

İKİ AY SONRA...
Sessizlik, bir fırtınanın habercisiydi.
Son iki ay boyunca hayat sanki olması gerektiği gibi akmış, görevler, eğitimler ve günlük rutinler içinde zamanı eritip götürmüştü. Ama içimde bir his vardı; bu huzur, bir şeylerin öncesindeki derin sessizlikti.
Akşamüstüydü. Güneş batmak üzereydi ve gökyüzü, turuncu ile morun eşsiz bir karışımına bürünmüştü. Üssün geniş avlusunda durup etrafı izlerken, uzaktan gelen birkaç siluetin bana doğru ilerlediğini fark ettim.
İlteriş ve Tim.
Yüzlerindeki ifadeyi gördüğümde, anında anladım.
“Komutanım…” dedi İlteriş, hafifçe gülümseyerek ama gözlerinde belirsiz bir parıltıyla. “Sakin günlerimiz sona erdi.”
Tim ceketinin cebinden katlanmış bir kâğıt çıkarıp bana uzattı. “Bu mesaj az önce geldi. Sanırım artık tatil modundan tamamen çıkıyoruz.”
Kağıdı açıp okurken, içimdeki o his iyice netleşti. Beklenen fırtına yaklaşmıştı.
Tam o anda, arkamdan gelen tanıdık bir ses duyuldu.
“Neler oluyor?”
Döndüğümde, Umay’ın gözleri merakla bana kilitlenmişti.
Kâğıdı yavaşça katladım, gözlerimi onun gözlerine diktim ve gülümsedim.
“Macera kaldığı yerden devam ediyor.”
Kağıdı açıp göz gezdirdiğimde, kısa ama net bir mesajla karşılaştım.
KOMUTAN,
Sessizlik uzun sürdü. Biliyorsun ki bu, büyük bir şeyin yaklaştığını gösterir.
Gölgeler hareketlenmeye başladı.
Hazır ol.
— A.
Kağıdı katladım, bir an düşündüm. "A." harfi, geçmişten gelen eski bir dostun mu, yoksa unuttuğumuz bir düşmanın mı işaretiydi?
İlteriş kaşlarını kaldırarak bana baktı. "Bunu gönderen kim?"
Tim sabırsızlıkla iç çekti. "Ve ne demek istiyor? 'Gölgeler hareketleniyor' kısmı özellikle hoşuma gitmedi."
Gözlerimi Umay’a çevirdiğimde, onun da ifadesinin ciddileştiğini gördüm. O da her kelimenin ağırlığını hissetmişti.
“Kim olursa olsun,” dedim sonunda, kağıdı cebime koyarken, “bize meydan okuyor.”
Umay kollarını göğsünde bağladı, gözlerini kıstı. “O zaman meydan okumayı kabul ediyoruz.”
İlteriş hafifçe sırıttı. “Vay be, Komutanım. Şimdi işler gerçekten ilginçleşmeye başladı.”
Tam o anda, üssün hoparlörlerinden sert bir anons sesi duyuldu:
“TÜM EKİPLER HAZIRLIK DURUMUNA GEÇSİN. TEKRAR EDİYORUM, TÜM EKİPLER HAZIRLIK DURUMUNA GEÇSİN.”
Tim bana döndü, kaşlarını kaldırarak. “Bize mi denk geldi yine?”
Gülümsedim. "Her zamanki gibi, Tim."
Ve böylece, tatilin verdiği tüm rahatlık yerini adrenalinle dolu bir bilinmeze bırakırken, yeni bir oyunun içine çekildiğimizi fark ettik.
Kimdi “A.”?
Gölgeler neden hareketleniyordu?
Ve en önemlisi, bu defa karşımızda ne vardı?
Cevapları bulmak için fazla zamanımız yoktu.
Umay, karargâha geldiğinde yüzünde merak ve hafif bir gülümsemeyle etrafı izliyordu. Ama içimde garip bir his vardı.
Henüz ne olduğunu tam çözemediğim bir durum, beni tedirgin ediyordu. Gelen mesaj, üsse verilen ani hazırlık emri…
Umay yanıma yaklaşıp, “Beni çağırmışsın, bir şey mi oldu?” diye sordu.
Gözlerimi ona çevirdim. Burada daha fazla kalması riskliydi.
“Umay, ziyaretini kısa kesmemiz gerekecek.” dedim ciddi bir sesle. “Seni hemen eve yolluyorum.”
Kaşlarını çattı. “Ama neler olduğunu bile anlatmadın.”
Derin bir nefes aldım. Şu an için fazla bilgi vermek, sadece onu daha fazla endişelendirirdi. Hafifçe başımı sallayarak bir ere işaret ettim.
“Sana daha sonra anlatacağım. Ama şimdi gitmeni istiyorum.”
Umay bir an durdu, gözleriyle yüzümü taradı. Her zamanki gibi, bir şey sakladığımı anlamıştı. Ama itiraz etmedi. Sadece başını hafifçe eğdi ve “Tamam, ama sakın bana hiçbir şey olmadı diye yalan söyleme.” dedi.
Gülümsedim, elini hafifçe sıktım. “Sana söz veriyorum, anlatacağım.”
Ve böylece, Umay’ı hızla eve yollarken, içimde yaklaşan fırtınanın gölgesini daha da hissetmeye başladım.
Umay’ı hızla eve yolladıktan sonra, karargâhın içindeki hareketlilik daha da belirginleşti. Herkes bir yerlere koşturuyor, telsizlerden sürekli emirler geçiyordu. Adrenalini iliklerime kadar hissediyordum ama içimde bir sıkıntı vardı.
Gölgeler hareketleniyordu.
Ve bu mesajı yazan kişi, kim olduğunu söylemese de ben onu tanıyordum.
Kaşlarımı çattım, İlteriş’e dönüp "İstihbarat birimine iniyorum," dedim. "Bana kimlerden sinyal aldığımızı çıkarsınlar."
Bir his vardı içimde. Unutulmuş bir kabus, adı anılmayan bir hayalet gibi geri dönen bir gölge.
Amerika.
O ismi ilk duyduğumda, adamı öldürdüğümü sanmıştım.
Ama yanılmıştım. Ve şimdi, elimden kaçırdığım gölge geri gelmişti.
İlteriş bakışımı yakaladı. "Altay, bu mesaj... Sen bir şeyler biliyorsun."
Başımı salladım. "Henüz emin değilim. Ama eğer düşündüğüm kişiyle alakalıysa, bu iş düşündüğümüzden daha büyük."
Tim gerildi. "Kimden bahsediyoruz?"
Gözlerimi kıstım. "Amerika."
Sessizlik çöktü.
Burak hemen söze girdi. "Bekle, o herif ölmemiş miydi?"
"Ölmeliydi," dedim dişlerimi sıkarak. "Ama elimden kaçtı."
İlteriş bir küfür savurdu. Tim başını iki yana salladı. "O herif geri döndüyse, bu sadece 'gölgelerin hareketlenmesi' meselesi değil. Büyük bir şey planlıyor."
İstihbarat odasına yöneldim. Kapıyı sertçe açıp içeri girdim.
"Bana hemen, A. harfiyle kodlanan her türlü mesajı, sinyal hareketlerini ve eski dosyaları açın."
Görevli askerler hızla ekranları açtı. Dakikalar içinde veriler akmaya başladı.
Ve tam o anda, ekrana düşen sinyali görünce nefesim kesildi.
Amerika yaşıyordu. Ve biz, onun avıydık.
Ekrandaki sinyale bakarken, zihnimde eski savaşların gölgeleri yankılanıyordu.
Titanlar Tarikatı.
Zamanında her birini yok ettiğimiz, karanlığın içindeki en sapkın tarikatlardan biri. Liderleri Khaos öldü, sistemleri çöktü, ama ben hiçbir zaman tamamen yok olduklarına inanmamıştım.
Ve şimdi... Amerika'nın geri döndüğünü gösteren bu sinyal, bambaşka bir şeyin işaretiydi.
“İlteriş,” dedim, gözlerimi ekrandan ayırmadan. "Bu herif, Titanlar Tarikatı'nın yeni Khaos'u olabilir mi?"
İlteriş yüzünü buruşturdu, "Sence tarikat yeniden yapılanıyor mu?" dedi, sesi şüpheyle doluydu.
Başımı salladım. "Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var, Amerika asla kişisel çıkarlar için hareket etmez. O, sistemin bir parçasıdır. Eğer tekrar ortaya çıktıysa, bir şeye hizmet ediyor demektir."
Ulaş kolunu masaya yaslayıp kaşlarını çattı. "Khaos öldü. Titanlar bitti. Hepsini teker teker indirdik, hatırlıyorsun değil mi?"
Gözlerimi kıstım. Hatırlıyordum. Onların çöküşünü, her birini nasıl avladığımızı, nasıl yok ettiğimizi…
Ama sapık düzenleri tamamen silinmemişti.
Epstar Adası.
Geceleri hâlâ rüyalarımda beliren o lanetli yer. Dünyanın bilmediği, haritalarda olmayan, varlığı bile inkâr edilen cehennem.
Orada yapılanları unutamam.
Gözlerimi yumdum. Eğer Titanlar gerçekten geri dönüyorsa, eğer Amerika bu çarkın yeni dişlisi haline geldiyse...
Bu, bitmemiş bir savaştı.
Ve bu defa, çok daha sert olacaktı.
Ekrandaki sinyale odaklanırken, içimdeki o eski tanıdık his geri geldi. Bastırılmış bir öfke, yarım kalmış bir savaşın gölgesi.
Epstar Adası. videoda gördüklerimi unutmadım. Karanlığın nasıl insan suretine büründüğünü, Titanlar Tarikatı’nın sapkın ritüellerini, kurban ettikleri masum çocukları…
Orayı yerle bir ettiğimi sanmıştım. Ama gece rüyalarıma giren şey, sadece geçmişin hayaleti miydi? Yoksa orada hâlâ bir şeylerin döndüğünü gösteren bir işaret mi?
İlteriş kolunu göğsüne katladı, yüzü gerilmişti. "Komutanım, Titanlar’ın yeniden yapılanıyor olma ihtimali… Eğer doğruysa, bu iş çok büyük."
Tim sessizce yere baktı, sonra dişlerini sıkarak konuştu. "Bunu biz bitirmiştik. Eğer tekrar hortladılarsa, o adaya dönmek zorundayız."
Ekrana bir veri düştü. Bir uydu görüntüsü.
Epstar Adası.
Yakınlaştırdım. Haritalarda olmayan, devletlerin bile varlığını reddettiği lanetli toprak.
Ve işte orada, adanın güney kıyısında hareketlilik vardı.
Yeni binalar. İnsan trafiği. Ve en önemlisi: Amerika’nın orada olduğuna dair zayıf ama net bir sinyal.
Sessizlik çöktü.
Biliyorum. Oraya gitmek zorundayız.
Yavaşça arkamı döndüm, İlteriş ve Tim’e baktım. "Bir ekip hazırlayın," dedim, sesim sertti. "Epstar’a gidiyoruz."
Burak başını kaldırdı, kaşları çatılmıştı. "Komutanım, bu sefer orayı haritadan tamamen siliyoruz, değil mi?"
Gülümsedim. "Bu defa yarım kalan bir şey bırakmayacağız."
Çünkü Titanlar geri döndüyse, bizim de geçmişin hayaletlerini gömmemiz gerekiyordu.
Tam hazırlıkları hızlandırmak için İlteriş’e dönecekken, kapı sertçe açıldı.
Halil Komutan.
Adımlarını ağır ama kararlı attı, yüzündeki ifade ne öfkeliydi ne de sakindi. Beni süzdü, sonra ekibe göz gezdirdi.
"Altay," dedi, sesi tok ve sert. "Ekibin hazırlanmasını durduruyorum."
Kaşlarımı çattım. "Komutanım, biz—"
Elini kaldırıp sözümü kesti. "Sağlıklı bir plan yapmadan yakayı ele veririz. Bu sefer hiç şansımız kalmaz. İstihbarat teşkilatıyla birlikte hareket etmeliyiz. Sakin ol."
Dişlerimi sıktım. İçimdeki öfke, mantıkla çarpışıyordu. Epstar’a hemen gitmek istiyordum, Amerika’nın nefes aldığını bilmek bile beni içten içe yakıyordu.
Ama Halil Komutan haklıydı. Burası Titanlar’ın doğduğu yerdi. Oraya körlemesine gidersek, bir daha çıkamayabilirdik.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi ekrana diktim.
"Peki, komutanım. Ama bu iş gecikmemeli. Eğer Amerika gerçekten Epstar'da güç topluyorsa, ona zaman tanımamalıyız."
Halil Komutan başını salladı. "Biliyorum. Ama bu sefer, Titanlar’ı sadece vurmayacağız. Kökünden sökeceğiz. Bunun için daha büyük oynamamız lazım.”
İlteriş araya girdi. "İlk adım ne?"
Halil Komutan gözlerini kıstı. "Öncelikle içeriden bilgi sızdıracak birini bulmalıyız. Titanlar’la bağlantısı olan ama konuşmaya meyilli biri. Bu iş çabuk halledilmeli."
Burak kollarını kavuşturup gülümsedi. "Bu iş için kime bakacağımızı hepimiz biliyoruz, değil mi?"
Gözlerimiz aynı noktaya kilitlendi. Sahadaki eski temaslardan biri, geçmişte Titanlar’ın en kirli işlerini gören ama şimdi kaçak olan bir adam.
ŞAHMERAN.
Bu işin anahtarı onda olabilir. Ve eğer onu bulabilirsek, Epstar’a gidişimiz bir ölüm tuzağı değil, son savaş olurdu.
Halil Komutan’ın sesi odaya ağır bir taş gibi düştü. Keskin, tartışmaya kapalı ve gerçeğin ta kendisi.
“Altay, sen 51. Bölge’ye giren ilk ve tek Türk askerisin. Bu, onlarda intikam ateşini harladı. Şu an peşindeler ve seni ortadan kaldırmak için her yolu deneyecekler.”
Derin bir nefes aldım. Orada gördüklerimi, dokunduğum dosyaları, Titanlar Tarikatı’nın karanlık bağlarını ortaya çıkardığım o anı hatırladım.
Halil Komutan gözlerini kıstı, sesi bir ton daha sertleşti. "Suikasta uğrama riskin yüzde doksan beş. Bu oran azımsanacak bir rakam değil, Altay. Kendine gel. Bu, bildiğin hiçbir savaşa benzemez. Bu, sapkın bir savaş.”
Tim sessizdi. Burak kaşlarını çatmış, İlteriş derin düşüncelere dalmıştı. Hepimiz tehlikeyi biliyorduk ama bu rakam…
Yüzde doksan beş.
Bu, ölüm demekti.
Yavaşça başımı kaldırdım. "O zaman o yüzde beşi kullanacağız, komutanım."
Halil Komutan gözlerini kıstı, bakışını üzerimde gezdirdi. "Senin inatçılığını bilmesem, şu an buradan çıkmana izin vermezdim. Ama bir şartım var."
"Nedir?"
"Bu savaşı kazanmak için bireysel hareket etmeyeceksin. Ekibin olmadan bir adım atmayacaksın. Çünkü bu defa, hata yapma lüksün yok."
İlteriş hemen konuştu. "Komutanım, biz onun yanındayız. Gerekirse bu sapkın savaşı cehenneme çeviririz."
Gözlerim ekibime kaydı. Onlar yanımdayken, bu savaşı kaybetmem mümkün değildi.
Başımı salladım. "Tamam. Ama biz sadece savunmada kalmayacağız. Eğer bu suikast dalgası üzerimize geliyorsa, biz de ilk vuran taraf olacağız."
Halil Komutan hafifçe gülümsedi. "İşte bunu duymak istiyordum."
Bu, bir ölüm kalım meselesiydi. Ve biz artık geri dönüşü olmayan bir savaşın içine adım atmıştık.
Kapı açıldığında içeri giren adam, ortamın havasını anında değiştirdi.
MİT’ten biriydi. İsmini söylemedi, sadece bir mahlas verdi. Yüzünde maske vardı, ifadesini okumak imkânsızdı.
Ses tonu sakindi ama emir verir gibi konuşuyordu. “Bundan sonra, ev dışında sürekli maske takacaksınız. Sen de dahil, Halil Komutanım.”
Kaşlarımı çattım. Bu kadar sert bir önlem beklemiyordum. Ama adamın vücut dili, bu işin ciddiyetinin çok daha büyük olduğunu gösteriyordu.
"Emredersiniz," dedim, şaşkınlığımı belli etmeden.
MİT personeli çantasını açıp bize özel üretilmiş maskeleri dağıttı. Hafif, nefes alabilir ama yüz hatlarını tamamen gizleyen, gelişmiş optik korumalı özel yapım maskelerdi.
"Dikkat çekmeyin," diye devam etti. "Arabalarınızın tamamı siyah camla kaplandı. Rotalarınız sık sık değiştirilecek. Telefonlarınız şifrelenmiş hatlara geçirildi. Ve en önemlisi… Her araç, bina ve kıyafet sık sık bomba ve böcek taramasından geçecek.
"Bundan sonra, her şeye hazırlıklı olmalısınız."
Maske elimdeydi, parmaklarımı maskenin sert yüzeyinde gezdirdim. Bu, artık hedef olduğumuzun kanıtıydı.
Burak maskeyi yüzüne takarken iç çekti. "Komutanım, iyice ajan filmi gibi olduk."
İlteriş kaskatıydı. "Bu tedbirler, tahmin ettiğimizden daha büyük bir avın içindeyiz demek oluyor."
Ulaş maskesini taktıktan sonra "Sadece av mı?" diye mırıldandı. "Bence çoktan avcı olduk."
MİT personeli gözlerini bana dikti. "Sizin için av mı, avcı mı olacağınız size bağlı. Ama Titanlar’ın ve Amerika’nın gözü üzerinizde. İlk hamleyi kimin yapacağı her şeyi değiştirecek."
O an içimde bir karar verdim. Biz bekleyen taraf olmayacaktık.
İlk hamleyi biz yapacağız.
Ve bu sefer, bu savaşı kazanan biz olacağız.
O an odadaki herkes, oyunun kurallarının değiştiğini anlamıştı.
Maske, kurşun geçirmez camlar, rutin bomba taramaları… Bunlar sadece güvenlik önlemi değil, bize artık bir savaşın tam ortasında olduğumuzu hatırlatan işaretlerdi.
MİT personeli sessizce gözlerini ekibin üzerinde gezdirdi. Bizi ölçüyordu, tepkilerimizi değerlendiriyordu. Sonra, sert ve tok bir sesle devam etti:
“Titanlar Tarikatı'nın Epstar’da yeniden yapılanma ihtimali kesinleşti. Amerika, tarikatın başına geçmiş olabilir ve onun emrinde, eski Khaos’un hayal bile edemeyeceği bir yapılanma var. Ama elimizde bir koz var: Şahmeran.”
Şahmeran.
Zamanında Titanlar’ın kirli işlerini bilen, onlara lojistik destek sağlayan, ama ihanet edip kaçan tek adam. Yerin dibine girdiği düşünülüyordu. Ama şimdi, onu bulursak, Titanlar’ın karanlık ağlarını deşifre etme şansımız olacaktı.
İlteriş kollarını göğsünde kavuşturdu. “Peki, bu herif nerede?”
MİT ajanı önündeki çantadan bir dosya çıkardı ve masaya koydu.
“Suriye’de.”
Odada hafif bir uğultu oldu. Orası tam bir satranç tahtasıydı. ABD destekli milis gruplar, Rus istihbaratının operasyonları, bölgesel çeteler… Her şey birbirine karışmıştı ve Şahmeran gibi biri hayatta kalmayı başardıysa, orada iyi bir koruma altındaydı demekti.
Burak başını salladı. “Suriye’nin neresinde?”
MİT ajanı gözlerini kıstı. “İdlib-Halep arasında bir noktada. Bölgede ona bağlı eski adamları hâlâ aktif. Ama onun hayatta olduğu bilgisi yeni düştü elimize.”
Gözlerimi İlteriş’e çevirdim. O da benimle aynı şeyi düşünüyordu.
Bu, taktik gerektiren bir işti.
Hemen ardından Halil Komutan konuştu: “Bu görevi MİT’le birlikte yürüteceğiz. Tam saha destek alacağız. Ama unutmayın, bu operasyon bir savaş başlatabilir.”
Ulaş sırıttı. "Komutanım, biz zaten savaşın içindeyiz."
O an içimden geçen tek şey şuydu: Bu bir operasyon değil, bu bir infazdı.
Şahmeran’ı bulmalıydık. Ve Amerika’nın, Titanlar’ın gölgelerinde büyüyen yeni düzenini paramparça etmeliydik.
Epstar’ı bitirecektik. Bu defa, kökünden.
Epstar Adası’na hiç gidilmemişti.
Bizim bildiğimiz cehennem, aslında çok daha derinde, çok daha gizli bir yerdeydi.
Ve ben oraya gitmiştim.
51. Bölge.
Oraya tek başıma girdim. O dosyaları, o görüntüleri, o karanlığı kendi gözlerimle gördüm.
Epstar Adası, sadece bir sis perdesiydi. Asıl operasyon, 51. Bölge’nin en derin noktalarında saklanıyordu.
Titanlar Tarikatı, kendini yok olmuş gibi gösterirken, deneylerini ve sapkın düzenlerini çok daha iyi korunmuş bir yere taşıdı.
Ve şimdi, Amerika oradaydı.
MİT ajanı bana dik dik baktı. "Altay, 51. Bölge’ye giren ilk ve tek Türk askerisin. Oradan sağ çıkman bile bir mucizeydi. Ama o bölgeye dair bildiklerin, şu an sahip olduğumuz en kritik istihbarat. Bize her şeyi anlatmalısın."
Gözlerimi kıstım, zihnimde yıllardır bastırdığım anılar uyanıyordu.
Dosyanın kapağını kaldırıp, o lanetli görüntüleri yeniden açtım.
Derin bir nefes aldım. Artık bunlarla yüzleşmenin vakti gelmişti.
“Dinleyin o zaman,” dedim, gözlerimi dosyanın içindeki kâğıtlara dikerek. “Size 51. Bölge’nin asıl yüzünü anlatayım.”
Derin bir nefes aldım. Dosyanın sararmış sayfalarına dokunurken, zihnim 51. Bölge’de yaşadıklarıma geri dönüyordu.
“Bu sadece bir tarikat değil,” dedim, gözlerimi ekipte gezdirerek. “Bu, dünya üzerindeki en güçlü ailelerin kurduğu bir sistem. Onların gençlik sırrı, ölümsüzlük saplantıları… Hepsi korkutulmuş çocukların kanından geçiyor.”
Odada derin bir sessizlik oldu. Kimse kıpırdamıyordu.
“51. Bölge’nin derinliklerinde sadece silah projeleri yoktu. Orada, insan bedeninin sınırlarını zorlayan deneyler yapılıyordu. DNA yaşlanmasını yavaşlatmak, bağışıklık sistemini değiştirmek için.”
Burak’ın nefes alışları hızlandı. Gözleri büyüdü, sandalyesini hızla geriye itti ve hiçbir şey söylemeden hızla kapıya yöneldi.
Birkaç saniye sonra, çöpe kusma sesi yankılandı.
Herkes donmuştu. İlteriş, dişlerini sıkarak yumruğunu masaya dayamıştı. Ulaş'ın yüzü kireç gibi olmuştu. Mustafa Kemal, kollarını göğsüne sıkıca sarmış, gözlerini kaçırıyordu.
Ama ben devam ettim. Bunu anlatmalıydım.
“Adına ‘Panacea’ dedikleri bir proje yürütüyorlardı. Yaşlanmayı geciktirdiğini iddia ettikleri bir serum. Ve bu serumu elde etmenin tek yolu… Korkutulmuş, en saf hâlde adrenalini yükseltilmiş çocukların kanıydı.”
Ulaş sandalyesinde geriye yaslandı, ellerini başının arkasına koyup derin bir nefes aldı.
“Bu yüzden tarikat bitmedi,” dedim, sesimi alçaltarak. “Çünkü onlar sadece bir grup sapkın değil. Onlar, dünyanın en güçlü insanlarına hizmet eden bir sistem.”
Burak geri geldi, hâlâ solgundu, alnını silerek bana baktı. "Komutanım... Lanet olsun. Bunu gerçekten yaptılar mı?"
"Bunu hâlâ yapıyorlar," dedim dişlerimi sıkarak. "Ve Amerika bu işin başında."
Odada sessizlik hüküm sürdü.
Herkesin kanı donmuştu. Ama ben bir şey daha biliyordum.
Bu savaşı kazanamazsak…
Onlar, kazanmaya devam edecekti.
"Adanın yeri," dedim, sesi artık titremeyen bir öfkeyle. Projeksiyonu indirdim ve çubuğu elime aldım.
Kuzey Atlas Okyanusu'nun güneybatısına dikkat çekerek işaret ettim.
“Burası.”
Ekip sessizleşti. Gözler ekranda, nefesler tutulmuştu.
Epstar Adası diye bir şey haritalarda yoktu. Uydu görüntülerinde bile, üzerine çekilmiş dalga manipülasyonları ve manyetik örtülerle yok edilmişti. Ama ben, orada olduğunu biliyordum.
Çünkü 51. Bölge’de gördüğüm belgeler, bu adanın sadece bir mit olmadığını kanıtlıyordu.
İlteriş kolunu göğsüne kavuşturdu, "Burası lanetli bir kara parçası gibi duruyor," dedi, sesi buz gibiydi.
"Burası bir kara parçası değil," dedim. "Burası, dünyanın en güçlü adamlarının gençlik ve ölümsüzlük saplantısıyla beslediği cehennemin ta kendisi."
Ulaş parmaklarını masaya vurdu, "Bu kadar büyük bir yer nasıl fark edilmez? Uydu sistemleri, istihbarat ağları… Nasıl saklanabiliyorlar?"
Başımı iki yana salladım. “Bu, sıradan bir örgüt değil. Titanlar Tarikatı’nın ardında kimler var sanıyorsunuz? Bu ada, dünya üzerindeki en büyük örtbas operasyonlarından biri. Üzerinden geçen her uydu verisi manipüle ediliyor. Meteoroloji raporlarında burası sürekli fırtına bölgesi olarak gösteriliyor. Ve hiçbir devlet bu konuya bulaşmıyor.”
Mustafa Kemal, gözlerini projeksiyondan ayırmadan, “Ya içeride kaç kişi var?” diye sordu.
Derin bir nefes aldım.
"Kesin sayıyı bilmiyoruz. Ama burası sadece bir deney adası değil. Aynı zamanda, insan kaçakçılığı, organ ticareti ve kimliği silinmiş insanların yaşadığı bir hapishane. Burası, dışarıdan bakıldığında var olmayan bir kara parçası. Ama içeride, dünya üzerindeki en kirli işlerin döndüğü merkez."
Burak alnını ovuşturdu, "Bunu nasıl yıkacağız?" diye fısıldadı.
Gözlerimi ekibe çevirdim. “Bu sefer öyle bir operasyon yapacağız ki, burayı haritadan biz sileceğiz.”
Sessizlik.
Sonra Halil Komutan ağır bir nefes alıp konuştu.
“Peki, Altay. Bunu nasıl yapacağız?”
Gülümsedim. Bu, basit bir baskın değil, bir savaş olacaktı.
Ve biz bu savaşı kazanmaya hazırdık.
MİT personeli derin bir nefes alarak konuştu. “Devlet böyle bir operasyona izin vermez.”
Bunu biliyordum. Bu ölçekten bir operasyonun diplomatik sonuçları olurdu. Epstar Adası'nın varlığını kabul etmek bile uluslararası bir krize yol açabilirdi.
Halil Komutan kollarını göğsünde bağladı, yüzü sertti. "Ancak kimliğiniz ortaya çıkmazsa… ve hangi ülkeden olduğumuz anlaşılmazsa..."
Gözlerim ona çevrildi.
"Bir devletin resmi askeri gücü olarak değil," dedi, sesi tok ve net. "Bölgesel bir örgüt gibi hareket edersek, bu çeteyi yok edebiliriz."
İlteriş başını salladı. "Paralı askerler gibi mi?"
MİT ajanı masaya eğildi. "Daha da iyisi. Bir gölge operasyonu. Resmi olarak yok olmalısınız. Kimliğiniz, bağlı olduğunuz yer, varlığınız… Hiçbiri iz bırakmamalı. Eğer düşerseniz, devlet sizinle hiçbir bağını kabul etmeyecek."
Tim gülümseyerek sırtını sandalyeye yasladı. "Yani bir nevi hayalet olacağız."
Ben derin bir nefes aldım. Bu, geri dönüşü olmayan bir yoldu. Eğer bu operasyona girersek, düşersek, kurtulamazsak, unutulacaktık.
Ama mesele bu değildi.
Mesele, Epstar Adası’nın yerle bir edilmesiydi.
Mesele, Titanlar Tarikatı’nı sonsuza kadar bitirmekti.
Masaya yaslanıp ekibe baktım. “O zaman hayalet olmaya hazır olun.”
Sessizlik.
Sonra Halil Komutan başını salladı. "O hâlde hazırlıklara başlayın. Epstar’a gölge olarak gidiyoruz. Ve bir daha oradan bir karanlık doğmasına izin vermeyeceğiz."
Etrafıma baktım. Herkes suskundu, yüzlerde sert bir ifade vardı. Hepimiz, neye bulaştığımızın farkındaydık.
"Bakın," dedim, projeksiyondaki haritaya tekrar dönerek. "Karşımıza bir örgüt ya da bir oluşum almıyoruz. Bu, sıradan bir çete temizleme operasyonu değil.
Derin bir nefes aldım, gözlerim tek tek ekibin üzerinde gezdi.
“Bu kez, bir devlete ya da terör yapılanmasına karşı savaş açmıyoruz. Bu kez, küresel sömürgecileri, en tepedeki adamları, dünya düzenini yöneten aileleri karşımıza alıyoruz."
Burak başını iki yana salladı. "Yani düşman, sadece silahlı adamlar değil."
Gözlerimi kıstım. "Düşman, bir ülke değil. Düşman, bir ideoloji. Bir sistem. Parayla savaşları başlatanlar, kıtaları yönetenler, ölümsüzlük uğruna çocukları kurban edenler… Biz, onların pisliğini temizlemeye gidiyoruz.”
İlteriş kaşlarını çattı. "O zaman, öyle bir plan yapmalıyız ki, en küçük bir açık bile bırakmamalıyız."
Masaya yaslandım, "Planın en ince ayrıntısına kadar örgü örer gibi örülmesi gerekiyor. Eğer bir hata yaparsak, bizi yalnızca öldürmekle kalmazlar. Bizi tarihten bile silerler."
MİT ajanı başını salladı. "Öyleyse hareket etme zamanınız geldi. Ama unutmayın, bu operasyona girdiğiniz an, arkanızda devlet desteği yok. Siz, resmen yok olmuş kabul edileceksiniz."
Tim hafifçe gülümsedi. "Eğer planımız kusursuz olursa, bizim değil, onların yok olduğu gün olacak."
Gözlerimi ekibe çevirdim. Bu savaş, dünyayı yöneten karanlık adamlara karşıydı.
Ve biz, bu kez onları tamamen yok etmek için gidiyorduk.
İlteriş, derin düşünceler içinde, sesi biraz daha yavaş ve ciddi bir tonda sordu: “Peki, ailelerimiz?”
O an, odadaki hava bir anda değişti.
Hepimiz savaşmayı göze almıştık. Ölmeyi de. Ama geride bıraktıklarımız?
Tam konuşmaya hazırlanırken, MİT personeli hızla söze girdi.
“Onlar güvende olacaklar. MİT personellerinin olağanüstü güvenlikli, neredeyse bir şehir kadar büyük ama bir o kadar da korunaklı lojmanlarına yerleştirildiler. Burası devletin bile haritada yer vermediği bir nokta. Dış tehditlere tamamen kapalı, yalnızca içeriden kontrol edilen bir alan.”
Herkes şaşkınlıkla ona döndü.
“Her ihtiyaçları MİT tarafından onaylanıp teslim edilecek. Dış dünyayla temasları tamamen filtrelenmiş olacak. Onları hedef almak isteyen herhangi biri, önce devletin en derin güvenlik protokollerini aşmak zorunda kalacak.”
Burak şaşkın bir ifadeyle araya girdi. “Yani... Ailelerimizi bizden bile önce korumaya aldınız?”
MİT personeli başını salladı. “Evet. Bunu siz de bilmiyordunuz, ama biz ailelerinizi aylar önce koruma altına aldık. Çünkü düşmanınız sıradan bir terör grubu değil. Eğer siz ortadan kaybolursanız, ilk hedefleri sevdikleriniz olurdu.”
İlteriş derin bir nefes aldı, bakışları hâlâ ciddiydi ama hafif de olsa bir rahatlama hissettiği belliydi.
Ben başımı salladım. Bu, artık kişisel bir savaş değildi. Devlet, bu operasyonda resmen var olmayacak, ama bizi ve geride bıraktıklarımızı sessizce koruyacaktı.
Gözlerimi ekibe çevirdim.
“O zaman bu işin tek bir sonucu olabilir.”
Sessizlik. Herkes bana bakıyordu.
“Epstar’ı ve onu besleyen düzeni tamamen yok edeceğiz. Ve bunu yaparken geride iz bırakmayacağız.”
İlteriş gözlerini kıstı. “Ya başarısız olursak?”
Gülümsedim. "Başarısız olursak, zaten adımız bile unutulacak. Ama başarırsak... Tarihin en büyük karanlık yapılanmasını ortadan kaldıran adamlar olacağız."
Tim hafifçe başını salladı. “O zaman, hayalet olmaya resmen hazırız.”
MİT ajanı bir adım geriye çekildi, dosyayı kapattı. "Harekete geçme vakti geldi."
Ve böylece, geri dönüşü olmayan yolun kapısı resmen açıldı.
MİT personeli bir adım öne çıktı, gözlerini gözlerime dikerek, sesi artık daha keskin ve netti:
“MİT olmasa, çoktan oğluna ya da eşine suikast düzenlenirdi.”
Sözleri, odanın içinde yankılandı.
Herkes bir an duraksadı.
İlteriş, Ulaş, Burak, Mustafa Kemal… Hepsi suskun. Çünkü hepimiz bunun ne kadar gerçek olduğunu biliyorduk.
"Sen önemli bir adamsın, Yüzbaşı Öztürk."
Düşman bunu biliyor. Seni durduramayacaklarını anladıklarında, önce seni zayıflatmaya çalışacaklar.
MİT personeli bir dosya daha çıkardı, içinde istihbarat raporları, şüpheli hareketler, çevremde dolanan gölgeler vardı.
“Bu yüzden şimdi onları hazırla ve taşının.”
Başımı hafifçe eğdim, yumruğumu sıktım.
Umay ve Aybars… Onlar olmadan bir saniyeliğine bile düşünemeyeceğim ailem. Ve şimdi, onları alıp yeni bir yere götürmek zorundaydım. Daha güvenli ama bir o kadar da izole bir hayatın içine.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi MİT personeline diktim.
"Bana gereken süreyi verin. Onları hazırlayacağım."
Başını salladı. "Sana 24 saat. Sonra, aile diye bir zayıflığın kalmayacak. Çünkü düşman, senin en büyük zaafının onlar olduğunu biliyor. Ve biz, o zaafı bir avantaja çevireceğiz."
Şimdi tek yapmam gereken şey, Umay’a ve Aybars’a bunu anlatmak.
Ve bu, en zor görevlerimden biri olacaktı.
Halil Komutan omzuma dokundu, sesi her zamanki gibi sakin ama kararlıydı.
"Yalnız olmayacaklar, Altay."
Gözlerimi ona çevirdiğimde hafifçe başını salladı.
"Bak, Meltem yengen ve Atilla da gidiyor. Şu an hazırlanıyorlar. Yaseminka da orada olacak," dedi, ardından İlteriş’e dönerek ekledi: "Yavuz’un ailesi de İzmir’den geliyor. Diğerlerinin de aileleri var."
Bir an durdum. Sadece ben değil, hepimiz ailelerimizi koruma altına alıyorduk. Bu, bireysel bir mesele değil, kolektif bir yok olma planına karşı alınan bir önlemdi.
İlteriş derin bir nefes aldı. "Komutanım, herkesin ailesini bir araya toplamak düşmanın dikkatini çekmez mi?"
MİT personeli hemen araya girdi. "Hayır, çünkü bu operasyon yalnızca sizin ailenizmiş gibi gösterilmeyecek. Örtüleme sürecini çoktan başlattık. Dışarıdan bakıldığında, bu sadece devletin rutin bir güvenlik seviyesi yükseltmesi gibi görünecek."
Burak omuz silkti. "Bununla ilgili halk arasında ‘üst düzey yetkililer korumaya alındı’ gibi haberler çıkarsa, dikkat çekmez mi?"
MİT ajanı gülümsedi. "Siz sahada ölürseniz, kim olduğunuzu hatırlayan bile olmayacak. O yüzden kimse, koruma altına alınan aileleri sizinle bağdaştırmayacak."
İçimde bir şeyler düğümlendi. Bu, artık sadece bir operasyon değil, varlığımızın sistematik olarak silindiği bir süreçti.
Halil Komutan tekrar omzuma dokundu. "Git, onları hazırla. Son kez yanlarında vakit geçir. Çünkü bundan sonra, sahaya çıktığında onlara geri dönmek gibi bir lüksün olmayacak."
Başımı salladım. "Emredersiniz, Komutanım."
Ve içimde tarifsiz bir ağırlıkla, Umay ve Aybars’ı bu yeni hayata hazırlamak için eve doğru yola çıktık.
İstiklal Timi ile birlikte siteye giriş yaptığımızda, bir anlığına geçmişe döndüm.
Daha önce de ölümü tatmış, resmi kayıtlarda şehit gösterilip gölgelerde kaybolmuştum. O zaman yalnızdım.
Ama bu sefer, yalnız değildim.
Tim de geliyordu.
Burak, İlteriş, Mustafa Kemal, Yavuz, Ulaş... Hepimiz aynı kaderin içindeydik. Devletin varlığımızı inkâr ettiği gölgelerde savaşacaktık.
Güvenlik kontrol noktasından geçerken, etrafımızdaki sessizliği hissettim. Site, yalnızca devletin en derin koruma protokolleriyle korunan kişiler için hazırlanmıştı. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir yerleşim alanıydı, ama buraya giren kimse, buradan haberdar olmayan biri için artık yaşamıyordu.
Arabadan indiğimde, derin bir nefes aldım. Burası, ailelerimizin son güvenli noktasıydı.
Umay ve Aybars, artık burada yaşayacaktı.
Kapıya yöneldiğimde, elim tereddütsüzce zile gitti.
Bu sefer onları vedaya değil, korunmaya getirmiştim.
Ama bunun onlar için ne anlama geldiğini açıklamak, belki de hayatımın en zor konuşmalarından biri olacaktı.
Kapı Açıldığında…
Zile bastığım anda içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Burası güvenliydi, korunaklıydı, ama yine de içimdeki ağırlık eksilmiyordu.
Kapı yavaşça açıldı. Umay’ın gözleri önce bana, sonra arkamda sıralanmış ekibe kaydı. Birkaç saniyeliğine hiçbir şey söylemedi. Sadece baktı.
Sonra gözlerini bana dikti. “Neler oluyor Altay?”
Derin bir nefes aldım. Bu konuşmayı yapmak zorundaydım. Ama nasıl başlayacağımı bilmiyordum.
“İçeri girebilir miyiz?” dedim sadece.
Umay, yüzündeki endişeyle geriye çekildi ve hepimize yol verdi. Evin içi sıcaktı. Dışarıdaki sert gerçekliğin aksine, burada her şey normal görünüyordu. Ama hiçbir şey normal değildi.
Tim en arkadan içeri girerken hafifçe mırıldandı. “Burası fena değilmiş.”
Ama ne Burak, ne İlteriş, ne de diğerleri tek kelime etti. Herkes sessizdi. Çünkü biliyorlardı; bu, ailelerimizi koruma altına almak için geldiğimiz yerdi. Ama aynı zamanda, onlardan uzaklaşmamız gerektiğinin de bir işaretiydi.
Umay, kapıyı kapattığında bana döndü. “Altay, artık anlat.”
Aybars, koridordan çıkıp hızla üzerime koştu. Onu havaya kaldırıp kucağıma aldım, ama içimde bir yumru vardı.
Bana güvenle sarılan oğlumu tutarken, şu an ona nasıl anlatacağımı bilmiyordum.
Ama anlatmam gerekiyordu.
Çünkü bu gece, biz gölgelere dönerken, onları geride bırakıyorduk.
Umay’ın gözlerindeki endişe büyüyordu. Buraya neden getirildiğini sorguluyordu. Kaşlarını çatmış, bir yandan beni anlamaya çalışıyor, bir yandan da hissettiği korkuyu bastırmaya uğraşıyordu.
“Altay, burası ne? Bizi neden buraya getirdiler?” diye sordu, sesi titrek ama kararlıydı. “Ne oluyor?”
Ona nasıl anlatacağımı bilemeden birkaç saniye yüzüne baktım. Onun her şeyden önce bir savaşçı olduğunu biliyordum. Ama aynı zamanda, şu an karşımdaki kişi sadece ailesini korumaya çalışan bir kadındı.
Bir adım attım ve tereddüt etmeden sıkıca sarıldım.
Umay, önce olduğu yerde kaldı, ama sonra kollarını yavaşça sırtıma doladı. Kalp atışlarını hissedebiliyordum. Hızlı, endişeli… ama hâlâ benim yanımda.
Yanağını usulca öptüm.
“Korkmanı istemiyorum, Umay.” diye fısıldadım. “Ama sizi güvende tutmam gerekiyor.”
Omzuma başını yasladı, nefesi tenimdeydi. “Altay, bana gerçeği söyle.” dedi. “Bu… bir veda mı?”
Gözlerimi kapattım. “Hayır.” dedim, ama ikimiz de biliyorduk ki, bu cevabın garantisi yoktu.
Umay kollarını sıkılaştırdı, sanki bir şeyleri kaybetmemek istercesine.
Ben de aynı şekilde, onu bırakmaya hiç niyetli değildim.
Ama bazı savaşlar, en sevdiklerini geride bırakmadan kazanılmıyordu.
Ve bu savaş, bizim gölgelerde vereceğimiz en büyük mücadele olacaktı.
Hatırlıyor musun, Umay? Tek başımaydım o zaman. Şehit sanıldım, öldü dediler, unut dediler. Ama şimdi, artık yalnız gitmiyorum. Bu sefer biliyorsunuz, bu sefer herkes biliyor. Ve biz, tim olarak bir süre burada olamayacağız.
Gülümsedim, garipti. “Yaseminka yenge, Meltem yenge, Burçe yenge…” Hepsine birden “yenge” demek alışılmadık geliyordu. Hatta komik biraz. Ama artık kimse yalnız değil. Diğerlerinin aileleri de geliyor. Aybars ve sen… yalnız kalmayacaksınız.
Umay bir an sustu, yüzüme baktı. Gözlerinde tarif edemediğim bir şey vardı. Sonra birden, sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşları hızla yanaklarından süzülüyordu, ama sesi çıkmıyordu. Sadece bakıyordu. Sonra fısıltı gibi ama içime bıçak gibi saplanan o cümleyi kurdu.
“Senin olmadığın yer bana gurbet, Altay.”
“Sen yoksan, ben hep yalnızım.”
O an içimde bir şey düğümlendi. Kelimesiz, sessiz ama paramparça bir his. İçimde bir şey kırıldı mı, yoksa daha da mı güçlendi bilmiyorum. Ama bildiğim tek şey, şu an seni bırakıp gitmek, ölmekten daha ağır geliyor.
Umay’ı öyle görmek, içimde bilmediğim bir noktaya dokundu. Savaş meydanında yaralanmak bile bu kadar acı vermemişti. Onu her şeyden koruyabileceğimi sanıyordum. Ama kendimden koruyamıyordum.
Elimi yanağına koydum, parmaklarım gözyaşlarına değdi. Titriyordu. Ama sadece gözleri değil, sesi de, nefesi de, elleri de… Sanki ruhu sarsılmıştı.
“Ben gidip döneceğim.” dedim. “Bu bir veda değil, sadece bir bekleyiş.”
Başını iki yana salladı. “Bunu daha önce de söyledin.” dedi fısıltıyla. “Ve ben seni kaybettiğimi sandım, Altay.”
Sustum. Çünkü haklıydı. Beni bir kez toprağa koydular. Adımı mermere kazımışlardı. O, o mezarın başında durmuştu. Gözyaşları toprağa karışırken, aslında ben hâlâ nefes alıyordum. Ama onun bundan haberi yoktu.
Bu sefer farklı olacaktı. Öyle olmalıydı.
Umay’ı kendime çektim, sımsıkı sarıldım. Başını göğsüme yasladığında, kalp atışlarımı duyduğunu biliyordum. “Bu ritmi dinle.” dedim usulca. “Çünkü ben ne olursa olsun, buradayım.”
Uzun bir süre, hiçbir şey söylemeden öyle kaldık. Sessizlik, kelimelerden daha ağırdı. Umay’ın elleri sırtımda kenetlenmişti, sanki bıraktığında her şey darmadağın olacakmış gibi.
Ama gitmem gerekiyordu.
Çünkü biz, gölgelerde savaşanlardık. Ve bazen, en büyük savaş, geride bıraktıklarımızı korumaktı.
Umay’ın ellerini avuçlarımın içine aldım, sıkıca tuttum. Gözlerinde hâlâ o belirsizlik, o korku vardı. Onu böyle görmek, içimdeki ağırlığı daha da artırıyordu. Ama şimdi, ona güven vermem gerekiyordu.
“Buradasın ve güvendesin. Bunu asla unutma.” Sesim sakin, ama sertti. “Burada her şey var. Bütün ihtiyaçlarınız karşılanacak. Hastane, güvenlik, erzak, eğitim alanları… Her şey mevcut.”
Umay başını kaldırıp bana baktı. Sanki gözlerimde ‘bunu neden yapmak zorundasın’ sorusunun cevabını arıyordu. Ama ben, ona o cevabı veremezdim. Bunu bilmesi, yükünü daha da ağırlaştırırdı.
Elini yüzüne götürdüm, parmaklarım yanağında gezinirken hafifçe gülümsedim. “Buradan çıkmayın, tamam mı? Ne olursa olsun.”
Umay derin bir nefes aldı. Bakışları bir an kapıya kaydı, sonra tekrar bana döndü. “Sen ne olursa olsun döneceksin, değil mi?”
Bir an duraksadım. Çünkü gerçek şu ki, bunun garantisini veremezdim. Ama ona tereddüt gösteremezdim. Bu belirsizliği hissetmesine izin veremezdim.
“Döneceğim.” dedim net bir sesle. “Sana ve Aybars’a dönmek için ne gerekiyorsa yaparım.”
Umay gözlerini kapattı, uzun bir nefes aldı. Sonra başını hafifçe salladı. “Bana yine güzel yalanlar söylüyorsun.” dedi kısık bir sesle.
Gülümseyerek yanağına son bir öpücük kondurdum. “Buna yalan deme, güzelim. Buna söz de.”
Arkamı döndüğümde, kapıdan çıkmadan önce son kez ona baktım. Şimdi, onu güvende bırakıyordum. Ama asıl mesele, ben döndüğümde her şey hâlâ bu kadar güvenli olacak mıydı?
Umay’ın gözlerinin içine baktım, içindeki o kırılganlığı, korkuyu hissettim. Ona sadece güven vermem gerekiyordu, ama bundan fazlasına ihtiyacı vardı. Ona bir gelecek çizmem gerekiyordu.
Elini tuttum, başparmağımla avucunu okşarken hafifçe gülümsedim. “Geri döndüğümde, hep beraber yine bir müddet burada yaşayacağız.” Sesimi olabildiğince sıcak tuttum, sanki bu söylediğim şüphe götürmez bir gerçekmiş gibi.
Umay başını kaldırıp yüzümü inceledi. “Gerçekten mi?” dedi, sesi fısıltı kadar hafifti.
Gülümsememi büyüttüm. “Hayatımızın en güzel günlerine geri döneceğiz, güzelim. Tıpkı eskisi gibi.”
Bu sözleri söylerken, içimde hafif bir sızı hissettim. Çünkü bu, sadece bir temenniydi. Önümüzde ne olduğunu bilmiyorduk. Ama Umay’ın gözlerinde bir anlığına da olsa o eski sıcaklığı görmek, her şeye bedeldi.
Gülerek başını iki yana salladı. “Bana yine güzel masallar anlatıyorsun.” dedi ama bu kez sesi biraz daha sakindi.
“Masal değil.” dedim usulca. “Gerçek olacak.”
Ve eğer bunun için savaşmam gerekiyorsa, gölgelerde bir kez daha kaybolmaya hazırdım.
Umay’ın ellerini sıkıca tuttum, gözlerimin içine bakmasını istedim. Söyleyeceğim her kelimenin ona güç vermesini, içinde bir ışık yakmasını istiyordum.
“Umay,” dedim, sesi titremeyen ama içten bir adamın tonuyla. “Sen hayatımda gördüğüm en sabırlı insansın. Seni çok seviyorum ve bunu asla unutma.”
Bir an gözleri doldu ama hemen kendini toparladı. İşte buydu, onun en güçlü yanı. Kırılabilir ama asla yere düşmezdi.
Gülümsedi, başını hafifçe yana eğdi. “Ve sen…” dedi usulca. “Sen hayatımda gördüğüm en mert insansın, Altay. Bunu da sen unutma.”
Gözlerim hafifçe kısıldı, yüzüme istemsiz bir gülümseme yayıldı. O her zaman böyleydi. Ne olursa olsun, beni hep dengeleyen, benimle birlikte dimdik duran kadın.
O an, onu bırakıp gitmenin ağırlığını iliklerime kadar hissettim. Ama biliyordum, savaşacak bir sebebim varsa, işte tam karşımda duruyordu.
Umay’ın gözlerindeki sıcaklık içimde bir yerlere dokundu. Beni her zaman anlayan, en çok bilen, en çok sabreden oydu. Ama en çok acıyı da o çekiyordu. Ben savaştıkça, o bekliyordu. Ben döndükçe, o yeniden nefes alıyordu.
Elini dudaklarıma götürdüm, usulca öptüm. “Ne olursa olsun, geri döneceğim.” dedim.
Derin bir nefes aldı, bakışları gözlerime kilitlenmişti. Beni anlamaya, içimdeki tüm savaşları çözmeye çalışıyordu. Sonra, hafifçe başını salladı. “Biliyorum.” dedi sadece.
Bu cevabı verdiği an, benim için tüm dünyayı taşıyan kadın olduğunu bir kez daha hatırladım. Çünkü o her zaman böyleydi. Sormazdı. Zorlamazdı. Sadece beklerdi ve inanırdı.
Tam arkamı dönecekken, elimi tuttu. Sıcak, titrek ama güçlü bir dokunuş.
“Bana söz ver, Altay.” dedi, sesi fısıltı kadar yumuşaktı. “Bu sefer, seni gerçekten kaybetmeyeceğim, değil mi?”
Dudaklarımı araladım, ama kelimeler çıkmadı. Çünkü gerçek şu ki, bunun garantisini veremezdim.
Ama yine de gözlerinin içine bakarak, “Kaybetmeyeceksin.” dedim.
Beni bırakmadan önce son bir kez sarıldı, sıkıca, sanki tüm dünyayı durdurmak ister gibi. Ve ben, o an anladım.
Ben bu savaşı sadece devlet için değil, Umay’a dönebilmek için de veriyordum.
Tam Umay’la vedalaşırken, bir anda apartmanı çınlatan bir çığlık duyuldu.
“BURAAAK! SENİ BIRAKMAM! BİTTİ DEMEDİM!!!”
Ben ve Umay hızla birbirimize baktık. Sonra Ulaş'ın kahkahası duyuldu.
“Sanırım Burak zor durumda.” dedi İlteriş, kıkırdayarak.
Burçe. Sabır denen şey onda gram yoktu ve belli ki şu an büyük bir kavga kopuyordu. Burak’la sevgili olmuşlardı ve birbirlerine delicesine aşıktılar. Ama Burak’ın gitmesi gerekiyordu ve Burçe bunu asla kabul etmiyordu.
“BURAK! KENDİNDEN GEÇTİN Mİ SEN?! BENİ BÖYLE BIRAKIP GİDEMEZSİN!”
Umay derin bir nefes aldı, elini yüzüne götürerek hafifçe gülümsedi. “Sabır dedik ama Burçe için geçerli değil tabii.”
Bu sırada yukarıdan pat diye bir ses geldi. Ardından Burak’ın sesi:
“Burçe, elimden tutup yere çalman gerekmiyordu!”
Ulaş, İlteriş ve ben aynı anda güldük. Burçe, polis memuru olmanın verdiği tüm avantajları kullanıyordu ve büyük ihtimalle Burak’ı fena hırpalıyordu.
“Müdahale edelim mi?” diye sordu Ulaş,0 ama sesinde zerre kadar ciddiyet yoktu.
İlteriş kollarını kavuşturup kapıya yaslandı. “Bence etmemeliyiz. Burak, düşman bölgesinde esir alınmış gibi görünüyor ama… O kendi hatası.”
Tam o sırada kapı açıldı ve Burak dışarı fırladı. Soluğu koridorda aldı, saçı başı dağılmış, gömleğinin düğmeleri kopmuştu. Arkasından Burçe, elinde copla çıkınca herkes iki adım geri çekildi.
“SENİ SEVİYORUM DEDİM, ANLAMIYOR MUSUN? GİTMEYECEKSİN!”
Burak ellerini havaya kaldırdı. “Burçe, lütfen! Bak, burada herkesin içinde şiddet uygulama, gözünü seveyim!”
Burçe gözlerini kısarak, tehditkâr bir adım attı. Burak ise refleksle arkasına bakmadan koşmaya başladı.
Ben derin bir nefes alarak Umay’a döndüm. “Hayatımızın en güzel günlerine geri döneceğiz demiştim ya… Belki de hâlâ o günlerin içindeyiz.”
Umay gözlerini devirip güldü. “Yeter ki Burak sağ çıksın.”
Ve biz, en ciddi ayrılığın eşiğindeyken bile, hayatın içinde kalmayı başarmıştık.
Burak can havliyle koşarken, biz arkamızda patlayan kahkaha tufanına rağmen ciddiyetimizi korumaya çalışıyorduk.
Ama bu, savaşa gitmeden önceki son kahkahalarımızdı.
Burak merdivenleri ikişer üçer atlayarak kaçmaya çalışırken, Burçe pes etmeye niyeti olmayan bir yırtıcı gibi peşinden geliyordu.
"BURAK! BİR KERE DE KAFANA GÖRE HAREKET ETME! BİR KERE DE BİZİMLE KONUŞ!"
Burak, sanki ölüm cezası verilmiş bir adam gibi panikle etrafa bakındı. “BİRİNİZ ŞUNA SÖYLESİN! BAK, GERÇEKTEN DÖNECEĞİM DİYORUM!”
İlteriş kollarını göğsüne kavuşturmuş, başını hafif yana eğmişti. "Döneceğini garanti edemediğini sen de biliyorsun, Burak."
Burçe durdu. Gözlerindeki öfke bir anlık kırılmayla yerini korkuya bıraktı. İşte o an, bu kavganın sebebinin öfke değil, Burçe’nin onu kaybetmekten delicesine korkması olduğunu hepimiz anladık.
Burak bunu fark etti. O kahkaha atan, umursamaz adam gitti, yerine ciddileşen, gerçek bir asker geldi.
Burçe’ye yaklaştı, ellerini tuttu.
"Bak Burçe," dedi, sesi bu sefer hiç olmadığı kadar ciddi. "Gidiyorum çünkü gitmem gerekiyor. Ama bu, sana veda ettiğim anlamına gelmiyor."
Burçe gözlerini kaçırdı. "Eğer dönmezsen?"
Burak hafifçe gülümsedi, ama gülüşü acıydı. "O zaman adımı anan herkes, kimin için savaştığımı bilecek. Ama sen, ben dönene kadar benim için dua etmeye devam edeceksin.”**
Burçe gözyaşlarını tutamadı, ama öfkeyle sildi. “Sakın bana o kahraman edebiyatını yapma Burak. Sadece… sadece dön.”
Burak derin bir nefes aldı. “Döneceğim.”
Burçe başını salladı, bir adım geri çekildi. Hâlâ ona inanmak istiyordu ama savaşın ne olduğunu da biliyordu.
Ben, Umay’ın elini sıkıca tutarken, buradaki herkesin aynı şeyi hissettiğini fark ettim.
Bu bir veda değil, savaştan önceki son anımızdı.
Ve biz, bu savaştan sağ çıkmayı planlıyorduk.
Ama kimse savaşın planlara uyduğunu söylememişti.
"Keşke sizinle gelebilsem," dedi Burçe, sesi kırılgan ama içindeki ateş hâlâ sönmemişti.
Burak hafifçe gülümsedi, ellerini uzatıp Burçe'nin yanaklarını tuttu.
"Sen iç güvenlikle meşgul ol, dış güvenliği ben hallederim," dedi, eski rahat tavrına dönerek.
Burçe gözlerini kıstı, onun kendini toparlamasını bekliyordu. Ama Burak’ın yüzüne baktığında, bu sefer gerçekten ciddiyetini kaybetmediğini anladı.
"Tamam," dedi Burçe, dişlerini sıkarak. "Ama bana her döndüğünde eksiksiz olacaksın. Eğer bir parçan bile kaybolursa, seni tekrar parçalarım."
Burak kahkaha attı, ama hepimiz biliyorduk: Bu, bir espri değildi.
Burçe’nin tek korkusu onu kaybetmekti. Ve Burak da bunu bildiği için ona güçlü görünmek zorundaydı.
İlteriş derin bir nefes alıp bana döndü. "Gidiyoruz mu?"
Başımı salladım. "Gidiyoruz."
Bu son vedalar, savaşın başladığını hatırlatan küçük anılardı.
Ve biz, savaşa gitmeye hazırdık.
“Son hazırlıklarınızı yapın,” dedim sert bir sesle. Tim hemen harekete geçti. Herkes ayrılmadan önce son kez ekipmanlarını gözden geçirecek, vedalarını tamamlayacak ve zihnen savaşa hazır hale gelecekti.
Ama benim yapmam gereken en zor görevlerden biri vardı.
Aybars’ı kucağıma aldım. Henüz 18 aylık, dünyadan bihaber küçük oğlum.
Onun anlayabileceği şekilde anlatmalıydım. Bu, bir görevdi. Ama baba olarak değil, savaşçı olarak değil—sadece bir adam olarak, sadece onun babası olarak anlatmalıydım.
Aybars, minik ellerini yüzüme koydu, kocaman gözleriyle bana baktı. O, henüz kelimelerin ağırlığını bilmiyordu ama hisleri güçlüydü.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi ondan ayırmadan konuştum.
"Oğlum, ben biraz uzağa gideceğim."
Kaşlarını hafifçe çattı, bana sanki tam olarak anlamasa da sezgisel olarak bir şeylerin farkında olduğunu gösteren o meraklı bakışı attı.
"Ama sen burada olacaksın, annenin yanında. Sen bizim en güçlü kahramanımızsın, tamam mı?"
Ellerini ağzına götürüp hafifçe mırıldandı, sanki kelimeleri anlamaya çalışıyordu.
"Sen büyüyene kadar, ben sana en güzel dünyayı bırakmak için çalışacağım." Ellerini tuttum, minik parmaklarını avuçlarımın içinde hissettim. "Ama her zaman burada olacağım, senin kalbinde. Eğer özlersen, elini göğsüne koy ve de ki, ‘Babam burada.’"
Bir an başını yana eğdi, sonra küçük ellerini göğsüne koydu.
İçimde bir şeyler koptu ama belli etmedim. Ben güçlü olmalıydım. Onun için, Umay için.
Başını omzuma yasladı, minik bedeniyle bana sımsıkı sarıldı.
"Baba," dedi kısık sesiyle.
Boğazıma bir yumru oturdu ama yutkundum. "Evet oğlum?"
Gözleri kapalı, başı hâlâ omzumda. "Gitme."
Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Ama bu savaşı kazanmazsak, oğlumun geleceği de olmayacaktı.
Gözlerimi kapattım, nefesimi tuttum. Sonra, içimde yankılanan her şeye rağmen, onu daha sıkı sardım.
"Döneceğim."
Ve bunu söylerken, ilk kez bir savaşın sonucundan bu kadar emin olmak istedim.
O an, tüm savaşlar, tüm planlar, tüm görevler bir kenara itildi.
Aybars çıldırmış gibi ağlamaya başladı. Küçücük bedeni hıçkırıklarla sarsılıyordu.
“Anne, söyle babama gitmesin!”
Bebek sesiyle ama yüreğimi delip geçen bir çığlıkla bağırdı.
Kollarımı daha sıkı sardım, ama bu kollar bile onun korkusunu durdurmaya yetmiyordu.
“Baba gitme! Ben seni çok seviyom, valla bak!”
Sesi, gözyaşlarının arasına karıştı. İçim paramparça oldu. Savaş meydanlarında sayısız defa ölümle burun buruna gelmiştim, ama hiçbir şey bu kadar yıkıcı olmamıştı.
Küçük elleriyle yüzümü tuttu, bana bakmaya çalışıyordu.
Gözlerim yanıyordu ama düşemezdim. Oğlumun karşısında dimdik durmalıydım.
Başını iki avcumun içine aldım, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
“Aybars, sen benim en cesur kahramanımsın. Ve kahramanlar, babalarının dönmesini bekler.”
Hıçkırıkları arasında başını salladı, ama hâlâ gözyaşları içinde bana bakıyordu.
Umay da gözleri dolu dolu, elini oğlumuzun sırtına koyarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Baba dönecek mi?” diye sordu Aybars, burnunu çekerek.
Derin bir nefes aldım, sonra başımı eğip alnını öptüm.
“Ne olursa olsun, baban hep yanında olacak.”
Bunu söylerken, yemin eder gibi söyledim.
Ve o an anladım. Ben bu savaşa sadece görev için değil, dönebilecek bir evim olduğu için gidiyordum.
Ama Aybars’ın gözyaşları, içimde hiç kapanmayacak bir yara olarak kalacaktı.
Aybars’ı kucağımda sallarken, hâlâ hıçkırıklarının yankısını hissediyordum. Küçücük bedeni yorgun düşmüş, nefesi ağırlaşmaya başlamıştı.
Göz kapakları kapanırken bile, elleri tişörtüme sıkı sıkı tutunuyordu.
“Baba…” dedi, uykunun sınırında, sesi fısıltı kadar hafifti. “Döneceksin di mi?”
İçimde kopan fırtınayı ona belli etmeden, usulca alnına bir öpücük kondurdum.
“Evet oğlum.”
Yavaşça onu yatağına yatırdım. Minik başını yastığa koyduğumda, avuç içimle saçlarını okşadım.
Son kez.
Ona bakarken, içimde derin bir korku belirdi. Bu son görüşümüz olabilir miydi?
Kendi içimdeki savaşı bastırarak, yanağını hafifçe sıvazladım.
“Tatlı rüyalar, kahramanım.”
Ve ben, hayatımın en zor vedalarından birini arkamda bırakıp, gözümü önümüzdeki savaşa dikmek zorundaydım.
Odamıza girdiğimde, Umay başını pencereye yaslamış, dalgın dalgın dışarıyı izliyordu.
Ay ışığı yüzüne vuruyor, gözlerindeki sessiz düşünceleri daha da belirginleştiriyordu.
Bir an durdum, onu böyle izledim. Savaş sadece cephede verilmezdi. Beni bekleyenlerin savaşı, benden daha ağırdı.
Sessizce yanına yaklaştım, yüzüne hafifçe dokundum ve yanağına usulca bir öpücük kondurdum.
Gözlerini kapattı, nefesi hafifçe titredi ama hiçbir şey söylemedi.
Bunu bekliyordum. O, her zaman en büyük acıları bile sessizlikle göğüsleyen kadındı.
Ellerini tuttum, onu kendime döndürdüm.
Tekli koltuğa oturup, onu kucağıma çektim.
Umay küçücük, ama içindeki savaş devasa bir kadındı.
Başını göğsüme yasladı, bir süre sadece nefeslerimizi dinledik.
Sonra, alçak bir sesle fısıldadı:
"Bu kaçıncı gidişin, Altay?"
Elimi saçlarına daldırdım, kokusunu içime çektim.
"Ama bu sefer dönüşüm daha büyük olacak, Umay."
Sustum. Gerisini söylememe gerek yoktu.
Çünkü ikimiz de biliyorduk.
Bu kez sadece bir göreve değil, bir hesaplaşmaya gidiyordum.
Umay, başını göğsüme yaslamış, derin nefesler alıyordu. Ama bu, huzurun değil, içinde biriktirdiği fırtınayı bastırmaya çalışan bir kadının nefesiydi.
Ellerini avuçlarımın içine aldım, parmaklarını sıkıca sardım. Sanki öyle yaparsam, onu bu savaştan koruyabilirmişim gibi.
"Bu kaçıncı gidişin, Altay?" diye fısıldadı tekrar. Sesi güçlüydü ama içinde kırılan bir şeyler vardı.
Gözlerimi kapattım. Kaç kez gitmiştim? Kaç kez onu geride bırakmış, kaç kez ölümü ensemde hissedip yine de geri dönmüştüm?
Ama bu sefer farklıydı.
Bu, bir savaş değil, bir ölüm kalım meselesiydi.
"Umay," dedim, sesi titremeyen ama içten bir adamın tonuyla. "Sana her seferinde geri döndüm. Ve bu sefer de döneceğim."
Başını kaldırdı, gözleri gözlerime kilitlendi. Gecenin tüm karanlığı içinde bile, o bakışları ezbere biliyordum.
"Bunu garanti edemezsin," dedi kısık sesle.
Yutkundum. Evet, edemezdim. Ama o bunu duymak istemiyordu.
"Ama ben inanmak zorundayım, değil mi?" diye ekledi.
Elini kaldırıp avuç içiyle yanağımı tuttu. "Sana inanıyorum, Altay." dedi usulca. Ama kendime de inanmak istiyorum. Bu sefer de döneceğine inanmak istiyorum."
Başımı hafifçe yana eğdim, avuç içini dudaklarıma götürdüm, usulca öptüm.
"Ne olursa olsun, sen hep benim nefesim olacaksın."
Bir an sustu. Sonra, gözyaşlarını tutamayarak sımsıkı sarıldı.
İçimde bir şeyler kırıldı o an. Ne kadar güçlü olursam olayım, onun omuzlarımda taşıdığı yükü hafifletmeye yetmiyordum.
Elim saçlarında gezindi, kokusunu içime çektim.
"Seni bekleyeceğim," dedi boğuk bir sesle. "Ama bu sefer, o kapıyı açıp içeri girmezsen...
Sustu. Bunu söylemek bile ona ağır geliyordu.
Ellerini sıkıca tuttum. "O kapıyı açacağım, Umay. Sana söz veriyorum."
Bunu söylerken, gerçekten de açmak için her şeyi yapacağıma kendime yemin ettim.
Beni bırakmadan önce, son kez dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
Bu bir veda değil, bir hatırlatmaydı.
Ben bu savaşa, geri dönecek bir evim olduğu için gidiyordum.
"Umay..." diye fısıldadım, avuçlarım yüzüne kapanırken.
"Benim nefesim sensin. Sen sakın beni unutma."
Önce hafif bir tokat attı. Gözleri doluydu ama içindeki öfke, korku ve tutkuyla parlıyordu.
"Unutmak mı?" diye fısıldadı. "Sen beni unutabilir misin, Altay?"
Sonra, aniden dudaklarıma yapıştı.
Beni istiyordu. Tüm korkularını, tüm endişelerini o anın içinde eritmek istiyordu.
Ve ben de onu istiyordum. Her şeyi geride bırakmadan önce, son kez onun sıcaklığında kaybolmak istiyordum.
Kollarım onu sımsıkı sardığında, artık konuşmaya gerek kalmamıştı.
Son kez.
Son kez tenine dokundum, kokusunu içime çektim, nefesini hissettim.
Ve biz, savaşın eşiğinde bile birbirimize sığınmayı başardık.
Umay’ın nefesi tenimde gezindikçe, bütün dünyanın ağırlığı üzerimden kalkıyordu. Önce öfkeliydi, sonra tutkulu, sonra tamamen bana ait.
Dudakları, söyleyemediği korkularını, içindeki derin savaşı fısıldıyordu tenime. Parmakları boynumdan omuzlarıma, oradan sırtıma inerken, bütün endişelerini dokunuşlarıyla anlatıyordu.
O gece, hiçbir şey konuşmadık. Çünkü kelimeler yetersizdi. Çünkü artık savaş başlamıştı.
Göz göze geldiğimizde, içinde gördüğüm şey sadece arzu değildi. Özlemdi. Korkuydu. Sahiplenişti.
Ve biz, her şeyi unutmak için birbirimize sığındık.
İlk temas… Beni kendine çekişi, teslim oluşu.
Sonra, kendi ritmimizde zamanın dışına çıkışımız.
Her an, tenindeki sıcaklık gibi, geri dönülemez bir iz bırakıyordu.
Nefesi boğazımda titrerken, son bir kez, sadece bana ait olmasını istedim.
Ve biz o gece, geleceğin belirsizliğine rağmen birbirimize ait olduk....
Gece ilerledikçe, zaman anlamını yitirdi.
Umay’ın teni, nefesi, varlığı... Savaşın soğukluğuna inat, içimde bir alev gibi yanıyordu. Parmaklarım onun yüzünü ezberler gibi gezindi. Saçlarının arasına karışan parmak uçlarım, o anın sonsuza dek süreceğini dileyerek ilerledi.
Göz göze geldiğimizde, kendi yansımamı onda gördüm. Birbirine sımsıkı tutunan iki ruh, korkularından kaçarken birbirlerine sarılmaktan başka çare bulamayan iki beden… O gece, sadece biz vardık.
Umay’ın dudakları boynuma usulca dokunurken, “Sakın unutma.” diye fısıldadı. Sesi hem güçlü hem de kırılgandı.
Nefesini içime çektim, dudaklarımı şakağına yasladım. “Neyi unutmayayım, güzelim?”
Gözlerini kapattı. Parmakları sırtımda bir an durdu, sonra sımsıkı kenetlendi.
“Ne olursa olsun, dönmek için bir sebebin var.”
Beni bıraktığında eksik kalacağını biliyordu. Ben de onu geride bırakırken eksik olacağımı biliyordum. Ama bunu yüksek sesle söylemek, savaşı daha başlamadan kaybetmekti.
Bu yüzden kelimeler yerine, dokunuşlarımız konuştu.
Gecenin sessizliğinde, sadece nefeslerimizin ritmi yankılandı.
Ve biz, o gece birbirimize teslim olurken, sabahın getireceği savaşın farkındaydık.
Ama en azından, bu gece bizimdi.
O gece, karım kollarımda, nefesini boynumda hissederek uyuduk.
Tüm korkularına, endişelerine rağmen, sonunda huzur bulmuş gibiydi. Başını göğsüme yaslamış, parmaklarını hafifçe avucumun içine kıvırmıştı. Sıcaklığı içime işliyor, kalp atışlarının ritmi beni hayata bağlıyordu.
Dışarıda fırtına kopmaya hazırlanıyordu, savaş çok yakındı. Ama o an, Umay yanımdayken her şey olması gerektiği gibiydi.
Parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim, yüzüne baktım. Uyurken bile güzeldi. Kaşlarının arasındaki o hafif çatıklık bile gitmişti. Sanki tüm dünyadaki huzur, o an içimize sinmişti.
Gözlerimi kapatmadan önce, içimden tek bir şey geçirdim:
Bu geceyi bir daha kaybetmemek için savaşacağım.
Ve biz, karanlığın içinde birbirimize sığınarak sabaha kadar öylece kaldık.
Sabaha karşı gözlerimi açtım. Odada hafif bir loşluk vardı, güneş henüz doğmamıştı.
Umay, hâlâ derin bir uykudaydı. Saçları yastığa dağılmış, nefesi hafifçe boynuma değiyordu. Kolları gevşek bir şekilde üzerimdeydi, sanki beni bırakmak istemiyormuş gibi.
Ama gitmem gerekiyordu.
Yavaşça, onu uyandırmadan kollarından sıyrıldım. Bir an durup yüzüne baktım. Çok güzeldi. Çok huzurluydu. Belki de son kez böyle görüyordum.
Sessizce banyoya geçip traş oldum. Aynada kendime baktım. Savaşın izleri yüzümdeydi ama gözlerimde bir şey daha vardı. Umay’a ve Aybars’a dönme isteği.
Tıraşımı bitirip operasyon kıyafetlerimi giydim. Kamuflaj desenleri, gölgelerde kaybolmaya hazır olduğumuzu gösteriyordu. Buradaki bize ayrılan hayalet helikopterle yok olacaktık. Ne bir iz bırakacak, ne de bir dönüş garantisi verecektik.
Odadan çıkıp Aybars’ın odasına girdim. O, babasından habersiz derin uykusundaydı. Eğilip alnına bir öpücük kondurdum, kokusunu içime çektim.
Sonra bir anda, arkamdan sıcak bir dokunuş hissettim.
Umay.
Sessizce yanıma sokulmuştu. Arkamdan sarıldı, başını sırtıma yasladı.
Üzerinde benim tişörtüm vardı, ona elbise gibi olmuştu. O kadar güzel, o kadar kırılgan ama aynı zamanda o kadar güçlü görünüyordu ki…
“Gidiyorsun.” dedi usulca. Ne bir soru, ne de bir itiraz. Sadece gerçeği kabul eden bir ses.
Elimi onun ellerinin üzerine koydum. “Ama döneceğim.” dedim.
Umay başını sırtımdan kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde binlerce kelime vardı ama hiçbiri dökülmedi.
Sadece “Bekleyeceğim.” dedi.
Ve işte o an, savaşa gitmeden önce aldığım en büyük emirdi. Ne olursa olsun, dönmek zorundaydım.
Son kez Umay’ın yüzünü ellerimin arasına aldım, gözlerine baktım. O anı hafızama kazırcasına. Sonra hafifçe eğilip burnunu öptüm. Küçük, sıcak bir veda. Sözsüz bir yemin.
Kapıdan çıkarken, arkamda kalan her şeyin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hissettim. Ama savaş çağırıyordu.
Koridora adım attığımda, İlteriş’le göz göze geldik. O da kapısının önünde karşılıklı dairesinde kapı önünde bekliyordu. Gözleri benim kadar uykusuzdu, benim kadar kararlı.
Yanında Yaseminka vardı. Sessizce İlteriş’i yolcu ediyordu. Umay gibi, o da fazla kelime kullanmıyordu. Savaşçılar susar, bakışlar konuşurdu.
Tam o sırada alt kattan yankılanan Burçe’nin sesi apartmanı doldurdu.
“ÇABUK DÖNECEKSİN! SABREDEMEM BEN, BURAK!”
Sesi titriyordu, ağlıyordu. Ama aynı zamanda sinirliydi. Burak’ın gitmesini hazmedemiyordu. Onu sevdiğini herkes biliyordu. Ama onun sevme biçimi, sanki kavga eder gibi, savaşa gider gibi bir şeydi.
İlteriş bana göz ucuyla bakıp hafifçe sırıttı. “Burak’ın işi bizden zor olacak gibi.”
Başımı salladım. “Ölüm kalım savaşı veriyoruz ama en büyük mücadele, Burak’ın dönüşünde olacak gibi görünüyor.”
Tim, merdivenlerden inerken kahkahasını bastırmaya çalışıyordu. “Bence bizden önce Burak geri dönmeli. Yoksa Burçe karargâhı basabilir.”
Gülümsedim, ama içimdeki ağırlık büyüyordu. Herkes birini geride bırakıyordu. Ve hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk:
Dönebilecek miyiz?
Tam kapıdan çıkarken, arkamdan Umay’ın sesi geldi.
“Merak etmeyin, aklınız bizde kalmasın.”
Sesi güçlüydü ama gözlerindeki derinlik, içinde kopan fırtınayı saklamaya yetmiyordu. Gülümsemeye çalışıyordu, güçlü görünmek istiyordu ama onu en iyi bilen bendim. O an onun içindeki korkuyu, bekleyişin yakıcı ağırlığını hissediyordum.
Bir an geri dönmek istedim. Bir kez daha sarılmak, ona her şeyin yoluna gireceğini söylemek istedim. Ama yapmadım. Çünkü ne kadar güçlü olursa olsun, Umay’ın bana ihtiyacı olduğu kadar, benim de savaşacak bir sebebe ihtiyacım vardı.
İlteriş hafifçe başını salladı, “Siz burada bize göz kulak olun, biz de orada birbirimize.” dedi.
Yaseminka derin bir nefes aldı, Burçe ise alt katta hâlâ Burak’a söyleniyordu. Ama biz artık gitmeye hazırdık.
Kapıdan adımımı attım. Arkamda bıraktığım her şey, geri dönmek için en büyük sebebimdi.
Ve biz, gölgelerde kaybolmaya hazırdık.
Simsiyah üniformamın üzerine miğferimi düzelttim. Geceyle bir olmuş bir gölge gibiydim. Maskemi yüzüme çektim, artık bir asker, bir savaşçıydım. Duygulara yer yoktu, sadece görev vardı.
Ama tam çıkacakken, Umay hızla yaklaştı.
Hiçbir şey söylemeden ellerini yüzüme uzattı, maskemi tekrar açtı.
Gözlerimi onunkilere kilitledim. İçinde binlerce kelime saklıydı. Korku, özlem, sevgi… ve en çok da umut.
Sonra, hiç tereddüt etmeden dudaklarını dudaklarıma bastırdı.
Bu bir veda öpücüğü değildi. Bu, “Döneceksin.” diyen bir öpücüktü.
Sonra, maskemi nazikçe yerine kapattı.
Gülümsedi, ama bu defa gerçekten. “Şimdi git, Komutan.” dedi fısıltıyla. “Ama beni fazla bekletme.”
Başımı hafifçe eğdim, son bir kez gözlerine baktım.
Ve sonra, gecenin içinde kaybolmaya hazırdım.
Hava aydınlanmaya yaklaşırken, karargâhın en korunaklı pistlerinden birinde, gölge gibi süzüldük. Adımlarımız betona sessizce vuruyordu, ama herkesin zihni, yaklaşan görevle gürültü içindeydi. Şimdi burada olmak, sivil kimliklerimizi geride bırakmak, kayıtlardan silinmek ve geceye karışmak demekti.
Pistin en ücra köşesinde, radarlara yakalanmayan, elektromanyetik iz bırakmayan, tamamen sessiz uçuş modunda çalışan özel bir hayalet helikopter bizi bekliyordu. AH-6 Little Bird'in modifiye edilmiş bir versiyonu olan bu kuş, sadece belirli operasyonlar için kullanılıyordu. Üzerindeki özel kaplama, gece görüş cihazlarında bile silik bir iz bırakıyordu. Bu helikopterle var olacaktık ve bu helikopterle yok olacaktık.
Tayakkuzda bekleyen pilot ve uçuş ekibi, sessizce işaret verdi. Rotorlar henüz çalıştırılmamıştı, motor ses çıkarmadan başlatılacaktı. Isı izi azaltılmış egzoz sistemiyle donatılmış motor, IR güdümlü füzelerden kaçınmak için özel olarak üretilmişti. Sessizlik bizim silahımızdı.
İlteriş ilk olarak bordaya geçti, ardından Ulaş ve Burak sonra diğerleri. Ben, son bir kez arkamı dönüp piste baktım. Geriye bıraktığım her şey oradaydı: Umay, Aybars, bir hayat, bir aile... Ama şimdi, onları korumanın tek yolu, önümüzdeki bu gölgeli yolda ilerlemekti.
Miğferimi düzelttim, maskemi iyice oturttum ve helikoptere adım attım. Görev artık başlamıştı.
Kapı kapandığında, içerideki kırmızı ışık yandı. “Kalkışa hazırız.” diye geçti pilot telsizden.
Ve biz, sessizce karanlığa doğru yükseldik.
Helikopter havalanırken, dünya ayaklarımızın altından kayıp gidiyordu. Aşağıda, pistin ışıkları geride kalıyor, şehirler, yollar, hayatlar birer gölgeye dönüşüyordu. Kayıtlarda biz artık yoktuk. Ne bir izimiz kalmıştı ne de adımız bir evrakta geçiyordu. Bundan sonra biz, varlığı inkâr edilenler, gölgelerde savaşanlar, kazandığında alkışlanmayan ama kaybettiğinde bile hatırlanmayanlardık.
Telsizden gelen ilk kodlu mesaj, operasyonun ciddiyetini tekrar hissettirdi.
“Hedef bölgeye ulaşım süresi: 47 dakika. Operasyon sıfır temas, sıfır hata gerektiriyor.”
Herkes sustu. Helikopterin içinde sadece rotorların boğuk vızıltısı vardı. O ses bile, içimizdeki sessizlik kadar ağır değildi. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk.
Geride bıraktıklarımız.
Umay’ın son bakışı gözlerimin önünden gitmiyordu. Maskemi kaldırıp dudaklarıma son bir öpücük konduruşu, o sessiz ama her şeyi anlatan dokunuşu… Aybars’ın uyurken bile beni nasıl özleyeceğini düşündüm. Ve Burak’ın arkasından bağıran Burçe’nin titreyen sesi…
İlteriş karşıma oturmuş, miğferini hafifçe yana kaydırarak bana baktı. Karanlıkta bile gözleri netti. “Sence bu sefer dönecek miyiz, Komutan?” diye sordu.
Birkaç saniye düşündüm. Gerçek şu ki, bunu bilmiyordum. Ama bilmek zorunda da değildim. Çünkü biz döneceğimizi bilerek gitmezdik. Biz gitmemiz gerektiği için giderdik.
Başımı kaldırdım, miğferimi sıkıca düzelttim, silahımı kontrol ettim.
“Dönecek miyiz, bilmiyorum.” dedim nihayet. “Ama bize güvenenler var. Ve biz, kaybolamayacak kadar önemli insanları geride bıraktık.”
İlteriş hafifçe gülümsedi, “O zaman savaşacak sebebimiz var.” dedi.
Ve tam o anda, telsizden ikinci bir anons geldi.
“Son beş dakika. Operasyon başlıyor.”
Helikopter alçalmaya başlarken, gölgeler bizi bekliyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |