
El ele, yüzlerimizde kocaman gülümsemelerle balondan indik. Ayaklarımız yere bastığında bile hâlâ gökyüzündeymişiz gibi hafiftik, sanki aşkın kendisi bizi taşıyordu. Umay heyecanla etrafa baktı, sonra dönüp bana sarıldı. “Bu hayatımın en güzel anlarından biriydi,” dedi fısıldayarak.
Gülümseyerek onu kollarımın arasına çektim, hafifçe yerden kaldırıp kendi etrafımda döndürdüm. Kahkahalarımız sabahın serin havasına karışırken Umay mutlulukla çığlık attı. “Altay, beni yere indir, düşeceğim!” diye gülerken, onu biraz daha sıkı tutup yüzüne baktım.
“Düşmene izin verir miyim hiç?” dedim göz kırparak.
Umay gülerek başını iki yana salladı, sonra ellerini yüzüme koyarak usulca yanaklarıma dokundu. “Sen benim en güzel düşüşümsün zaten,” dedi gözlerimin içine bakarak.
İçimde sıcacık bir his yayıldı. O anı ölümsüzleştirmek istedim. Telefonumu çıkarıp, “Gel bakalım, bu anı sonsuza kadar saklayalım,” dedim ve birlikte kahkahalarla fotoğraflar çekilmeye başladık.
Bazen beni çekerken dil çıkarıyor, bazen ikimiz göz göze gelip ciddi poz vermeye çalışırken kahkahalarımıza engel olamıyorduk. Sonra Umay telefonumu elime aldı ve yanıma koşarak kollarını boynuma doladı. “Son bir tane, en güzeli,” dedi. Ben de beline sarılıp onu kendime çektim. O anın içindeki tüm mutlulukla, dünyaya en büyük gülümsemelerimizden birini verdik.
Kapadokya’nın masalsı manzarası arkamızda uzanırken, biz aşkımızı en doğal, en saf hâliyle yaşıyorduk. Ve her karede, her gülümsemede, her dokunuşta, birbirimize ait olduğumuzu bir kez daha hissediyorduk.
“Bugün gitme zamanımız, aşkım,” dedim üzgünce.
Umay derin bir nefes aldı, etrafa son kez göz gezdirdi. İkimiz de burayı bırakmak istemiyorduk. Kapadokya’nın büyüsü bizi içine çekmişti; bu toprakların havası, gökyüzünde süzülen balonları, taş evleri, gün batımının kızıllığında kaybolan vadileri… Her şey farklıydı, her şey bize ait bir rüya gibi hissettiriyordu.
Elimi sımsıkı tuttu, parmaklarını avucumun içine kilitledi. “Buranın atmosferi çok farklı, değil mi?” diye fısıldadı.
Başımı salladım, gözlerimi Kapadokya’nın sonsuz gibi görünen manzarasına diktim. “Sanki bu birkaç gün içinde sadece gezmedik, tarihin içinde yaşadık. Burası ruhumuza işledi.”
Umay gülümsedi, ama gözlerinde hafif bir hüzün vardı. “Ama biliyor musun?” dedi başını omzuma yaslayarak. “Bence burayı bizim için özel yapan sadece burası değil. Bizi özel yapan, birlikte olmamız. Kapadokya’nın büyüsünü yaşadık, ama aslında büyü bizdik.”
Onun bu sözleri içimi sıcacık yaptı. Gözlerine baktım, o derin kahverengi gözlerinde ne Kapadokya’ya ne de başka bir yere duyduğum hayranlığı gördüm. O an fark ettim ki, nerede olursak olalım, bizim hikâyemiz yaşadığımız yerlerden daha büyüktü.
Bagajlarımızı otelin kapısına bırakırken son bir kez arkamıza dönüp taş duvarlı avluya, gökyüzüne doğru yükselen balonlara, rüzgârın hafifçe savurduğu sarı topraklı yollara baktık. Umay kolunu belime doladı, yüzüme baktı ve gülümsedi. “Buraya tekrar geleceğiz, biliyorsun değil mi?”
Gülümseyerek başımı salladım. “Evet, ama en önemlisi, bundan sonra nereye gidersek gidelim, her yer bizim için özel olacak.”
Kapadokya’dan ayrılırken içimizde hafif bir hüzün vardı ama daha büyük bir şey de vardı: Birlikte keşfedeceğimiz yeni yerlerin heyecanı ve aşkımızın bizi her zaman en güzel yerlere götüreceğine olan inancımız.
“Bu akşam eğlence düzenleniyormuş,” dedim, otelin panosundaki afişi Umay’a uzatarak. Gözlerim keyifle parlıyordu. “Baksana, İspanyol Gecesi yazıyor. Gitsek mi?”
Umay, afişi dikkatlice inceledi, sonra kaşlarını kaldırarak bana baktı. “İspanyol Gecesi mi?” diye sordu gülümseyerek. “Yani dans, müzik ve bolca eğlence mi?”
Başımı salladım. “Kesinlikle öyle görünüyor! Canlı müzik varmış, tapas servisi olacakmış ve gecenin sonunda büyük bir dans gösterisi yapılacakmış.”
Umay kollarını göğsünde bağlayarak gözlerini kısmıştı. “Şimdi sorulması gereken en önemli soruya geldik…” dedi ve hafifçe yana eğildi. “Beni dansa kaldıracak mısın, Bay Altay?”
Gülerek bir adım ona yaklaştım, gözlerimi doğrudan gözlerine diktim. “Seni bütün gece pistten indirmemeyi düşünüyorum, Bayan Umay,” dedim kendimden emin bir sesle.
Umay kıkırdayarak elini uzattı. “O zaman anlaşma sağlandı. Ama ayağıma basarsan, seni affetmem.”
Kahkaha atarak elini tuttum ve kendime çektim. “Sana söz veriyorum, sadece ritme değil, sana da ayak uyduracağım.”
Gözlerindeki heyecanı gördüğümde içimde tatlı bir kıpırtı hissettim. Bu gece bambaşka bir deneyim yaşayacaktık. Müzik, dans, kahkahalar ve aşkımız… Gökyüzünde süzülen balonlardan sonra, bu geceyi de hafızamıza kazıyacaktık.
Otele döndüğümüzde, hem akşamki eğlence için hem de yarın buradan ayrılacağımızı bilerek hazırlanmaya başladık. Zaman ne çabuk geçmişti… Kapadokya’nın büyüsüne kapılmış, her anımızı dolu dolu yaşamıştık. Ama bu gece, buradaki son gecemiz, hafızalarımıza kazınacak bir anı olmalıydı.
Umay, kırmızı saten elbisesini giydiğinde göz kamaştırıyordu. Kumaş, vücuduna tam oturmuş, zarif omuzlarını ve ince belini mükemmel şekilde ortaya çıkarmıştı. Dizlerinin biraz yukarısında biten elbisesi, her hareketinde hafifçe dalgalanıyordu. Saçlarını sıkı bir topuz yapmış, dudaklarını koyu kırmızı bir rujla belirginleştirmişti. Karşısında onu izlerken, gözlerimi ondan ayıramadığımı fark ettim.
Ona uygun olmak için ben de şık giyinmeye karar verdim. Beyaz bir gömlek, üzerine siyah kumaş pantolon… Son olarak aynanın karşısına geçip şapkamı çıkardım ve biraz uzamış olan kıvırcık saçlarıma baktım. Hafifçe ofladım, kendi kendime söylenirken Umay sessizce arkadan sarıldı.
Çenesini boyu yetmediği için omzum yerine sırtıma dayadı ve kıkırdayarak, “Bence sende Endülüs genleri var, aşkım,” dedi, sesi alaycı ama bir o kadar da hayranlık doluydu.
Gülümseyerek döndüm ve onu hızla kollarımın arasına aldım. “Beni kandırmaya çalışıyorsun,” dedim, gözlerimi kısıp dudaklarına bakarak. Kırmızı ruju, yüzüne bambaşka bir ifade katmıştı. Ona her bakışımda içimde bir yerler sarsılıyor, aklım uçup gidiyordu.
Bir şeyin eksik olduğunu hissettim. Gözlerim odanın köşesindeki masaya kaydı. Sabah otelden ayrılmadan önce Umay için aldığım kırmızı güller hâlâ vazoda duruyordu. Hafifçe uzanıp bir tanesini aldım ve saçındaki sıkı topuza dikkatlice yerleştirdim.
Geriye çekilip ona baktım ve iç çekerek fısıldadım, “Güzelim…”
Umay eliyle yanaklarımı tuttu, gözleri parlıyordu. “Senin yanında, her zaman en güzel benim,” dedi fısıltıyla.
Onu sıkıca sarıp kendime çektim. Bu gece, sadece dans etmeyecektik. Bu gece, aşkımızı en tutkulu haliyle yaşayacaktık.
Elimi beline koyup kendime doğru çektim, sıcak nefesini yüzümde hissettiğimde gözlerimi ondan ayıramadım. Kırmızı ruju, koyu göz makyajı ve topuzundaki gül, ona bambaşka bir hava katmıştı. İçimdeki arzuyu daha fazla bastıramazdım.
Başımı hafifçe eğip dudaklarına yaklaştım, ama önce bir an durup gözlerinin içine baktım. O an, o kısacık an, dünyada sadece ikimizin var olduğu bir boşluğa düştük sanki. Nefesi hızlandı, teni sıcaklığıma karıştı.
Gözlerimi kısıp usulca, “Şimdi kapıyı kilitleyip seninle…” diye fısıldadım.
Umay derin bir nefes aldı, dudaklarını aralayıp bana baktı. Gözlerinde hem heyecan hem de oyunbaz bir parıltı vardı.
Sonra yavaşça eğilip kulağıma fısıldadı, “Eğer kapıyı kilitlersen, bu gece dans edemeyiz, aşkım.”
Bir an duraksayıp kahkaha attım. O haklıydı.
Onu kendime biraz daha çekip, yüzüne küçük bir öpücük kondurdum. “Tamam, o zaman önce dans,” dedim gülerek. “Ama bu gecenin bir devamı olacak, sevgilim.”
Umay göz kırparak elimi tuttu ve kapıya yöneldi. Bu gece bizim gecemiz olacaktı. Ve ben, sabırsızlıkla o dans pistinde onunla yan yana olmayı bekliyordum.
Eğlence alanına geldiğimizde gerçekten de İspanyol kültürünü iliklerimize kadar hissettik. Mekânın her köşesi kırmızı ve siyah tonlarıyla süslenmişti, duvarlarda İspanya'nın tarihi sokaklarını gösteren büyük tablolar asılıydı. Ortamın sıcaklığı, fonda çalan flamenko müziği ve etrafta dönen neşeli kahkahalarla birleşince, sanki gerçekten Endülüs’ün bir köşesine ışınlanmış gibiydik.
Umay’la el ele içeri girdik, etrafımızda dans eden çiftleri izlerken yüzüne baktım. Gözleri parlıyordu, heyecanlıydı. “Baksana,” dedi neşeyle, “gerçekten çok emek vermişler, burada bir an için Kapadokya’da olduğumuzu unutuyorum.”
Tam ona cevap verecekken, birkaç genç kadın yanıma gelip hızlıca İspanyolca konuşmaya başladı. Belli ki turistlerdi ve muhtemelen beni bu ortama uyum sağlayan bir yerli sanmışlardı. Gülümseyerek başımı iki yana sallayıp cevap vermeye hazırlanırken, yanımdan yükselen hafif ama belirgin bir gerginlik dalgasını hissettim.
Umay’ın kollarını göğsünde bağlayarak kaşlarını hafifçe kaldırdığını gördüm. Kıskanmıştı. Gözleri hafif kısılmış, dudaklarını büzmüş beni ve kızları sırayla süzüyordu. İçimden gülmemek için kendimi zor tuttum.
Tam bu durumu tatlıya bağlamak için parmağımdaki alyansı gösterdim ve akıcı bir şekilde, “Estoy casado con esta hermosa dama.” (Bu güzel hanımefendiyle evliyim.) dedim.
Kızların yüz ifadeleri bir anda değişti, hafif mahcup bir şekilde gülümseyerek birkaç kelime mırıldandılar ve sonra yavaşça uzaklaştılar. Onların gidişini izlerken Umay kollarını çözüp kaşlarını kaldırarak bana döndü. “Hızlıca savunmaya geçişini takdir ettim,” dedi hafif alaycı bir sesle.
Gülerek elimi beline doladım ve onu kendime çektim. “Ne yapabilirim? Beni en baştan mühürlemiş bir kadına sahibim,” dedim gözlerine bakarak.
Umay gözlerini devirdi ama gülümsemekten kendini alamadı. “İspanyolcayı da gayet iyi konuşuyorsun ha? Başka sürprizlerin var mı, Bay Altay?”
Göz kırptım. “Flamenko dansı biliyor olmamı ister miydin?”
Umay kahkaha atarak elimi tuttu. “Bunu görmeden inanmam. Ama önce gel, birlikte biraz İspanyol mutfağını deneyelim. Bakalım, buradaki tapaslar gerçek bir İspanyol yemeği kadar iyi mi?”
Onu kendime çekerek küçük bir öpücük kondurdum. Bu gece daha yeni başlıyordu ve çok eğleneceğimiz kesindi.
“Gel bakalım,” dedim ve Umay’ı kendime doğru çektim. Bedenlerimiz birbirine yaslandığında, aramızdaki sıcaklığı hissettim. O an dünya biraz daha yavaşladı, etrafımızda kahkahalar, müzik ve hareket vardı ama benim için sadece biz vardık.
Flamenko gitarının ritmik tınıları salonu doldururken, farkında olmadan hafifçe dans etmeye başladık. Ellerim belinde, onun elleri omuzlarımda… Adımlarımız müziğin temposuna uymaya başladı, sanki ezelden beri bu dansı biliyormuşuz gibi.
Umay başını hafifçe yana yatırıp gülümseyerek fısıldadı, “Biliyor musun, gerçekten ritmin varmış. İspanyol kökenin olabilir mi acaba?”
Gülerek kaşlarımı kaldırdım. “Sen söyledin zaten, bende Endülüs genleri var diye,” dedim, onu hafifçe döndürüp tekrar kendime çekerken.
Gözleri parladı, saçları dans ederken hafifçe dalgalandı. Elimi tuttu, sonra hafifçe yukarı kaldırarak beni onunla dönmeye zorladı. Kahkaha attım. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”
Omuz silkerek başını salladı. “Biraz! Ama itiraf et, eğleniyoruz.”
Başımı hafifçe eğip gözlerinin içine baktım. “Seninle her şey eğlenceli, Umay.”
O an, müzik hızlandı, etrafımızdaki çiftler coşkuyla dans etmeye başladı. Biz de onların arasına karıştık, tamamen müziğe ve birbirimize kaptırarak, tüm geceyi aşkla ve kahkahayla dans ederek geçirdik. Bu gece sadece bir İspanyol gecesi değil, bizim için unutulmaz bir aşk gecesi olacaktı.
Gecenin sonlarına doğru birkaç kişiyle tanışıp sohbet etmeye başlamıştık. Masamızda oturan orta yaşlı bir çift, 30 yıllık evliliklerini kutluyordu. Evliliklerinin bu kadar uzun ve güçlü olmasına hayranlıkla bakarken, biz yeni evlendiğimizi söylediğimizde gözlerinde tatlı bir parıltı belirdi. Kadın elini göğsüne koyarak gülümsedi. “Aşkınız hep ilk günkü gibi olsun,” dedi içtenlikle. Eşi de başını sallayarak ekledi, “Bizim için bu 30 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Birbirinize her zaman böyle bakın, yeter.”
Umay, elimden sıkıca tutarak bana döndü. Gözlerinde o tanıdık, içimi ısıtan bakış vardı. Ne söyleyeceğini biliyordum, ama ona şimdilik sadece gülümsemekle yetindim.
Tam o sırada sahnedeki sunucu, mikrofonu eline alıp neşeyle seslendi. “Aramızda şarkı söyleyen var mı?”
Umay bir anda başını çevirip bana baktı, gözlerinde o tanıdık muzip parıltı vardı. Kaşlarını kaldırarak bekledi, ben ise gülerek başımı iki yana salladım. “Hayır, Umay, bunu yapmam,” diye fısıldadım ama o umursamaz bir ifadeyle, “Altay çok güzel şarkı söyler!” diye sahneye doğru seslendi.
Birkaç kişi alkışladı, çiftimiz de gülümseyerek destek verince iç çekerek yerimden kalktım. “Bana bunu yaptıracaksın, değil mi?” diye mırıldandım, Umay ise tatlı bir kahkaha atarak başını salladı.
Sahneye çıkıp enstrümancılara dönerek şarkıyı söyledim. İlk notalar çalındığında salonun içi hafif bir sessizliğe büründü. Mikrofonu elime alıp derin bir nefes çektim ve İspanyolca sözleri dökülmeye başladı dudaklarımdan:
“Volar, caer
Al fondo del dolor
Soñar, perder
Imperios de ilusión…”
(Uçmak,
Düşmek,
Acının en derininden.
Hayal etmek,
Kaybetmek,
İluzyondan imparatorlukları…)
Şarkı ilerledikçe gözlerim Umay’ı buldu. O, büyülenmiş gibi beni izliyordu. Dudaklarında silinmeyen bir gülümseme, gözleri dolu doluydu. Her kelimede, her notada ona olan sevgimi anlatıyordum. Sadece ona söylüyordum.
Salonun içinde fısıltılar yükseldi, bazıları hafifçe tempo tutmaya başlamıştı. Enstrümancılar birbirlerine bakıp, “Ne şanslı kadın,” der gibi Umay’a gülümsediler.
Şarkının son notaları çaldığında, salon alkışlarla doldu. Ama ben sadece Umay’a baktım. Sahneden iner inmez yanıma koştu ve kollarını boynuma doladı.
“Bunu ömrüm boyunca unutmayacağım,” diye fısıldadı kulağıma.
Ona sımsıkı sarıldım ve içimden geçeni usulca söyledim. “Benim şarkım her zaman sen olacaksın, Umay.”
Gecenin büyüsü içinde, kalplerimiz aynı ritimde atıyordu. Aşkımız, şarkı gibi süzüldü havaya ve o anın içinde sonsuza kadar mühürlendi.
Odaya girer girmez kapıyı arkamdan hızla kapattım ve Umay’ı kendime çekerek dudaklarına yapıştım. Nefesi hızlanmıştı, elleri bedenimde dolaşırken tutkumuz gitgide alevleniyordu. Kırmızı saten elbisesi parmaklarımın arasında, onu parçalarcasına çıkarma isteğiyle yanıyordum. Ellerim belinden yukarı kayarken teninin sıcaklığı avuçlarımın içinde hissediliyordu.
Öpücüklerim boynuna indiğinde başını geriye attı, iç çekişi dudaklarımın arasına karıştı. “Altay…” diye fısıldadı, sesi titriyordu ama geri adım atmak gibi bir niyeti yoktu. Onu duvara yasladım, ellerim sırtında geziniyor, dudaklarım tenini keşfetmeye devam ediyordu.
Gömleğimi hızla çıkardım, düğmelerin kopup yere düşmesini umursamadan. Parmakları göğsümde gezindiğinde, nefesi sıcak tenime çarptığında kontrolümü iyice kaybettim. Onu istiyordum. Hem de delicesine.
Boynuna ufak öpücükler kondururken vücudu hafifçe titredi. Onu yatağa doğru yönlendirdiğimde gözlerime baktı, içinde hem arzuyu hem de o tanıdık, bağımlılık yaratan tutkuyu gördüm.
Artık geriye dönüş yoktu. O gece, sadece birbirimize aittik. Aşkın, tutkunun ve arzunun içinde kaybolduk. Saatler ilerledikçe, isimlerimiz birbirimizin dudaklarından defalarca çığlıklarla döküldü.
Sabahın ilk ışıkları pencerenin aralığından odaya süzülürken, ben yatağın kenarında oturmuş Umay’ı izliyordum. Saçları yastığa dağılmış, omzuna düşen ince battaniyenin altında huzurla uyuyordu. Gecenin izleri hâlâ bedenimizdeydi, tenimdeki sıcaklığı, boynumdaki hafif yanmayı hissedebiliyordum.
Sessizce odanın telefonunu alıp kendime bir kahve söyledim. Birkaç dakika sonra, taze kahve kokusu odaya yayıldığında fincanı elime aldım ve yavaşça bir yudum aldım. Kafeinin o acı ama rahatlatıcı tadı damağımda yayılırken, gözlerim hâlâ ondan ayrılmamıştı.
Umay kıpırdanmaya başladı. Önce hafifçe esnedi, sonra battaniyenin altından bir kolunu çıkarıp gözlerini ovuşturdu. Yavaşça gözlerini araladığında, beni izlerken yakaladı. Hafifçe gülümsedi, sesi hâlâ uykunun sıcaklığını taşıyordu.
“Beni izliyorsun,” dedi fısıldayarak.
Gülümseyip kahvemden bir yudum daha aldım. “Evet, çünkü uyurken bile nefes kesicisin.”
Umay gözlerini devirdi ama yanaklarına yayılan hafif pembelik onu ele veriyordu. Yastığa başını geri koyup derin bir nefes aldı, sonra gözlerini kısıp bana baktı. “Kahvenden bir yudum ver, çok güzel kokuyor.”
Fincanı uzattım ama almasına izin vermeden, “Beni öpersen belki paylaşırım,” dedim muzipçe.
Umay kaşlarını kaldırdı, ama dudaklarına yayılan gülümsemeyi bastıramadı. Hızla doğrulup elini enseme doladı ve dudaklarını hafifçe dudaklarıma dokundurdu. Sıcak, kısa ama kesinlikle etkili bir öpücüktü.
Sonra fincanı elimden alıp gözlerini bile kırpmadan kahvesinden bir yudum aldı. Gözlerini kapatıp memnuniyetle iç çekerken, kahkahamı tutamadım.
“Şimdi yeni bir anlaşma yapıyoruz,” dedi Umay fincanı bana geri verirken. “Bu tatilde her sabah kahvaltıdan önce bana kahve ısmarlayacaksın.”
Eğilip alnına küçük bir öpücük kondurdum. “Senin için her sabah değil, her günün her anı kahve bile taşırım, sevgilim.”
O an içimden geçeni çok iyi biliyordum. Bu anlar, onunla geçen her sabah sonsuza kadar böyle devam etse asla sıkılmazdım.
Kahvaltımızı yapıp otelden ayrıldığımızda, içimde hafif bir burukluk vardı. Kapadokya’nın büyüsüne kapılmıştık ama artık gerçek hayata, görevlerimize dönme vakti gelmişti. Umay, arabaya binerken elimi tuttu, gözlerimin içine bakıp usulca fısıldadı: “Bu tatili asla unutmayacağım, Altay. Ama seninle olduğum her an zaten bir macera.”
Gülümsedim, onun elini sıkıca kavradım. Bu tatil, sadece birkaç gün süren bir kaçış değildi. Bu, birlikte geçireceğimiz sonsuz anların bir başlangıcıydı. Ama şimdi bambaşka bir dünya bizi bekliyordu
8 Ay Sonra – Karargâhta
Brifing odası, her zamanki gibi disiplinin ve ciddiyetin kokusunu taşıyordu. Masanın etrafında toplanan askerler, üniformalarının içinde dimdik duruyordu. Herkes, titizlikle dosyalarını inceleyip sessizlik içinde bekliyordu. Gözler, birazdan içeri girecek olan Binbaşı Özçelik’i arıyordu.
Saat tam 09.00’u gösterdiğinde kapı hızla açıldı. Binbaşı Özçelik adımını içeri attığında, odada hafif bir gerilim dalgası yayıldı. Herkes anında toparlandı, sessizlik daha da derinleşti. Onun odada olması bile otoritesini hissettirmeye yetiyordu.
Üzerinde kusursuz bir şekilde ütülenmiş kamuflaj üniforması vardı. Omuzlarındaki rütbeler odadaki herkesin gözünü kamaştırıyordu. Keskin bakışları bir an tüm odayı taradı, sanki herkesin düşüncelerini okuyormuş gibi… Masanın başına geçtiğinde, ellerini sırtında birleştirip sert ama sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Beyler, iki gün sonra sınır hattında önemli bir operasyon başlıyor. Her birinizin görevi kritik. Hata yapma lüksümüz yok.”
Odanın içinde nefesler tutulmuştu. Özçelik’in sesi sert ve netti, hiç kimse gözünü ondan ayıramıyordu. Bu görev, sıradan bir operasyon değildi. Herkes bunun farkındaydı.
“İstihbarat birimleri, sınır ötesinde hareketlilik tespit etti,” diye devam etti. “Hedefimiz, bölgedeki tehdidi tespit edip etkisiz hale getirmek. Alan zorlu, hava şartları ağır. Ama biz burada boşuna değiliz. Kararlılığımız, başarımızın garantisidir.”
Herkes, masa başında oturuyordu. Gözleri ciddiyetle Binbaşı’yı izlerken, elindeki dosyayı dikkatlice karıştırıyordu.
Binbaşı Özçelik bir an durup odadakilere göz gezdirdi. “Sorusu olan var mı?” dedi.
Kimse konuşmadı. Çünkü herkes, yapılacak işin ciddiyetini kavramıştı. Bu, sadece bir görev değildi. Bu, bir duruştu.
“Peki,” dedi Özçelik, sesine daha fazla ağırlık katarak. “O halde, hazırlıklarınızı tamamlayın. Hedefe ulaşmak için birliğe güveniyorum. Dağılabilirsiniz.”
Herkes aynı anda ayağa kalktı, oda sessiz ve düzenli bir şekilde boşalmaya başladı. Ama hepimiz biliyorduk ki bu sessizlik, yaklaşan fırtınanın habercisiydi.
Sığınağın içinde havayı kesen bir sessizlik vardı. Binbaşı Özçelik derin bir nefes alıp gözlerini bana dikti. “Altay, seni özel bir göreve yolluyoruz,” dedi, sesi her zamankinden daha ağırdı.
İçimde tanıdık bir his uyandı. Özel görev… Bu iki kelime her zaman normal operasyonlardan farklı bir anlam taşırdı. Her şeyin daha tehlikeli, daha belirsiz olduğu görevlerdi bunlar. Bir şeylerin ters gittiğini sezebiliyordum.
Özçelik devam etti, “Titanlar Topluluğunu hatırlıyorsundur.”
O ismi duyduğum an vücudumun içinden soğuk bir dalga geçti. Elbette hatırlıyordum. Yıllardır gölgeler içinde faaliyet gösteren, devletlerin bile çözemediği, kaos yaratmayı kendine amaç edinmiş bir oluşum… Onların hedefi sadece belirli bölgelerde üstünlük sağlamak değildi, dünyanın dengesini bozmak istiyorlardı.
Binbaşı Özçelik yutkunarak gözlerini bana sabitledi. “Kaosa ulaşmamız lazım, Altay. İşte burada sen devreye giriyorsun.”
Kaosa ulaşmak… Bu, Titanlar Topluluğu’nun temel amacıydı. Ama şimdi biz onlara ulaşmak zorundaydık. Bir şey olmuştu.
O sırada Binbaşı Özçelik başını çevirip yanımızdaki Tuğra’ya baktı. “Bundan sonrasını sen anlat,” dedi, sesi her zamankinden daha ciddi ve kaygılıydı.
Tuğra derin bir nefes aldı, gözleriyle beni tartarak konuşmaya başladı. “Altay Yüzbaşım, bu adamların istediği zaten sizin ekibi bitirmekti.” Sesi düşük ama netti. “Senin biriminin Titanlar tarafından hedef alındığını biliyor musun?”
Kaşlarımı çattım. “Neden?”
Tuğra dudaklarını sıkıp başını salladı. “Çünkü sizin operasyonlarınız onların çıkarlarını tehdit etti. Sınır ötesinde yaptığınız baskınlar, onların bölgedeki kontrolünü zayıflattı. Ve şimdi, ellerinde istihbarat var. Size bir tuzak kuracaklar.”
Sertçe yutkundum. Bizi tuzağa mı çekiyorlardı?
Tuğra, cebinden bir dosya çıkarıp masaya koydu. İçinde uydu görüntüleri, istihbarat raporları ve bazı kodlanmış mesajlar vardı. “Operasyon hazırlığını size bizzat ben ileteceğim. O yüzden hazır olun.”
Derin bir nefes aldım, elimle masaya yaslandım. Bu, normal bir görev değildi. Bu, doğrudan bize açılmış bir savaşın ilk hamlesiydi.
Başımı kaldırıp Tuğra’nın gözlerine baktım. “O zaman Titanlara ulaşacağız.”
Tuğra hafifçe başını eğdi. “Evet, ama bu sefer onların oyununu onların kurallarına göre oynayacağız.”
Gözlerimi kıstım. “Peki ya tuzak?”
Binbaşı Özçelik derin bir nefes aldı. “Tuzağı tersine çevirmek senin görevin, Altay.”
Bu bir savaş ilanıydı. Ve ben, bu savaşın tam merkezindeydim.
Sığınakta biraz daha konuştuktan sonra Binbaşı Özçelik ve Tuğra’dan aldığım bilgiler zihnimde yankılanıyordu. Titanlar Topluluğu… Kaosa ulaşmak… Bize kurulan tuzak… Her şey çok büyük, çok tehlikeliydi. Ama şimdi düşünme zamanı değildi. Şimdi ekibimi bu operasyona hazırlamam gerekiyordu.
Derin bir nefes alıp toparlandım ve timin bulunduğu bölüme doğru ilerledim. Kapıdan içeri adım attığımda odadaki herkes bir an için bana döndü. Gözlerim yorgundu, zihnimde onlarca şey dönüyordu ama bunu belli edemezdim.
Burak, her zamanki neşesiyle yanıma gelip kolumu dürttü. “Bana bak Altay, daha yeni döndün ama suratın düşmüş!" Doğru diyordu 8 ayda okadar şey olmuştu ki...
İçimde bir an için bir gülümseme kıpırdandı ama hemen bastırdım. Başımı iki yana sallayıp, “Şu an konuşmak için en kötü zaman,” dedim düşük bir sesle.
Ama Burak pes etmedi. “Aman be komutanım, biz burada canımızı ortaya koyuyoruz, biraz da hayatın tadını çıkarmak lazım! Şimdi anlat, Umay’la nasıl geçti tatil? Kapadokya masalsı bir yer diyorlar, bu resmen 2. Gidişiniz”
Gözlerim hafifçe daldı. Evet, gerçekten masalsıydı. O sıcak hava balonları, taş evler, Umay’ın kahkahaları, ellerimizin birbirine kenetlendiği anlar… Ama şimdi, bu odada, Titanlar’ın gölgesiz üzerimizdeyken o anlar çok uzak bir rüya gibi geliyordu.
Başımı kaldırıp Burak’a baktım. “Evet, güzeldi. Ama şimdi dikkatini toplaman lazım. Çünkü hepimiz için çok daha büyük bir mesele var.”
Burak’ın yüzü ciddileşti. O da anlamıştı. Burada gülüp eğlenmek güzeldi ama işin rengi değişmişti. Bu, sıradan bir operasyon değildi.
Gözlerim odadaki diğer tim arkadaşlarıma kaydı. Herkes bana bakıyordu. Onlar benim liderliğime güveniyordu. Ama bu sefer sadece bir operasyon yürütmeyecektik bu, hayatta kalma savaşıydı.
Daha fazla vakit kaybedemezdik. Derin bir nefes aldım, sonra sert ama kararlı bir sesle konuştum: “Herkes toplansın. Size anlatmam gereken çok şey var.”
Tim odasında herkesin dikkati üzerimdeydi. Derin bir nefes aldım, gözlerimi sertçe Ilteriş’e diktim. “Ilteriş, sen bizden ayrılacaksın. Tek başına halletmen gereken bir infaz görevin var.”
Odasındaki sessizlik bir anda daha da derinleşti. Ilteriş kaşlarını hafifçe kaldırdı ama tek kelime etmedi. O, emirleri sorgulamazdı. Sadece uygular ve görevini tamamlamadan asla geri dönmezdi.
Masada duran su şişesini alıp bir yudum içtikten sonra devam ettim. “Saraybosna’da Tanrı bulundu.”
Odada hafif bir kıpırtı oldu. Tanrılar bir topluluğun ismiydi. Sistemin derinlerinde yıllardır aranan, her şeyi gölgelerden yöneten bir adam. MİT’in peşinde olduğu, uluslararası istihbaratın bile izini sürmekte zorlandığı bir hedef.
Ilteriş’in gözleri kısıldı, yüzüne soğukkanlı bir ifade yerleşti. “Bilgiler elimde mi?”
Başımı salladım. “MİT sana detayları ulaştıracak. Görev tek kişilik. Hedef net. Temiz iş istiyoruz.”
Ilteriş başını eğerek emir aldığını belirtti. O, bu iş için biçilmiş kaftandı. Sessiz, hızlı ve iz bırakmazdı. Gölgenin içindeki ölüm gibi.
Ardından gözlerimi ekibin geri kalanına çevirdim. “Siz,” dedim, sesimi bir tık daha yükselterek. “Hepiniz benimle geleceksiniz.”
Burak hafifçe iç çekti. “Özel bir görev olduğu belliydi. Biz nereye gidiyoruz, komutanım?”
Gözlerim Tuğra’ya kaydı, o sadece kollarını bağlamış, sessizce beni izliyordu. O an fark ettim ki, biz Titanlar’ın avına çıkmıyorduk. Onların avı olmaya zorlanıyorduk.
Ama onların oyunu kurallarına göre oynamayacaktım.
Kararlı bir sesle, “Hedef sınır ötesi. Ve bu sefer sahada yalnız olmayacağız,” dedim. “Tuzağı tersine çevireceğiz.”
Ekibim gözlerimin içine baktı. Herkes görevin ne kadar ciddi olduğunu anlamıştı.
Biliyordum, bu yolculuktan herkes sağ dönmeyebilirdi. Ama bir şey kesindi: Bu savaşı biz başlatmadık. Ama bitiren biz olacağız.
Herkes baştan tırnağa simsiyah olmuştu. Operasyon kıyafetleri, tabancalar, susturucular, taktik yelekler… Sessizliğin içinde sadece ekipmanların çıkardığı mekanik sesler duyuluyordu. Herkes ciddiydi, kimse gereksiz konuşmuyordu. Biliyorduk, bu görev ölümle burun buruna olacağımız türdendi.
Son kontrolleri yaparken, elim cebime gitti ve telefonumu çıkardım. Umay… Onu bir an olsun düşünmemek imkânsızdı.
Hızlıca bir mesaj yazdım:
“Seni seviyorum, aşkım. Geri döneceğime söz veriyorum.”
Ekrana bir süre baktım. Söz vermek… Savaşta kimse kesin konuşamazdı. Ama Umay’ı geride bırakıp bu göreve giderken, tek bildiğim şey ne olursa olsun geri dönmek için savaşacağımdı.
Mesajı gönderdikten sonra telefonu kapattım ve cebime koydum. Duygusallığa yer yoktu.
Başımı kaldırıp ekibe baktım. Herkes hazırdı. Simsiyah giysilerin içinde, ölüm sessizliğiyle bekleyen bir avcı timiydik.
Saat tam 14.00’ü gösterdiğinde, Binbaşı Özçelik kapıdan içeri girdi ve gözlerini bize dikti. “Hareket vakti.”
Birbirimize son kez göz attık. Burak hafifçe başını salladı, diğerleri sustu. Silahlarımızı kontrol edip araçlara yöneldik.
Bundan sonra geri dönüş yoktu.
Uçak havalandığında içimde garip bir ağırlık hissettim. Bu görev farklıydı. Ne kadar hazırlıklı olursak olalım, içimden bir ses bunun sıradan bir operasyon olmadığını söylüyordu.
Gözlerimi ekibe çevirdim. Burak, Ulaş, Kemal, Eren, Kerim… Hepsi birbirinden sağlam adamlardı. Yıllardır omuz omuza savaştığımız, sırtımızı dönebileceğimiz adamlardı. Ama savaşın kuralı belliydi: Kimsenin dönüş garantisi yoktu.
Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım. Sesimin titremesine engel olamıyordum ama içimdeki her şeyi söylemek istiyordum.
“Arkadaşlar,” dedim, sesimi toparlamaya çalışarak. “Kimin kalbini kırdıysam, kimi üzdüysem, bir yanlışım olduysa hakkınızı helal edin.”
Uçaktaki sessizlik daha da derinleşti. Herkesin yüzündeki o sert ifade biraz olsun yumuşadı.
Burak bana dönüp hafifçe gülümsedi. “Altay komutanım, seninle savaşa girdik, ölüme yürüdük. Kalp kırıklıklarına takılacak adamlar mıyız biz?” dedi.
Mustafa Kemal omzuma hafifçe vurdu. “Ne hakkı be komutanım? Hakkımız sonuna kadar helal. Sen de bize helal et.”
Diğerleri de başlarını salladı. Gözlerimde biriken o ağırlığı bastırarak gülümsedim.
Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Bu adamlara, bu ekibe güveniyordum. Hepimiz birbirimiz için ölümü göze almıştık. Ve şimdi, ölüme bir adım daha yaklaşıyorduk.
Gözlerimi açtım, pencereden dışarı baktım. Gideceğimiz yer belli, kaderimiz meçhuldü.
Ama bir şeyden emindim: Sonuna kadar savaşacaktık.
Tanrısal anlatım…
Bundan sonrası onlar için meçhuldü. Ama Altay için yazılmış bir kumardı.
Uçakta herkes görev için hazırlığını yapıyordu. Silahlar kontrol ediliyor, teçhizatlar gözden geçiriliyordu. Ama Altay için bu operasyon, diğerlerinden farklıydı. Bu sadece bir görev değil, kaderiyle oynanan bir satranç hamlesiydi.
Burak gözlerini uzun uzun Altay’a dikti. Bir şeyler söylemek istiyordu ama sanki cümleleri boğazında düğümlenmişti. Sonunda hafifçe gülümsedi, dostane bir tavırla “Komutanım…” dedi ve sustu.
O an her şeyin farkındaydı. Altay’ın aklında bir şey vardı ama kimseye söylemiyordu. Bu görevin sıradan bir operasyon olmadığını hepsi biliyordu.
Ulaş, Altay’ın sessizliğini fark etti. Herkes konuşurken, uçakta hafif bir gerginlik varken, Altay tek kelime etmiyordu. Başını hafifçe eğdi, derin bir nefes aldı ve gözlerini dostuna çevirdi. Bunu daha önce de görmüştü.
Altay bir şeyi içine attığında, o şey mutlaka büyük bir karardı.
Kemal, Eren ve Kerim, haritayı gözden geçirirken Burak, Ulaş’a belli belirsiz başını salladı. Herkes hazırdı ama asıl savaş Altay’ın zihnindeydi.
Uçak türbülansa girdiğinde bile Altay hâlâ camdan dışarı bakıyordu. Sanki gideceği yeri değil de geride bıraktığı her şeyi düşünüyordu.
Ama bir şey kesindi… Bu görev, bir dönüm noktası olacaktı. Ve Altay için dönüşü olmayan bir yol başlıyordu.
Burak hızla kalkıp kapıyı açtı ve uçaktan iniş gerçekleşti. Gece karanlığında rüzgâr sert esiyordu, ay ışığı gökyüzünde soluk bir iz bırakmıştı. Hepimiz tam teçhizatla indik. Adrenalin damarlarımızda dolaşıyordu.
Malikaneye yaklaştığımızda, planı uygulamak için hızla çevresini sardık. Silahlar namluda, nefesler kontrollü, herkes emir bekliyordu. Altay, her zamanki gibi en önde, en sakin ama içinde fırtınalar kopan bir adam olarak duruyordu.
Bir an durdu. Gözleri ekibin üzerinde gezindi. Son kez baktı timine. Sanki her birini zihnine kazıyordu.
Ve sonra hızla gözden kayboldu.
Burak, şaşkınlıkla olanları izledi, gözleriyle Altay’ı takip etmeye çalıştı ama adam adeta gölgeye karışmıştı. Mustafa Kemal, refleksle peşinden gitmek için hamle yaptı ama Altay, elini kaldırıp sert bir işaret verdi. "Sakın."
Mikrofona sessiz ama net bir sesle konuştu: “İlk ben gireceğim. İşaret verdiğimde siz girin.”
Telsiz sessizleşti. Herkes tetikte bekliyordu. Sonra içeriden çatışma sesleri geldi. İlk önce tek tük silah sesleri, ardından art arda patlayan mermiler.
Burak sıkıca dişlerini sıktı, eli silahının kabzasına yapıştı. Altay’ın emrini çiğneyemezdi. Ama beklemek her saniye daha da dayanılmaz oluyordu.
Dakikalar geçti. On, yirmi, otuz, kırk beş dakika...
Telsizden hiçbir ses gelmiyordu.
Burak sonunda daha fazla bekleyemedi, mikrofonu kavrayıp "Komutanım, yanıt verin!" dedi ama hiçbir cevap yoktu.
"GİRİYORUZ!" dedi gür bir sesle ve timle birlikte içeri daldılar.
Ama içerisi bomboştu. Ne Altay vardı ne de düşman.
Koridorları hızla geçtiler, odalara baktılar, kan izleri, mermi delikleri... Ama tek bir beden bile yoktu.
Ve sonra... o havuzu gördüler.
Ortada büyük, karanlık, derin bir su kütlesi vardı. O kadar hareketsizdi ki bir ayna gibi yansıyordu.
Burak kaşlarını çatıp yaklaşırken, Kerim yerde bir şey fark etti. Bir kumaş parçası. Altay’ın kıyafetlerinden kopmuş bir parça.
Kalbi deli gibi çarpmaya başladı.
"Hayır… Hayır, bu gerçek olamaz..." diye mırıldandı.
Eren cebindeki peçeteyi çıkarıp suya attığında, herkesin nefesi kesildi.
Peçete anında eridi.
Kimyasal... Bu, sıradan bir havuz değildi.
Burak'ın gözleri büyüdü, zihni bunu kabul etmeyi reddediyordu. Altay burada olamazdı.
Ama ortada kanıt vardı.
Bir saniye…
Burak’ın nefesi kesildi, sonra boğazından boğuk bir çığlık çıktı.
Dizlerinin üstüne çöküp avuçlarını suyun kenarına bastırdı. "ALTAYYYYYY!!!"
Sesi duvarlarda yankılandı, tüm tim donup kalmıştı.
Ve o an, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladılar.
“Hayır… Hayır!” diye bağırdı Mustafa Kemal, nefesi kesilmiş, gözleri dehşetle açılmıştı.
“Bu olamaz! Bu imkânsız!” dedi, sesi titriyordu. Olanları aklı almıyordu, almamalıydı da. Altay… Altay bu şekilde gidemezdi.
Kerim hızla ona yaklaşıp omuzlarından tutarak sarstı. “Kendine gel lan!” diye bağırdı. “Ne bok yiyeceğiz şimdi?”
Burak hıçkırıklarını bastıramıyordu. Biyoloji ekibini aramaya çalışan Selim’in elleri titriyordu.
“Lan!” Kerim’in sesi öfke ve çaresizlikle yankılandı. “Biz aylardır bu adamların izini sürüyoruz! Şimdi ne olacak? Altay Komutanım nasıl gider abi? Kafayı yiyeceğim!”
Kimse cevap veremiyordu. Havuz hâlâ sessizdi. Öylece duruyor, içindeki kimyasal madde her şeyi yutuyordu.
Burak gözlerini açtı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Tam 8 ay geçti lan! 8 ay! Bu adam bizimle aynı cehennemde savaştı! Bizi buraya o getirdi! O olmadan biz neyiz lan?!”
Sonra birden dondu.
Sesi alçaldı ama içinde fırtınalar kopuyordu. “Oğlum…” dedi nefes nefese. “Bu adamın karısı hamile lan… Biz bunu Umay yengeye nasıl söyleyeceğiz?”
Bu sözle herkes daha da sessizleşti.
Havaya bir ölüm sessizliği çöktü.
Ulaş’ın gözleri boştu. Asit dolu havuza bakıyordu, bir şey söyleyemiyordu.
Çünkü herkes aynı şeyi biliyordu.
Altay öldüyse, sadece o ölmemişti. Onunla birlikte, hepimiz ölmüştük.
Ulaş’ın eli yüreğine gitti, nefesi kesildi. Böyle bir şeyin olmasını asla beklemiyordu. Altay kaybolamazdı. Altay ölmezdi.
Ama kanıtlar başka bir şey söylüyordu…
O an kapı hızla açıldı ve kimya ekibi içeri daldı. Özel koruyucu kıyafetleriyle havuzun kenarına koştular, ekipmanlarını kurmaya başladılar.
Burak, Mustafa Kemal, Kerim ve diğerleri nefes bile almadan izliyordu.
Korktukları şey olmasın diye dualar etmeye başladılar.
“Allah’ım, bu bir hata olsun…”
“Yanılmış olalım…”
“Altay ölmemiş olsun…”
Ama o havuz sessizdi. Ve peçete gibi insanı da eritiyorsa…
Ulaş derin bir nefes aldı, gözlerini sıkıca kapattı, sonra titreyen elleriyle ekiple ilgilenmeye başladı. Bir yandan bilgi alıyor, bir yandan da zihnini toparlamaya çalışıyordu.
Kimya ekibinin başındaki adam ciddiyetle havuzdan örnekler aldı.
Herkesin gözü ondaydı.
Ve orada bulunan herkesin kalbi, o kimyasal analiz sonucuyla birlikte paramparça olacaktı.
Herkes nefesini tutmuş, donmuş gibi sonucu bekliyordu.
Bir ihtimal daha var mıydı?
Kimya ekibinin başındaki adam, ağır adımlarla yanlarına geldi. Yüzü düşüktü, gözleri kaçıyordu.
Herkesin içinden aynı dua geçiyordu.
“Yanılmış olalım.”
“Bu, Altay olmasın.”
Adam durdu. Yutkundu. Sesi titrek ama netti.
“Çok üzgünüm… Başınız sağ olsun. DNA’sına rastlandı.”
O an her şey çöktü.
Zaman durdu, hava bitti, ışık söndü. Bütün tim dizlerinin üzerine yıkıldı.
Ulaş’ın bedeni titredi, bir an gözleri boşluğa düştü, sonra içindeki her şey patladı. “HAYIR!” diye haykırdı. Sesi duvarlarda yankılandı.
“İşinizi düzgün yapın! Altay ölemez lan! O ÖLMEZ!”
Kimyagerlerden biri başını eğdi, fısıldar gibi konuştu. “Elimizden geleni yaptık…”
Ulaş bir adım attı, adamın yakasına yapışacak gibi oldu. Ama dizleri boşaldı, yere çöktü, titredi. Boğazı düğümlendi.
Burak’ın çığlıkları havuzu doldurdu.
“ALTAY! ALTAY! SEN BİZE BUNU YAPAMAZSIN!”
Bağıra bağıra ağladı. Havuzun kenarına kapandı, avuçlarını taşa vurarak. Sıcak gözyaşları taş zemine düştü, ses çıkardı ama kimse duymadı.
Kerim sırtını duvara dayadı, nefes almakta zorlanıyordu. Mustafa Kemal gözlerini kapattı, dişlerini sıktı. Gözünden tek damla yaş düşmedi, ama içi paramparçaydı.
Bir adam düşün. Dağ gibi, çelik gibi, ölümün bile çekindiği bir adam.
Şimdi ise, adı bir havuzun kenarında yankılanan bir çığlık.
Altay yoktu.
Ve o öldüyse, geride bıraktıkları nasıl yaşayacaktı?
Binbaşı Özçelik, hızla içeri daldığında gözlerinde hüzün vardı. Yıllardır görmediğimiz türden bir hüzün.
“Haberi alır almaz geldim…” dedi, sesi her zamankinden daha derindi. Çatılmış kaşları, titreyen nefesi, her şeyi anlatıyordu.
Timin hâlini görünce derin bir iç çekti, gözlerini tek tek adamlarının yüzünde gezdirdi. Burak, dizlerinin üzerine kapanmış hâlâ ağlıyordu. Ulaş yere çöküp nefes almakta zorlanıyordu. Kerim başını duvara yaslamış, gözlerini kapamıştı. Mustafa Kemal tek kelime etmeden olduğu yerde donmuştu.
Binbaşı başını eğdi. “Başımız sağ olsun…”
Cümle ne kadar basit görünse de, o an hepimiz için bir kurşun gibiydi.
Yutkundu. Sanki kelimeleri bile zorla çıkarıyordu.
“Altay… Sevdiğimiz bir dostumuzdu.”
Bunu söylerken bile inanmak istemiyordu. Bir dost… Artık geçmiş zamanlı konuşuyordu.
Burak, başını kaldırıp gözleri kıpkırmızı, nefes nefese fısıldadı:
“Biz şimdi ne yapacağız, komutanım?”
Binbaşı Özçelik derin bir nefes aldı, gözlerini bir an kapattı. Cevap vermek istemedi. Çünkü cevabı o da bilmiyordu.
Ama bildiği bir şey vardı.
Altay öldü, burada kalan herkesin içinde de bir şeyler çoktan ölmüştü.
Eren dizlerinin üstüne çöküp başını ellerinin arasına aldı. Nefesi kesik kesikti, hıçkırıkları titrek.
“Umay yengeme… Nasıl söyleyeceğiz?” dedi, sesi neredeyse duyulmazdı. Ama odadaki herkes onu duydu. Ve o an, işin en acı tarafı tokat gibi yüzlerine çarptı.
Bütün tim sustu. Ölü bir sessizlik çöktü üzerlerine.
Bir adama ölmek yakışmaz bazen. Çünkü geride bıraktıkları için yaşamak daha zor olur.
Burak gözlerini sımsıkı kapattı, dişlerini kenetledi, "Hayır… Hayır, ona biz söyleyemeyiz." dedi. "Bunu nasıl yaparız? Nasıl söyleriz?!"
Ulaş, yere kapanmış, yumruklarını sıkıyordu. Yutkunamadı. Altay’ın adı, Umay’ın yüzünde kaç parçaya bölünecekti?
Ve Umay…
O şu an bu anı bilmiyordu. Altay’ın bir daha dönmeyeceğini, elini tutamayacağını, sesini duyamayacağını…
Eren gözyaşlarına boğulmuştu. "O hamile lan…" dedi, sesi titrek ve kırık. "Çocuğunu babasız mı doğuracak?"
Binbaşı Özçelik bir adım geri attı. Gözleri yere düştü. O da cevapsızdı.
Kimse, Umay’a Altay’ın öldüğünü söyleyebilecek kadar güçlü değildi.
Ama gerçek, ne olursa olsun kapıya dayanacaktı. Ve o kapıyı açan kişi, Umay’ın dünyasını yıkacaktı.
O sırada…
Umay, sekiz aylık karnıyla oğluna hazırladığı odada, beşiğin başında duruyordu. Gecenin sessizliğinde yalnızca nefes alışları duyuluyordu. Nedense uyku tutmamıştı. İçinde bir huzursuzluk vardı ama nedenini bilmiyordu.
Parmakları beşiğin ahşap kenarında gezindi, gözleri sevgiyle oğluna aldığı küçük battaniyeye takıldı. Altay’ı düşündü. Onun hamile olduğunu öğrendiği o ilk anı…
Altay’ın gözlerindeki şaşkınlık, mutluluk ve gurur… “Gerçekten mi?” diye sorduğu o titrek ses… Sonra onu kaldırıp havaya döndürmesi, kahkahalar, heyecan…
Gözleri doldu. Sanki o anı yeniden yaşıyordu.
Sonra cinsiyet partisini hatırladı. Mavi dumanlar göğe yükseldiğinde Altay’ın yüzündeki o ifade… Oğulları olacaktı. Aybars. Adını beraber koymuşlardı. “Güçlü olacak,” demişti Altay, “Senin kadar güzel, benim kadar inatçı.”
Umay iç çekerek karnını okşadı. “Oğluşum…” dedi fısıltıyla, sesi şefkatle doluydu. “Aybars’ım… Bir ay sonra geleceksin, değil mi?”
Sonra başını hafifçe kaldırıp odadaki loş ışığa baktı. Gözleri özlemle doluydu.
“Baban da gelir görevden…” diye fısıldadı, “Bizimle olur…”
Ama içindeki huzursuzluk, henüz bilmediği gerçeğin gölgesiydi.
Ve o gölge, kapısına dayanmaya çok yakındı.
Kapının eşiğinde bir boşluk gibi durdu Umay.
Ayaklarının altında dünya kayıyordu da, kimse fark etmiyordu.
Birileri soluk alıyordu içeride,
Birileri gözlerini kaçırıyordu,
Birileri de ellerini yumruk yapıp, kelimeleri boğazında eziyordu.
"Altay nerede?" dedi Umay, sesi çok uzaklardan geliyordu sanki.
Sanki bu soru hiç sorulmamış gibi,
Sanki sabah hâlâ sabah,
Ve Altay hâlâ buradaymış gibi.
Kimse konuşmadı.
Bir an herkes sessizliğe gömüldü.
O sessizlik, ölümün en koyu rengiydi.
Binbaşı Öztürk gözlerini yere kaçırdı,
Burak, Mustafa Kemal, Ulaş, Kerim…
Hepsi perişan.
Hepsi bir harabe gibi ayakta duruyordu.
Bir taş düştü o an Umay’ın yüreğine,
Bir ağırlık çöktü omuzlarına.
"Başınız sağ olsun, Umay Hanım." dedi Halil Komutan.
Öyle ağır, öyle keskin.
Bir kurşun gibi düştü evin ortasına.
Umay bir adım geriledi,
Olabildiğince yavaş,
Sanki dünya çatlamıştı da o, uçurumun kıyısına gelmişti.
Nefes aldı ama yetmedi,
Bir şey boğazında düğümlendi,
Bütün sözcükler düştü dilinden.
"Hayır." dedi.
İlk önce fısıldadı,
Sonra sesi titredi.
"Hayır, Altay ölmez."
Burak gözlerini kapattı,
Ulaş elini yumruk yaptı,
Kerim, duvara yaslandı,
Kimse bir şey diyemedi.
Ama Umay bildi,
O an, bildi.
O an içinde bir şey koptu.
İçinde bir fırtına, bir kasırga,
Bir ölüm fısıltısı.
Kapının eşiğinde,
Bir kadın,
Bir beşik,
Ve bir çığlık.
Umay dizlerinin üstüne çöktü,
Karnını tuttu,
Altay’ın adını haykırdı,
Öyle bir haykırış ki,
Gece bile ağladı.
Umay dizlerinin üzerine çöktüğü an bedeninde keskin bir sancı hissetti. İlk başta acının şokuyla anlamadı ama karnının alt kısmında beliren ıslaklık onu gerçeğe çekti. Suyu gelmişti.
Sağlık ekibi hızla yanına geldi, biri nabzını kontrol ederken diğeri karnına elini koyup hafifçe bastırdı. “Membran rüptürü gerçekleşmiş. Servikal açıklığı kontrol etmeliyiz,” dedi içlerinden biri, sesi kararlı ama aceleciydi.
Umay nefes nefese, “Hayır… Daha zamanı vardı…” diye fısıldadı ama gözleri bulanıklaşmaya başlamıştı.
“Bebeğin zamanı gelmiş, Umay Hanım,” dedi doktorlardan biri. “Sizi hastaneye yetiştiremeyiz, burada doğum yaptırmamız gerekecek.”
Ebe hızla steril eldivenlerini giyerken, yanındaki hemşire ekipmanı hazırlamaya başladı. Biri Umay’ın bacaklarının arasına yastık koyarak onu desteklerken, diğer sağlık görevlisi “Derin nefes alın, kasılmalarınızı takip edeceğiz,” dedi.
Kontraksiyonlar artık düzenliydi. Ortalama her iki dakikada bir geliyordu ve yaklaşık 45 saniye sürüyordu. Bebeğin başı pelvik kanala ilerliyordu.
“Tam dilatasyona ulaşmışız, itmeniz gerekiyor Umay Hanım,” dedi ebe, alnından terleri silerek.
Umay dişlerini sıktı, bir eli yerde, diğer eli sıkıca battaniyeyi kavramıştı. Acı vücudunun her noktasına yayılırken, içgüdüsel olarak bebeğini dünyaya getirmek için tüm gücünü kullanıyordu.
“Itın, Umay Hanım! Derin nefes alın ve kuvvetli bir şekilde itin!”
Umay, gözleri yaşlı, nefesi kesik kesik, acıyı bastırmaya çalışarak tüm gücüyle itti. Kaslarının her biri yanıyor, bedeni tükenmiş gibi hissediyordu ama duramazdı.
“Baş göründü! Harika gidiyorsunuz, devam edin!” dedi ebe heyecanla. Bebeğin başı yavaş yavaş çıkıyordu.
“Bir kez daha! Son bir itme!”
Umay tüm gücünü topladı, haykırarak itti ve bir anda...
Ağlama sesi duyuldu.
O an, zaman durdu.
Bebek dünyaya gelmişti.
“Oğlunuz doğdu.”
Ebe hızla göbek bağını kesti, hemşire hemen bebeğin solunumunu kontrol etti ve üzerini sardı. Sağlıklıydı. Küçücük bedeniyle titriyordu ama o güçlü sesiyle dünyaya ilk çığlığını atıyordu.
Ama Umay…
Umay nefes nefese, gözleri dalgın bir şekilde tavana bakıyordu.
Altay yoktu.
Oğlu vardı.
Ama Altay…
Gözlerinden yaşlar süzülürken, kollarına verilen bebeğine titreyerek sarıldı.
Fısıltı gibi çıkan tek kelimeydi: “Aybars…”
Ve o an, Umay ağlarken oğlu ağladı, gece ağladı, gökyüzü bile sustu.
Umay, oğlunu ilk kez göğsüne yatırdığında gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Küçücük bedeni, annesinin sıcaklığına sığınmıştı. Aybars’ın minik parmakları Umay’ın tenine dokunduğunda, kalbinde büyük bir boşluk yankılandı. Altay yoktu.
İlk sütünü verirken de ağlıyordu. Acı, sevgi ve kayıp birbirine karışıyordu. Oğlu açgözlü bir şekilde sütünü emerken, Umay’ın gözlerinden damlalar düşüyordu minik başına. “Baban burada olmalıydı…” diye fısıldadı. “Senin o ilk nefesini duymalı, seni kollarına almalıydı…” Ama dünya acımasızdı.
Sağlık ekibi onu ambulansa aldığında da ağlıyordu. Gözleri artık odaklanamıyordu, bedeni yorgun, zihni paramparçaydı. Hastane koridorlarından geçerken, belki de kötü bir kâbusun içinde olduğunu düşündü. Belki birazdan uyanacak ve Altay karşısında olacak…
Ama gerçek, göz kapaklarını kapattığında bile peşini bırakmıyordu.
Hastane odasına alındığında, sakinleştirici etkisiyle derin bir uykuya daldı. Rüyasında Altay’ı gördü. Ona gülümsüyor, “Geri döneceğim,” diyordu. Ama ne kadar yaklaşsa da dokunamıyordu. Ellerini uzattı, ama Altay yok oldu.
Diğer tarafta, Aybars küveze alınmıştı. Minicik bedeni, steril ışıkların altında nefes alıyordu. Yaşam savaşı veriyordu.
Timin üç adamı küvezin başında sessizce bekliyordu. Burak, Ulaş ve Kemal. Konuşmuyorlardı, sadece izliyorlardı. Bu bebeğin babası yoktu. Ama babasının kardeşleri vardı. Ve o bebek, Altay’ın kanıydı.
Diğerleri ise Umay’ın başındaydı. Yatakta, yüzü solgun, kaşları çatılmış, rüyasında bile acı çeken bir kadın…
İlteriş yoktu.
Görevdeydi. Haber bile almamıştı.
Ve bilmiyordu… Döndüğünde, dünyasının paramparça olduğunu öğrenecekti.
Hastane odasının sessizliği aniden bozuldu.
Umay birden yataktan doğruldu, nefesi düzensizdi. Serumu çekip attı, içindeki fırtına artık kontrol edilemezdi.
Dışarıdaki seslere aldırmadı.
Hemşirelerin, doktorların, hatta timin ona seslenişleri… Hiçbiri duyulmuyordu.
Burak ve Ulaş odaya girdiklerinde Umay çoktan kapıyı açmış, bir ruh gibi ilerliyordu.
Sessiz, ama içinde yıkımlar taşıyan bir gölge gibi.
Tim şaşkınlıkla onu takip etti. Kimse konuşmadı. Kimse onu durduramadı.
Sanki bu dünyaya ait değildi artık.
Umay hastanenin dış kapısından çıktığında yüzüne soğuk hava çarptı.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu.
Bembeyaz… Ama Umay için bütün renkler yok olmuştu.
Kafasını kaldırdı, kar tanelerini izledi.
Arkasında duran tim sadece izliyordu. Sessizce.
Ve o an fısıldadı:
"Altay…"
Sesi rüzgâra karıştı.
"Geri dönsene bana… Bize…"
Dizlerinin üzerine çöktü.
"O kadar canım acıyor ki, sevgilim…"
Başı öne eğildi, elleri titredi.
"Kıyma bana… Bize…"
"Geri dön sevgilim… Lütfen."
Bir gülümseme geçti yüzünden. Acıdan doğan bir gülümseme.
Burak gözlerini kaçırdı. Arkasını döndü. İzlemeye dayanamadı.
"Renkler yok, sevgilim."
Umay’ın sesi artık sadece bir fısıltıydı.
"Karanlıkta kaldı dünyam…"
Kar taneleri upuzun saçlarına düşerken, gözyaşları yere karışıyordu.
Ve o an, içindeki her şey kırıldı.
"Ben sana doyamadım yarim!"
Çığlık çığlığa ağlamaya başladı.
O an Mustafa Kemal koştu.
Yanına çöküp onu sıkıca sardı.
"Umay…" dedi, sesi o kadar sessizdi ki… Ama içindeki koca fırtına hissediliyordu.
Umay, Mustafa Kemal’in masmavi gözlerine baktığında onların kan çanağına döndüğünü gördü.
Ve işte o an, gerçekler balyoz gibi başına indi.
Altay da gitmişti.
Ve Umay o karların içinde, kollarında sadece bir acı ile kalmıştı.
“Umay…” dedi Ulaş, diz çöküp gözlerini ona dikti. Sesinde, içinde tuttuğu binlerce kelimenin ağırlığı vardı.
Umay kıpırdamadı. Sadece gözyaşlarıyla, sadece kaybolmuşluğu ile oradaydı.
Ulaş boğazını temizledi, sesi çatallıydı. “Bana bak, güzel yengem.”
Umay yavaşça başını kaldırdı. O gözlerde bir boşluk vardı.
Altay’sız bir boşluk.
Ulaş iç çekti, gözlerini kaçırmadan konuşmaya devam etti. “Sen bize Altay’ın emanetisin.”
Bir anlığına her şey sustu.
Kar sessizce yağmaya devam ediyordu, dünya griydi ama içlerinden biri bile bu sözleri duymazdan gelemezdi.
"Şehitler ölmez, güzel kızım…" dedi Ulaş, sesi titriyordu. “Biliyorum… Yeni doğum yaptın. Biliyorum, canımız çok yanıyor. Ama hayat…”
Derin bir nefes aldı. “Hayat maalesef ki devam ediyor.”
Sustu. Söylediklerinin ne kadar saçma geldiğini fark etti.
Altay öldü. Ama ona “hayat devam ediyor” mu diyordu?
Kendi cümlesi boğazında düğümlendi. İçindeki fırtına, suskunluk kadar şiddetliydi.
Ve o an dayanamadı, sarıldı Umay’a.
Sımsıkı.
İçi çıkana kadar ağladılar.
Gözyaşları birbirine karıştı, acı tek bir bedene dönüştü.
Karın altında iki insan, kaybettikleri bir adam için sessizce parçalandılar.
Burak, onları izlerken derin bir nefes aldı, sonra gözlerini kapatıp montunu çıkardı.
Titreyen Umay’ın üzerine bıraktı, sardı montuyla. Küçük bir şeydi belki. Ama elinden gelen buydu.
“Abi…” dedi Ulaş’a, sesi düşünceliydi. “Çok üşüdü yengem. İçeri götürelim.”
Burak ceketinin cebinden bir sigara çıkardı, titreyen elleriyle yaktı.
Duman karla karışırken, herkes bir şeylerin geri dönülmez şekilde değiştiğini biliyordu.
Ulaş, Umay’ı titreyen kollarıyla kucakladı. O, hala ağlıyordu, sesi zaman zaman kesiliyor ama nefesi düzensiz devam ediyordu. Bu acı, insanın ruhuna işleyen türdendi.
İçeri girdiklerinde, hemşireler hızla yatağı hazırladı. Umay’ın gözleri boşluğa bakıyordu. Sanki sadece bedeni buradaydı ama ruhu, Altay’ın olduğu yere gitmişti.
Ulaş onu yatağa bıraktığında, hemşireler hemen serum takmaya başladı. Ama o artık burada duramazdı. Nefesi sıkışıyordu.
Boğazı düğümlendi, içindeki fırtına kabına sığmıyordu.
Aniden kendini dışarı attı.
Koşarak, zorlukla nefes alarak, mescide girdi.
Kapıyı hızla kapattı, ayakta bile duramıyordu. Dizleri çözülüp secdeye kapandı.
Ve haykırdı.
“Allah’ım, Allah’ım… Bize güç ver!”
“Altay… Bu çok ağır, Rabbim, aklımı kaçıracağım!”
Elleri titredi, alnı secdede ıslanmıştı, gözyaşları tüm bedeniyle birleşmiş gibiydi.
“Bunu nasıl kaldıracağız Allah’ım? Biz onsuz nasıl yaşayacağız?”
Bağıra bağıra, çaresizce dua etti.
Ve o sırada kapı açıldı.
Ayak sesleri duyuldu.
Bütün tim, ayakkabılarını çıkarıp sessizce mescide girdi.
Kimse konuşmadı.
Sadece yan yana oturdular.
Ve o koskoca adamlar, ölümle burun buruna gelmiş, yıllarca savaştan çıkmış, merminin ortasında büyümüş o adamlar…
Çocuklar gibi iç çeke çeke ağladılar.
Kelimeler yetmezdi, hiçbir şey bu boşluğu dolduramazdı.
Ama o gece, Allah şahit oldu ki, onlar sadece bir arkadaşlarını kaybetmemişti.
Onlar, kardeşlerini toprağa vermişti.
Çocuklarım…
Üzülmeyin.
Benim bilmediğim bir acıyı mı yaşıyorsunuz sanıyorsunuz? Ben sizin gözyaşlarınızı da, dualarınızı da, suskunluğunuzda sakladığınız kelimeleri de biliyorum.
Bu gece titreyen dudaklarınızdan dökülen her fısıltıyı, secdeye kapanmış alnınızdaki her çizgiyi, göğsünüzü sarsan her hıçkırığı hissediyorum. Ben sizi biliyorum.
Altay öldü diye mi bu kadar öfkelisiniz bana?
Onu toprakla mı bir tuttunuz? Onu yoklukla mı eşitlediniz?
O şimdi bir boşluk değil. O, artık savaşın içinde kaybolmuş bir asker değil.
O, sizi geceleri ayakta tutan vicdan azabınız, ölümü unutturacak kadar güçlü anılarınız, içinizde yanan o kutsal ateş.
O şimdi, yüreğinizin en derin köşesinde, kaybolmayan bir ses.
Siz şimdi yas tutuyorsunuz, biliyorum. Siz şimdi dizlerinizin üzerine çöktünüz, ağırlığınız dayanılmaz, nefesleriniz sıkışıyor.
Ama kalkın çocuklarım.
Kaderin bir planı var.
Her kayıp bir boşluk değildir. Bazen ölüm bile yeni bir yol açar.
Siz hâlâ buradasınız. Altay’ın silah arkadaşları, Altay’ın kardeşleri, onun nefesini taşıyan Aybars’ın amcaları.
Ben sizi unutmadım.
Kalkın. Çünkü bu hikâye burada bitmedi....
YN: bundan sonrası 2. Kitapla bağlantılı olacak bunu okuyunca NAR TANELERİ adlı kitaba geçiniz...🖤😞
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 14.05k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |