
Umay mutfakta çocuklarla ilgilenirken telefonu titredi. Hafifçe gülümsedi ve ekranı açtı. Mesaj, Altay’dan geliyordu:
"Ufak bir valiz hazırla. Aşağıda seni kaçırmak üzere bekliyorum, karıcım. 🖤"
Umay bir an duraksadı, sonra başını iki yana sallayarak içten bir kahkaha attı. “Bu adam hiç değişmeyecek,” diye mırıldandı.
Merakla ona bakan Aybars ve Ülkü’ye döndü. “Çocuklar, anneniz bu akşam babanız tarafından kaçırılıyor. İtirazı olan?”
Aybars kaşlarını çattı. “Ama baba hep seni kaçırıyor! Bir kere de sen onu kaçır!”
Ülkü ise kıkırdadı. “Baba annemi hep kaçırıyor çünkü çok seviyor.”
Umay, gülümseyerek başını salladı. “Öyle görünüyor.”
Dolabın kapağını açarken içi mutlulukla doluydu. Bu adam, her zaman olduğu gibi, yıllar geçse de ona ilk günkü gibi âşıktı. Ve o da Altay’a…
Ufak bir çanta hazırladı, aynada kendine son bir kez baktı ve derin bir nefes aldı. Sonra çocuklara eğildi, yanaklarından öpüp fısıldadı:
“Babanızın planını bozmadan gidip kaçırılmalıyım. Sizi çok seviyorum.”
Kapıdan çıkarken, içinde genç bir kız gibi atan kalbiyle Altay’ın kollarına koştu. Çünkü bazı aşklar, yıllar geçse de hep ilk günkü heyecanla yaşanırdı.
Altay arabada direksiyonu tutarken, yan koltukta oturan Umay merakla ona bakıyordu. Çantası dizinde, içinde tatlı bir heyecan vardı.
“Nereye gidiyoruz, binbaşı?” diye sordu hafifçe gülümseyerek.
Altay gözlerini yoldan ayırmadan, dudaklarında belli belirsiz bir tebessümle cevap verdi. “Bunu bilmek için erken, karıcım. Sadece bana güven.”
Umay başını iki yana salladı. “Sana güveniyorum. Ama sen bir şey saklıyorsan, bu kesin büyük bir şeydir.”
Altay göz kırptı. “Beni tanıyorsun.”
Araba, şehrin ışıklarından uzaklaşıp havaalanı yoluna girdiğinde Umay’ın gözleri büyüdü.
“Altay, yoksa…”
Altay gülümsedi, cebinden iki uçak bileti çıkardı ve direksiyonun üzerine bıraktı. Biletlerin üzerinde "Paris - Charles de Gaulle" yazıyordu.
Umay şaşkınlıkla biletlere baktı, sonra Altay’a döndü. “Paris mi? Gerçekten mi?”
Altay başını salladı. “Beşinci yıldönümümüz, Umay. Sana söz vermiştim, bir gün seni dünyanın en romantik şehrine götüreceğim diye. O gün bugün.”
Umay gözyaşlarını tutamadı. “Peki çocuklar?”
Altay gülerek göz kırptı. “İlteriş ve Yaseminka onları aldılar. İki gün boyunca harika bir amca ve teyze olacaklar. Biz ise… sadece karı-koca olacağız.”
Umay heyecanla Altay’ın koluna sarıldı. “Bunu nasıl ayarladın?”
Altay hafifçe omuz silkti. “Benim işim sürprizler yapmak, karıcım.”
Arabayı havaalanının otoparkına çekerken Umay hâlâ şok içindeydi. Beş yıl önce Altay’la evlendiğinde hayatın ona böylesine güzel sürprizler sunacağını hayal etmemişti. O, vatanı için savaşan sert, disiplinli bir adamdı ama aynı zamanda ona sonsuz sevgiyle bağlıydı.
Havaalanına girdiklerinde, Altay pasaportları ve biletleri uzattı. Güvenlik kontrolünden geçerken Umay hâlâ inanamıyordu. “Gerçekten Paris’e gidiyoruz…”
Altay başını salladı. “Evet. Ve bu, hayatımızın en güzel yolculuklarından biri olacak.”
Bir süre sonra uçakta, Umay başını Altay’ın omzuna yasladı ve fısıldadı:
“Beni her gün yeniden kendine âşık ediyorsun.”
Altay onun elini tuttu, parmaklarını nazikçe sıktı. “Ve her gün seni daha çok seveceğim.”
Uçak havalanırken, yeni bir maceraya doğru birlikte ilerliyorlardı. Beş yıl boyunca yan yana yürüdüler, zorluklara göğüs gerdiler, savaşlardan sağ çıktılar. Şimdi ise hak ettikleri bir mola veriyor, aşklarını kutlamak için dünyanın en romantik şehrine uçuyorlardı.
Ve bu, onların sonsuz aşkının sadece bir durağıydı.
Paris’e indiklerinde güneş çoktan batmaya başlamış, şehrin ışıkları yavaş yavaş yanıyordu. Altay, Umay’ın elini tutarak valizlerini aldı ve onları bekleyen özel araca doğru yönlendirdi.
Şehir merkezine doğru ilerlerken Umay, pencereden dışarı bakarak büyüleyici Paris sokaklarını izliyordu. “Gerçekten buradayız… Hayal gibi.” diye fısıldadı.
Altay, gülümseyerek onun elini sıkıca tuttu. “Gerçek, karıcım. Ve daha yeni başlıyoruz.”
Otelin önüne geldiklerinde, Altay Umay’a dönüp göz kırptı. “Beni affet ama en iyisini seçmem gerekiyordu.”
Göz kamaştırıcı Eyfel Kulesi manzaralı süitlerine çıktıklarında, Umay nefesini tuttu. Oda, zarafet ve romantizmle döşenmişti. Büyük cam pencerelerden Eyfel Kulesi tüm ihtişamıyla görünüyordu, odanın içinde hafif bir lavanta kokusu yayılıyordu.
Altay valizleri kenara bırakırken Umay büyülenmiş gibi cama yaklaştı. “Bunu gerçekten benim için mi yaptın?”
Altay arkadan ona sarıldı, başını Umay’ın boynuna yasladı. “Senin için yapmayacağım şey yok, karıcım.”
Umay hafifçe başını yana eğdi ve Altay’ın yanağına küçük bir öpücük kondurdu. “Öyleyse bu güzel geceye hazırlanmam gerek.” diyerek gülümsedi.
Banyodan çıktığında, üzerinde bordo, ip askılı, vücut hatlarını zarifçe saran bir elbise vardı. Hafif dalgalı saçları omuzlarına dökülüyor, yüzündeki hafif makyaj gözlerini daha da belirgin hale getiriyordu.
Altay, tam karşısında, kravatını düzeltirken bir an durup ona baktı. Gözlerinde hayranlık ve aşk vardı. Birkaç saniye boyunca sadece onu izledi.
“Bu şehir güzel olabilir ama şu an buradaki en güzel şey sensin, Umay.”
Umay gülümseyerek yanına geldi, kravatını düzeltti. “Ve sen de hâlâ beni ilk günkü gibi heyecanlandırıyorsun.”
Altay, Umay’ın beline hafifçe dokundu, gözlerini ondan ayırmadan fısıldadı: “Bu gece sadece sen ve ben varız.”
Altay, Umay’ın arkasında durarak gözlerini aynadaki yansımasına dikti. Umay hâlâ bordo elbisesinin ince askılarını düzeltiyordu. Saçları omuzlarından aşağı dökülmüş, teni zarif bir parıltıyla ışıldıyordu.
Altay, cebinden küçük, lacivert bir kutu çıkardı ve yavaşça açtı. İçinde, ışıltısıyla göz kamaştıran zarif bir pırlanta set vardı. İnce işçiliği ve zarafeti tam da Umay’a yakışacak türdendi.
Umay aynadan onun hareketlerini izledi, merakla sordu: "Altay, o da ne?"
Altay hafifçe gülümsedi. "Bunu, Paris’in en güzel kadını için aldım."
Umay’ın kalbi hızlandı. "Bunu almana gerek yoktu…"
Altay başını iki yana salladı, gözlerini onun boynuna dikti. "Senin gibi bir kadına sahip olmak başlı başına bir hediye zaten. Ama ben, her zaman daha fazlasını hak ettiğini düşünüyorum."
Ellerini nazikçe Umay’ın omuzlarına koyarak, kolyeyi boynuna yerleştirdi. Pırlantalar, odanın loş ışığında parıldıyordu. Küpeleri de aynı incelikle taktıktan sonra Umay’ın uzun boynuna hayranlıkla baktı.
"Şimdi tam anlamıyla bir kraliçe oldun." diye fısıldadı.
Umay aynadaki yansımasına baktığında, gözleri doldu. Kolyeye hafifçe dokundu, sonra gözlerini Altay’a çevirdi. "Sen benim en büyük şansımsın, Altay."
Altay eğildi, Umay’ın çıplak omzuna yumuşak bir öpücük kondurdu. Sonra dudaklarını yavaşça yukarı kaydırarak gerdanına küçük öpücükler bıraktı. Umay hafifçe ürperdi, gözlerini kapattı.
Altay’ın sesi, fısıltı gibi boynunun kenarında yankılandı: "Hayatımın sonuna kadar seni böyle şımartacağım, karıcım. Her anında, her saniyende en değerli olduğunu hissettireceğim."
Umay başını hafifçe yana yatırarak ona daha yakınlaştı. "Benim en büyük servetim sensin, Altay."
Altay gülümsedi, Umay’ın belini nazikçe kavrayarak onu kendine döndürdü. Göz göze geldiler. Birkaç saniye boyunca yalnızca birbirlerini izlediler. Sonra Altay, Umay’ın alnına uzun bir öpücük kondurdu.
"Haydi, Paris bizi bekliyor." diye fısıldadı.
El ele tutuşup odadan çıkarken, aşklarının sadece büyümeye devam edeceğini biliyorlardı. O gece Paris, sadece Eyfel’in ışıklarıyla değil, Altay ve Umay’ın aşkıyla da parlıyordu.
Altay, Umay’ın sandalyesini nazikçe çekerek onun oturmasını sağladı, ardından karşısına geçti. Paris’in büyülü atmosferinde, Seine Nehri’nin kıyısındaki restoranın loş ışıkları romantik bir ambiyans yaratıyordu. Mum ışıkları, masalarının üzerinde dans ederken Eyfel Kulesi tüm ihtişamıyla onlara eşlik ediyordu.
Garson, şarap menüsünü uzattığında Altay tereddütsüz konuştu: "Une bouteille de Château Margaux 2015, s’il vous plaît."
Umay hafifçe kaşlarını kaldırdı, dudaklarında zarif bir gülümseme belirdi. "Fransızcanı her duyduğumda sana biraz daha hayran oluyorum, Altay Bey."
Altay gözlerini ondan ayırmadan başını yana eğerek hafifçe gülümsedi. "Ben sadece karşımdaki güzelliğe hayranım."
Garson geri döndüğünde, Altay zarif bir el hareketiyle siparişini verdi.
Başlangıç olarak:
Soupe à l’oignon gratinée – Karamelize soğanlarla hazırlanan, eritilmiş Gruyère peyniriyle fırınlanmış geleneksel Fransız soğan çorbası.
Foie gras au torchon – Tereyağı gibi yumuşacık, ince baharatlarla marine edilmiş ve şarap eşliğinde dinlendirilmiş kaz ciğeri terrine. Yanında incir reçeli ve kızarmış brioche ekmeği.
Ana yemek olarak:
Filet de bœuf Rossini – Orta-az pişmiş Châteaubriand dana filetosu, üstüne sotelenmiş foie gras ve trüf mantarı rendesi. Yanında bordelaise sos ve parmesanlı patates püresi.
Coquilles Saint-Jacques à la Provençale – Hafif tereyağında sotelenmiş taptaze deniz tarakları, Provence usulü domates ve beyaz şarap sosuyla servis ediliyor. Yanında safranlı risotto.
Şarapları bardaklarına dolarken Umay bir yudum aldı ve gözlerini kapatarak şarabın zarif dokusunu hissetti. "Bu gerçekten nefis… Şarap seçiminde de harikasın."
Altay, kadehini kaldırdı ve hafifçe gülümsedi. "Güzel bir kadın, en güzel tatları hak eder."
Tatlı olarak:
Fondant au chocolat – İçinden akışkan çikolata fışkıran sıcak sufle, yanında Madagascar vanilyalı dondurma.
Crème brûlée à la lavande – Hafif lavanta aromalı klasik Fransız krem karamel, üzeri ince kıtır karamel tabakasıyla.
Umay çatalını tatlıya batırırken gözleri mutlulukla ışıldıyordu. "Beni böyle her gün şımartırsan, Paris’e yerleşmemiz gerekebilir." diye şakayla karışık mırıldandı.
Altay sandalyesini hafifçe öne çekti, Umay’ın elini tutarak parmaklarının arasından hafifçe geçti. "Eğer bu şehir, seni her gün böyle güldürecekse… O zaman her yıl buraya geliriz, karıcım."
O gece, sadece damaklarına değil, ruhlarına da hitap eden bir geceydi. Paris, aşkın ve lezzetin başkenti olabilirdi… Ama en büyük aşk, o masada oturan iki insanın kalplerinde yaşanıyordu.
Altay, Umay’ın elini tutarken restoranın köşesinden zarif bir keman melodisi yükseldi. Yumuşak notalar, atmosferi daha da büyüleyici bir hale getirirken, siyah takım elbiseli bir kemancı masalarına doğru yaklaştı. Adam, kemanını nazikçe çenesine yerleştirdi ve "La Vie en Rose" çalmaya başladı.
Umay, Altay’a şaşkın ama mutlu bir bakış attı. "Bunu da mı ayarladın?" diye sordu gülümseyerek.
Altay hafifçe eğildi ve gözlerini ondan ayırmadan, "Senin gibi bir kadına her şeyin en güzeli yakışır, Umay." diye fısıldadı.
Tam o anda, restoranın üst katındaki balkondan gül yaprakları yağmaya başladı. Kırmızı güller, Umay’ın omuzlarına, saçlarına, elbisesinin zarif kumaşına düşerken o, nefesi kesilmiş gibi gözlerini kapattı. Altay, başını hafifçe yana eğerek onun bu anın tadını çıkarmasını izledi.
Umay, gül yapraklarını avuçlarına alırken gözleri ışıldıyordu. "Bu bir peri masalı gibi…"
Altay, hafifçe gülerek elini kaldırdı ve bir gül yaprağını Umay’ın yanağından nazikçe aldı. "Hayır, bu bizim hikâyemiz. Ve ben, her anını unutulmaz kılmaya söz verdim."
Kemanın tınısı, Paris gecesinin büyüsüne karışırken, Altay kadehini kaldırdı. "Bize… Aşka, sonsuzluğa ve birlikte geçireceğimiz nice güzel yıllara."
Umay da kadehini kaldırdı, gözleri dolu doluydu ama bu sefer mutluluktan… "Bize…" diye fısıldadı.
Ve o gece, Paris onların aşkına tanıklık etti. Gül yapraklarının arasında, keman melodileri eşliğinde, Eyfel Kulesi'nin gölgesinde… Altay ve Umay, sonsuz aşklarını bir kez daha mühürlediler.
O gece Paris, onların aşkına tanıklık etti. Eyfel Kulesi’nin ışıkları odalarına vururken, Altay ve Umay birbirlerine duydukları özlemi, sevgiyi ve tutkuyu kelimelerden öte, tenlerinde hissettiler.
Altay, Umay’ı kollarına aldığında, zaman durmuş gibiydi. Dudakları birbirini bulduğunda, aralarındaki çekim her zamankinden daha yoğundu. Parmakları, birbirlerinin teninde izler bırakırken, nefesleri odanın sıcak havasına karıştı.
Gece boyunca fısıltılar, tutkulu öpücükler, sarılışlar ve iç çekişler, homurdanışlar birbirine karıştı. İkisi de birbirlerini yeniden keşfederken, aşklarının ne kadar derin olduğunu bir kez daha anladılar. Umay, Altay’ın adını fısıldarken, Altay onu her dokunuşunda daha da sahipleniyordu.
Sabaha karşı, şehrin ilk ışıkları perdelerin arasından süzülmeye başladığında, Umay yorgun ama mutlu bir halde Altay’ın göğsüne yaslandı. Altay, saçlarını okşarken dudaklarını onun alnına kondurdu.
"Seni her zaman bu kadar çok seveceğim, Umay." diye fısıldadı.
Umay gözlerini kapattı, gülümseyerek mırıldandı: "Ve ben de her zaman senin olacağım, Altay."
Paris’te geçen o gece, sadece bir anı değil, onların aşkının ölümsüz bir kanıtı oldu....
Altay, Umay’ın gözlerindeki neşeyi görünce gülümsedi. Oğullarının büyüdüğünü görmek gurur vericiydi ama içinde bir burukluk da vardı. "Anasınıfında neler yapacak bilmiyorum ama kesinlikle öğretmenlerini epey terletecek." dedi gülerek.
Umay kahkaha attı. "Bence de! Aybars tam bir enerji topu. Muhtemelen sınıftaki lider olacak, arkadaşlarını organize edip kurallar koyacak. Tıpkı babası gibi disiplinli ama tatlı sert."
Altay başını iki yana salladı. "Benim oğlum kesinlikle kimseyi üzmez ama lider ruhu var, kabul ediyorum. Bence sabah öğretmenine selam durarak başlayacak. Ardından 'komutanım, ben hazırım!' diyecektir."
Umay gözlerini devirdi. "Aman Altay, çocuğu doğar doğmaz asker yapmaya o kadar heveslisin ki! O belki sanatçı ruhlu olacak, belki ressam, belki müzisyen."
Altay kaşlarını kaldırdı. "Ne yaparsa yapsın, cesur ve onurlu olsun yeter. Ama eminim ki anasınıfında bile koruyucu bir abi gibi davranacak. Başkalarını kollayan biri olacak."
Umay başını Altay’ın omzuna yasladı. "Biliyor musun, içim o kadar rahat ki… Aybars ve Ülkü, senin gibi bir babaya sahip oldukları için çok şanslılar. Sen onların kahramanısın."
Altay, Umay’ın yanağına küçük bir öpücük kondurdu. "Ben sadece onların babasıyım. Ama hayatları boyunca yanlarında olacağıma söz veriyorum."
O sabah, kahvaltı masasında Aybars büyük bir heyecanla çantasını hazırlıyordu. Küçük elleriyle defterini, boyalarını yerleştirirken bir yandan da babasına dönüp, "Baba, sen de benimle gelsene, öğretmenime seni tanıtayım!" diye seslendi.
Altay gülümseyerek başını salladı. "Sen önce bir bak bakalım okula, sonra öğretmenin izin verirse belki ben de bir gün gelirim."
Aybars ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Tamam baba, ama merak etme, sınıfta kimseye haksızlık yaptırmam. Hepimiz arkadaşız, değil mi?"
Altay gururla oğlunun başını okşadı. "Aynen öyle, aslanım. Hepimiz bir aileyiz."
Ve o gün, Aybars okulun kapısından içeri girerken Altay ve Umay, onun ardında durup hem gururla hem de sevgiyle birbirlerine baktılar. Çünkü biliyorlardı ki, Aybars artık hayatın yeni bir sayfasına adım atıyordu. Ve onlar, her adımında onun yanında olacaklardı.
Altay ve Umay, Aybars’ın küçük yaşına rağmen gösterdiği olgunluk ve zekâyı her gün daha fazla fark ediyordu. Oğulları, yaşıtlarına göre daha hızlı kavrıyor, her şeyi sorguluyor ve mantıklı çıkarımlar yapıyordu.
İlk gününden sonra okuldan döndüğünde, gözlerinde her zamanki gibi meraklı bir ışıltı vardı. "Baba, bugün öğretmenimiz bizimle tanışırken herkes kendini tanıttı. Ama bir şey fark ettim." dedi ciddi bir sesle.
Altay kaşlarını kaldırdı. "Neyi fark ettin aslanım?"
Aybars kollarını bağladı. "Bazı çocuklar kendilerini anlatırken çok çekiniyor, bazıları da her şeyi söylüyor. Bence insanlar bazen fazla konuşup gereksiz bilgi veriyor, bazen de hiçbir şey söylemeyerek anlaşılmıyor."
Umay, oğlunun gözlerinin içine bakarak gülümsedi. "Yani diyorsun ki herkesin bir denge kurması lazım?"
Aybars başını salladı. "Evet! Bence bir insan, ne çok konuşmalı ne de hiç konuşmamalı. Öğretmenimiz 'kendinizi tanıtın' dediğinde, ben sadece adımı ve neleri sevdiğimi söyledim. Sonra herkes bana soru sormaya başladı. Çünkü merak ettiler."
Altay oğlunun mantıklı yorumunu duyunca gülümseyerek başını salladı. "Bu çok doğru bir gözlem Aybars. İnsanların ilgisini çekmek istiyorsan bazen her şeyi hemen anlatmak yerine, onları merakta bırakmak daha iyidir."
Aybars gözlerini kıstı. "Bunu hep yapıyorsun baba. Annem de bazen sinir oluyor."
Umay kahkaha attı. "Evet, çünkü baban bazen fazla gizemli takılıyor! Ama dürüst olmak gerekirse, senin gibi mantıklı bir oğlumuz olduğu için çok şanslıyız."
Aybars omuz silkti. "Mantıklı olmak en iyisi. Hem gereksiz tartışmaları önler, hem de olayları daha iyi çözmeyi sağlar." dedi, sonra da derin bir nefes aldı. "Ama bazen de çocuk gibi davranmam lazım, değil mi?"
Altay ve Umay birbirlerine bakarak güldü. Altay, oğlunun başını okşayarak konuştu. "Evet aslanım. Sen zekisin, mantıklısın ama en önemlisi, hâlâ bir çocuksun. Tadını çıkar."
Aybars gülümsedi ve elindeki oyuncak arabayı alıp yere koyarak oynarken bir yandan mırıldandı: "Tamam, ama bu mantıklı olduğum gerçeğini değiştirmez."
O an, Altay ve Umay oğullarının sadece akademik olarak değil, karakter olarak da ne kadar özel bir çocuk olduğunu bir kez daha anladı. Aybars, hem kalbiyle hem de zekâsıyla ileride büyük işler başaracaktı. Ve onlar, her zaman onun yanında olacaklardı....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.04k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |