşmemişti. Ama o kararlılık… Bu kadın, belki de gerçekten bir şeyleri değiştirebilirdi.
“Lanet olsun,” diye düşündüm kendi kendime. “Belki de gerçekten işe yarayacak.”
Umay telsizi kapattığında, mağarada ölüm sessizliği hâkim oldu. Sadece uzaktan, timin mekanizmayı bulmak için yaptığı araştırmaların yankısı duyuluyordu. Ama o an bana asırlar kadar uzun geldi.
Umay, hâlâ o mühüre sıkıca sarılmış, gözlerini taşın üzerindeki oymalara dikmişti. Sanki taşla konuşuyor gibiydi. Bu kadının bu kadar sakin kalması beni çıldırtıyordu.
Bir adım yaklaştım, kollarımı göğsümde bağlayarak eğildim. Sert bir bakış attım. “Dinle, Umay,” dedim, sesime hafif bir alay katarak. “Eğer bu saçma planın işe yaramazsa, bu mağaradan çıktığımızda sana çok fena dalga geçeceğim. Hem de hayatın boyunca unutamayacağın şekilde.”
Başını kaldırmadan, gözlerini mühürden ayırmadan konuştu. “Bunu başaracağım. Dalga geçme fırsatınız olmayacak.”
Bu kadının sakinliği beni daha da sinirlendirdi. Kaşlarımı çattım, birkaç adım geri çekildim. Dizlerimin üzerine çöküp başımı iki elimin arasına aldım. “Bu kadının kendine olan güveni beni neden bu kadar rahatsız ediyor?” diye düşündüm.
Telsizden gelen bir hışırtı, dikkatimi dağıttı. İlteriş’in sesi yankılandı: “Komutanım, duvarda bir oyuk bulduk. Umay’ın tarif ettiği semboller hizalanıyor. Mekanizma doğru yerde gibi görünüyor.”
Bir an için nefesimi tuttum. “Lanet olsun, gerçekten mi?”
Umay, telsizi hızla eline aldı. “Dikkatlice hareket edin. Mekanizmayı zorlarsanız taş zarar görebilir. Yavaşça mühürle hizalayın.”
Telsizden birkaç saniyelik bir sessizlik geldi. O an kalbim daha hızlı atmaya başladı. Umay’a baktım. Hâlâ sabırla mühüre sarılmış, gözleri ciddiyetle telsizi dinliyordu. İçimden, “Bu kadar emin olma. İşe yaramazsa her şey biter,” diye söylendim.
Ve sonra, telsizden İlteriş’in sesi duyuldu: “Mekanizma çalıştı! Kaya hareket ediyor. Çıkış yolu açılıyor!”
O an, kelimeler anlamını yitirdi. Birkaç saniye boyunca sadece o cümle kafamda yankılandı. “Mekanizma çalıştı.”
Gözlerimi Umay’a çevirdim. Yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti, ama bana bakmadı. Sadece mühürü özenle kucağına koydu, sanki bu zaferin gerçek kahramanı oymalar ve taşmış gibi.
Ayağa kalktım, gözlerimi kısıp ona baktım. “İşe yaradı, ha?” dedim, sesimde hem şaşkınlık hem de biraz pişmanlık vardı.
Başını kaldırdı, gözleri doğrudan benimkilerle buluştu. O ceylan bakışlar bu kez bir meydan okumadan çok, sakin bir zaferi yansıtıyordu. “Size söylemiştim, yüzbaşı. Dalga geçme fırsatınız olmadı.”
Bir an için ona ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerimde farkında olmadan bir parça hayranlık belirdi. Ama hemen toparlandım, omuzlarımı silkip yüzümü sertleştirdim. “Sadece şans,” dedim, sert bir sesle. “Ama yine de iyi iş çıkardın.”
Umay gülümsedi, bu kez daha belirgin bir şekilde. Ama hiçbir şey söylemedi. Sadece mührü özenle sarmaya devam etti.
Telsizden gelen bir başka ses: “Komutanım, çıkış tamamen açıldı. Sizi bekliyoruz.”
Başımı salladım. Umay’a baktım. “Hadi bakalım, mühür kraliçesi. Buradan çıkıyoruz.”
O ise sessizce ayağa kalktı. Mühüre sarılmış elleri, mağaranın karanlığında parlayan bir zaferi taşıyordu. Ama içimde bir yer, bu kadının cesaretine ve inancına boyun eğdiğimi kabul ediyordu. Ve bu, beni her şeyden çok sinirlendiriyordu.
O ise hiç istifini bozmadı. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Ama o gülümseme… Tam anlamıyla bir meydan okuma gibiydi. Bir an için gözlerini mühürden ayırıp bana baktı ve sanki beklediği an gelmiş gibi konuştu:
“Görüyorsunuz ya, yüzbaşı,” dedi, sesine hafif bir alay katarak. “Biraz bilgi, birkaç sembol ve sorun çözülüyor. Her şeyi patlayıcılarla çözmek zorunda kalmamak ne kadar da güzel, değil mi?”
Kaşlarımı çattım. “Şimdi dalga mı geçiyor bu kadın?” diye düşündüm. Ama o hız kesmeden devam etti.
“Biliyorsunuz, yüzbaşı,” dedi, mühürü koltuğunun altına sıkıştırıp tozlu saçlarını düzelterek, “Belki de sizin timinize bir arkeolog katmalısınız. Bir dahaki sefer patlayıcılarınızı kullanmadan önce, belki ben bir iki sembol çözerim. Hem siz de bir şeyleri yıkmadan halletmenin ne demek olduğunu öğrenmiş olursunuz.”
Bu kadının cesaretine inanamadım. Tüm o hengamede bile bir şaka yapmayı beceriyordu. Gözlerimi kısarak ona baktım, ama içimden gelen sinirle karışık bir hayranlığı bastıramıyordum.
“Umarım bu mühür kadar değerli bir egon yoktur, Umay,” dedim sert bir sesle. “Çünkü seni taşımak yeterince zor, bir de o şişmiş egonla uğraşmayacağım.”
Ama o, sözlerime aldırmadan, sanki zafer kazanan bir savaşçı edasıyla dönüp önden yürümeye başladı.
O an içimden bir küfür savurdum. “Lanet olsun, bu kadın beni delirtecek.”
Ama itiraf edeyim, onu öyle havalı bir şekilde yürürken izlemek… Sinir bozucu olduğu kadar etkileyiciydi. Bu kadar kaosun içinde bile, sanki her şeyi kontrol eden kişi oymuş gibi davranıyordu.
Gözlerimi devirdim, derin bir nefes alarak arkasından yürümeye başladım. “Bir de mühür kraliçesi dedik, şimdi havaya girer,” diye söylendim kendi kendime.
Ama o anda, onun o ceylan bakışlı gözleri ve o kararlı yürüyüşü zihnimde kalıcı bir yer edindiğini fark ettim. Bu da beni daha çok sinirlendirdi.
Mevsim, soğuğun keskin bir bıçak gibi yüzümüze vurduğu o geçit vermez kış günlerinden biriydi. Gökyüzü, sanki dünyanın tüm ağırlığını taşıyormuş gibi griye bürünmüş, güneş bile bir köşeye sinmişti. Mağaranın içinden dışarıya adım attığımda, toprağın ve taşların o rutubetli kokusunu ciğerlerime çektim. Bu koku, savaşın, karanlığın ve insanın sınırlarını zorlayan o anların özeti gibiydi.
Umay önümde yürüyordu. Adımları, yorgun ama inatçıydı. Onun narin omuzlarına düşen karlı örtü, bu zorlu yolculuğu daha da dramatik kılıyordu. Gözlerim bir an bile ondan ayrılmadı. Onu korumak için her hücrem tetikteydi.
Tim arkamdaydı; her biri sessiz, her biri ölümcül bir dikkatle etrafı tarıyordu. Onların varlığı, omuzlarımdaki yükü hafifletmiyordu ama yalnız olmadığımı bilmek içimi bir nebze rahatlatıyordu. Umay’ın ince yapısının bu kadar zorluğa nasıl dayandığını düşündüm bir an. Savaşın çirkin yüzüne bu kadar yakın olan bir insan, yine de nasıl böyle güçlü kalabiliyordu?
“Biraz daha dayan, çıkışa yaklaşıyoruz,” dedim ona ama sesim hem ona hem de kendime bir teselli gibiydi. Umay başını hafifçe çevirip gözlerime baktı. O anda her şey durmuş gibiydi. O bakışlarda bir minnet, bir inat ve bir umut gördüm. Sanki her şeyin bittiği yerde, baştan başlamaya yemin etmiş gibiydi.
Mağaranın çıkışına yaklaştıkça, kar taneleri yavaşça üzerimize düşmeye başladı. Bir an için bu beyaz örtü, savaşın çirkinliğini örten bir perde gibiydi. Ancak gerçek, bu kadar kolay saklanamazdı. Çıkışa vardığımızda timden bir ses yükseldi: “Temiz!” Bu tek kelime, yüreğimde bir kıvılcım gibi çaktı.
Hızlıca ilerleyip karla kaplı zemine adım attık. Umay durup derin bir nefes aldı, ardından gözlerini kapatarak kar tanelerinin yüzüne düşmesine izin verdi. Bu kısa an, onun savaştan sıyrılmaya çalıştığı bir kaçış gibiydi. Onu dikkatlice izlerken telsizi açıp ekibin geri kalanına bilgi verdim:
“Manastırdan çıktık. Koordinat sıfır bir beş, sıfır iki dokuz. Destek ekibi hazırda beklesin.”
Soğuk, kemiklerime kadar işliyordu ama zihnim berraktı. Görev henüz bitmemişti. Etrafımıza kurduğumuz güvenlik çemberiyle Umay’ın yanında durdum. Başımı kaldırıp karanlık gökyüzüne baktım. İçimden bir kez daha geçirdim:
Bu kadın, yalnızca bir kurtarma operasyonunun parçası değildi. O, bir hikâyenin, bir direnişin ve bir umudun simgesiydi. Ve ben, onun bu hikâyede ayakta kalması için ne gerekiyorsa yapacaktım....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |