
Burak sinsi bir sırıtışla yanıma sokuldu, gözleri parlıyordu.
Çayın buharı yüzüne vururken başını bana doğru eğip fısıldadı:
“Abi bence İlteriş senden daha romantik...”
Kaşlarımı kaldırıp gülümseyerek ona döndüm:
“Sen ciddi misin?” dedim alaycı bir bakışla.
Burak gözlerini kocaman açıp başını salladı:
“Vallahi bak görürsün, demedi deme! Ama kabul edelim, sen de çıtayı arşa çıkardın.”
Gözlerim ister istemez Umay’a kaydı.
Oğlumuz uyurken içi rahatlamıştı, gözlerinin altında hâlâ yorgunluk olsa da yanımda güvende olduğu için huzurlu bakıyordu.
Kalbim hızlandı, elim farkında olmadan onun ellerine gitti.
Yavaşça elini tuttum, avucumun içine aldım ve gözlerimi ondan ayırmadan öptüm:
“Beni geçebileceğini sanmıyorum, Burak.” dedim gülümseyerek.
Umay yanakları kızararak başını eğdi, ama dudaklarında istemsiz bir tebessüm belirdi.
O an öyle güzel göründü ki kalbim bir kez daha ona vuruldu.
Burak gözlerini devirdi, sanki pes eder gibi elini havaya kaldırdı:
“Tamam abi, teslim oluyorum... Ama İlteriş abi hala sürpriz peşinde, yakında göreceğiz bakalım kim daha romantik!” dedi sırıtıp koltuğa devrilirken.
Ben sadece gülüp başımı Umay’ın başına yasladım.
O an kazananın kim olduğu umurumda değildi.
Çünkü en büyük zaferim, yanımda oturuyordu.
Sohbet uzadıkça içimizdeki buzlar eriyor, kahkahalar çay buharına karışıyordu.
Gece boyunca anılar anlatıldı, eski görevlerden bahsedildi, hatta Burak yine komik taklitler yapıp herkesi kırıp geçirdi.
Çaylar bitince Yaseminka masayı toplamaya kalktı, ama giderken bir an durdu.
Bana dönüp gözlerimin içine bakarak sıcacık bir gülümsemeyle fısıldadı:
“Altay abi... İstersen sen kal artık evinde. Ben rahatsız olmam, ama sen rahat edemezsen çocuklar bana yer ayarlayacak. Artık ayrı kalmanızı istemiyorum.”
Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
Yaseminka’nın o saf iyiliği, o tertemiz kalbi öyle derinden dokundu ki...
Sessizce İlteriş’e baktım, gözlerimle onay almak ister gibi.
İlteriş hafifçe başını sallayıp gülümsedi.
Yavaşça kalkıp Yaseminka’nın omzuna dokundum:
“Sen rahatsız olmazsan... Kalırım.” dedim içtenlikle.
“Zaten sen de benim kardeşim oldun artık. Hem de yengemsin hani!” dedim göz kırparak.
Yaseminka hemen ellerini sallayıp:
“Yok abi ne rahatsızlığı, ev sizin eviniz!” dedi sevinçle.
O sırada Umay usulca gelip kollarıma girdi.
Başını göğsüme yaslayıp Yaseminka’ya baktı:
“Senin kalbin o kadar güzel ki...” dedi gözleri parlayarak.
“Senin gibi bir eltim olacağı için vallahi şanslıyım!”
Umay’ın o neşeli hali, Yaseminka’nın utangaç gülümsemesiyle birleşince İlteriş de dayanamayıp kahkaha attı:
“Kızlar kanka oldu bile!” dedi.
Burak ise sandalyeden kayıp yere uzanarak bağırdı:
“İlteriş abi ne romantik, Altay abi ne tatlı! Biz ne zaman evleniyoruz yaaa?” diye sızlanınca herkes kahkahalara boğuldu.
O an içimden geçen tek şey şuydu:
Bu aileyi, bu sevgiyi, bu dostluğu bir daha asla kaybetmeyecektim.
Ulaş koltuğa yayıldı, elindeki çayı karıştırırken hafif düşünceli gözlerle uzaklara baktı.
İç geçirdi, bardağı masaya koyup başını iki yana salladı:
“Sizi bilmem de ben evde kaldım...” dedi hafif mahcup bir sesle.**
Umay kıkırdadı, Yaseminka elini ağzına götürüp sessizce güldü.
Ama asıl bombayı İlteriş patlattı:
“Sana da beğendiremiyoruz ki koca adam!” dedi kaşlarını kaldırarak.**
“Gösterdiğimiz görücüye bile yok diyorsun.”
Burak kahkaha attı:
“Lan görücüye çıktın resmen, o neydi ya?”
Ulaş derin bir nefes alıp başını geriye yasladı:
“Ne yapayım ya? İçim ısınmadı.” dedi omuz silkerek.**
Ben kaşlarımı kaldırıp muzipçe yanaştım:
“Ulaş, dostum, senin kriterlerin ne? Söyle biz de ona göre bakalım.”**
Ulaş bir an düşündü, sonra gülerek konuşmaya başladı:
“Valla ne bileyim... İçimde bir his olacak. Baktığımda ‘Tamam, bu’ diyeceğim. Öyle herkesi sevemem ben.”
Umay gülerek başını salladı:
“O his gelince zaten anlarsın... Belki hiç beklemediğin anda çıkar karşına.”
İlteriş sırıtarak yaslandı:
“Altay gibi ol işte, gördü vuruldu.”
Ben omuz silkip Umay’a daha sıkı sarıldım:
“Tek bakış yeterliydi...” dedim göz kırparak.**
Ulaş güldü ama gözlerinde biraz hüzün vardı:
“Belki benim nasibim de yoldadır...” dedi usulca.**
O an hepimiz sustuk.
Çünkü biliyorduk ki Ulaş da hak ettiği aşkı bulacaktı.
Ve biz o gün geldiğinde onun için en büyük kutlamayı yapacaktık.
Burak sandalyeye ters oturmuş, elindeki bardağı çevirip duruyordu.
Ulaş’ın iç geçirmesine fırsat tanımadan patladı:
“O yol İpek Yolu mu abi? Gelemedi bir türlü...” dedi kahkaha atarak.**
Ulaş hemen dikeldi, gözlerini kıstı:
“Hele sen kendine bak!” dedi sinirle.**
“Daha sevgilin bile olmadı, gelmiş bana laf atıyorsun!”
Burak sırtını geriye yasladı, ellerini havada gezdirip bomba sever gibi yaptı:
“Bomba imhacıyım sonuçta... Bombayı okşaya okşaya imha ediyorum.” dedi sırıtıp.
Umay ve Yaseminka göz göze gelip kaşlarını kaldırdılar, bakışları ‘Bu muhabbet nereye gidiyor?’ der gibiydi.
Umay bana yaklaşıp fısıldadı:
“Biz nereye düştük aşkım?”
Ben de fırsat bu fırsat deyip muhabbeti başka yöne çektim:
“Ya bırakın şimdi kendinizi... Asıl konu ne biliyor musunuz?” dedim kısık sesle.
Tim hemen dikkat kesildi.
Burak kolunu masaya dayadı, Ulaş kaşlarını kaldırdı.
“Mustafa Kemal...” dedim başımı sallayarak.**
“Bizim yakışıklı hâlâ platonik ya... Çocuk resmen ‘mesela’ kalıbında yaşıyor.”
İlteriş kahkaha attı:
“Aynen lan! Kız markette selam verdi diye üç gün bayram etti çocuk!”
Burak gülmekten sandalyesinden düştü:
“Kız ‘kolay gelsin’ dedi, çocuk soyadını düşünmeye başladı!”
Mustafa Kemal kafasını tutup sinirle bağırdı:
“Lan aşkıma karışmayın!”**
Umay dayanamayarak güldü, Yaseminka elini ağzına kapattı.
Ama belli ki herkesin içi mutluluktan kıpır kıpırdı.
Çünkü ne yaşarsak yaşayalım, hep birlikte gülüyorduk.
Ve bu ailede kahkaha asla bitmeyecekti.
Burak sandalyesinde arkaya yaslandı, gözleri Mustafa Kemal’in üzerindeydi.
Bir yandan gülüyor, bir yandan da çenesini ovuşturuyordu.
“Ee, Hayat hâlâ yazmadı mı?” dedi göz kırparak.
Mustafa Kemal kaşlarını çattı, elindeki çayı masaya bıraktı:
“Ya uzatmayın! Belki telefonu bozulmuştur!” dedi savunmaya geçerek.
İlteriş kahkahayı bastı:
“Telefonu bozulmuştur ha? Kızın telefonunu bozan da sen misin yoksa?”
Burak bombayı patlattı:
“En son ‘nasılsın’ yazdın, 3 haftadır mavi tikte bekliyorsun oğlum!”
Ben dayanamadım, dizime vurdum:
“Kemal, dostum... Kız seni milli park sanıyor. Hep açık ama kimse uğramıyor!”
Mustafa Kemal yerinde hoplayıp bağırdı:
“Yeter lan yeter! Bu kadar üstüme gelmeyin!” dedi kızarıp bozarıp.
Sonra başını önüne eğip fısıldadı:
“Ama yine de bakıyorum... Belki yazar diye...”
Umay elini kalbine götürüp tatlı tatlı güldü:
“Ah canım ya... Bence direkt açıl, ne kaybedersin ki?”
İlteriş göz kırptı:
“Aynen, en fazla mavi tik olur... Ona da alıştın zaten.”
O anda hepimiz kahkahaya boğulduk.
Mustafa Kemal kızarsa kızsın, hepimiz onun adına deli gibi mutluyduk.
Çünkü onun günü de gelecekti tıpkı bizimki gibi.
Umay’ın elini usulca tuttum, tim kahkahalarla muhabbetin dibine vurmuşken sessizce oğlumuzun odasına geçtik.
Aybars, minik yatağında derin bir huzurla uyuyordu, ama yüzündeki ciddiyet sanki dünyayı kurtarmaya hazır bir komutan edasındaydı.
Bu hâliyle bile bana benziyordu.
Umay, Aybars’ın saçlarını usulca okşarken başını bana çevirdi.
Gözleri ışıl ışıldı, sesi yumuşacık ama flörtöz bir tondaydı:
“Seni doğurmuş olmam hakkında ne düşünüyorsun?” dedi gülümseyerek.**
İçimden kahkaha atmak geldi ama rolü bozmak istemedim.
Kafamı yana eğip, gözlerimi kısmış gibi yaparak ciddi bir sesle cevap verdim:
“Gayet başarılı bir kopya olmuş hayatım.”
Umay kıkırdamaya başlayacakken beline ellerimi koyup daha da yaklaştım:
“Ama bir de... Bunun Umay versiyonunu mu kopyalasak, ha? Ne dersin?” dedim kaşlarımı kaldırıp çapkınca sırıtarak.
Umay gözlerini devirdi ama yanağında beliren gamzeden keyiflendiği belliydi:
“Altay Öztürk... Sen durmazsın, değil mi?” dedi başını hafif yana yatırıp.
“Durmam.” dedim hiç düşünmeden, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan.
“Çünkü sana doyamam.”
O an, Aybars mırıldanarak dönünce sessizce güldük.
Ama içimdeki çılgın aşkı hiçbir sessizlik bastıramazdı.
“Bu gece sabaha kadar,” dedim, dudaklarım onun kulaklarına fısıldarken. Sözlerim, gecenin sessizliğinin içine karışarak yankılandı. Gözlerimdeki ateş, onun bakışlarında bir kıvılcım yarattı.
İtiraz edecek gibi oldu. Başını hafifçe çevirip, beni süzen bakışlarıyla direniş sergilemek istedi. Ama sadece bir anlıktı bu; o anın büyüsüne kapılmıştı ve kelimeler dilinin ucunda birikti, ama bir türlü dışarı çıkamadı. Bir nefeslik bir süre, zaman adeta durdu.
Tam o anda, Aybars'ın uyandığını hissettik. Alanımızın dışındaki bir boşluk belirmişti. Kalbim hızla atmaya başladı; gergin ama heyecan dolu bir sessizlikte, bakışlarımız aniden birbirinden uzaklaştı.
Gözlerim ona döndüğünde, o da durdu, sanki dünya yeniden hareket etmeye başlamış gibi hissettik. O an, gizli bir arzuda çok daha fazlasıydı; sadece birbirimize olan çekimimizi ve aramızdaki elektriği derinlemesine hissettiğimiz anlarda, bu geceyi sabaha taşımak için biraz daha beklemenin gerekliliğini düşündük.
Aybars’ın derin uykusu ile gerçeklik arasında gidip gelen düşünceler arasında, aniden kalbimizdeki heyecanı ve büyüyü hissettik; ama belli ki bu an, henüz yeni başlıyordu.
“Biraz bekleyelim,” dedim, altındaki huzurlu uykunun varlığını hissetmeye çalışarak. Ve o an, sadece ikimizin soluksuz kaldığı anı yaşamak istedik; büyü devam etti, gizem dolu ve titrek bir şekilde.
Umay’la dudaklarımız birbirine kilitlenmişti, kalplerimiz deli gibi atıyordu.
Zaman durmuştu sanki; kollarımda onu hissetmek, kokusunu içime çekmek yetiyordu.
Ama tam o an...
Kapı çaldı.
İkimiz de ani bir refleksle birbirimizden uzaklaştık, nefes nefese kalmıştık.
Umay saçlarını düzeltmeye çalışırken, ben dudaklarımın şişip şişmediğini kontrol ediyordum.
“Yapacak bir şey yok...” dedim nefesimi toparlamaya çalışarak.
Gözlerim hâlâ Umay’ın gözlerinde, içimde yarım kalmış bir fırtına vardı.
Ama kapı çalınca kaçacak yer kalmıyordu.
Kapıyı açtığımda karşımda İlteriş, elinde çay tepsisiyle sırıtıyordu:
“Çay hazır, âşıklar!” dedi göz kırparak.
Burak içeriden bağırdı:
“Altay abi! Çay içerken aşk terapisi bedava mı oluyor?”
Umay arkamda sessizce gülüyordu, ama gözlerinde hâlâ sönmemiş bir ateş vardı.
Ben sadece derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım:
“Bekleyin lan... Daha gece uzun.” dedim kısık sesle, ama içimdeki heyecan bir volkan gibi fokurduyordu.
Umay’ın elinden tutup onu yanıma çektim, kolumun altına alıp sıkıca sardım.
Çay bardağını usulca uzattım, avuçlarının arasına yerleşti bardak.
Gözleri gözlerimdeydi, o tanıdık bakış vardı yine kalbimi yerinden söken o bakış.
“Sağ ol aşkım...” dedi yumuşacık sesiyle.
Sesi, içimdeki tüm yaraları tek dokunuşla sarıyordu sanki.
Ben de ona aynı aşkla bakıp hafifçe gülümsedim:
“Rica ederim karıcım...” dedim, sesimdeki sıcaklığı saklamadan.
Çayın sıcaklığı elimdeydi, ama içimi ısıtan o değildi.
Umay’ın yanımda oluşuydu, onun kokusu, onun varlığıydı.
Tim yan tarafta kahkahalar atıyordu, İlteriş yine Burak’a takılıyordu ama benim dünyam küçülmüştü.
Sadece Umay, Aybars ve ben vardık.
O an anladım ki...
Bazen en büyük huzur, sevdiğin kadının yanında sessizce çay içmekte saklıydı.
Umay çayından bir yudum aldı, sonra başını omzuma yasladı.
Parmakları usulca avucuma dolandı, sessizce elimi tuttu.
“Biliyor musun?” dedi fısıldar gibi.
“Sen yanımdayken dünya daha sessiz oluyor. Sanki her şey yolunda gibi.”
Gözlerimi kapatıp kokusunu içime çektim.
Bu cümle, bin tane madalyadan daha değerliydi benim için.
“Sen ve Aybars yanımdayken her savaşı kazanmış gibi hissediyorum...” dedim.
“Bundan sonra ne olursa olsun, hiçbir şey bizi ayıramaz. Söz veriyorum.”
Umay başını kaldırdı, gözlerini gözlerime dikti.
Gözlerinde hâlâ biraz hüzün vardı ama umut da vardı.
“Bir daha gider misin?” diye sordu kısık sesle.
Boğazım düğümlendi, ama gözlerimi kaçırmadım:
“Gerekirse ölürüm, ama sizi bir daha bırakmam.” dedim kesin bir dille.
O an, Aybars’ın odasından hafif bir mırıldanma geldi.
İkimiz de aynı anda kulak kesildik.
Umay gülümsedi:
“Sanırım rüyasında yine uçak yediriyorsun ona...” dedi kıkırdayarak.
Ben de gülümseyip alnına bir öpücük kondurdum:
“Küçük kurdumu rüyasında bile doyururum.”
Ve o an, yanımda karım, odada uyuyan oğlum varken...
Hayatın bana verdiği en büyük armağanı hissettim: Aile.
İlteriş sazını kucağına alıp başköşeye kurulduğunda, gözlerinde eski günlerin ışıltısı vardı.
Timin kalanı sessizleşmiş, kahkahalar yerini derin bir saygıya bırakmıştı.
Ben Umay’ı usulca kollarıma çekerken, o tanıdık melodiler odaya yayılmaya başladı.
İlteriş’in parmakları tellere dokundukça saz inledi, kalbimde yıllardır eksik olan parça yerine oturur gibi oldu.
Sesimi topladım, derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım:
“Haydar Haydar, şahım Haydar...”
Sesim odada yankılanırken Umay başını göğsüme yasladı.
Sanki her dizeyle geçmişin yaraları birer birer sarılıyordu.
Aylarca sırtımda taşıdığım acı, içimde biriktirdiğim korku, yitip gitme kaygısı bu dizelerle eriyip gidiyordu.
Burak, elinde çay bardağıyla sessizce eşlik ediyordu, gözleri dolmuştu ama yüzünde huzurlu bir ifade vardı.
Mustafa Kemal sazın ritmine başıyla tempo tutuyor, Ulaş gözlerini yere dikmiş, belli ki geçmişi düşünüyordu.
“Nerde Pir Sultan’ım nerde...” dediğimde sesim titredi.**
Sanki kendi darağımı hatırlıyordum.
Kendimi yok sayıp, vatan uğruna ölümü göze aldığım o zamanları...
Umay başını kaldırıp bana baktı, gözlerinde binlerce kelime vardı ama tek kelime etmedi.
Çünkü her şeyi zaten biliyordu.
Oğlumuz içeride mışıl mışıl uyurken, biz hayata yeniden doğar gibi oturuyorduk orada.
Şarkı bittiğinde İlteriş gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı:
“Abi...” dedi, sesi ince bir kırılganlık taşıyordu.
“Sesini ne kadar özlediğimizi bilsen...”
Gülümsedim, ama gözlerim dolmuştu.
Umay’ın elini sıkıca tuttum, alnına bir öpücük kondurdum ve timime baktım:
“Buradayım lan...” dedim titreyen sesimle.
“Artık hiçbir yere gitmeyeceğim.”
Sazı usulca İlteriş’ten alıp kucağıma yerleştirdim.
Parmaklarım tellere dokunurken, Umay’ın gözlerindeki heyecanı fark ettim.
Kalbi sanki ellerimde atıyordu, her mısrayla biraz daha bana yaklaşıyor gibiydi.
İlk tını yayıldığında odaya derin bir sessizlik çöktü.
Tim sustu, kahkahalar bitti.
Sadece türkünün ruhu vardı artık odada — ve gözlerini benden ayıramayan Umay.
“Kirpiğin kaşına da değdiği zaman,
Bekleme sevdiğim vur beni, beni...”
Sesim titremeden, ama kalbimin en derin köşesinden dökülüyordu her kelime.
Umay, avuçlarını dizlerine koymuş, hiç kıpırdamadan beni izliyordu.
Gözlerindeki yaşları tutmakta zorlandığını biliyordum.
Ben de zorlanıyordum...
“Sevdanın şafağı söktüğü zaman,
Diyardan diyara sal beni, beni...”
O dizelerden geçerken boğazım düğümlendi.
Çünkü diyarlardan diyarlara savrulmuş, ölümle burun buruna gelmiş ama sonunda evine dönmüştüm.
Ve şimdi burada, aşkımın gözlerinin içine bakarak türküler söylüyordum.
Bu, bana bahşedilen ikinci bir hayattı sanki.
Umay elini uzattı, dizime koydu.
Parmakları hafifçe titriyordu ama yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Sanki türkünün her kelimesiyle yüreğine işliyordum sevgimi.
“Alevden gömleğe sar beni, beni...”
Dize bittiğinde gözlerini kapattı, başını hafifçe yana yatırdı.
İç çekişi bile duyuldu odada.
O kadar yoğundu ki hislerimiz, anlatmaya kelime yetmezdi.
Türkü bittiğinde sazı usulca dizlerimden kaldırıp kenara koydum.
Umay hiç düşünmeden boynuma sarıldı, gözlerini kapayıp sımsıkı tuttu beni.
“Bir daha gitme...” diye fısıldadı titreyen sesiyle.
“Ne olursa olsun, bir daha gitme...”
Onu daha sıkı sardım, başını okşadım:
“Gitmem, güzel gözlüm...
Bir daha hiçbir yere gitmem.”
Umay’ın kokusu hâlâ üzerimdeydi ama başımı kaldırıp timime baktığımda, yüreğimin en derin yerinde başka bir sevgi daha kabardı.
Bu adamlar sadece silah arkadaşı değil, benim ailemdi.
Onlarla ölüme yürümüş, onlarla hayatta kalmıştım.
Ve şimdi, onlara bakarken gözlerim dolmuştu.
“Size teşekkür borçluyum kardeşlerim,” dedim sesim titreyerek.
“Ben yokken karıma, çocuğuma sahip çıktınız... Kardeş bildiniz. Hakkınızı helal edin.”
İlteriş gözlerime dik dik baktı, sesi çatallaştı:
“Abi ne diyorsun sen ya? Biz tim olabiliriz ama hepimizin yolu sana çıkıyor. Biz birbirimize aile olduk.”
Burak aniden ayağa kalktı, gözleri dolmuştu ama her zamanki muzipliğini elden bırakmamıştı:
“Benim anam Umay yenge, babam sensin abi! Siz olmadan bokumuz çıkıyor! Bir daha ayrılık olmasın...”
Ulaş sessizce başını eğdi, ama gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Yıllardır aynı cephelerde yan yana durmuş, birbirimizin kanını, terini taşımıştık.
Mustafa Kemal dizlerini avuçlarının içine alıp sesi titreyerek konuştu:
“Abi, sen yokken biz eksiktik... Görev tamamlanır, vatan kurtulur, ama eksik olan sen olunca, nefretten başka bir şey kalmıyordu içimizde.”
Dayanamadım...
Ayağa kalkıp tek tek hepsine sarıldım.
İlteriş omzuma vurdu:
“Bir daha gidersen, seni ben vururum.” dedi gülümseyerek, ama gözleri hâlâ ıslaktı.**
“Gidemem...” dedim sessizce.
“Artık hiçbir yere gidemem.”
O gece, saatlerce konuştuk.
Kimi zaman ağladık, kimi zaman kahkaha attık.
Ama en önemlisi, birbirimize sırtımızı asla dönmeyeceğimizi bir kez daha hatırladık.
Ve ben, yıllar sonra ilk kez içimde eksik hiçbir şey olmadığını hissettim.
Çünkü ailem yanımdaydı...
Ve ben, artık evimdeydim.
Gece sessizleşmişti, Aybars çoktan uyumuştu.
Tim gittikten sonra evin içi daha bir sakinleşmiş, sıcak çaylarımız elimizde salonun köşesine çekilmiştik.
Yaseminka bacaklarını toplayıp koltuğa oturmuştu, gözlerinde uzaklara dalmış bir bakış vardı.
“Ablam İrmela...” dedi sesi titreyerek.
Cebinden eski, solmuş bir fotoğraf çıkardı.
Fotoğrafta iki küçük kız çocuğu vardı; biri Yaseminka, biri belli ki İrmela.
İrmela’nın gözlerinde aynı Yaseminka gibi derin bir hüzün vardı ama gülümsemesi sıcaktı.
“Belçika’da yaşıyor... Görüşmüyoruz artık.”
Sesi çatladı.
Umay hemen elini tuttu, başını omzuna yasladı.
“Ne oldu?” diye sordum sessizce.
Sorarken bile korktum canını daha fazla yakarım diye.
Yaseminka derin bir nefes aldı:
“Saraybosna’da savaş çıktığında babam bizi kaçırmaya çalıştı. Ben iltica ettik, ama İrmela’yı götüremedik. Annemle Belçika’ya gitti... Yıllar sonra bulduk, ama hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”
Umay gözleri dolu dolu sarıldı Yaseminka’ya, ben de başımı eğdim.
O anda kendi ailemi düşündüm; Umay’ı, Aybars’ı...
Ve Yaseminka’nın yarım kalmış hikâyesi içime oturdu.
“Belki bir gün barışırsınız,” dedim kısık bir sesle.
“Kan bağı kolay kopmaz...”
Yaseminka zorlukla gülümsedi:
“Belki...”
O gece geç saatlere kadar konuştuk.
Yaseminka savaşın gölgesinde büyüdüğü çocukluğunu, İrmela’nın ona hep nasıl kol kanat gerdiğini anlattı.
Ve biz dinledik... Çünkü bazen iyileşmek için sadece birinin seni dinlemesine ihtiyacın olurdu.
Sonunda Umay onu yatağa götürdü, üstünü örttü.
Ben de pencerenin önüne geçip gökyüzüne baktım.
Kendi kendime söz verdim:
Bu ailenin hiçbir ferdi, ne olursa olsun bir daha yalnız kalmayacaktı.
Umay elimi tutmuştu ama kalbimi de sıkıca kavramış gibiydi.
Bütün günün yorgunluğuna rağmen gözlerinde o tanıdık ışık vardı.
Aybars’ın telsizini kontrol ederken bile annelik refleksiyle hareket etmesi kalbimi daha çok eritti.
Ama şu an tek istediğim, onu kollarımın arasında hissetmekti.
Odamıza doğru yürürken koridorda adımlarımız yankılandı.
Ev sessizdi; Yaseminka derin uykudaydı, Aybars güvenle uyuyordu.
Ama benim içim fırtına gibiydi özlem, sevgi, tutkuyla çırpınıyordum.
Kapıyı usulca kapattım, kilitlemedim bile.
Çünkü Aybars'ın sesi her an yankılanabilirdi, her an anne ya da baba diyebilirdi.
Ama o risk bile heyecan veriyordu.
Umay’ı kollarımın arasına çektim, alnını öptüm:
“İyi ki döndüm...” dedim kısık bir sesle.
“İyi ki beni bekledin...”
Umay başını göğsüme yasladı:
“Ben beklemesem bile kalbim seni bırakmazdı.”
O an daha sıkı sarıldım ona.
Her şeyden, savaştan, kayıplardan, yıllar süren o korkunç ayrılıktan arınmak ister gibi.
Umay’ın kokusu ciğerlerime dolarken bütün yorgunluğum uçup gidiyordu.
Sessizce yatağa oturduk.
Ben yavaşça saçlarını okşarken, Umay başını dizime koydu.
İkimiz de konuşmadık... Sadece orada, o anın huzurunda kaybolduk.
Sevmek bazen bir cümle değil, sadece yan yana nefes alabilmekti.
Umay’ın sesi odayı doldurduğunda, kalbim göğsüme sığmaz oldu.
“İyi ki benim kocamsın Altay... Seninle kaybolmak istiyorum. Senin kokuna bulanmak istiyorum. Seni istiyorum...” dediğinde, içimdeki tüm fırtınalar koptu.
Umay’ın o sözleriyle içimdeki tüm duvarlar yıkıldı.
Kalbim hızlandı, nefesim düzensizleşti.
Bakışlarım gözlerinden dudaklarına kayarken, parmaklarım istemsizce beline daha sıkı sarıldı.
Beni istiyordu…
Ve ben zaten her nefesimde ona aittim.
“Benim oldun zaten, güzel karım…” diye fısıldadım.
Sesim titriyor, ama içinde taşıdığı tutku taş gibi sağlam duruyordu.
Parmak uçlarım yanaklarına dokunurken o da gözlerini kapadı, ellerini göğsüme yerleştirdi.
Dudaklarıma yaklaştığında, aramızdaki mesafe artık nefes almayı bile zorlaştırıyordu.
Tam o anda...
Bebek telsizinden incecik, masum bir ses yankılandı:
“Baba?”
Bir an donup kaldık.
Umay kahkahasını bastırmak için elini ağzına götürdü, ben de başımı iki yana sallayıp gülümseyerek alnına bir öpücük kondurdum.
“Seninle kaybolmak için sanırım biraz daha beklememiz gerekecek, güzelim.” dedim gülerek.
Umay gözlerini devirdi, ama gözlerindeki o aşkla karışık huzur her şeye bedeldi.
“Bari sen git bak,” dedi kıkırdayarak.
Yatağın kenarından kalkıp oğlumuzun odasına yürürken, içimde tarifi imkânsız bir mutluluk vardı.
Belki tam o an kaybolamamıştık... Ama her sabah, her gece birbirimize yeniden kavuşuyorduk.
Ve bundan daha güzel bir kayboluş olabilir miydi?
O anın büyüsü, zamanın durduğu o kusursuz sessizlik…
Karım göğsüme sokulmuş, minik elleriyle beni sımsıkı sarmıştı.
Sanki bırakıverse kaybolacakmışım gibi yüzünü boynuma gömmüş, saçları darmadağın halde mis gibi kokuyordu.
İçimden, “İşte burası benim cennetim,” diye geçirdim.
Aybars yan odada güvendeydi, tim evlerinde... Birazdan kahvaltıya damlarlardı muhtemelen.
Gözümde hayatın tüm telaşları anlamını yitirirken, gülümseyip karıma daha sıkı sarıldım.
Boynuna minik minik öpücükler kondururken, kalbim usulca yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.
Umay, uykulu sesiyle mırıldandı:
“Aşkımmm...”
Parmak uçlarım yanaklarını okşarken gözlerimi kısarak fısıldadım:
“Günaydın bir tanem...”
Umay doğruldu, saçları dağılmıştı ama gözleri ışıl ışıldı.
Bana baktı, o bakışıyla yine âşık oldum.
“Sabahları bu kadar yakışıklı olmak zorunda mısın sen?” diye sordu dudaklarında tembel bir gülümsemeyle.
Gözlerimi kırptım, çenemi hafifçe kaldırıp alaycı bir hava takındım:
“Bilmem... Eşime çekici görünmem lazım her an.”
Tam dudaklarından öpücük çalacakken, Umay’ın sıcaklığı tenimdeydi, ama Aybars’ın sesi telsizden yankılanınca ikimiz de istemeden de olsa gerçek dünyaya döndük.
Umay, gülümseyerek yanağımı okşadı:
“Git bak hadi, babası... Küçük kurt uyandı,” dedi sesi hâlâ uykunun tatlı sersemliğinde.
İçimden “Biraz daha kalalım böyle” diye geçse de gülümsedim.
Eğilip alnına minicik bir öpücük kondurdum.
“Geliyorum, baba kurt göreve hazır!” dedim sırıtarak.
Yavaşça yataktan kalkarken Umay’ın saçlarının dağılmış haline bir kez daha baktım.
O anı sonsuza kadar zihnime kazımak istedim.
Benim için cennet buydu: Karım yanımda, oğlum odasında, her şey olması gerektiği gibiydi.
Oğlumun odasına girdiğimde Aybars kollarını havaya kaldırmış, gözleri yaşlı bir şekilde ağlıyordu ama beni görünce hemen sustu.
Minik dişsiz gülümsemesiyle “Babaaa!” diye bağırdı.
Kahkahamı tutamadım.
“Baba burada, küçük kurt!” dedim, onu kucağıma alıp havaya kaldırırken.
Mis kokusunu içime çektim, yanağını defalarca öptüm.
Salona döndüğümde Umay kapıda durmuş, bizi izliyordu.
Gözleri dolmuştu ama gülümsüyordu.
“Sana âşığım,” dedi sessizce.
O an fark ettim: Hayat ne kadar zor olursa olsun, elimde tuttuğum en büyük zafer buydu.
Sevdiğim kadının kalbi ve kollarımda atan minik bir hayat.
Aybars kollarımda neşeyle kıkırdarken Umay yanımıza gelip bütün sevimliliğini takınarak konuştu:
“Evet, küçük kurdun karnı acıkmış mı?” dedi tatlı bir sesle, parmağıyla Aybars’ın minik burnuna dokunarak.
Ama tam o anda burnuma gelen keskin kokuyla kaşlarımı çattım, yüzümü buruşturdum.
Baba olmanın bazı gerçekleri vardı ve bu gerçek, şu an bütün netliğiyle kucağımdaydı.
“Evet...” dedim bezgin ama gülümseyen bir ifadeyle.
“Küçük kurdumuz sıçtı!”
Umay kahkaha atarak geri çekildi, ellerini havaya kaldırdı:
“Hem de tam kucağında!” dedi gülmekten gözleri yaşarırken.
Bende ise bir kabullenmişlik vardı.
Aybars bana bakıp gülüyor, minik ellerini uzatıp yanağımı okşuyordu.
Ne yaparsın? Baba olmak fedakarlık isterdi!
Umay kapıya doğru yürürken arkasını döndü, göz kırptı:
“Değiştirme işi sende bugün, komutanım!” dedi sırıtarak ve odadan çıktı.
Oğluma baktım, o bana baktı.
“Sen var ya sen... Beni bitireceksin!” diye fısıldadım gülümseyerek.
Ama içten içe mutluluktan eriyordum.
Bu bile özlemiş olduğum bir şeydi.
Onun kahkahası, annesinin gülüşü... Tüm kaosun içinden çıkıp sığındığım liman buydu.
“Hadi bakalım,” dedim Aybars’ı kaldırıp alnına öpücük kondururken.
“Gel seni yeni doğmuş gibi yapalım, küçük kurt!”
Aybars bana tatlı tatlı bakıp kıkırdarken, ben burnumu çekip derin bir nefes aldım.
“Baba olmak kolay değil,” dedim kendi kendime ama içimdeki panik büyüyordu.
Çünkü kokudan kaçış yoktu.
Son çareyi buldum:
Telefonu kaptım, hızla Burak’ı aradım.
“Alo? Burak? Acil destek lazım, bizim eve derhal gel!” dedim komutan edasıyla.
Burak şaşkınlıkla:
“Abi ne oldu? Eve mi baskın var?” diye sordu panikle.
Ben burnumu tıkayıp gözleri dolmuş oğluma bakarken:
“Evet! Bir çeşit kimyasal saldırı var. Küçük kurt patladı!” dedim çaresizce.
Burak kahkahalarla gülerken:
“Abi ciddiyetle söylüyorum, ben gelene kadar o iş üç katına çıkar. Sen hallet, çocuk büyütmek savaş alanı gibi zaten!” dedi.
Umay kapının arkasından sırıtarak bakıyordu:
“Komutan baba, alt değiştirme operasyonu başlasın!” diye fısıldadı.
Aybars minik elleriyle tişörtümü çekiştirirken ben derin bir iç çekip teslim oldum:
“Tamam küçük kurt... Hadi bakalım, bu savaşı kazanacağız!” dedim kendimi motive etmeye çalışarak.
Ve kahramanca operasyona başladım...
Bismillah deyip kolları sıvadım.
Aybars’ı sırt üstü yatırdım, göz göze geldik.
Minik suratıyla bana bakıyor, hiçbir şeyden habersiz gülümsüyordu.
Ama ben onun minik bedeninden çıkacak devasa felaketi henüz bilmiyordum.
Bezi açtığım anda gözlerim yandı.
Gerçekten yandı.
Sanırım burası kimyasal saldırı alanıydı.
“Oğlum sen ne yedin dün gece? Patates püresi değil bu, bildiğin biyolojik silah!” dedim bezmişlikle.**
Ama yılmadım, ne de olsa Özel Kuvvetler eğitimi almış adamdım.
Bezi hızla katlayıp kenara koydum, temizliğe başladım.
Her şey yolunda gidiyor sanmıştım ki...
Aybars bir anda kıkırdayarak bacaklarını yukarı kaldırdı.
Ve o an olan oldu.
Resmen yüzüme fıskiye gibi işedi.
“LANNN!” diye bağırdım ama iş işten geçmişti.
Gözlerimi kapatıp kafamı yana çevirdim ama nafile, duvara bile sıçradı.
Sanki nişancı eğitimi almış gibi...
Umay kapıda iki büklüm gülüyordu, Yaseminka yerde yuvarlanıyordu kahkahadan.
Ben elimde ıslak mendille orada kaldım.
Aybars ise gülmekten kıkır kıkır oldu.
Oğluşum resmen dalga geçiyordu benimle!
“Sen büyü, sana bunun intikamını alacağım minik kurt!” dedim bezlerken.
Aybars da sanki anlıyormuş gibi kahkahayı bastı.
O an ne kadar battıysam da içim mutlulukla doldu.
Kahraman baba olarak operasyonu tamamladım.
Ama banyoya koşarken Burak’a mesaj atmayı unutmadım:
“Bu işten sağ çıktım. Ama seni gördüğümde kesin dayak yiyeceksin.”
Duşa girdim, suyun sıcaklığı tenime çarpınca derin bir nefes aldım.
Bugün resmen savaş alanından çıkmış gibiydim.
Aybars’ın nişancı yeteneği, Umay’ın kahkahaları, Burak’ın telefonun ucunda kahkahadan bayılma noktasına gelmesi...
Hepsi üst üste binince beynim zonkluyordu.
Ama yine de içimde tuhaf bir mutluluk vardı.
Bunları yaşamak bile bir mucizeydi.
Aybars’ın gülüşü kulaklarımda çınlarken kafamı suyun altına soktum.
Tam o sırada banyonun kapısı açıldı.
Umay içeri daldı, hâlâ gülüyordu.
Elinde havluyla kapıya yaslanmış, kahkahalarla kıvranıyordu.
“Altay senin suratını görmeliydin! Oğlum seni perişan etti!” dedi kıkırdayarak.
Ben kafamı musluktan kaldırıp kaşlarımı çattım:
“Çok eğleniyorsun, ha?” dedim muzur bir gülümsemeyle.
Umay eğilerek gülmeye devam ederken sessizce duştan bir adım dışarı çıktım.
“Ben seni güldüreyim...” dedim ve bir hamlede belinden yakalayıp kendime çektim.
Umay çığlık atmaya kalmadan kendini sıcak suyun altında buldu.
Gözleri fal taşı gibi açıldı, saçları anında suyla yapıştı yüzüne.
“ALTAY! Ne yapıyorsun manyak?!” diye bağırdı ama ben kahkahalarımı tutamıyordum.
“Dalga geçiyordun ya sevgilim, dedim ki seni de serinleteyim biraz.”
Umay kollarımda debelenirken daha sıkı sarıldım.
“Bırak!” dedi ama ben yanağını öpüp:
“Öyle kolay kurtulamazsın!” diye fısıldadım.
O an, suyun altında kahkahalarla birbirimize sarılmışken zaman durdu sanki.
Tüm kargaşa, yorgunluk, her şey silindi.
Geriye sadece kahkahalar ve sımsıkı kucaklaşan iki âşık kaldı.
“Altay... sen tam bir çılgınsın,” dedi Umay, nefes nefese.
“Ama sen beni böyle seviyorsun,” dedim sırıtarak.
Ve o gün banyo sadece suyla değil, kahkahalarımızla taştı...
Duştan çıktığımızda banyonun buğulu aynasında Umay’ın yanaklarının kıpkırmızı olduğunu gördüm.
Saçları havluya sarılmış, bornozunun içine büzülmüş halde gözlerini devirdi.
“Kesin çocuklar yine dalga geçecek,” dedi dudak bükerek.
Tam gülümseyip cevap verecekken koridorda beliren timle göz göze geldik.
İlteriş, Burak, Mustafa Kemal ve Ulaş, ellerindeki çay bardaklarıyla dondular.
Gözleri yuvalarından çıkacak gibi açıldı.
İlteriş sırıtarak:
“Komutanım, duş iyi geldi mi?” dedi göz kırparak.
Umay’ın yüzü pancar gibi oldu, ben hemen refleksle onu arkamda sakladım.
Ama tabii ki Umay, zaten benden küçücük olduğu için tamamen arkamda kayboldu.
“Bakmayın lan!” diye gürledim komutan sesimle.
“Bunu unuturuz sanma,” dedi Burak, kahkahalarla mutfağa kaçarken.
Mustafa Kemal ise sessizce gülüp sıvıştı.
Umay başını arkamdan uzatıp:
“Bunları evden atalım mı artık?” diye fısıldadı.
Ben de kahkahayı bastım:
“Çok geç, bunlar bizden ayrılmaz artık!”
Ve o an fark ettim ki ne kadar kaotik olursa olsun...
Burası tam bir yuva olmuştu.
Bornozumla yatağa yayılmış, saçlarımı kurularken Umay’ı izliyordum.
Gözlerimi ondan ayıramıyordum, sanki bir daha kaybolursa bir daha göremem diye korkuyormuşum gibi.
Umay dolabın önünde, saçlarını tarayıp iç çamaşırlarını seçerken hafifçe sırıttım.
“Umay...” dedim, sesime bilerek o çekici tonu vererek.
Omuzları kasıldı, ama yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi.
Yana kaymış tişörtünü düzeltirken bana göz ucuyla baktı.
“Ne var?” dedi hafif kısık sesiyle.
Ben daha da yayıldım yatağa, tek dirseğime yaslandım.
“Hatırlıyor musun?” dedim gözlerimden taşan muziplikle.
“Bundan bir sene önce sana ne demiştim?”
Umay gözlerini devirdi ama hafifçe gülümsedi.
“Ne zaman?” diye sordu ama sesindeki titreme, anıyı çoktan hatırladığını söylüyordu.
Kahkahamı zor tuttum.
“Sana yine seni böyle izleyeceğim, ama daha farklı bir şekilde demiştim.”
Umay’ın yüzü kıpkırmızı oldu, saç taradığı tarağı komodinin üstüne koyup bana sırtını döndü.
Ama ben onun kızardığını görebiliyordum.
Utangaç bir kahkaha attı, hafifçe başını eğdi.
“Kaçmıştın o zaman, hatırlıyor musun?” dedim gülerek.
“Göz teması bile kuramamıştın.”
Umay elleriyle yüzünü kapattı ama gülümsemesi ellerinin arkasından bile belli oluyordu.
Kendini toparlamaya çalışırken:
“Altay, çok kötüsün...” diye fısıldadı kısık sesle.
Ben de kahkaha attım, sonra kollarımı açıp:
“Ama yine de buradasın, değil mi?” dedim sevgi dolu bir sesle.
Umay o an yumuşadı, gözlerime bakıp gülümsedi.
Ve işte o gülümseme, bütün dünyamı yerle bir etti...
Umay’ı kendime çekip dudaklarına kapanırken, tam anın büyüsüne kapılmıştık ki kapıdan tok tok tok diye bir ses geldi.
Ama bu normal bir kapı tıklaması değildi, ritmik, sabırsız ve ısrarcıydı.
Umay kahkahayı zor tuttu, başını omzuma yaslayarak fısıldadı:
“Aybars...” dedi kıkırdayarak.
“Yürüteciyle vuruyor yine, hadi aç.”
Bir anda şaşkın şaşkın kapıya baktım, sonra koşar adım gidip kapıyı açtım.
Kapının ardında, minicik elleriyle yürütecine tutunmuş oğlum vardı.
Beni görünce gözleri parladı:
“Babaaa!” diye çığlık attı sevinçle, yürütecini odanın içine doğru sürükleyerek içeri daldı.
O an içimdeki her şey eridi.
Diz çöktüm, kollarımı açtım ve o minicik kollarıyla boynuma sarıldı.
Mis kokusunu içime çektim, saçlarını öptüm defalarca.
Umay yatağın kenarında oturmuş bizi izliyordu, gözleri mutluluktan ışıl ışıldı.
Ama ben daha pijamalarla yakalanmamak için hızla toparlanıp giyindim.
Aybars ise umursamadan yürütecini devirmiş, oyuncak arabasını bana uzatıyordu.
“Baba, vıınnnn!” dedi heyecanla, arabayı sürmemi istiyordu.
Giyinirken güldüm:
“Gel bakalım küçük kurt, yarış başlıyor!” dedim sırıtarak.
Umay’ın sesi arkadan geldi:
“Eveet, baba-oğul vakti başlamış!”
Ve o anda anladım ki, işte bu anlar benim cennetimdi…
Aybars’ı kucağıma alıp kahvaltı masasına doğru yürürken, içimde tarif edilemez bir mutluluk vardı.
Minik oğlumun saçları hala banyodan sonra taranmış gibi mis kokuyordu.
Masaya geldiğimizde, başköşeye yerimi çoktan hazırlamışlardı.
Tim çoktan toplanmış, herkes sabah mahmurluğuyla çayını karıştırıyordu.
Burak bir yandan ekmeğine reçel sürerken, Ulaş peyniri kesmeye çalışıyordu ama beceremiyordu — bıçak kaydıkça sinirleniyor, sessizce homurdanıyordu.
İlteriş ise gözlerini kısmış, muhtemelen geceyi uykusuz geçirdiğinden çayına bakıyordu.
Yaseminka ve Umay mutfaktan çıkıp son tabakları getirirken, ben gülümseyerek yerime oturdum.
“Günaydın, tim!” dedim neşeyle, koltuğa yerleşirken.
Aybars’ı mama sandalyesine yerleştirip kafasını okşadım.
Burak ağzı dolu halde mırıldandı:
“Günaydın abi...”
Ulaş başını kaldırmadan:
“Komutanım...” dedi mahcup bir sesle, hala peyniri kesmeye çalışıyordu.**
İlteriş gözlerini açmadan kısık sesle:
“Gece uyumadı bu,” dedi Aybars’ı işaret ederek.
“Telsizden her saat başı devriye geçtik sanki.”
O sırada Aybars gülerek ellerini çırptı:
“Amca!” dedi Burak’a bakarak.**
Burak ise hemen nazlanarak:
“Yine amcayım ben, ne güzel...” diye mırıldandı.**
Umay çay bardağımı önüme bırakırken hafifçe eğildi:
“Bu sabah senin özel günün. Baba-oğul gününüz kutlu olsun.”
Göz kırptı, yanağımdan minik bir öpücük kondurdu.
Ben de başımı kaldırıp kocaman gülümsedim:
“Baba olmak güzel şey...” dedim gözlerim dolarken.
Tim sessizleşti, herkes birbirine baktı.
Ama o an hepimiz biliyorduk:
Bu masa, sadece kahvaltı değil, yeniden birleşen bir ailenin sofrasıydı...
Aybars neşeyle ellerini çırpıyor, mama sandalyesinde bir sağa bir sola sallanıyordu.
Ben Umay’ın demlediği sıcacık çaydan bir yudum almış, buruş buruş olmuş ekmeğime peynir sürerken oğlumun kıkırdamasıyla gülümsedim.
Burak patates kızartmasını havaya atıp ağzıyla yakalamaya çalışırken, Aybars da onu taklit etmeye çalışıyordu.
Ama o minik elleriyle ekmeği tutarken, bir parça hızlıca boğazına kaçtı.
Bir anda sesi kesildi.
Minik elleriyle boğazını tuttu, gözleri kocaman açıldı.
Umay hemen fark etti:
“Altay! Altay nefes alamıyor!” diye çığlık attı.
Kalkıp Aybars'ı kucağından almaya çalışırken panikle titriyordu.
Aybars’ın yüzü kızarmaya başlamıştı bile.
Tim dondu kaldı, nefesimi bile tutmadan yerimden fırladım.
“Ver bana!” dedim Umay’a, Aybars’ı kucağıma çekerken.
Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi ama ellerim titremedi.
Onu hemen dizime yatırıp sırtına kontrollü ama hızlı vuruşlar yaptım.
Çıkmadı.
“Gel buraya oğlum...”
Onu hemen ayağa kaldırıp minik karnının altına ellerimi yerleştirdim.
Hemlich manevrasını yapmaya başladım, her sıkışta dua eder gibi fısıldıyordum:
“Hadi aslanım, hadi oğlum...”
Umay duvara tutunup yavaşça yere çöktü, nefesi kesilmiş gibi ağlıyordu.
“Aybarsım...” diye mırıldandı, sonra gözleri kaydı ve bayıldı.
Burak ona koşarken ben Aybars’a odaklandım.
Bir, iki, üç sıkıştırma derken o minik ekmek parçası ağzından fırladı.
Aybars derin bir nefes alıp ağlamaya başladı.
O ağlamayı duyunca ben dizlerimin üstüne çöküp oğlumu sımsıkı sardım.
Kalbim patlayacakmış gibi çarpıyordu.
“Geçti, bitti babacım...”
Gözyaşlarım istemsizce süzüldü.
Onu koklarken daha sıkı sarıldım.
İlteriş, Umay’ı kaldırmaya çalışırken gözleri dolmuştu.
Burak derin bir nefes aldı:
“Abi... Çıldıracaktım az kalsın...”
Umay kendine gelir gelmez nefes nefese bana koştu:
“İyi mi? Altay, iyi mi?”
Oğlumuzu Umay’a uzattım:
“İyi... Bizim küçük kurt sağlam çıktı.”
Umay Aybars’a sarılıp hıçkırarak ağlarken ben yere çöküp başımı ellerimin arasına aldım.
Hayatın ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu tekrar hatırlamıştım.
Ama o an, ailem yanımda ve sağlıklı olduğu sürece her şeyi göze alabileceğimi bir kez daha biliyordum...
Burak ellerini saçlarının arasına alıp sandalyesine çökmüştü.
Yanaklarından yaşlar süzülürken sesi titriyordu:
“Abi... Özür dilerim... Ben dikkat etmeliydim... O kadar oyun yapıyordum, dikkatimi veremedim... Ya bir şey olsaydı?”
O koskoca adam hıçkırarak ağlıyordu.
Ona baktım, kardeşimin yüreğinin ne kadar temiz olduğunu biliyordum.
Yanına gidip diz çöktüm, ellerini tuttum:
“Burak, bak bana. Geçti. Aybars iyi. Sen de iyisin. Hepimiz buradayız.”
Gözlerimin içine bakmakta zorlanıyordu:
“Ama... Abi, o an... Nefes alamıyordu...”
Yutkundum, boğazıma oturan o korkuyu sıyırıp atmak ister gibi:
“Korktun, biliyorum. Ben de korktum. Ama biliyor musun? Oğlum güvende. Çünkü biz buradayız. Sen buradasın.”
Burak, hıçkırıkları arasında kafasını salladı:
“Ben... Aileni koruyacağıma söz verdim. Ama...”
Ellerini sıktım:
“Ve sözünü tuttun. Bizi koruyan koca yürekli bir amcası var Aybars’ın. Senden razıyım, kardeşim.”
Umay elinde su bardağıyla geldi, Burak’a uzattı:
“Bizim için yaptığın her şey için minnettarız Burak... Aybars seni çok seviyor.”
Burak suyu içerken gözleri hâlâ kıpkırmızıydı:
“Abi, bir daha korkutmayın beni...”
Gülümseyip sırtına vurdum:
“Söz. Ama sen de prenses elbiseni giyip tiyatro yapmaya devam et olur mu?”
Tim bir anda kahkahaya boğuldu.
İlteriş gözyaşlarını silip güldü:
“Gladyatör Burak’ın çöküşü...”
Burak ağlamaktan kızarmış suratıyla bana ters ters baktı:
“Abi ya... İyi ki iyisiniz...”
O anda fark ettim:
Ne yaşarsak yaşayalım, biz hep bir aileydik.
O karmaşanın ardından herkes biraz toparlanmaya çalışıyordu, ama benim aklım hâlâ oğlumdaydı.
Aybars, her şeyden habersiz, tatlı tatlı kıkırdıyordu. Sanki az önce ölümle burun buruna gelmemiş gibi, minik elleriyle Umay’ın saçlarıyla oynuyordu.
Umay onu kucağında sallarken yanaklarından öptü:
“Benim küçük kurt yavrum... Annesinin canı...”
Ben koltuğa çökmüş, hâlâ sakinleşememiştim.
Gözlerimi onlardan ayıramıyordum.
Sanki bir an bile gözümü kırpsam, her şey kaybolacakmış gibi hissediyordum.
Umay bana baktı, gözlerinde o tarifsiz annelik sevgisiyle:
“Altay, iyi misin?”
Bir anda kalkıp yanlarına gittim.
Aybars’ı kucağıma aldım, sanki kalbimin bir parçasını tekrar yerine koymuş gibi hissettim.
Sarı saçlarını kokladım, o mis gibi bebek kokusunu içime çektim.
“Baba burda...” dedim, sesi titreyen ama yumuşak bir fısıltıyla.
Aybars, minik elleriyle sakallarıma dokundu:
“Babaaa...”
Kalbim yerinden çıkacak gibi oldu.
Gözlerim doldu ama ağlamadım.
Ona güçlü görünmeliydim.
Umay başını omzuma yasladı:
“Bugün çok korktum, Altay...”
Sesi kırılmıştı.
Başımı eğdim, onu daha sıkı sardım:
“Ben de korktum, karıcım... Ama size bir şey olsa ben yaşayamazdım.”
Aybars yine kıkırdadı, sanki bizi teselli ediyordu.
Umay gülümseyerek oğlumuzun başını sevdi:
“Baksana, kahraman babası onu kurtardı. Bizim küçük kurt ne kadar şanslı...”
“Hayır...” dedim sessizce, dudaklarımı oğlumun başına yaslarken.
“Ben şanslıyım. Siz olduğunuz için...”
Umay gözlerime baktı, dudaklarımız arasında kısacık bir mesafe vardı:
“Altay...”
Gözlerimi kapatıp onu öptüm.
Kısa, şefkat dolu bir öpücüktü.
O an anladım ki, ne olursa olsun...
Onlar benim cennetimdi.
İlteriş elini masaya vurup heyecanla konuşuyordu:
“Bakın, planı iyi yapmamız lazım! Küçük kurt bir yaşına basacak! Şanına yakışır bir doğum günü olacak!”
Ben elimdeki çayı yavaşça masaya bıraktım, şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim.
Bir an düşündüm...
Benim doğum günüm daha yeni geliyordu, ama kimsenin ağzında benimle ilgili tek kelime yoktu.
Umay gözümün içine baktı, belli ki içimden geçenleri anlamıştı.
Elini usulca dizime koydu:
“Altay, senin doğum gününü de kutlayacağız tabii ki... Ama Aybars’ın ilk doğum günü... Çok özel olmalı.”
Yutkundum, içimde garip bir burukluk oluşmuştu ama Umay’ın ellerinin sıcaklığıyla o his eriyip gitti.
Oğlumun ilk yaş günüydü... Evet, bundan daha önemli ne olabilirdi ki?
İlteriş sırıtarak bana döndü:
“Sana da sürprizimiz var, merak etme. Ama öncelik küçük aslanın!”
Burak atladı hemen:
“Abi, temalı yapalım bence. Mesela kurt teması? Ya da asker teması?”
Eren gülerek ekledi:
“Bence kurt teması harika olur! Küçük kurt, babası gibi güçlü büyüsün!”
Ben içimdeki tüm karmaşayı bir kenara bırakıp gülümsedim.
Elimi oğlumun minik başına koydum, saçlarını okşarken içimden geçirdim:
“Bütün doğum günlerim onun sağlığı olsun yeter...”
Umay bana sessizce fısıldadı:
“Merak etme... Sen benim en büyük hediyemsin zaten.”
İçimi kaplayan huzurla, timin heyecanlı tartışmalarını izledim.
Aybars gülüyor, Umay gülümsüyordu.
Benim için zaten en büyük kutlama bu tabloydu.
Umay’ın gözlerindeki pırıltıyı görünce kalbim hızlandı.
Aybars’ı kucağına alıp yanağını sevdi, sonra bana dönüp sırıttı:
“Bence sen de süprizimi beğeneceksin, aşkım...” dedi muzipçe.
Kaşlarımı kaldırıp merakla sordum:
“Hayırdır, ne süprizi?”
Umay hiçbir şey söylemeden gözlerini kaçırıp Aybars’a döndü:
“Değil mi oğlum? Babaya süpriz yapacağız...”
İyice meraklanmıştım. Ellerimi belime koyup ciddi bir bakış attım:
“Umay, bak kalbime iner. Ne planlıyorsun?” dedim gülerek.
Umay ise sadece gamzelerini çıkarıp güldü:
“Sabırlı ol Altay Paşa. Öğrenmen için biraz daha beklemen lazım.”
Burak atıldı hemen:
“Abi, bak kesin çok büyük bir şey. Düşünsene sana yeni bir tank hediye ediyorlarmış!” diye dalga geçince herkes kahkahaya boğuldu.
Ama ben kahkahaların ortasında bile gözlerimi Umay’dan alamıyordum.
Çünkü o gözlerde bana ait, benden saklanan kocaman bir sevgi vardı.
Ne planlıyorlarsa, hissettim ki kalbime dokunacak bir şeydi.
Umay bana yaslanıp fısıldadı:
“Bekle ve gör...”
Ve o an anladım.
Beni bekleyen süpriz ne olursa olsun, zaten hayatımın en büyük hediyesi yanımda oturuyordu.
O an içimi bir huzur kapladı ama merakım da dinmiyordu.
Umay’ın gözlerindeki ışıltı, timin sinsi sırıtmaları... Belli ki herkes bir şeyler biliyor ama ben hariç!
Yine de fazla üstüne gitmedim. Eğilip Aybars’ın saçlarını kokladım.
“Sen biliyor musun babaya ne süpriz var?” diye sordum fısıldayarak.
Aybars kafasını sallayıp güldü:
“Baba! Baba sürpriz!” dedi, minicik ellerini çırparak.**
Herkesin kahkahaları arasında Umay bana sokulup sessizce fısıldadı:
“Bu arada... Akşam şık giyin. Dışarı çıkacağız.”
Bir an durdum. Kaşlarımı kaldırıp ona döndüm:
“Randevumuz mu var, hanımefendi?” dedim çapkın bir gülümsemeyle.**
Umay başını iki yana salladı:
“Sana söylüyorum ama fazla soru yok. Giyin, hazırlan, bana güven.”**
Tam bir şey diyecekken İlteriş lafa girdi:
“Altay, ne kadar merak edersen et, söylemeyeceğiz. Artık sabır, komutanım.”**
Yemekten sonra herkes dağıldı.
Ev sessizleştiğinde Aybars’ı uyutmaya çalışırken zihnimde bin türlü senaryo geçiyordu.
Belki küçük bir kutlama, belki bir video sürprizi...
Ama içimdeki ses, bunun çok daha büyük bir şey olduğunu söylüyordu.
Belki de hayatım boyunca unutamayacağım bir gece olacaktı...
Ve Umay’ın gözlerinde sakladığı o sırrı çözmek için sabırsızlanıyordum.
Doğum günüm yarındı.
10 Ocak... Ama bugünden kutlama havası vardı.
Umay’ın sabahki bakışı, timin bana karşı sinsi sinsi gülüşleri... Bir şey dönüyordu.
Ama ne olduğunu çözemedim.
Akşamüstü olmuştu, Aybars uyumuştu.
Umay mutfakta kek yapıyordu, ama normalde benim doğum günümde pasta yapan hep Burak olurdu.
O yüzden işler daha da garipleşmişti.
Tezgaha yaslanıp onu izledim:
“Hayatım, kek mi yapıyorsun?” dedim kaşlarımı kaldırarak.
Umay sırıtıp hamuru karıştırmaya devam etti:
“Evet, canım istedi...” dedi, ama yüzündeki ifade onu ele veriyordu.
Yaklaştım, belinden sarıldım:
“Bana yalan söyleme, ne planlıyorsunuz?”
Umay başını çevirip yanağıma minik bir öpücük kondurdu:
“Sabırlı ol, aşkım. Bugünden kutlamak istedik belki...”
Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı.
O an anladım ki, bu gece sıradan bir gece olmayacaktı.
Sadece doğum günü değil, bambaşka bir sürpriz hazırlanıyordu...
Ve ben sabırsızlanıyordum.
Umay elimi tuttu, gözlerindeki heyecan belli oluyordu.
“Sen arabayı hazırla, ben Yaseminka’ya Aybars’ı emanet ediyorum.” dedi hızla.
Ne olduğunu anlayamadan gitti.
Aybars’ı da almadığına göre, baş başa kalacağımız bir yer olmalıydı.
Kalbim hızla çarpmaya başladı.
Arabayı çalıştırdım, direksiyona yaslandım ve onu beklemeye başladım.
Her saniye, içimdeki merakı daha da büyütüyordu.
Birkaç dakika sonra kapı açıldı.
Umay siyah, dizlerinin biraz üzerinde, zarif bir elbiseyle çıkageldi.
Uzun zamandır bu kadar özenli hazırlandığını görmemiştim.
Gözleri parlıyordu, saçları dalgalıydı.
Kapıyı açıp ona bakakaldım:
“Bu ne güzellik... Nereye gidiyoruz, hayatım?” dedim şaşkınlıkla.
Umay gülümseyip yanıma oturdu:
“Sana sürpriz. Ama önce bir yere uğrayacağız...”
Motoru çalıştırdım ama nereye gideceğimiz hakkında en ufak fikrim yoktu.
Tek bildiğim, bu gecenin hayatım boyunca unutamayacağım bir gece olacağıydı.
Kalbim hızla atarken motoru çalıştırdım.
Umay navigasyonu açmış, yolu tarif ediyordu ama nereye gittiğimiz hâlâ sürprizdi.
İlk durağımız küçük, sevimli bir pastaneydi.
Kapıya yanaşırken göz ucuyla ona baktım:
“Pastane mi?” dedim şaşkınlıkla.
Umay bana dönüp muzır bir gülümsemeyle göz kırptı:
“Muzlu...” dedi sadece.
Muzlu pastayı ne kadar sevdiğimi bildiği için içimde bir şeyler eridi.
Küçük pastaneden kocaman bir pasta aldık ve tekrar yola koyulduk.
Ama işin asıl heyecanlı kısmı daha yeni başlıyordu.
Bir süre sonra Umay, parmağıyla yolu işaret etti:
“Şuradan sap, aşkım.”
Ve işte o an gördüm: Mogan Gölü yakınlarındaki bir dağ evi.
Tam anlamıyla hayalimdeki yerdi.
Direksiyonu sıkıca tutup heyecanla güldüm:
“Hadi canım? Gerçekten mi?”
Umay başını salladı, gözleri ışıl ışıldı:
“Bugün sadece sen ve ben. Sessiz, huzurlu bir kutlama...”
Bu gece sadece bir doğum günü değildi.
Bu gece, kaybettiğimiz her dakikayı geri almak için başlattığımız yeni bir hikâyenin başlangıcıydı.
Gazı kökleyip dağ evine doğru sürerken içimde tarifsiz bir mutluluk vardı.
Çünkü sonunda yanımda olan, gözlerine her baktığımda kaybolduğum kadın, beni ikinci kez kendine aşık etmeye kararlıydı.
Arabayı dağ evinin önüne park ettim.
Gözlerim kocaman açılmıştı.
Küçük ama sıcacık görünen bir evdi.
Çatısında hafifçe biriken kar, verandadaki ahşap salıncak...
Ve Mogan Gölü’nün dalgasız yüzeyi...
Kapıyı açıp Umay’a yardımcı oldum.
Elini tuttuğumda içim titredi:
“Bunu nasıl ayarladın?” dedim hayran hayran.
Umay gülümsedi:
“Senin için ne yapılamaz ki? Burayı Halil komutan ayarladı. Seni çok özlemiş, ama biraz kafa dinlemen gerektiğini düşündü.”
İçeri girdiğimizde salon sıcacık, şömine hafifçe yanıyordu.
Her yer mis gibi çam kokuyordu.
Ortamın huzuru o kadar etkileyiciydi ki bir an durup derin bir nefes aldım.
Pastayı masaya bıraktım.
Umay elimi tuttu, kanepeye oturduk.
Başını omzuma yasladı:
“Sen burada olduğun sürece benim için her yer cennet.”
Elimi saçlarında gezdirdim:
“Sana söz veriyorum, bir daha asla gitmeyeceğim. Ne olursa olsun, nerede olursam olayım, hep senin yanında olacağım.”
Umay gözlerini kapattı, derin bir iç çekti.
Umay başını hafifçe omzumdan kaldırıp gözlerini göle çevirdi.
Camdan dışarıya, sessizce uzanan Mogan Gölü’ne baktı.
Kar hafif hafif yağıyordu, suyun yüzeyi gri bulutların yansımasıyla parlıyordu.
“Burayı sevdin mi?” diye sordu sessizce, sesi kırılgan ama merak doluydu.
Gözleri hâlâ manzaradaydı ama ben ona bakıyordum.
Dünyada görebileceğim en güzel manzara onun yüzüydü zaten.
Gülümseyip saçlarını kulaklarının arkasına yerleştirdim:
“Bu manzarayı çok sevdim ama...”
Elimle çenesini nazikçe çevirip bana bakmasını sağladım:
“Benim asıl sevdiğim, şu an gözlerimin içine bakan kadın.”
Umay hafifçe gülümsedi, gözleri nemlendi.
Yutkundu ama konuşmadı.
Kollarımı daha sıkı sardım:
“Biliyor musun, Umay? Bu göl, bu ev, bu an... Bunların hiçbir önemi yok. Sen ve Aybars yanımda olduğunuz sürece, ben zaten en güzel yerdeyim.”
Umay başını göğsüme yasladı, kalp atışlarımı dinler gibi sustu.
Ama nefesinden hissettim...
İçindeki tüm kırgınlık, tüm özlem damla damla çözülüyordu.
Ve o an, içimden geçen tek şey şuydu:
Bu kadını ömrümün sonuna kadar mutlu edeceğim.
Umay kahvesinden bir yudum alıp bana baktı.
Gözlerinde bekleyiş vardı, o tatlı sabırsızlıkla:
"Bana şiir oku hadi," dedi fısıltıyla.
Yaklaştım ona, dudaklarımız arasındaki mesafe neredeyse yok gibiydi.
Kalbim, kalbinin ritmine karışıyordu sanki.
Ellerini avuçlarımın içine aldım ve kısık sesle başladım:
"Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Gönlüm acısından bunu bildi!"
Umay’ın nefesi hızlandı, gözleri gözlerime kilitlendi.
Kelimeler dudaklarımdan döküldükçe
Aramızdaki hava ağırlaştı, duygular içimize sığmaz oldu.
"Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler;
Gönlüm ona pervane kesildi."
Şiir bittiğinde, sanki zaman durmuştu.
Umay’ın elleri hâlâ avuçlarımdaydı, gözleri dolmuştu.
Hiç konuşmadı... sadece başını kaldırıp dudaklarıma hafif bir öpücük kondurdu.
"Ben de sana pervaneyim," dedi titrek sesiyle.
O an, içimdeki yangını ne kelimeler ne de şiirler söndürebilirdi.
Sevmek buydu işte şiirden daha derin, sessizlikten daha gürültülü bir his...
Umay kahvesinden bir yudum aldı, gözleri dalgın ama yüzü aydınlıktı.
Şiiri okurken sesi titreyen dudaklarıma bakıyordu.
Karşısında duran adamın sesiyle kalbine işleyen mısralar, içindeki duvarları incitmeden yıkıyordu sanki.
“Devam etsene...” dedi fısıltıyla, gözlerini benden ayırmadan.
Ben de hiç düşünmeden devam ettim:
Gözler ki birer parçasıdır sende,
Alevden, yakuttan birer damla,
Ruhum bu alevden neyle kurtulmaz!
Şiirin her kelimesinde daha çok yaklaştım ona.
Sanki sözlerin her biri, içimdeki yangını daha da harlıyordu.
Kahvesini masaya bıraktı, gözlerini kapattı bir an.
Elini nazikçe tuttum, parmaklarını okşadım:
“Benim için ne olduğunu bilseydin, Umay...” dedim fısıldar gibi.
“Bu şiirlerde seni arıyorum her kelimede. Her mısrada yüzün, her hecede adın var.”
Umay’ın gözleri doldu, ama gülümsemeye çalıştı:
“Sen ne ara bu kadar romantik oldun?” dedi hafifçe kıkırdayarak.
Başımı iki yana sallayıp usulca gülümsedim:
“Ben hep romantiktim... Sadece sen yanımda olmayınca, kime göstereceğimi bilemedim.”
O an zaman durmuştu.
Gölde dalga yoktu.
Kalbimde tek ritim vardı:
O da Umay’ın bana duyduğu sevgiye fısıldayan kalbinin sesi.
Umay’ın gözleri gözlerimde kayboldu.
Ellerini yüzüme koyduğunda içimde fırtınalar koptu.
Dayanamadım...
Yavaşça yaklaştım, dudaklarına dokundum.
Öyle narin, öyle sevgi doluydu ki...
Sanki yılların hasreti o anda eriyip gitti.
İlk öpücüğüm nazik, sabırlıydı.
Ama Umay’ın elleri saçlarıma karışınca tüm sabrım tükenmeye başladı.
Onu kaybetme korkusuyla yanmış dudaklarım, şimdi sadece onun sıcaklığında teselli buluyordu.
Aramızdaki mesafe yok oldu.
Kalbim göğüs kafesimi kıracakmış gibi çarpıyordu.
Onu daha çok hissetmek için kollarımı sımsıkı sardım beline.
Umay nefes nefese kaldığında hafifçe geri çekildim.
Alnını alnıma yasladı, gözlerini kapattı.
Sesi titriyordu:
“Altay...”
Parmak uçlarıyla yanağımı okşadı, o güzel sesiyle fısıldadı:
“Sana her gün, her saat, her saniye yeniden âşık oluyorum...”
O an tüm dünya silindi.
Kuş sesleri, rüzgâr, göl...
Hiçbiri yoktu.
Sadece biz vardık.
Ve ben o an bir kez daha anladım:
Bu kadın benim cennetimdi.
"Umay," dedim fısıldar gibi, ona yaklaştım. Gözlerimdeki tutkuyu gördü. "Seni çok özledim," dedim. Sesim titrek ve derin bir arzu ile yankılanıyordu. O an, Umay'ın yanındaki her şey silinip gitmiş gibi hissettim; tek gerçeklik, ikimizin arasında var olan bu yoğun bağdı.
Umay, çekiciliğiyle bana doğru eğildiğinde, kalbimdeki heyecan daha da arttı. “Beni tut,” dedim, kendime hâkim olmaya çalışarak ama içimdeki arzunun beni ele geçirmesine izin vererek.
Dudaklarım kaygan bir deryada buluştu; ilk başta nazik bir dokunuştu ama sonra kollarımızın arasındaki ateşin büyüsüyle kıvılcımlanmaya başladı. Her öpücükle daha derin bir tutkuyla kaynaşıyorduk. Sanki birbirimizi yeniden keşfediyorduk; zihinlerimizdeki tüm düşünceler sadece bu anın tadını çıkarmak içindi.
Bacaklarıyla belimi sardığında, her dokunuşu tenimde dalgalar yaratıyor, içimdeki arzu iyice kabarıyordu. Umay’ın sıcaklığı, benim içimdeki o dayanılmaz isteği daha da körüklüyordu. "Seni istiyorum," dedim, içinde patlayan bir ateşle.
Umay, gözlerini kapatarak yanıtladı; kendini tamamen bana bıraktı. “Beni bırakma,” dedi sesi bir fısıldama gibi, ben de ona karşılık olarak daha yakınlaştım. O an, içimdeki her duygu, kelimelerin ötesine geçti.
Yavaşça onu yatağa doğru çekip, vücudumla üzerine kapandım. Duygularım, her bir hücremde yankı buluyordu. Umay'ın sıcak bedeni, etime yapıştığında, tüm düşüncelerim yok oldu, yalnızca onunla olan bu an benliğimi sarhoş etmişti.
Umay’ın teninin üzerindeki giysileri nazikçe çıkardım. Her bir hareketim ihtiyatlı ve saygılıydı ama aynı zamanda içimdeki tutkuyla da doluydu. Onun cildinin yumuşaklığı, parmaklarımla buluştuğunda beni daha da ateşli hissettiriyordu. Ardından dudaklarım tekrar onun dudaklarına yol aldı; her öpüş, vücutlarımızın bileşimiyle daha da derinleşiyordu.
O an, birbirimize tamamen bağlı olduğumuzu hissettik. Umay, arzu dolu bakışlarla benim gözlerime doğru derin bir şekilde baktı. “Daha fazlasını istiyorum,” dedi. Hiç düşünmeden kabul ettim, içimdeki tüm hisleri serbest bıraktım.
Kendimi tamamen ona teslim ettim. Her hareketimde, bir notanın ustalıkla çalınması gibi, birbirimize karşı zevkin melodisini yaratmaya başladık. Vücutlarımız bir uyum içindeydi; her kıvrım, her nefes alışverişi, aramızdaki bağın ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu.
Altımda yatan kadın, sadece bir bedenden ibaret değildi; o, ruhumun derinliklerine doğru açılan kapıydı. Yavaşça üzerimdeki sınırları kaldırdım. Her şey o kadar akışkandı ki, kendimizi kaybettik.
O an, hayatımın en derin ve anlamlı deneyimlerinden birini paylaşıyorduk. Her bir dokunuş, ruhlarımıza etki ederek bir harmoni oluşturuyordu. Vücutlarımın birleşimi, hayallerimden öte bir gerçeklikti.
Umay’ın fısıldadığı kelimeler, kalbimin derinliklerine işlenirken, her bir anın tadını çıkardım. Kendi yaşamsal varlığımın sınırlarını aştım; artık biz, sadece birbirimiz için yaratılmış gibiydik. Bu gece, ikimizin arasında akan bu tutkuyla, kaybolmayı göze alarak içimdeki tüm derin hisleri birleştirdim.
Odanın sessizliğinde sadece nefeslerimiz vardı.
Kalbim hala hızla atıyordu, göğsümde hissettiğim her ritim onun varlığını kutluyordu.
Umay başını omzuma yaslamıştı, teni terle parlıyordu ama gözlerinde huzur vardı.
Saçlarını nazikçe okşadım.
Parmaklarım her telde gezindikçe, içimdeki tüm fırtına duruluyordu.
Sanki dünyada başka kimse kalmamıştı; sadece o ve ben vardık.
“Seni seviyorum,” dedi usulca, sesi uykuyla karışık ve yumuşaktı.
“Ben de seni,” dedim, dudaklarımı alnına dokundurarak.
O kadar yakındık ki artık sözlere bile gerek yoktu.
Battaniyeyi üzerimize çektim, sımsıkı sarıldım ona.
O anda tek isteğim zamanı durdurmaktı.
O, kollarımdayken dünya yavaş dönsün, sabah hiç olmasın istedim.
Umay’ın parmakları göğsümde gezindi, nefesleri boynuma usulca vuruyordu.
“Keşke hep böyle kalsak...” dedi fısıldayarak.
“Kalırız,” dedim. “Artık buradayım.”
O gece sadece bedenlerimiz değil, ruhlarımız da bir olmuştu.
Ve o an fark ettim:
Ne yaşarsak yaşayalım ne kadar ayrı düşersek düşelim...
Eve dönüşüm her zaman onun kollarında olacaktı.
Geceyi yıldızlar süslerken kapı aralandı.
Umay, elinde küçük mumlarla süslenmiş bir pasta taşıyordu. “Sürpriiiz!” diye fısıldadı heyecanla, sesi tatlı bir melodi gibiydi.
Üzerinde ise transparan bir gecelik vardı zarif, incecik dantel işlemeleriyle kalbimi yerinden söküp alacak kadar etkileyici.
Gözlerim pastaya değil, ona takılmıştı.
O an dilek tutmama gerek yoktu çünkü en büyük dileğim karşımda duruyordu.
Gülümseyerek bana yaklaştı, mumların ışığı yüzünde dans ederken bakışlarımdaki şaşkınlığa kıkırdadı.
“Mutlu yıllar, aşkım,” dedi.
Sesi, her zamankinden daha sıcak, daha samimi, daha büyüleyiciydi.
Ben ise oturduğum yerden kalkıp onu belinden kavradım, pastayı masaya bırakmasına fırsat bile vermeden...
“Sen zaten bana verilmiş en güzel hediyesin,” dedim, dudaklarımı nazikçe boynuna dokundururken.
Umay, başını yana yatırıp gözlerini kapattı, elindeki pastayı tabakla masaya konduğunda tek odak noktası birbirimize duyduğumuz o deli dolu aşktı.
Mumları üflemeden, doğum günü pastasının tadına bakmadan önce...
Benim kutlamam çoktan başlamıştı.
Umay’ın parmakları hafifçe enseme dokunduğunda tüylerim diken diken oldu.
Gözlerinde o tanıdık ışık vardı beni her defasında kendine yeniden aşık eden ışık.
Transparan geceliğin ince kumaşı tenime değdikçe içimdeki fırtına kabarıyordu, ama onu korkutmaktan, büyüyü bozmaktan çekiniyordum.
Ellerimi beline yerleştirip daha sıkı çektim kendime.
Yanaklarından başlayıp, boynuna doğru küçük öpücükler kondururken kalbinin hızlandığını hissedebiliyordum.
Nefesi dudaklarıma çarpıyordu.
“Dilek tutmayacak mısın?” diye fısıldadı.
Gözlerimi onun gözlerine kilitleyerek başımı iki yana salladım.
“Benim dileğim zaten gerçek oldu,” dedim. “Sen ve oğlum yanımdayken başka ne dileyebilirim?”
Umay’ın gözleri doldu, dudakları titredi ama ağlamadı.
Bana sıkıca sarıldı, başını göğsüme yasladı.
Orada öylece, kalp atışlarımız birbirine karışana kadar durduk.
Sonra başını kaldırdı, dudağında yaramaz bir gülümsemeyle:
“Pastanı yemeyecek misin?” dedi.
“Belki de önce başka bir tat almalıyım,” dedim, sesim fısıltıya dönüşürken.
O an, saatlerin durduğunu hissettim.
Dışarıda dünya dönmeye devam ediyordu belki ama bizim için zaman sadece birbirimizin ellerinde akıyordu.
Umay’ın saçları parmaklarıma dolandı, dudaklarımız yavaşça birbirini buldu.
Öpüşümüz sabırlı, ama derindi.
Her temasımızda yılların hasretini, ayrılığın bıraktığı yaraları sarmaya çalışıyorduk.
Saatler sonra, mumları üfleyip pastadan bir çatal aldığımızda ikimiz de bitmiştik hem bedenimiz hem ruhumuz.
Ama göz göze geldiğimizde sadece bir cümle yetti:
“İyi ki doğdun, aşkım.”
Ve ben o gece anladım ki, en güzel doğum günü hediyesi yeniden onun gözlerinde kaybolabilmekti.
Geceyi üzerimize örttük, yıldızlar göğümüzde sessiz tanık oldu.
Umay’ın teni tenime değdikçe, kalbim kaburgalarımı kıracakmış gibi çırpınıyordu.
Saatlerce sarıldık, seviştik, kaybolduk birbirimizin ruhunda.
Her dokunuşta, her nefes alışta, yılların yaralarını birbirimize fısıldadık.
İkimiz de konuşmadan anlıyorduk; bu gece, sadece bedenlerimiz değil, ruhlarımız da birleşiyordu.
“Beni asla bırakma,” diye fısıldadı Umay, elleri saçlarımda dolaşırken.
Sesindeki kırılganlık kalbime bıçak gibi saplandı.
Gitmiştim bir zamanlar, ama artık buradaydım.
Ve bir daha asla ayrılmayacaktım.
“Sen nereye ben oraya,” dedim, sesi titreyen bir ant gibi.
Gözlerinden akan yaşları dudaklarımla topladım.
Acısını içime çektim, özlemini damarlarıma işledim.
Umay’ın bakışlarında kendimi gördüm.
Paramparça olmuş, ama yeniden doğmuş bir adam.
Sevdiği kadının ellerinde kendini bulan, oğlunun kahkahasında hayatı yeniden öğrenen bir adam.
“Korkuyorum, Altay...” dedi bir ara, sesi gecenin karanlığında yankılandı.
“Kaybetmekten korkuyorum...”
O an yüreğimde fırtınalar koptu.
Ne kadar güçlü olursam olayım, onun korkusunu yok edememekten korktum.
Ama kendime rağmen, kendimden taşan bir inatla ona söz verdim:
“Bir daha asla gitmeyeceğim.”
Umay kollarımda daha sıkı sarıldı.
Parmakları sırtımda gezinirken sanki yaralarımı iyileştiriyordu.
Öyle bir sarılış ki, koparsak eksik kalırdık.
Gece boyunca seviştik.
Ama bu sevişme yalnızca bedensel değildi.
Her temasımızda, içimizdeki yarım kalmış cümleleri tamamladık.
Her öpücükte, sustuğumuz ayların hasretini taşıdık.
Terimizin tuzunda, gözyaşlarımızın ıslattığı geçmişi arındırdık.
Bir noktada, ikimiz de bitap düştüğümüzde, Umay başını göğsüme yasladı.
Kalp atışlarımın ritmiyle nefesi eşitlendi.
Parmakları usulca göğsümde gezindi, sanki hâlâ var olduğumu kontrol ediyormuş gibi.
Ben de korkuyordum.
Bu huzurun bir rüya olduğundan korkuyordum.
Ama teninin sıcaklığı, kokusunun ciğerlerimi dolduran gerçekliği beni sakinleştiriyordu.
“İyi ki geldin,” dedi gözleri kapalı, yorgun bir fısıltıyla.
“Sen benim cennetimsin.”
O an gözlerimi tavana dikip Allah’a sessiz bir dua gönderdim.
Bu kadının kalbinden bir daha asla düşmemek için.
Aybars’ın kahkahasını hep duyabilmek için.
Ve içimdeki bu yanmayı hiç kaybetmemek için.
Sabaha kadar hiç uyumadım.
Umay’ın saçlarını okşadım, tenine minik öpücükler kondurdum.
Onu her nefeste daha çok sevdim.
Çünkü o gece yalnızca bedenlerimiz değil, ruhlarımız da birbirine mühürlenmişti.
Sabah, sessizce odamıza sızdı.
Güneşin ilk ışıkları perdeden süzüldü, göğsümdeki Umay’ın saç tellerine dolandı.
Zaman, o an bizim için durmuştu sanki.
O, nefes aldıkça ciğerlerim genişliyordu.
Kalbinin ritmi, benim yaşam melodimdi.
Uyandığında gözlerini açmadan bana daha sıkı sarıldı.
İç çekişi göğsümde yankılandı.
“Beni seviyor musun hâlâ?” diye fısıldadı, sesi kırıktı.
Ona her sarılışımda o sorunun cevabını verdiğimi bilmeden sordu.
Oysa ben her gün, her saat, her saniye onu daha çok seviyordum.
“Kendimden bile çok,” dedim.
“Sen benim tek gerçeğimsin.”
Umay başını kaldırdı, gözlerini gözlerime kilitledi.
O an baktığım gözlerde, benden kopmuş ama tekrar bana bağlanmış bir ruh vardı.
Acı çekmiş, kaybolmuş, sonra yeniden bulunmuş bir kadın.
Ve ben, onun kaybolduğu yerden onu yeniden bulan adamdım.
Parmak uçlarımla yanağını okşarken dudaklarına eğildim.
Dokunuşumda sonsuzluk vardı.
Kırılgan, ama aynı zamanda yakıcıydı.
Sabahın sessizliğinde, yeniden birbirimize düştük.
Kelimelere sığmayan bir ritüeldi bu.
Gözlerinden öptüm önce, sonra boynundan...
Ellerim bedeninde gezindikçe, sanki zamanın ve mekânın sınırlarını aşıyorduk.
Umay’ın parmakları sırtıma saplandıkça içimdeki yangın büyüyordu.
Sevmek yetmiyordu artık; onunla tek beden olmanın, varlığına karışmanın açlığıyla yanıyordum.
İçimde bir yerlerde kırılan ne varsa, her dokunuşumuzda iyileşiyordu.
İkimiz de farkındaydık; bu sevişme, sadece arzu değildi.
Bu, geçmişin yaralarını öperek kapatma, geleceği mühürleme çabasıydı.
Teri terime karışırken kulağıma fısıldadı:
“Gitmeyeceksin, değil mi?”
Sesi titriyordu.
Bu sorunun ağırlığıyla ezildim.
“Sana bir daha sırtımı dönersem, kalbim durur.”
“Artık her sabah yanında uyanacağım.”
Bunu söylerken, sanki ruhuma mühür basıyordum.
Umay’ı sevmek, kendimi yeniden yaratmak gibiydi.
Sonunda nefes nefese, saçlarımız birbirine karışmış halde yatağa düştük.
Yastığa başımızı koyarken, dışarıda kuşlar uyanmıştı.
Ama biz, birbirimize sarılarak daha yeni doğmuştuk.
Umay saçlarımı okşadı:
“Bu sabah da bana yeniden âşık oldun, değil mi?”
Gözlerinde çocukça bir sevinç vardı.
Ben sadece gülümsedim.
Çünkü her sabah ona yeniden âşık oluyordum.
Ve o an anladım:
Bu aşk, ömürlük bir yangındı.
Ve ben, isteyerek o ateşte yanıyordum.
Yatağın ucunda bornozuma sarınmış halde oturuyordum.
Umay pencerenin önünde, göle bakan manzarayı izliyordu.
Saçları hala nemliydi, omuzlarına düşüyordu ince ince.
Onu izlerken, içimdeki yangın asla sönmeyecekmiş gibi hissediyordum.
Dün doğum günümdü.
Bugünse, hayatımın en güzel sabahlarından biriydi.
Ama Umay huzursuzdu.
Ellerini karnında birleştirip, dişlerini dudağına bastırıyordu.
Onu bu kadar düşünceli görmek, içimi kemiriyordu.
“Ne oldu, bir tanem?” dedim, yatağın kenarına daha da yaklaşarak.
Bana döndü, gözlerinde özlem vardı.
“Aybars’ı çok özledim,” dedi.
“Kahvaltıya timi de çağıralım mı? Aybars’ı da getirirler.”
Bunu bekliyordum aslında.
Umay, Aybars’tan birkaç saat bile ayrı kalsa kalbi sızlardı.
Ben bile kıskanıyordum bazen o bağı.
Ama o bağa hayrandım da.
Anne olmanın ne demek olduğunu onun gözlerine bakınca anlıyordum.
Başımı hafifçe salladım, gözlerimle onu onayladım.
“Tabii ki çağır aşkım, sensiz uyuyamaz bizim küçük kurt,” dedim, yüzüme sevimli bir tebessüm yerleştirerek.
Umay telefonu eline aldı, ama gözleri bana kaydı.
Sanki izin istiyormuş gibi.
Gözlerimi kısmadan, tek bir bakışla ona ne kadar âşık olduğumu anlatabilirdim.
Ona kızmam mümkün değildi.
Aybars bizim nefesimizdi.
Telefon konuşmasını bitirdiğinde gelip yatağa oturdu.
Bacaklarını dizlerinin altına çekip, bana doğru sokuldu.
Kolumu açıp onu sardım.
Başını göğsüme yasladı.
“Sana yetemediğim oluyor mu?” dedi birden, sesi kısık ve ürkekti.
Kalbim yerinden fırlayacaktı.
O nasıl bir soruydu öyle?
İçimdeki sevgiyi hangi kelime anlatabilirdi ki?
Boğazım düğümlendi.
Çenesinden tuttum, yüzünü bana çevirdim.
“Umay, sen bana yettin,” dedim, sesi titreyen adamların o tok sesiyle.
“Sen bana nefes oldun. Sen olmasan ben bu kadar savaşamazdım. Ben seninle var oldum.”
Gözleri doldu.
Bunu her söylediğimde gözleri dolardı.
Ama ben bin kere daha söylesem, o bin kere daha ağlardı.
Kapı zili çaldığında ikimiz de silkindik.
Kahvaltı gelmişti, ama ben o an sadece onu düşünüyordum.
Kalkıp kapıyı açtım.
Yemekleri içeri yerleştirirken Umay yerinden kalktı, çayları doldurdu.
Beraber kahvaltıya oturduğumuzda, gözüm sürekli telefondaydı.
Timin ne zaman geleceğini bilmek istiyordum.
Umay’ın içi rahat etsin, Aybars’ı koklasın, benim huzurum da o zaman tamamlansın istiyordum.
Çatalı elime aldım, Umay’ın tabağına küçük parçalar koyarken gülümsedim.
“Bugün de doğum günüm,” dedim sırıtarak.
Umay kaşlarını kaldırdı.
“Dün kutladık ya,” dedi şaşkınlıkla.
Göz kırptım.
“Bugün sen varsın, yarın Aybars’la kutlarım. Her gün sizinle doğuyorum zaten.”
Bunu söylerken rol yapmıyordum.
İçimdeki gerçek buydu.
Umay, beni hayatta tutan kadındı.
Aybars ise bana hediye edilen mucizeydi.
Ve o an fark ettim:
Benim her sabahım, onların varlığıyla doğum günüydü zaten.
Kahvaltı için masayı hazırlarken telefonu elime aldım, hızlıca ilterişi aradım. Telefonu açar açmaz sesi neşeliydi zaten.
"Ne var Altay, daha yeni uyandım," dedi gülerek.
"Toparlanın, kahvaltıya bekliyoruz. Mogan Gölü'ndeyiz. Oğlum sana emanet, dikkat et." dedim ciddi ama sevecen bir sesle.
İlteriş hemen atıldı: "Favori amcasıyım lan ben! Merak etme, bir çöpüne bile zarar gelmez küçük kurdun!" deyip telefonu kapattı.
Gülümseyerek telefonu masaya koydum, başımı çevirdiğimde Umay bana bakıyordu, gözleri parlıyordu. "Favori amcası Burak ama... Ama ilterişe söyleme," dedi gülerek.
Kahkaha atarken gözlerinde yılların yorgunluğu yerine sadece huzur vardı. O gülünce içim sıcacık oldu, elini tuttum ve "Ben de favori babası olur muyum peki?" diye sordum şakayla.
Umay başını sallayıp, "Sen zaten kahraman babasısın," dediğinde kalbim göğüs kafesime sığmaz oldu.
Gözlerinin içi gülüyordu, kahvesini yudumlarken saçlarının arasından bana bakıyordu.
“Favori amca Burak ha?” dedim, kısık gözlerle.
“Bu bilgi patlarsa ortalık karışır.”
Umay kahkaha attı, başını sallayarak:
“Sakın söyleme Altay! Burak zaten şımarık, iyice başımıza çıkar,” dedi gülerek.
Ben de gülümsedim, ama içimdeki huzur bambaşkaydı.
Bu kahvaltı sofrası, bu sessizlik, Umay’ın kahkahası, Aybars’ın uzakta oluşu bile… Hepsi bir rüyanın parçaları gibi geliyordu bana.
“Biliyor musun?” dedim, sesi alçaltarak.
“Ne oldu?” diye sordu, çayını karıştırırken.
“Sen gülünce bütün savaşlar bitiyor içimde,” dedim iç çekerek.
“O yüzden kahvaltıya timi çağırıyorum ki, daha çok gülesin.”
Umay gözlerini kaçırıp yanaklarına yayılan pembeyle bana dirseğiyle hafifçe vurdu.
“Beni böyle konuşturup sonra kahvaltıyı soğutuyorsun, Altay.”
“Kahvaltıyı soğutursak tekrar ısıtırız. Ama senin şu gülüşünü kaçırırsam ne yaparım bilmiyorum.”
Bu cümlenin ardından odada bir anlık sessizlik oldu.
Birbirimize baktık.
O anda ne söylesem eksik kalırdı.
Kapı zili çaldığında ikimiz de hafif irkildik.
“İlk gelen kesin Burak,” dedim gülerek.
Umay başını salladı:
“Kesin öyledir, çünkü Burak yemek kokusunu kilometrelerce uzaktan alır.”
Kapıyı açtım, gerçekten de Burak kapının önünde sırıtıyordu.
Arkasında Ulaş, Kemal, İlteriş ve diğerleri…
Ama kucağında kim vardı biliyor musun?
Aybars.
Oğlumuz ellerini uzatıp bana doğru bağırdı:
“BABA!”
Ve işte o anda, içimdeki bütün eksiklikler tamamlandı.
Burak, elindeki poğaçayı ısırırken gözleriyle beni süzüyordu. Yan masada Umay’la Yaseminka sessizce konuşuyor sandılar ama ben kulak kesilmiştim.
“Korundunuz mu?” dedi Yaseminka, gözlerini kısarak.
Umay ise hafif mahcup bir sesle, “Hayır,” diye fısıldadı.
Tam o anda Burak boğazına takılan poğaçayla öksürür gibi yaptı ama aslında duyduğu şeyi sindirmeye çalışıyordu.
Yaseminka ise fırsatı kaçırmayıp kahkahasını tutarak fısıldadı:
“Ne diyordu Burak? Hoş geldin Ebubekir Sıddık.”
Bunu duyar duymaz çayımı yutamadım, resmen burundan püskürtecektim! Kıkırdayarak arkama yaslandım ama hemen ciddileşip tim muhabbetine döndüm.
İlteriş kaşlarını çatarak bana döndü:
“Ne gülüyorsun lan kendi kendine?” dedi şüpheyle.
“Valla kimin duası kabul olduysa ona güldüm İlteriş Paşa,” dedim sırıtarak, göz ucuyla Umay’a bakarak.
Bu sırada Burak birden patladı:
“Abi ben ne bileyim sizin bebek yapma planlarınızı! Ben Aybars’a oyuncak alırım, biberon alırım, kapı süsü yaparım ama bu konuya girmem bak. Vallahi elim ayağım titriyor şu an.”
Ulaş devreye girdi:
“Yapma ya, acaba neden titriyor? Atom bombasını okşar gibi simit yerken düşündün mü?”
İlteriş kahvesini karıştırıp kafasını salladı:
“Altay abi ben ne diyeyim ya? Yine bi’ şeyler deniyorsun bak, umarım ikinci çocuk olayı çıkarsa bize bakıcı maaşı bağlatırsın. Çünkü biz bakarız o çocuğa,” dedi kahkahasını zor tutarak.
Ben ise gözlerimi kısmış, Umay’a bakıyordum. O da yüzü kızararak çayını yudumluyordu. Elini tuttum, hafifçe sıkarak:
“Hazır mıyız ikinci tura?” diye fısıldadım.
Umay gözlerini devirdi ama gülümsemesini saklayamadı:
“Kahvaltını bitir Altay.”
İşte o an, hayatımın en güzel kahvaltısını yapıyordum belki de. İkinci tur ihtimali bile iştahımı açmıştı.
Kahvaltı sofrası cıvıl cıvıldı. Aybars mama sandalyesinde ellerini pütürlü ekmeğe vurup kahkahalar atıyordu. Ben, tostumu yerken gözlerim sürekli Umay’a kayıyordu her lokmada daha çok âşık oluyordum sanki. Burak, zeytin çekirdeğini tabağın kenarına dizerken konuşmaya başladı:
“Abi bak ciddi söylüyorum, Aybars yürümeyi tam öğrenince yandınız. Dün akşam oyun oynarken koltuğun tepesine çıktı, resmen örümcek adam gibi.”
Ulaş kahvesini karıştırırken gözlerini kısıp gülümsedi:
“Bu çocuk büyüyünce kesin komandoya dönüşür, zaten genlerinde var.”
İlteriş, simidini koparıp yaslanarak bana döndü:
“Komando mu olur bilmiyorum ama küçükken babası gibi zıpır olacağı kesin.”
Umay başını iki yana sallayıp gülerek bana baktı:
“Altay, bu çocuk burak gibi hiperaktif olacak galiba. Gece üçte uyandı, gözümün içine bakıp kahkaha attı.”
Kahkahayı patlatmadan duramadım:
“Benim oğlum tabii, gecenin bir yarısı kahkaha atmak baba oğul geleneğimiz.”
Burak çayını içip ciddi bir sesle araya girdi:
“Abi ama ben cidden düşünüyorum, Aybars için boks eldiveni alalım. Bak bizim timde dövüş eğitimi alsın şimdiden, üç yaşına gelince Bruce Lee gibi olur.”
Umay kaşlarını kaldırıp ona baktı:
“Üç yaşındaki çocuğa dövüş eğitimi mi vereceksiniz?”
İlteriş hemen savunmaya geçti:
“Savunma sporu! Savunma sporu!” dedi ellerini kaldırarak.
Ben ise Aybars’ın tombik yanağını sevip gülümsedim:
“Savunma sporu tamam da önce tuvalet eğitimi alsın minik kurt.”
O sırada Aybars peyniri kafasına yapıştırdı, masada kahkahalar yükseldi. O an, her şey tamamdı sanki. Kahvaltı uzasa da hiç bitmese dedim içimden. Umay, tabağıma bir dilim daha börek koyduğunda gözlerim doldu çünkü ben bu sofrada, karımın, oğlumun ve dostlarımın kahkahalarıyla hayat buluyordum.
Yaseminka, reçel uzatırken dayanamayıp gülümsedi
‘’Altay abi, sabah sabah bu enerji ne ya? Tatlıdan mı yiyorsun?’’ dediğinde İlteriş kendine çekip yanağını öptü.
Burak ‘’Altay abinin tatlısı Umay yenge zaten, ondan bu enerji patlaması.’’ Deyince,
Umay kızardı, ben sırıttım, Aybars alkış yaptı.
‘’Görüyorsun değil mi Umay? Çocuk bile onayladı.’’ Dedim sırıtarak.
‘’Ah, çayımı içeyim de sinirlenmeyeyim...’’ dediğinde nasıl baktıysam
İlteriş başını sallayarak
‘’Allah seni bildiği gibi yapsın abi.’’
Dediğinde kıkırdayıp Umay’ı izlemeye devam ettim.
Ve biz, kahvaltının geri kalanını gülmekten bitiremedik. Tim, her zamanki gibi evde neşe kaynağıydı, ama benim gözüm hep karımdaydı. Umay’ın bir gülümsemesi yetiyordu dünyayı unutmama.
Hayat buydu işte.
Sevdiklerinle kahvaltı masasında gülerek geçen bir sabah.
Oğlumun saçlarına yapışan peyniri temizlerken bir anda kapı açıldı ve Burak, kocaman bir pastayla içeri daldı. “Sürpriiiiz!” diye bağırdı, arkasında tim alkışlarla peşine takılmıştı.
Ben şaşkınlıkla gülümserken Burak pastayı masaya koyup sırtıma bir tokat patlattı:
“Komutanım, sen dün yengemle kutladın ama yetmedi. Bugün de kutlayacağız, yarın da, hatta öbür gün de!”
İlteriş sandalyeden kalkıp ciddiyetle selam verdi:
“Altay Öztürk, iyi ki doğdun komutanım. Dile bizden ne dilersen.”
Tam cevap verecektim ki Ulaş hemen atladı:
“Şey hariç… Tekrar göreve gitmek falan dersen pastayı kafanda kırarım.”
Tim kahkahalara boğulurken Umay gözlerimin içine baktı, sessizce elimi sıktı. O an içimde sıcacık bir şeyler kabardı. Gözlerim nemlendi ama çaktırmamaya çalıştım.
Aybars, kafasındaki son peyniri de yere fırlatıp “Baba! Baba!” diye alkış yapınca herkes daha da güldü. Burak hemen Aybars’a kaş göz işareti yapıp:
“Ufaklık hadi sen üfle babanla, şampiyonsun sen!” dedi.
Pastanın mumlarını yakarken Umay yanağımı okşadı ve fısıldadı:
“Senin doğduğun gün benim hayatımın en güzel günü olmuş… İyi ki doğdun, iyi ki benim kocamsın.”
Dünyanın en şanslı adamıydım o anda. Mumları üflerken tek dileğim zaten o masada oturuyordu: Ailem.
Masada herkes sessizce bana bakarken derin bir nefes aldım. Gözlerim tek tek hepsinin yüzünde gezindi. Kalbim sıcacık, boğazım düğüm düğümdü. “Sanırım bir konuşma yapmam gerekiyor,” dedim hafif gülümseyerek. Ve başladım, sesim titrerken:
“İlteriş… Benim asi ruhlu, inatçı kardeşim. Sen her zaman sert ve umursamaz göründün ama kalbin yumuşacık. Ben yokken timi bir arada tuttun, abiliği devraldın. Sen olmasan bu masa yarım olurdu. Sana borçluyum, kardeşim.”
“Burak… Benim yaramaz çocuğum. Kahkahaların olmasa, biz çoktan unuturduk gülmeyi. Ama biliyorum, senin de içinde fırtınalar koptu. Geceleri adımı sayıklamanı anlattılar. Keşke sana o acıyı yaşatmasaydım… İyi ki varsın, Burak.”
“Ulaş… Sessiz kahramanım. İman dolu yüreğinle çocuklara çikolata dağıtan dev adam. Sen bizi dua ederek ayakta tuttun belki de. O kadar çok şeyi içinde tuttun ki... Senin gibi bir dostum olduğu için şükrediyorum.”
“Mustafa Kemal… Atatürk bakışlım. Kalbinin güzelliği adında saklı. Herkese kol kanat gerdin, sessizce gözetip durdun bizi. Senin sadakatin bana Allah’ın bir hediyesi.”
“Eren… Sen hep sessizdin ama omzumda hissettim varlığını. Bir kardeşten öte oldun bana. Uğrunda canımı veririm, bilirsin değil mi?”
“Kerim… Disiplinli, asla taviz vermeyen Kerim. Her çatışmada sırtımı sana yasladım. Şimdi de hayatımda sırtımı sana yaslıyorum. Kardeşim olduğun için minnettarım.”
“Onur… Şakalarınla bizi ayakta tutan adam. Senin varlığın bile moraldi bize. Hepimizin içinde bir Onur olsun isterdim.”
“Yavuz… En sağlam irademiz, koca çınarımız. Sesin titrediğinde bile dik durdun. İyi ki bizimlesin, kardeşim.”
“Fatih… Düşmeyen moralimiz. Senin enerjin olmasa ne yapardık bilmiyorum. Hepimize umut oldun. Sağ ol kardeşim.”
“Yaseminka… Canım yengem, bizim narin çiçeğimiz. Umay’a kardeş oldun, hepimize derttaş. Ailemize kattığın ışık için teşekkür ederim.”
“Aybars… Benim küçük kurdum, hayatımın anlamı. Senin o minik ellerin göğsüme değdiğinde, kalbim yeniden atmaya başladı. Seninle her anı yaşamaya doyamıyorum, oğlum…”
Son olarak gözlerim Umay’a kilitlendi. Boğazım düğümlendi, kalbim çırpındı. “Ve Umay… Benim nefesim, hayatım, yol arkadaşım. Seni anlatmak için hangi kelimeyi seçsem eksik kalır. Her acının sonunda sana dönmeyi hayal ettim. Sensiz bir hayat düşünemem artık. Sen benim cennetimsin. Beni affettiğin için, bana ikinci kez hayat verdiğin için minnettarım. Seni ilk günkü gibi, delicesine seviyorum.”
Gözlerimden yaşlar süzülürken herkes yerinden kalkıp sarıldı bana. O an anladım ki, aile sadece kan bağı değildi. Aile, yanında olmaktan asla vazgeçmeyenlerdi.
Herkes sarılmışken Burak yerinde zıplamaya başladı:
“Abi! Hediyeleri unutuyorsun! Haydi yerlerine, çabuk çabuk!” dedi, sesi heyecandan titriyordu. Tim gülerek yerlerine geçti, ben masaya geri oturdum. Kucağımda Aybars, yanımda Umay, tam ortalarında kalmıştım.
İlk olarak İlteriş elinde küçük, eski görünümlü bir kutuyla yaklaştı. “Bu,” dedi sessizce, “Senin için özel yaptırdım.” Kutuyu açtım; içinde bir kolye vardı. Üzerinde minik bir kurt kafası işlenmişti, arkasında ise şu yazıyordu:
“Altay Öztürk: Kurtlar ölmez, sadece iz sürer.”
Gözlerim doldu, İlteriş'in omzuna sertçe sarıldım: “İyi ki varsın kardeşim.”
Sonra Burak sıçrayarak geldi, kocaman bir çerçeveyle. “Abi, bak!” dedi heyecanla. Fotoğrafa baktım; ben, Umay ve Aybars kahvaltı masasındaydık. Hepimiz birbirimize bakıyorduk, gözlerimiz mutlulukla ışıldıyordu. Çerçevenin altında yazıyordu:
“Kaybolduğun yerde değil, sevdiğin kalplerde yaşarsın.”
Kendimi tutamayarak Burak'ı sımsıkı kucakladım: “Kardeşim, canım…”
Ulaş, elinde küçük bir Kur'an-ı Kerim getirdi. “Her daim seni korusun,” dedi, “Yanında taşı.” Onu içim titreyerek öptüm, göğsüme bastırdım.
Mustafa Kemal, elinde bir saatle geldi. Arkasına minik bir not kazınmıştı:
“Zamanı kaçırma, çünkü seni bekleyenler var.”
Eren ise bir bıçak verdi bana. “Kardeşine sırtını yaslarsan sırtın yere gelmez,” dedi sessizce.
Kerim koca bir kutu verdi, açtığımda askeri botlar çıktı. “Daha sağlam adımlar atman için,” dedi gülerek.
Yavuz ve Fatih, kocaman bir kamp çadırı getirdi. “Artık tatillerde bizi de götürürsünüz,” diyerek kahkahaya boğuldular.
Ve en son Yaseminka küçük bir kutu uzattı. İçinden minik, gümüş bir bebek bileziği çıktı. “Aybars’a,” dedi gözleri dolarak. “Babasından kalan ilk hatıra olsun.”
Her birine teker teker sarıldım, gözyaşlarıma hâkim olamıyordum.
Ama en özel an Umay ayağa kalkınca oldu. Gözlerimin içine baktı, titreyen elleriyle cebinden küçük, siyah bir kutu çıkardı. Yavaşça açtı ve kutunun içinden muhteşem, işçiliğiyle göz kamaştıran bir Versace cep saati çıktı. Zinciri bile parlak, her detayı kusursuzdu. Saati elime koydu, parmakları titriyordu. "Saatler günler aylar geçti ve seni bana geri getirdi," dedi fısıltıyla. "Her saniyesi bana seni hatırlattı. Artık zamanımızı birlikte geçirelim istiyorum."
O an kendimi tutamadım, Umay’ı kollarıma aldım, sımsıkı sarıldım. "Bir daha asla gitmeyeceğim," dedim boğuk bir sesle. "Sana ve Aybars’a her saniyeyi adamaya söz veriyorum."
Herkes alkışlarken ben Umay’ın gözyaşlarını silip, o Versace saatini hemen cebime yerleştirdim. Çünkü o saat artık bana zamanı değil, hayatımın en değerli anlarını hatırlatacaktı.
O an zaman durdu sanki... Umay’ı kollarımda sımsıkı tutarken gözlerimi Aybars’tan alamıyordum. Küçücük adımlarıyla, minicik ellerini dengesini sağlamak için havada sallayarak bana doğru geliyordu. Herkesin nefesi kesilmişti, kimse tek kelime etmiyordu. Sadece Aybars’ın pıtı pıtı gelen adım sesleri yankılanıyordu odada.
Kalbim göğüs kafesimi paramparça edecek gibi çarpıyordu. Gözlerim doldu, dizlerimin üstüne çöktüm ve kollarımı açtım. “Gel oğlum... Gel kurt babana...” dedim boğuk bir sesle, kalbim çatlayacak gibi.
Aybars tökezlemedi bile. Sanki daha önce defalarca yürümüş gibi kararlıydı. Hiç duraksamadan bana geldi, küçücük kollarını boynuma doladı. O anda dünyada başka hiçbir şey yoktu. Sadece ben, oğlum ve kucağıma düşen cennet kokusu...
İlteriş sandalyesinden kalkıp sevinçle bağırdı: “Küçük kurt yürüdü lan!”
Burak mutluluktan ellerini havaya kaldırdı: “Bana bak ilk adımını attı diye şımartmayın çocuğu!” deyip kocaman kahkaha attı ama gözleri kıpkırmızıydı.
Umay ise arkamda ağlıyordu. Başını sırtıma yasladı, hıçkırıklarını bastırmaya çalışıyordu ama nafileydi. "Babana yürüdün... Bak, ilk sana yürüdü," dedi titrek sesiyle.
Oğlumu sımsıkı sardım, defalarca başını öptüm. Gözyaşlarım sakallarımı ıslatıyordu ama umurumda bile değildi. “Sana söz veriyorum oğlum,” dedim fısıldayarak. “Bir daha seni asla bırakmayacağım.”
O an, hayatımın en büyük zaferiydi. Ne kazandığım savaşlar ne kurtardığım hayatlar... Oğlumun bana yürüdüğü o an, benim tüm dünyam oldu.
Hepimiz neşe içinde birbirimize sarılırken, Umay sessizce ayağa kalktı ve kafeye seslendi: "Affedersiniz, bir fotoğraf çekebilir misiniz?" Görevli genç hemen gülümseyerek yanımıza geldi.
“Bu kalabalık ailenin mutluluğu göz kamaştırıyor,” dedi elinde makineyle. Gözlerimiz parladı. Evet, biz bir aileydik.
Aybars’ı kucağıma aldım, Umay yanımda, başı omzuma yaslı. İlteriş tam arkamda, yaseminka yanında, elini sıkıca tutmuş. Burak, her zamanki muzır gülümsemesiyle, Aybars’a komik surat yaparken, Ulaş kolunu Onur’un omzuna atmıştı. Mustafa Kemal ciddi ama gözlerinde şefkat vardı. Kerim, Eren, Yavuz, Fatih hepsi yerlerini aldı, omuz omuza...
“Hazır mısınız?” dedi görevli.
Ben en içten gülümsememle, başımı Aybars’ın minik başına yaslayıp bağırdım:
“Hazırız! Türk'ün gücü, ailemizin sevgisiyle birleşti!”
Herkes kahkahalarla gülüp ellerini kaldırdı, fotoğraf çekildi. O an, o kare... Tüm yaralarımızı saran, kayıplarımıza saygı duyan ve geleceğe umutla bakan bir resim oldu.
Fotoğraf çekildikten sonra Burak, makineye bakıp kahkaha attı:
“Abi bak, Aybars yine ciddiyet yapmış! Çocuk direkt asker doğmuş!”
Ben oğlumun çatık kaşlarına bakıp gülerek sarıldım:
“Ne diyelim, kurt babasının oğlu...”
Ve o an, gerçekten tamamlanmış hissettim. Kırık dökük ne varsa, iyileşmeye başlamıştı...
Umay’a döndüm, gözlerinde geçmişin hüznüyle karışmış sevgi parlıyordu. O an içimde bir yer sarsıldı, kelimeler boğazıma düğümlendi ama yine de konuştum:
“Yaz gelir mi bilmem, ama ben bu kışı çok sevdim...” dedim usulca.
Umay ellerimi avuçlarına aldı, parmaklarını titreyerek sıktı. Gözleri dolmuştu, ama bakışları sıcacıktı. Sesindeki kırılgan tınıyla konuştu:
“Seni kış aldı gittiğinde... deli gibi yağmur yağdı, kar hiç durmadı. Sanki gökyüzü benimle yas tuttu, Altay. Her sabah kalkıp o boş koltuğa baktım, her gece fotoğrafına sarılıp uyudum. Döndüğünde sanki dün gitmişsin gibi geldi ama... aradan tam 11 ay geçti sevgilim. 11 ay... Bizim için bir ömür gibi...”
Sözleri ciğerime oturdu. Boğazımdaki düğüm çözülmedi, daha da sıkılaştı. Başımı eğip alnımı onun alnına dayadım. Gözlerimizi kapattık, nefesimizi birleştirdik.
“İyi ki döndün bize...” dedi fısıltıyla.
Gözlerimi açıp ona baktım, o sevdiğim güzel yüzü karşımda, sıcacık gülümsemesiyle. Ellerini yüzüme götürdü, parmakları sakallarımda gezdi. “Gerçek misin, Altay?” dedi fısıldayarak, sesi titriyordu.
Ellerini öptüm tek tek, gözyaşlarını silerken:
“Gerçeğim, bir tanem... Artık hep buradayım. Sizdeyim, yuvamda...”
Dışarıda kar usul usul yağmaya devam ediyordu ama içimde bahar tomurcuklanıyordu. O kış, bizi eritip yeniden yoğurmuştu. Ve biz, birbirimizi bulmuştuk... Yeniden.
Kahvaltıdan sonra herkes giyinip hazırlanırken ben Aybars’ı montuna sarıp kucağıma aldım. Burnunu montun yakasına gömmüştü, kocaman gözleriyle bana bakarken tatlı tatlı gülüyordu. Umay başıma bere geçirdi, gözlerini devirdi:
“Sen yine üşütürsün, çocuk gibi inat ediyorsun.”
Gülümsedim, dudaklarını hızla öpüp çekildim:
“Ben üşüsem ne olur? Kollarımda sen varsın, oğlum var... Buz bile yakmaz artık.”
İlteriş kahkaha attı arkadan:
“Allah’ım bu adam hiç değişmiyor, hep romantik hep çapkın.”
Burak omzuma dokunup güldü:
“Eee, kolay değil oğlum... Adam hem baba hem aşık! Efsane kombinasyon.”
Herkes neşeyle giyindi, Yaseminka ve Umay termosa çay doldurdu, Burak poğaçaları çantasına attı. Hep beraber göl kıyısına yürüdük. Kar yeni durmuştu, ağaç dallarından yere düşen kar taneleri sessizliği bozuyordu. Gökyüzü bulutların ardından arada bir mavisini gösteriyor, güneş usulca yüzünü uzatıyordu.
Göl kıyısına vardığımızda Aybars sevinçle ellerini çırptı:
“Su, baba! Su!”
Diz çöküp onun minik ellerini tuttum:
“Evet oğluşum, bak burası göl. Kocamaaan su!”
Umay yanımıza çömeldi, Aybars’ın eldivenlerini düzeltti, sonra bana bakıp:
“Bu manzara eksik kalırdı sen olmasan...” dedi.
Onu kendime çekip alnına bir öpücük kondurdum. Kalbim, göğüs kafesimden çıkacakmış gibi atıyordu.
Herkes yürüyüş yaparken biz Umay’la geride kaldık. Elimi sımsıkı tuttu, arada bir durup göle bakıyordu. Yanında yürürken, içimdeki minnet duygusunu anlatmaya kelimeler yetmiyordu. Bu kadına bir ömür yetmezdi...
İlteriş sazını getirmişti, Burak yanına oturup mırıldanmaya başladı. Hep beraber göl kenarındaki banklara oturup türkülere eşlik ettik. Aybars kucağımda tatlı tatlı uyuyakalmıştı, bense başımı Umay’ın omzuna yaslamıştım. Gözlerimi kapattım, bu anı zihnime kazımak ister gibi...
Evde olmuştum.
Tam olmuştum.
Ve bir daha asla eksilmeyecektim.
Göl kenarında türkülere doyamadan Burak yerinden fırlayıp koca bir kar topu yaptı ve İlteriş’in sırtına yapıştırdı. İlteriş anında dönüp gözlerini kıstı:
"Bu savaş demektir, Burak!" diye bağırdı.
Burak kahkahayla kaçarken İlteriş de hızla eğilip kar toplamaya başladı. Olanları izlerken gülmekten karnıma ağrılar girdi. Ulaş bana göz kırptı, eğilip kar topladı ve bir anda benim kafama yapıştırdı.
"Hadi bakalım komutan, savun kendini!" diye bağırdı.
“Ulaş sen bittin oğlum!” dedim gülerek ve Aybars’ı Umay’a verip hızla kar toplamaya başladım.
Umay Yaseminka'yla birlikte Aybars’ı battaniyeye sarıp kenara çekildi. Aybars kahkahalar atıyor, annesiyle teyzesiyle alkış yapıyordu. Ben ise artık savaş moduna geçmiştim!
İki saniyede Burak’a tam isabet attım, suratına yapışan kar topuyla yere düştü, gülmekten karnını tutarak yuvarlandı. İlteriş Ulaş’a arkadan saldırırken Eren, Kerim ve Mustafa Kemal birleşip bana saldırmaya başladı. Üç kişi üstüme gelince yere düştüm ama vazgeçmedim:
"Türk askeri pes etmez ulan!" diye bağırarak ayağa kalktım ve en büyük kar topunu yapıp hepsini dağıttım.
Umay bana bakıp başını iki yana sallıyordu:
"Büyümeyeceksiniz, değil mi?" dedi gülerek.
"Büyürsek eğlencesi kalmaz ki karıcığım!" dedim göz kırparak.
Bir ara herkes birleşip bana saldırınca yere düştüm, tam pes ediyordum ki Aybars yürüyerek yanıma geldi, küçük elleriyle kardan minicik bir top yapıp İlteriş’e fırlattı. İlteriş numaradan yere yığıldı:
“Aaaah, minik kurt beni yendi!” diye bağırdı dramatik şekilde.
Oğlumun kahkahaları yankılanırken hepimiz gülmekten yerlere düştük. Üstümüz başımız sırılsıklam olmuştu ama içimiz sımsıcaktı.
Bu kış başka bir kıştı.
Bu an, başka bir mutluluktu.
Umay’ın çığlık gibi kahkahası göl kıyısında yankılandı, Aybars sevinçten ellerini çırparken ben ikisini de sıkıca kucaklayıp hızla kendi etrafımda döndüm. Kar taneleri yüzümüze çarpıyor, ayaklarım buzun üstünde hafifçe kayıyordu ama o an dünya sadece bizdik.
“Altay, düşüreceksin!” diye bağırdı Umay ama sesi neşeyle titriyordu.
“Ben sizi asla düşürmem!” dedim, gülümsemem yüzümde donup kalmıştı. Aybars kahkahayla saçlarımı çekiyor, Umay ise bana sarılmış hem korkuyor hem de o anın tadını çıkarıyordu.
İki tur daha döndükten sonra nefes nefese onları yere bıraktım. Umay, Aybars’ı sımsıkı sarıp yanağına öpücük kondurdu, sonra bana bakıp hafifçe başını salladı.
“Deli gibi seviyorum seni, Altay.” dedi gözleri dolu dolu.
“Ben seni daha çok, Umay.” diye fısıldadım.
Karın üstüne oturup Aybars’ı ortalayıp üçlü bir sarılma yaptık. Ellerimiz buz kesmişti ama kalplerimiz sıcacık atıyordu. Tim uzaktan bize bakıp sessizce gülümserken Burak dayanamadı:
“Oha, film gibi yaşıyorlar!” dedi sesini yükselterek.
“Kamerayı çıkar, belgesel çekeceğiz!” diye ekledi Ulaş.
Biz kahkahalarla gülerken Aybars yine alkış yapıyordu. Ben gözlerimi kapatıp içimden geçirdim:
"İşte bu... Hayatımın en büyük zaferi."
Kar taneleri saçlarımıza yapışmış, montlarımız buz gibi olmuştu ama içimiz sımsıcaktı. Aybars’ın uykusu iyice bastırmıştı; başını Umay’ın omzuna yaslamış, gözlerini zar zor açık tutuyordu. Onun minik elleri, Umay’ın atkısına sıkıca sarılmıştı.
“Hadi artık eve dönelim, kuzum uyuyacak yoksa.” dedi Umay, yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle.
Aybars’a sarılıp alnına minik bir öpücük kondurdum:
“Benim küçük kurt yavrum yorulmuş.” dedim, sesim titreyen bir sevgiyle dolup taşıyordu.
Arabaya biner binmez Aybars koltuğuna yerleştiği anda uyuyakaldı. Küçük burun delikleri hafifçe titriyor, her nefes aldığında yüzüne tatlı bir huzur yayılıyordu. Dikiz aynasından onu izlerken içimi anlatılmaz bir mutluluk sardı.
“Bu çocuk nasıl bu kadar güzel olabilir?” diye mırıldandım kendi kendime.
“Babası yakışıklı da ondan.” dedi Umay, başını camdan çevirip bana sırıtarak.
Yol boyunca elim Umay’ın elindeydi. Ara sıra dönüp yüzüne bakıyor, onun varlığına şükrediyordum. Evimize vardığımızda tim de hemen arkamızdan gelmişti. Burak ve Ulaş, Aybars’ı sessizce odasına taşıdılar. Onu yatağına yatırırken Ulaş, saçlarını okşayıp iç çekti:
“Bu çocuk var ya, başımıza bela olacak. Hem de tatlı bela...”
“Benim oğlum kurt olur kurt!” dedim gururla.
Aybars’ı uyutup herkes salonda toplandığında Umay battaniyesini omuzlarına alıp yanıma sokuldu. Elimi sımsıkı tuttu, başını göğsüme yasladı. Tim hararetli bir şekilde günü anlatıyor, ama ben artık hiçbirini dinlemiyordum. Sadece Umay’ın kokusu, Aybars’ın odadan gelen düzenli nefes sesi...
İşte, o an içimden sessizce geçirdim:
"Bu ev, bu insanlar... Benim cennetim burası."
Herkes koltuklara yerleşip battaniyelere sarındı. Burak yerinde duramıyordu zaten, patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Eren’in “Doğruluk mu cesaret mi?” önerisi herkesi heyecanlandırmıştı, ben hariç. Göz devirdim ama Umay’ın heyecanla ellerini birbirine vuruşunu görünce pes ettim.
“Tamam tamam, oynayalım bakalım.” dedim gülerek, arkamı yasladım.
İlk çevirme sırası Burak’taydı, su şişesini çevirdi. Ucunun tam da Ulaş’a denk gelmesiyle Burak’ın gözleri parladı:
“Doğruluk mu cesaret mi?” dedi şeytanca gülerek.
Ulaş gözlerini kıstı:
“Doğruluk.” dedi temkinli bir şekilde.
“Hiç aşık oldun mu?” diye patlattı soruyu Burak, herkes kahkaha attı.
Ulaş boğazını temizleyip çayından bir yudum aldı:
“Birine içim çok kaydı ama açılmadım.” dedi, bakışları hafifçe kaçtı.
İlteriş hemen atıldı:
“İsim ver isim!” diye tezahürat yaparken Yaseminka kıkır kıkır gülüyordu.
Sıra bana geldiğinde şişe tam da Umay’ı gösterdi. Gözlerinde hafif bir ateş vardı:
“Cesaret.” dedi, kaşlarını kaldırarak.
Sinsice sırıttım:
“Beni burada, herkesin içinde öpeceksin.” dedim fısıltıyla ama tüm timin alkışları arasında sesim duyuldu zaten.
Umay önce utandı, sonra gözleri parladı. Kalkıp dizlerimin üstüne oturdu ve yavaşça yanağımı öptü, ama öpücük hafifçe dudaklarıma kayınca Burak bağırmaya başladı:
“Bu sayılmaz lan, PG-13 bitti burası!”
Kahkahalar salonu doldurdu. Gece boyunca hem utandık, hem güldük, hem de özlediğimiz o eski neşeyi bulduk. Tam bir aile gibiydik. Gece ilerledikçe, geçmişin acıları kahkahalarla silinmeye başladı. Umay’ın eli elimdeydi, oğlum odasında mışıl mışıl uyuyordu.
İçimden sadece şunu geçirdim:
"Bu evin duvarları kahkahalarla sağlamlaşsın."
Oyun tüm hızıyla devam ediyordu, kahkahalar dinmiyordu. Şişe bu kez Umay’ı gösterdi. Gözlerini kısarak bana döndü, yüzünde muzur bir gülümseme vardı.
“Doğruluk mu cesaret mi, Altay Bey?” dedi kaşlarını kaldırarak.
Omuz silktim:
“Doğruluk.”
Umay kollarını göğsünde kavuşturdu, gözlerini kısmıştı:
“Görevde hiç kız oldu mu?” dedi sahte bir masumiyetle ama gözlerinden fırtına kopmak üzere olduğu belliydi.
Timin gözleri kocaman olmuştu, Burak kahkahasını zor tutuyordu. İlteriş hemen ortalığı karıştırmak için fırsat kolluyordu, o yüzden ben de gaza gelip şaka yapayım dedim:
“Olmaz mı ya... Hatta Amerikalı sarışın bir kız vardı.” dedim, göz kırparak.
Salon bir anda buz kesti.
Umay'ın gülümsemesi saniyesinde düştü, gözleri kısıldı, dudaklarını sıktı. Derin bir nefes aldı, sonra kalkıp battaniyeyi aldı ve kendini sarıp köşeye oturdu.
“Ne güzel işte, orada kalabilirdin o zaman.” dedi sesi buz gibi soğuk.
İlteriş kıkır kıkır gülüyordu:
“Abi, sen harbiden öldün ya. Başın sağ olsun.” diye fısıldadı.
Burak sandalyesinden düşecek gibi oldu, ama gözleriyle bana "Kaşındın." der gibiydi.
Hemen yerimden kalkıp Umay’ın yanına gittim:
“Aşkım, şaka yaptım ya! Gözüm senden başkasını görür mü?” dedim ellerini tutmaya çalışarak.
Umay ellerini çekti, kafasını çevirdi:
“Bilmiyorum Altay, belki de orada kalmalıydın.”
Tim kahkahalarla kırıldı.
Ulaş, İlteriş’in omzuna yaslanmış ağlar gibi gülerken, İlteriş:
“Altay'ı kurtarmak için dua edelim kardeşler.” dedi ellerini açarak.
“Vallahi ben seni kurtaramam abi.” dedi Burak, gözünden yaş gelirken.
Ben Umay'ın dizine çökmüş, affedilmek için tatlı tatlı bakarken, içimden:
"Lan ben ne yaptım şimdi?" diye geçiriyordum.
Ama ne olursa olsun... Umay’a küsemezdim. Hele o tatlı triplerine ölürdüm. O yüzden hemen savunma moduna geçtim:
“Kurban olurum sana! Ne Amerikalısı ne sarışını? Benim prensesim sensin!” diye sarılmaya çalıştım, ama Umay koltukta daha da küçülüp kafasını çevirdi.
Oyun bitmişti.
Ama benim asıl mücadelem yeni başlıyordu: Umay’ı barıştırma savaşı.
Umay battaniyesine daha da sarıldı, gözlerini duvara dikmiş, kaşlarını çatmıştı. Belli ki kafasında o olmayan Amerikalı sarışınla beni boğuyordu. Ben diz çökmüş, ellerimi kucağında duran ellerine uzatmaya çalışıyordum ama o ısrarla kaçırıyordu.
“Umay, aşkım... Bir tanem, güzel gözlüm...” dedikçe Umay daha da uzaklaşıyordu.
“Git sarışınınla konuş Altay Bey.” dedi burnunu çekerek, sesi sitem doluydu ama o kadar tatlıydı ki gülmemek için kendimi zor tutuyordum.
İlteriş köşede kahve içip durumu keyifle izliyor, Burak ise yerde yuvarlanıyordu:
“Abi, kaç kilometre koştun Afganistan’da? Bu maraton daha zor olacak belli ki.” dedi nefes nefese gülerek.
Benimse gözüm başka kimseyi görmüyordu.
“Benim sarışınım sensin! Hatta dünyadaki tek kadınım sensin!” dedim, daha fazla dayanamayarak kucağına kafamı koydum.
Umay göz ucuyla bana baktı, ama yine de siniri geçmemişti:
“Başka ülkelerde niye bana benzeyen sarışınlar arıyorsun o zaman?” dedi dudak bükerek.
Yandım.
“Öyle bir şey yok ya, ben sadece seninle dalga geçtim. Senin gibi kadın yok ki dünyada!” dedim gözlerine bakarak, gerçekten de her kelimem içimden geliyordu.
Umay anlık bir yumuşama yaşar gibi oldu ama hemen kendini topladı:
“İyi. O zaman bir hafta yatakta sarılma yok.” dedi ve kalkıp odadan çıkmaya kalktı.
“Yok artık!” dedim yerimden fırlayarak. “Ben 11 ay yoktum, bir hafta daha mı özleyeyim seni? Yapma Umay!”
Odaya kaçtı, ama ben yılmazdım. Hemen peşinden gittim, kapıyı tuttu ama ben aradan kayıp içeri girdim.
“Bir daha şaka yaparsam, ne bileyim başka ülkede biri var falan dersem, gözlerim kör olsun!” dedim kalbime vurarak.
Umay gözlerini devirdi, dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm vardı ama hemen sakladı.
“Git, Burak’la kal bu gece. Kararımı yarın sabah söylerim.” dedi yastıkları düzelterek.
Ama ben hemen arkasından sarıldım, başımı omzuna koydum:
“Sabah çok uzak, benim kalbim dayanmaz sensizliğe.” diye fısıldadım.
Umay gözlerini kapadı, iç çekti. Ellerimi sıkan elleriyle yavaşça bana döndü:
“Bir daha böyle şaka yaparsan Altay...”
“Yapmam.” dedim hemen.
“Cidden yaparsan var ya, seni Burak’a gönderirim, Aybarsla falan uyursun.” dedi parmağını sallayarak.
“Oğlumla uyurum, problem değil. Ama yine de yanında olayım.” dedim sırıtarak.
Sonunda o güzel elleriyle yüzüme dokundu, gözlerinde hala sitem olsa da içindeki sevgi kabına sığmıyordu.
“Beni çok seviyorsun değil mi?” dedi usulca.
“Öyle çok seviyorum ki...” dedim, sesi titreyen boğuk sesimle. “Sana bakmadığım her saniye nefes almıyormuşum gibi.”
Umay gözlerini kaçırdı, ama yanakları al al olmuştu. Sarılıp boynuna küçük küçük öpücükler kondurduğumda yavaşça kafasını göğsüme yasladı:
“Delisin sen.” dedi.
“Ama senin delinim.” dedim ve bütün gece onu bırakmamaya yemin ettim.
Kollarımı açtım, gözlerim dolu dolu, kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Umay odada bir ileri bir geri dolanıyordu, hala tatlı tatlı homurdanıyordu ama ben sadece onun güzelliğine kilitlenmiştim. Gözlerindeki inat bile dünyanın en güzel şeyi gibi geliyordu bana.
Yatağa oturdum, elimi uzattım:
"Kurban olduğum, gel az seveyim seni..." dedim, sesim kısık ve derin bir tınıyla çıktı.
Umay dudaklarını büzüp, gözlerini devirdi ama sonunda dayanamayıp yanıma geldi. Onu narin bir çiçek gibi yan çevirip kucağıma aldım, başını göğsüme yasladım. Sanki yıllardır kaybolmuş parçama kavuşmuş gibiydim.
“Sana her sarıldığımda, eksik olan yanım tamamlanıyor.” diye fısıldadım saçlarına.
Hiçbir şey demedi. Sadece burnunu hafifçe boynuma sürttü. Bunu her yaptığında içimdeki ateş daha da harlanıyordu.
"Sensiz yaşamak ölümden beterdi, biliyor musun?" dedim, dudaklarımı usulca alnına dokundururken. "Senin kokunu unutmak en büyük ceza olurdu bana."
Umay başını hafifçe kaldırdı, göz göze geldik. O an dünyada ne savaş kalmıştı ne kargaşa. Sadece biz vardık, ve aramızda sonsuz bir sevda.
“Altay...” dedi sadece, sesi pamuk gibi yumuşaktı.
“Şşş...” dedim, işaret parmağımı dudaklarına koyup gözlerini kapatmasını sağladım. “Sana aşkımı anlatmam lazım şimdi.”
Önce burnunun ucuna minicik bir öpücük kondurdum, sonra yanaklarına. Kalbim her temasımda hızla çarpıyordu.
"Bunlar özlem öpücükleri..." dedim, yanağını avuçlarıma alıp dudaklarımı hafifçe tenine değdirirken. "Her gece fotoğrafına bakarken keşke burada olsaydı diye iç çektiğim zamanlardan kalma."
Boynuna eğildim, nefesim tenine karışırken usulca öptüm:
"Bu da sabır öpücüğü... Sana kavuşmak için ölümü göze alıp döndüğüm günün hediyesi."
Umay gözlerini açtı, bakışları sevgiyle parlıyordu ama aynı zamanda içindeki o kırgınlık da tam geçmemişti. O kırgınlığı sevmeye, ilmek ilmek iyileştirmeye kararlıydım.
"Sen benim cennetimsin Umay..." dedim, kalbimdeki tüm yangınla. "Ömrümün her saniyesini seni severek geçirmek istiyorum."
Umay başını boynuma gömdü, ince kollarını sımsıkı sardı bana. O an dünyada ne para ne pul, ne zafer ne de kayıp vardı. Sadece ben, sevdiğim kadın ve göğsümde atan sonsuz aşk.
Tam o an, odanın sessizliğini delen incecik bir ağlama sesiyle irkildik. Aybars...
Biz birbirimize sarılıp zamanı durdurmuşken, o minik kurt uyanmıştı. Sesi öyle titrek, öyle içliydi ki kalbim yerinden sökülecek sandım. Umay hızla kalkmaya yeltendi ama ben elimi nazikçe omzuna koydum.
“Dur, ben bakarım.” dedim usulca.
Yatağın kenarına bıraktım Umay’ı, o hala gözyaşlarını silmeye çalışıyordu. Ben ise kalbimden taşan sevgiyle, odadan çıkıp Aybars’ın odasına geçtim. Küçük beşikte, tombik elleri havada, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Uğraşıp dönmeye çalışmış ama battaniyeye dolanmıştı.
Kucağıma aldığım an sakinleşmedi, tam tersine daha çok sarıldı bana, yüzünü göğsüme bastırdı. Sanki babasının kalp atışlarını duymak istiyordu.
“Tamam oğlum... Tamam küçük kurt... Baban burada...” diye fısıldadım saçlarını öperken.
Ama Aybars hıçkırıyordu. Sanki içindeki tüm korkuyu bana anlatmak istiyordu. Yumuşacık başını sevip kucağımda sallarken gözlerim doldu.
“Ben de seni özledim oğlum...” dedim sessizce. “Biliyorum, seni ilk kucağıma aldığım anın telafisi olmaz. Ama her anında yanında olacağım söz...”
Umay kapının eşiğinden sessizce bizi izliyordu. Gözleri yaşlarla doluydu ama bu sefer o yaşların içinde huzur da vardı. Yanıma gelip başını omzuma yasladı, ikimizin de gözleri Aybars’taydı.
“Seni seviyorum...” diye fısıldadı Umay, sesi titrek ama sıcacıktı.
Küçük oğlum kollarımda uykuya dalarken, hayatımın en büyük zaferini kazandığımı hissettim. Ailemi... Tekrar kazandım.
"Ben de seni seviyorum, Umay..." dedim, alnından öperken. "Sizi her şeyden çok seviyorum."
Salonda oturmuş, sıcacık soba gibi yayılan aile muhabbetimizin tadını çıkarıyorduk. Tim, koltuklara yayılmış, günün yorgunluğunu atarken, biz çoktan dertleşmeye başlamıştık. Aybars, Burak’ın kucağında neşeyle kıkırdıyordu. Ama her seferinde kafasını kaldırıp, o tatlı bebek sesiyle “Vırak!” diye bağırdıkça, hepimiz kahkahalara boğuluyorduk.
“Oğlum, Vırak değil, Burak!” diyordum sabırla ama Aybars her seferinde daha da keyiflenerek, “Vıııraaaak!” diye uzatıyordu sesi.
Burak gülmekten gözünden yaş gelirken saçlarını karıştırdı küçük kurdun. “Bırak abi düzelmesin ya! Kurbağa prens gibi... Vırak olsun, sıkıntı yok!” dedi gülerek.
Ulaş gözlüğünü düzeltti, yüzünde o bilmiş gülümsemesi vardı. “Vırak mı? Psikolojik bir bağ kurmuş olabilir. Belki de Burak’ı doğa ile bütünleşmiş bir varlık gibi görüyor.” dedi ciddi ciddi.
“Tabii canım, kollarım da nilüfer yaprağı zaten!” diye karşılık verdi Burak, gülerek kolunu uzatıp Aybars’ı hafifçe salladı. Küçük oğlum kahkahalar atıyordu, o gülünce içim eriyordu resmen.
Mustafa Kemal, çayından bir yudum alıp ciddiyetle başını salladı. “Bu çocuk büyüyünce kesin bizimle operasyona gelir. Baksana, komik isyanları daha şimdiden başlamış!” dedi.
Ben ise gözlerimi Aybars’tan alamıyordum. Kıvırcık saçları, o pırıl pırıl bakan gözleriyle bana benziyordu. Ama gülüşü... Gülüşü, Umay’ın gülüşüydü. Tatlı, içten, dünyayı güzelleştiren cinsten.
“Bırakın çocuk ne diyorsa desin. Kim bilir belki büyüyünce Burak’a gerçekten ‘Vırak’ der. Ya da kod adı olur!” dedim gülerek.
“Kod adı Vırak! Düşmanın moralini bozuyoruz!” dedi Eren kahkahalarla.
Aybars kucağında kahraman gibi ellerini havaya kaldırıp yine o tatlı sesiyle bağırdı: “Vıııraaaakkk!”
O an mutfaktan başını uzatan Umay, göz devirdi ama o da gülüyordu. “Yemek hazır olmak üzere, ama çocuğa kurbağa gibi hissettirmeyi kesin artık!” dedi.
Ben ise gülümseyerek oğlumu Burak’ın kucağından alıp havaya kaldırdım. “Ne diyorsan de küçük kurt! Vırak ol, aslan ol, fark etmez. Sen bizim mucizemizsin!” dedim, başını öperken.
Tim kahkahalarla yere yıkılırken, ben Aybars’ı havada sallıyordum. İçim huzurla, mutlulukla doluydu. Dışarıda ne fırtınalar koparsa kopsun, benim kalbim burada, bu evde atıyordu...
“Vırak boooomm!” diye bağırdı Aybars, iki elini havaya kaldırıp kahkaha attı. Tim’le aynı anda göz devirdik, çünkü bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyorduk. Burak’la yalnız kaldıklarında yine saçma sapan işler çeviriyordu bu adam! Bir an Umay duymasın diye kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.
“Burak, ne öğrettin sen bu çocuğa yine?!” dedim dişlerimi sıkarak.
Burak, her zamanki pişkin tavrıyla sırıtıp omuz silkti. “Abi sadece temel fizik kurallarını anlattım. Patlama basıncı, yanma tepkimeleri falan. Hem ne var ya, erken yaşta bilim aşılıyorum çocuğa!” dedi.
“Bilim mi?! Çocuğun ilk cümlesi ‘Baba’ oldu, ikincisi ‘Vırak’, üçüncüsü ‘Boom’! Ne güzel ilerliyoruz maşallah!” dedim sinirle. Aybars, Burak’ın dizine vurup gülüyordu, küçük velet eğleniyordu belli ki.
Dayanamadım, kafasına şaplak attım Burak’ın. “Al sana basınç!” dedim gülerek. Burak kafasını ovuştururken “Abi tamam ya, ne var bunda? Geleceğin özel harekâtçısını yetiştiriyoruz işte!” diye mırıldandı.
O sırada Aybars elindeki yumuşak oyuncağı fırlatıp “Bomm!” diye bağırınca, Tim kafasını iki elinin arasına aldı. “Bittik biz... Umay bunu duyarsa, çocuğun ilk doğum günü partisinde EYP imha standı kurarız artık!” dedi gözlerini devire devire.
Ben derin bir nefes aldım, Aybars’ın dikkatini dağıtmak için hızla oyuncak arabasını verdim. “Bak oğlum, araba! Vıın vııın, patlamayan, gayet masum bir araba!” dedim, zararsız bir şeyle ilgilenmesi için dua ederek.
Ama Aybars oyuncağa bakıp gene sırıttı. “Vırak vıın booomm!” dedi, minik ellerini çırparken.
Tim kafasını koltuğa gömüp gülerken, Burak sırıta sırıta “Aferin lan küçük kurt, bilimle büyü!” dedi.
“Bilimle mi büyü? Lan senin aklını alırım, yemin ederim bu çocuğu Umay’a şikâyet edeceğim!” dedim, gözlerimi kısıp tehdit eder gibi.
Burak panikle yerinden sıçradı. “Abi ne olur yapma, geçen sefer sabunlu suyla kovalamıştı beni!” dedi, korku dolu gözlerle.
Ben ise kahkahamı tutamayıp oğlumu kucağıma aldım. “Vırak Boom değil, Burak amca diyeceksin oğlum! Amm-caaaa...” diye tekrarlarken, Aybars yine kahkahalarla güldü.
Mustafa Kemal ne zaman eve gelse, Aybars koşar adım, emekleye emekleye ya da yürütecine abanarak ona ulaşmaya çalışırdı. Küçük elleriyle pantolonunun paçasına yapışır, kocaman gözlerle ona bakardı. Çünkü evdeki en iyi hikâye anlatıcısı oydu!
“Bak bak, yine fanın geldi.” dedim gülerek.
Mustafa Kemal gülümseyip Aybars’ı kucağına aldı. “Gel bakalım küçük kurt, sana bugün başka bir masal anlatayım.” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ama sevecendi.
Aybars’ın gözleri pırıl pırıl oldu. Küçük elleriyle Mustafa Kemal’in yüzünü yoklamaya başladı, saçlarını çekip kahkahalar atıyordu. Bizse sessizce izliyorduk.
“Bu sefer ne anlatacaksın?” dedi Umay, çay bardağını eline alıp gülümseyerek.
Mustafa Kemal, Aybars'ı iyice kucağına yerleştirip başladı:
“Bundan çok çok uzun zaman önce, büyük ormanların kralı olan bir kurt varmış. Bu kurt, gökyüzünde asılı duran Ay’a o kadar hayranmış ki her gece ulurmuş ona. Ama Ay’la konuşmak için uçabilmesi gerekiyormuş...”
Aybars, masalın büyüsüne kapılmış, ağzı açık dinliyordu. Ellerini çırpıp heyecanla “Ayy! Ayyy!” diye sesleniyordu.
Biz de kahkahalarla izliyorduk.
Mustafa Kemal hikâyeyi öyle güzel anlatıyordu ki Aybars bile sonunda alkışlamayı öğrenmişti. “Ammmm!” diye seslenip ellerini çırptı, kendince “amca” diyordu. Mustafa Kemal’in gözleri doldu bir an.
“Benim kurt yeğenim, büyüyünce dağların kralı olacak zaten.” dedi göz kırparak.
Ben dayanamayıp yanağını sıktım oğlumun. “Benim küçük kurdum zaten hep kral.” dedim gururla.
Ama Aybars çoktan tekrar “Ayy!” diye bağırıp Mustafa Kemal’e sarılmıştı bile. Meğer oğlumuz bizim kurt hikâyelerimizle büyüyordu...
İlteriş, koca cüssesiyle yere çöktü, Aybars’ı dikkatlice halının üstüne koydu ve kaşlarını çatıp güreşçi pozu verdi:
“Hazır mısın, küçük kurt?” dedi kalın sesiyle.
Aybars ise minicik kollarını kaldırıp kahkahalar atıyordu. "Gaaa!" diye bağırarak ellerini İlteriş’in yüzüne uzattı. İlteriş kendini geri atıp numaradan yere devrildi:
“Yıkıldım! Küçük kurt beni yere serdi!” diye bağırdı.
Tim kahkahaya boğuldu, Umay ise mutfaktan gelip kapıya yaslanmış izliyordu. “Biriniz de şu çocuğa normal oyun oynatsın ya...” dedi ama yüzünde koca bir gülümseme vardı.
Aybars İlteriş’in üstüne tırmanıp kafasına pıt pıt vururken, İlteriş dramatik bir şekilde yere düştü:
“Beni alt ettin, kurt prens! Amcanı mağlup ettin!” dedi gözlerini kapatarak.
Ama Aybars pes etmiyordu. Küçük yumruklarıyla İlteriş’in karnına pıt pıt vurmaya devam etti.
Burak koltuktan bağırdı:
“Vur oğlum! Tam böbreğe indir!”
Umay kaşlarını kaldırıp ters ters bakınca Burak hemen sustu. Ama hepimiz kahkahalarla kırılıyorduk.
Sonunda İlteriş koca bir uluma taklidi yapıp Aybars’ı havaya kaldırdı:
“Kazanan küçük kurt! Ayyyoooooo!” diye bağırdı.
Aybars da babasının kurt olduğunu sanıyordu zaten. Ellerini açıp “Ayyyyy!” diye bağırarak sevincini kutladı.
Ben karnımı tuta tuta gülüyordum. “İlteriş sen değil güreş antrenörü, sirk palyaçosu olmalıymışsın.” dedim.
Ama gözüm hep oğlumdaydı. Kahkahası bütün evi dolduruyordu. İşte mutluluk tam olarak böyle bir şeydi...
Tim resmen sirke dönmüştü. Burak kafasına süzgeç geçirmiş, “Ben kralım!” diye dolanıyordu. Mustafa Kemal kaşıkları ritim aleti yapmıştı, ilteriş ise yer minderine çökmüş, “Gel bakalım, küçük kurt!” diye kükreyip Aybars’ı güldürüyordu.
Aybars kahkahalarla kıvranırken, Umay kaşığı çaktırmadan ağzına götürüyordu. “Bak bak, amcalar ne yapıyor?” diyerek dikkatini dağıtıyordu.
“Vıraaaak bomm!” diye bağırdı Aybars, Burak’ın ona öğrettiği o meşhur repliği patlatırken. Herkes kırılmıştı gülmekten.
Ben Umay’ın yanına oturup elimi sırtına koydum:
“İyi iş çıkarıyorsun, aşkım.” dedim gülümseyerek.
Umay kaşığı kaldırıp Aybars’ın ağzına sokarken fısıldadı:
“Bu çocuğun yemeği bitince ben maraton kazanmış gibi seviniyorum.”
“Ben de sana madalya takarım.” dedim kahkaha atarak.
Aybars bir lokma daha alınca tüm tim tezahürat yapmaya başladı:
“Yiyooor! Küçük kurt yiyeceek!”
Eren mutfaktan çıkarak eline havlu sardı, hakem edasıyla bağırdı:
“Bir lokma daha veeee şampiyon Aybars!”
Umay yorgun ama mutlu bir şekilde derin nefes aldı:
“Şükür Rabbim, bu da bitti...” dedi gözleri ışıldayarak.
Ben Aybars’ı kucağıma aldım, tombik yanaklarını öptüm:
“Annen kazandı, küçük kurt. Ama senin zaferin daha büyük!”
Aybars bana baktı, ağzındaki lokmayla mırıldandı:
“Baaabaa... daha yok mu?”
Tim aynı anda kendini yerlere attı gülmekten.
“Yok mu derken ne, Aybars?” dedi Umay kaşığı havada donmuş halde, gözleri kocaman açılmıştı.
Aybars kaşığını masaya vurup “Mama! Daha mama!” diye bağırınca timin kahkahaları evin çatısını uçuracaktı neredeyse.
“Oğlum yüreğime indireceksin, 40 dakikadır peşinden koşturuyorum!” dedi Umay şaşkınlıkla ama gözlerinden mutluluk akıyordu.
Ben Aybars’ı kucağıma alıp gülerek yanağını öptüm:
“Helal olsun sana, küçük kurt! Karnını doyurmaktan daha büyük zafer var mı?”
İlteriş sazı kaptı, çalmaya başladı:
“Aybars dağları deldi geçtiiii!” diye türkü uydururken, Burak havluyu kafasına sardı:
“Ben chef Burak, bir porsiyon daha mı?” dedi dramatik bir sesle.
Umay başını masaya dayayıp gülerken gözleri doldu:
“Altay, bu çocuk benden daha güçlü! Ben pes ediyorum!” dedi derin bir iç çekerek ama yüzünde sıcacık bir gülümseme vardı.
Ben Umay’ın beline sarılıp başını öptüm:
“Sen pes etmezsin, karıcım. Çünkü sen süper kahramansın.”
O sırada Aybars’ın sesi duyuldu:
“Mama! Mamaaa! Daha!”
Tim topluca yere kapaklandı gülmekten.
“Altay, o zaman besleme işi sende bundan sonra,” dedi Umay gözlerini kısarak.
Kaşığı kaseye bırakıp hafifçe doğruldum.
“Ama hayatım... Günü gününe uymuyor ki bu çocuk. Bir gün severek yiyor, ertesi gün peşinde Usain Bolt gibi koşuyorum,” dedim sitemli bir sesle.
Aybars o sırada kaşığı kaptı, yere attı ve kahkahalarla gülmeye başladı.
Burak arkadan gülerek:
“Çocuk seni antrenman sahası gibi kullanıyor abi,” diye laf attı.
“Yemin ederim, ben askerde bu kadar zorlanmadım,” dedim başımı iki yana sallayarak.
Umay kahvesinden bir yudum alıp sırıttı:
“E ama baba olmak böyle bir şey Altay Bey. Hem bak, ne güzel oynuyorsunuz.”
Tam o sırada Aybars avazı çıktığı kadar bağırarak:
“BAAAM!” diye patlattı sesi.
Belli ki Burak’tan öğrendiği bomba terimlerini de sofraya taşıyordu.
İlteriş kahkahayla:
“Altay, sen timde ne yaptıysan şimdi kat kat geri ödüyorsun,” dedi göz kırparak.
Ben başımı masaya koyup gülmeye başladım.
Sonra toparlanıp Aybars’ı kucağıma aldım, burnuna minik öpücük kondurdum:
“Tamam oğlum, baban her uçak olur, her tren olur, her helikopter olur... Ama yeter ki çorbayı iç!” dedim.
Umay bana bakıp kahkaha attı:
“Baba-oğul dayanışması işte,” dedi gülerek.
Ben de Aybars’ın yanağını sıktım:
“Evet, bu dayanışmada ben kaybediyorum,” diye mırıldandım gülümseyerek.
Her şey gerçekten harikaydı. Gülüyor, sohbet ediyor, Aybars’ın minik ellerinden çorbayı kaşık kaşık almaya çalışıyordum.
Tam umutlanmıştım ki, oğlum gözümün içine baka baka çorba dolu kaseyi iki eliyle kaldırıp başından aşağı döküverdi.
Bir anlık sessizlik oldu. Tim, mutfağın kapısında gülmemek için kendini zor tutuyordu.
Umay ağzını kapatıp kahkahasını bastırırken, Burak sandalyeden düşmek üzereydi.
Aybars ise sıcacık çorbanın saçlarından süzülmesine hiç aldırmadan kahkaha atıyordu!
Ben ise elimde kaşıkla donup kalmıştım.
“Allah’ım sabır...” dedim gözlerimi kapatarak.
Sonra derin bir nefes aldım, oğlumun çorba soslu suratına baktım ve gülümsemekle ağlamak arasında kaldım.
“Yani... Doğal saç maskesi diyeceğim ama... Tavuk suyu biraz fazla proteinli oldu galiba,” dedim pes etmiş bir sesle.
İlteriş dayanamayıp kahkahayı patlattı:
“Altay, küçük kurt seni saf dışı bıraktı yine!”
Umay, Aybars’ı kucağına aldı, mutfağa doğru yürürken:
“Gel küçük şef, seni temizleyelim. Babana biraz daha sabır dileyelim,” dedi gülerek.
Aybars ise annesinin omzundan bana bakıp elini salladı:
“Baba, BOMMM!” diye bağırdı yine.
Başımı masaya koyup iç çektim.
Burak yanıma gelip omzuma vurdu:
“Abi, sen büyük bir komutansın. Operasyonlardan çıktın, savaştan döndün... Ama bir yaşındaki oğluna yeniliyorsun,” dedi gülerek.
Kafamı kaldırıp kıkırdayan timi süzdüm.
“Keşke üstüme bir çelik yelek giymiş olsaydım... Ama sanırım şu an ihtiyacım olan şey itfaiye hortumu,” dedim çaresizce.
Sonra kendimi sandalyeye bıraktım, saçımı karıştırıp güldüm.
“Bu evde huzur yok ama aşk bol...” diye mırıldandım kendi kendime.
Umay mutfağa dönerken derin bir nefes aldı, arkasından bakıp sırıttım. Oğluşumu kollarıma aldım, Aybars’ın saçlarındaki çorba kalıntılarına bakıp başımı iki yana salladım.
“Gel bakalım küçük kurt, seni mis gibi yapalım,” dedim gülümseyerek.
Aybars banyo küvetine oturduğunda suyun sıcaklığına gülümseyip elleriyle suyu pat pat vurmaya başladı. Küvetten fışkıran su yüzüme çarpınca kahkaha attım.
“Babayı da mı yıkıyoruz oğlum? Hadi bakalım, ikimize duş lazım sanırım,” dedim saçlarımdan süzülen suyu silerken.
Minik elleriyle oyuncağını alıp bana uzattı:
“Baba!” dedi neşeyle.
“Evet baba burada! Ama baba bugün komando modunda, seni tertemiz yapmadan çıkamayız buradan,” dedim gülerek.
Saçlarına nazikçe şampuan sürüp köpürttüm, baloncuklar uçuşurken Aybars kıkırdadı.
Bir ara suyla oynarken elindeki oyuncağı fırlatıp su sıçratınca gözlerimi kapadım, ama yine de sinirlenemedim.
“Saldırı var! Küçük kaptan Aybars, babasını ele geçiriyor!” diye bağırarak suları savurdum.
Aybars kahkahalarla gülerken minik dişleri görünüyordu. Bu manzarayı izlerken içim sevgiyle doldu.
Her ne kadar kafasına çorba dökse, üstümü başımı ıslatsa da... Onun kahkahası tüm yorgunluğumu siliyordu.
“İyi ki geldim,” diye düşündüm. “İyi ki onlara dönebildim.”
Duşu bitirip onu havluyla sardım, mis gibi kokusunu içime çekerken saçlarını kuruladım.
Kucağıma alıp aynaya baktım ikimize.
“Küçük kurt,” dedim saçlarını okşayarak. “İleride seni de yürekli bir adam yapacağız, ama önce biraz daha büyü bakalım...”
Aybars bana sarılırken iç çektim, kapıyı açıp Umay’a seslendim:
“Mutfağı bitirdin mi aşkım? Oğluş hazır!”
Umay banyoya geldiğinde Aybars’ı tertemiz görünce gülümsedi:
“İşte bu ya! Helal sana baba kurt!” dedi, gözleri parlayarak.
Ben de kollarımı açıp:
“Kurt babayım ama bitik babayım... Çay yapalım mı?” dedim gülerek.
Umay göz kırptı:
“Sen çayı yap, ben de küçük kurdu uyutayım. Sonra... Belki ödülünü alırsın?”
Gözlerim ışıldadı, Aybars’ı Umay’a verirken fısıldadım:
“Sabaha kadar uyusun o zaman...”
Ve Aybars uyumayınca timle oturmuştuk.
‘’abi bir türkü patlatsan…’’
Burak’ın gözlerindeki ışıltıyı görünce dayanamadım, neyi elime alıp dudaklarıma götürdüm. Ses çıkmaya başladığında odada derin bir sessizlik oldu. Umay, Aybars’ı kucağında usulca sallarken bile gözlerini benden ayırmadı. Timden kimse kıpırdamıyordu; İlteriş başını Yaseminka’nın omzuna dayamış, gözlerini kapamıştı. Ben nefesimi notalara üflerken içimde biriktirdiğim bütün acıları, özlemleri, sevinçleri, hepsini serbest bıraktım. Her nota kalbimden kopup gidiyor gibiydi. Sözlere geçtiğimde sesim çatallandı, ama umurumda bile olmadı:
"Yusuf'u kaybettim Kenan ilinde,
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz..."
Burak ellerini dizlerine vurdu, gözleri dolmuştu. Ulaş başını önüne eğmiş, hiç kımıldamadan dinliyordu. Umay’ın yanağından süzülen yaşları gördüm ama susturmadım sesi, devam ettim. Her dize içimdeki yaraları daha da kanatıyor ama bir yandan da iyileştiriyordu:
"Aşkın pazarında canlar satılır,
Satarım canımı alan bulunmaz..."
Nefesim titriyordu ama bırakmadım. Herkes sustu, dünya durdu, sadece müzik vardı. Aybars bile sessizce annesinin göğsüne başını yaslamıştı. En son dizeyi söylerken sanki geçmişin bütün yükü omzumdan düşüyordu:
"Yunus öldü deyu sela verirler,
Ölen beden imiş, âşıklar ölmez..."
Son nefesi verdim, neyi dizime dayayıp başımı eğdim. Hiç kimse konuşmadı. Sadece gözyaşları sessizce aktı. Sonra Burak, boğuk sesiyle fısıldadı:
"Abi... iyi ki döndün."
Ben ise sadece başımı kaldırıp gülümsedim:
"Daha buradayım kardeşim... Daha buradayım."
İlteriş neyi dizlerine yaslamış, bana merakla bakıyordu. “Abi, neyi ne zaman öğrendin?” diye sordu gözleri kısık, yüzünde o her zamanki merakıyla. Neyi çalmayı nerede öğrendiğimi sorması normaldi, çünkü ben ne zaman böyle derin bir yanımı göstersem, herkes şaşırıyordu. Bir an durdum, neyi elimde döndürdüm ve hafifçe gülümsedim.
“Afganistan’da,” dedim sessizce. Timin gözleri birden büyüdü. Burak'ın elindeki çay bardağı havada asılı kaldı, Ulaş başını hafif yana eğdi, dinlemeye hazırdı. Umay gözlerini benden ayırmıyordu, Aybars ise mama sandalyesinde oyuncaklarını mıncıklıyordu.
“Bir ihtiyar vardı... Bizim gizli operasyon bölgemizin yakınındaki köyde yaşıyordu. Kimsesi yoktu. Geceleri köyün üstüne bomba yağarken bile evinin kapısına oturup ney çalardı. Sesi çölde yankılanırdı. İlk başta delirdiğini düşündüm. Ama sonra anladım ki adamın tek dayanağı o sestendi. Bir gün yanına gittim.”
Gözlerimi yere diktim, anlatırken hissettiğim o ağırlık yeniden omuzlarıma çöktü.
“Yanına oturdum. Türk olduğumu anlamıştı. Neyi uzattı bana. Çal, dedi. Çalamam, dedim. Olsun, üfle dedi. Ben üfledim, yanlış notalar çıktı, çatallandı ses. Ama adam gülümsedi, devam et dedi. Her gece, operasyondan dönünce yanına giderdim. Çaldıkça, savaşı unutuyordum. O yaşlı adam, bana sadece müzik öğretmedi, ruhumu kurtardı.”
Tim sessizdi. Ulaş gözlerini silerken, Burak bana gözleri dolu dolu bakıyordu. İlteriş başını yere eğip dişlerini sıktı. Umay yerinden kalktı, sessizce yanıma oturup elimi tuttu.
“Sonra ne oldu?” diye fısıldadı Umay.
Yutkundum. Boğazımdaki düğümü çözmek isterken sesim titredi.
“Bir sabah, gidemedim. Köy bombalanmıştı. Adamın evi kalmamıştı. Neyi de yoktu... Kendisi de.”
Neye bakıp derin bir nefes aldım.
“Ama o adamı her çaldığımda hissediyorum. O yüzden neyi bırakmam. Çünkü o ses, bana nefes gibi... Hayatta olduğumu hatırlatıyor.”
O anda tim bir şey söyleyemedi. Herkes gözlerini kaçırdı. Sadece Umay elimi daha sıkı tuttu, başını omzuma dayadı ve gözyaşları sessizce yanaklarıma karıştı.
İlteriş gözlerimin içine baktı, sesi titrek ama kararlıydı. “Anladım abi,” dedi başını hafifçe eğerek. Ama gözlerindeki o kırgın ışık sönmüyordu. Yutkundu, gözlerini kaçırıp yere sabitledi. Sonra usulca, ama içindeki yarayı saklayamadan ekledi:
“Ama bir daha gitme... Ne olursa olsun gitme.”
Sözleri kalbime bıçak gibi saplandı. İlteriş’in sesi, bana ne yaşadığını anlatıyordu zaten. Yokluğumda timin nasıl parçalandığını, Umay’ın nasıl yıkıldığını, Aybars’ın babasız büyüdüğünü her harfinde hissediyordum. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Sadece hafifçe başımı salladım.
“Gitmem,” dedim kısık sesle. “Gidemem artık.”
Nefesim kesilmişti sanki. Boğazımda düğümlenen kelimeleri çözemiyordum. Ama ne demek istediğimi İlteriş anladı. Çünkü ben o cümleyle yalnızca söz vermiyordum; yaşadıklarımı, kaybettiklerimi, içimdeki savaşı bitiriyordum.
Gözlerimi yere sabitledim, ellerimi dizlerimde kenetledim. Odanın içindeki sessizlik, söylenmeyen tüm duyguların yükünü taşıyordu. Derin bir nefes aldım, kelimelerimi tartarak konuştum:
"Ama unutmayın," dedim, sesim titrek ama kararlıydı. "Bu benim kendimi bulma yolculuğumdu."
İlteriş başını öne eğdi, Burak gözlerini kaçırdı, Ulaş ise duvara dikti bakışlarını. Onlara anlatmak istiyordum ama nasıl? Bir insan kendini ölümle burun buruna her getirişinde daha mı fazla yaşıyor, yoksa biraz daha mı yok oluyordu? Bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: Döndüm. Geri geldim.
“Beni ben yapan ne varsa, o cehennemin içinde yeniden topladım,” dedim, boğazımdaki düğümü yutarak. “Ama sizi de kendimde taşıdım. Her gün. Her an. Umay’ın gülüşü, Aybars’ın nefes alışları, sizin sesiniz… Bunlar olmasa dayanamazdım.”
Gözlerim dolmuştu ama yaşlar akmıyordu. “Evet, gitmek zordu. Ama kalmak daha zor olurdu. Çünkü neyle savaştığımızı biliyordum. Khaos sadece dışarıda değil, içimdeydi de. Dönmem için onu orada bırakmam lazımdı.”
Tim sessizdi ama sessizlikleri yargı değil, anlayıştı artık. İlteriş gözlerini bana kaldırdı, dudaklarında hafif bir kırık gülümseme belirdi. "O zaman," dedi sesi daha yumuşak, "Hoş geldin abi."
Ben de gülümsedim, gözlerimden süzülen iki damla yaşı saklamaya çalışmadan. "Hoş buldum kardeşim."
‘’İstersen bir psikolojik destek al, ben hala alıyorum iyi geliyor.’’ Dedi Ulaş.
Başımı hafifçe salladım, derin bir nefes aldım. Ulaş’ın gözlerinde o tanıdık acıyı gördüm birbirimizi en iyi biz anlıyorduk belki de. Umay’ın endişeyle bana bakan gözleri içimi daha fazla burktu.
“Biliyorum,” dedim sessizce. “Belki de almalıyım...”
Umay elimi tuttu, parmakları titriyordu. “Altay... sen bizim kahramanımızsın ama kahramanlar da yorulur,” dedi, sesi yumuşaktı ama içindeki korkuyu hissedebiliyordum. “Bazen güçlü olmak için yardım almak gerekir.”
Ulaş hafifçe gülümsedi, destek dolu bir bakışla bana baktı. “Bunun zayıflıkla alakası yok abi,” dedi. “İnsan içindeki yükü hafifletmezse, bir gün o yük onu ezip geçer.”
Başımı eğdim, boğazımda düğümlenen kelimeleri çözmeye çalışırken Umay’ın avucuma düşen gözyaşı sıcağıyla irkildim. “Sana bir şey olursa ben ne yaparım?” diye fısıldadı.
Onları daha fazla üzmemem gerektiğini biliyordum. Aybars için, Umay için, tim için... Kendim için.
“Tamam,” dedim kısık ama kararlı bir sesle. “Deneyeceğim.”
İlteriş başını salladı, gözleri nemliydi ama dudaklarında destek dolu bir tebessüm vardı. “Bunu birlikte aşacağız abi,” dedi. “Çünkü biz birlikte güçlüyüz.”
Umay başını göğsüme yasladı, kalp atışlarımız birbirine karıştı. Ve ilk defa, uzun zamandır hissetmediğim kadar hafif hissediyordum.
Aybars, minicik elleriyle annesinin yanaklarından süzülen gözyaşlarını silerken gözlerim doldu. Küçücük avuçları, Umay’ın yüzüne nazikçe dokunuyordu. "Anne ağladı..." dedi o tatlı, masum sesiyle, gözlerinde kocaman bir endişe vardı.
Umay, gözyaşlarını silip gülümsemeye çalıştı. Sesi titrek ama şefkat doluydu. "Annecim, bunlar mutluluk gözyaşları," dedi oğlumuzun saçlarını okşayarak. "Biliyor musun? İnsan bazen çok mutlu olduğunda da ağlar."
Aybars, sanki annesinin her kelimesini anlamış gibi başını salladı. Ama o da içindeki duygulara karşı koyamayıp aniden ağlamaya başladı.
O an dünyadaki tüm acılar, tüm yorgunluklar silindi gitti. Aybars’ın o küçücük, masum yüreği mutluluğun ne olduğunu anlamış gibiydi. Gözleri dolmuş, minik elleriyle gözyaşlarını siliyordu.
“Mutluyum...” dedi titrek sesiyle. “Baba burda.”
Kalbim paramparça oldu ama aynı zamanda sevgiyle dolup taştı. Onun için neyi göze almazdım ki? Umay gözleri yaşlı, Aybars’ı kucağına aldı ve sıkıca sardı. “Biz hep buradayız bebeğim,” dedi fısıldayarak.
Yanlarına çömeldim, Aybars’ın minik ellerini avuçlarıma aldım. “Baban hep burada olacak,” dedim, sesi titreyen Umay’a göz kırparken. “Hiçbir yere gitmeyecek. Senin kahramanın hep yanında olacak.”
Aybars başını salladı, hıçkırarak bana sarıldı. O minik kolları boynuma dolandı, kalbimin en derin yerlerine işledi o an. “Babam,” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı.
Umay bana baktı, yüzünde tarifsiz bir huzur vardı. “İyiki döndün,” dedi gözyaşlarının arasından gülümseyerek.
O an anladım ki, bu üç kişilik dünyamızda ne olursa olsun, her zorluğu aşabilirdik. Çünkü sevgi vardı. Çünkü biz vardık.
Gece, sessiz bir nehir gibi odaya akıyordu. Dişlerimi fırçalayıp yatağa döndüğümde, Umay çoktan uzanmış, ellerine gece kremini yediriyordu. Parmaklarının zarif hareketleri, sanki içindeki yaraları iyileştiriyormuş gibi sakindi. Yatağa uzandım, başımı yastığa koyar koymaz tavanın karanlık boşluğunda yankılanan düşüncelerime daldım.
İçimde bir savaş alanı vardı. Göğsümün derinliklerinde, taşlaşmış anılarımı taşıyan ağır bir sancı... Afganistan’da soluduğum barut kokusu, çocukların korku dolu gözleri, her dua edişimde aklıma düşen timimin yüzleri... Hepsi, sessizce ruhumun kıvrımlarında yankılanıyordu. Kendi içimde bir çöldüm; ama yanımda, sabırla beni bekleyen bir vaha yatıyordu.
Umay ellerini kremleyip başını bana çevirdi. Gözlerinde yılların suskun sancısı vardı, ama bir o kadar da umut vardı. O bakışlarda kendimi buluyordum. Onun sabrı, oğlumun masum gülümseyişi, timin sırtıma yüklediği kardeşlik... Tüm bunlar beni ayakta tutan görünmez iplerdi.
"Ne düşünüyorsun?" diye fısıldadı Umay, sesi kalbimin derinlerine işleyen bir ilahi gibi...
"Dönüşümü..." dedim. "Kaybolup tekrar bulduğum yolları... Sana döndüğümde içimde kalan paramparça adamı..."
Umay usulca elini yüzüme koydu. "Ama döndün," dedi, gözlerinde yılların ağırlığı... "Ve ben seni böyle de sevdim."
İşte o an, içimdeki fırtına dindi. Belki de insan, en çok kendine dönerken yoruluyordu. Ama benim varacağım liman hep aynıydı: Umay’ın kokusu, oğlumun kahkahası, timin sadakati... Ve ben, ne kadar yara alsam da her seferinde bu limana sığınıyordum.
Gece sessizce üzerimize çökerken, gözlerimi kapadım ve ilk kez yıllardır gerçekten uyuduğumu hissettim....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |