8. Bölüm
Beyza Yıldırım / YÜZBAŞININ PORTRESİ (FİNAL OLDU) (DÜZENLENMEDE) / Peri Kızı Umay...

Peri Kızı Umay...

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Cudi Dağı…
Adını duymak bile bir asker için zihinde yankılanan bir emir gibidir. Her zirvesi, her vadisi, insanı sınayan bir meydan okuma. Ve bu sefer, biz batı kanadındaydık. Rüzgar, sanki dağın ruhunu taşır gibi yüzümüze vuruyordu.

Operasyonun detaylarını brifingde almıştık.
Bu sefer yalnız değildik. SAT komandoları da bizimleydi. Denizden gelen o adamlar, suyun içindeki balıklar kadar sessiz, bir o kadar da ölümcül. Onların bizimle çalışacak olması, görevin ağırlığını bir kez daha hissettirdi. Burası, sıradan bir operasyon alanı değil, bir satranç tahtasıydı.

Araçtan indiğimizde, sessizlik üzerimize bir battaniye gibi serildi.
Herkes, ne yapması gerektiğini biliyordu. SAT’lar ve bizim tim, birbirine sessizce göz ucuyla selam verdi. Bu, kelimelerle değil, bakışlarla yapılan bir anlaşmaydı.

Cudi’nin batı kanadı, gündüz vakti bile gölgelerle doluydu.
Vadiler, mağaralar, uçurumlar... Her biri, düşmanın bir adım ötemizde olabileceğini hissettiren birer işaret gibiydi. Ama biz korkuyu geride bırakmayı çoktan öğrenmiştik. Korku, bu dağın taşlarında kalırdı; biz ise onun üzerinde yürürdük.

SAT tim lideri, kısa boylu ama bakışları keskin bir adamdı.
İsmi Yüzbaşı Koray’dı. Ama gözleri, yaşadıklarının çok daha fazlasını anlatıyordu. Bir haritayı açtı ve hepimizi etrafına topladı.

“Plan basit,” dedi, sesi net ve emir doluydu.
“Biz kuzey hattını temizleyeceğiz. Siz ise batıdaki geçitlerden ilerleyeceksiniz. Koordinasyon, iletişim ve hız, bu operasyonun üç temel noktası.”

Ben haritaya baktım, sonra başımı salladım.
“Anlaşıldı,” dedim, gözlerim Koray’ınkilerle buluştu. O bakışta bir güven vardı. Çünkü burada, unvanlar değil, yetenekler konuşurdu.

Ekipler sessizce ayrıldı.
Her birimiz kendi yolumuza giderken, o anın ciddiyeti, havadaki oksijen gibi hissediliyordu. Bordo bereler ve lacivert üniformalar, bir dağın gölgesinde birleşmişti.

Cudi’nin taşlarına ilk adımı attığımızda, içimde bir huzursuzluk büyüdü.
Ama bu huzursuzluk, korkudan değil, bekleyişten kaynaklanıyordu. Her taşın ardında bir düşman olabilirdi. Ve bu bilinmezlik, insanı tetikte tutardı.

“Altay,” dedi İlteriş, sessizce yanıma yaklaşarak.
“Bu sefer daha dikkatli olmalıyız. Batı kanadı, daha önce birçok kez geçilmez dedikleri bir yerdi.”

Başımı hafifçe salladım, gözlerim önümdeki patikadaydı.
“Biliyorum,” dedim. “Ama bu dağ, bizim inancımızla aşılacak. Geçilmez dedikleri her yer, bizim ayak izlerimizle dolacak.”

Tim, adım adım ilerlerken, rüzgar giderek daha da sertleşti.
Ama o rüzgar, sadece bir engel değil, aynı zamanda bir işaretti. Cudi Dağı, kendi dilinde konuşuyordu. Ve biz, onun dilini anlamayı öğrenmiştik.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu operasyon, sadece bir dağın sınırlarını geçmek değil. Bu, ruhunun sınırlarını aşmak demek. Ve bu sınav, her adımda seni çağırıyor."

İlerlerken, içimde büyüyen o his, sessiz bir fırtına gibiydi.
Ama bu fırtına, beni durdurmak için değil, ileriye itmek için vardı. Çünkü Cudi Dağı’nın zirvesinde, bizi bekleyen bir kader vardı. Ve o kader, bizim ellerimizle yazılacaktı.

Batı kanadına doğru ilerlerken, dağın her adımda biraz daha büyüdüğünü hissettik.
Ama bu büyüklük, sadece taşların ve vadilerin genişliğiyle ilgili değildi. Bu dağ, üzerimize binen sorumluluğun bir yansımasıydı. Her nefes alışımız, dağın keskin havasında yankılanıyordu. Ama bu yankılar, sessiz bir uyarı gibiydi. Düşman, bizi izliyor olabilirdi.

Tim, önde İlteriş’in rehberliğinde sessizce ilerliyordu.
Herkes, botlarının altındaki taşların yerini, patikanın eğimini ve havadaki en küçük sesi bile fark edecek kadar dikkatliydi. Çünkü burada bir anlık dalgınlık, bir hayata mal olabilirdi.

Yolumuz, dar bir geçitten geçerek aşağıya doğru kıvrılan bir patikaya ulaştı.
Geçit, dar olduğu kadar tehlikeliydi. Sağımızda uçurum, solumuzda ise sivri kayalıklar vardı. Rüzgar, buradan geçerken uğuldayarak bir şarkı söylüyordu. Bu, Cudi’nin kendi dilindeki bir türküydü.

“Altay komutanım,” dedi Burak, sessizce yanıma yaklaşarak.
“Burası çok sessiz değil mi? Yani... fazla sessiz.”

Gözlerimi etrafta gezdirdim.
Burak haklıydı. Bu kadar sessizlik, burada bir şeylerin yanlış olduğunun işareti olabilirdi.
“Dikkatli ol,” dedim, sesimi alçaltarak. “Bu dağda sessizlik, fırtınadan önce gelir.”

İlerlerken, telsizden kısa bir ses duyduk.
SAT timi, kuzey hattında ilerlemeye başlamıştı. Telsizdeki ses, bir fısıltı kadar hafif ama bir o kadar netti:
“Batı hattına dikkat edin. Son istihbarata göre burada hareketlilik artmış.”

Gözlerim, timin arkasındaki Mustafa Kemal’e kaydı.
Telsizi kontrol ederken gözlerini benden kaçırmadı. Hafifçe başını salladı ve sessizce ilerlemeye devam etti. Bu, konuşmalarla değil, gözlerle yapılan bir anlaşmaydı.

Patikanın sonuna geldiğimizde, önümüzde geniş bir vadi açıldı.
Vadinin içinde küçük bir dere akıyor, çevresinde birkaç cılız ağaç yükseliyordu. Ama vadinin sessizliği, sanki bizi çağıran bir kapan gibiydi.

“Durun,” dedim, elimi kaldırarak.
Herkes aynı anda olduğu yerde durdu. İlteriş, yanımdan hafifçe eğilerek geçti ve gözlerini vadinin derinliklerine dikti.
“Bir şey var mı?” diye sordu, sesi alçak ama kararlıydı.

Dürbünümü çıkarıp vadiyi taramaya başladım.
Her köşeyi, her gölgeyi dikkatlice inceledim. Ama hiçbir hareket yoktu. Bu, iyi bir şey mi, yoksa kötü bir şey mi, karar veremedim.
“Şimdilik bir şey yok,” dedim, dürbünü indirerek. “Ama bu vadiye güvenmiyorum.”

Tim, sessizce ilerlemeye devam etti.
Herkes, bir yırtıcı hayvan gibi tetikteydi. Ama vadinin tam ortasına ulaştığımızda, beklenmedik bir şey oldu.

Bir çatışma sesi, vadinin diğer tarafından yükseldi.
Telsizden SAT timinin sesi geldi:
“Düşman teması! Desteğe ihtiyacımız var!”

O an herkes harekete geçti.
“Savunma pozisyonu alın!” diye bağırdım. Timin her üyesi, o an siper almak için çevredeki kayalara doğru koştu.

Vadinin sessizliği, bir anda patlamalar ve silah sesleriyle doldu.
Gözlerim, karşı tarafa çevrildi. SAT timi, düşman ateşi altında ilerlemeye çalışıyordu. Ama düşman, yüksek bir mevziden ateş açıyordu ve bu, işleri zorlaştırıyordu.

“Burak, Mustafa Kemal!” diye bağırdım. “Yan hattı kontrol edin. İlteriş, benimle gel!”
Herkes aynı anda hareket etti. Vadinin içinde, bir an bile durmadan ilerlemeye başladık. Çünkü burada her saniye, hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi belirliyordu.

Telsizden SAT tim lideri Koray’ın sesi geldi:
“Altay, dikkatli olun. Onlar burada sadece savunma yapmıyor. Tuzak kurmuş olabilirler.”

Başımı salladım, ama gözlerim etrafı taramaya devam etti.
“Anlaşıldı,” dedim, sesimdeki ciddiyeti saklamadan. “Ama biz de bu dağın dilini öğreneli çok oldu.”

Vadinin diğer tarafına yaklaşırken, içimdeki gerilim bir fırtına gibi büyüyordu.
Ama bu gerilim, beni yavaşlatmadı. Tam tersine, her adımda daha da hızlandım. Çünkü bu görev, sadece bir operasyon değil, bir sınavdı.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu vadi, sadece bir savaş alanı değil. Bu, ruhunun sınırlarını test eden bir meydan okuma. Ve sen, bu sınavdan geri dönemezsin."

Vadinin içinde bir anlık sessizlik oldu.
Ama bu, sadece bir fırtınanın öncesindeki sessizlikti. Havada bir tehlike kokusu vardı, nefes alırken bile hissedilen.

Timin diğer üyeleri mevzilenmiş, etrafı tarıyordu.
Ben ise gözlerimi karşıdaki kayalıklara dikmiştim. Telsizden SAT tim lideri Koray’ın sesi geldi:
“Altay, dikkat edin. Bu bölgede kırmızı listede olan bir teröristin bulunduğu bilgisi var. Adamlarının da ağır silahlarla donatıldığı rapor edildi. Şüpheli hareketlilik kuzeyde, ama size yaklaşıyor olabilirler.”

Telsizi elimde sıkıca kavradım.
“Anlaşıldı,” dedim, sesimdeki gerginliği saklamadan. “Kuzeyi tutuyoruz. Buradan bir fare bile geçemez.”

İlteriş yanımdaydı, gözleri tetikteydi.
“Altay,” dedi, fısıldayarak. “Bu sessizlik, bir tuzak olabilir. Burada herkes ölümü satın almaya gelmiş gibi. Biz, o satışı yapmayacağız.”

Tam o anda, sol tarafta bir hareketlilik gördüm.
Bir gölge, hızlıca bir kayanın arkasına geçti. Gözlerim, o hareketi takip etti. Telsizi kaldırıp fısıldadım:
“Sol tarafta bir hedef var. Ateş etmeyin. Yaklaşıp doğrulamak için ilerliyorum.”

İlteriş’in yüzü gerildi, ama bir şey demedi.
Çünkü burada herkes, birbirinin ne yaptığını bilirdi. Bu güven, dağın taşlarından daha sağlamdı.

Silahımı omzuma sıkıca yaslayarak yavaşça hareket ettim.
Her adımda botlarımın altında ezilen taşların sesi bile dikkatlice ölçülmüştü. Kayaya yaklaştığımda, nefesimi tuttum. Gözlerim çevreyi taradı, ama hiçbir şey yoktu.

Bir anda, kayanın arkasından bir gölge üzerime atıldı.
Reflekslerim, beynimden daha hızlıydı. Tüfeğimle gövdesini uzaklaştırmaya çalışırken, onun elindeki bıçağı fark ettim. Parlayan bir çelik, tam boğazıma doğru yönelmişti.

“Altay, dikkat et!” İlteriş’in sesi arkamdan yankılandı.
Ama artık çok geçti. Bu, benim ve o adamın mücadelesiydi. Bıçağın ucundan kurtulmak için geri çekildim, ama adam beni yere savurdu.

Yerdeydim, ama ellerim boş değildi.
Tüfeğimin namlusunu yukarı doğru kaldırdım, ama o, bıçağıyla tüfeği kavrayarak savurdu. O an, adamın yüzüne baktım. Bu, sıradan bir terörist değildi. Bakışları, kırmızı listedeki bir avcının gözleriydi.

“Seni buradan sağ çıkarmayacağım!” diye hırladı, sesi boğuk ve vahşiydi.
Ama ben de onun gözlerine bakarak aynı kararlılıkla cevap verdim:
“Bu topraklar senin değil. Bu dağ, bu vadi, bu nefes... Hepsi bizim.”

Adam yeniden saldırdı, bıçağını yukarıdan aşağı doğru savurdu.
Ama ben, tüfeğimi iki elimle kavrayarak bıçağın darbesini savuşturdum. Bir anlık fırsatı değerlendirdim ve sağ elimle tabancamı çekerek adama doğrulttum.

“Teslim ol!” diye bağırdım.
Ama adamın gözlerinde teslimiyetin zerresi yoktu. Bıçağı tekrar kaldırdı, ama ben daha hızlıydım. Tetiği çektim. Silahın sesi, vadide yankılandı.

Adam yere yığıldı, ama hâlâ nefes alıyordu.
İlteriş yanıma koştu, diğer tim üyeleri de mevzilerinden çıkarak bize doğru hareket etti. İlteriş, yerde yatan adama baktı, sonra bana döndü:
“Altay, bu o. Kırmızı listedeki hedef. Bu herif için ne zamandır peşimizdeydi istihbarat.”

Telsizi kaldırıp Koray’a seslendim:
“Hedef etkisiz hale getirildi. Yaralı olarak ele geçirildi. Bölge temizleniyor.”

Koray’ın sesi hemen yanıt verdi:
“Harika iş çıkardınız. Dikkatli olun, geri çekilirken başka bir saldırı olabilir.”

Adam yerde inliyordu, ama bakışları hâlâ tehditkardı.
Bu adam, sonuna kadar savaşı seçmişti. Ama biz de sonuna kadar bu ülkeyi korumayı seçmiştik.

İlteriş, telsizle destek ekibine haber verirken, ben yerdeki adamın yüzüne baktım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu savaş, sadece bir dağın üzerinde değil. Bu, insanların ruhlarında da devam ediyor. Ve sen, bu savaşta hep dimdik kalmak zorundasın."

O gün, o vadide bir savaş kazandık.
Ama bu zafer, sadece bir düşmanı alt etmek değil, bir inancı savunmaktı. Cudi Dağı, o gün bizimle bir kez daha konuştu. Ve biz, onun dilini bir kez daha öğrendik.

 

Hedef etkisiz hale getirilmişti, ama görev henüz tamamlanmamıştı.
"Tim! Çevre güvenliği alın! Sektörleri temizleyin!" diye bağırdım, sesimdeki kararlılık yankılandı. Burada bir saniyelik gevşeme bile kabul edilemezdi.

İlteriş hemen komutlarımı aldı ve timi koordine etmeye başladı.
“Burak, Mustafa Kemal, saat yönünde daire çizerek mevzi alın. Gözlerinizi açık tutun. Altay, burayı ben tutuyorum. Sen destek birimine rapor ver!”

Nefesimi düzene sokmaya çalışarak telsizi elime aldım.
“Yüzbaşı Koray, hedef etkisiz hale getirildi. İkincil temas olasılığına karşı alan taraması yapıyoruz. Bölge, tehlikeli bir geçiş noktası. Desteğe ihtiyacımız olabilir.”

Koray’ın sesi, telsizde yankılandı:
“Anlaşıldı, Altay. İHA görüntülerine göre vadinin kuzeydoğu hattında hâlâ hareketlilik var. Alan temizlenene kadar pozisyonunuzu koruyun. Bizim ekip, kuzeyden bastırıyor.”

“Pozisyonu tutuyoruz,” dedim, telsizi kapatarak.
Ama gözlerim yerdeki yaralı hedefteydi. Adam, nefes alıyordu, ama bakışları hâlâ meydan okuyordu. Bu, teslim olan bir düşmanın bakışı değildi. Bu, savaşın sonuna kadar devam edeceğine yemin etmiş birinin gözleriydi.

“İlteriş,” dedim, sesimi alçaltarak.
“Hedefi stabilize et. İstihbarat birimleri bu adamın canlı ele geçirilmesini isteyecek.”

İlteriş başını salladı, hemen sırt çantasından bir turnike çıkardı.
Yaralıyı dikkatlice sabitledi, ama gözleri hâlâ çevreyi tarıyordu. Bu dağda, kimse tam anlamıyla güvende olduğunu düşünemezdi.

Burak, telsizden seslendi:
“Komutanım, saat üç yönünde şüpheli bir hareket var. Gözlemliyoruz.”

Hemen gözlerim o yöne kaydı.
Burak’ın işaret ettiği yer, vadi boyunca yükselen kayalıklardı. O kayalıklarda, bir gölge ya da en ufak bir hareket bile büyük bir tehdidin işareti olabilirdi.

“Sektör üçe dikkat,” dedim. “Keskin nişancı ihtimaline karşı siper alın. Kimse açıkta kalmasın.”

Gözlerimle timi kontrol ederken, bir yandan da çevrenin her ayrıntısını analiz ediyordum.
Her kaya, her gölge, bir tehlike barındırabilirdi. Burada bir anlık dikkatsizlik, bir ömür boyu pişmanlık demekti.

Tam o sırada telsizden Koray’ın sesi geldi:
“Altay, kuzeyde temas kesildi. Biz hattı temizledik. Şimdi size doğru ilerliyoruz. Mevcut pozisyonunuzu koruyun.”

Bu, nefes alabileceğimiz bir işaretti.
Ama burada asla tam anlamıyla rahatlayamazdık. Çünkü bu vadide savaş sadece bir silah sesiyle değil, bir sessizlikle de yeniden başlayabilirdi.

Hedefi taşımak için plan yapmaya başladım.
“İlteriş,” dedim, yere çömelerek. “Hedefi taşımak için sedyeyi hazırla. Çıkış rotasını güvence altına almalıyız.”

İlteriş, hızlı ve profesyonel bir şekilde çalışıyordu.
“Burak ve Mustafa Kemal, sektörü genişletin. Biz çıkarken koridoru güvence altına almanız lazım.”

Bir yandan komut verirken, bir yandan da içimdeki dalgaları sakinleştirmeye çalışıyordum.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu sadece bir çatışma değil. Bu, liderlik ettiğin bir savaş. Burada sadece düşmanı değil, kendi korkularını da alt etmek zorundasın."

SAT timi kısa süre içinde yanımıza ulaştı.
Koray, hemen hedefe göz attı ve ardından bana döndü. “Güzel iş,” dedi, sesi hem ciddi hem de onaylayıcıydı. “Bu adamı almak, sadece burada değil, çok daha büyük bir haritada önemli bir taş oynatacak.”

“Biz işimizi yaptık,” dedim, sesimde bir kararlılık.
“Şimdi bu işi tamamlamak sizin göreviniz.”

Koray gülümsedi, ama o gülümseme bir rahatlama değil, bir teşekkür ifadesiydi.
“Seninle çalışmak, Altay, her zaman bir fark yaratıyor. Bu dağda liderlik etmek kolay değil, ama sen bunu başardın.”

Sözleri içimde bir yerlerde yankılandı.
Ama bu yankının üzerine başka bir şey eklemedim. Çünkü burada yapılan her şey, kelimelerle değil, eylemlerle anlam kazanırdı.

Hedef sedyeye alındı, tim pozisyonlarını koruyarak çıkış rotasına ilerledi.
Ve ben, bir kez daha Cudi Dağı’nın sessizliğine bakarak içimden geçirdim:
"Bu dağ, bize her zaman meydan okuyacak. Ama biz, her zaman bu meydan okumaya cevap vereceğiz."

Hedef sedyeye alındığında, çevredeki sessizlik hâlâ tedirgin edici bir yankı gibiydi.
Bu dağın taşları, her nefesi, her adımı kaydediyor gibiydi. Hedefi taşımanın riskli olacağını biliyordum. Çünkü bir yaralıyı güvenle tahliye etmek, bir savaşı kazanmaktan daha zor olabilirdi.

Koray yanıma yaklaştı, elindeki dürbünü indirirken kaşları çatılmıştı.
“Altay,” dedi, sesi alçak ama keskin, “şu kayalıklarda hâlâ bir hareket var gibi. Bu kadar sessiz kalmalarına güvenmiyorum. Bizi tahliyede vurmak için bekliyor olabilirler.”

Gözlerimi onun işaret ettiği yöne çevirdim.
Dürbünümü kaldırıp kayalıklara odaklandım. Ama yine o uğursuz sessizlik… Gözle görünür hiçbir tehdit yoktu. Ancak içimde bir şey, bu işin henüz bitmediğini söylüyordu.

“Haklısın,” dedim, dürbünü indirerek.
“Burası pusu kurmak için ideal bir yer. Onlar için en büyük hedef, bizim bu adamı canlı götürmemizi engellemek olur. Bu yüzden dikkatli olmalıyız.”

Telsizi kaldırıp timime seslendim:
“Burak, Mustafa Kemal, pozisyonlarınızı genişletin. Koridorun çıkışını kesinlikle güvence altına almalıyız. Herhangi bir temas halinde anında rapor verin.”

“Emredersiniz, komutanım,” dedi Burak, sesi her zamanki rahatlığından uzaktı.
O da bu sessizliğin ardındaki gerilimi hissetmişti.

İlteriş, hedefin sabitlenmesini bitirip bana döndü.
“Altay, hazırız. Ama çıkış rotasını temizlemeden ilerlersek büyük risk alırız.”

Koray bir adım öne çıktı, gözlerini vadinin kuzeyine çevirdi.
“Benim adamlarım kuzeyde mevzilenmiş durumda,” dedi. “Ama batı hattında hâlâ açık bir tehdit olabilir. Düşmanın tam pozisyonunu bilmeden ilerlemek, intihar olur.”

Derin bir nefes aldım, sonra hızlı bir karar verdim.
“Koray,” dedim, “kuzey hattındaki adamlarınızdan birini batıya yönlendirin. İlteriş, biz de yan hattı tarayarak güvenli bir geçiş koridoru oluşturacağız. Hedefi buradan çıkaracağız, ama önce bu bölgeyi temizlememiz gerek.”

Koray, telsizine uzandı ve hızlıca emir verdi.
“Börü-1, batıya geçin. Altay’ın timiyle koordineli hareket edin. Herhangi bir temas durumunda anında rapor verin.”

Tim, sessizce mevzilenmeye başladı.
Hedefi taşıyan ekip, kayaların arkasında siper alırken, biz batıya doğru ilerledik. Her adım, bir gölgeyi kovalıyor gibiydi. Kayalıkların arasından gelen hafif bir rüzgar, sanki düşmanın nefesini taşıyordu.

Tam batı hattına yaklaştığımızda, bir patlama sesi vadide yankılandı.
Bu, bir uyarı değil, bir saldırıydı. “Siper alın!” diye bağırdım. Herkes bir anda yere kapandı. Gözlerim patlamanın olduğu yere kaydı. Bir RPG roketi, kayaların üzerinde patlamıştı.

“Tuzak!” dedi İlteriş, sesi çatallı bir öfkeyle.
“Bizi burada tutmaya çalışıyorlar. Hedefi taşımamızı engellemek için her yolu deniyorlar.”

Telsizi kaldırıp Koray’a seslendim:
“Temas var! Batı hattında ağır ateş altındayız. Sektörü temizlemek için desteğe ihtiyacımız var.”

Koray’ın sesi hemen yanıt verdi:
“Takviyeler geliyor. Sıkı durun. O hedefi sağ çıkaracağız!”

Silah sesleri bir anda vadinin her köşesini doldurdu.
Burak, yanında Mustafa Kemal’le birlikte kayalıklardan ateş açıyordu. Her kurşun, düşmanın üzerine bir ağırlık gibi çöküyordu.

Ben ise gözlerimi patlamanın olduğu yere diktim.
Düşman mevzisini görebiliyordum. Üç kişi, kayaların arkasına saklanmış, sürekli ateş ediyordu. Bu noktayı temizlemeden ilerlemek mümkün değildi.

“İlteriş, örtü ateşi sağla,” dedim, sesimde bir keskinlik.
“Ben mevzilerini çökertmek için yaklaşıyorum.”

İlteriş, hemen yanındaki makineli tüfeği alıp ateş etmeye başladı.
Onun ateşi, düşmanı baskı altına alırken, ben kayaların arasından hızla ilerledim. Adrenalin damarlarımda yankılanıyordu. Her adımda, nefesimi kontrol ederek hedefe doğru yaklaştım.

Tam mevziye ulaştığımda, bir el bombası çıkarıp pimini çektim.
“Dağılın!” diye bağırdım ve bombayı kayalıklara doğru fırlattım. Bir patlama sesi vadide yankılandı, taş parçaları havaya savruldu.

Düşmanın sesi kesilmişti.
Bir anlık sessizlik oldu, ama bu sessizlik, benim için zaferin yankısıydı. Hemen telsizi kaldırıp Koray’a seslendim:
“Batı hattı temiz. Hedefi tahliye için ilerliyoruz.”

Timin geri kalanı hızla pozisyon aldı.
Hedef, sedyede sabitlenmiş şekilde taşınıyordu. Ve biz, Cudi Dağı’nın vadisinden, savaşın izlerini geride bırakarak ilerlemeye devam ettik.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu görev, sadece bir zafer değil. Bu, senin ruhundaki savaşın da bir parçası. Ve her adımda, kendini bir kez daha kanıtladın."

 

Cudi Dağı’nın serin rüzgarı yüzümüze vururken, SAT timiyle ilk temasımız gerçekleşiyordu.
Karşıdan gelen adamlara baktığımda, üzerlerindeki lacivert üniformalar ve sert bakışlar, sanki dağın taşlarından oyulmuş gibiydi. Her biri, denizlerin sessiz avcıları olduğunu her hareketiyle belli ediyordu.

Timimiz ise yanı başımdaydı.
Her biri dik duruyor, üzerlerindeki bordo bereler gururla parlıyordu. Bu iki farklı dünyadan gelen askerlerin buluşması, sanki bir dağın kalbinde iki farklı fırtınanın çarpışması gibiydi.

SAT tim lideri, Yüzbaşı Koray, bize doğru adım attı.
Sağlam yapılı, kısa boylu bir adamdı. Ama gözlerindeki keskinlik, onun her detayını dikkatle incelediğini belli ediyordu. Bize yaklaştığında, sesindeki otorite her kelimesine yansıyordu:
“Yüzbaşı Altay Öztürk, değil mi?”

Başımı hafifçe salladım.
“Evet, Yüzbaşı Koray. Timimiz göreve hazır. İşbirliği yapacağımız için memnunuz.”

Koray hafifçe başını eğerek selamladı, ardından ekibime baktı.
“Birlikte çalışacağımız için biz de memnunuz. Bu tür görevlerde her detay önemlidir. Bordo berelilerin disiplinine güvenimiz tam. Ekibinizi tanıtmak ister misiniz?”

O an bir adım öne çıktım ve timime döndüm.
Hepsi sırayla adlarını ve geldikleri şehirleri güçlü seslerle söyledi.

“ÜSTEĞMEN İLTERİŞ YILDIRIM, ERZURUM, EMRET KOMUTANIM!”
İlteriş, her zamanki gibi dik ve kendinden emindi. Gözleri SAT timindekileri süzerken, sanki onlarla şimdiden bir bağ kurmuş gibiydi.

“ASTSUBAY MUSTAFA KEMAL ÖLMEZ, SAKARYA, EMRET KOMUTANIM!”
Mustafa Kemal, her kelimeyi tok bir sesle vurguladı. Gururu sesine işlenmiş gibiydi.

“ASTSUBAY FATİH AKAR, BURSA, EMRET KOMUTANIM!”
Fatih, yüzünde sakin bir ifade ile adını söyledi. Onun sessiz gücü, her zaman güven veren bir özellikti.

“ASTSUBAY YAVUZ ALKAN, İZMİR, EMRET KOMUTANIM!”
Yavuz, her zamanki enerjisiyle konuştu. Ama bu enerji, SAT timinin disiplinli duruşuyla birleştiğinde biraz daha sakinleşmiş gibiydi.

“ASTSUBAY KERİM AKTÜRK, KAHRAMANMARAŞ, EMRET KOMUTANIM!”
Kerim, sanki dağın rüzgarına karşı konuşuyormuş gibi gür bir sesle adını söyledi.

“UZMAN ÇAVUŞ EREN KURALSIZ, SİNOP, EMRET KOMUTANIM!”
Eren, adı gibi kuralsızdı ama o anda disiplinle her kelimeyi vurguladı.

“UZMAN ÇAVUŞ BURAK KOÇAK, TRABZON, EMRET KOMUTANIM!”
Burak’ın sesinde her zamanki muzipliği sezdim, ama duruşunda ciddi bir asker vardı.

“ERBAŞ ONUR DEMİRTAŞ, KASTAMONU, EMRET KOMUTANIM!”
Onur, timin en genç üyesiydi ama sesindeki güven, onun burada olmaya hakkı olduğunu gösteriyordu.

Koray, sırayla hepsini süzdü.
“Güzel bir timiniz var, Yüzbaşı,” dedi, hafif bir gülümsemeyle. “Şimdi bizimkilerle tanışın.”

SAT timinden biri bir adım öne çıktı.
Uzun boylu, kaslı bir adamdı. Sesindeki soğukkanlılık dikkat çekiciydi.
“ÜSTEĞMEN SELİM GÜNER, İSTANBUL, EMRET KOMUTANIM!”

Ardından diğerleri sırasıyla kendilerini tanıttı:
“ASTSUBAY KIVANÇ YILDIRIM, MUĞLA, EMRET KOMUTANIM!”
“ASTSUBAY LEVENT DEMİR, İZMİR, EMRET KOMUTANIM!”
“UZMAN ÇAVUŞ HALİT AKÇA, SAMSUN, EMRET KOMUTANIM!”
“UZMAN ÇAVUŞ CEMAL TUNA, ÇANAKKALE, EMRET KOMUTANIM!”

Bu isimlerin her biri, farklı bir şehirden gelen ama aynı vatan için çarpan kalplerdi.
Her iki tim de birbirini süzerken, Koray tekrar konuştu:
“Bu görevde iki tim bir beden gibi hareket edecek. Bordo berelilerle SAT timi, aynı kalbin iki yarısı gibi. Hedefimiz belli. Bu işte hata yok, gevşeme yok. Burada hepimiz birbirimizin kalkanıyız.”

İlteriş, o anda bir adım öne çıktı ve Koray’a baktı.
“Bize güvenin,” dedi, sesi dağın yankısını taşır gibiydi. “Bu tim, vatan için her adımı atmaya hazır. Sizinle çalışmak, bizim için bir şeref.”

Koray, İlteriş’in sözlerine başıyla onay verdi.
“Bu görevden sonra daha büyük operasyonlarda da birlikte çalışacağız. Ama önce Cudi Dağı’nın bize söylediklerini dinleyelim.”

Herkes, sessizce birbirine baktı.
Bu bakışlarda bir meydan okuma değil, bir güven vardı. Çünkü burada herkes, aynı amaca hizmet ediyordu.

Bir an durdum, timime ve SAT timine baktım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu dağın taşları, bu insanların adımlarını unutmayacak. Bugün burada sadece bir görev değil, bir tarih yazılıyor."

 

Timler arasında başlayan resmi tanışma, bir anda samimi bir bayram havasına dönüştü.
Her ne kadar Cudi Dağı’nın sert rüzgarı etrafımızda dolaşıyor olsa da, bu rüzgarı kahkahalar ve dostça sözler bastırıyordu. Bazı şeyler vardır ki, dağların ağırlığını bile unutturur; hemşehrilik bunlardan biridir.

Mustafa Kemal, SAT timinden Kıvanç Yıldırım’a doğru bir adım attı.
“Muğla mı?” dedi, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle. “Ben Sakarya’yım ama Muğla’da uzun süre görev yaptım. Oraların denizi bir başka!”

Kıvanç gülerek elini sıktı.
“Denizi bir başka, ama insanı daha başka. Orada çalıştıysan sen de bizdensin demektir!”

O sırada Yavuz, SAT timinden Levent Demir’i bulmuştu.
“İzmir ha?” dedi, gözlerini kısarak. “O zaman sen kesin Kordon’da kahve içmişsindir!”

Levent, hafif bir kahkaha attı.
“Kordon’da kahve mi? Orada kahve içmeyeni İzmir’den saymazlar zaten!”

İkisi bir anda kahkahalara boğulup birbirine sarıldı.
Bu sahne, sanki savaşın ortasında değil de bir düğün salonundaymışız gibi hissettirdi.

Eren, SAT timinden Cemal Tuna’ya yaklaştı.
“Çanakkale dedin, değil mi?” dedi, yüzünde sinsi bir sırıtışla. “O zaman ben de Sinop’tan olduğuma göre, Karadeniz-Marmara ittifakı yaparız!”

Cemal elini sıkarak cevap verdi:
“Karadeniz’le Marmara ittifak mı? Güzel fikir, ama önce benim memleketin balık çorbasını tatman lazım!”

Bu sırada İlteriş, SAT tim lideri Koray’a yaklaşmıştı.
İlteriş her zamanki ciddiyetiyle, ama yüzünde hafif bir tebessümle konuştu:
“Koray, Erzurum’a hiç gittin mi?”

Koray, başını sallayarak cevap verdi.
“Bir kez. Ama oranın insanı gibi konuşmayı öğrenemedim. Erzurum’un soğuğu dağları deliyor, insanı da ısıtıyor.”

İlteriş kısık bir kahkaha attı.
“O zaman bir gün bizim memlekete uğra. Çay da benden, misafirlik de!”

Bu arada Burak, kendine SAT timinden Halit Akça’yı bulmuştu.
“Samsun ha?” dedi, gözlerini kocaman açarak. “Trabzon’dan selam olsun! Ama şunu bil, Karadeniz’in en güzel yemekleri Trabzon’dadır. Hele ki kuymak, başka yerde bu kadar güzel yapılmaz!”

Halit gülerek cevap verdi:
“Kuymak mı? Sizinkiler mısır ununu fazla kavuruyor! Samsun’un pidesi var, sen onu denedin mi hiç?”

Burak, sanki meydan okuma gibi gülümseyerek cevap verdi:
“Kuymak diyorum oğlum, pide değil! Ama tamam, Samsun’a gelirim, pide yerim. Sen de Trabzon’a gel, kuymak nasıl yapılır, göstereyim!”

O sırada herkes birbirine adresler vermeye, “sivile çıkınca buluşuruz” sözleriyle vedalaşmaya başlamıştı.
Dağın ortasında, ölümle burun buruna olduğumuz bu yerde, hayatın sıcaklığına dair küçük bir an yaşanıyordu.

Helikopterler alana indiğinde, vedalaşmalar sona erdi.
SAT timi ve bizim tim, ayrı helikopterlere bindi. Ama bu ayrılık, dostlukların sonu değil, başka bir günün başlangıcıydı.

Helikoptere binerken Burak, her zamanki gibi çenesini tutamadı.
“Komutanım!” diye bağırdı, gözlerini bana dikerek. “Yemin ediyorum, şu Samsunlular da Trabzonlular kadar iddialıymış. Ama şunu unutmasınlar: En güzel balık, bizim balıkçılarda yapılır!”

Başımdan aşağıya bir sıcaklık yayıldı, ama sabırla Burak’a baktım.
“Burak,” dedim, sesimi alçaltarak, “şu an bir savaş alanından dönüyoruz. Sadece iki dakika ciddi ol. Lütfen!”

Burak, bir an durdu, sonra yine o sırıtışıyla cevap verdi:
“Tamam, komutanım. Ama bak, şu Karadeniz muhabbeti bitmedi. İlk fırsatta Samsun’a gidiyoruz, ona göre!”

İlteriş, yanımda otururken başını salladı.
“Altay,” dedi, alaycı bir sesle, “bu çocuğu niye hala yanımızda tutuyoruz? Bir gün savaşın ortasında kuymak yapmaya kalkarsa şaşırmam.”

Ben gözlerimi devirdim, ama içimden hafifçe güldüm.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu insanlar, bu dağların arasında, hayatın nefes almasını sağlıyor. Ve belki de bu yüzden bu kadar değerliler."

Helikopter, havalanırken, gözlerim Cudi’nin zirvesine kaydı.
Bu dağ, sadece bir savaşın değil, bir hayatın hikayesini de taşıyordu. Ve biz, bu hikayenin bir parçasıydık.

Helikopterin içi, dönen pervanelerin ritmik sesiyle doluydu, ama Burak’ın çenesi o sesi bile bastırıyordu.
Sanki az önce ölümle burun buruna gelmemişiz gibi, adam hâlâ Karadeniz yemekleri üzerine tartışma yapıyordu. Eren’in karşısına oturmuş, parmağını sallaya sallaya konuşuyordu:
“Bak oğlum, diyorum ki kuymak başka, mıhlama başka. Bunu karıştıran zaten Trabzonlu sayılmaz!”

Eren, gözlerini devirdi, ama lafını esirgemedi:
“Ulan Burak, kuymak yapmayı bile bilmiyorsun, gelmiş bana tarif anlatıyorsun. Samsunlular bu işi senden iyi yapar, bilesin!”

Burak bir anda elini göğsüne koyup sanki vurulmuş gibi yaparak cevap verdi:
“Bu laf ağırdı Eren. Çok ağırdı. Ama dur, karargaha varalım. Sana öyle bir kuymak yapacağım ki, çocukluğunu unutacaksın!”

İlteriş, Burak’a doğru eğildi, gözlerinde bir sabır taşı çatırdaması:
“Burak, bir daha kuymaktan bahsedersen seni helikopterden aşağı bırakırım. Adamı da kuymak gibi sündürürüm. Anladın mı?”

Ben, Burak’ın ne diyeceğini merakla beklerken, Burak her zamanki sırıtışıyla İlteriş’e döndü:
“Komutanım, ama kuymak öyle bir şey ki, insana hayat sevinci verir. Hele tereyağı böyle bir kenardan kenara kayar ya...”

O anda içimden geçen şey, İlteriş’in dediğini gerçekleştirmesi yönündeydi. Ama sabrettim. Çünkü Burak, sabır testi gibi bir adamdı.

Üç saat sonra karargâha vardığımızda, herkes yorgundu.
Ama ne yorgunluk, ne uykusuzluk... Burak’ın kuymak iddiası, timin gündemine bomba gibi düşmüştü. İlteriş, araçtan inerken kaşlarını kaldırıp bana döndü:
“Altay, bu çocuğa gerçekten kuymak yaptıracak mıyız? Sabah olmadan mutfağı ateşe verir diye korkuyorum.”

Ben hafifçe gülümsedim.
“Verelim bakalım. Belki susturmanın tek yolu budur.”

Dinlenme odasına geçtiğimizde, herkes bir anda toparlandı.
Çaydanlık ortaya çıktı, masalar birleşti, sandalyeler çekildi. Kahvaltı hazırlıkları, savaş hazırlığı gibi bir ciddiyetle başladı.

Burak, mutfağın ortasında, adeta bir şef edasıyla duruyordu.
Elinde tereyağı kavanozunu havaya kaldırdı ve anons yaptı:
“Beyler! Bugün size Karadeniz’in altın sarısı rüyasını yapacağım. Burada mıhlama yok, burada kuymak var! Hazır olun!”

Eren mutfak kapısına yaslanmış, kollarını çapraz yapmış bir şekilde bakıyordu.
“Burak,” dedi, sesi alaycıydı. “Eğer o tereyağı yakarsan, senin kuymağına taş eklerim, haberin olsun.”

Burak, gözlerini kıstı ve tereyağı tavaya koydu.
Tereyağı erirken odanın içini müthiş bir koku doldurdu. Ben bile bir an gözlerimi kapatıp kokuyu içime çektim. Ama tabii ki belli etmedim. Disiplin önemliydi, sonuçta biz buradayız diye dağlar yerinden oynamıyordu.

Burak, mısır ununu eklediğinde, İlteriş hafifçe bana eğildi:
“Altay, bu çocuğun eline tava vermek iyi bir fikir miydi sence? Yağı fazla koyarsa bizi de yağlar.”

Gözlerimi devirdim, ama içten içe eğleniyordum.
“Bırak denesin,” dedim. “Başarısız olursa sabah sporu yaptırırız.”

Kuymak yavaş yavaş altın sarısı bir kıvama geldiğinde, Burak tavayı gururla masaya getirdi.
“Beyler!” dedi, sesi her zamanki gibi neşeliydi. “İşte karşınızda Karadeniz’in altın sarısı mucizesi. Haydi, saldırın!”

Herkes bir anda masaya toplandı.
Ekmekler tereyağına uzayan peynire daldı. Eren bir kaşık aldıktan sonra durdu, Burak’a döndü:
“Lan Burak, bu gerçekten olmuş. Helal olsun.”

Burak, zafer kazanmış bir komutan edasıyla sandalyeye oturdu.
“Dedim size, oğlum. Karadeniz kanı var bizde. Kuymak yapmayı bilmeyeceğiz de ne yapacağız?”

İlteriş bir lokma aldıktan sonra sessizce başını salladı.
Ama ardından Burak’a döndü ve yüzünde alaycı bir gülümsemeyle konuştu:
“Tamam, Burak. Güzel yapmışsın. Ama bir daha bu kadar çok konuşursan, kuymağı da alır seni de tavayla birlikte Cudi’ye bırakırım. Anladın mı?”

Herkes kahkahaya boğuldu.
Ben, sessizce masanın köşesinde oturup çayımdan bir yudum aldım. Burak’ın kuymağı gerçekten iyiydi. Ama asıl güzel olan, bu yorgun gecede, dostlarla bir sofrayı paylaşmaktı.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu insanlar, sadece tim arkadaşların değil. Bu sofranın tuzu, biberi, ekmeği. Onlar olmadan hiçbir şeyin tadı olmazdı."

Kahvaltının ardından dinlenme odasına yayılan huzur, günün ağırlığını bir süreliğine unutturmuş gibiydi.
Herkes kendi köşesine çekilmişti. Çayın kokusu odanın havasına karışmış, sohbetlerin temposu düşmüştü. Ben, elimdeki çay bardağına bakarken, aklım bir anda Umay’a kaydı.

Dün gece…
O el ısıtıcıları ve aralarına sıkıştırdığı not… Gözlerimin önünde bir film şeridi gibi dönüyordu. O anda hissettiğim şey, bir savaşın ortasında bile insanın ruhunu yumuşatabilen bir duyguydu. İçimden bir an gülümseyerek iç çektim.
"Altay," dedim kendi kendime, "ne zaman böyle bir adam oldun? Bir bakışı seni bu kadar meşgul edebiliyor."

İlteriş’in sesiyle düşüncelerim dağıldı.
“Beyler,” dedi, oturduğu yerden kalkarak. “Şimdi size bir şey göstereyim.”

Hepimiz başımızı ona çevirdik.
Elinde sazıyla salona döndü. O an, yüzündeki o kararlı ifade bir sanatçıya dönüşmüş gibiydi. Mustafa Kemal, çayından bir yudum alıp hafifçe gülümsedi:
“Komutanım, saz elindeyse türkü de gelir. Hadi, dinleyelim bakalım.”

İlteriş sazın tellerine hafifçe dokundu, odanın sessizliği bir anda türküyle doldu.
Sesindeki ton, dağın taşını titretecek kadar güçlü, ama bir o kadar da hüzünlüydü. Mustafa Kemal, çayın buğusunun arasından türküye eşlik etmeye başladı:

“Karadır kaşların ferman yazdırır,
Aşkın beni diyar diyar gezdirir.
Lokman Hekim gelse yaram azdırır,
Yaramı sarmağa yar kendi gelsin.”

Türkünün sözleri odaya yayılırken, herkes sessizce dinliyordu.
Sözler, sanki her birimizin yüreğindeki farklı bir yere dokunuyordu. Ben elimdeki çayı masaya bıraktım, gözlerim bir noktaya dalıp gitti.

“Ormanların gümbürtüsü başıma vurur,
Nazlı yarin hayali karşımda durur.”

O an Umay’ın yüzü gözümde belirdi.
Sanki türkünün her kelimesi onunla ilgiliydi. Kaşlarının hafif çatılması, o bakışı, o sessiz gülümsemesi… Her şey bir an zihnime doldu.

“Karadır kaşların benzer kömüre,
Yardan ayrı düşmek zarar ömüre.”

Mustafa Kemal, türküye derin bir iç çekişle devam etti.
Burak bile bu kez sessizdi, sanki türkünün büyüsüne kapılmış gibiydi. Eren, bardağını masaya koydu, derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Herkes, kendi hikayesini bu türkünün içinde bulmuştu.

“Kollarımdan bağlasalar demire,
Kırarım demiri kaçarım yare.”

İlteriş’in parmakları sazın tellerinde dans ederken, sesi odanın her köşesini doldurdu.
Bu ses, bir dağın yankısı gibiydi. Güçlü, derin ve sarsıcı… Ama aynı zamanda, bir yaraya dokunan bir merhem gibiydi.

Türkü sona erdiğinde, odada bir an sessizlik oldu.
Herkes, sanki kendi düşüncelerine dalmış gibiydi. Burak, ilk kez sessizce arkasına yaslanıp çayından bir yudum aldı. Mustafa Kemal, gözlerini İlteriş’e dikerek hafifçe gülümsedi:
“Komutanım, helal olsun. Şu türküyü söylerken bile savaşın ortasında değil de köy kahvesindeymiş gibi hissettik.”

İlteriş, sazını bir kenara koyarken gülümsedi.
“Bazen bir türkü, bütün bir geceyi taşır. Bunu unutmayın.”

Ben o sırada gözlerimi tekrar çay bardağıma çevirdim.
Ama düşüncelerim, yine çok uzaklardaydı. Belki de bir gün, o türküdeki gibi yarama merhem olacak bir şey bulabilirdim.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu türkü, sadece bir türkü değil. Bu, ruhunun sessiz bir yankısı. Ve bu yankıyı duymaya devam etmelisin."

Burak, çay bardağını masaya koyduğunda gözlerindeki o muzip parıltıyı görmemek mümkün değildi.
“Komutanım,” dedi, sesi bir çocuk gibi yalvaran ama aynı zamanda muzip bir tonda. “Siz de söyleyin. İlteriş komutanım çaldı, Mustafa Kemal söyledi. Şimdi sıra sizde!”

Gözlerim bir an masadaki diğerlerine kaydı.
Herkesin yüzünde bir bekleyiş vardı. İlteriş bile hafifçe gülümsüyordu, ama o gülümseme, “Hadi bakalım, şimdi ne yapacaksın?” der gibiydi. İçimden bir derin nefes aldım.
“Yok oğlum, benlik iş değil o işler,” dedim, Burak’ın hevesini kırmaya çalışarak.

Ama Burak pes etmedi.
“Komutanım, sizin sesiniz var ya... Türküde ayrı bir lezzet olur! Hele ki o Erzurum türkülerinden birini söylerseniz, biz burada dağılırız.”

İlteriş sazını eline aldı ve kaşlarını kaldırarak bana baktı.
“Hadi Altay,” dedi, sesi sakin ama imalı. “Burak haklı. Türkünün bir ruhu var. Senin de söylemen lazım. Yoksa bu akşam eksik kalır.”

Başımı hafifçe salladım, çaresizce bir gülümseme yayıldı yüzüme.
“Peki,” dedim, “ama sadece bir tane. Ondan sonra Burak çenesini kapatsın.”

Burak, “Tamam!” dedi, ellerini havaya kaldırarak.
“Vallahi söz, komutanım. Sizi bir dinleyelim, başka bir şey istemem!”

İlteriş’in yanına eğildim ve fısıldayarak hangi türküyü söyleyeceğimi söyledim.
İlteriş’in yüzünde anında o imalı gülümseme belirdi. Gözlerini bana dikti, sonra sazın tellerine dokunmaya başladı. O an, sazdan çıkan ilk tınılar odayı doldurduğunda, içimde bir şeyler kıpırdadı. Türkünün her kelimesi, zihnimde Umay’ın silinmeyen izlerini taşıyordu.

“Bir güzelin hasretinden ahından,
Canan ahından,
Tutuştu her yanım yandı ha yandı,
Yandı ha yandı…”

İlk kelimeler dökülürken, sanki odamın duvarları, karşımda onun gülümseyen yüzünü resmetti.
Sesim her tınıda biraz daha derinleşti, her kelimede Umay’ın gözleri aklıma geldi. O elbisesiyle kapıda belirişi, elindeki ısıtıcıları uzatışı, gülümseyerek bir şey demeden yanımdan geçip gitmesi…

“Aşık oldum onun mah cemaline,
Mah cemaline,
Aşkından her yanım yandı ha yandı,
Yandı ha yandı…”

Türkü, sadece bir ezgi değil, içimdeki duyguların yankısı gibiydi.
Gözlerim bir an masadaki çaya kaydı, ama orada değil, başka bir yerdeydim. Bir bahar sabahında, Umay’ın o yeşil gözleriyle bana baktığı bir düşteydim sanki.

“Benim derdim senin derdine paydır,
Cananım paydır,
Bir güzel sevmişem kaşları yaydır,
Kaşları yaydır…”

Kaşları yaydır…
O kelime zihnimde dönüp durdu. Umay’ın o çatık kaşları, o an hafızamın derinliklerinde yankılandı. Kaşlarının yay gibi kıvrılması, dudaklarındaki ince bir tebessüm… Sanki türkünün sözleri onun için yazılmıştı.

Türkü devam ederken odadaki sessizlik bir hüzünle karıştı.
Kimse konuşmadı, kimse hareket etmedi. Herkes, türkünün içinde kaybolmuş gibiydi. Ama benim kaybolduğum yer, onlardan çok daha derin bir yerdi.

“Üç yüz altmış beş günüm de yandı ha yandı,
Yandı ha yandı…”

Türkü sona erdiğinde, odaya sessizlik çöktü.
Burak’ın bile konuşmadığını fark ettim. Mustafa Kemal, elindeki çayı masaya bırakıp hafifçe başını salladı. İlteriş, sazını kucağında dinlendirdi ve bana bakarak imalı bir şekilde güldü.

“Altay,” dedi, sesi alaycı ama yumuşaktı. “Bir türküde bu kadar şey söyleyip hiçbir şey söylememek… Sana yakışırdı.”

Burak, gözlerini kocaman açmış bana baktı.
“Komutanım,” dedi, “bu türküyle gönülleri fethettiniz. Vallahi ben olsam Umay yengeyi bırakmazdım.”

O an gözlerim kısıldı ve kaşlarımı çattım.
“Burak,” dedim, sesimde bir sabır taşının çatlaması vardı, “daha fazla konuşmadan çayını iç. Yoksa seni bu sazla sustururum.”

Ama içimden bir şey geçti, o türküdeki her kelimeyle şekillenen bir his.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu yolda yürümeye cesaretin varsa, artık geri dönüş yok."

Kahvaltıdan sonra odama çekildiğimde telefonumu elime aldım.
Cebimde bir şeylerin eksik olduğunu fark ettim. El ısıtıcıları... Onları evde bırakmıştım. Ama bu, her ne kadar küçük bir detay gibi görünse de, aklımın Umay’da olduğunun bir kanıtı gibiydi.

Telefon bir anda titredi.
Ekranda Umay’ın adı belirdi. Gözlerim istemsizce hafifçe güldü.

 

Umay:
“El ısıtıcılarını kullandın mı?”

Bir an içimden derin bir nefes aldım.
Bana bıraktığı bu küçük şey, nasıl olur da bu kadar anlam taşıyabilirdi? Ama gerçeği saklamanın bir anlamı yoktu.

Altay:
“Hayır, kullanmadım. Evde unuttum.”

Umay:
“Evde mi unuttun? Altay, sen cidden çok ilginç bir insansın. Onları sana üşüme diye verdim. Nasıl unutursun?”

Altay:
“Sanırım aklım başka yerdeydi.”

Umay:
“Başka yerde derken? Senin aklını karıştıran şey ne olabilir ki?”

Altay:
“Bilmiyorum... Belki de verdiğin şeyin kendisi yeterince sıcaktı. Yanımda taşımasam da aklımdaydı.”

Umay:
“Bunu bana romantik bir şeymiş gibi mi söylüyorsun, yoksa gerçekten böyle mi hissediyorsun?”

Altay:
“Belki ikisi de.”

Umay:
“Sen bazen gerçekten beni şaşırtıyorsun. Ama unutma, onları kullanmazsan sana yenilerini vermem.”

Altay:
“Onları kullanacağımdan emin olabilirsin. Ama önce kahve sözümü tutmalıyım.”

Umay:
“Kahve sözünü hatırlaman iyi. O zaman ne zaman kahve içiyoruz, yüzbaşı?”

Altay:
“Bir gün mutlaka. Ama o gün ne zaman olur, bilemiyorum.”

Umay:
“O günü sabırsızlıkla bekliyorum. İyi günler, Altay.”

Altay:
“İyi günler, Umay.”

 

Telefonu kapattım ve masaya bıraktım.
O el ısıtıcıları evde kalmıştı, ama Umay’ın bıraktığı sıcaklık, yalnızca ellerimi değil, içimi de ısıtmıştı. Bir gün kahve sözümü tutacağımı biliyordum. Ama o güne kadar bu hisleri nereye koyacağımı bulmam gerekiyordu.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu yolda yürüyeceksen, dikkatli ol. Çünkü bazı yollar, başladığında geri dönmene izin vermez."

Kendi kendime sözler verip duruyordum, ama sözler ne kadar sağlam olursa olsun, bazen insan kalbine söz geçiremez.
Bir anda yerimden kalktım, mantıklı bir açıklama yapmaya bile çalışmadan ceketimi alıp kapıya yöneldim. “Altay, ne yapıyorsun?” dedim kendi kendime. Ama sorunun cevabını bile düşünmeden Jeep’in anahtarlarını aldım ve yola çıktım.

Mardin’in sert havası, Jeep’in içinde bile hissediliyordu.
Motorun homurtusu arasında sadece düşüncelerim yankılanıyordu. Eve gitmek, bu kadar ani bir karar olmamalıydı. Ama bazen insan, bir şeylerin yarım kalmasına dayanamaz.

Eve vardığımda, o küçük nesneler aklımda dönüp duruyordu.
Kapıyı açar açmaz gözlerim, onları bıraktığım yere kaydı. Masada, sanki beni bekliyorlardı. Bir an durup onları izledim. Bu kadar küçük bir şeyin, bu kadar anlam taşıması… İnsanı hem güldürür hem de düşündürür.

El ısıtıcılarını elime aldım.
Paketlerinden çıkarıp aktif hale getirdim. Parmaklarımın arasında yayılan sıcaklık, bir anda tüm bedenime işledi. Ama bu sıcaklık, sadece ellerimi değil, kalbimi de sardı. Umay’ın, onları bana uzatırken ki o sessiz gülümsemesi gözlerimin önüne geldi.

"Altay," dedim kendi kendime, "sen bu yola çoktan adım atmışsın. Şimdi dönmek istesen bile mümkün değil."

Telefonumu çıkardım ve masanın üzerine koyduğum el ısıtıcılarının fotoğrafını çektim.
Parmaklarım hızlıca bir mesaj yazdı:

Altay:
“Sana söz verdiğim gibi, aldım. Çünkü gerçekten üşüdüm.”

Fotoğrafı gönderirken, içimde garip bir huzur vardı.
O küçük nesneler, sadece ellerimi değil, ruhumu da ısıtıyordu. Bir şeylerin yerine oturduğunu hissetmek, insana bazen en basit şeylerle gelebilir.

Karargâha geri döndüğümde, İlteriş’in yüzündeki ifadeyi görmemek için sessizce odama çekildim.
Ama telefonu elime almaktan kendimi alıkoyamadım. Umay’ın cevabını görmek istiyordum. Çok beklemedim. Mesaj geldi:

Umay:
“Eminim ellerin değil, aklın üşümüştür. Neyse ki ısıtıcılar işe yaramış. İyi ki almışsın.”

Altay:
“İşe yaradılar. Ama sadece ellerim için değil.”

Umay:
“Anlamadım?”

Altay:
“Boş ver. Bir gün kahve içerken anlatırım.”

Umay:
“Kahve sözünü unutmadım. İyi akşamlar, Altay.”

Altay:
“İyi akşamlar, Umay.”

Telefonu masaya bırakıp el ısıtıcılarını tekrar avuçlarımın içine aldım.
Sıcaklık hâlâ oradaydı. Ama artık sadece avuçlarımı değil, kalbimin bir köşesini de ısıtıyordu.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı sıcaklıklar, sadece ellerini değil, seni de sarar. Bu, onlardan biri."

 

karargâhta akşam boyu süren yoğunluğun ardından gün bitimi toplantısı için hazırlıklar tamamlanmıştı.
Toplantı odasına girdiğimde, masanın etrafındaki herkes, kendi köşesine çekilmişti. Ama her birinin yüzünde görev bilincinin ağırlığı okunuyordu.

İlteriş, her zamanki gibi masanın köşesine oturmuş, ellerini kavuşturmuş bir şekilde bekliyordu.
Bakışları, odadaki her detayı dikkatlice süzüyordu. Ama karşısında oturan Burak’ın hareketleri, onun sabrını zorlamaya başlamıştı bile.

Burak, her zamanki gibi cıvık cıvık konuşuyordu.
“Komutanım,” dedi, sesinde muzip bir tonla. “Yarınki görevde bence ben öncü olayım. Malum, düşman benim karizmayı görünce zaten teslim olur.”

İlteriş kaşlarını kaldırdı, bakışları Burak’ın üzerine sabitlendi.
“Burak,” dedi, sesi alçak ama tehditkâr bir tondaydı, “eğer bu cıvıklığın toplantı boyunca devam ederse, seni öncü değil, nöbetçi yaparım. O zaman karizmanla dağları beklerken düşmanı korkutursun. Anladın mı?”

Burak hemen toparlanır gibi yaptı, ama yüzündeki sırıtış kaybolmamıştı.
“Emredersiniz, komutanım,” dedi, sesi bir nebze daha ciddi ama hâlâ alttan alta dalga geçer gibiydi.

Mustafa Kemal ise masanın diğer ucunda, sessizce çizgi romanına dalmıştı.
Bir eli masanın altındaydı, diğer eliyle de kitabın sayfalarını çeviriyordu. Ama bu durum uzun sürmedi. İlteriş, bir anda ona doğru döndü:
“Mustafa Kemal, masanın altındaki şey ne?”

Mustafa Kemal, anında kitabı kapattı ve yüzüne masum bir ifade takındı.
“Hiçbir şey, komutanım,” dedi, ama sesi kendine bile inandırıcı gelmiyordu.

İlteriş gözlerini kıstı.
“Masada hiçbir şey okumazsın. Özellikle de çizgi roman. Burası brifing odası, kütüphane değil.”

Ben sessizce oturup olanları izlerken, içimde bir an için hafif bir gülme hissi belirdi.
Ama yüzümde hiçbir şey belli etmemeye çalıştım. Çünkü bu oda, ciddiyetin yeri olmalıydı.

Haluk Yarbay odaya girdiğinde, tüm hareketler bir anda durdu.
Herkes esas duruşa geçti. Yarbay’ın bakışları odadaki her birimizi tararken, gözlerinde hem otorite hem de bir baba şefkati vardı.

“Kolay gelsin,” dedi, masanın başındaki yerine oturarak. “Toplantıya başlayalım.”

Ben dosyalarımı açtım ve notlarımı kontrol ettim.
Görev detaylarını, ekiplerin koordinasyonunu ve elde ettiğimiz son istihbaratları zihnimde tekrar ettim. Bu, sadece bir toplantı değil, bir savaşın ön hazırlığıydı.

Haluk Yarbay, oturur oturmaz ilk sözü aldı.
“Cudi Dağı’nın batı kanadında yapılan operasyondan elde edilen veriler ışığında, önümüzdeki görevde stratejik değişiklikler yapmamız gerekecek. Düşman hareketliliği beklenenden daha yoğun. Buna karşılık daha dikkatli ve hızlı hareket etmeliyiz.”

Gözlerim bir an masadaki haritaya kaydı.
“Yarbayım,” dedim, sesimdeki ciddiyeti koruyarak, “batı kanadındaki mağara sistemleri, düşmanın en büyük avantajı. Ancak bu sistemlerin giriş ve çıkış noktalarını elimizdeki İHA görüntüleriyle belirledik. Öncü timlerin bu noktalara yönlendirilmesi gerekiyor.”

Haluk Yarbay başını salladı.
“Altay haklı. Mağara sistemleri, düşman için hem bir sığınak hem de bir tuzak alanı. Ancak bu alanları etkisiz hale getirmek için eş zamanlı bir saldırı planı yapmalıyız.”

İlteriş, haritaya bakarak konuşmaya başladı.
“Yarbayım, SAT timiyle yapılan koordinasyon sayesinde kuzey hattında büyük bir ilerleme sağladık. Ancak batı kanadı için daha fazla hava desteğine ihtiyacımız olabilir.”

Haluk Yarbay, ellerini masaya koyarak ileriye eğildi.
“Hava desteği için gerekli izinler alındı. Ancak önceliğimiz, sessiz ve hızlı hareket etmek. Bu, bir baskın operasyonu olacak. Sessizliği bozan her hareket, bizim aleyhimize döner.”

Burak, bir anda araya girdi.
“Yarbayım, o zaman ben de bu sessiz operasyonun en sessiz askeri olacağım. Merak etmeyin, nefesimi bile tutarım.”

Yarbay’ın gözleri Burak’a döndü.
“Koçak,” dedi, sesi sakin ama sertti, “o sessizliği bozan ilk kişi olursan, seni o mağaralarda nöbetçi bırakırım. Anlaşıldı mı?”

Burak hemen toparlandı.
“Emredersiniz, yarbayım,” dedi, ama yüzündeki sırıtış hâlâ kaybolmamıştı.

Toplantı sona erdiğinde, herkes notlarını toplarken Haluk Yarbay bize son bir kez baktı.
“Bu görev, sadece bir operasyon değil, bir sorumluluktur. Burada yapılan her hata, vatanın güvenliğini etkiler. Hepinizin buna göre hareket etmesini istiyorum.”

Ben başımı hafifçe salladım.
“Anlaşıldı, yarbayım. Timimiz göreve hazır.”

Toplantı odasından çıkarken, içimde bir kez daha görev bilincinin ağırlığını hissettim.
Bu, sadece bir dağın ötesine geçmek değil, bir ülkenin sınırlarını korumak demekti. Ve bu bilinç, her birimizin adımlarını belirleyecekti.

 

 

Toplantı bittiğinde herkes toparlanıp odadan çıkarken Haluk Yarbay, hafifçe başını kaldırarak bize baktı.
“Altay, İlteriş,” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ama bu sefer bir nebze daha yumuşaktı. “Siz benim odama gelin, çocuklar.”

O an içimde hafif bir tedirginlik belirdi.
Ama yüzümde en ufak bir ifade değişikliği olmadı. Komutanının odasına çağrılmak, bir nevi sınava girmek gibiydi. İlteriş ise her zamanki rahatlığıyla başını salladı.
“Emredersiniz, yarbayım,” dedi, gözlerini bana doğru devirmeden önce.

 

Haluk Yarbay’ın odasına girdiğimizde, masa üstünde birkaç dosya ve bir harita vardı.
Komutanın yüzündeki ifadeyi okumaya çalıştım. Ciddi ama aynı zamanda düşünceliydi. Oturduk, sessizlik bir an odayı doldurdu.

“Gizli görev hazırlıkları nasıl gidiyor?” diye sordu Yarbay, masaya yaslanarak.
Gözleri önce İlteriş’e, sonra bana kaydı.

“Hazırlıklar planlandığı gibi ilerliyor, yarbayım,” dedim, dosyamı açıp kısa bir rapor sunarak.
“Tim, son operasyonla koordinasyonunu artırdı. İstihbarat doğrultusunda hareket edeceğiz. Eksik bir noktayı fark edersek, hemen rapor ederiz.”

Yarbay başını salladı.
“Güzel,” dedi, ardından gözlerini bir an bana dikti. “Altay, bir şey soracağım. Bu sakalların… Şimdi böyle bırakıyorsun, ama uzun süre bu şekilde devam edersen askerliği bırakıp model olacaksın evlat.”

O an İlteriş, hemen lafa atladı.
“Komutanım, haklısınız ama Altay komutanım sakalı da yakıştırıyor. Hele şu kıvırcık saçlarıyla iyice tarz sahibi oldu.”

Gözlerim kısıldı, İlteriş’in bu cümlesinin nereye gideceğini anlamıştım.
Haluk Yarbay, bu yoruma hafifçe gülümsedi.
“Doğru diyorsun İlteriş,” dedi, başını onaylayarak. “Altay’ı böyle yakışıklı gördükçe içimden ‘Bu çocuğu evlendirelim artık’ demek geliyor.”

O an, içimde bir sıcaklık yükseldi.
Ama yüzümdeki sakinliği bozmadım. Yarbay’ın bu tür şakalarına alışkındım, ama İlteriş’in yanındaki gülümsemesini görmek, sabır testinin yeni bir seviyesi gibiydi.
“Saçla sakal işini karıştırmıyoruz, komutanım,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Ama bu görev bitene kadar disiplin benim önceliğim.”

Haluk Yarbay başını sallayarak konuşmayı sonlandırdı.
“Tamam çocuklar, siz işinize bakın. Ama Altay, bu konuyu bir düşün. Hayat sadece görevlerden ibaret değil.”

Odadan çıktığımızda, İlteriş bir anda kahkaha attı.
“Yarbay haklı Altay,” dedi, yanımda yürürken. “Bence de birini bulmanın zamanı geldi. Saçlar uzuyor, sakal uzuyor, ama kalp hâlâ bekliyor!”

Derin bir nefes aldım, ama içimdeki sinir sabrımı zorluyordu.
“İlteriş,” dedim, dişlerimin arasından konuşarak. “Sana son kez söylüyorum. Bu konuyu kapat.”

Ama o, söz dinlemek yerine kahkaha atmaya devam etti.
“Tamam, tamam. Ama kabul et, yakışıklı oluyorsun.”

O an sabrım taştı.
Bir anda adımlarımı hızlandırdım. “Kapatıyorum o konuyu,” dememe kalmadan İlteriş, durumu fark edip koşmaya başladı.
“Altay, sakin ol!” diye bağırdı, ama ben çoktan arkasından hızlanmıştım.

Kantine kadar koşturduk.
İlteriş, kapının önünde durup nefes nefese bana döndü.
“Altay, tamam, tamam. Özür dilerim! Ama kabul et, biraz eğlenceliydi.”

Ben, tam üstüne yürüyüp bir şey söylemek üzereyken, kantinden çıkan Burak’ın sesi duyuldu:
“Komutanım, ne oldu? Kavga mı var? Yoksa Altay komutanımı evlendirme meselesi mi hâlâ gündemde?”

O an gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
“Burak,” dedim, sakin bir tonla, “sen de koşmaya hazır ol. Çünkü birazdan seni de kovalayacağım.”

Burak, hemen arkasını dönüp koşmaya başladı. İlteriş, kahkahalarla arkasından bakıyordu.
Ve ben, sabrımı zorlayan bu iki adamın peşinden, içimden bir küfürle ilerledim. Bazen bir komutan olmak, dağları fethetmek değil, sabır dağını tırmanmaktı.

Günün yoğunluğu bitip karargâhtan çıkarken, akşamın serin havası üzerimize çöküyordu.
Gökyüzü kararmış, yıldızlar hafifçe belirmişti. İlteriş’le yan yana yürüyorduk, adımlarımız kararlı ama yorgundu.

O sırada İlteriş’in bakışlarını üzerimde hissettim.
Bir şey söylemek üzere olduğunu anlamak için onunla yıllardır aynı timde olmaya gerek yoktu. Sessizliği, tam bir fırtına öncesi gibiydi.

“Altay,” dedi, bir kaşını kaldırarak. “İlk defa seni ellerin cebinde yürürken görüyorum. Hayırdır, komutanım? Ne oldu?”

Bir an durup ona baktım, ama yüzümde en ufak bir ifade değişikliği yapmadım.
“Ellerim üşüyor,” dedim, sesimi mümkün olduğunca düz tutmaya çalışarak.

O an, İlteriş’in kahkahası karanlık sokakta yankılandı.
“Ellerin mi üşüyor? Sen mi söylüyorsun bunu? Yıllardır dağlarda karın ortasında yürüyüp donmadın da şimdi mi üşüyorsun?”

Başımı hafifçe öne eğip yürümeye devam ettim, ama içimden sabrımı topluyordum.
“Evet,” dedim, omuzlarımı silker gibi. “Bugün soğuk işte. O yüzden cebimde.”

Ama İlteriş, kahkahalarına ara vermeden konuşmaya devam etti:
“Altay, itiraf et, cebinde başka bir şey var! Bence o el ısıtıcılarını taşıyorsun, değil mi? Hani şu Umay’ın verdiği... Hadi oğlum, biz bizeyiz, söyle!”

Derin bir nefes aldım ve ona doğru döndüm.
“İlteriş,” dedim, gözlerimi hafifçe kısarak, “eğer birazdan susmazsan, ellerimin üşüdüğünü unutup seni burada yere yatırırım. Hâlâ enerjim var.”

Ama bu tehdit bile onu durdurmaya yetmedi.
“Hadi be Altay,” dedi, kahkahalarla yürümeye devam ederken. “Bir adamın aşkı ellerine bu kadar mı işler? Bakıyorum da seni Umay Hanım bayağı bir değiştirmiş.”

Gözlerimi devirdim, ama yürümeye devam ettim.
Bazen bir şeyleri açıklamak için kelimeler gerekmez. Ve bazen, en iyi açıklama sessizliktir. Ama İlteriş’in peşimden gelen kahkahaları, bu sessizliğin tadını çıkarmama izin vermiyordu.

"Altay," dedim kendi kendime, "bir gün bu adamı susturmanın bir yolunu bulacaksın. Ama bugün o gün değil."

Yol boyunca o kahkahalar sürdü.
Ve ben, ellerim cebimde, Umay’ın verdiği o küçük ısıtıcıların sıcaklığını avuçlarımda hissederken, sessizce gülümsedim. Belki de bazı sıcaklıklar, insanın hem ellerine hem de kalbine aynı anda işlerdi.

 

Eve vardığımızda yorgunluk artık her adımımıza işlemişti.
Günün ağırlığı hem omuzlarımızda hem de ruhumuzda bir iz bırakmıştı. Kapıyı açıp içeri girdiğimizde, İlteriş’in ilk işi ceketini çıkarıp koltuğun üzerine atmak oldu.

“Altay,” dedi, ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken bir yandan da sendeleyerek. “Bugün çok konuştum, ama yemin ederim şu anda hiçbir şey söyleyecek hâlim kalmadı.”

Ben ise sessizce üzerimdeki montu askıya astım.
“İyi,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Zaten sessizlik en güzel dinlenme şeklidir. Hele sen sustuğunda.”

İlteriş, bir an bana bakıp yorgun bir kahkaha attı.
“Komutanım, bugünlük kazandın. Ama yarın sabah, yine konuşmaya devam edeceğim. Sana söz!”

Oturma odasına şöyle bir göz attım, ama hiçbir şey ilgimi çekmedi.
Bütün bedenim, bir an önce yatağa uzanmak istiyordu. İlteriş de aynı durumdaydı.

“Ben direk yatıyorum,” dedi, gözlerini ovuşturarak. “Sen de çok oyalanma. Yarın yine hareketli bir gün olacak.”

Başımı salladım.
“Merak etme,” dedim. “Bu gece için fazla düşünmeyeceğim.”

İlteriş odasına çekildiğinde, ben de sessizce yatağıma doğru yürüdüm.
Üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp yatağa uzandım. Tüm vücudum, o an yatağın sıcaklığına teslim oldu.

Ama uyumadan önce, bir an için ellerimi hissettim.
O küçük ısıtıcıların bıraktığı sıcaklık hâlâ oradaydı. Gözlerimi kapattım, ve Umay’ın o hafif gülümsemesini hatırladım.

"Altay," dedim kendi kendime, "yarın her şey yine başlayacak. Ama bu gece, bu sıcaklığı hissetmek yeter."

Yorgunlukla karışık bir huzur içinde gözlerim kapanırken, düşüncelerim sessizce Umay’a kaydı.
Ve gecenin sessizliği, bizi Mardin’in sert rüzgarlarından uzak bir huzura taşırken, ev derin bir uykuya büründü.

Telefonu masaya koymuştum, ama içimdeki hisler yerinde durmuyordu.
Bir anda tekrar elime aldım. Bir karar verdim, hızlıca yazmalıydım. Fazla düşünmek, beni sadece geciktirirdi.

 

Altay:
“Bu hafta sonu, pazar günü saat 15:00’te seni bir kafeye davet ediyorum, leydim. La Grotte Coffee sizin için uygun mudur?”

Telefonu elimde tutarken, gönder tuşuna bastım ve bir an duraksadım.
Mesaj gitmişti. Artık geri dönüş yoktu. Ama kalbim, o an yavaşlamak yerine hızlanmayı tercih etti.

Bir süre sonra telefon titredi.

 

Umay:
“Leydim mi? Altay, sen gerçekten böyle hitap ediyor musun yoksa şaka mı yapıyorsun? 😅

Altay:
“Tamamen ciddiyim. Bu yüzden, lütfen uygun olup olmadığını söyle.”

Umay:
“Hmm… Pazar 15:00. La Grotte Coffee. Tamam, kabul ediyorum. Ama leydim demek için bir kahveyle kurtulamazsın, haberin olsun. 😉

Altay:
“Daha fazlasını hak ettiğinizden şüphem yok. Ama bu, başlangıç olsun. O zaman, pazar görüşmek üzere, leydim.”

Umay:
“Pazar görüşürüz, yüzbaşım.”

 

Telefonu masaya bıraktım, ama yüzümde hafif bir gülümseme vardı.
"Altay," dedim kendi kendime, "bazı adımlar, planlamadan atılır. Ama doğru atıldığında, seni bambaşka bir yere götürür."

Ve o an, uykuya dalarken, pazar gününü düşündüm.
La Grotte Coffee’deki buluşma, sadece bir kahve değil, belki de bir başlangıç olacaktı.

Sabahın körüydü. Daha doğrusu, sabahın bile uyanmadığı bir saatti.
Telefonun sesi, odanın sessizliğini delip geçtiğinde gözlerimi açtım. Saat tam 05:00. O saatte çalan bir telefon, genelde kötü haber ya da acil bir görev demekti. Telefonu açtım ve Haluk Yarbay’ın sesi o tanıdık sertliğiyle yankılandı:
“Altay, hemen karargaha gelin. İlteriş’i de al. Ama sivil kıyafetle gelin.”

Ne olduğunu anlamamıştım, ama Yarbay’ın ses tonu tartışmaya yer bırakmıyordu.
“Emredersiniz, komutanım,” dedim ve telefonu kapattım. Hemen İlteriş’in odasına yürüdüm, kapıyı sertçe tıklattım.

İçeriden gelen homurtuyla birlikte kapı açıldı.
İlteriş, yarı açık gözlerle bana baktı.
“Ne var Altay?” dedi, sesi uykuyla karışık bir isyan taşıyordu.

“Kalk,” dedim kısa ve net bir şekilde. “Yarbay çağırıyor. Sivil kıyafetle, hemen.”

Bir anda gözleri açıldı.
“Sivil mi? Bu saatte? Ne oluyor?”

“Bilmiyorum,” dedim, ceketimi alıp kapıya yönelirken. “Ama sormaya vaktimiz yok.”

Arabaya bindiğimizde İlteriş hâlâ mırıldanıyordu.
“Altay, kesin bir şey var. Yani bu saatte, sivil kıyafetle çağrılmak ne demek biliyor musun?”

Direksiyona odaklanmıştım, ama İlteriş’in susmayacağını biliyordum.
“Evet,” dedim, sabırlı bir şekilde. “Acil bir şey demek.”

Ama o, işin peşini bırakmadı.
“Bak şimdi, bir tahminim var. Kesin gizli bir operasyona gidiyoruz. Böyle Hollywood filmlerindeki gibi, ajan gibi falan.”

Gözlerimi devirdim, ama bakışlarımı yoldan ayırmadım.
“İlteriş, senin bu hayal gücün bir gün başımıza iş açacak. Sessiz ol biraz.”

O ise devam etti:
“Yok, yok. Kesin başka bir şey var. Belki de Haluk Yarbay bizi test ediyor. Hani, ‘Bunlar sivilde nasıl davranıyor, görelim,’ diye. Altay, bak sivilde dikkatli olalım, yanlış bir şey yapmayalım.”

Derin bir nefes aldım, ama cevap vermedim.
Tabii ki o da bu sessizliği bir fırsat olarak gördü.

“Peki ya,” dedi, yüzünde bir sırıtışla, “bizi kahvaltıya çağırdıysa? Hani, ‘Bunlar ne zamandır güzel bir kahvaltı yapmadı, hadi toplayayım,’ falan demiş olabilir mi?”

O an sabrım tükendi.
“İlteriş,” dedim, direksiyonu sıkıca tutarak, “bu konuşmayı bitirmezsen seni karargaha varmadan burada bırakırım. Yalnız yürüyerek gidersin, tamam mı?”

Bir an sustu, ama ardından yine konuşmaya başladı:
“Altay, tamam, tamam. Ama son bir şey: Ya bizi Umay’la ilgili bir şey için çağırdıysa? Hani, ‘Altay’a sürpriz yapalım,’ diye falan...”

O an frene basıp ona dönmek istedim, ama kendimi tuttum.
“İlteriş,” dedim, dişlerimin arasından, “Umay’ı karıştırma. Ve lütfen, bir süre sessiz ol.”

O, yine sırıtarak arkasına yaslandı.
“Tamam, sustum. Ama bak, haklı çıkarsam, bana borçlusun.”

Arabayı sürerken içimden derin bir nefes aldım.
İlteriş’in bu sabah enerjisi, karargaha varmadan tükenmezse, birimizin sinirleri tükenebilirdi. Ama en azından bu konuşma, sabahın sessizliğini biraz olsun doldurmuştu.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazen bu adamı sabır testi olarak gönderiyorlar. Ama en azından yolculuk eğlenceli geçiyor."

 

Karargâhın önüne vardığımızda, sabahın sessizliği binanın etrafında hâkimdi.
Arabadan inip girişe yöneldiğimizde, içeride bir hareketlilik olduğunu fark ettim. Ama bu hareketlilik, olağan askeri düzenin dışında bir hava taşıyordu.

İçeri girdiğimizde Haluk Yarbay’ı gördük.
O da sivil kıyafetler içindeydi. Bu, durumun sıradan bir görevden çok daha farklı olduğunu anlamam için yeterliydi. İlteriş, yanımda hafifçe mırıldandı:
“Komutanım bile sivildeyse iş ciddi demektir.”

Yarbay’ın yanına yaklaştık, esas duruşa geçtik.
“Yüzbaşı Altay Öztürk ve Üsteğmen İlteriş Yıldırım, emrinizdeyiz, komutanım.”

Haluk Yarbay, bizi süzdü ve başını hafifçe salladı.
“Rahat,” dedi, sesindeki ciddiyet değişmemişti. “Size neden burada olduğunuzu birazdan açıklayacağım. Ama önce birini tanımanız gerekiyor.”

O sırada, arka taraftan biri bize doğru yaklaştı.
Kısa boylu, düzgün duruşlu bir adamdı. Üzerindeki sivil kıyafetler, onun bir asker olmadığını hemen belli ediyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı, ama bakışları keskin ve dikkatliydi.

“Binbaşı Deniz Soykan, Milli İstihbarat Teşkilatı,” dedi, elini uzatarak.
Sesi net, ama sakin bir otorite taşıyordu. İlteriş, onun elini sıkarken hafifçe başını eğdi:
“Üsteğmen İlteriş Yıldırım, komutanım.”

Deniz binbaşı, bana dönüp elini uzattığında, ben de aynı ciddiyetle elini sıktım.
“Yüzbaşı Altay Öztürk.”

Haluk Yarbay, durumu açıklamaya başladı.
“Beyler, bu görev, şu ana kadar üstlendiğiniz operasyonlardan farklı olacak. Binbaşı Deniz Soykan, MİT tarafından görevlendirildi ve bu operasyonun kilit noktasında yer alacak. Bundan sonra, onunla tam bir koordinasyon içinde çalışacaksınız.”

Bir anlık sessizlik oldu.
İlteriş, gözlerini hafifçe kısarak Deniz binbaşı’ya baktı:
“Komutanım, bu operasyonun kapsamı nedir? Bilmemiz gereken bir ön bilgi var mı?”

Haluk Yarbay, masanın üzerinde duran dosyayı alıp bize doğru uzattı.
“Detayları burada bulacaksınız. Ama şunu bilmelisiniz ki, bu görev sadece askeri bir operasyon değil. Terör örgütünün sızma girişimlerine karşı hem istihbarat hem de saha çalışması gerektiren bir görev. Sessiz ve hızlı olacağız. Düşman, bu operasyonun geldiğini bile hissetmemeli.”

Deniz binbaşı, kısa bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu.
“Bu operasyonun kod adı: ‘Kuzey Şimşek.’ Amaç, örgütün sınır bölgelerindeki lojistik ağını kesmek ve lider kadrosuyla iletişim kanallarını tamamen devre dışı bırakmak. İlk hedefimiz, örgütün sahadaki koordinatörlerinden biri. Onu ele geçirmek için sadece bir şansımız var.”

Ben, dosyayı açıp hızlıca göz gezdirirken başımı kaldırdım.
“Yarbayım, binbaşı Soykan’ın ekibiyle ilgili bilgi alabilir miyiz? Destek unsurları nedir?”

Haluk Yarbay, kollarını bağlayarak cevap verdi.
“Soykan, sahada bizimle olacak. Ancak MİT’in saha ekipleri, arka planda istihbarat ve lojistik destek sağlayacak. Operasyonun ana yükü sizde, Altay. Sizin timiniz, bu görevin en kritik kısmını üstlenecek.”

Deniz binbaşı araya girdi:
“Bu bir baskın operasyonu değil. Daha çok bir cerrah hassasiyetinde çalışacağız. Düşmanı tek bir yanlış adımla alarma geçirmemeliyiz. Bu yüzden sessizlik, disiplin ve hızlı hareket öncelikli.”

İlteriş, bana dönüp hafifçe kaşlarını kaldırdı.
Bu bakış, her zamanki gibi “Ne düşünüyorsun?” anlamına geliyordu. Ben dosyayı kapatıp başımı salladım:
“Anlaşıldı, komutanım. Timim, bu göreve hazır.”

Haluk Yarbay, hafif bir tebessümle başını salladı.
“Güzel. O zaman hazırlıklara başlayın. Bu görev, vatanın güvenliği için kritik öneme sahip. Her adımınızı dikkatle atın.”

O an İlteriş, bir adım geriye çekildi ve mırıldandı:
“Altay, bu görev, sabrımızı da yeteneklerimizi de sınayacak gibi görünüyor.”

Ben ise içimden bir derin nefes aldım.
"Altay," dedim kendi kendime, "bu iş, sadece bir görev değil. Bu, sınırın ötesinde bir adalet savaşı."

Helikopter bizi belirlenen noktada indirdiğinde, Cudi’nin soğuk sabah rüzgarı yüzümüze çarptı.
Bir an çevreme bakındım. Sessizlik, görevde her zaman en iyi dostumuzdu, ama bu sefer farklı bir dostumuz daha vardı: beyaz bir Doblo. Yanında bekleyen MİT ekibinden biri, anahtarları İlteriş’e uzatırken yüzünde hafif bir sırıtış vardı.

“Sizin için özel ayarlandı,” dedi. “Konfor beklemeyin, ama iş görür.”

İlteriş, anahtarları alırken hafifçe burnunu çekti.
“Doblo, ha?” dedi, sanki tank bekliyormuş da oyuncak araba verilmiş gibi. “Peki, Altay. Hadi bakalım, binelim.”

Arabaya yerleştiğimizde, İlteriş direksiyon başına geçti.
“Bana hep şoförlük düşüyor,” diye mırıldandı. “Bunu görev tanımına ekleyelim, Altay. Operasyon şoförü: Üsteğmen İlteriş Yıldırım.”

Ben ise arka koltukta küçük bir aynayla cebelleşiyordum.
Bir elime sürme, diğer elime aynayı almış, gözlerime odaklanmıştım. Görevde detaylar önemlidir, ama İlteriş’in çenesi bu detayı gölgelemeye kararlıydı.

“Altay,” dedi, dikiz aynasından bana bakarak. “O ne yapıyor, Altay? Sen gözlerine sürme mi çekiyorsun?”

Derin bir nefes aldım ve işime odaklanmaya çalıştım.
“Evet, İlteriş,” dedim sakin bir tonla. “Bu da görevin bir parçası. Kimlik oluşturuyoruz. Gözlerimde biraz vurucu bir ifade olsun.”

İlteriş direksiyona dönüp başını iki yana salladı.
“Gözlerinde vurucu ifade, ha? O zaman ben de gidip şu sarı saçları siyaha boyayayım. Belki daha az dikkat çekerim.”

Bir an gözlerimi aynadan kaldırıp ona baktım.
“Bence iyi fikir. Hatta bir de ten rengi kremi alalım. Şu beyazlığını biraz kapatalım.”

İlteriş kahkahayı bastı.
“Altay, o kadarını yaparsak beni direkt ‘köyün ucube tüccarı’ ilan ederler. Ama sen devam et. Belki gözlerine çektiğin sürme, Umay’ın gözlerine benzediği için seni daha rahatlatır.”

Derin bir nefes aldım, ama içimden geçen cümleyi dışarıya taşırmadım.
“İlteriş,” dedim, gözlerimi dikiz aynasından ona doğru kısarak, “Umay’ı karıştırmadan işine bak. Yoksa sürmeyi bırakır, seni dövmeye başlarım.”

O, gülmeye devam ederken, bir yandan da kendi sorununa odaklanmıştı.
“Altay, şaka bir yana, bu sarı saçlarla ne yapacağım bilmiyorum. Şimdi köye girer girmez, ‘Bu kim? Turist mi?’ diye sormazlarsa ben de bir şey bilmiyorum.”

Ben, gözlerime son bir dokunuş yapıp aynayı kapattım.
“Merak etme,” dedim, “o kadar dikkat çekeceksin ki, düşman seni gördüğünde bizden daha çok korkacak. Ama şu anda tek sorunumuz, bu Doblomuzun tarlada kalmaması.”

İlteriş, direksiyona sıkıca sarıldı ve gaza bastı.
“Sen sürmeni çekmeye devam et, Altay. Arabayı ben kurtarırım

Sürmeyi çekmeyi bitirdiğimde aynaya son bir kez baktım.
Görev gereği ne gerekiyorsa yapıyordum, ama kendimi bir köy köylüsünden çok eski bir film yıldızına benzettiğimi de inkâr edemezdim. Bir anda telefonumu elime aldım.

Selfie modunu açtım, hafifçe başımı yana eğip ciddiyetle bir fotoğraf çektim.
Sonra hiç düşünmeden mesaj kutusunu açıp Umay’a yazdım:

 

Altay:
“Baban gizli bir görev verdi. Nasıl olmuşum?”

 

Gönder tuşuna bastıktan sonra telefon ekranına baktım.
Görüldü atılana kadar beklemek insana bir ömür gibi geliyor. Birkaç saniye sonra, Umay mesajı okudu ama cevap vermedi.

Sabırsızlanarak hemen yazdım:
Altay:
“Çirkin mi olmuşum? Neden cevap yok?”

 

Bu kez cevap hemen geldi:

Umay:
“Köydeki kızlara dikkat et. Aralarında ‘Ben 1. eşi olacağım, sen 2.’ tartışmaları çıkmasın. Yoksa oraya gelir, kaçıncı eşi olduğunu bizzat ben gösteririm!”

Umay’ın bu mesajını okuyunca istemsizce gülümsedim.
Bir an için, bu kıskançlık hoşuma gitmişti. Ama ona belli etmeden karşılık yazdım:

 

Altay:
“Kapatmam lazım. Beni bekler kızlar. 🤭

 

Telefonu hızlıca kapattım ve arabanın gizli bölmesine yerleştirdim.
İlteriş, yan gözle bana baktı, ama hiçbir şey söylemedi. Bense içimden hafifçe gülümseyerek, “Altay, sen bu kıza iyice bağlanıyorsun,” dedim.

Görev ciddiyetiyle yüzüme yeniden sert bir ifade takındım.
Ama o selfie, Umay’ın verdiği o kıskançlık dolu tepki, içimde bir yerde hâlâ sıcak bir his bırakmıştı.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazı savaşlar köyde değil, kalpte kazanılır."

Doblo’nun tozlu yolda ilerleyişi, köyün sınırlarına ulaştığımızda yavaşladı.
Köy, küçük ve dağınık evlerden oluşuyordu. Etraf, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanıyordu ama köy hâlâ sessizdi. Görev disiplinim, her adımımı dikkatle atmamı söylüyordu.

Kalacağımız ev, köyün girişine yakın, harabe gibi duran küçük bir yapının arkasındaydı.
Arabayı evin arkasına park ettik. İlteriş motoru kapattı ve derin bir nefes aldı.
“Altay,” dedi, gözlerini köyün geri kalanına çevirerek, “burası tam bir film seti gibi. Ama senaryoyu iyi oynamazsak, finalimiz kötü olur.”

Eve doğru yürürken konuşmamız, sessizliğin içinde yankılanmayacak kadar kısıktı.
“İlteriş,” dedim, elimdeki çantayı düzeltirken, “senaryoyu bir kez daha gözden geçirelim. Bu işte hata payı yok.”

Eve girdik, içerisi küçük ama temizdi.
Tahta masanın üzerine çantalarımızı koyduk. İlteriş, camdan dışarı bakarak konuşmaya başladı:
“Bana göre, buranın köyün ileri gelenlerinden biriyle bağlantısı var. O yüzden ilk gün, mümkün olduğunca sessiz ve gözlemci olacağız. Konuştuğumuz her kelime, düşündüğümüz her adım, onlar için bir ipucu olabilir.”

Başımı salladım, çantamdan dosyayı çıkarıp hızlıca göz attım.
“Görev planı basit ama riskli,” dedim. “İlk gün, bağlantıları ve iletişim kanallarını tespit edeceğiz. İkinci gün, operasyonu başlatıp hedefi etkisiz hale getireceğiz. Eğer işler sarpa sararsa, bu köyden çıkış zor olur.”

İlteriş, masanın üzerine oturup bana döndü.
“Peki, bu senaryoda ben ne oynuyorum?” diye sordu, sesi her zamanki gibi hafif bir alay taşıyordu.

Kaşlarımı kaldırarak cevap verdim:
“Sen, köyün kuzeyden gelmiş ‘sessiz tüccarısın.’ Fazla konuşma, fazla bakma. Düşman, kim olduğumuzu anladığında çok geç olmalı.”

O an yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.
“Altay, sen bu senaryo işini fazla ciddiye alıyorsun. Ama merak etme, rolümü en iyi şekilde oynarım.”

Bir an için sessizlik oldu. İkimiz de birbirimizin gözlerine baktık.
“Bu görevde,” dedim, sesimi alçaltarak, “hata yapma lüksümüz yok, İlteriş. Hedefimiz bir taşla birkaç kuş vurmak. Lider kadroyu çökertebilirsek, örgütün bu bölgedeki hareketliliği büyük darbe alır.”

İlteriş, yüzündeki ciddiyetle başını salladı.
“Anlaşıldı, Altay. İlk gün sessiz kalıp bilgileri topluyoruz. İkinci gün de harekete geçiyoruz.”

Eve kısa bir göz attım, sonra İlteriş’e döndüm.
“Tamam,” dedim, “şimdi şu kimliklerimizi kontrol edelim. Rolümüzü oynarken tek bir açık vermememiz gerekiyor.”

İlteriş çantasından kimlikleri çıkarırken gözlerini kısıp gülümsedi:
“Altay, bu rol işini o kadar ciddiye alıyorsun ki, seninle bir tiyatro kursuna gitsek direkt başrol oynarsın.”

Gözlerimi devirdim, ama cevap vermedim.
Bu görevde disiplin, her şeyden önemliydi. Ve bu evin içinde başlayan bu sessizlik, dışarıda yankılanacak planlarımızın ilk adımıydı.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu senaryoyu oynarken her kelimen, her adımın doğru olmalı. Çünkü sahnenin sonunda sadece ya biz ya onlar kalacak."

Gölgeli baykuş...
Şifreyi ilk duyduğumda içimden gülesim gelmişti, ama belli etmemiştim. İlteriş’in kahkahası o anki ciddiyeti dağıtsa da, ben sustum. Çünkü bu tür şeyler, bir operasyonda her zaman hayat kurtarırdı.

Kapı çaldığında, içimde garip bir gerilim vardı.
Elim, refleksle silahıma gitti. Tetiği çekmeye hazır bir şekilde kapıya döndüm. Şifreyi sordum:
“Gölgeli baykuş?”

Bir anlık sessizlik... ardından o beklediğim ses geldi:
“Baykuş, her zaman gölgede saklanır.”

Kapıyı açtım, ama içeri giren kişiyi gördüğüm anda her şey dondu.
Yıllardır bu köyde gizlenen bir MİT ajanı olarak tanıtılmıştı bize. Ama o, benim için bir ajan değil, yıllar önce gözlerimin önünde vurulan ve şehit haberiyle yıkıldığım en yakın arkadaşımdı: Teğmen Ulaş.

O an, her şey bulanıklaştı.
Elim yanımda gevşedi, silahım yere iniverdi. Karşımda duran, sadece bir ajan ya da bir dost değil, ölü bildiğim bir parçamdı.

Ulaş’ın yüzünde, o eski tanıdık gülümseme vardı. Ama gözleri doluydu.
“Altay,” dedi, sesi hafifçe titriyordu. “Sana ‘şehit’ diye ağlattığım için beni affet.”

Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu, ama ayakta kaldım.
Yutkundum, ama kelimeler boğazımdan çıkmıyordu. Sadece ona bakıyordum. O tanıdık yüz, o eski dost, gözlerimin önünde yeniden hayat bulmuştu.

İlteriş, olan biteni anlamaya çalışıyordu.
“Altay?” dedi, bana dönerek. “Kim bu adam? Neler oluyor?”

Bir an ona döndüm, ama cevap vermedim.
İlteriş’in bilmediği, anlamayacağı bir şeydi bu. Çünkü Ulaş, benim akademiden mezun olduğum yıl göreve başlamış, onunla dağlarda iki yıl boyunca omuz omuza savaşmıştım. Sonra bir gün, bir çatışmada vurulmuştu.

Gözlerimin önünde, kanlar içinde yere yığılmıştı.
Hastaneye götürülürken, elimde sadece onun kanıyla kaplanmış üniforması kalmıştı. Ve sonra... o kara haber. Şehit olmuştu. Bunu bana söylediklerinde yıkılmıştım. Yıllarca, bu kaybın acısını içimde taşımıştım.

Ama şimdi, işte buradaydı. Karşımda. Yaşıyordu.

“Sen...” dedim, sonunda kelimeler dudaklarımdan dökülürken. “Nasıl... nasıl mümkün olabilir bu?”

Ulaş, hafifçe gülümseyerek yanıma yaklaştı.
“Uzun hikâye, Altay,” dedi. “Ama sana söz veriyorum, hepsini anlatacağım. Şimdi sadece şunu bil: O gün beni yaşatmayı başardılar. Ama gizli bir görev için beni resmen ‘öldürdüler.’ Bu, benim ve vatan için verilmiş bir karardı.”

Gözlerim doldu, ama hâlâ ona inanmakta zorlanıyordum.
“Senin için ağladım, Ulaş,” dedim, sesi titreyerek. “Kardeşim gibi sevdiğim adam için yas tuttum. Ve sen... sen buradaymışsın.”

Ulaş, omzuma dokundu.
“Biliyorum, Altay,” dedi. “Ve senin yasını gördüğümde, bir kere daha ölmek istedim. Ama bunu yapmak zorundaydım. Vatan için, bu görev için.”

O an, gözyaşlarımı tutamadım.
Ama sesimi toparladım, dik durmaya çalıştım. Ulaş’a sarıldım, ama o an kelimeler gereksizdi.

İlteriş, yanımızda durmuş, olan biteni izliyordu.
“Altay,” dedi, hafif bir şaşkınlıkla. “Senin bu kadar duygusal olabileceğini düşünmemiştim. Ama kim bu adam? Anlatmayacak mısın?”

Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım.
“Bu adam,” dedim, Ulaş’a dönerek, “benim için sadece bir dost değil. O, kardeşim. Ve şimdi anladım ki, kardeşim hiç ölmemiş.”

Odaya ağır bir sessizlik çöktü.
Ama bu sessizlik, geçmişle bugün arasındaki köprüydü. Ulaş, bir kere daha hayata dönmüş gibiydi.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazı yaralar, kapanır sanırsın. Ama bazı yaralar, kapanmaz. Çünkü o yara, seni hayatta tutar."

 

Ulaş’a baktığımda, gerçekten de imam rolüne ne kadar iyi büründüğünü fark ettim.
Kıyafeti, duruşu, hatta o ağırbaşlı havasıyla köyde uzun zamandır imamlık yaptığını belli ediyordu. Ama benim için, o hâlâ dağlardaki Teğmen Ulaş’tı.

Yüzündeki hafif gülümseme ve gözlerindeki o tanıdık ışık, beni yıllar öncesine götürdü.
Ama o, sessizliği bozdu. Elini saçlarıma doğru uzatıp, eski bir dost gibi kıvırcık saçlarımı karıştırdı.
“Altay,” dedi, sesi bir an kırılganlaştı. “Üzgünüm kardeşim. Ama o gün bu kararı almak zorundaydım.”

Benim gözlerim Ulaş’ın yüzüne dikilmişti.
O devam etti:
“Biliyorsun... Babamı şehit eden o iti bulmam gerekiyordu. MİT’ten teklif geldiğinde, reddetmek gibi bir seçeneğim yoktu. Ama bu görev... Altay, bu görev, insanı tüketiyor. O iti bulup geberttiğim gün, bu görev nasıl biter, bilmiyorum. Ama o gün geldiğinde... geri dönersem nasıl yaşayacağımı da bilmiyorum.”

O an, kelimelerimin ne olacağını bilemedim.
Ama gülümsedim, ve bir adım öne çıkarak ona sarıldım.
“Ulaş,” dedim, sırtına hafifçe vurarak, “geri dönmek için bir sebebin var. Biz buradayız. Ben buradayım. Ne kadar uzağa gidersen git, kardeşin hep seni bekliyor olacak.”

O an, Ulaş’ın omuzları hafifçe gevşedi.
Sanki yıllardır taşıdığı yük bir anlığına hafiflemişti.

İlteriş, kenarda durmuş bizi izliyordu.
Yüzünde hem bir kıskançlık hem de merak vardı. Ama sabrını toplayarak konuştu:
“Altay, kim bu adam? Hikayesi nedir?”

Derin bir nefes alıp, Ulaş’a baktım.
“İlteriş,” dedim, “bu adam, dağlarda birlikte savaştığım kardeşim. Babası şehit olduğunda, o intikam yemini etti. Ve şimdi, MİT için çalışarak o yemini yerine getirmeye çalışıyor.”

Ulaş, başını hafifçe sallayarak konuşmaya başladı:
“Evet,” dedi, sesi kararlı ama duygusaldı. “Babamı öldüren o it, hâlâ bu bölgede aktif. Bu köyde imam olarak yıllardır onu izliyorum. Eğer bir gün bulursam... o gün görevim biter. Ama sonrasında ne yaparım, bilmiyorum. Bu hayat beni tamamen değiştirdi.”

İlteriş’in gözleri hafifçe doldu, ama belli etmemeye çalıştı.
“Böyle bir şeyle yaşamak kolay değil,” dedi, alçak bir sesle. “Ama babanla gurur duyuyordur. Ve eminim, seninle de gurur duyacaktır.”

O an, odadaki hava değişti.
Yılların özlemi, acısı ve yükü, birkaç cümlede bir araya gelmişti. Ama Ulaş, o eski dost gülümsemesiyle bizi süzdü:
“Merak etmeyin,” dedi, gözlerini hafifçe kırparak. “Köydeki en iyi imam benim. Görevimi de, intikamımı da layıkıyla yerine getireceğim.”

Hepimiz hafifçe gülümseyerek başımızı salladık.
Ama o an, içimde yıllardır taşıdığım bir yükün biraz olsun hafiflediğini hissettim. Ulaş hâlâ yaşıyordu. Ve bu, her şeyden daha önemliydi.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazı dostluklar, zaman ve mesafeyle kaybolmaz. Çünkü gerçek kardeşlik, tam da burada, kalbinde saklıdır."

 

Ulaş, o tanıdık sırıtışıyla bir adım geri çekildi ve kollarını göğsünde kavuşturarak konuştu:
“Bu arada, Altay,” dedi, sesi hafif bir gururla titreşiyordu. “Boş durmadım. Hem imam oldum hem de hafız.”

Bir an sessizlik oldu.
Sözlerinin ağırlığını anlamak için daha fazla bir açıklamaya gerek yoktu. Gözlerimi ona dikmiş, hem gurur hem de hayranlıkla bakıyordum. Sonra adımımı attım ve başını hafifçe sevdim, tıpkı eskiden yaptığım gibi.

“Aferin sana,” dedim, sesi titreyen bir gülümsemeyle. “Sadece kardeşim değil, artık bir hafız kardeşim de var. Seninle gurur duyuyorum, Ulaş.”

O an dayanamadım, ona sıkıca sarıldım.
Yılların hasreti, acısı ve özlemi, o an kollarımda birleşti. Ama tam o sırada, Ulaş’ın o tanıdık kokusunu hissettim.

Ve gözyaşlarım kontrolsüzce akmaya başladı.
“Ulaş,” dedim, sesi titreyen bir hıçkırıkla, “seni gerçekten kaybettiğimi sanmıştım. O gün… o çatışmada… elimden kayıp gittiğinde, her şey bitti sanmıştım.”

O ise sırtımı sıvazlayarak beni sakinleştirmeye çalıştı.
“Altay,” dedi, sesi şefkatle doluydu. “Ben de o gün öldüm sandım. Ama bak, buradayım. Yaşıyorum. Ve kardeşimle tekrar buluştum. Artık o günlerin acısını unutabiliriz.”

O an İlteriş’in sessiz kaldığını fark ettim.
Yanımızda durmuş, bizi izliyordu. Ama gözlerindeki ifade her şeyi anlatıyordu. Hayatında ilk kez, benim böylesine duygusal bir hâlde olduğumu görüyordu.

Sonunda o da dayanamadı.
“Altay,” dedi, sesi yumuşak ama şaşkınlıkla doluydu. “Seni ilk kez böyle görüyorum. Ama biliyor musun? Bu manzarayı izlemek, bana da iyi geldi.”

Bir adım attı ve o da bize sarıldı.
Üçümüz, o küçücük odanın ortasında, hayatın acımasız gerçeklerine rağmen bir anlığına kendimizi unuttuk. Dostluk, kardeşlik ve özlem, o sarılmada birleşti.

Gözyaşlarımı silerken, derin bir nefes aldım.
“Tamam,” dedim, kendimi toparlamaya çalışarak. “Yeterince duygusallık yaptık. Şimdi görev zamanı.”

Ulaş gülümseyerek başını salladı.
“Her zaman olduğu gibi, Altay. Ama unutma, bu görevde kardeşin de yanında.”

İlteriş, omzuma hafifçe vurdu ve sırıtıp ekledi:
“Ve tabii ki ben. Beni unutma. Çünkü duygusal anlarda bile işin sonunda hep ben kurtarırım.”

Hepimiz hafifçe güldük.
Ama o an, odadaki atmosfer değişmişti. Hayatın ne kadar kırılgan olduğunu, ama aynı zamanda nasıl yeniden bir araya gelebildiğini anlamıştık.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazı yaralar sarılmaz. Ama bazı dostluklar, o yaraların üzerini örter."

 

Köyün sessizliğinde başlayan bu operasyon, aslında sessizliğin nasıl bir silah olduğunu gösteren bir dersti.
İlk gün, planlandığı gibi köyde dolaşıp dikkat çekmeden bilgi topladık. Köylü kılığında, dikkatli ama temkinli hareket ettik. İlteriş’in sarı saçları ve mavi gözleri hâlâ köyün havasına pek uymuyordu, ama üzerindeki kıyafet ve rolüne bağlılığı işi idare etti.

Ben, elimdeki küçük ticaret çantasını taşırken köyün meydanında konuşlanan Şahin’in adamlarını dikkatle izliyordum.
Onlar da bizi izliyordu, ama hiçbir şüpheye düşmeden günlük işlerine devam ediyorlardı. Ulaş, köyün imamı rolünü o kadar iyi oynuyordu ki, onun gerçek kimliğini bilen biri olmasam, ben bile inanırdım.

 

Köydeki bağlantıları tespit etmek zaman aldı, ama her şey yolunda gidiyordu.
Ulaş’ın köydeki bilgi ağı sayesinde, Şahin’in gizli toplantılar için kullandığı bir depoyu öğrendik. Bu depo, köyün güneybatısında, terk edilmiş bir tahıl ambarıydı. İçeride sadece mühimmat değil, aynı zamanda örgütün iletişim ağına bağlı ekipmanlar da bulunuyordu.

Gece çökerken, köydeki devriye hareketliliğini izledik.
Şahin’in birkaç adamının, köyün girişindeki kontrol noktalarında silahlı nöbet tuttuğunu fark ettik. Bu, planımızı daha hassas bir hale getirdi.

 

Sabah erkenden, sessiz bir şekilde harekete geçtik.
Tahıl ambarına yapılan baskın, tam bir cerrah hassasiyetiyle yürütüldü. İlteriş ve ben, köyün kuzeyindeki devriye noktalarını oyalarken, Ulaş ve Mustafa Kemal, ambarın içine sızmayı başardı.

İçeri girdiklerinde, mühimmat depolarını tespit edip patlayıcı yerleştirdiler.
Mustafa Kemal’in işi her zamanki gibi kusursuzdu. Saat gibi çalışan bir ekip olmuştuk. Ancak tam bu sırada, Şahin’in toplantı için ambara geldiğini öğrendik.

 

Şahin’in gelişiyle işler kızıştı.
Adamları hemen alarma geçti ve çatışma başladı. Ben ve İlteriş, dışarıdan baskı uygulayarak Ulaş ve Mustafa Kemal’in içerdeki işlerini tamamlamasına zaman kazandırdık.

Şahin, ambarın içindeki gizli bir odada saklanmaya çalıştı.
Ama Ulaş, onu buldu. O an, Ulaş’ın gözlerindeki kararlılığı gördüm. Yılların intikamı, onun nefes alışverişinde yankılanıyordu.

“Bu senin için, baba,” dedi Ulaş, sesi keskin bir bıçak gibiydi.
Ve tetiği çekti. Şahin, yere yığıldığında, yıllardır Ulaş’ın omzunda taşıdığı yük de bir nebze olsun hafifledi.

 

Patlayıcılar kurulduktan sonra, ambarı terk ettik.
Ulaş, hâlâ Şahin’in yerdeki cansız bedenine bakıyordu. Omzuna dokundum ve sessizce başımı salladım.
“İş bitti, kardeşim,” dedim. “Şimdi dönme zamanı.”

Geri çekilirken, köydeki hareketliliği sessizce atlattık.
Tahliye noktasına ulaştığımızda, patlayıcılar infilak etti. Arkamızdaki gökyüzü, alevlerle aydınlandı.

 

Helikoptere bindiğimizde, Ulaş’ın yüzünde karmaşık bir ifade vardı.
Hem huzur hem de bir boşluk hissi taşıyordu. Ama ona baktım ve dedim ki:
“Ulaş, baban gurur duyardı. Ve biz de seninle gurur duyuyoruz.”

İlteriş, bir yandan sırıtarak söze girdi:
“Beni de unutmayın. O patlamalarda en az Altay kadar katkım var.”

Hepimiz gülmeye başladık.
Ama o kahkahaların altında, bir görev daha başarıyla tamamlanmıştı. Kardeşlik, vatan için yapılan fedakârlıkların en güzel yansımasıydı.

"Altay," dedim kendi kendime, "bu iş sadece görev değil, bir insanlık hikâyesi. Ve her hikâyede, en büyük zafer, bir arada dönmek."

Helikopterin pervaneleri dönerken içimde bir huzur ama aynı zamanda bir kararsızlık vardı.
Görev bitmiş, Şahin etkisiz hale getirilmişti. Ulaş, yılların intikamını almıştı ama şimdi bambaşka bir soru zihnimi kurcalıyordu. Ulaş nereye gidecekti?

Bir an başımı kaldırıp İlteriş’e baktım.
Onun her zamanki rahat ifadesi, benim içimdeki karmaşayı daha da belirginleştiriyordu. Sessizce yanına yürüdüm, helikopterin arkasında oturmuş etrafa bakıyordu.

“İlteriş,” dedim, sesimi alçaltarak. “Bir şey konuşmam lazım.”

Başını bana çevirip kaşlarını kaldırdı.
“Hayırdır Altay?” dedi, gözleri hafif bir merakla kıvrılmıştı.

“Ulaş’la ilgili,” dedim, oturduğu yere çömelerek. “Ona kalacak bir yer lazım. Ama…”

İlteriş’in ifadesi değişti.
“Altay,” dedi, ciddileşerek. “Ne demeye çalışıyorsun?”

Derin bir nefes alıp kelimeleri tartarak konuştum:
“Ulaş’ın kalacak yeri yok. Yıllardır bu görevde, sahada yaşıyor. Diyorum ki… acaba bizimle mi yaşasa? Aynı karargahta çalışacağız zaten. Time dahil olur. Ama bu karar, sadece benim değil, bizim kararımız olmalı. Sana sormadan hareket edemem.”

O an İlteriş, başını iki yana sallayıp hafifçe gülümsedi.
“Altay,” dedi, lafımı keserek. “Sen cidden bazen çok düşünüyorsun. Sana bir şey soracağım: Ben kardeşimi sokakta bırakır mıyım?”

Bir an sustum.
“Benim kadar mı?” diye mırıldandım, ama İlteriş lafımı bitirmeme izin vermedi.

“Evet,” dedi, elini omzuma koyarak. “Senin kadar benim de kardeşim. Ulaş, artık bizimle. Bu kadar kafayı yeme. Bak, Ulaş şu anda senin gibi biriyle çalışacaksa, kendini zaten güvende hisseder.”

O an, gözlerimdeki gerginlik yerini bir sıcaklığa bıraktı.
İlteriş, kocaman gülümseyerek kolunu boynuma doladı ve sıkıca sarıldı.
“Altay,” dedi, hafifçe kahkaha atarak. “Sen bazen beni bile şaşırtıyorsun. Ama iyi ki varsın be oğlum.”

Ben, İlteriş’in bu rahat tavrına rağmen içimdeki huzuru hissettim.
Ulaş, artık yalnız olmayacaktı. Bizimle olacaktı. Ve o an anladım ki, kardeşlik, kan bağı değil, kalp bağıyla kuruluyordu.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazı yükler paylaşılırsa hafifler. Ve bu dünyada en büyük zenginlik, omuz omuza vereceğin dostların olmasıdır."

Helikopterin motor sesi, konuşmalarımızı hafifçe bastırsa da Ulaş’ın yüzündeki merak ifadesini görmemek imkânsızdı.
Görevden dönerken, o tanıdık kardeşlik bağı yeniden kurulmuş gibiydi. Ama Ulaş’ın gözlerindeki o parıltı, başka bir şey sormak istediğini belli ediyordu.

“Altay,” dedi sonunda, koltuğunda hafifçe bana dönerek. “Hayatını anlat biraz. Dağlar, operasyonlar, tamam. Ama onun dışında ne yaptın? Kendine bir düzen kurabildin mi?”

Bir an düşündüm.
“Düzen mi?” dedim, hafifçe gülerek. “Kardeşim, bizde düzen dediğin şey, sabah kalkıp hangisi daha acil diye dosyaları ayıklamak. Onun dışında… hayat hep dağlarda geçti.”

İlteriş, bu fırsatı kaçırır mı? Tabii ki hayır.
Hemen lafa atladı, yüzünde o her zamanki sinsi gülümsemeyle:
“Ulaş, merak etme. Altay’ın düzeni yakında kuruluyor. Çünkü biz onu everiyoruz!”

Ulaş’ın gözleri büyüdü, bir an şaşkınlıkla bakıp kahkaha attı.
“Altay? Sen? Evlenmek? Hadi canım!”

O an, İlteriş’in suratına dönüp kaşlarımı çattım.
“İlteriş,” dedim, dişlerimin arasından, “bak, seni buradan aşağı atarım. Ulaş’ın önünde de yaparım, hiç çekinmem.”

Ama İlteriş durur mu? Daha da eğlenerek devam etti:
“Yok, yok, Ulaş. Ciddi söylüyorum. Altay’ın gözlerinde artık başka bir ışık var. Biz yakında kız istemeye gidiyoruz, ben de erkek tarafıyım!”

Derin bir nefes alıp Ulaş’a döndüm.
“Ulaş,” dedim, İlteriş’i tamamen görmezden gelerek. “Bak, olaylar aslında şöyle gelişti...”

Ulaş, gözlerini bana dikmiş, merakla bekliyordu.
“Bir yarbayın kızı var,” dedim, hafifçe gülümseyerek. “Umay. Sert, zeki, tam bir görev insanı. İlk tanışmamız... nasıl desem, biraz çetrefilliydi. Ama sonra...”

Bir an duraksadım, çünkü bu hikâyeyi özetlemek bile garip bir his bırakıyordu.
“Sonra, zamanla birbirimizi daha iyi tanıdık. Şimdi işler... biraz daha karışık.”

Ulaş, kaşlarını kaldırdı.
“Karışık mı?” dedi, hafifçe gülümseyerek. “Altay, karışık dediğin şey, senin için ne kadar ciddi bir şey?”

İlteriş yine dayanamadı:
“Karışık falan değil, Ulaş. Bildiğin adam aşık. Ama hâlâ tam itiraf edemiyor. İşte o yüzden biz de müdahale ediyoruz!”

Derin bir nefes alıp gözlerimi devirdim.
“Tamam,” dedim, “belki haklı. Ama her şeyin bir zamanı var. Bizim hayatımızda işler biraz daha farklı ilerliyor, Ulaş. Yani, bir günde karar verip ilerleyemezsin.”

Ulaş, yüzünde bir gülümsemeyle başını salladı.
“Anladım,” dedi. “Ama şunu söyleyeyim, Altay. Eğer bu işte ciddisin, geçmişi unutma. Ama geleceğe de yer aç. Çünkü bizden geriye kalan, sadece hayatımıza aldıklarımız oluyor.”

O an, söylediklerinin ağırlığını hissettim.
Ulaş’ın hayatı, onun söylediklerini doğrular nitelikteydi. Bir an için sustum, sonra gülümsedim.
“Bunu bir düşünürüm, kardeşim,” dedim. “Ama önce seni bir yere yerleştirelim. Gerisi sonra.”

İlteriş, kıkırdayarak yanımızda oturuyordu.
“Ulaş,” dedi, hafifçe bana dönerek. “Bak, bu adamı böyle yavaş yavaş zorlayacağız. Çünkü Altay’ın hayatında hiçbir şey hızlı ilerlemez.”

Ben, İlteriş’e döndüm ve hafifçe gülerek cevap verdim:
“Evet, ama bazen yavaş olan, daha sağlam olur.”

Ulaş, bu kardeşçe atışmalarımızı izlerken, gözlerinde eski günlere dair bir parıltı vardı.
Helikopter, karargâha yaklaşırken, içimde bir huzur hissi vardı. Çünkü hem kardeşimle hem de dostumla aynı anda aynı yerdeydim.

"Altay," dedim kendi kendime, "hayat karmaşık, ama dostluk her zaman en basit ve en güzel yanı."

Karargâhta üzerimizi değiştirip biraz kendimize geldikten sonra, tüm tim dinlenme odasında toplanmıştı.
Görev sonrası yorgunlukla birlikte, ortamda her zamanki samimi hava vardı. Ama bugün, başka bir heyecan daha vardı. Ulaş’ı ekiple tanıştıracaktım.

Odaya girdiğimde herkesin gözü üzerimizdeydi.
Ulaş, arkamda sessizce duruyordu. Üzerindeki kıyafetler hâlâ biraz yorgunluğunu belli ediyordu, ama gözlerindeki kararlılık, eski günlerdeki gibi parlıyordu.

“Beyler,” dedim, sesimi toparlayarak. “Size birini tanıtmak istiyorum.”

Burak hemen lafa atladı, tabii ki yerinde duramıyordu:
“Komutanım, yeni bir misafirimiz mi var? Yoksa yine bizi test etmeye gelen bir üst düzey komutan mı?”

Ulaş, hafifçe gülümseyerek bana döndü.
“Bunlar hep böyle mi?” diye mırıldandı.

“Alışacaksın,” dedim, başımı sallayarak. “Merak etme, bunlar ilk etapta biraz yorucudur, ama zamanla insan seviyor.”

Mustafa Kemal, daha ciddi bir tonla sordu:
“Komutanım, bu beyefendi kim? Bizimle mi çalışacak?”

Ulaş, gözlerini timin üzerine gezdirdi ve derin bir nefes aldı.
“Ben,” dedi, kendini tanıtarak, “Ulaş. Teğmen Ulaş. Ama artık resmî olarak bir MİT ajanıyım.”

Eren, gözlerini şaşkınlıkla büyüterek sordu:
“Teğmen mi? Ama… siz şehit olmuştunuz diye duymuştuk.”

O an herkes bir an sustu, ama Burak durur mu? Tabii ki atladı:
“Şehit olup geri dönen birini ilk kez görüyoruz, komutanım. Ulaş abi, bir şey diyeceğim, öteki tarafa gidip geldiniz mi?”

Ulaş, Burak’a hafifçe gülümseyerek cevap verdi:
“Burak değil mi? Seninle konuşurken kendimi gerçekten mezarlık hikayesi anlatıyor gibi hissediyorum. Ama hayır, öteki tarafla ilgili sana bilgi veremem. Gizli görevdi.”

Herkes gülerken, ben lafa girdim:
“Tamam, beyler, dinleyin. Ulaş benim eski dostum, kardeşimdir. Harp Okulu’ndan sonra birlikte görev yaptık. Dağlarda iki yıl boyunca omuz omuza savaştık. Ama bir gün, çatışmada vuruldu.”

O an herkes dikkatle dinlemeye başladı.
“Onu kaybettiğimi sandım. Hastaneye götürüldü, ama sonra bize şehit olduğu haberi geldi. Yıllarca onun için yas tuttum. Ama…”

Ulaş, devam etti:
“Ama, o çatışmada ölmedim. Ağır yaralandım, evet. Ama yaşadım. O sırada, MİT’ten gelen bir teklif üzerine gizli göreve geçtim. Bu görev, beni ölü göstermeyi gerektiriyordu. Yıllardır, köyde bir imam olarak çalışıyorum. Bugün buradayım, çünkü artık size katılıyorum.”

Burak, bir anda gözlerini kısarak sordu:
“Yani, bu kadar zamandır yaşıyordunuz ve komutanımızı delirtmekten başka bir şey yapmadınız mı?”

İlteriş, Burak’ın kafasına hafifçe vurdu:
“Burak, adam sana gizli görev diyor, sen hâlâ abuk sabuk konuşuyorsun.”

Ben, Ulaş’a dönerek gülümsedim ve timin geri kalanına döndüm:
“Beyler, Ulaş artık bizimle. Bundan sonra timin bir parçası. Ona her konuda destek olacaksınız. Çünkü Ulaş sadece bir dost değil, hepimizin kardeşi.”

Eren, samimi bir şekilde başını salladı:
“Hoş geldiniz, Ulaş abi. Sizin gibi birini ekibimizde görmek gurur verici.”

Ulaş, gülümseyerek Eren’e baktı:
“Teşekkür ederim. Ama ben burada bir abi değilim. Hepinizin bir kardeşi olarak geldim.”

Burak, elini kaldırarak söze girdi:
“Ben bir şey diyeceğim. Eğer Ulaş abi de bizimle çalışacaksa, ilk maaşına kuymak ısmarlayacak. Kurallar böyle.”

Ulaş, kahkahasını tutamadı:
“Kuymak mı? Peki, anlaştık. Ama Burak, seni yormayacak kadar küçük bir tepsi yaparım.”

Herkes gülerken, İlteriş hafifçe sırtıma vurdu ve alaycı bir tonla ekledi:
“Altay, senin etrafında bu kadar kahraman toplanınca, biz ne yapacağız? Bizi unutmazsın, değil mi?”

Derin bir nefes alıp başımı salladım.
“İlteriş,” dedim, gülümseyerek, “unutmam. Ama kardeşlik, her zaman önce gelir. Bunu sen de biliyorsun.”

Ve o an, odadaki hava bir anlığına sessizleşti.
Çünkü hepimiz biliyorduk ki, bu ekip sadece bir tim değildi. Bu ekip, bir aileydi.

Ulaş’a döndüm, gözlerimde hem merak hem de eski bir dostun şefkati vardı.
“Peki, Ulaş,” dedim, sesimi biraz alçaltarak. “Annenle ne zaman kavuşmaya gideceksin?”

O an Ulaş’ın yüzündeki ifade değişti.
Gözlerinde hafif bir hüzünle birlikte, yılların biriktirdiği özlemi gördüm. Derin bir nefes aldı, sanki o soruya vereceği cevap, kalbinde sakladığı bir yükü daha da ağırlaştırıyordu.

“Altay,” dedi, sesi hafifçe titreyerek. “Sanırım yalnız gitsem daha iyi olacak.”

Bir an duraksadım, ama ne demek istediğini anladım.
Bu kavuşma, sadece bir anne-oğul buluşması değil, yılların sessiz özleminin bir patlaması olacaktı. Ulaş’ın, annesinin gözlerine bakıp hayatta olduğunu söylemesi, onun için kelimelerle anlatılamayacak kadar önemliydi.

“Saygı duyuyorum,” dedim, omzuna hafifçe dokunarak. “Ve seni destekliyorum, kardeşim. O an, senin ve annenin olmalı. Kimsenin buna karışmaması gerektiğini biliyorum.”

Ulaş, hafifçe başını salladı ve gülümsedi.
“Bu akşam yola çıkıyorum,” dedi. “Yarbay sağ olsun, yıllık izin verdi. Görev sonrası bir buluşmayı hak ettiğimi düşündü. Anneme kavuşacağım... ve sonra, döndüğümde, artık yeni bir hayat başlayacak.”

Bir an sustu, sonra yüzüne o eski, tanıdık sırıtışı yerleşti:
“Artık yengemizle de tanışırız, değil mi Altay?”

İçimde bir şeyler kıpırdadı. O an, iç sesim yüksek bir şekilde bağırıyordu:
"İnşallah!" Ama dışarıya belli etmedim. Yüzümü mümkün olduğunca ciddileştirip ona baktım:
“Ulaş, sende de mi? Bari sen yapma kardeşim.”

O an Ulaş kahkahayla güldü, İlteriş de uzaktan seslendi:
“Altay, bu kadar belli etme, oğlum. Hepimiz zaten biliyoruz. Ulaş’ın da bu konuda sessiz kalmasını mı bekliyordun?”

Gözlerimi devirdim, ama içimdeki sıcaklık her şeye rağmen yüzüme yansımıştı.
“Tamam,” dedim, ellerimi havaya kaldırarak. “Siz ne derseniz deyin. Ama Ulaş, önce annenle kavuş, sonra gel konuşalım. Çünkü bir gün bile beklemek, seni bitirir.”

Ulaş, ciddileşerek başını salladı.
“Altay,” dedi, “haklısın. Anneme kavuşmam gerek. Ama biliyor musun? Şimdi buradayım ve sizinle yeniden kardeş olmak bana da çok iyi geldi. Döndüğümde her şey daha farklı olacak.”

O an, dostluk, kardeşlik ve özlemin bir araya geldiği bir an yaşandı.
Ulaş’ın gözlerindeki ışık, yılların hasretine rağmen, yeniden umutla dolmuştu. Ve ben, içimden bir kez daha fısıldadım:
"İnşallah, Ulaş. İnşallah."

 

Telefonumu elime aldığımda, gelen mesajın Umay’dan olduğunu görmek bile içimde tuhaf bir heyecan uyandırdı.
Ekranı açarken, ellerimin hafifçe titrediğini fark ettim. Bu kadar basit bir şeyin, insanın kontrolünü nasıl bu kadar kolay kaybettirdiğine inanmak zordu.

Mesajı açar açmaz bir fotoğrafla karşılaştım.


Umay, yüzünde o büyülü gülümsemesiyle poz vermişti. Sade ama etkileyici bir zarafeti vardı. O an, her şey sanki durmuş gibiydi. Gözlerim, o fotoğrafa kilitlenmişti.

“Bu kız... büyülü bir peri,” diye düşündüm.
İçimde bir sıcaklık yayıldı, dudaklarım kurudu. Farkında olmadan, dudaklarımı yavaşça yaladım. Sanki bir an için, bu dünyanın dışına çıkmıştım.

Mesaj kutusunu açıp parmaklarımı tuşlara doğru götürdüm.
Hâlâ hazırolda duruyormuşum gibi bir his vardı içimde, ama sessizce sakin bir yere çekildim ve yazmaya başladım:

Altay:
“Döndüm. Güvendeyim. Ve bu fotoğraf... sanırım bu kadar büyülü bir şey görmek beni biraz zorladı. Büyülü peri….😊

Mesajı gönderip telefonumu bir kenara koydum.
Ama o an içimde bir huzursuzluk vardı. Bir şeyler yazmak yetmiyor gibiydi. Telefonun ekranına bakarken, onun cevabını beklemenin nasıl bir sabır gerektirdiğini fark ettim.

Sonra, derin bir nefes alıp duş için banyoya yöneldim.
Soğuk suyun altına girerken, zihnim hâlâ o fotoğrafta takılı kalmıştı. Bu kız... gerçekten benim hayatımın bir parçası mı olacaktı? Yoksa sadece bir hayal mi?

"Altay," dedim kendi kendime, "senin gibi bir adamın hayalleri bile böyle olmazdı. Ama işte, bu kız seni değiştirdi."

Duştan çıktığımda, üzerimdeki gerginlik biraz azalmıştı.
Havluyu omzuma atıp salona geçtiğimde, İlteriş’i televizyon karşısında yarı uyuklarken buldum. Ama beni asıl şoke eden şey, telefonumun olmadığı yerde duruyor olmasıydı.

“İlteriş,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Ne yapıyorsun telefonumla?”

İlteriş, yavaşça kafasını kaldırıp sırıttı:
“Altay, mesajlarını okumasam da tahmin edebiliyorum. Ama Umay’a yanlış bir şey yazmadın, değil mi? Kızdan hala mesaj yok çünkü!”

O an donakaldım.
Telefonumun ekranı hâlâ açık, mesaj kutusu görünüyordu. İlteriş’in ellerinde bu kadar savunmasız kalmış bir cihaz görmek beni paniklendirdi.

“Ver şunu,” dedim, hızla elinden alıp kontrol ederken.
Ama İlteriş o sırada patlattı:
“Mesajına ‘büyülü peri’ yazmışsın, Altay. Bu kadar romantik olduğunu bilseydim, sana şiir defteri alırdım!”

Ben ne diyeceğimi bilemeden, kapı birden çaldı.
Burak, her zamanki sırıtan yüzüyle içeri dalıverdi, elinde bir kutu dolusu börek vardı.

“Komutanım!” dedi, kutuyu masaya koyarken. “Bize biraz börek getirdim. Ama duydum ki Umay yengeme büyülü peri demişsiniz! Altay Komutanım, sizi hep bu kadar yaratıcı bilirdik!”

O an İlteriş kahkahalara boğuldu.
“Burak, bak işte gerçek bir şairin doğuşuna şahitlik ediyorsun. Altay Öztürk, ‘büyülü peri’ tabirini edebiyatımıza kazandırdı!”

Ben, başımı ellerimin arasına alıp derin bir nefes aldım.
“Burak,” dedim, sabrımı zorlayarak, “şu böreği getirmen iyi oldu. Ama bir daha benim özel hayatımla ilgili konuşursan, seni helikopter rotasında çaylak olarak görevlendiririm.”

Burak gülümseyerek bir adım geri çekildi:
“Emredersiniz, komutanım. Ama bu kadar romantik olacağınızı bilseydim, Umay yengeme çiçek göndermek için teklif yapardım!”

O sırada, telefonuma bir mesaj geldi.
Umay’dan bir cevap. Ama odadaki kahkahalar ve Burak’ın konuşmaları arasında, bir an için onu açmaya cesaret edemedim.

İlteriş, bunu fark edip alaycı bir şekilde sordu:
“Ne oldu, Altay? Yoksa peri kızdan mesaj mı geldi? Hadi, aç da kurtulalım şu meraktan!”

Gözlerimi devirdim, ama mesajı okumadan önce Burak’a ve İlteriş’e döndüm:
“Bu mesajı sizin önünüzde açmam. Çünkü şu an sizin için fazlasıyla değerliyim ve bunu kullanmanıza izin veremem.”

Burak ve İlteriş, kahkahalarla birbirlerine baktılar.
“Altay,” dedi İlteriş, gülerek. “Sen bu kız yüzünden hem şair hem komik oldun. Hayatını çok iyi bir yere taşıyor. Umarım bu peri seni sonsuza kadar büyüleyip zapt eder!”

Ben, yüzümde hafif bir gülümsemeyle, telefonu alıp odama doğru yürüdüm.
İçeriden hâlâ Burak’ın ve İlteriş’in kahkahaları yükseliyordu. Ama içimdeki huzur, onların alaylarını bile görmezden gelmemi sağlıyordu. Çünkü Umay’dan gelen mesaj, tüm bu kaosun ortasında, bir anlığına da olsa beni başka bir dünyaya götürmüştü.

"Altay," dedim kendi kendime, "bazen en güzel anlar, en komik karmaşaların arasında saklanır."

 

 

 

 

Bölüm : 22.01.2025 14:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...