Sabahın ilk ışıkları perde aralığından süzülüp odayı usulca aydınlatırken, gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey Umay’ın huzurla uyuyan yüzüydü. Kar beyazı yorganın altına saklanmış, saçları yastığa dağılmıştı. Solgun kış güneşi bile onun tenine çarptığında daha sıcak görünüyordu sanki. Derin nefes alışları kalbime ritim tutar gibi yankılanıyordu içimde. O soğuk kış sabahında içimi ısıtan tek şey, yanımda varlığıydı. Parmak uçlarım usulca yanağında gezindi, tenine zarar vermekten korkar gibi. Umay, hayatıma girdiğinden beri ruhuma işleyen bütün karanlıkları aydınlatmıştı. Savaşların, ayrılıkların, ölümün kıyısından dönen bir adamdım belki ama onun kollarında her defasında yeniden doğuyordum. Yanında nefes almak bile şükür sebebiydi benim için. Dışarıda dünya buz keserken, içimde onun sevgisiyle yanan bir ateş vardı. Ve o ateş hiç sönmesin diye, saatlerce onu izleyebilirdim…
Bugün iznim bitmişti, yeniden göreve dönme zamanı gelmişti. Umay ve Aybars’la geçirdiğim o harika günler sanki bir rüya gibiydi; her anı kalbime kazınmış, ruhumu iyileştirmişti. Ama şimdi vatan borcu beni çağırıyordu. Yatakta birkaç saniye daha Umay’ın huzurlu yüzüne bakıp derin bir nefes aldım, sonra sessizce kalkıp banyoya geçtim. Aynada kendime baktım; gözlerimde mutluluğun yansıması vardı, ama derinlerde bir yerlerde görev bilincinin ağırlığı da hissediliyordu. Tıraş olup yüzümü soğuk suyla yıkarken zihnimde binbir düşünce dolaşıyordu.
Tam o sırada Umut, kıvırcık tüyleriyle sessizce yanıma sokuldu. Eğilip başını okşadım, yumuşak tüylerine parmaklarımı dolaştırırken gözlerindeki sadakat dolu bakışı hissettim. “Sen hep buradasın, değil mi küçük dost?” dedim gülümseyerek. Umut başını yana eğdi, sanki her şeyi anlıyormuş gibi... O an, evimin sıcaklığını daha da derinden hissettim ama biliyordum ki, ailemi korumanın yolu o kapıdan çıkıp görevime gitmekten geçiyordu.
Umay esneyerek banyoya geldiğinde, gözlerindeki mahmurluğa rağmen yüzündeki gülümseme içimi ısıttı. Saçları hafif dağılmıştı ama bana göre dünyanın en güzel haliydi. “Günaydın kocacım,” dedi, sesi yumuşacık, huzur doluydu. Gözlerinin içine bakıp ellerini tuttum, dudaklarına usulca bir öpücük kondurdum. "Günaydın karıcım," dedim sevgiyle, “Saat daha erken, biraz daha uyusaydın ya...” diye ekledim, elimle yüzünü okşarken. O ise hafifçe başını sallayıp elindeki telsizi kaldırdı, gülümseyerek salladı.
“Bizim afacan uyanmış,” dedi, Aybars’ı kastederek. Sesinin tonunda hem sevecen bir yorgunluk hem de tarifsiz bir annelik sevgisi vardı. Küçük kurt daha güneş bile tam doğmadan ayaklanmış, belli ki yeni günün heyecanını şimdiden hissetmişti. Umay’ın gözleri mutlulukla parlıyordu ama belli ki birkaç saat daha uyumaya ihtiyacı vardı. Gözlerinin altındaki hafif morluklara rağmen o hep ışık saçıyordu.
“Elbet bizim küçük kurt erken kalkar,” dedim gülerek. “Enerjisi bitmeyen bir makine gibi maşallah.” Umay hafifçe güldü, başını omzuma yasladı. “Senin oğlun, senin kopyan,” dedi alaycı bir sevgiyle. Kahkaha atıp onu kendime daha sıkı çektim. “Ama kabul et, sen de ona uyum sağlayacak kadar güçlüsün,” dedim.
Banyodan çıkıp salona yönelirken, Aybars’ın telsizden gelen cıvıl cıvıl sesiyle daha kahvaltıyı bile yapmadan enerji toplamıştık. Umay’la göz göze gelip sessizce gülümsedik. Belki de mutluluk tam olarak buydu: Uykusuz kalmak, tatlı bir telaşla koşturmak ama sevdiklerinin sesini duyunca her şeyi unutmak...
Aybars’ın neşeli çığlıkları bütün evi doldurmuştu. Küçük adımları koridorda yankılanırken, minik ayaklarının yere hızlı hızlı vurduğu sesi bile kalbime mutluluk katıyordu. Umay’ın elinden tutmuş, uykusuz gözlerine rağmen heyecanla salona girmişti. Oğlumun neşesi, sabahın bütün yorgunluğunu silip süpürüyordu. Yere çömelip kollarımı açtım, kocaman bir gülümsemeyle bekledim onu.
Annesinin elini bıraktığı an sanki dünyayı fethediyormuş gibi hızla koştu kucağıma. O küçücük bedenini sardığımda, sıcacık kalbi benim kalbime yaslandı. Mis kokusunu derin derin içime çektim. "Günaydın bir tanem," dedim yumuşacık sesimle, saçlarını severken. O ise kollarını boynuma doladı, küçük elleriyle yeni tıraş olmuş yanaklarımı pür dikkat inceledi. Parmak uçlarımla yüzünü okşarken o da elini yanağıma koydu, yumuşak derime şaşkınlıkla dokundu.
"Baba!" dedi sevinçle, sanki beni ilk kez görüyormuş gibi heyecanlandı. Yanakları pofuduk pofuduktu, dayanamayıp defalarca öptüm. Küçük burun kıvırışları ve tatlı gülüşü içimi eritti. Sonra birden yumuşacık karnına parmaklarımla saldırıp gıdıklamaya başladım. Kahkahaları salonun her köşesine yayıldı.
“Kaç bakalım küçük kurt!” dedim şakayla, daha da gıdıklarken. Kıkırdayarak çırpınmaya başladı, ellerimi itmeye çalıştı ama gücü yetmeyince kendini sağa sola attı. En sonunda nefesi kesilene kadar güldü, elleriyle beni hafifçe itip kaçmaya çalıştı. Kanepeye tırmanıp dönüp dönüp bana baktı, gözleri pırıl pırıldı.
"Babaaaa! Yakalamaaa!" diye çığlık atarken o kadar mutluydu ki, ben de peşinden koşarken kahkahalara boğuldum. Umay mutfak kapısında durmuş bizi izliyordu, gözlerinde derin bir huzur vardı. Birbirimize bakıp sessizce gülümsedik. O an, zaman dursa da olurdu. Çünkü tamamdık, eksiksizdik.
Umay’la mutfağa geçip kahvaltıyı hazırlamaya koyulduk. O çay demlemek için ocağın başına geçti, ben ise kahvaltılıkları dolaptan çıkarmaya başladım. Zeytinleri, peyniri tabağa dizerken bir yandan gözüm salonda koşturan Aybars’taydı. Küçük kurt, oyuncak arabasını halının üstünde sürerken bir yandan da koltuğa tırmanmaya çalışıyordu. Ama o minicik elleriyle tutunup çıkmakta zorlanınca pes etmeyip yere düşüyor, sonra kıkırdayarak tekrar deniyordu.
Umay çaydanlığın buharıyla uğraşırken bana döndü, yüzünde o tatlı gülümsemesiyle. "Bu çocuk tam sen," dedi kahkahasını zor tutarak. "İnadı senin inadına benziyor, düşüyor kalkıyor, pes etmiyor."
Gözlerimi kırpıp, "Ne yapalım, babasına çekmiş," dedim sırıtarak. Sonra başımı salona uzattım. "Aybars, baba sana kahvaltıda ne hazırlasın küçük kurt? Menemen mi, pankek mi?" diye sordum.
Aybars elindeki oyuncak arabayı havaya kaldırıp, "Baa baa!" dedi coşkuyla. Arabayı fırlattıktan sonra kanepeye tutunup kıkır kıkır güldü.
"Demek ki menemen kazandı," dedim göz kırparak.
Umay gülerek mutfak tezgahına oturdu, ellerini dizlerine vurup Aybars’ı izlemeye başladı. "Biliyor musun," dedi sessizce, "sana öyle benziyor ki... Sadece görünüş olarak değil, enerjisi, o küçük muzurlukları. Sanki senin minik bir versiyonun salonda koşturuyor."
Tavaya yağı koyarken gözüm doldu ama belli etmemeye çalıştım. "Biliyorum," dedim kısık sesle, "ben bazen gerçekten küçükken neler yaşadığımı unutuyorum. Ama Aybars bana çocukluğumu hatırlatıyor. Benim gibi anne ve babasız büyümesin diye elimden geleni yapacağım. O bizim mucizemiz."
Tam o sırada Aybars hızla salondan mutfağa koştu, ayağı halıya takılınca poposunun üstüne düştü. Birkaç saniye sessizce oturup bize baktı, sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi gülmeye başladı. Küçücük dişleriyle kocaman bir kahkaha patlattı.
"Tamam, bu çocuk tamamen sen olmuş," dedi Umay, gülmekten gözleri yaşararak. "Düşüp düşüp gülen adamın minik versiyonu!"
Aybars kalkıp yine mutfağa doğru koştu, ayağımıza dolanıp, "Mama!" diye bağırdı. Onu yerden alıp kucağıma sıkıca sarıldım. "Gel bakalım küçük kurt," dedim saçlarını koklayarak. "Menemeni hak ettin sen!"
Umay gözlerimizdeki sevgiyi izleyip mutlu mutlu iç çekti, sonra masayı kurmak için tezgaha yöneldi. Biz mutfakta kahvaltıyı hazırlarken Aybars’ın neşesiyle dolup taşan ev, sıcacık bir yuva gibi sarıyordu bizi.
Tam mutfağa geçiyorduk ki kapı çaldı. Umay'la birbirimize bakıp kaşlarımızı kaldırdık. "Kim bu saatte?" diye mırıldandım kapıya yürürken. Ama içten içe tahmin ediyordum. Kapıyı açmamla birlikte istiklal timi, sanki aylardır yemek yememiş gibi içeri dalıverdi. Ulaş kapıyı itip içeri girerken buram buram kokan menemenin kokusunu içine çekti.
"Selamünaleyküm, açız!" dedi büyük bir ciddiyetle, ama gözleri çoktan sofraya kilitlenmişti.
İlteriş sanki evin sahibiymiş gibi direkt salona yöneldi, yaseminkayla el ele mutfağa bakıp güldü. "Belli ki kahvaltı varmış, buraya bir masa daha ekleyelim. Bakın geçen sefer ekmek yetmemişti."
Burak arkamdan sıyrılıp direkt mutfağa daldı, tencerenin kapağını kaldırıp menemeni görünce gözleri parladı. "LAN BU KOKU BENİM RUHUMU TEMİZLEDİ!" diye bağırıp tavayı kucaklayacak gibi oldu. "Altay abim, sen cennet bileti mi dağıtıyorsun sabah sabah?"2
Eren gülerek içeri girdi, hemen Aybars’ı kucağına aldı. "Ne haber küçük kurt? Babana söyle, timini aç bırakmak ne demekmiş öğrensin."
Yavuz kenarda sessizce gülerken Kemal koltuğa yayılıp bacaklarını uzattı: "Ben şurada yerleşeyim, sofrada bana bir köşe verin. Üzerime güneş gelsin, D vitamini takviyesi olur."
Umay ellerini beline koydu, hepsine tek tek bakıp gözlerini devirdi. "Altay, bunları nereye koyacağız? Kahvaltı masası zaten küçük."
"Biz timiz, Umay," dedi Ulaş sandalye taşıyarak. "Gerekirse kucakta yeriz, fark etmez."
Yaseminka, Umay’ın koluna girip gülerek "Bence menemenin kokusunu alınca koordinat atıp toplandılar," dedi. "Bunlar böyle, bizimkiler menemen kokusuna uydu gibi bağlanır."
Ben ise olan biteni izlerken gülümsedim ve sofraya geçtim.
Kahvaltı faslı nihayet sona erdiğinde tim, kahkahalarla vedalaşıp evlerine dağıldı. Evi sessizlik sararken ben de üstümü düzelttim, silahımı ve kartımı kontrol ettim. Önce oğluma koştum, o minik elleriyle yüzümü tuttu. "Baba gitme," der gibi bakıyordu ama yine de gülümsüyordu.
Yanaklarını öpüp kokusunu içime çektim. "Baba işe gidecek küçük kurt, akşama yine burada." dedim usulca. Sonra Umay’a döndüm, gözleri dolu doluydu ama güçlüydü her zamanki gibi. Onu da kollarıma alıp sımsıkı sardım. "Çabuk döneceğim," dedim alnına minik bir öpücük kondururken.
Kapıya yürüdüğümde Aybars ayaklarını yere vurarak cama koştu, Umay da onun arkasında belirdi. İkisi de pencerenin arkasında bana bakıyordu. Aybars camı avuçlarıyla seviyor, Umay ise usulca el sallıyordu. Ben servise binerken döndüm, ellerimi kaldırıp tüm sevgimle onlara salladım. O an kalbim yerinden sökülecek gibi oldu ama bir adamın en büyük gücü ailesiydi. Gözümde onların görüntüsüyle bindim araca, derin bir nefes alıp görev bilincine geçtim. “Hadi bakalım Altay,” diye mırıldandım içimden, “sağ salim dönmek için daha çok işin var.”
Timle aynı servise binmeyi gerçekten çok özlemiştim. Servisin içi sanki kış güneşinin sıcağıyla dolmuştu; herkes neşeli, şen şakrak haldeydi. Burak en önde oturmuş, radyoda çalan şarkıya kafasını sallıyor, arkada eren ve kemal, kahkahalar eşliğinde dün akşamki maçın kritiğini yapıyordu. İlteriş her zamanki gibi cam kenarında oturmuş ama yüzündeki sinsi gülümsemeyle bir şeyler planladığı belliydi. Ulaş bana dönüp, "Yine aile babası moduna girmişsin komutan, sabah sütünü içtin mi?" diye dalga geçince bütün servis gülme krizine girdi. "Sen de hâlâ bekar mısın ulaş?" diye karşılık verince bu sefer Burak alkış tutarak kahkaha attı. Bu tatlı çekişmeler, bizden başkasının anlayamayacağı bir kardeşlik bağıydı.
Araç virajları dönerken hepsiyle göz göze geldim. Ne yaşarsak yaşayalım ne kadar yıpranırsak yıpranalım, burada her şey normale dönüyordu. Çünkü biz sadece bir tim değildik; savaşta omuz omuza, hayatta kalpte kalbe duran koca bir aileydik.
Gölbaşı’ndaki karargâha vardığımızda, kapıdan içeri adım attığımız an her şey ciddileşti. Nöbet tutan askerler hızlıca esas duruşa geçip selam verdi, biz de başımızla onaylayarak geçtik. Koridorlarda ilerlerken subaylardan erlere kadar herkesin bakışları üzerimizdeydi; fısıltılar kulaktan kulağa yayılıyordu. “Altay Öztürk geri döndü,” diyorlardı. İfşa ettiğim karanlık oluşum ve yurda sağ salim dönmem, buradaki herkes için bir moral kaynağı olmuştu. İlteriş, Burak ve diğerleri sessiz ama gururlu adımlarla arkamdan yürüyordu.
Halil Komutan’ın odasına vardığımızda kapıyı tıklatıp içeri girdiğimizde bir anda “Rahat!” komutunu verdi. Biz ise alışkanlıktan olsa gerek, izin verilene kadar esas duruşta bekledik. Komutan masasından kalkıp önüme geldi, gözlerimin içine baktı. “Vatanına hoş geldin, Öztürk,” dedi dimdik durarak. “Hoş bulduk, Komutanım!” dedim tok bir sesle, selam verip kollarımı dimdik yanlarıma yapıştırarak. O an, odadaki havayı saran disiplin, gurur ve sadakat kokusu, asker olmanın ne demek olduğunu bir kez daha iliklerime kadar hissettirdi. Burada herkes omuz omuza, tek yürekti. Millet, vatan, bayrak... İşte bizim için en kutsal olan üç kelime.
Halil Komutan masasının kenarına yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturdu, gözleriyle beni süzüyordu. “Bugün herkes seni konuşuyor, Altay,” dedi gururla. İçimden yükselen sıcaklığı bastırmak zor oldu; ne olursa olsun, övgü almak bir asker için her zaman onur vericiydi. “Farkındayım, Komutanım,” dedim dik duruşumu bozmadan, gözlerimi onunkilerden ayırmadan.
Halil Komutan başını hafifçe sallayıp tebessüm etti. “Birazdan vali bey burada olacak,” diye ekledi. “Bizzat gelip görmek istedi seni. Sadece raporlarda okuduklarından fazlasını öğrenmek istiyor. Seninle yüz yüze konuşmak istemiş.”
Bu sözler mideme oturdu, ama rahatsız edici bir ağırlık değil, tam aksine kocaman bir gurur oldu. Yaptığım operasyon, kurtardığım çocuklar, ifşa edilen karanlık yapı… Demek ki artık ülke savunmasının en tepesindeki isimler bile işin farkındaydı. Ne var ki, benim adım hiçbir raporda geçmiyordu; kim olduğumu bilen sadece birkaç kişiydi ve vali bey de artık o sayılı isimlerden biri olacaktı.
“Anlaşıldı, Komutanım,” dedim gözlerim kararlılıkla parlayarak. “Vatan için ne yaptıysak, ne yapacaksak, hepsi görevimizin bir parçası.”
Halil Komutan omzuma sertçe vurdu, ama bu vurma, bir asker tokadı değil, sırt sıvazlayan bir babanın dokunuşu gibiydi. “Aslanım,” dedi boğuk sesiyle, “Bu vatan senin gibi yiğitlerle ayakta duruyor. Ne yaptıysan ne yapacaksan, biz arkandayız.”
Derin bir nefes aldım. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu, ama heyecan değil, dümdüz bir sadakatle. Bu topraklar için yaşar, bu topraklar için ölürdüm. Başka türlüsü zaten mümkün değildi.
Odaya çıktığımda içimde tarifsiz bir ağırlık ve aynı anda yükselen bir gurur vardı. Dolabımı açıp en şık üniformamı dikkatle giydim. Pantolonumu çizgisine kadar ütülemiştim zaten; gömleğimi ilikleyip ceketimi düğmelerken aynada kendime baktım. Göğsümdeki arma, omuzumdaki rütbeler... Hepsi, yılların emeği ve alın terinin sessiz birer nişanesiydi.
Son dokunuşu yapar gibi bordo beremi başıma yerleştirdim. Onu takmak her zaman başka bir anlam taşırdı; sadece bir parça kumaş değil, şehitlerin kanıyla yoğrulmuş bir onur sembolüydü. Bereme ufak bir dokunuş yapıp aynada kendime son kez baktım. "Hazırım," diye mırıldandım, daha çok kendime.
Kapı aralandı ve içeriye İlteriş girdi. O da en iyi üniformasını giymiş, beresini kusursuz bir açıyla takmıştı. Gözleri parladı beni görünce. Tek kelime etmeden karşımda esas duruşa geçti, sert bir selam verdi. “Komutanım!” dedi tok sesiyle, gözleri dolmuştu ama sıkı sıkıya kendini tutuyordu.
“Rahat,” dedim gülümseyerek. Komutla birlikte rahat pozisyonuna geçti, ama yüzündeki ifade hiç değişmedi. Birkaç saniye öylece durup bana baktı, sonra dayanamayıp sırıttı. “Seni burada görmeyi o kadar özlemişim ki,” dedi gülerek. Sesi titriyordu, ama neşesi saklanamıyordu.
Hiç düşünmeden adım attım ve sıkıca sarıldım ona. O da aynı içtenlikle sarıldı. Bu, yılların dostluğu, kardeşliği ve ölümle burun buruna verilen mücadelelerin sessiz bir kutlamasıydı. “Ben de seni özledim, kardeşim,” dedim boğazımdaki düğümü zor yutarak. “Ben de seni özledim...”
İki asker, iki kardeş, sırt sırta savaşıp yan yana yürüyen iki dağ gibi durduk orada. Ve o an, ne vali, ne protokol, ne de dünyanın geri kalanı umurumuzdaydı. Sadece biz vardık. Çünkü biz hep vardık. Çünkü biz hep var olacaktık.
İlteriş’le kucaklaşmamızın ardından kapı aralandı. Ulaş başını uzatıp gülümsedi:
“Tim dışarıda bekliyor, gelsinler mi?” dedi hafif kısık sesiyle.
Bir an içim ısındı, kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarptı. Gözlerimi kapatıp o sahneyi hayal ettim. Biz, koca bir aileydik. Sadece savaş meydanlarında değil, her yerde birbirimize siper olmuştuk.
“Gelsinler,” dedim boğuk bir sesle, yüzümde hafif bir tebessümle.
Kapı tam açıldığında içerisi bir anda doldu. Ulaş, Mustafa Kemal, Eren, Burak, Fatih, Onur, Yavuz, Kerim... Hepsi tek tek içeri girdi. Ve hepsi, baştan aşağı jilet gibi, dimdik, tertemiz üniformaları içinde gururla parlıyorlardı. Oda, bordo berelerin asaletini taşıyordu.
Herkes sırasıyla içeri süzüldü, ama bir süre konuşmadılar. Sadece bana baktılar. Bakışlarında anlatılamayan bir his vardı; gurur, özlem, sevgi ve belki de bir daha böyle bir anı kaybetmemek için bastırılmış bir korku...
Burak dayanamadı, her zamanki neşesiyle içeri dalıp selam çaktı:
“Ne o abi, fotoğraf çekimi mi var? Hollywood askeri gibi olmuşsunuz maşallah!” dedi, ama sesi hafif titriyordu.
Mustafa Kemal gözlerini kaçırarak sırıttı, Fatih kafasını salladı, Kerim iç çekip yere baktı. Ulaş gözleri dolu dolu beni süzerken hafifçe omzumu sıktı:
“Eksiksiziz komutanım,” dedi titrek sesiyle.
Ben ise gözlerimi hepsinin üzerinde gezdirip içimde büyüyen o gururu bastırmaya çalışıyordum. Ama başaramıyordum. Hepsine tek tek bakıp adlarını saydım sessizce içimden. Can dostlarım, kardeşlerim... Onlarla aynı safta, aynı bayrak için savaştığım adamlar...
“Sizleri görmek var ya...” dedim gözlerim dolarak. “Şu dünyada aldığım en büyük nefes bu olabilir.”
Bir adım attım ve timin ortasına daldım. Sımsıkı sarıldım hepsine, tek tek, bir daha bırakmamacasına...
“Hoş geldiniz evlatlar,” dedim kısık sesle. “Hoş geldiniz, benim kahramanlarım.”
Burak, dimdik durup gururla gülümsedi. Bomba imhacımız her zamanki enerjisiyle ama ciddiyetini asla kaybetmeden raporunu verdi:
“Komutanım, konferans salonu ayarlandı. Bomba tespiti yapıldı, süikast ihtimali birebir gözden geçirildi. Temiz bölge. Sadece birkaç kör nokta var, onları da nöbetçi yerleştirerek kapatıyoruz.”
Kaşlarımı çatıp hafifçe başımı salladım. "Güzel iş çıkarmışsın, Burak. Ama kör nokta demek ihtimal demektir. O ihtimal sıfıra inene kadar tetikte kalacağız." dedim.
Burak gülümsemesini hafifçe kısıp başını eğdi:
“Emredersiniz komutanım! Zaten buradayken kimse bırak bombayı, cebine çakı bile sokamaz!” dedi.
Ulaş eliyle Burak'ın omzuna vurdu:
“Bomba imhacısı ama ağzı hiç susmaz...” diye mırıldandı.
Mustafa Kemal araya girip hafifçe güldü:
“Altay abim varken bomba patlamaz da... Ya kalbine süikast olursa?” dedi göz kırparak.
İlteriş, köşede sessizce dinliyordu. Ama gözleri bir an bile üzerimden ayrılmadı. O bakışları tanıyordum; hem endişe hem gurur vardı içinde.
Ceketimin düğmesini ilikleyip borda beremi düzelttim:
“Çocuklar, bu iş oyun değil. Vali bey bu kadar zahmete girip geliyorsa, arka planda neler döndüğünü hepimiz biliyoruz. İşimizi şansa bırakmayacağız.”
Yavuz, telsizine hafifçe dokunup içeri fısıldadı:
“Kuzey giriş temiz, devriye devam ediyor.”
Kerim sessizce notlar alıyordu, Onur ise duvardaki saatten gözünü ayırmıyordu. Halil komutanın gelişine az kalmıştı.
Burak tekrar konuştu:
“Komutanım, size de yer kontrolü yaptırayım mı? Hani sizde bir şans var ya... Nereye baksanız tehlike orada.” dedi göz kırparak.
“Benim kontrolümden geçtiğinde tehlike kalmaz Burak,” dedim gülerek ama sesim ciddiydi. “Hadi bakalım, mevzilenin. Bugün o salonu kuş uçurtmayacak şekilde koruyacağız. Anladınız mı?”
Timin sesi salonun duvarlarında yankılandı:
“Emredersiniz komutanım!”
İçimden bir his, bugünün sıradan bir gün olmayacağını söylüyordu. Ama içimdeki huzur tek bir şeyden geliyordu: Arkamda, yanımda, önümde İstiklal Timi vardı. Ve biz, bir bütün olduğumuz sürece, karşımızda kimse duramazdı.
Ben önde, tim arkamda, rütbe saygısını koruyarak ağır adımlarla konferans salonuna girdik. Botlarımızın zemine vuran sesi yankılanırken, içerideki tüm askerler refleksle esas duruşa geçti. Hatta generaller bile bulunduğu yerde doğrulup ciddiyetle selam verdi. İstiklal Timi, disipliniyle nam salmıştı ama bugün durum daha farklıydı. Gözler üzerimizdeydi.
Salonun ortasına kurulan uzun protokol masasına doğru yürüdük. Ben, İstiklal Timi'nin lideri, bordo berem alnımda, şehitlerimin hatırasını omuzlarımda taşıyarak en önde ilerliyordum. Halil komutan başıyla hafif bir selam verdi, gözleriyle “gurur duyuyorum” der gibi baktı. Bizden daha önce gelen üst rütbeli komutanlar, kurmay başkanları ve tugay komutanları bile sessizdi. Onlar da benim yaptıklarımı, o lanetli operasyonu biliyordu. Ama bu salonda kimse geçmişi değil, vatanı düşünüyordu.
Vali bey içeri girdiğinde herkes ayağa kalktı. En kıdemliden en kıdemsize kadar herkes dimdik durdu. “Rahat!” komutu verilince hafifçe gevşesek de disiplin bozulmadı. Vali bey elini uzattığında sertçe kavrayıp sıktım:
“Hoş geldiniz, Sayın Valim.”
“Asıl siz hoş geldiniz vatan toprağına, Yüzbaşı Altay Öztürk.”
Gözlerinin derinliklerinde minnet vardı, ama o da protokol kurallarına uyup bunu sadece bakışıyla belli etti. Usulca yerine geçtiğinde hepimiz sırasıyla oturduk. Rütbe düzenine göre dizilen koltuklarda, generaller sağımda ve solumda dizilmişti. Hemen arkamda tim vardı — onlar da görev yerlerinde, tetikte bekliyorlardı. Burak'ın gözleri sürekli giriş çıkışları tarıyordu, Ulaş sol taraftaki yüksek pencerelere bakıyordu.
Ama salonun asıl sessizliği, kulağıma çarpan fısıltılardaydı. Oturan generallerin biri bana bakıp başını eğiyor, diğeri usulca konuşuyordu:
“O, işte o...”
“51. bölge operasyonunu tek başına çökerten adam.”
“Khaos’la yüzleşen tek Türk subayı...”
Bunları duydukça omuzlarımdaki yük daha da ağırlaştı. Ama belli etmedim. Asker dik durur. Gözüm hep ileride, başım hep dikti
İstiklal Marşı’nın güçlü dizeleri salonun duvarlarında yankılanırken hepimiz dimdik ayaktaydık. Marş bittiğinde, saygı duruşunun ardından herkes sessizce yerine geçti. Protokol sırasına göre herkes oturduğunda, salondaki atmosfer hâlâ ağır bir disiplin havası taşıyordu. Derin bir sessizlik hâkimdi, ta ki mikrofonun cızırtısıyla birlikte sunucunun sesi yankılanana kadar:
“Kıymetli misafirler, değerli komutanlarımız... Şimdi konuşmasını yapmak üzere Ankara Valimiz Sayın Gökay Öztürk’ü sahneye davet ediyorum.”
Kalbim bir an duracak gibi oldu. Gözlerim farkında olmadan protokol sırasında oturan genç adama kaydı. Kalkıp kürsüye doğru yürüyen o adam, adım adım ilerlerken içimde bir fırtına kopuyordu. Öztürk mü? Benim soyadım? Tesadüf olabilir miydi?
Tim bile fark etti şaşkınlığımı, çünkü ilteriş başını bana doğru eğip kaşlarını kaldırdı. Burak gözlerini kısıp adama bakıyordu, Ulaş hafifçe koluma dokundu:
“Abi, tanıyor musun?” diye fısıldadı. Ama ben hiçbir şey diyemedim.
Genç vali, kürsüye çıktığında yüz hatlarını daha net gördüm. Sanki bir yerlerden tanıyormuşum gibi hissettim ama çıkaramıyordum. Omurgamdan geçen o soğuk ürpertiyi unutamam. Kimdi bu adam?
Vali Gökay Öztürk, mikrofona yaklaşıp tok sesiyle konuşmaya başladı:
“Değerli komutanlarım, kahraman askerlerimiz... Hepinizi en derin saygılarımla selamlıyorum.”
Konuşması devam ederken aklım yerinden oynamış gibiydi. Soyadı Öztürk’tü. Benim soyadım. Üstelik sesi, tavırları bir yerlerden tanıdık geliyordu. Ama kafamın içinde hiçbir parça yerine oturmuyordu. O an sadece tek bir soru yankılanıyordu zihnimde:
Salonun sessizliği, genç valinin sesiyle yankılanıyordu. Kalbim göğsümde güçlü ritimlerle çarpıyordu, ama bunu kimseye belli etmemeliydim. Yılların eğitimi, sayısız operasyon, savaş meydanında bile titremeyen ellerim şimdi bu belirsizlik karşısında hafifçe terlemişti.
Ama kendimi topladım. Bir bordo bereli daima dimdik durur.
Vali Gökay Öztürk kürsüde güçlü ve kararlı bir ses tonuyla konuşmasını tamamladıktan sonra gözlerime dik dik bakarak mikrofonu düzeltti.
“Bu vatan için canını hiçe sayarak görev yapan kahramanlarımız arasında bazı isimler vardır ki, onların fedakârlıkları sadece bugünü değil, nesilleri de kurtarır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına, devlet şeref madalyası ve üstün cesaret ve feragat nişanını takdim etmek üzere İstiklal Timi Komutanı Sayın Altay Öztürk’ü sahneye davet ediyorum.”
Adımı duyduğum an, tüm salon ayağa kalktı.
Omuriliğimden geçen o ürpertiyle ayağa kalkarken bordo beremi düzelttim. Üniformamın düğmelerini kontrol ettim, ceketimin köşesini sıvazladım. Sağ elimi yumruk yapıp kalbime vurdum ve dimdik selam durdum. Tüm salon sessizdi; sadece ayak seslerim yankılanıyordu.
Adımlarım kararlı, duruşum vakurdu. Kürsüye doğru yürürken içimdeki gurur dalga dalga yükseliyordu.
O an gözüm, madalyayı tutan valiye değil, o madalyanın temsil ettiği şeye odaklanmıştı.
Bu, yalnızca benim madalyam değildi. Şehit düşen silah arkadaşlarımın, vatan uğruna toprağa düşen her Mehmetçiğin, yetim büyüyen her çocuğun, geride bekleyen her ana-babanın hakkıydı. Bu, vatanın madalyasıydı.
Kürsüye ulaştığımda, Vali Gökay Öztürk’le göz göze geldik. Gözlerinde bir şey vardı, ama çözemiyordum. Tanıdık bir bakış… Hafifçe eğildi, madalyayı kutusundan çıkardı ve göğsüme taktı. Devlet Şeref Madalyası…
O an bütün salon alkışa boğuldu.
Ama ben, sadece ileriye baktım. Bordo bereliler alkışlanmaz. Biz işimizi yaparız ve devam ederiz. Alkış, şehitlerimizin ruhuna yükselmelidir.
Vali, elini uzattı. Tokalaşırken sıkıca sıktım. O da aynı kuvvetle karşıladı. “Bunu hak ettiniz,” dedi alçak sesle. Sesindeki titremeyi yakaladım ama bir şey diyemedim. Bir şey vardı onda.
Geriye döndüm. Salonda generaller, rütbeliler, askerî erkân, İstiklal Timi… Hepsi dimdik ayakta, yüzlerinde gurur. Umay’ı düşündüm, Aybars’ı… Bu madalya onların boynunda da asılıydı.
Kürsüden ağır adımlarla indim. Her adımım bir şehidin duası, her nefesim bir gazinin hakkıydı.
O an, Halil Komutan’la göz göze geldim. Başıyla onayladı. Gururluydu. Ama belki de en önemlisi… Onun gözleri, baba gibi bakıyordu.
Kürsüde derin bir nefes aldım. Kalbim göğsümü yarıp çıkacakmış gibi atıyordu ama bunu kimse fark edemezdi. Askerin duygusu kalbinde saklıdır, sesi ise vatan için yükselir.
"Sayın Valim, kıymetli komutanlarım, silah arkadaşlarım ve değerli misafirler," diye başladım. Sesim tok, net ama içinde yılların yükünü taşıyan bir yankıyla titriyordu.
"Bu madalyayı sadece kendi adıma değil, burada olmayan bütün kahramanlar adına kabul ediyorum. Kimi toprağın altında, kimi hâlâ hudut boylarında nöbette olan yiğit kardeşlerim adına…"
Gözlerim bir an timime kaydı. Burak, Mustafa Kemal, İlteriş, Ulaş... Her biriyle yıllarımı vermiştim. Onlarla omuz omuza savaşmış, defalarca ölümle burun buruna gelmiştik. Ama en ağır savaş, eve dönmemekti.
"Bu madalya, sadece mermiden kaçıp hayatta kaldığım için verilmedi. Bu madalya, karanlıkta yürüyüp gün yüzü görmeden geri dönenlerin madalyasıdır. Bu madalya, bayrağı göğsünde, yüreğinde taşıyanların, sevdiklerini kalplerine gömüp vatan için toprağa basanların madalyasıdır."
Boğazım düğümlendi, ama yutkunup devam ettim:
"Biz, göreve giderken en zorunu arkamızda bırakırız. Hamile eşinizi bırakıp gitmek nedir bilir misiniz? Doğduğu günü göremediğiniz oğlunuzun ilk adımını, ilk kelimesini kaçırmak nedir? Onları korumak için, onlardan uzak kalmak ne demektir?"
Timime baktım. Her biri başını hafifçe eğdi. Çünkü hepsi biliyordu.
"Ama biz yine de gideriz. Çünkü biz gitmezsek, başkalarının evlerine, sevdiklerine zarar gelir. Biz gitmezsek, bu ülkenin çocukları korku içinde büyür."
Nefes aldım. Damarlarımda dolaşan yemin, sesime karıştı.
"Biz evladımızın doğumunu kaçırırız, bir başkası evladını kaybetmesin diye. Biz sevdiğimizin gözyaşını göremeyiz, başka birinin sevdiği ağlamasın diye. Biz ölürüz, vatan yaşasın diye."
Salon sessizdi. Derin, ağır bir sessizlik.
"Çünkü biliriz ki," dedim, sesimi daha da yükselterek:
Alkışlar salonu inletti. Ama ben alkışları duymuyordum. Kalbimde sadece bir dua vardı:
Bir daha doğum gününü kaçırmamak için...
Bir daha oğlumun ilk kelimesini duymak için...
Ama en çok, bayrağın gölgesinde huzurla yaşamak için...
Vali Gökay Öztürk, gözleri gururla parlayarak önümde durdu. Elindeki madalyayı sımsıkı tutuyordu, sanki o madalya, sadece metalden bir nişan değil de, vatanın tüm yükünü taşıyan kutsal bir emanetti.
"Altay Öztürk," dedi sesi tok ve kararlıydı, "Bu madalyayı almak senin hakkındır. Verdiğin kutlu mücadele hepimizin mücadelesidir. Sen, karanlığın içinden geçip ışığı geri getirenlerden oldun. Ölü sanılıp dirilenlerden, unutulmayı göze alıp vatanı için her şeyi feda edenlerden..."
Göz göze geldik. Gözlerinde garip bir tanıdıklık vardı, ama şu an düşünemezdim. Dik durdum. Komutanım bana hep öğretmişti: Madalya alınırken gözler yere eğilmez, çünkü eğilecek olan sadece bayraktır.
Vali bey madalyayı yakama takarken kalbim gürültüyle çarpıyordu. Sanki göğsümdeki o küçük nişan, yılların ağırlığını taşıyan devasa bir dağ olmuştu.
"Devletimize ve milletimize sadakatin, cesaretin ve gösterdiğin üstün fedakârlık için minnettarız," dedi vali bey. "Bu bayrak dalgalandığı sürece senin gibi kahramanlar unutulmayacak."
Sağ elimi kaldırıp selam verdim. Selamımda yitirdiğimiz kardeşlerimizin gölgesi vardı. Selamımda, gece boyunca titreyerek bekleyen eşlerin duası, babasını bekleyen çocukların umudu vardı.
"Bu madalya, benim değil, bizim madalyamızdır," dedim yüksek sesle. "Bu, vatan toprağına düşen her damla kanın, her yakılan ağıdın, her dua eden annenin madalyasıdır."
Salon alkıştan inliyordu. Ama ben sadece kalbimde yankılanan o iki kelimeyi duyuyordum:
Protokol dağıldıktan sonra, askerler sessiz ve disiplinli adımlarla salonu terk ederken, Vali Gökay Öztürk yanıma yaklaştı. Gençti, ama gözlerinde savaş görmüş askerlerin anlayabileceği bir ağırlık vardı.
"Altay, seninle özel olarak konuşmak istiyorum," dedi sesindeki kararlılıkla. "Müsaaden olursa, bir kahve içelim."
Başımı hafifçe eğdim.
"Elbette Sayın Valim. Misafirperverliğimizle de tanınırız," dedim gülümseyerek.
Odamıza doğru yürürken sessizlik adımlarımıza eşlik ediyordu. Tim dışarıda bekliyor, ama ne konuşulursa odada kalacağını biliyorlardı. Kapıyı açıp valiye buyur ettim.
Vali bey odama girip duvarda asılı bayrağa uzun uzun baktı.
"Bayrağı asla indirip katlamam," dedim koltuğa geçerken. "Eğer yere düşerse, ben de düşerim."
Gülümsedi ama gözlerinde belli belirsiz bir hüzün vardı.
"Güzel söz," dedi. "Ama biliyorum ki sen çok daha fazlasını yaşadın."
Kahveyi doldururken sessizce beni süzüyordu. Sanki ağzımdan çıkacak her kelimeyi terazide tartmak istiyordu. İçimden bir his, bu konuşmanın sıradan olmadığını söylüyordu.
Kupayı eline aldı, derin bir nefes aldıktan sonra bekledi.
"Altay," dedi yavaşça, "Sana bir şey sormam lazım. Çok kişisel bir şey."
Gözlerimi kısıp dikkat kesildim.
"Dinliyorum Sayın Valim," dedim. Kalbim garip bir huzursuzlukla atıyordu.
Derin bir iç çekip gözlerimin içine baktı:
"Yetimhanede büyüdüğünü biliyorum. O yetimhanede... hiç Gökay adında bir çocuğu hatırlıyor musun?"
Kan beynime sıçradı. Kalbim duracak gibi oldu.
İşte o an, kafamın içindeki ağırlığı atar atmaz, zamanın karanlık tünelleri açıldı. Gözlerim büyüdü, geçmişin sırlı kapıları gıcırdayarak aralandı.
Yetimhanenin soğuk taş duvarları... rutubet kokusu... Üzerimde yamalı pijamalar, ayaklarım çıplak, dizlerim kan içindeydi. Ama hissettiğim tek şey küçük bir elin titreyerek avucuma sarılmasıydı.
"Abi gitme," diyordu incecik sesiyle. Burnu akmış, gözleri kıpkırmızı. Sanki o küçücük bedeniyle bütün dünyayı taşıyordu omuzlarında.
"Ağlama," dedim sert bir sesle. "Ağlama, Gökay. Yaşamın kurtulacak. Burada kalman iyi değil. Sana güzel bir aile buldular."
Kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Aslında ona kızmıyordum, kendime kızıyordum. Çünkü onu burada tutmak bencillikti. Ben yanımda olsun istiyordum, ama o buradan çıkarsa sıcak bir yatağı, temiz kıyafetleri ve taze ekmeği olacaktı.
Küçük kardeşim...
Tek varlığım...
"Ama sen yoksan... ben kimseyi istemem," dedi iç çekerek. Yanaklarından süzülen gözyaşları kirli gömleğine damlıyordu.
"Oğlum," dedim sesimi kısıp, gözlerimi kapatarak. "Git işte. Zenginmiş aile. Belki oyuncakların olur. Belki bahçede oynarsın. Ben buradayım. Ben... iyiyim."
Yalan söyledim. Çünkü iyi değildim. Onsuz kalmak fikri içimi lime lime ediyordu. Ama onun kurtulması, benim yanımda kalmasından daha önemliydi.
Sonra bir kadın geldi. Şefkatli ama yabancı eller...
Gökay’ı elimden aldılar.
O elleri koparırken içimden, kalbim de o an paramparça oldu.
Gökay kafasını çevirip son bir kez bana baktı.
Gözlerinde korku, ayrılık ve çaresizlik vardı.
Ama ben sadece...
Gülümsedim.
"Git," dedim sessizce dudaklarımla. "Git ve mutlu ol."
Kapı kapandı.
Ve ben o gün... yetimhanede sadece kardeşimi değil, çocukluğumu da kaybettim.
O gün kendime bir söz verdim:
Bir daha asla ağlamayacaktım.
Bir daha asla sevdiğim birini kaybetmeyecektim.
Ve şimdi...
Karşımda oturan adam, o küçük çocuktu.
Gökay’dı.
Kardeşimdi.
Kalbim göğüs kafesimi parçalayacak gibi atıyordu.
"Sen..." dedim titreyen sesimle. "Sen... O Gökay mısın?"
Boğazıma bir yumru oturdu. Kalbim öyle bir çarptı ki göğüs kafesim parçalanacak sandım. Zaman durdu, dünya sessizliğe gömüldü. Sadece o kelime yankılandı zihnimde:
Bunu duymayalı ne kadar olmuştu? Kaç yıl geçmişti? Yetimhanenin soğuk duvarlarından, karanlık ranzalardan... Gökay'ın bana sarılıp korkuyla uyuduğu gecelerden... Şimdi karşımdaki adam, o küçük sümüklü çocuktan çok uzaktı.
Ama gözleri...
O gözler hâlâ aynıydı.
"Gökay..." dedim, nefesim kesilmişti. Ellerim titriyordu. O ise masumca, utangaç bir şekilde gülümsedi. Yıllardır içinde tuttuğu sevgi, özlem o küçücük gülümsemesine sığmıştı sanki.
Yerimde duramadım. Ayağa fırlayıp onu kollarımın arasına çektim. Sımsıkı, tüm kuvvetimle, hiç bırakmak istemeyecekmiş gibi sarıldım.
"Sen yaşıyorsun..." dedim hıçkırarak. "Sen gerçekten buradasın..."
Omzum ıslanıyordu. Gökay ağlıyordu. O küçük çocuk gibi, sessiz sessiz, içine akıtarak.
"Seni bırakmak zorundaydım..." dedim, gözlerimden akan yaşları silmeden. "Seni kurtarmak zorundaydım..."
Kollarımı daha da sıktım. Yıllardır içimde taşıdığım vicdan azabı, özlem, pişmanlık... hepsi tek bir anda çözülmüştü.
"Ben seni hep aradım abi," dedi titrek sesiyle. "Ama asker olmuşsun bilirsin özel kuvvetler personelinin kimliği kolay ifşalanmaz... seni bulamadım..."
O an anladım.
Bu çocuk...
Beni hiç unutmamıştı.
Yıllarca aramıştı.
Yıkıldım. Dizlerimin bağı çözüldü. Onu yere bırakmadan yere çöküp ağladım.
"Ben buradayım," dedim hıçkırarak. "Artık buradayım, bir daha seni asla bırakmayacağım."
Vali falan umurumda değildi.
Rütbe, madalya, protokol...
Hiçbiri önemli değildi.
Yarım kalmış çocukluğuma...
Kaybolan aileme...
Ve paramparça olan kalbimin diğer yarısına.
Vali olmuşsun... Çok yakışıklı olmuşsun be oğlum," dedim gözlerimden yaşlar süzülürken. Sesim titredi, kelimeler boğazıma düğümlendi. Karşımda duran adam, yıllar önce kopardığım parçam gibiydi. Sanki geçmiş, tüm ağırlığıyla geri dönmüş, içimde sakladığım o kimsesiz çocukluğumu yüzüme çarpmıştı.
Gökay’ın gözleri doldu, ama gülümsemesini kaybetmedi. Bakışları saf, incinmiş bir çocuk gibi... Sanki bunca yıl boyu taşıdığı o koca özlem, şimdi dudağının kenarına ilişmiş, sessizce içime işliyordu.
"Abi," dedi, sesi çatladı. "Beni neden hatırlamadın ilk gördüğünde?"
O an dünya durdu. Gökay'ın sorusu, göğsümde bir bıçak gibi döndü. Yalan söyleyemezdim. Ama gerçeği de anlatamazdım. Çünkü gerçek çok acıydı. Yetimhanenin duvarlarında yankılanan çığlıklar, soğuk beton zeminde sessizce ağladığım geceler, onu son kez arkamda bırakıp gittiğim o lanetli gün...
Başımı eğdim. Yutkundum ama boğazımdaki yumru gitmedi. Ellerimi masanın kenarına dayayıp sıkıca kavradım, parmaklarım beyazlaşana kadar sıktım. Gözlerim gökayın gözlerinde kilitliydi, ama cesaretim kırılmıştı.
"Beni affet," dedim, sesi çatlamış bir adam gibi. "Hatırlamak istedim... Ama bazı anılar, insanın zihni kendini korumak için kendini kilitler ya hani..." Duraksadım, derin bir nefes aldım. "Sana veda ettiğim günün sabahı uyandım, seni orada bırakmanın acısı kalbimi delip geçmişti. Birkaç hafta sonra ne yüzünü ne de sesini tam çıkarabiliyordum. Kendi kendime unuttuğuma inandırdım belki de. Hatırlarsam seni bıraktığım o günü de hatırlayacağımı biliyordum..."
Gökay, yerinde kıpırdamadan bakıyordu. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü ama sesi hâlâ sakindi. "Beni bıraktığın günü unutmak istedin, değil mi?"
Başımı salladım. "Hayır," dedim fısıldar gibi. "Kendimi unuttum o gün. Seni değil."
Bir anda ayağa kalktı. Sandalyesi hafifçe geriye kaydı, ama bana doğru yürüdü. Çocukken yaptığımız gibi kollarını boynuma doladı, sıkıca sarıldı. Ben de kollarımı açtım, kardeşimi yıllar sonra ilk defa gerçekten bulmuş gibi, bıraksam kaybolacakmış gibi sarıldım.
"Senin sayende buradayım abi," dedi hıçkırarak. "O gün gitmeseydim, belki bambaşka bir hayatım olurdu. Ama sen beni kurtardın. Hep senin izinden gittim. Hep seni bulmak istedim..."
İçimde kopan fırtına, göğsümde çözülen düğümle karıştı. Saatlerce sarılabilirdim. Onu bırakmadığımı bilmesini istedim. Ama en çok, artık gerçekten eve döndüğümü hissettim.
"Artık buradayım," dedim. "Bir yere gitmeyeceğim, kardeşim."
Ve o an, yıllardır eksik olan bir parçanın yerine oturduğunu hissettim.
Gökay gözlerimin içine bakarken sesi titriyordu. Parmakları ceketimin koluna kenetlenmişti, sanki bırakırsa yine kaybedecekmiş gibi. “Abi...” dedi, sesi derin bir sızı gibi. “Adını ilk kez şehit listesinde duyduğumda... Kalbime bıçak saplanmış gibi oldu. İrkildim. Ellerim buz kesti.” Gözleri dolmuştu ama yine de bana bakıyordu. “Araştırdım. Soruşturdum. Yeni yetme bir valiydim o zaman, elim kolum bağlıydı ama sana ulaşmak için ne gerekiyorsa yaptım.”
Ben ise nefes bile alamıyordum. Bir kelime bile edemeden onun anlattıklarını dinliyordum.
“Bilgilerini istedim,” dedi sesi titreyerek. “Vermediler. Üstü kapalı dosyalar, gizlilik emirleri... Delirecek gibi oldum abi. Düşünsene, çocukken elimi tutan adamın, beni o yetimhaneden çıkaran adamın cenazesine bile gidemediğimi sandım. Günlerce uyuyamadım. Ufacık bir umut kırıntısı bile kalmamıştı içimde...”
Ben o sırada gözlerimi kapattım. İçimdeki suçluluk öyle derindi ki, kelimelere dökemezdim. Kardeşimin bana ulaşmak için verdiği savaşı bilmeden, ondan uzak yıllar geçirmiştim. Ama sonra Gökay bir adım daha yaklaştı. “Dün senin geri döndüğünü duydum,” dedi, yüzüne kocaman bir gülümseme yayılırken. “Madalya törenini öğrenir öğrenmez buraya koştum. Abi, yaşıyorsun... Buradasın...”
Gözlerimden yaşlar süzülürken kollarımı açtım ve onu sımsıkı sardım. “Gökay,” dedim, içim paramparça olurken. “Seni nasıl özlemişim, bilemezsin...” Göğsümden derin bir iç çekiş koptu, nefesim kesildi sanki. O an zaman durdu.
Ne şehit olduğum gün, ne savaş meydanları, ne de kaybolan yıllar... O an sadece iki kardeş vardık. Ve benim eksik kalan yarım ruhum, kardeşimin kollarında tamamlanıyordu.
Gökay heyecanla yerinde kıpırdanırken gözlerindeki mutluluğu görmemek imkansızdı. “Abi hemen anlat!” dedi sabırsızca, ellerini masaya koyup bana daha da yaklaştı. “Gerçekten elimde hiçbir bilgi yok. Hayatına dair hiçbir şey bilmiyorum. Ne olur anlat bana...”
Gözlerim gururla parladı, dudaklarımda kocaman bir gülümseme belirdi. “Öncelikle evlendim,” dedim mutlulukla, gözlerim uzaklara dalarken. “Ve bir tane dünya tatlısı yeğenin var. Allah bağışlarsa ömrümün en büyük mucizesi...” Gökay’ın gözleri doldu, dudakları titredi ama heyecandan yerinde duramıyordu.
“Tanışmaya geleceksin bu akşam,” dedim göz kırparak. “Umay’ı göreceksin, oğlum Aybars’ı kucağına alacaksın. Küçük kurt seni çok sevecek eminim.” Gökay ellerini saçlarına götürüp şaşkınlıkla güldü, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Abi... Ben amca oldum yani?” dedi fısıldar gibi.
“Amca oldun,” dedim başımı sallayarak. “Ve sadece yeğeninle tanışmayacaksın. Timimle de tanışmanı çok isterim. Onlar benim canımın parçaları. Biz birlikte büyüdük, birlikte savaştık, birlikte düştük, birlikte kalktık. Kardeş gibi değil, gerçekten bir bütün olduk. Onlar olmazsa ben eksik olurum, Gökay. Onlar benim ailem oldu yıllarca.”
Gökay gururla başını salladı. “O zaman seni hayata bağlayan herkesi tanımak için sabırsızlanıyorum abi.” dedi gözleri parlayarak. Ve ben o an ne kadar şanslı olduğumu bir kez daha anladım: Kayıp kardeşime yeniden kavuşmuş, sevdiklerimi daha da çoğaltmıştım.
Gökay gözlerimin içine bakarken sesi titriyordu, gözleri yaşlarla dolmuştu. Masanın köşesini sıkı sıkıya tutmuştu sanki bırakırsa kendisi de düşecekmiş gibi. “Ben evlenemedim abi...” dedi gözlerini kaçırarak. “Hayatımda kimse yok. Beni verdiğin aile... Beni okuttu, bana her şeyi öğretti. Ama ömürleri vefa etmedi. Üç sene önce rahmetli oldular.” Sesindeki kırıklık içimi dağladı, o küçücük çocuğun büyüyüp koca bir adama dönüşmesine ama içindeki yaraların hâlâ kapanmamış olmasına dayanamadım.
“Biliyor musun abi...” diye devam etti sesi çatlayarak, “Onlar da gidince lanetli olduğumu düşündüm. Annem beni doğururken vefat etti, babam peşinden intihar etti. Sen beni kurtarmak için başka bir aileye verdin ve sen de kayboldun. Sonra bana bakan o güzel insanlar da gittiler. Söylesene abi... Ben lanetli miyim?”
O an dünyadaki bütün acılar üzerime çökmüş gibi hissettim. Kalbim sıkıştı, gözlerim yanmaya başladı. Bir saniye bile düşünmeden yerimden kalkıp Gökay’a sıkıca sarıldım. “Yok lan öyle şey!” dedim titreyen sesimle. “Sen lanetli falan değilsin! Hayat sana hep zorluk çıkarmış olabilir ama sen her seferinde ayağa kalkmışsın. Sen güçlüsün, sen dimdik durmuşsun. Bak bana... Ben buradayım! Gitmedim. Gittim sandın ama dönüp geldim. Kardeşimin yanındayım, seni bir daha asla bırakmam.”
Gökay başını omzuma yasladı, çocuk gibi hıçkırarak ağlamaya başladı. Ben sırtını sıvazlarken “Artık yalnız değilsin,” diye fısıldadım. “Senin bir abin, bir yengen, bir yeğenin var. Bir ailen var. Ve biz seni hiç bırakmayacağız, kardeşim.”
Kapı tıklatıldığında tok ve kararlı bir ses yankılandı:
“Komutanım, girebilir miyiz? Hepimiz tamız.”
İlteriş’in disiplinli sesi koridorda çınladı. Tim, görev ciddiyetinden asla taviz vermezdi. Ben de gülümseyerek toparlandım, Gökay gözyaşlarını silip toparlanmaya çalıştı ama yüzündeki o mahzun ifade hâlâ kaybolmamıştı.
“Gelebilirsiniz, İlteriş,” dedim tok bir sesle ama içimdeki heyecanı saklayamıyordum. Kapı açıldı, İlteriş önde, tim arkasında dimdik esas duruşta içeri girdiler. Bordo bereleri başlarında, üniformaları kusursuz... Onlara bakınca içim bir kez daha gururla kabardı.
Ayağa kalktım, elimi Gökay’ın omzuna koyarak hafifçe sıktım. “Sizi tanıştırmak istediğim biri var,” dedim keyifle. Tim şaşkın bakışlarla bize bakarken, Gökay yerinden kalktı. Ben sesimdeki duyguyu saklamaya çalışarak devam ettim:
“Bu genç adam... Vali Gökay Öztürk. Aynı zamanda... benim kardeşim.”
Tim’den kısa bir sessizlik yükseldi. Gözler büyüdü, bakışlar hızla Gökay’dan bana, benden ona kaydı. Derken Burak dayanamayıp patladı:
“Vayyy be! Komutanım sen gizli hazine gibisin!”
O an odada kahkahalar yankılanırken Gökay hafifçe gülümsedi. İlteriş ciddi bir ifadeyle başını salladı:
“Komutanımın kardeşi bizim de kardeşimizdir,” dedi Mustafa Kemal gururla.
Ben ise hepsine bakarken kalbimde tarifsiz bir huzur hissettim. Kardeşim artık yalnız değildi. Ve o da benim gerçek ailemin bir parçası olmuştu.
Gökay, hâlâ biraz çekingen ama gözlerinde merakla yerinden kalkıp timle tokalaşmaya başladı. Her biri sırasıyla kendini tanıtıyor, Gökay’a sıcak bir tebessümle yaklaşıyordu. İlteriş öne çıkıp ilk elini uzatan oldu.
“Üsteğmen İlteriş Yıldırım. Sizi tanımaktan şeref duydum, Gökay Bey.”
Gökay hafifçe gülümsedi, elini sıktı. “Ben de İlteriş. Abim sizinle gurur duyuyor. Zor iş yapıyorsunuz’’
“Altay abinizin kardeşi olmak daha zor bence,” diye ekledi Burak, her zamanki muzipliğiyle. Elini uzatıp sıktı. “Uzman Çavuş Burak Koçak. Bomba imha uzmanıyım ama aynı zamanda timin neşe kaynağıyım.”
“Ve baş belası,” diye ekledi Ulaş göz devirmeden duramayarak. “Kıdemli Üsteğmen Ulaş Barış Mutlu. Sizi burada görmek güzel.”
Mustafa Kemal, Onur, Eren, Yavuz, Kerim ve Fatih de sırayla el sıkıp isimlerini söylediler. Her biri Gökay’a içtenlikle yaklaşmıştı. Bu insanlar kardeşim için artık bir aileydi ve Gökay da bunu fark etmiş gibiydi. Gözlerindeki çekingenlik yerini sıcak bir parıltıya bıraktı.
“Abim sizden aile gibi bahsetti... sanırım nedenini şimdi anlıyorum,” dedi, sesi duyguyla titrerken.
Ben geriden izlerken içim huzurla doldu. Tim sadece bir ekip değildi. Onlar, gerçekten her birimizin sırtını yasladığı koca bir aileydi. Ve şimdi, Gökay da o ailenin en yeni üyesiydi.
Telefonumu çıkarıp hızlıca mesaj yazdım:
"Aşkım, bu akşam misafir kabul edebilir miyiz? Benim için çok önemli biri var, sizinle tanıştırmak istiyorum. 🫶"
Mesajı gönderdikten saniyeler sonra ekran ışığı yanıp söndü. Umay’dan gelen cevabı okurken yüzüme istemsiz bir gülümseme yayıldı:
"Ben şimdi eve geçiyordum aşkım, Yaseminka’yla hemen hazırlıkları yaparız. 🩷 Sabırsızlandım bile!"
Cevabı okuduktan sonra telefonu cebime koydum ve derin bir nefes aldım. Gökay’ın, Umay ve Aybars’la tanışacağı düşüncesi kalbimi sıcacık yapıyordu. Bu akşam, yıllar süren ayrılıkların, kaybolmuşlukların telafi edileceği gece olacaktı. Masada sadece yemek değil, yılların özlemi, kardeşliğin şifası olacaktı.
“N’oldu? Umay izin verdi mi?” diye sordu gülümseyerek.
“Vermez mi hiç? Yaseminka’yla hazırlıklara başlamış bile,” dedim neşeyle.
Gökay sessizce bizi izliyordu, gözlerinde tarifi zor bir heyecan vardı.
"Abi... ya gerçekten kabul etmezlerse? Ya ben sizin ailenize yabancı kalırsam?" dedi sessizce.
Elimi omzuna koydum, yüzümdeki kararlı ifadeyi saklamadan:
“Biz zaten aileyiz Gökay. Sen, daha önce hiç kaybetmediğimiz bir parçaydın. Hadi, artık eve gidip gerçek ailenle tanışma vakti.”
Gökay’ın gözleri dolarken, içimden sessizce şükrettim. Bu akşam, kalplerimizi birleştiren koca bir umutla masaya oturacaktık.
Gökay bana bakıp hafif mahcup bir gülümsemeyle:
“Abim be...” dedi, sesi hem sevinç hem de tedirginlikle titriyordu. “O zaman ben gideyim ya, üstümü değiştirip hazırlık yapayım. Sen bana konum atarsın, aha kişisel numaram!” dedi, cebinden buruşturulmuş küçük bir kâğıt çıkarıp uzatarak.
Kâğıdı alıp dikkatlice cebime koydum. "Tamam oğlum, sen işlerini hallet. Ben konumu atarım hemen,” dedim gülümseyerek.
Gökay kapıya yönelirken arkasından seslendim:
“Ve sakın stres yapma. Umay seni bağrına basar, Aybars zaten herkese direkt ‘amca’ diyor, çabuk kaynaşırsınız!”
Gökay kapıda durdu, başını eğip gülümseyerek gözlerini ovuşturdu.
“Tamam abi... Görüşürüz.” dedi ve hızla uzaklaştı.
Kapıyı kapattıktan sonra arkamı döndüm, timin hepsi bana bakıyordu. Ulaş ellerini cebine sokup hafifçe yana eğildi:
“Abi... Biz yeni bir amca daha mı olduk?” dedi muzurca gülümseyerek.
Burak hemen araya girdi:
“Vay arkadaş! Bizim aile şube gibi oldu. Gelene amca kartı mı basıyoruz artık?”
Kahkaha atarak sandalyeye oturdum, başımı sallayıp:
“Gökay benim kanım, canım oğlum. Onu da aramıza katmazsak içim rahat etmezdi.” dedim, gözlerim hala kapının ardında gitmiş olan kardeşimin hayaline dalmıştı.
İlteriş ciddiyetle başını salladı, sesi derin ve sakin:
“O zaman bu akşam, aileye hoş geldin gecesi olur.” dedi.
Ben de gülümseyip sırtıma yaslandım:
“O zaman beyler, dağılın. Eve gidip düzgünce giyinin. Bu akşam aileye yeni bir amca katılıyor!”
Burak kapıdan çıkarken ellerini başının arkasında kavuşturup arkasına yaslanmış gibi yürüyordu, sırtı bana dönük ama sesi gayet neşeliydi:
“Valinin abisi olmak da havalı he, abi! Düşünsene, adam devleti yönetiyor, sen burada timi yönetiyorsun. Ne havalı aile ama!” dedi, kahkaha atarak.
O an dayanamadım, sandalyeden kalkıp sesimi biraz yükselttim ki tüm tim duysun:
“Lan valinin abisi olmak da güzel de uzman çavuşun da abisiyim ben!” dedim göğsümü gere gere.
İlteriş gözlerini devirip sırıttı:
“Tamam abim, anladık. Sen çok yönlü bir abisin. Yetimhaneden vali çıkarmış, karargâhtan kahraman çıkarmış. Daha ne yapacaksın?” dedi, sırtıma bir şaplak indirerek.
Ulaş gülerek araya girdi:
“Abi çok ciddi söylüyorum, yakında ‘Altay Öztürk Abilik Merkezi’ kurarız. Gelen askerlere, devlet adamlarına kardeşlik koçluğu falan yaparsın.”
Burak hemen ekledi:
“Aile bağları dersi! İlk ders: Vatan sevgisi!”
Hepimiz kahkahaya boğulduk. Ama sonra yüzüm ciddileşti, kahkahaların arasında aniden durup iç geçirdim:
“O çocuk burada olmasa belki bambaşka bir hayat yaşayacaktı...”
Mustafa Kemal başını iki yana salladı:
“Belki de şu an burada olması, onu gerçekten en doğru yere getirmiştir abi. Düşünsene, koskoca vali olmuş. Hem de senin gibi birini örnek alarak büyümüş.”
Başımı sallayıp pencereden dışarı baktım. Gökay’ın o sarı saçlı, kıvırcık hali gözümün önüne geldi. Onu yetimhanede o pislik ortamdan çekip almamış olsaydım, belki de şimdiki hayatını yaşayamayacaktı.
“Evet...” dedim derin bir nefes alarak. “Birini kurtarmak için kendimden vazgeçmiştim. Ama şimdi... iyiki yapmışım dediğim yerdeyim. Kendimden vazgeçmek onun hayatını kurtardı.’’
Halil komutan ağır adımlarla odaya girdiğinde hepimiz bir anda ayağa kalkıp esas duruşa geçtik. “Rahat!” emrini verince yerlerimize döndük, ama o bizim yüzümüzdeki tuhaf ifadeyi fark etmişti bile. Kaşlarını çatarak bize baktı:
“Ne oluyor burada? Oğlum, siz haylazlık yapmadan duramaz mısınız?” dedi, sesinde tatlı bir sertlik vardı.
İlteriş hafif sırıtarak:
“Komutanım, bu seferki olay bambaşka. Altay’ın kardeşi varmış... Vali olmuş.” dedi.
Halil komutan önce anlamadı, gözleri kısıldı, sonra bana döndü.
“Ne diyorsun sen Altay?” diye sordu, sesi hafif çatlamıştı.
Yutkundum, derin bir nefes alıp anlatmaya başladım:
“Komutanım, hatırlarsanız yetimhanede büyüdüğümü biliyordunuz. Ama benim orada bir kardeşim vardı. Adı Gökay. Onu bir aileye verdim ki daha iyi bir hayatı olsun diye... O çocuk şimdi vali olmuş.”
Halil komutan yerinde donup kaldı. Gözleri hafifçe doldu ama hemen toparlandı. Ellerini sıktı, yüzüne hem gurur hem şaşkınlık karışımı bir ifade oturdu:
“Bu... Bu nasıl bir kader Altay? Hem devlet için canını ortaya koy, hem de bir çocuğun hayatını kurtar. Ve o çocuk, dönüp ülkesine vali olsun. Allah seni özel yaratmış evlat...”
Ben başımı eğdim, gözlerim dolmuştu ama belli etmemeye çalıştım.
“Komutanım, ben sadece elimden geleni yaptım. Gerisini Allah yazdı.” dedim sessizce.
Halil komutan, elleri titrerken omzuma bir şaplak indirdi:
“Sen var ya sen... İnsan bir kahraman olur, ama seninki başka bir şey oğlum. Her şehit ailesine umut oldun, şimdi de bir yetimi devlet adamı yapmışsın. Helal olsun sana.”
Timden kimse konuşmuyordu. Herkes sessizce bizi izliyordu. Halil komutan gözlerini silip derin bir nefes aldı:
“Bu akşam o çocuğu kendi gözlerimle göreceğim. Bu an kaçmaz!” dedi gülerek.
Biz de gülümsedik. O an, bütün emeklerin boşa gitmediğini bir kez daha anladım.
Burak sırıtıp çayından bir yudum aldı, gözleri Halil komutanın üstündeydi:
“Komutanım, siz daha gençsiniz ya. Cidden 71 doğumlu olduğunuzu hâlâ çözemiyorum.” dedi, muzip bir gülümsemeyle.
Onur, her zamanki saf hâliyle hemen atladı:
“Hangi 71 abi?” dedi gözlerini kocaman açarak.
Halil komutan bir an durdu, yüzüne bilgece bir ifade takındı, sonra bıyığının altından gülümseyerek koltuğa yaslandı:
“1071. Türklere Anadolu'nun kapılarını ben açtım oğlum!” dedi, kaşlarını kaldırarak.
O an odada bir patlama oldu, kahkahalar silah sesi gibi yankılandı. Ulaş sandalyeden düştü, Burak yere yığılıp nefessiz kaldı, İlteriş koltukta debeleniyordu. Mustafa Kemal masaya vurup ritim tutarken, Eren gözlerinden yaş gelene kadar güldü.
Burak nefes nefese doğruldu:
“Komutanım, o zaman siz Sultan Alparslan’sınız, biz de Alp’leriz! Ama bence ben ok taşıyan Alp olayım, en az hareket eden o çünkü.” dedi kıkırdayarak.
Halil komutan kafasını iki yana salladı:
“Siz Alp değil, bildiğin keçisiniz. Keçi sürüsü!” dedi ama kendi de kahkahalarını zor tutuyordu.
İlteriş toparlanıp ciddi bir yüz ifadesi yapmaya çalıştı:
“Komutanım, peki Malazgirt’te ne hissettiniz?” dedi gülerek.
Halil komutan elini çenesine koyup düşünüyormuş gibi yaptı:
“Çocuklar, Malazgirt’te de aynı şeyi hissettim, şimdi de hissediyorum: Size katlanmak zorundayım!”
Bu sefer ben de dayanamadım, kahkahayı bastım. İşte bu tim, savaştan çıkıp nefesi kesilene kadar gülebilen bir aileydi.
Halil komutan sandalyesinden kalkarken yüzündeki sabır taşı çatlamak üzereydi. Ellerini beline koyup gözlerini kısıp tek tek hepimize baktı:
"Ulan, ben de size uyup bozuluyorum ha! Karargahtayız lan, ciddi olun biraz!" dedi sert sesiyle.
Sonra başını iki yana sallayıp kapıya yöneldi:
"Sizin yapacağınız muhabbete..." diye homurdanarak çıkarken, ayakkabılarının sesi koridorda yankılandı.
Biz ise refleks gibi fırlayıp esas duruşa geçtik, gözümüz kapıda, nefes almadan bekledik. Komutanın adımları uzaklaştıkça içimizdeki o bastırılmış enerji kabarmaya başladı. Halil komutanın gölgesi kapıdan tamamen kaybolunca, sessizliği Burak bozdu:
Ve o an patlama oldu! Herkes kahkahayı koyverdi, sandalyeler devrildi, Ulaş sırtını duvara yaslayıp yerlere inerken, Burak masaya kapanıp yumruklarıyla vuruyordu. İlteriş, ciddiyetini korumaya çalışıp gülmemek için dudaklarını ısırsa da en sonunda dayanamayarak sandalyesinden düştü. Mustafa Kemal gözlerinden yaşlar gelirken:
"Komutan 1071’den beri bize sabrediyor, adam haklı beyler!" diye bağırdı.
Ben elimle yüzümü kapatıp kafamı salladım ama içten içe o kahkaha dalgasına kapılmaktan kendimi alamıyordum. İşte bizim tim buydu: ölümle burun buruna geldiği gün bile gülebilen, acıyı mizahla yumuşatabilen, birbirine sımsıkı kenetlenen koca yürekli adamlar...
Hepimiz gülmekten kırılırken toparlanmak zorunda olduğumuzu hatırlattım:
"Kalkın lan yerden! Yeter bu kadar gevşeme, gidiyoruz eve. Sivil giyinin, hadi hareket!" dedim gülerek ama sesimdeki komutan ciddiyeti yine de kendini belli ediyordu.
Herkes hızlıca toparlanıp koğuşlara dağıldı. İlteriş tişörtünü çantasından çıkarırken Burak hâlâ sırıtıyordu:
"Abi, en son ne zaman sivil kıyafet giydim hatırlamıyorum ya! Üzerimde kamuflaj izi çıkmış olabilir."
Ulaş gömleğinin düğmelerini ilikleyip aynaya bakarken, ciddiyetle:
"Lan hepiniz adama benziyorsunuz sivilde. Bir tek ben hâlâ devrem otobüs şoförü gibi görünüyorum." dedi, hepimizi güldürerek.
Hızla hazırlanıp karargâhın çıkışında toplandık. Tim tam kadro, temiz, derli toplu, sanki az önce ölümüne gülmemiş gibi disiplinle sıralandı. Dışarı çıkarken herkes sessizdi ama o sessizlik bile bir bütünlük duygusu veriyordu.
Arabalara binerken İlteriş yanıma yaklaştı:
"Hazır mıyız komutanım?" dedi göz kırparak.
Cevap vermedim, sadece gülümsedim. Servise binerken içimde tuhaf bir heyecan vardı. Onca acıdan, görevden, kayıptan sonra artık yeni bir sayfa açılıyordu. Bu akşam sadece bir araya gelen tim değildik; bu akşam biz, yeniden aile oluyorduk.
Servis daha siteye varmadan telefonu çıkarıp Umay’ı aradım. Her zamanki tatlı sesiyle açtı:
“Ben geldim sayılır, eve çıkmadan lazım bir şey var mı?” diye sordum.
Umay biraz duraksadı, sonra mahcup bir gülümsemeyle:
“Aslında var... Yoğurdu çorbaya kullandım, sen gelirken bir kova yoğurt bir de taze ekmek alır mısın hayatım?” dedi.
Gözlerim kısıldı, gülerek:
“Hemen alıyorum çiçeğim, timi eve yollayıp markete kaçarım.” dedim. Ama o tim var ya, Buraksız olur mu?
Direksiyonun yan koltuğunda oturan Burak hemen atladı:
“Komutanım, ben de geleyim. Çikolata alırım.” dedi sırıtıp.
Ulaş arka koltuktan kaşlarını kaldırdı:
“Lan Burak, daha sabah Umay yenge kahvaltıda Nutella’yı sakladı senden, hatırlamıyor musun?” diye patlattı.
Burak aldırmadı bile:
“Abi bu bambaşka bir şey ya, çikolata ruhumun yakıtı!” dedi ciddiyetle.
Kahkahalar arasında servis siteye yanaşırken timi indirdim:
“Hadi beyler, eve geçin. Sofra hazırdır. Burak'la markete gidiyoruz, acil durum var!” dedim gülerek.
İlteriş camı açıp seslendi:
“Komutanım, o acil durum Burak’ın tatlı krizi mi yoksa gerçekten mi?”
“İkisi de.” dedim kahkaha atarak.
Burak’la markete girer girmez çikolata reyonuna daldık. O, kutu kutu çikolataları sepete doldururken ben de Umay’ın istediği yoğurt ve ekmeği aldım. Yetmedi, Aybars’a da minik atıştırmalıklar ekledik. Kasaya geldiğimizde Burak hâlâ gözünü reyondan ayıramıyordu, ben de fırsatı bulmuşken devreye girdim.
“Bu bir emirdir. Git, beni dışarıda bekle!” dedim ciddi bir ifadeyle.
Burak önce şaşırdı:
“Komutanım? Ama ben–”
Elimi kaldırıp sözünü kestim:
“Git oğlum işte, gelcem ben!” dedim hafif sert ama tebessümle.
İstemeye istemeye dışarı çıktı, arada camdan bana bakıp kaşlarını çattı. O çıktıktan sonra, Burak’ın sepete gizlice attığı en sevdiği çikolatayı aldım ve onun haberi olmadan ödedim. Kasiyer gülümseyerek uzattı poşetleri, ben de kafamı sallayıp hızla dışarı çıktım.
Ama Burak, çıkmamla birlikte suratını asıp bana sırtını döndü:
“Bana Burak deme! Anladım oyunu...” dedi dudak bükerek.
Elimdeki çikolata poşetini uzatıp:
“Al bakayım, tatlı krizine girme!” dediğimde gözleri parladı ama hâlâ bozuntuya vermemeye çalışıyordu.
“Yani... Sağ ol abi de, emirle dışarı atmasan da olurdu...” diye homurdandı.
“Dram yapma Burak, hadi eve!” dedim gülerek. O sırada poşeti açıp çikolatayı yerken yüzündeki keyifli ifadeyi görmek her şeye değdi.
Hızla eve girip üzerimizi değiştirir değiştirmez koltuklara yayıldık. Günün yorgunluğu çökmüştü ama tatlı bir heyecan vardı içimde. Umay mutfakta çay koyarken, tim koltuklara dağılmış, kendi aralarında kısık sesle gülüşüyordu. Aybars’ı erkenden uyutmuştuk ki huysuzlanmasın, misafir gelince neşeyle uyanıp herkesle oynasın. Küçük kurdun huzurlu nefesi bebek telsizinden geliyordu, kalbimi sıcacık yapan o minik ses...
Telefonu elime aldım, sabırsızlıkla mesaj attım:
"Konumu attım, nerdesin?"
Birkaç saniye geçmeden mesaj geldi:
"Yakındayım abi, birkaç dakikaya ordayım."
Eve kardeşimi getirecektim. Yıllar sonra, hayatın acımasızca ayırdığı o kopuk bağ nihayet tamir olacaktı. Gözlerim kapıya kaydı, her an çalacakmış gibi... İçimde, derinlerden gelen bir huzursuzluk vardı ama bunu sevinçle bastırıyordum. Umay tepsiyle yanımıza gelip, yanıma sokuldu. Elimi tuttu sıkıca. "İyi misin aşkım?" dedi fısıldayarak.
"İyiyim..." dedim ama sesim bile titriyordu. Gökay’ın kapıdan girmesiyle tüm geçmişim yüzüme çarpacaktı.
Aybars’ın ağlama sesi telsizden yükselince hemen odasına gittim. Küçük kurt, yanakları kızarmış, gözlerinde uykudan kalma minik damlalarla kollarını bana uzatıyordu. Onu nazikçe kucağıma alıp sırtını sıvazladım. “Gel bakalım küçük kurt, bilmem kaçıncı amcanla tanışacaksın.” dedim gülerek, ama içimde derin bir heyecan dalgası kabarıyordu. Aybars’ın saçlarını usulca düzelttim, uyku mahmurluğuyla bana sarılırken başını omzuma yasladı. Onun minik kalbi göğsümde atıyordu, benim kalbimse hızlanıyordu.
Tam o anda kapı çaldı. Umay hızla yanıma geldi, gözlerinde merak ve heyecan vardı. Bir elimde oğlum, diğer elim kapıya uzandı. Kapıyı açtığımda karşımda elinde 2-3 poşetle duran Gökay’ı gördüm. Gözlerinde yılların hasreti, yüzünde ürkek bir gülümseme vardı. Sanki o an, geçmiş ve şimdi birbirine karıştı. O çocukken bıraktığım kıvırcık saçlı, sümüklü, korkak bakışlı kardeşim gitmiş; yerine gözleri hüzün dolu ama dimdik duran genç bir adam gelmişti.
Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. “Hoş geldin...” diyebildim sadece. Sesim titriyordu. Gökay, poşetleri yere bırakıp bana sıkıca sarıldı. Kollarının titrediğini hissedebiliyordum. “Abi...” dedi kısık bir sesle, ama o tek kelime, iç çekmeme sebep oldu.
Gökay içeri geçtiğinde tim ayağa kalkıp tek tek sarıldı, tokalaştı. Gözlerindeki şaşkınlığı fark ettim; herkesin yüzünde aynı ifade vardı. Sanki yıllar önce kaybolan bir parça yerine oturmuş gibi... Gökay’ın bakışları her şeyi inceliyordu, adeta hafızasına kazımak istercesine. Onun ne kadar yalnız kaldığını, kaç yıl boyu ne eksiklerle büyüdüğünü biliyordum. Ama artık yalnız değildi, artık kocaman bir ailesi vardı.
Umay’ın yanına geçtim ve elini tuttum. “Tanıştırayım kardeşim Gökay, bu da hayatımın anlamı, eşim Umay...” dedim sesi titreyen bir mutlulukla. Umay nazikçe gülümsedi, ellerini uzattı. Gökay önce tereddüt etti ama sonra o da gülümseyip Umay’ın elini sıktı. “Hoş geldiniz, ne güzel sizi tanımak.” dedi Umay. “Ben de sizi...” diye mırıldandı Gökay.
Sonra kucağımdaki Aybars’a baktım. “Ve bu da minik kurt, Aybars.” dediğimde, Gökay’ın gözleri doldu. Aybars kollarını açıp ona gitmek isteyince hiç tereddüt etmeden izin verdim. Gökay, Aybars’ı nazikçe kucağına aldı. Onu tutuşu, sevgiye aç bir adamın kırılgan bir mucizeyi kavrayışı gibiydi. Aybars, sanki kalbinde hissetmiş gibi, hiç huysuzlanmadan amcasının yüzünü okşadı. “Gel bakalım küçük kurt...” dedi Gökay, sesi titrerken.
Elindeki poşetleri yere koydu, iç çekti. “Bunlar sana...” dedi Aybars’a bakarak. “Gerçi tatlı da aldım ama belki sevmezsin.”
Umay kahkahasını tutamadı. “Zahmet etmişsiniz, ben yapmıştım zaten ama ikinci tatlıya kim hayır diyebilir ki?” dedi neşeyle. Gökay mahcup oldu, başını eğdi ama gözleri mutluluktan parlıyordu. Yıllar sonra, ilk kez bu kadar kalabalık, bu kadar sevgi dolu bir ortamda olduğunu hissediyordu. Onu yanımızda görmek, bir eksiğin daha tamamlandığını bilmek beni derinden sarstı. Gökay, Aybars’ı sevgiyle kucağında sallarken içimdeki tüm boşluklar dolmuştu.
İçeri geçtiğimizde Aybars halının üstüne yayılmış, Gökay’ın getirdiği poşetleri büyük bir merakla karıştırıyordu. Küçük elleriyle paketleri çekiştiriyor, açmak için uğraşıyordu ama beceremeyince huysuzlanmaya başladı. Gökay hemen dizlerinin üstüne çöküp yardım etti, Aybars’a nasıl açacağını gösterdi. İkisi beraber kâğıtları yırtarken, Aybars’ın neşeli kahkahaları salonu doldurdu. İlk paketten çıkan peluş kurdu kucağına alıp hemen sarıldı, Gökay ise minik yeğeninin sevincini izlerken gözleri parlıyordu.
Açılan her kutuda başka bir özen vardı. Ahşap bloklar, yumuşak kenarlı puzzle'lar, rengârenk kitaplar... Gökay, her oyuncağın amacını açıklıyor, hangi becerilere katkı sağlayacağını anlatıyordu. O anlattıkça Umay'la göz göze gelip gülümsüyorduk. Gökay, kocaman kalbiyle sadece yeğenine hediye almamış, onun gelişimini düşünerek tek tek araştırmıştı. Oyuncakların kutularını kenara toplarken bana dönüp:
“Bu arada hepsi yaşına uygun ve güvenilir oyuncaklar, abi,” dedi Gökay, hafif mahcup bir gülümsemeyle. “Araştırdım, yorumları okudum, zararlı madde içermez diye sertifikalarına bile baktım. Birkaç oyuncak pedagogu bile takip ettim sosyal medyada. Ne bileyim, ilk kez bir yeğenim oluyor... Onun için en iyisini almak istedim.”
Sözleri bittiğinde salonun sessizliği hislerle doldu. Kardeşimi böyle hassas görmek beni derinden etkiledi. Birbirimizi yıllarca görememiş olsak da kan bağımız kopmamıştı; gözlerindeki özen, kalbindeki sevgiyi daha da belirginleştiriyordu. Umay ise kucağındaki boş çay bardağını sehpaya bırakıp yanımıza geldi, Gökay’a içten bir tebessümle baktı:
“Teşekkür ederiz gerçekten,” dedi nazikçe. “Ama bir şey fark ettim. Siz de Altay gibi aşırı detaycısınız galiba?”
Gökay başını kaldırıp bana baktı. Gözlerindeki sıcaklık bir anda yaramaz bir parıltıya dönüştü. “Abimin kardeşiyim sonuçta,” dedi gülerek, omuz silkerek. “Genetik miras galiba!”
Ben de kahkahama engel olamadım, Aybars’ın kucağında peluş kurdu sıkı sıkı tuttuğunu görünce içimde sıcacık bir huzur yayıldı. Küçük kurt, gerçek amcasıyla tanışmıştı ve aralarındaki bağ daha ilk dakikadan kurulmuştu. Gökay’ın uzattığı oyuncağı neşeyle kavrayıp başını yaslaması, her şeyin yoluna girdiğinin sessiz bir kanıtı gibiydi.
“Sana bir şey diyeyim mi, Gökay?” dedim gözlerim dolarken. “Sen bu aileye çok yakıştın.”
O an hepimiz aynı şeyi hissettik: Eksik olan parça yerine oturmuştu.
Dakikalar geçtikçe salonun havası değişti, resmiyetin ağır örtüsü usulca sıyrıldı ve yerini sımsıcak bir aile sohbetine bıraktı. Kahkahalar yükseldikçe, yüreğimizde biriken hasret yerini huzura bırakıyordu. Umay ve Yaseminka mutfakta adeta birer sanat eseri yaratmışlardı; sofra, sevdiklerine özenle hazırlanmış bir şölen gibiydi.
Yayla çorbasının mis gibi yoğurt kokusu ilk kaşıkta içimizi ısıttı; üzerine serpilen nane ve kırmızı biberin yakıcı kokusu, sofraya baharın tazeliğini taşımıştı sanki. Buharı hâlâ tüten çorba kâseleri boşaldıkça, tabaklar yerini ana yemeğe bıraktı: nar gibi kızarmış, içi kuş üzümlü, fıstıklı pilavla doldurulmuş Piliç Topkapı. Her bıçağı geçirdiğimizde tavuktan yayılan baharat kokusu iştahımızı daha da kabartıyordu. Yanında taptaze dereotlu pirinç pilavı ve sarımsaklı Van cacığı, yemeği kusursuzca tamamlıyordu.
Masada sürekli uzatılan tabaklar, çatal çarpışmaları ve araya sıkışan neşeli sözler vardı. Burak’ın nohut yemeğinin sosunu ekmeğiyle sıyırışı, İlteriş’in tabağındaki son lokma için Gökay’la tatlı tatlı atışması... Her şey o kadar bizdendi ki, her anı saklayıp kalbimize koymak istiyorduk. Aybars, mama sandalyesinde ellerini çırpıyor, pilavla oynarken kahkahalar atıyordu. Gökay, onun başını okşayıp babacan bir sevgiyle gülümsediğinde, yılların eksik parçaları sessizce tamamlanıyordu.
Yemeğin ardından masayı tatlı bir sessizlik sardı. O an herkesin gözlerinde aynı ifade vardı: Minnettarlık. Hayatın savurduğu yerlerden tekrar bir araya gelmenin huzuru. Derken, tatlılar masaya geldiğinde sessizlik yerini yine neşeye bıraktı. Yaseminka’nın ellerinden çıkan trileçenin üzerindeki karamel, çatala her dokunuşumuzda aşağı süzülüyor, adeta dili şenlendiriyordu. Gökay’ın getirdiği şekerpare ise, şerbeti tam kıvamında çekmiş, lokma gibi dağılıyordu ağızda.
“Yenge, bu kadar güzel yapmayın ya, ben ikinci kez doğuyorum şu an,” dedi Burak gözlerini kapatarak. Hepimiz kahkahalara boğulduk. Gökay, başını sallayıp iç çekti: “Gerçekten abimi bulmak yetmezmiş gibi bir de gurme sofraya düştüm.”
Ben, Umay’ın elini tutup gözlerinin içine bakarken, sofradaki o sıcaklık kalbimin en derinine işliyordu. “Bu masa,” dedim içimden, “benim cennetim.”
Yemek faslı bittikten sonra herkes sandalyelerine yaslanıp derin bir nefes aldı. Doymuş midelerimiz kadar ruhumuz da huzura kavuşmuştu sanki. Sofra, sevgiyle kurulmuştu ve her tabakta başka bir anı, her lokmada derin bir bağ vardı.
Aybars, küçük elleriyle şekerparenin yarısını ezmiş, sonra Gökay’ın kucağına tırmanıp onun kravatıyla oynamaya başlamıştı. Gökay ise yeğenine bakarken gözleri dolu dolu gülümsüyordu. Sanki yılların özlemi o minik bedene sarıldıkça eriyordu içinde. Tim masada yayılmış, eliyle karnını ovalarken Burak, trileçeden son kalan parçayı çatalla almaya çalışıyordu. “Bundan daha güzeli cennette var mı acaba?” diye mırıldandı Burak, sesi tatlı mahmurluğuyla yankılanırken.
Umay mutfağa gidip çayları tazelerken, Yaseminka tabakları toplamak için kalktı ama İlteriş elini kaldırıp durdurdu: “Sen geç otur, yenge. Bugün bizde sıra. Tim operasyonu başlıyor!” dedi ve bir anda tüm çocuklar gibi ayaklanıp mutfağa hücum ettiler. Bulaşıkları yerleştirirken bile kahkahalar yükseliyordu. Gökay, Aybars’ı omzuna alıp evi dolaştırırken, oğlumun kahkahaları tüm salonu dolduruyordu. Onun mutluluğunu izlemek, tüm yorgunluğumu siliyor, içimdeki eksik parçaları tamamlıyordu.
Ben, sandalyeme yaslanıp Umay’a bakarken gözlerim dalıp gitti. Onun o fedakâr, sabırlı, her zaman sevgiyle bakan gözleri, bana vatan kadar kutsal geliyordu. Ne zaman baksam, şefkatiyle tüm yaralarımı sarar gibi olurdu. “İyi ki varsın,” dedim sessizce, sadece ben duyabileyim diye. Umay fark etti yine, tebessüm edip başını omzuma yasladı. “Sen dönmesen biz eksik kalırdık, Altay...” diye fısıldadı titrek sesiyle.
O an, yıllardır omuzlarıma çöken yük sanki bir anda hafifledi. Savaşlar, karanlık görevler, arkamda bıraktığım acılar... Hepsi o salonun sıcaklığında eriyip gitti. Gökay, Aybars’ı yere bırakıp onunla arabalarını sürerken, Burak eline aldığı gitarla hafif bir melodi çalmaya başladı. İlteriş mutfaktan bağırdı: “Kahve istiyoruz komutanım!” Hepimiz güldük. “Hadi bakalım,” dedim gülümseyerek. “Bu akşam uzun olacak.”
Çünkü artık biliyordum: Aileyle geçirilen her saniye, cephede kazanılmış en büyük zaferdi.
Gece ilerleyip de kahve kokusu salonu sardığında, herkes yavaş yavaş koltuklara yayılmıştı. Aybars, yorulup Umay’ın kucağında uyuyakalmıştı; o minik nefesi bile eve huzur yayıyordu. Yaseminka ve İlteriş, sessizce birbirine sokulmuş film izler gibi bizi dinliyordu. Burak, çayını karıştırıp arada bakışlarını bana ve Gökay’a atıyordu. Gözlerinde merak vardı. Küçük kardeşimle geçirdiğim kayıp yılların her saniyesini geri almak ister gibi, yüzüne doya doya bakıyordum.
“Anlatsana,” dedim, gözlerimi ondan ayırmadan. “Nasıl başardın bu kadarını? Genç yaşta vali olmak kolay iş değil. Sen o küçük sümüklü veletken bile azimle doluydun ama...” dedim gülümseyerek.
Gökay hafifçe güldü, gözlerini yere indirip ellerini ovuşturdu. “Kolay olmadı abi...” diye başladı sessizce. “Beni verdiğin aile gerçekten harikaydı. Eğitimime çok önem verdiler. Okulda hep en iyisi olmamı istediler ama bunu baskıyla değil, sevgiyle yaptılar. Onları mutlu etmek için daha çok çalıştım. İlkokulu birincilikle bitirdim, lisede burs kazandım. Hukuk okudum, sonra siyaset bilimi üzerine yüksek lisans yaptım. Devlet kapısında çalışmak için can attım çünkü içimde hep o çocuk vardı... Hani senin beni bırakıp gönderdiğin gün var ya...” dedi ve sesi titredi.
Yutkundum, boğazıma koca bir taş oturdu sanki. “Beni affettin mi?” diye sordum kısık sesle.
Gökay gözlerimin içine baktı, yüzünde koca bir tebessüm vardı. “Abi,” dedi hafifçe başını iki yana sallayarak. “Affetmek ne kelime... Sen beni kurtarmasaydın belki de burada olmazdım. Bana bir hayat verdin. Ben de o hayatı en iyi şekilde yaşamak istedim. Benimle gurur duymanı istedim. O yüzden hep daha çok çalıştım. Önce kaymakam oldum, sonra vali yardımcısı... En sonunda vali oldum işte. Hep senin gibi güçlü olmak istedim.
Gökay’ın sesi titrerken gözlerindeki ışığı gördüm. O çocuk gözlerinde hâlâ hayattaydı; umutla, sevgiyle, bana kavuşmanın verdiği huzurla parlayan bir çocuk… Boğazıma düğümlenen acıyı yutkunmaya çalıştım ama olmadı. Ellerini tuttum, sımsıkı.
“Ben zaten hep gurur duydum seninle, Gökay...” dedim fısıldar gibi. “Beni bulmuş olman bile başlı başına mucize. Ama ben o gün seni bırakırken ne kadar yanmışsam, senin bu başarılarını göremediğim her gün biraz daha küle döndüm.”
Umay sessizce ağlıyordu, Yaseminka gözlerini kaçırıyordu, Burak ise o her zamanki muzipliğinden eser kalmamış şekilde sessizce bizi dinliyordu. Sadece İlteriş hafifçe başını eğip, gözlerinde koca bir gururla bizi izliyordu. Tim bile sessizdi; ilk defa hepsi bir araya gelip tek bir cümlenin, tek bir duygunun ağırlığını taşıyordu.
Gökay derin bir nefes aldı, sonra gülümsedi. “Artık yanındayım abi. Gitmeyeceğim.” dedi kararlı bir sesle. “Sana da Umay ablaya da Aybars’a da kocaman bir dağ gibi arka çıkacağım. Sen beni nasıl kurtardıysan, ben de artık seni koruyacağım.”
Gözlerim doldu, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. “Sen bana sahip çıkmazsan zaten kafanı kırarım,” dedim gülerek, gözyaşlarım yanağımdan süzülürken.
O an Burak dayanamadı, ayağa fırlayıp “Ben böyle şeylere dayanamam!” diyerek göğsüne yumruk atar gibi yaptı. “Beni de alın lan ailenize!” dedi, sesi titrerken.
Hepimiz kahkahalara boğulduk o anda. Gökay’a sarıldım, sırtını sıvazladım. “Zaten biz aileydik, Burak. Eksik parçamı bulmuş olduk sadece.” dedim.
Umay bana sımsıkı sarıldı. “Senin kardeşin bizim kardeşimiz,” dedi yumuşacık sesiyle.
Ve o akşam, yıllardır süren özlemin yerini kahkahalar, anılar ve umut aldı. Koca bir masa etrafında toplanmış, içimizi ısıtan çaylarımızı yudumlayarak, aile olmanın ne demek olduğunu iliklerimize kadar hissettik.
Hayat bazen çok zordu. Ama sonunda sarıldığınız insanlar yanınızdaysa, her şeyin bir anlamı oluyordu.
Gökay gözlerime bakarken sesi titriyordu, ama kararlıydı. Gözlerinin derinliğinde yılların özlemi, çocukluğunun yitip giden masumiyeti ve ait olma isteği vardı. "Abi," dedi usulca, sesi kalbime işleyen bir bıçak gibiydi. "Soyadımı yıllar sonra, reşit olduktan sonra geri aldım. Her ne kadar Yaşar soyadı ile büyüsem de ben bir Öztürk’üm. İkinci ailem bana hep saygı duydu, beni büyüttüler, ama ben hep senin kardeşin olduğumu hissettim. Onlarla hâlâ görüşüyorum, ama içimde hep bir parçam eksikti. Soyadımı aldığım gün, o parçayı tamamladım."
O an içimde kopan fırtınayı tarif edemem. Kalbim göğüs kafesime sığmıyordu, gözlerim doldu, sesim boğazımda düğümlendi. Hiç düşünmeden ona doğru eğildim ve sımsıkı sarıldım. "Canım kardeşim," dedim, sesim çatallaşarak. "Sen zaten hep benim kardeşimdiniz. Kan bağı yetmezdi, biz kalpten bağlıydık." Ellerim titriyordu başını okşarken, kalbimin atışlarını duyar gibi oldum. "Seni bırakmak zorunda kaldığım o gün, içimden bir parça kopmuştu. Ama şimdi... Şimdi tamamlandım."
Gökay, kollarımda çocukluğundaki gibi küçülmüş, ama yüreği dağlar kadar büyümüştü. Sadece sarıldık, hiçbir kelime o anın ağırlığını taşıyamazdı. Gözlerimden süzülen yaşlar, yılların pişmanlığıydı belki de. Ama o sarılma... İşte o sarılma, geçmişin tüm yaralarını sarmaya yetti.
Gökay gözlerinde tatlı bir ışıkla gülümserken, geçmişin tozlu sayfalarını aralar gibi anlattı. "Yenge," dedi gözleri Umay’a kayarken, sesi içten ve sıcaktı. "Bu abim var ya... Yemekhanede haksızlığa asla tahammül edemezdi. Kendi hakkından feragat ederdi ama başka çocukların hakkı yenmesine izin vermezdi. Yaşım küçüktü, belki tam hatırlayamıyorum ama abimin o koruyucu hâli aklımdan hiç gitmedi."
Umay, şaşkın ve hayran bakışlarla bana döndü, ben ise mahcup bir gülümsemeyle başımı hafifçe eğdim. "Ne yapayım," dedim sessizce, omuz silkerken. "O yaşta bile elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum."
Gökay kahkaha atarken gözleri yaşarmıştı sanki — hem neşeden hem de geçmişin buruk hatıralarından. "Bir çocuk fazladan ekmek aldı diye koca tepsiyle peşinden koşmuştu. 'Senin karnın doydu, kardeşlerinin de doyması lazım!' diye bağırıyordu. Küçücük boyuyla adalet dağıtıyordu resmen."
Umay şaşkın bir ifadeyle bana bakarken, yüzünde gurur dolu bir tebessüm vardı. "Sen hep böyleydin demek?" dedi, gözleri sevgiyle parlıyordu.
Başımı hafifçe sallayıp gülümsedim. "Kardeşlerim açken ben tok yatamazdım," dedim sessizce. "Yetimhanede ekmeğin ne kadar kıymetli olduğunu bilirdik. Her lokma altın değerindeydi."
Gökay başını salladı. "Ben o günleri tam net hatırlayamıyorum belki ama hissettiklerimi asla unutmadım abi. Sen bana sadece abi olmadın, kahraman oldun. Senin sayende hayata tutundum, senin sayende buradayım."
Bu sözler içime bir hançer gibi saplandı, ama aynı zamanda kalbimi ısıttı. Onca yıl boyunca kendimi kaybettiğim, unuttuğum, hatta gömüp üzerini örttüğüm duygular bir anda canlanmıştı. Gözlerim doldu, ama güçlü durmaya çalıştım.
"Benim kahraman olmama gerek yoktu," dedim kısık bir sesle, boğazımdaki düğümü çözmeye çalışarak. "Sadece seni korumak istedim, Gökay. Hayatta kalmanı, mutlu olmanı istedim."
Gökay gözyaşlarını silerken gülümsedi. "Ve başardın abi. Beni korudun. Şimdi sıra bende. Artık ben seni koruyacağım," dedi kararlılıkla.
Bu sözlerle hepimiz sessizliğe gömüldük. Umay, yaseminka, tim... herkes sessizce izliyordu bizi. Sanki zaman durmuştu. Aybars bile kucağımda sessizce oturuyor, babasıyla amcası arasında geçen bu derin anı hissetmiş gibi bakıyordu.
O an fark ettim ki, ne olursa olsun aile her zaman bir şekilde birbirini bulur. Kaybolsa da ayrı düşse de, yollar yeniden kesişir. Ve o yollar kesiştiğinde, eksik olan parçalar yerine oturur. İşte o an, biz tam bir aile olmuştuk.
Aybars, minik parmaklarıyla kutuyu gösterirken gözleri parlıyordu. Puzzle kutusunun üzerindeki renkli figürler ilgisini çekmişti belli ki. "Aaa!" dedi heyecanla, küçücük sesi odada yankılandı. Gökay hemen eğilip onunla göz hizasına geldi. "Aaa, ne güzel bir puzzle bu!" dedi, yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirerek. "Beraber yapalım mı küçük kurt?" diye ekleyince, Aybars neşeyle kafasını salladı ve elindeki kutuyu zorlanarak Gökay’a uzattı.
İkisi de yere oturdu, Gökay ayakkabılarını çıkarmış, halının üzerine yayılmıştı. Aybars, parçaları tek tek kutudan çıkarıp yere diziyor, sonra da Gökay’a uzatıyordu. Küçük elleriyle parçaları doğru yere yerleştirmeye çalışırken Gökay sabırla onu izliyor, her seferinde doğru parça yerleştiğinde ellerini çırpıyordu. "Bak, başardın Aybars! Çok akıllısın sen!" diye övgüler yağdırdıkça Aybars daha çok hevesleniyor, heyecanla gülüyordu.
Umay mutfaktan başını uzatıp sessizce onları izliyor, gözleri dolu dolu olmuştu. Ben ise bu sahneyi hafızama kazımak ister gibi bakıyordum. Küçük oğlum, yeni tanıştığı amcasıyla ilk bağını kuruyordu.
Aybars minik parmaklarıyla Gökay’ın elini kavradı ve tatlı sesiyle "Gel," dedi neşeyle. Gökay, bu ani davet karşısında şaşkın ama mutlu bir ifadeyle başını sallayıp ayağa kalktı. Aybars, minicik adımlarıyla önden yürürken, Gökay arkasından dikkatle takip etti. Ben ise yerimde duramıyor, oğlumun amcasını nereye götürdüğünü merak ediyordum. Oğlumun yürüyüşüne bakınca, sanki ona dünyayı göstermek isteyen minik bir rehber gibiydi.
Koridorda hızla ilerleyip kapısındaki renkli harflerle süslenmiş odaya vardılar. Aybars kapıyı hafifçe itip açtı ve içeri girince heyecanla oyuncaklarını işaret etti. Küçük elleriyle Elmo’nun peluş oyuncağını gösterip sevinçle: "Amca, Elmo!" diye seslendi. Gözlerindeki o muzip ışık görülmeye değerdi.
Aybars, peluş Elmo’yu işaret ederken gözleri parlıyordu. "Amca, Elmo!" dedi heyecanla, kollarını açıp oyuncağı göğsüne bastırdı. Gökay çömelip yanına indi, minik yeğeninin bu coşkulu haline kocaman bir gülümsemeyle baktı. "Elmo mu bu? Ne tatlı bir dostun varmış senin!" dedi sevecenlikle. Aybars hız kesmeden odasının en renkli köşesine yöneldi, Susam Sokağı karakterlerinin sıralandığı rafı gösterdi.
"Büdüü!" dedi, sarı yüzlü Büdü’nün peluşunu kucaklayıp amcasına uzattı. Gökay, "Bu Büdü mü? Peki Edi nerede?" diye sordu merakla. Aybars hemen arkasını dönüp kahverengi saçlı, sürekli gülümseyen Edi’yi çekip çıkardı. "Edi! diye bağırdı, ardından kahkahalarla gülmeye başladı. Gökay da onun neşesine ortak olup: "Edi’yle Büdü yan yana olmazsa olmaz zaten!" dedi muzipçe.
Aybars yerinde duramıyordu; bir an bile durup dinlenmeden yeni bir oyuncak gösteriyordu. "Kuyabiyee!" diye sevinçle bağırıp Kurabiye Canavarı’nı uzattı. Gökay gözlerini büyütüp: "Aaa, bu meşhur Kurabiye Canavarı! Kurabiyeleri yiyip bitiren koca iştahlı dev mi bu?" diye sordu. Aybars hemen onaylar gibi başını salladı ve elindeki kurabiye oyuncağı ağzına götürüyormuş gibi yaptı. "Mam mam!" diye ses çıkarınca Gökay kahkahalara boğuldu.
Sonra sıra Açıkgöz’e geldi; Aybars küçük kuklayı çekip çıkardı ve kaşlarını çatarak: "Açıgöz!" dedi, karakterin hep tetikte duran bakışlarını taklit etmeye çalışarak. Gökay yine kahkahalarla güldü: "Bu Açıkgöz tam casus gibi bakıyor!" deyip parmağıyla şaka yaptı.
Ardından Sayıların Kontu geldi. Aybars parmaklarıyla rastgele sayılar yapmaya çalışırken "Bir, iki, üç!" diye sayı saymaya kalktı. Gökay hemen eşlik etti: "Dört, beş, altı!" diyerek. İkisi de gülerek sayı saymaya devam ettiler.
Aybars’ın heyecanı hiç bitmiyordu; bir yandan Elmo, diğer yandan Tüylü ve Kurbağacık Kermit... Her bir oyuncağı tek tek tanıtıyor, her seferinde aynı coşku ve mutlulukla amcasına anlatıyordu. Gökay ise bir çocuğun kalbinde yer edinmenin verdiği mutluluğu iliklerine kadar hissediyordu. Aybars, en son Bay Müzik kuklasını çıkardığında: "Bay Müzik! Dans!" diye bağırdı. Gökay hemen yerinden kalkıp "Tamam, küçük kurt! Hadi dans edelim!" deyip neşeyle kollarını sallamaya başladı.
O an odada bir cümbüş vardı; minik Aybars amcasıyla kahkahalar içinde dans ediyor, oyuncaklarını havaya kaldırıp etrafında dönüyordu. Ben kapının eşiğinden onları izlerken kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Oğlumun kahkahaları, kardeşimin içten sevinci ve odanın her köşesinde hissediliyordu.
Gökay, Aybars’ın elinde Elmo’yla hoplayıp zıplayan haline bakarken başını iki yana sallayıp güldü. "Ah be küçük kurt, bilseydim Susam Sokağı temalı bir şey alırdım sana... Neyse artık, bir dahakine!" dedi pişman olmuş gibi. Aybars, Elmo’yu sıkıp "Elmooo!" diye bağırırken ben dayanamadım kahkahayı patlattım. "Oğlum saçmalama, bir dahakine falan yok! Zaten her köşeden bir karakter fırlıyor, evin salonunda Kurabiye Canavarı’na yer kalmadı. Az kalsın mutfağa taşınıyordu, tezgâhın üstünde yaşasın diye düşünüyordum." dedim sırıtarak.
Gökay gözlerini kocaman açıp gülerek: "Bu ne hız abi ya? Çocuk daha 1 yaşında, dükkân açacak kadar oyuncağı var!" dedi şaşkınlıkla. "Yemin ederim biraz daha oyuncak gelirse apartmanda depo kiralamayı düşünüyorum. Oğlumun odası oyuncak cenneti, girerken giriş ücreti falan alacağız yakında." dedim kahkaha atarak.
Aybars ise bizi hiç umursamadan oyuncaklarını teker teker yere dizip her birine selam veriyordu. "Büdüüü!" deyip sarılıyor, sonra Kurabiye Canavarı’na dönüp ağzını açıp kapayarak "Mam mam mam!" diye ses çıkarıyordu. Gökay yere çömelip: "Vallahi çocuğa hak veriyorum, baksana! Kurabiye Canavarı’yla oynamak varken niye bize takılsın?" dedi gülerek.
"Bak göreceksin, iki yaşına gelince oyuncak mağazası açacağım. Adını da 'Küçük Kurt Toys' koyacağım. Hem para kazanırız, hem de Aybars oynar!" dedim gülerek. Gökay kahkaha atıp sırtını duvara yasladı: "Abi bak, girişte de Elmo karşılasın insanları, Büdü kasada dursun. Kermit zaten kapı güvenliğinde." dedi gülerek.
O sırada Aybars en sevdiği Elmo’sunu kucağına alıp bana doğru koştu, "Baba Elmo!" diye bağırınca ne yapabilirdim ki? Hemen yere çöküp sarıldım oğluma, Gökay ise cebinden telefonunu çıkarıp bizi çekmeye başladı. "Oyuncaklar arasında kaybolmuş bir baba ve küçük bir kurt!" diyerek kahkaha attı.
Ben gülerek kafamı iki yana salladım: "Yemin ediyorum, biraz daha böyle giderse biz gerçekten başka eve çıkacağız. İki oda daha ekletelim, biri sadece Susam Sokağı müzesi olsun!" dedim. Gökay karnını tutarak yere yığıldı: "Abi, aman diyeyim... Kurabiye Canavarı’nın evi falan yaparsınız, mutfakta gece kurabiye arar durur!" dedi kahkahalar içinde.
O an fark ettim ki, bu evde neşenin eksik olması mümkün değildi. Her yanımızda kahkahalar yankılanıyordu, oyuncaklar arasında kaybolmuş ama mutluluğun en saf haline bulanmıştık. Ve ne olursa olsun, bu evde hep bir yerlerde kahkaha sesleri çınlayacaktı...
Aybars yine tüm salonu çınlatan sesiyle "VIRAAAKK!" diye bağırınca elimdeki çayı düşürüyordum neredeyse. Burak da kafasını iki yana sallayıp çaresizce güldü:
"Valla kurbağaya döndüm resmen, yakında yeşil boya alıp kendimi boyayacağım. Bari rolü tam yapayım." dedi gözlerini devire devire.
Ben kahkahamı bastım: "Yok oğlum, bence seni kurbağa Kermit sanıyor. Muppet Show’dan kaçıp bizim eve yerleşmişsin gibi davranıyor."
İlteriş hemen lafa girdi: "Kurbağa Kermit de ne ki? Sen bildiğin Susam Sokağı’ndan firar etmişsin. Bence buradan sonra direkt çocuk programına başla. 'Vırak Amca’yla Patlamayan Bombalar' diye bir konsept tutar."
Burak gülmekten iki büklüm oldu ama pes etmeyip Aybars'a döndü:
"Bari 'Miss Piggy'yi de getir küçük kurt, ben tam Kermit moduna geçeyim!"
Aybars, Burak'ın bu çıkışına kahkahalarla cevap verince hepimiz yerlere yattık. O sırada Yaseminka mutfaktan kafayı uzattı:
"Ne oluyor içeride, çocuk çizgi film mi izliyor?" dedi merakla.
Ben gözlerimden yaşlar gelene kadar gülerken Burak’ı işaret ettim: "Yok yok, bizim 'Kurbağa Vırak' canlı performans sergiliyor!"
Burak çaresizce başını duvara yasladı:
"Bu çocuk büyüyünce adımı 'Vırak' sanırsa ne yapacağım ben ya? Nüfus müdürlüğüne gidiyorum ben.’’ Dedi.
Burak kafasını duvara dayayıp kara kara düşünürken Aybars yine kahkahalar atarak "Vırak amca!" diye bağırdı. Hepimiz nefes alamayacak kadar gülüyorduk. Burak derin bir nefes alıp bize döndü:
"Tamam! Kabul ediyorum! Çocuğun amcası değilim... Su kaplumbağasıyım ben!" dedi, ellerini iki yana açarak.
İlteriş hemen atladı:
"Kaplumbağa mı? Bence sen direkt 'Patlayan Bombaların Sevimli Kurbağası' olabilirsin. Çocuk seni gerçek sanırsa TRT Çocuk'a başvuru yaparız."
Ben gözlerimi silerken Burak bana döndü:
"Abi ciddi ciddi adımı Vırak olarak değiştireceğim galiba. Kimliğe başvursam kaç günde çıkar?" dedi, çaresizce.
Tam o sırada Aybars, elindeki kurbağa peluşunu Burak'ın suratına yapıştırdı ve tatlı tatlı "Amca, öp!" dedi. Burak, peluş kurbağayı eline alıp sinir bozucu bir sakinlikle öptü:
"Kendimi kabul ettim... Artık buradayım. Susam Sokağı kadrosuna girdim."
Ben dayanamayıp Burak’ın sırtına vurdum:
"Üzülme oğlum, en azından rolün belli. Bak biz hâlâ karakter seçemedik."
Ulaş hemen yerinden atıldı:
"Ben Sayıların Kontu olurum! Sayıları seviyorum zaten. Bir bomba... iki bomba... üç bomba... HAH HA HAAAA!" diye vampir taklidi yapınca çayları püskürtüyorduk neredeyse.
Umay mutfaktan kafayı uzatıp bize sinirle baktı:
"Yemekten önce çocuğu delirtmeyin diyeceğim ama çocuk değil, siz delirdiniz!" dedi.
Burak, peluş kurbağayı kafasına koyup kanepeye uzandı:
"Ben bittim... Kurbağa Vırak’ın hayat hikâyesi. İlk bölüm: Komandodan Kuklaya."
Aybars ise hâlâ kahkahalarla alkışlıyor, "Vırak! Vırak!" diye tempo tutuyordu. Bizse, kahkahalar arasında karnımıza ağrılar girene kadar gülmeye devam ediyorduk.
Yaseminka gözlerini kocaman açıp bozuk Türkçesiyle kıkırdayarak araya girdi:
“Bence Gökay bey ve Altay abi... şey... Edi ile Büdü oldular!” dedi, ellerini çırparak.
Bütün tim kahkahadan kırıldı. Gökay şaşkınca gözlerini kocaman açtı, ne olduğunu anlamaya çalışırken ben başımı iki yana sallayıp güldüm:
“Ciddiyim, kardeşimle buluşmamızdan tam 3 saat geçti ve şimdiden Edi ile Büdü'ye döndük ha? Çok hızlı ilerliyoruz!” dedim sırıtarak.
Burak gözyaşlarını silerken araya girdi:
“Abi bence de haklı! Düşünsene, biri sürekli konuşur, diğeri sinir olur. Yalnız ikisi de birbirinden kopamaz. Aynı siz işte!”
Gökay ellerini havaya kaldırdı, gülerek teslim oldu:
“Tamam, o zaman ben Büdü’yüm. Daha ciddi olan oydu!” dedi.
Ben başımı salladım:
“Harika, o zaman ben de Edi’yim. Ama bu işin sonunda kafamı duvara vurursam sorumlusu sensin.” dedim, kardeşime göz kırparak.
Tam o sırada Aybars, elindeki Edi figürünü Gökay’a, Büdü figürünü de bana uzattı.
“Büdü amca, Edi baba!” dedi sevinçle.
Salon alkışlarla yıkılıyordu. İlteriş koltuğa yığılıp nefes almaya çalışıyordu:
“Efsane ya... Gökay vali olmuş, Altay yüzbaşı olmuş ama evdeki roller Edi ile Büdü. Gerçekten daha iyi açıklanamazdı!” dedi, gözünden yaş gelerek.
Gökay, gözleri mahzun ama dudaklarında sıcacık bir gülümsemeyle ayağa kalktı. “Ben artık kalkayım abi,” dedi sessizce. Kolunu tuttum hemen, bırakmak istemiyordum.
“Oğlum kalsaydın ya, daha oturuyorduk. Sohbet daha bitmedi,” dedim iç çekerek.
Gökay başını iki yana sallayıp hafifçe güldü:
“İsterdim abi, vallahi isterdim. Ama sabah 6’da kalkmam lazım. Erzurum’a gidiyorum, iş için.”
Tam o anda, ilteriş ve Ulaş salona doğru yaklaştı. Ulaş’ın ağzında Aybars’ın zorla verdiği bir şeker, ilterişin cebinden ise kurabiye taşıyordu. Gökay’ın Erzurum dediğini duyunca ikisinin de gözleri ışıldadı.
“Bizim memlekete mi gidiyorsun?” dedi ilteriş heyecanla.
“Vayyy! Dadaşların diyarına gideceksin demek?” diye ekledi Ulaş, şekerini çiğnemeye çalışırken.
Gökay gülümseyerek kafasını salladı:
“Evet, birkaç günlüğüne görev var. Sizin için bir şey ister misiniz? Erzurum’dan ne getireyim?” dedi samimiyetle.
İlteriş ve Ulaş göz göze gelip sırıttılar:
“Oğlum, biz Erzurum çocuğuyuz. Orada her şey bizde var zaten,” dedi ilteriş.
“Ama... Sıcak kadayıf dolması fena olmazdı,” diye ekledi Ulaş, göz kırparak.
Gökay kahkaha attı:
“Tamamdır, kadayıf dolması söz!” dedi neşeyle.
Kapıya doğru yürürken içimde tatlı bir burukluk vardı. Yıllar sonra bulduğum kardeşimi daha yeni kucaklamışken, yine yollar ayırıyordu bizi. Ama bu kez vedanın ağırlığı yoktu, çünkü biliyordum... Artık geri gelecekti.
Ayakkabısını giyerken başını kaldırıp bana tekrar sarıldı, ben de sımsıkı sardım onu.
“Kendine dikkat et, olur mu?” dedim, sesi titreyen bir abinin şefkatiyle…
Salona döndüğümde gözlerime inanamadım: Ulaş başına koca bir huni geçirmiş, elinde de sayıların kontu oyuncağıyla yerde yuvarlanıyordu. Aybars kahkahalar atıyor, ellerini çırpıp Ulaş’ın etrafında dönüyordu. Manzarayı görünce kahkahayı bastım, gözlerimden yaş geldi neredeyse. Yavaşça yaklaştım, Ulaş’ın omzuna dokundum.
“Ulan Ulaş,” dedim nefes nefese gülerek, “G*tünün kılları kadayıf olmuş, sen hâlâ sayı sayıyorsun. Oğlum sen de evlensen artık? Çocuk seviyorsan yap kendine bir tane, sabaha kadar sayarsınız!”
Ulaş gözlerini kocaman açtı, huniyi çıkarıp kaşlarını kaldırdı:
“Abi ben çocuk seviyorum da kadınlar beni sevmiyor...” dedi sahte bir hüzünle Oyuncak kontu yere bırakıp dizlerini karnına çekerek.
Burak kahkaha atmaktan sandalyesinden düşecek gibi oldu:
“Sevmez tabii lan! Başında huniyle sayı sayan, evin içinde vampir gibi dolanan adama kim âşık olur?” dedi, gözlerinden yaşlar gelene kadar gülerek.
İlteriş çayıyla köşede sessizce oturuyordu, dayanamadı:
“Belki de sorun, ilk buluşmada 'kalbin kaç bpm atıyor, sayalım mı?' demendir Ulaş,” dedi ciddi ama öldüren bir ironiyle.
Ben de kahkahayı patlatıp Aybars’ı kucağıma aldım:
“Bak küçük kurt, amcanı iyi izle. Sen büyüyünce böyle olma, tamam mı? Kızlar huniden pek hoşlanmaz,” dedim gülerek.
Aybars kıkırdayıp ellerini çırptı:
“Huniiii!” diye bağırınca Burak koltuğa yığıldı resmen.
Ulaş başını iki yana sallayıp ayağa kalktı, ellerini pantolonuna siliyordu:
“Valla siz çok bilmiyorsunuz ama kadınlar ne ister bilmiyoruz ya... Onu çözsem evlenirim zaten,” dedi hayata küsmüş bir derviş gibi.
Yaseminka mutfaktan kafasını uzattı:
“Kadınlar ne ister? Hah, onu bilseniz dünya cennet olur!” deyince hepimiz kahkahaya boğulduk.
Umay araya girip göz kırptı bana:
“Kadınlar ne ister biliyor musun Ulaş?” dedi gülerek.
Ulaş hemen kulak kesildi:
“Neyi?” diye sordu heyecanla.
Umay gülümseyerek omzunu silkti:
“Hunisiz adam!” dedi ve mutfağa geri döndü.
Salon gülmekten yıkılırken Ulaş elindeki huniyi yere fırlattı:
“Lan ben ne yapıyorsam yanlış yapıyorum demek ki,” deyip kendini koltuğa bıraktı.
Ben ise kollarımda kahkahalar atan oğluma bakıp içimden:
“Bu evde delirmemek için gülmek şart,” diye düşündüm.
O gece yorgunluğun ağırlığı, kalbimin üzerine çökmüş gibiydi. Yatağa uzandığımda göz kapaklarım düşerken zihnimde sevdiklerim birer birer belirdi. Gökay... Küçücük bir çocukken ellerimi tutan, sonra koca adam olup karşıma çıkan kardeşim. Onun gözlerindeki sevda, içimde kapanmayan bir yarayı nasıl da sarıyordu. Yanında dimdik duran timim... Silah arkadaşlarım, kardeşlerim. Ulaş’ın hunisiyle devleşen çocuksu kalbi, Burak’ın hiç büyümeyen neşesi, İlteriş’in ağırbaşlı sertliğinin altında saklı derin sevgisi... Hepsinin sureti bir fotoğraf gibi zihnime asılı kaldı.
Sonra Umay belirdi aklımda, koca yürekli, sabırlı kadın... Bir dağ gibi beklemişti beni, ayakta tutmuştu ocağımızı. Küçük elleriyle saçlarımı çekip kıkırdayan Aybars... O, bana en büyük armağandı. Oğlum, içimdeki tüm karanlığı aydınlatan bir meşaleydi. Bütün kavgalarım, döktüğüm ter, aldığım yaralar hep onun bir gülüşü içindi.
İçimden sessizce mırıldandım: “Vatan sağ olsun... Ama ailem de hep sağ olsun.”
Gözlerimi kapattım. Kalbimin ritmi, sevdiklerimin isimlerini bir dua gibi fısıldıyordu. Ne yaşarsam yaşayayım, onların varlığıyla tamamlanıyordum. Derin bir nefes aldım, başımı yastığa daha sıkı bastırdım. Dışarıda rüzgâr, bir ninni gibi uğulduyordu.
Ve ben, en büyük zaferimin kollarımın altında saklı olduğunu bilerek huzurla uykuya daldım...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
9.82k Okunma |
4.07k Oy |
0 Takip |
51 Bölümlü Kitap |