

Sabahın ilk ışıkları havaalanının geniş camlarından içeri süzülüyordu. Terminalde sessizlik hakimdi, sadece uçuş anonsları ve insanların alçak sesle konuşmaları duyuluyordu. Uçağa binmeme dakikalar kalmıştı. Telefonumu elimde çevirirken Umay’ın mesajını tekrar okudum:
Umay: Beni uyandırmadın ama bari dikkatli ol! Sana güveniyorum.
Gülümsedim. Bu kadın beni hem azarlayıp hem de merak ediyordu. Cevap yazmaya fırsat bulamadan uçağa çağrı yapıldı. Derin bir nefes alıp ayağa kalktım, sırt çantamı omzuma atıp biniş kapısına yöneldim.
Koltuğuma oturduğumda gözlerimi kapatıp bir an için düşündüm. Mardin… Bu yolculuk sadece Umut’u almak için değildi. Aynı zamanda her şeyi resmiyete dökecektik, son prosedürleri halledecek ve nihayet bu süreci tamamlayacaktık. Yeni bir sayfa açılıyordu.
Uçak havalandığında, telefonum çoktan uçuş modundaydı ama aklım hâlâ yerdeydi. Umay’ı, timi ve yakında bana katılacak olan Umut’u düşünerek gözlerimi kapattım.
Uçak havada süzülürken başımı camdan dışarı çevirdim. Bulutlar pamuk gibi beyaz bir örtü misali altımızda uzanıyordu. Bir an için her şeyi unutup sadece o manzaraya odaklandım.
Sonra çantamı açıp yanıma aldığım Kuyucaklı Yusuf kitabını çıkardım. Yol boyunca başka hiçbir şeyle ilgilenmeden sayfaları çevirdim. İçimde garip bir huzur vardı. Bu yolculuğun sonunda Umut’u alacak olmak bana tuhaf bir mutluluk veriyordu.
Uçak yere indiğinde vakit kaybetmeden doğruca karargaha yöneldim. Oraya vardığımda içimde hafif bir heyecan vardı. Hızlı adımlarla bilişim bölümüne geçip Umut’un bulunduğu yere girdim.
Ve gerçekten de kıvırcıklaşıyordu.
Tüyleri hafiften kabarmış, eskisine göre daha yumuşak görünüyordu. Beni görünce keyifle kuyruğunu salladı, gözlerini kısıp esnedi. Hafifçe eğilip başını sevdim, bütün yol yorgunluğumu unuttum.
Telefonumu çıkarıp bir fotoğraf çektim ve anında Umay’a attım.
Altay: Bak, kıvırcık efsanesi gerçek oluyor. 😏🐱

Umay: ALTAY! Tüyleri iyice kabarmış! Yerim onu! 😍
Gülerek telefonu cebime koydum. Mardin’e geliş amacımın en güzel kısmı kesinlikle buydu.
Yeni gelen timi ziyaret etmek için koğuş binasına doğru ilerledim. Birim komutanı olarak buradaki ekiple tanışmak, onların nabzını yoklamak önemliydi. Yemekhaneye vardığımda, masada sohbet eden askerleri görünce hafifçe gülümsedim. Güzel bir enerji vardı, birlik ruhu güçlüydü.
Masaya oturur oturmaz, herkes toparlandı. “Rahat olun,” dedim kısa ve net bir şekilde. Çaylar geldi, yemekler yenirken bir yandan da benim tecrübelerimi dinlemek istediklerini hissettim. Genç, dinamik ve öğrenmeye aç adamlardı. Görevlerde neyin işe yaradığını, hangi durumlarda nasıl hareket etmeleri gerektiğini anlatırken, hepsi dikkat kesilmişti.
Yemekten sonra gelen yüzbaşıyla birliğin idari işlerini konuşmak için ofisine geçtik. Aslında burası benim eski odamdı. Kapıyı açıp içeri girince hafifçe duraksadım. Her şey değişmiş ama ruhu aynı kalmıştı.
Yüzbaşı sandalyeye oturup belgeleri önüme koyarken ben de göz gezdirdim. Operasyon emirleri, malzeme listeleri ve personel atamaları masanın üzerindeydi. Karargâhın son durumu, operasyonel ihtiyaçlar ve yeni timin intibak süreci üzerine detaylı bir brifing aldım.
Askeri düzen içinde her şey planlandığı gibi ilerliyordu. Ama benim buradaki asıl görevim prosedürleri tamamlayıp Umut’u almak ve artık gerçekten eve dönmekti. Görüşmenin sonunda dosyaları imzalarken içimden, “Artık yeni bir dönem başlıyor,” diye geçirdim.
Bana yatakhanede kalmam için bir yatak ayarladılar. Yüzbaşı, evine davet etmişti aslında, sağ olsun, ama Umut yanımda olduğu için rahatsızlık vermek istemedim. Sonuçta minik adam her an orayı savaş alanına çevirebilirdi.
Umut’u kucağıma alıp yatağa oturdum, o da mırlayarak göğsüme yaslandı. Hafiften kıvırcıklaşan tüylerini okşarken bir yandan da telefonumu çıkardım ve Umay’ı görüntülü aradım.
Ekranda birkaç saniyelik bekleme oldu, sonra Umay’ın uykulu ama tatlı yüzü belirdi. Gözlerini ovuşturdu, hafifçe gülümsedi.
“Altay...” dedi, sesi biraz kısık ama sevgi doluydu. “Beni uyandırmadın, bak yine kendi kendine iş yapıyorsun.”
Gülümsedim, “Bir şeyler halletmem lazımdı ama seni unutmadım. Hem bak, yanımda kim var?” dedim ve telefonu hafifçe eğip Umut’u gösterdim.
Umay anında gözlerini açtı, “UFFF! YERİM BEN ONU!” diye sesini yükseltti. “Tüyleri iyice kıvırcık olmuş, bildiğin minik bir koyun gibi!”
Umut, Umay’ın sesini duyunca hafifçe kulaklarını oynatıp ekrana baktı, sonra tekrar mırlamaya başladı.
“Sen de fena değilsin,” diye ekledi Umay, kaşlarını hafifçe kaldırarak. “Ama Umut kadar tatlı değilsin, kusura bakma.”
Gözlerimi devirdim. “Öyle olsun bakalım, Umut’a rakip olamam belki ama sabah döndüğümde senin için en az onun kadar mırlayabilirim.”
Umay kahkaha attı. “Tamam, o zaman seni dört gözle bekliyorum koca kedi.”
Gülerek telefonu kapattım ve Umut’u biraz daha kendime çektim. Yarın eve dönüyordum. Ve bu kez her şey tamamlanmış olacaktı.
Bugün, Mardin’i gezmek, biraz kafamı dağıtmak ve timle Umay’a ufak hediyeler almak için kendime zaman ayıracaktım.
Umut’u odada bıraktım, zaten yorgundu, muhtemelen bütün gün uyuyacaktı. Taktik giysiler yerine bu sefer sivil kıyafetlerimi giydim. Üzerime rahat bir tişört, kot pantolon ve spor ayakkabılarımı geçirip gözlüklerimi taktım. Bordo bereli olmaktan çıkıp tam bir turist moduna girdim.
Mardin’in dar ve taş sokaklarına adım attığım anda içimi garip bir huzur kapladı. Burası tarih kokuyordu. Taş evlerin sıralandığı, merdivenli dar sokaklarda yürüdükçe tarihin içinde dolaşıyor gibi hissediyordum. Evlerin pencerelerinden sarkan işlemeli perdeler, ahşap kapılar ve taş duvarların serinliği buraya bambaşka bir hava katıyordu.
İlk durağım, Kasımiye Medresesi oldu. Sessiz, dingin ve geçmişin izlerini taşıyan bu yapı sanki zamanda yolculuk yapıyormuşum gibi hissettirdi. Taş oymaları, yüksek kemerli kapıları ve içindeki avluda yankılanan sessizlik, burayı büyülü bir yer yapıyordu. Avluda kısa bir mola verdim, oturup taşlara dokundum. Burası yüzlerce yıldır ayaktaydı, nice insan gelip geçmişti buradan.
Medreseden çıkınca Mardin Çarşısı'na doğru ilerledim. Daracık sokaklar arasında küçük dükkanlar sıralanmıştı. Bakırcılar, telkariciler, baharatçılar, kahveciler… Her biri kendine özgü bir dünyaydı. Baharat kokuları buram buram havaya karışırken, esnaf güler yüzle turistlere sesleniyordu.
Çarşıda dolaşırken time ve Umay’a ufak hediyeler almak istedim. Burak için gümüş bir tespih, İlteriş’e el yapımı bir çakı, Mustafa Kemal’e ise eski Osmanlı tuğrası işlenmiş bir bileklik aldım.
Ama en çok Umay’a alacağım şeyi seçerken düşündüm. Onun için sıradan bir şey olamazdı. El işlemeli, Mardin’in meşhur telkari sanatından bir kolye buldum. İncecik gümüş tellerle işlenmiş, zarif ve göz alıcıydı. Tam Umay’a göreydi. Kolyeyi elime alıp incelerken gözümde onun takmış hali bile canlanmıştı. Hafif bir gülümsemeyle satıcıya parasını ödedim.
Dolaşırken gözüme Mardin kahvesi satan bir dükkan ilişti. Umay’ın kahveye olan zaafını bildiğim için içeri girip en güzel çekirdeklerden seçtim. Özel olarak çekilmiş Dibek kahvesi paketlettim, eve gidince ona sürpriz yapacaktım.
Günü, Mardin’in meşhur seyir terasında gün batımını izleyerek tamamladım. Şehir, altın sarısına bürünmüş, taş evlerin arasında gölgeler uzamıştı. Bir yandan ezan sesi, bir yandan kuş cıvıltıları, bir yandan da rüzgârın hafif uğultusu… Burada zaman farklı akıyordu.
Derin bir nefes alıp elimdeki torbalara baktım. Bugün güzel bir gündü. Hem kafa dağıtmış hem de sevdiklerime küçük ama anlamlı şeyler almıştım. Turist gibi gezmek iyi gelmişti ama artık dönüş zamanıydı.
Otele doğru ağır adımlarla yürürken, aklımda tek bir şey vardı. Yarın eve dönüyorum. Ve bu sefer, tam anlamıyla her şey tamamlanmış olacak.
Odaya döner dönmez telefonumu çıkardım ve uçak biletlerimizi aldım. Hem kendim için hem de Umut’a evcil hayvan bileti. Her şey hazır olunca Umut’un eşyalarını toplamaya başladım. Mama kabı, taşıma çantası, birkaç oyuncağı… Artık onunla eve dönme vakti gelmişti.
Tam o sırada kapı aralandı ve içeri Hayat girdi. Asker selamı verip düzgün bir duruşla karşımda dikildi. Hafifçe gülümsedim.
“Gel Hayat, rahat ol.”
Oturması için işaret ettim ama o, gözleri hafif dolmuş bir şekilde Umut’a bakıyordu. Bu minik yaramazla çok vakit geçirmişti.
“Sana çok teşekkür ederim,” dedim içtenlikle. “Biz yokken Umut’a ablalık yaptın.”
Hayat başını hafifçe eğdi, sesi disiplinli ama içten bir tondaydı. “Emrinizi yerine getirdim, komutanım.” Sonra hafifçe gülümsedi. “Ama Umut, bilişimin gülü oldu. O gidince burası sessiz kalacak. Bu yüzden biz de bir kedi sahiplenmeye karar verdik.”
Sözlerini duyunca sevindim. "Güzel karar, Hayat. Onun gibi bir tanesini daha bulamazsınız ama olsun, yeni bir minik asker iyi olur.”
O sırada Umut, veda eder gibi boynuna tırmandı ve yanağını yaladı.
Hayat hafifçe kıkırdayarak "Bu ufaklık tam bir şımarık," dedi, ama gözlerinde bir burukluk vardı. Sevdiği bir dostunu uğurlamak zor geliyordu.
Elini Umut’un başına götürüp son bir kez okşadı ve derin bir nefes alıp kapıya yöneldi.
"kendinize iyi bakın Altay komutanım, Umay’a da selam söyle. Umut’a da dikkat edin.”
Başımı salladım. “Sen de Hayat. Yeni kediye de Umut’un ruhunu taşıyan bir isim bul.”
Hayat gülerek çıktı. O gider gitmez Umut bana döndü, mavi gözleriyle bir an beni süzdü.
“Sen de hazırsın, değil mi ufaklık?” dedim gülerek. Umut, kuyruğunu hafifçe kıpırdattı ve yatağına girdi. Bu yolculuk artık resmen başlamıştı.
Yatağa uzandım, Umut yanımda kıvrılmış mırlıyordu. Minik bedeni huzurla nefes alıp veriyor, tüyleri hafifçe kabarıyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan telefonumu elime aldım ve Umay’ı görüntülü aradım.
Ekranda bekleme ekranı dönmeye başladı, içimde hafif bir heyecan vardı. Özlemiştim. Sesini, gülüşünü, bakışlarını…
Sonunda görüntü açıldı ve karşıma Umay’ın mahmur ama sıcacık gülümseyen yüzü çıktı.
“Altay…” dedi, sesi hafif uykulu ama sevgi doluydu.
Ben de gülümseyerek ekrana baktım. “Özledim,” dedim kısa ve net.
Umay derin bir nefes alıp gözlerini kırpıştırdı. “Bunu her seferinde söylüyorsun ama ben her seferinde yeniden eriyorum,” diye mırıldandı.
Gülerek başımı hafifçe yana eğdim. “Çünkü gerçek,” dedim. “Sana bakmadan uyuyamıyorum.”
Umay hafifçe kıkırdadı. “Ekrana bakarak uyuyamazsın ama,” dedi muzır bir ifadeyle.
“Denemeye değer,” diye karşılık verdim.
Bir süre öylece konuştuk. Günümden, onun gününden, döndüğümde yapacaklarımızdan… Ama çoğunlukla, sadece birbirimizi izledik. Göz göze olmak bile yetiyordu.
Sonunda Umay esneyip başını yastığa koydu. “Uyanınca yanımda ol istiyorum,” dedi fısıltıyla.
Ben de gözlerimi kısarak gülümsedim. “Uçağa binmemle kapıyı çalmam bir olacak, bekle beni.”
Umay hafifçe başını salladı, “Seni bekliyorum Altay,” dedi usulca.
Telefonu kapattım ama ekranı siyaha döndüğünde bile gözlerimin önünde hâlâ onun yüzü vardı.
Derin bir nefes aldım, Umut’un sıcaklığını hissederek gözlerimi kapattım. Yarın eve dönüyordum. Ve Umay’ın kollarında, gerçekten tamamlanacaktım.
Sabah uyandığımda yatakhanede kısa bir süre tavana baktım. Bugün eve dönüyordum. Umut, ayak ucumda kıvrılmış mırıl mırıl uyuyordu. Hafifçe esneyip yatağımdan kalktım, üstümü giyinip toparlanmaya başladım. O sırada dışarıdan gelen hafif kahkaha seslerini duydum. Yeni tim kahvaltı yapıyordu.
Salona adım attığımda masadakiler anında başlarını kaldırıp bana baktılar. “Gel komutanım, aç açına yola çıkılmaz,” dedi yüzbaşı, yanındaki boş sandalyeyi işaret ederek. Masada sıcak bir ortam vardı, herkes samimi ve neşeliydi.
Sandalyeye oturup önümdeki tabağa göz gezdirdim. Sahanda yumurta, peynir, zeytin ve sıcacık ekmek… İç çekerek gülümsedim. “Sağ olun beyler, ama şimdiden söyleyeyim, sahanda yumurtaya göz koydum, payıma düşeni alırım,” dedim şakayla karışık.
Masadan birkaç kahkaha yükseldi. “Komutanım, yemeğin adaletle dağıtılacağına inanıyor musunuz gerçekten?” dedi genç astsubaylardan biri, gözlerinde muzır bir ifade vardı.
Başımı yana eğip ciddi bir ifadeyle ona döndüm. “Bakın gençler… Adalet, güçlü olanın hakkıdır. Ve ben güçlü olanım.”
Bu sözümle masa bir anda kahkahaya boğuldu. O sırada çavuşlardan biri ekmeği bölüp önüme koydu. “Tamam komutanım, buyurun, adil bir bölüşüm olsun. Ama bizim timde bir kural var, kahvaltı yaparken telefon yasak.”
Gülerek çantamdan telefonumu çıkarıp masaya bıraktım. “Öyle olsun bakalım, ama bilin ki benim timimde asıl yasak olan şey… Aç kalmak.”
Masadakiler kahkahayı basarken ben de onların sıcak ortamına kısa sürede alışmıştım. Ama içimde hafif bir özlem vardı. Bu çocuklar iyi adamlardı, ama ben kendi timimin sesini, onların esprilerini, Burak’ın saçmalıklarını, Mustafa Kemal’in bilgece yorumlarını özlemiştim.
Bugün eve dönecektim. Ve ait olduğum yere, kendi timime kavuşacaktım. 😏🔥
Kahvaltıdan sonra tim, Umut’la oynamaya koyuldu. Küçük tüylü yaramaz, hepsinin bacakları arasında dolanıyor, kuyruğunu kaldırıp oyun oynuyordu. Timdekiler sırayla onu sevip mıncıklarken, ben de kenara çekilip bir fincan Türk kahvesi içtim. Kahve sıcaktı, damağımda hafif bir acılık bıraktı ama tam da ihtiyacım olan şeydi.
Herkesle tek tek vedalaştım. “Hakkınızı helal edin,” dedim. Genç askerlerden biri, “Komutanım, sizin gibi birinden çok şey öğrendik, helal olsun,” dedi içten bir ifadeyle. Ben de başımı sallayıp hafifçe omzuna vurdum. Burada kısa süre kalmış olsam da, bazı izler bırakmıştım.
Umut’u özenle boxuna yerleştirdim. O an gözlerini kocaman açıp bana baktı, sanki “Beni niye kapatıyorsun?” der gibiydi. Hafifçe kafesin yan tarafını okşayıp “Az kaldı aslan parçası, eve gidiyoruz,” diye mırıldandım.
Evcil hayvan pasaportunu ve biletleri tekrar kontrol ettim. Her şey tamamdı. Derin bir nefes alıp boxu elime aldım ve dışarı çıktım. Taksi tam kapının önünde beni bekliyordu. Bagajı açtırıp valizi koyacakken, arkamdan sert bir ses yükseldi.
“Altay!”
Başımı çevirdim, yüzbaşı hızla yanıma geliyordu.
“Burada biz varken taksiye bindirmem,” dedi kararlı bir şekilde, sonra eliyle kendi arabasını işaret etti. “Hadi, seni biz götüreceğiz.”
Gülümseyerek başımı salladım. “Anlaşıldı yüzbaşım. Eyvallah.”
Taksiye değil, dostların arabasına binmek daha anlamlıydı. Çünkü bu yolculuk, sıradan bir dönüş değil, arkamda güzel izler bırakarak eve gitmekti.
Uçaktan indiğimde saat tam 12.00’ydi. Öğle yemeği vakti. Havaalanının yoğun kalabalığından sıyrılıp terminalin çıkışına yönelirken içimden, "Umay kesin Ulaş’la yemek yapmıştır," diye düşündüm. Mutfağa girip harikalar yaratmayı sevdiği gibi, yemek yaparken sohbet etmeye de bayılırdı. Büyük ihtimalle tencere fokurduyor, masada sıcacık ekmekler dizili, Ulaş bir şeyleri fazla kaçırıp azar işitiyor olmalıydı. Hafifçe gülümsedim.
Taksi durağına ilerleyip hızlıca bir araca bindim. Elimde hâlâ Umut’un boxu vardı. Minik yaramaz içerde kıvrılmış, mırıl mırıl uyuyordu. Uçuşu gayet sakin geçirmişti, şimdi de huzurla kestiriyordu. Hafifçe parmağımı kafesin üstünden geçirdim, "Az kaldı aslan parçası, eve gidiyoruz," diye mırıldandım.
Taksici dikiz aynasından bana bakıp, "Nereye abi?" diye sorduğunda, hafifçe doğrulup adresi tarif ettim. "Sitenin ana girişine bırak yeter, ordan yürürüm."
Motor sesiyle birlikte araç hareket ederken artık gerçekten eve dönüyor olduğumu hissettim.
Taksiciyle yol boyunca sohbet ettik. Hava, trafik, futbol, klasik taksici muhabbetleri… Adam sıcakkanlıydı, bir ara "Bu ufaklık çok sessiz, yol boyunca hiç miyavlamadı," dedi ve aynadan Umut’a baktı. "Asker terbiyesi aldı," diye espri yapınca, taksici kahkaha attı.
Siteye geldiğimizde, boxu ve sırt çantamı alıp taksiciye teşekkür ettim. Kapıya doğru yürürken içimde garip bir huzur vardı. Zile bastım ve… Hiçbir şey olmadı.
Gözlerimi devirdim. Tahmin ettiğim gibi, açan yoktu.
Başımı hafifçe yana sallayıp “Bunlar kesin Ulaş ve İlteriş’in evindedir,” diye düşündüm ve bu kez onların zilini çaldım. Kapı açıldığında, gerçekten de tahminim doğru çıktı.
İçeriden kahkaha sesleri, tencere karıştırma ve bardak çınlamaları geliyordu. Sırıtarak yürüdüm, asansöre bindim ve doğrudan kendi evime çıktım.
Kapıyı açar açmaz Umut’u serbest bıraktım. Küçük yaramaz, önce patilerini uzatarak boxun dışına çıktı, sonra bir süre etrafı kokladı ve hızla evi keşfetmeye koyuldu. Hemen mamasını ve kumunu yerine koydum, su pınarını açtım. Önce onun konforunu sağlamak lazımdı, çünkü evin en küçük bireyi en büyük öncelikti.
Tam işimi bitirip arkamı döndüğümde, Umay’ı gördüm.
Gözleri dolu doluydu. Beni izliyordu.
Ne olduğunu anlayamadan, hızla koşup bana sarıldı.
Şaşkınlıkla kollarımı ona doladım. “Ne oldu Umay? Neden ağlıyorsun?” diye fısıldadım.
Başını göğsüme yasladı, sesi titriyordu. “Merhametine ağlıyorum, Altay,” dedi hıçkırık arasında.
O an içim ısındı. Bu kadının en çok sevdiğim yanı buydu. Küçücük bir hareketim bile onun için büyük bir anlam taşıyordu.
Ellerimi saçlarının arasına geçirip, "Hadi bakalım, ağlamayı bırak da bana hoş geldin de," diye fısıldadım.
O da başını kaldırıp gülümsedi. Ve o an, gerçekten eve döndüğümü hissettim.
Birden dudaklarıma yapıştığında, ne kadar özlediğini bütün hissiyatıyla belli etti. Ellerini yüzüme koymuş, bana sıkıca tutunmuştu. Özlemi, sevgisi, tutkusu her hareketinde hissediliyordu.
Nefessiz kalana kadar öpüştük.
Parmakları hafifçe saçlarımı kavrarken, ben de belinden sıkıca sarıldım. Özlemi öyle büyüktü ki, kelimeler bile gereksizdi.
Sonunda biraz geri çekildi, gözlerini hafifçe aralayarak bana baktı. “Seni çok özledim… Hoş geldin evine, sevgilim,” dedi fısıltıyla.
Ben ise hâlâ onun nefesini yüzümde hissederken gülümsedim. “Bundan daha güzel bir karşılama olamazdı.”
Sarılırken göğsüme yaslandı ve sesi titrek bir mutlulukla doluydu. “Kalbine aşığım, Altay.”
Elimi saçlarına geçirip, “Ben de sana çok aşığım, Umay,” dedim usulca. Başına küçük bir öpücük kondurdum.
O an, zaman durmuş gibiydi. Tüm yolculuk, tüm yorgunluk, hatta etrafımızdaki dünya bile önemsizdi. Sadece o ve ben vardık.
Ama aç kalan bir tim olduğunu hatırlayınca, gülümseyerek elini tuttum ve parmaklarını kendi parmaklarımın arasına geçirdim.
“Hadi bakalım, aşk sarhoşları gibi burada kalamayız. Ulaş’la İlteriş’e de uğrayalım, ben döndüm diye bir şölen falan yapmış olabilirler.”
Umay gülerek başını salladı. “O zaman el ele gidelim, herkes görsün nasıl aşık bir çift olduğumuzu.”
Ve biz, ele ele, içimizde aşk ve huzurla Ulaş’la İlteriş’in evine doğru yürüdük.
Eve girdiğimizde kaos ortamı bizi karşıladı.
Burak, sandalyeye tünemiş, elindeki bıçaktan saçını kontrol ediyordu. İlteriş köşede söyleniyor, ulaşamadığı bir baharat yüzünden kendi kendine sinirleniyordu. Ulaş, mutfakta tam anlamıyla bir savaş veriyordu. Bir yandan tencereyi karıştırıyor, bir yandan fırına bakıyor, arada da “Şu soğanları kim doğrayacak ulan?!” diye bağırıyordu.
Mustafa Kemal, meyve suyu koymak gibi hayatı sorgulatacak bir işle meşguldü. Adam orada adeta uluslararası bir karışım yapıyormuş gibi ciddiyetle şişeye bakıyordu.
Salon tarafında ise diğerleri playstation’a gömülmüş, dünya umrunda olmayan bir şekilde maç yapıyordu. Kablolar birbirine girmiş, biri yenince diğeri kumanda fırlatacak kıvama gelmişti.
Ben ve Umay bu manzaranın ortasına sessizce girdik.
Ve bir anda...
Herkes kafasını kaldırıp esas duruşa geçti.
Ben gözlerimi kısarak etrafa baktım, ciddi bir ifadeyle “Rahat,” emrini verdim.
O an Burak kollarını iki yana açarak şarkı söyler gibi bağırdı:
“Altay babamız, Umay anamız… Altay babamız hoş gelmiştir!”
Tim kahkahayı bastı, Umay yüzünü elleriyle kapattı, ben ise gözlerimi devirdim.
“Burak, bir gün gerçekten seni evlatlıktan reddedeceğim.”
Burak umursamadan gülümsedi. “Ama baba, ben senin yaramaz ama sevimli çocuğun değil miyim?”
İlteriş iç çekti. “Sevimli kısmı tartışılır.”
Ulaş tencereden bir kaşık aldı, üfleyip tadına baktı ve başını kaldırıp “Altay, hoş geldin de bu Burak’ı getirdiğin yere geri götürebiliyor musun?” diye sordu.
Ben gülerek başımı iki yana salladım. “Maalesef. Bunu aldığımız yer geri kabul etmiyor.”
Ve o an, ev tam anlamıyla eski düzenine döndü. Kahkahalar, şakalaşmalar, yemek kokuları…
İşte şimdi gerçekten eve dönmüştüm.
Hep birlikte sofraya oturduğumuzda, masadaki hareketlilik tam anlamıyla savaş alanı gibiydi. Herkes bir şeylere uzanıyor, bir yandan konuşuyor, bir yandan da yemeklerin tadına bakıyordu. Kaşık sesleri, tabakların kenara çekilmesi ve Burak’ın sürekli bir şeylere yorum yapması…
Ben ise daha oturur oturmaz Umay’ı yanıma çektim. “Hemen benden uzaklaşma, canım sıkılıyor,” diye mırıldandım, elini tutup hafifçe öptüm. O ise hafifçe gülümseyerek başını yana eğdi. “Yanındayım Altay, yemek yerken bile bağımlılık mı yapıyorum?” dedi muzır bir ifadeyle.
Tam cevap verecekken, Burak araya girdi. “Abi, bak şimdiden söylüyorum, bu kadar aşkın içinde yemek yemek benim mideme dokunabilir.”
Ulaş çorbasını karıştırırken başını kaldırıp “Sen zaten sürekli mide sorunu yaşıyorsun, aşk olmadan da fark etmiyor,” diye laf attı.
İlteriş gülerek kaşığını tabağa bıraktı. “Tamam, tamam, yemek yerken aşk konuşmaları en fazla üç cümleyle sınırlı olsun. Burak hassas bir çocuk, etkileniyor.”
Mustafa Kemal ciddi bir ifadeyle ekledi: “Valla Altay’la Umay bu evin anası babası oldu, biz de çocukları. Hadi, yemeğin tadını çıkaralım.”
Ben hafifçe gülerek Umay’a göz kırptım, “Bak gördün mü, resmen aile büyüğü ilan edildik,” dedim.
Umay kaşlarını kaldırıp bana döndü. “O zaman, baba olarak sofrada daha çok söz hakkın var. Mesela, kim bulaşıkları yıkayacak?”
Masada bir anda herkesin kaşığı durdu. Gözler birbirine döndü, sessizlik çöktü.
Ve herkes aynı anda Burak’a baktı.
Burak çatalını yavaşça bıraktı, başını kaldırıp iç çekti. “Yemin ediyorum bu evde çocuğun büyüğü ezdiği bir düzen var.”
Herkes kahkahaya boğulurken ben de elimdeki çatalı bırakıp, tam anlamıyla evime, aileme ve huzura döndüğümü hissettim.
Yemek faslından sonra biz keyifle içeri geçerken, Ulaş’ın önderliğinde “küçükler” mutfağa sürüldü. Burak, Eren ve Onur… Bulaşıkları yıkamak onların kaderiydi.
Ama en küçükleri olan Onur, tam bir hiperaktifti. Enerjisi asla bitmiyordu ve bulaşık yıkamak da onu durduracak bir şey değildi. Bir yandan elindeki süngeri sıka sıka oynuyor, bir yandan da az önce PlayStation maçında kazandığı zaferi kutluyordu.
“Ereeen, ne oldu kardeşim? Yine kaybettin değil mi?” diye sırıttı, bir tabağı kurularken hafifçe Eren’in omzuna vurdu. “Yani ben söylemek istemem ama… Yok yok, söyleyeceğim! Sen bu oyunda cidden kötüsün.”
Eren dişlerini sıkarak süngeri sıktı, su damlaları etrafa saçıldı. “Onur, bulaşık yıkamaya mı geldin, yoksa moralimi bozmaya mı?” dedi gözlerini kısarak.
Burak ise ikisini izleyip kahkahayı bastı. “Oğlum bulaşık yıkıyorsunuz, PlayStation değil! Şu tabakları yerleştirirken bari sakin olun.”
Onur, hiç oralı olmadan süngeri havaya kaldırıp “İlk kazanan benim, bulaşıkların lideri benim!” diye bağırınca, Eren kaşlarını kaldırıp “Gel buraya küçük velet!” diyerek üstüne atladı.
Mutfakta su sıçrama sesleri ve bulaşık süngerleriyle yapılan bir iç savaş başlamıştı.
Biz salonda çaylarımızı içerken, mutfaktan gelen kahkaha ve çığlıkları duyup başımızı kaldırdık.
Umay gözlerini devirdi. “Bence mutfağa hiç bakmayalım.”
Ben çayımı yudumlayıp gülümsedim. “Benim için problem değil. Zaten kazanan bulaşıkları bitirecek, o yüzden devam etsinler.”
Ve o an, mutfağın içinde tam bir kaos yaşanırken, biz koltuklarımızda huzurla keyif yapmaya devam ettik. Evde düzen vardı ama aynı zamanda hiç bitmeyen bir curcuna da vardı. İşte bu yüzden burası bizim evimizdi.
Bulaşık savaşından sağ çıkanlar, yani Burak, Eren ve Onur, sonunda salona geldiklerinde kan ter içinde ama zafer kazanmış edasıyla sandalyelere yayıldılar. Biz de çaylarımızı yudumlarken onlara döndüm. Artık ciddi bir konuşma yapma zamanıydı.
Bütün gözler bana çevrilmişken, sakin ama net bir sesle anlatmaya başladım. Mardin’de neler yaptığımı, işlemleri nasıl tamamladığımı ve artık orayla resmi olarak bir bağımız kalmadığını söyledim. Bunu duyan herkes hafifçe başını salladı, çünkü Mardin onlar için de bir anlam ifade ediyordu. Orası bizim geçmişimizdi ama artık yeni bir sayfa açılıyordu.
Sözlerime devam ettim. “Artık üç gün sonra Gölbaşı’nda işbaşı yapıyoruz. Tim olarak yeni görev yerimize geçeceğiz ve düzenimizi oraya kuracağız.”
Herkes ciddi bir şekilde dinliyordu. Kendi aralarında fısıldaşanlar bile sustu, salonda tam bir sessizlik hâkim oldu. İlteriş başını salladı, Mustafa Kemal düşünceli bir şekilde bardağını çevirdi, Burak ise nadiren yaptığı bir şeyi yaparak tek kelime etmeden beni dinledi.
Ama en önemlisi, Umay kollarımın arasında kuzu gibi sessizce oturuyordu. Başını göğsüme yaslamış, söylediklerimi içtenlikle dinliyordu. Biliyordum, onun için de değişim kolay olmayacaktı ama ne olursa olsun, artık her şeyin bir düzeni vardı.
Son cümlemi söyledikten sonra derin bir nefes aldım ve etrafa baktım.
Bu ekip, bu aile… Artık yeni bir başlangıca hazırdı.
Aylardan Mayıs’tı. Hava tam olması gerektiği gibiydi; ne bunaltıcı bir sıcak ne de üşütecek bir serinlik. Hafif bir rüzgar perdeyi oynatıyor, güneşin ışıkları pencere kenarına vuruyordu. Her şey tam kararındaydı.
Tim, ellerinde çay bardaklarıyla balkonda oturmuş, huzurun tadını çıkarıyordu. Konuşmalar hafif, kahkahalar yerinde, ortam tam bir aile havasındaydı. Kimsenin acelesi yoktu, herkes anın keyfini sürüyordu.
Ben ise Umay’ı kollarıma almış, sessizce oturuyordum. Başını göğsüme yaslamıştı, saçları omzuma dökülüyordu. Gözlerini kapatmıştı ama uyumuyordu. Sadece huzuru hissediyordu.
Kimse konuşmasa bile herkes birbirinin varlığını hissediyordu. Zaman durmuş gibiydi.
Üç gün sonra yeni bir başlangıç bizi bekliyordu. Ama şu an…
Şu an sadece huzur vardı.
“Aşkım…” dedi Umay, başını hafifçe kaldırıp gözlerini açarak. “Eve geçelim mi? Ben seninle ve Umut’la vakit geçirmek istiyorum.” Sesi yumuşaktı, yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı.
Gözlerimi kısarak hafifçe gülümsedim. “Mantıklı. Ama önce timin ‘Eve geliş-gidiş kuralları’ hakkında bir hatırlatma yapmam lazım.”
Bardaklarını yudumlayan tim üyeleri bana döndüğünde ciddi bir ifadeyle ekledim:
“Bizim eve geleni balkondan atarım, haberiniz olsun.”
Masada bir an sessizlik oldu. Sonra Burak kahkahayı patlattı. “Abi, misafirperverliğin bizi her seferinde duygulandırıyor.”
Mustafa Kemal omuzlarını silkti. “E biz zaten gitmeyecektik, kendi evimizdeyiz?”
İlteriş çayını koyup başını iki yana salladı. “Bence tartışmaya gerek yok, Altay’ın evine gelen kendi sorumluluğundadır.”
Umay kıkırdayarak elimi tuttu, ben de artık meseleyi uzatmadan balkondan kalkıp eve yöneldim.
Bir yukarı kata çıktığımızda, Umut yeni tırmalama matıyla oynuyordu. Küçük patileriyle sertçe vuruyor, sonra hafifçe geri çekilip minik bir avcı edasıyla izliyordu.
Umay onu görünce hemen kucağına aldı, yumuşak tüylerini okşadı. Umut, onun kollarında mırıldanırken Umay önce minik kedinin yanaklarından öptü. Sonra bana döndü, gözleri hafif parladı ve çenemin altından küçük bir öpücük kondurdu.
Gülümsedim, elimi beline doladım. “Kediyle ben aynı kategorideyim yani?”
Umay kaşlarını kaldırıp başını yana eğdi. “Hmm… Hanginiz daha tatlı dersen, üzgünüm Altay, ama Umut kazanıyor.”
İç çekerek gözlerimi devirdim. “Bir gün bu evde otoritem olacak mı acaba?”
Umay kahkahayı patlattı. “Sanmıyorum.”
Ve o an anladım ki… Bu evde gerçekten asıl komutan Umut’tu.
Eve döndüğümüzde içeride alkış kıyamet kopuyordu. Kahkahalar havada uçuşuyor, bir ortaoyununun tam ortasına dalmış gibiydik. Umay’la el ele içeri girip oturduğumuzda, Burak sırıtarak hemen söze girdi.
“Komutanım!” dedi kahkaha atarak. “Bunlar tutturmuş bir Erzurum ortaoyunu yapacağız diye ama hâlâ kimin erkek, kimin kız olacağına karar veremediler.”
Kaşlarımı kaldırıp başımı İlteriş ve Ulaş’a çevirdim. İlteriş kollarını bağlamış, Ulaş’a bakıyordu.
“Çabuk seçin de başlasın, yoksa oylama yaparım,” dedim ciddiyetle.
Ulaş gözlerini devirdi, İlteriş’in bakışlarına daha fazla dayanamayıp derin bir nefes aldı. “Tamam ya, ben olurum,” dedi pes ederek.
Ve o an ortaoyunu başladı.
İlteriş coşkulu bir şekilde tempo tutarak giriş yaptı:
“Deli Kız Sini’n geliyor, Deli Kız Sini’n geliyor!”
Ulaş cilveli cilveli süzülerek Umay’ın bandanasını kaptı ve tülbent gibi başına taktı. Sonra ince bir sesle:
“Sinide neler geliyor, Sinide neler geliyor!”
İlteriş iyice coştu, ritmi artırarak bağırdı:
“Sinide halhal geliyor, Sinide halhal geliyor!”
Ulaş artık iyice role girmiş, hafif bir kızgınlık da ekleyerek cilveli bir şekilde:
“Hani ya niye gelmedi, Hani ya niye gelmedi?!”
Hepimiz bir anda tip tip Ulaş’a bakarken, İlteriş vurgulu bir şekilde karşılık verdi:
“Geldi de geri dönüyor, Geldi de geri dönüyor!”
Ama tam o sırada Ulaş cilve modundan aniden çıkıp, bandanayı kafasından fırlatıp kalın Erzurum şivesiyle:
“YETER LAN! BU KADAR KARI ETTİZ BENİ!” diye patladı.
Bütün ev kahkahaya boğuldu. Burak sandalyeden düştü, Umay gözlerinden yaş gelene kadar güldü, ben ise kafamı iki yana sallayarak “Sizi iki dakika yalnız bırakamıyoruz,” diye iç geçirdim.
Ve o an, bu evin asla sıradan bir akşam geçiremeyeceğini bir kez daha anlamış oldum.
"Haydi gidin yatın lan, yarın iş var!" dedim sırıtarak.
Tim, kahkahalar eşliğinde toparlandı, herkes yavaş yavaş evlerine dağılmaya başladı. Sabah erkenden işbaşı yapacaktık, dinlenmek şarttı.
Ben ise her zamanki gibi Ulaş ve İlteriş’in evinde kalacaktım. Umay, bizim evden çıkarken bana döndü, hafifçe gülümsedi ve havadan bir öpücük yolladı.
Tam gidecekken bir an duraksadı, gözlerini bana dikerek hafif çekingen ama içten bir sesle konuştu:
"İstersen gel, bir gece bizimle kal... Yarın görüşme fırsatımız olmayacak."
O an yüzümde istemsizce muzır bir gülümseme belirdi. Kaşlarımı hafifçe kaldırıp ona doğru bir adım attım.
"Umay, sen çağırmasan da içeri girmenin bir yolunu bulurdum zaten," dedim alaycı bir sırıtışla.
Umay gözlerini devirdi, ama yüzündeki gülümsemeyi gizleyemedi. Koluma girip kapıya ilerledi.
Ben de bu fırsatı kaçırmamak için anında arkasından yürüdüm.
Umay kucağımda, çikolata rengi gözleriyle bana bakıyordu. Parmakları yanağımda geziniyor, nefesi tenime değdikçe içimde tarifsiz bir sıcaklık hissediyordum. Biraz önce üzgün bir çocuk gibi bana sitem etmişti.
“Sen artık bana şiir okumuyorsun…”
Öyle masum, öyle içten söylemişti ki, dayanamadım. Umut’u yana bırakıp onu kucağıma çektim. Gözlerini kırpıştırarak bana baktı, "Okuyayım mı, sevgilim?" diye fısıldadım.
Umay hafifçe gülümsedi, başını göğsüme yasladı.
Derin bir nefes alıp, onu biraz daha kendime çekerek okumaya başladım:
“İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.”**
Umay gözlerini kapadı, büyülenmiş gibi dinliyordu. Yanağına yumuşak bir öpücük kondurdum, o da hafifçe iç çekti.
“Kuşlar toplanmış, göçüyorlar...
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
Öbür yanağını öptüm, dudakları hafifçe kıvrıldı.
“Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar.
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık;
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey...”
Alnına bir öpücük kondurdum. Bu sefer gülümseyerek gözlerini açtı, “Devam et,” diye fısıldadı.
“Çalgılar iki durur sürgün ilinde,
Bir gözü mavidir, bir gözü blue...”
Çenesinden öptüm, hafifçe başını geriye yasladı.
“Tanrım, siz şu uzun Anadolu’yu
Çocukluk günlerinizde mi yarattınız?”
Göz kapaklarına küçük bir öpücük kondurdum, hafifçe titredi.
“Eşiklere oturmuş bir dolu insan...
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
Ve son mısrayı fısıldayarak bitirdiğimde, gözleri ışıl ışıl bana bakıyordu.
Tam bir şey söyleyecekken, dayanamayarak dudaklarına yapıştım.
O da tereddütsüz karşılık verdi.
Umay’ın parmakları saçlarımı kavradı, avuçları yüzüme yerleşti. Kendini bana bırakmıştı ama bir yandan da beni kendine çekiyordu.
Öpücük önce yumuşaktı, adeta yıllardır ayrı kalmış iki ruhun yeniden kavuşması gibi… Ama anlar ilerledikçe, dudaklarımız birbirine daha da sıkı kilitlendi.
Kollarımı iyice beline doladım, teninin sıcaklığını hissederek onu kendime çektim. Umay, dokunuşlarıyla bedenimi ateşe veriyor, küçük kıpırdanışlarıyla beni baştan çıkarıyordu.
Aramızda artık ne mesafe ne de sınır kalmıştı.
O an zaman durmuştu.
Umay, kendini iyice bana bastırdığında içimdeki tüm sabır duvarları çatırdamaya başladı. Ellerini boynuma dolamış, nefesi nefesime karışmıştı. Teninin sıcaklığı, kokusu, dokunuşu… Her şey beni delirtiyordu.
Ve o an, ağzımdan kontrolsüzce bir inleme kaçtı.
Bir saniyeliğine Umay durdu.
Sonra, gözleri hafifçe kısıldı, başını yana eğdi ve kaşlarını hafifçe kaldırarak “Altay?” diye fısıldadı.
O an aniden kendimi geri çektim. Ayağa fırladım, ellerimi saçlarımdan geçirdim ve derin bir nefes aldım.
“Durmalıyız, Umay.” Sesim titremişti, ne kadar zorlandığımı belli etmemek için elimden geleni yapıyordum. “Dayanamıyorum.”
Umay önce gözlerini kırpıştırdı, sonra koltukta hafifçe doğrulup, başını yana eğerek sordu: “Ama neden?”
Tam bir açıklama yapacakken, birden kaşlarını çattı ve bacağına dokundu.
“Altay… Kucağın niye bu kadar sertti ki?” dedi merakla. “Telefonun mu cebinden battı bacağıma?”
O an beynim kısa devre yaptı.
Yüzüm hızla ateş gibi yandı, refleks olarak ellerimi yüzüme kapattım. Allah’ım, şu an yer yarılsa da içine girsem…
Umay’ın anlamaz bakışları arasında tek kelime etmeden hızla yönümü değiştirip doğruca duşa yürüdüm.
Arkamdan kahkahasını zar zor tuttuğunu biliyordum. Tam banyoya girerken arkamdan seslendi:
“Altay, telefonunu alayım istersen! Bacağımı bayağı rahatsız etti!”
Gözlerimi kapatıp içimden “Sabır Altay, sabır…” diye mırıldandım.
Ve buz gibi bir duş almak üzere kendimi banyoya kilitledim.
Duştan çıktığımda üzerimdeki tüm gerginlik kaybolmuştu. Buz gibi su bile yetmemişti ama en azından kendimi biraz toparlamıştım. Saçlarımı havluyla karıştırarak kuruturken gözüm kanepeye takıldı.
Umay, kanepeyi yatak hâline getirip bana hazırlıyordu. Özenle yastıkları düzeltiyor, üzerime örtmek için battaniyeyi seriyordu.
Beni fark etmeden konuştu. “Yeni evinde ilk duşun nasıldı?”
Gözleri hâlâ hazırladığı yatağa odaklıydı, bu yüzden dönmesini bekledim. Hafifçe dudaklarımı ısırıp “Hadi bakalım, tepki ne olacak?” diye düşündüm.
Ve nihayet döndü.
Tiz bir çığlık attı.
Çünkü karşısında sadece beli saran havluyla duran, hâlâ su damlayan kaslı bir Altay vardı.
Gözleri kocaman açıldı, elindeki battaniyeyi düşürdü.
Ben ise içimden, “Ben yanıyorsam, yakarım Umay Hanım,” diye geçirdim. Ama dışarıdan tamamen umursamaz, hafif alaycı bir ifadeyle tişörtümü elime aldım.
Gözlerini kaçırarak yutkundu, hafif kızarmıştı. Tam tişörtümü geçirirken, mızrak gibi bir cümle sapladım:
“Beni öyle izleyeceksen, sende soyun, eşitlenelim.”
Umay’ın beyni yandı.
Odayı ışık hızında terk etti.
Ben ise kahkahayı zor tutarak, sırıtarak altımı giydim ve hazırladığı yatağa uzandım.
Uykuya dalarken, tam gözlerim kapanmak üzereyken Umay’ın sesini duydum.
“Umut! Gel buraya!”
O tatlı telaşı ve minik yaramaz kedimizin kaçma huyuyla içten içe gülümsedim. Bu evde huzur kadar küçük kaoslar da olacaktı. Ama önemli değildi. Burası artık benim evimdi.
Sabah alarm sesiyle gözlerimi açtım. Disiplin gereği anında yataktan kalktım, çünkü asker adamın alarm erteleme lüksü yoktu.
Hızlıca banyoya geçip tıraş oldum, yüzümü yıkadım ve mis gibi tıraş losyonu sürdüm. Sonrasında kamuflajımı giyip aynaya kısa bir bakış attım. Bugün yeni bir görev başlıyordu, yeni bir düzen kuruluyordu.
Tam salona geçtiğimde, uykulu gözlerle gelen Umay’ı gördüm. Saçları hafif dağınıktı, üzerine geçirdiği ince hırkasıyla mahmur mahmur gözlerini ovuşturuyordu.
Yavaşça bana yaklaşıp, yüzüme dikkatlice baktı. Derin bir nefes aldı, gözlerini hafif kapattı ve gülümsedi.
“Mis gibi tıraş losyonu kokuyorsun,” dedi mırıldanarak ve yanaklarımdan yumuşacık öptü.
O an içimi sıcacık bir huzur kapladı. Bir Mayıs sabahında, hayatımın en güzel huzurunu bulmuştum.
Elini tutup hafifçe sıktım, “Git, biraz daha uyu. Saat daha çok erken,” dedim gülümseyerek.
Umay hafifçe başını salladı ama gözleri hâlâ kapanmak istemiyordu. Sanki beni izlemek, birkaç dakika daha yanımda durmak istiyordu.
Bu sefer askeri servis gelip alacaktı. Timin geri kalanı çoktan hazırdı, apartman önünde buluşup hareket edecektik.
Son bir kez ona baktım. “Döndüğümde yine mis gibi kokacağım,” diye fısıldadım, kaşlarımı hafif kaldırarak.
Umay hafifçe güldü, gözlerini devirdi ama içten içe mutlu olduğu belliydi.
Ve ben, günün getireceklerine hazır bir şekilde evden çıkmaya koyuldum.
Apartman önüne indiğimde tim çoktan toplanmıştı. Herkes askeri disiplinle hazır bekliyordu ama ortamda hafif bir sabah mahmurluğu da vardı. Kimisi esniyor, kimisi termosundan çay içiyor, kimisi de sessizce etrafa bakınıyordu.
Burak her zamanki gibi en enerjik olanımızdı. Kollarını iki yana açıp hafifçe gerinerek, “Baba, sabahın köründe kalktık yine ya! Bir gün de mesaiye öğlen başlayalım, ne olur yani?” diye sitem etti.
İlteriş gözlerini devirdi. “Askerde öğlen mesaisi mi var Burak? Tatile mi gidiyoruz sanıyorsun?”
Mustafa Kemal ise elindeki çayı yudumlayıp ciddiyetle ekledi: “Tatil olsaydı bile Burak yine geç kalırdı.”
Herkes hafifçe gülerken, askeri servis uzaktan göründü. Siyah camları ve üstündeki amblemiyle, bizleri yeni görev yerimize götürecek olan araç sessizce yaklaşıyordu.
Tam aracın önüne geldiğimizde, herkes çantalarını sırtlayıp sırayla yerleşmeye başladı. Bense bir an apartmanın üst katlarına doğru baktım.
Umay’ın siluetini pencerenin ardından gördüm. Bizi izliyordu.
Göz göze geldiğimizde hafifçe elini kaldırıp sessizce selam verdi.
Ben de çok belli etmeden başımı hafifçe sallayarak karşılık verdim. O an içimde garip bir his vardı.
Bu, yepyeni bir başlangıçtı.
Ve biz, artık yeni görevimize hazırdık.
Serviste bizden başka askerler de vardı. Her biri Bordo Bereli disiplinine sahip, sert bakışlı, dimdik oturan adamlardı. Hiç kimse gereksiz konuşmuyor, herkes önüne bakıyordu. Bu, bizim duruşumuzdu.
Timim de servise biner binmez ciddiyete büründü. Ne Burak’ın şakalaşması vardı ne de Ulaş’ın laf sokmaları. Herkes disiplinle oturdu ve sessizce yolculuğa devam ettik.
Gölbaşı’na vardığımızda, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın devasa kapıları bizi karşıladı. Araç içeri girerken, hepimizin aklında tek bir gece vardı.
O gece…
Fethullah’ın piçleri şanlı adımıza leke sürmeye kalktıklarında biz Mardin’deydik. Darbeci hainler ülkeyi ele geçirmeye çalışırken, biz timimle emir beklemeden harekete geçmiştik.
Emir gelse dahi teslim olmayacak, kapıları tutacak ve çıkışı engelleyecektik. Gerekirse orada can verecektik ama vatanı bu alçaklara bırakmayacaktık.
Mardin’de biz direndik, burada Ömer Halisdemir…
O, vatanı için bir hainin alnına tek kurşunu sıkarak şehit düştü.
Şimdi, o ihanete tanıklık etmiş bir karargâha yeniden adım atıyorduk. Ama bu sefer daha güçlü, daha kararlı ve daha gururluyduk.
Araç karargâhın önünde durdu.
Göğsümüzde gururla indik.
Ve şimdi, yeniden hizmet zamanıydı.
Hep birlikte aracımızdan inip bizi karşılayan komutanların ve görev arkadaşlarımızın önüne geçtik. Tim, tek bir vücut gibi esas duruşa geçti.
Albay Osman Gürler, sert ama bir o kadar da saygı dolu bakışlarla bizi süzdü. Adamın gözleri, savaşı, ihaneti, direnişi görmüş bir askerin gözleriydi.
Kısa bir askeri törenin ardından tanışma faslı başladı.
Herkes adım adım öne çıkıp net, yüksek ve tok bir sesle kendini tanıttı:
“Yüzbaşı Altay Öztürk, Artvin! EMRET KOMUTANIM!”
“Üsteğmen Barış Ulaş Mutlu, Erzurum! EMRET KOMUTANIM!”
“Üsteğmen İlteriş Yıldırım, Erzurum! EMRET KOMUTANIM!”
“Astsubay Mustafa Kemal Ölmez, Sakarya! EMRET KOMUTANIM!”
“Astsubay Fatih Akar, Bursa! EMRET KOMUTANIM!”
“Astsubay Yavuz Alkan, İzmir! EMRET KOMUTANIM!”
“Astsubay Kerim Aktürk, Kahramanmaraş! EMRET KOMUTANIM!”
“Uzman Çavuş Eren Kuralsız, Sinop! EMRET KOMUTANIM!”
“Uzman Çavuş Burak Koçak, Trabzon! EMRET KOMUTANIM!”
“Erbaş Onur Demirtaş, Kastamonu! EMRET KOMUTANIM!”
Her isim söylendiğinde havada yankılanan sesler, disiplinin ve bağlılığın bir göstergesiydi.
Tanıtım tamamlandığında, Albay Osman Gürler gözlerini hafifçe kıstı ve başını salladı.
“Hepiniz hoş geldiniz. Artık Gölbaşı’ndasınız. Bundan sonra burada tarih yazacaksınız!”
Biz de aynı ciddiyetle başımızı eğip yerimize geçtik.
Artık buradaydık. Yeni görevimize, yeni düzenimize, yeni mücadelemize hazırdık.
Brifing odasına adım attığımızda, odada ciddi bir atmosfer hakimdi. Herkes sandalyelerine geçti, tam disiplinle oturdu. Timin gözleri önde duran projeksiyon perdesine kitlenmişti.
Bize verilen görev netti: Türk bilim heyetini korumak.
Londra'da düzenlenecek uluslararası bilim konferansında, Türk bilim insanları hedef haline gelmişti. Stratejik projeler üzerinde çalışan bu heyet, suikast tehditleriyle karşı karşıyaydı. O yüzden koruma kılığında hareket edecektik. Ne kadar fark edilmez olursak, o kadar başarılı olurduk.
Ancak asıl şok, Binbaşı Halil Özçelik içeri girdiğinde yaşandı.
Timin ayakları titredi, odada aniden sessizlik çöktü.
Halil Özçelik…
Özel Kuvvetler'in yaşayan efsanelerinden biri.
Onunla çalışmak herkese nasip olmazdı. Disiplini, sertliği ve operasyona olan hâkimiyetiyle nam salmıştı. Bırakın bizim gibi saha adamlarını, üst rütbeli komutanlar bile onun karşısında fazladan iki kez düşünerek konuşurdu.
Ben bile birkaç saniyeliğine şokla onu izledim. Odaya girdiğinde sessizliği daha da ağırlaştıran bir ağırlık çökmüştü.
Hızla toparlanıp oturuşumu dikleştirdim. Bu, Halil Özçelik’in önünde eğilmek değil, saygının getirdiği bir duruştu.
Bakışlarını timin üzerinde gezdirdi. Sonra aniden gözlerini bana dikti.
"Yüzbaşı Altay Öztürk… Seni tanıyorum."
Odada bir an için çıt çıkmadı.
Tim bile nefesini tuttu.
"Daha sonra konuşacağız." dedi, ardından yüzünü ekrana çevirip slaytı açtı.
Ve görev detaylarını vermeye başladı.
GÖREV: TÜRK BİLİM HEYETİNİ KORUMA
LOKASYON: LONDRA, İNGİLTERE
TEHDİT DURUMU: YÜKSEK RİSKLİ SUİKAST TEHDİDİ
KİMLERİ KORUYORUZ?
Heyet, Türkiye’nin en önemli bilim insanlarından oluşuyor.
Savunma sanayi, biyoteknoloji ve yapay zeka üzerine çalışan akademisyenler var.
Özellikle Prof. Dr. Fikret Alagöz ve Dr. Leyla Karaman hedef gösteriliyor.
TEHDİT ANALİZİ
İstihbarata göre, uluslararası suikast ekipleri heyetin peşinde.
Konferans alanı ve otel çevresi risk altında.
Karşı tarafın yüksek eğitimli, profesyonel tetikçiler olduğu bilgisi var.
NASIL HAREKET EDECEĞİZ?
Resmi güvenlik değil, sivil koruma ekibi olarak hareket edeceğiz.
Tim, otelde ve konferans salonunda farklı rollere bölünecek.
Önce keşif yapılacak, sonra konumlara göre yerleşilecek.
Heyetin hareket ettiği her noktada minimum iki kişi olacak.
Halil Özçelik, sözlerini net, sert ve vurgulu bir şekilde aktarıyordu. O konuşurken, odada sadece disiplini değil, tecrübesini de hissediyorduk.
“Bu operasyon, hata kaldırmaz.” dedi sert bir sesle. “Siz koruma yaparken kimse sizi korumayacak. Gözünüzü dört açın.”
Brifing bittiğinde, odada derin bir sessizlik hakimdi. Herkes, önündeki görevin ne kadar kritik olduğunu anlamıştı.
Ve bu sefer işin içinde Halil Özçelik varsa, işler gerçekten ciddiydi.
Brifing sona erdiğinde, Binbaşı Halil Özçelik yerinden kalktı ve gözlerini timin üzerinde gezdirdi.
Hızlı adımlarla yanımıza yaklaşıp sırayla hepimizle tokalaştı. Eli sıkıydı, bakışı sert ama saygılıydı.
“Hoş geldiniz.” dedi, sesi her zamanki gibi tok ve kararlıydı.
Timdekilere şöyle bir göz attım. Hepsi heyecanlıydı. Mustafa Kemal bile farkında olmadan dik durmaya çalışıyordu. Burak’ın gözleri parlıyor, İlteriş ve Fatih sessizce ciddiyeti korumaya çalışıyordu.
Bu kadar efsanevi bir adamla aynı operasyonu yürütmek, her askere nasip olmazdı.
Ben ve Ulaş devreye girerek “Hoş bulduk, Halil Komutanım.” dedik, aynı anda.
Halil Özçelik gözlerini kısarak hafifçe başını salladı.
Beni süzdü, birkaç saniyeliğine göz göze geldik. Sonra, hafifçe gülümseyerek omzuma dokundu.
“Seninle ayrıca konuşacağız, Yüzbaşı Altay.”
Timden hafif bir nefes tutma sesi geldi.
Ben ise sadece dik duruşumu bozmadan başımı salladım.
Belli ki Halil Özçelik’in kafasında bizimle ilgili bir plan vardı.
Ve bu iş, sıradan bir koruma görevi olmayacaktı.
Binbaşı Halil Özçelik, bizimle tokalaşmasını bitirip tam geri çekilecekken bir adım öne çıktım.
“Binbaşım,” dedim net ve kararlı bir sesle. “Bu akşam sizi yemeğe davet etmek isterim. Eğer müsaitseniz tabii… Hem İstiklal Timi’ni daha yakından tanırsınız hem de sözlüm Umay Karaca ile tanışmanızı isterim.”
O an, adamın gözlerinde hafif bir merak belirdi. Ancak asıl tepkiyi bir sonraki cümlemle aldım.
“Kendisi, Şehit Yarbay Haluk Karaca’nın kızı.”
Binbaşı birden başını kaldırdı.
Gözlerindeki bakış, bıçak gibi keskinleşti.
“Haluk Karaca mı dedin?”
Şok oldum. Adamın gözlerindeki ani değişimi gördüğümde, bunun sıradan bir şaşkınlık olmadığını anladım.
Belli belirsiz başımı salladım. “Evet, binbaşım.”
O an, Halil Özçelik’in yüzündeki sert ifade daha da derinleşti. Gözleri sanki geçmişte bir yere dalmış gibiydi.
“Benim komutanımdı o.”
Sesi, alışılmış tok tonundan biraz daha kısıktı.
“Onun cenazesine bile gidememiştim… O zaman görevdeydim. Bana izin vermediler.”
Sesi daha da alçaldı, gözlerini yere indirdi. Bir asker için en acı şeylerden biri, şehit olan komutanının son yolculuğuna bile eşlik edememekti.
Gergin bir sessizlik oluştu. Tim, konuşulanları nefesini tutarak izliyordu.
Halil Binbaşı, yavaşça yumruklarını sıktı. Gözlerinde intikam ateşiyle karışık bir keder vardı.
Belli ki bu konu, onun için kapanmamış bir defterdi.
Ve şimdi, o defter Umay aracılığıyla yeniden açılmıştı.
"Altay," dedi Binbaşı Halil Özçelik, gözlerini gözlerime dikerek. Sesinde hâlâ o derin düşüncenin ağırlığı vardı ama artık daha netti, daha kararlıydı.
"Numaramı yaz, kaydet. Beni çaldır ki kaydedeyim. Konum atarsın akşam."
Adam emir veriyordu, ama içinde kişisel bir dokunuş da vardı.
"Emredersiniz komutanım." dedim net bir sesle. Hızla numarasını kaydedip çaldırdım, o da telefonu cebine koyarken kısa bir baş salladı.
Son bir kez göz göze geldik. Esas duruşa geçip selam verdim. O da hafifçe başını eğdi ve ayrı yönlere doğru ilerledik.
Ardımda timden derin bir nefes sesi yükseldi. Sanki herkes az önce nefesini tutuyormuş da şimdi serbest bırakıyormuş gibiydi.
Tam binadan çıkarken Ulaş başını iki yana sallayarak şaşkınlıkla fısıldadı:
"Komutanım, bu adamın aurası neydi öyle ya?"
Burak hemen atıldı. "Abi, adam resmen yürüyen efsane! O gözlere bakan herkes sorguya çekildiğini hissediyordur."
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırıp hafifçe sırıttı. "Düşünsene, Halil Özçelik seni izliyor... Bir yanlış yaparsan seni dosyanla birlikte yakar."
İlteriş, derin bir iç çekerek başını salladı. "Boşuna efsane olmamış. Adamın duruşu bile baskı yaratıyor."
Gülümsedim ama içten içe ben de aynı şeyi hissediyordum. Halil Binbaşı, sıradan bir komutan değildi. O geceyi, Haluk Karaca’yı unutmadığı belliydi. Bu iş, basit bir yemek davetinin çok ötesine geçmişti.
Ve ben, bu akşam neler olacağını merak ediyordum.
Hemen telefonumu çıkarıp Umay’ı aradım.
Güzeller güzelim…
Telefon ikinci çalışta açıldı. Arka planda mutfaktan gelen sesler duyuluyordu; büyük ihtimalle yemek yapıyordu.
"Aşkım," dedim yumuşak bir sesle. "Ne yapıyorsun?"
“İyiyim canım,” dediğinde, lafı hiç uzatmadan konuya girdim.
"Aşkım, senin babanın askerlerinden biri başsağlığına gelmek istiyor. Belki tanırsın… Binbaşı Halil Özçelik."
O an, telefondaki kısa bir sessizlikle birlikte Umay’ın nefesi değişti.
"Tanıyorum, Altay’ım." Sesi hüzünle karışık, ama aynı zamanda gururluydu. "Babamın en çok gurur duyduğu askerlerdendi."
Bir an duraksadı, sonra sesi biraz daha yumuşadı. "Keşke karısıyla birlikte gelseler…"
Başımla onayladığımı fark ettim ama telefondaydık. Hafifçe gülümsedim. "Tamam, bir tanem. Söylerim."
"Görüşürüz, kapatmam lazım," dedim hafif bir aceleyle.
"Tamam aşkım, dikkat edin." dedi içtenlikle.
Telefonu kapattığımda, içimde garip bir huzur vardı. Bu sadece bir yemek değildi…
Bu, geçmişin kapısını yeniden açan bir buluşmaydı.
Öğleden sonra mesai kaldığı yerden devam etti. Tatbikat bitmişti ama bizim için asıl eğitim yeni başlıyordu. Her şeyin gerçek olduğu bir savaş alanında, gelişmeyi bırakmak ölümle eşdeğerdi.
İlk olarak, atış poligonuna geçtik. Silahını ne kadar iyi tanırsan, o kadar uzun yaşarsın. Bu basit bir kuraldı. Yakın mesafe çatışma eğitimiyle başladık. Hareketli hedeflere hızlı ve seri atış yapmamız gerekiyordu. Silahımı kaldırıp nefesimi kontrol ettim, tetik boşaldığında merminin hedefi bulduğunu hissetmek tamamen içgüdüydü.
Burak yan tarafta kendi çapında bir rekor kırmaya çalışıyordu. Ama İlteriş’in attığı her mermi sanki ölçüp yerleştirilmiş gibiydi. Mustafa Kemal ise adeta bir makine gibiydi, soğukkanlı ve kusursuz.
“Abi, bu adam kesin gece silahıyla konuşuyor.” dedi Burak kısık sesle. Gülmemek için zor tuttum kendimi ama Mustafa Kemal, Burak’a tek kaşını kaldırarak baktığında ciddileştik.
Silah eğitimi tamamlandıktan sonra, hareketli ve gece görüş atış eğitimine geçtik. Termal dürbünler, karanlıkta savaşın en büyük avantajıydı. Hedefleri göremiyorsan, onlara karşı körsün demektir.
Saat ilerledikçe yorgunluk kendini hissettirmeye başladı. Ama burada yorgunluk bir mazeret değildi. Gerçek operasyonlarda da yorulursun, aç kalırsın, uykusuz olursun. Ama görev devam eder.
Akşamüstü olduğunda, Halil Binbaşı bizi tekrar topladı.
“Yarın için planlama yapıyoruz. İstiklal Timi, detayları öğrenmek için brifing odasına.”
Hepimiz hızlıca hazırlanıp toplantı odasına geçtik. Londra’daki görevimiz için son hazırlıkları yaptık, rota, hareket planı, acil durum protokolleri üzerinden geçtik.
Saat 18.30 civarı mesai sona erdi. Ama bizim için günün bitmesi, her şeyin bittiği anlamına gelmezdi. Yarın ne olacağını bilmeden, her zaman hazır olmalıydık.
Timi süzdüm. Herkes yorgundu ama gözlerinde aynı ateş vardı.
Biz, İstiklal Timi’yiz. Ve her gün, en iyi versiyonumuz olmak zorundayız.
Hep birlikte sivil kıyafetlerimizi giyip servise bindik. Bu sefer yanımızda Binbaşı Halil Özçelik de vardı.
Adam ciddi olunca, tim de otomatik olarak ciddiyete bürünüyordu. Normalde Burak'ın bir esprisiyle yolculuğun başından sonuna kadar kahkaha eksik olmazdı ama bu kez serviste çıt çıkmıyordu.
Önce Binbaşı’nın eşini almak için evin önüne gittik. Aracın kapısı açıldığında, sert bakışlı Halil Özçelik’in yüzü bir anda değişti.
Bunu fark ettim.
Adam, eşi bindiği anda o askerî sertliğini biraz geriye çekmişti.
Eşiyle sohbet ederken, sesi daha yumuşaktı, yüzü daha sıcaktı.
Tabii ki dinlemedim. Burası askeri istihbarat değildi, adamın evlilik hayatını analiz etmeye gerek yoktu. Ama ilginçti… Bu adamın bakışları ne ara bu kadar yumuşamıştı?
Tabii ki eşinin yanında.
Bunu düşünerek servisin camına yaslandım. Dışarıdaki sokak lambaları, karanlığı parça parça aydınlatıyordu. O an, aklıma Umay geldi.
Elim refleks olarak telefonuma gitti.
Ekranı açtığımda bir mesajla karşılaştım:
Bahar yüzlü sevgilim: "Aşkım, nerede kaldınız? Sofrayı hazırladım."
İşte o an Binbaşı Özçelik’i daha iyi anladım.
Evde seni bekleyen biri olduğunda, ne kadar sert olursan ol, içinde bir şey yumuşuyordu.
Gülümsedim ve hızla mesaj yazdım:
Ben: "Yoldayız aşkım. Kaç ekmek alayım? Burak’ı doyurmak için 10 yetmez mi?"
Birkaç saniye sonra ekranın köşesinde "yazıyor…" ifadesini gördüm. Umay kesin gözlerini devirmiştir.
Servis siteye doğru yol alırken, bu gece sadece yemek değil, aynı zamanda bir geçmişin kapanıp yeni bir dostluğun kurulacağı bir akşam olacağını biliyordum.
Ve ben, her zamanki gibi, bunun tam ortasındaydım. 😏🔥
Umay her zamanki gibi çiçekli elbisesiyle camdan bana el salladı. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu ve çocuk gibi heyecanla kapıya doğru koştu. Onun bu halini görünce gülümsedim.
Kapıya vardığımda, hafifçe tokmağı vurdum ve kapıyı açarak bir adım geriye çekildim.
"Buyurun, komutanım." dedim saygıyla, içeri girmeden yol vererek.
Binbaşı Halil Özçelik dimdik duruşuyla kapıya yaklaştı.
"Selamınaleyküm." dedi tok bir sesle.
Biz de hep bir ağızdan "Aleykümselam!" diye karşılık verdik.
Umay’ın gözleri önce binbaşıya, sonra yanındaki Meltem Hanım’a kaydı. O an hafifçe heyecanlandığını hissettim.
Gülümseyerek Umay’ı kollarıma aldım, belinden sıkıca sarıp hafifçe yana eğildim.
"Komutanım, tanıştırayım: Nişanlım, Umay." dedim gururla.
Binbaşı, Umay’a samimi ama ağırbaşlı bir bakış attı ve hafifçe başını eğerek "Başın sağ olsun, Umay hanım." dedi.
Tam o anda, Meltem Hanım bir adım öne çıkıp Umay’a sıcacık bir şekilde sarıldı.
"Allah razı olsun, sağ olun." dedi Umay, içten bir sesle. Sarılırken gözlerinin hafifçe dolduğunu fark ettim ama kendini toparladı.
Umay, kısa bir duraksamanın ardından ev sahibesi edasıyla "Buyurun, içeri geçin." dedi kibarca.
Ve hep birlikte evin sıcak atmosferine doğru adım attık.
Bu sadece bir akşam yemeği değildi.
Bu, geçmişle hesaplaşmanın ve yeni bir dostluğun başlangıcıydı.
Yemek boyunca Halil Komutan’la derin bir sohbetin içine daldık. İlk başta resmi, mesafeli bir konuşmaydı ama zamanla samimiyet arttı. Ancak bu samimiyet hiçbir zaman seviyesizleşmedi. Hem ben ona karşı rütbe hiyerarşisini koruyordum, hem de o bana karşı tecrübeli bir komutanın saygısını gösteriyordu.
Söz döndü dolaştı, özel kuvvetlerin ruhuna ve geçmiş operasyonlara geldi.
"Sizin devrelerde eğitimin en zor olduğu dönemlerdi, değil mi komutanım?" diye sordum, çatalımı bırakarak.
Halil Özçelik hafifçe başını salladı, gözlerinde geçmişten kalma sert bir ifade vardı. "Zor kelimesi hafif kalır, Altay. Bizim dönemimizde Bordo Bereli olmak demek, mezuniyet belgeni almadan önce birkaç kez ölümle yüzleşmek demekti."
İlgili bir şekilde başımı salladım. O dönemlerin eğitim sistemini duymuştum. 90’larda başlayan terörle mücadele operasyonları, özel kuvvetler için bir dönüm noktası olmuştu.
"Komutanım, ilk sıcak temasınızı hatırlıyor musunuz?" diye sordum.
Halil Binbaşı gözlerini hafif kıstı, belli ki hafızasında derin bir kazı yapıyordu. Sonra hafifçe başını salladı.
"1998 yılıydı. Hakkâri'nin kırsalında ilk görevim. Dağın tepesine helikopterle indirildik. Operasyon sabaha karşıydı, karanlık çökmüştü. Sızma yaparken telsizden anons geldi, grubumuzun yeri açığa çıkmıştı."
Hafifçe öne eğildim. "Pusu mu yediniz?"
"Tam anlamıyla değil," dedi sertçe. "Ama biz daha mevzilenecekken, ateş açıldı. Yanımdaki teğmen anında vuruldu. Kanının sıcaklığını üstümde hissettim. O an anladım ki, eğer kafanı kaldırıp tereddüt edersen, ölürsün. İşte o gün, askerlik ile savaşın farkını öğrendim."
Sözleri içime işledi. Timin geri kalanı sessizce bizi dinliyordu. Bu tür hikâyeler, yalnızca savaşanların birbirine anlatabileceği gerçeklerdi.
Konuşma ilerledikçe, daha teknik konulara girdik.
"Altay, senin en zor operasyonun neydi?" diye sorduğunda, gözlerimi kaçırmadan cevap verdim.
"2016, Mardin. Darbeci hainlerin askeri birliklere sızmaya çalıştığı gece. Timin başındaydım. Kapıları tutup çıkışı engellememiz gerekiyordu, çünkü eğer o hainler kaçabilseydi, şehirde sivil katliamı başlayacaktı."
Halil Komutan başını salladı. "Siz direnmeseydiniz, oradaki tablo çok daha farklı olurdu. O gece gerçekten ülkenin kaderi değişti."
Konuşma devam ettikçe, özel kuvvetlerin geleceği, yeni eğitim teknikleri, teknolojik gelişmeler üzerine uzun uzun sohbet ettik.
"Sizce yapay zekâ destekli insansız hava araçları sahadaki askerlerin yerini alabilir mi?" diye sordum.
Halil Komutan kaşlarını kaldırdı. "Teknoloji gelişir ama sahada savaşan bir askerin reflekslerini, sezgisini ve ruhunu hiçbir makine alamaz." dedi net bir şekilde.
Ben de onayladım. "Ne kadar gelişmiş olursa olsun, insan faktörü olmadan kazanılan hiçbir savaş olmaz."
Bu arada hanımlar ayrı bir sohbetin içindeydi. Umay, Meltem Hanım daha günlük, daha samimi konular konuşuyordu. Arada gülüşmeler duyuluyordu ama bizim masa tarafı bambaşka bir dünyadaydı.
Yemek ilerledikçe, Halil Özçelik’in eşine olan sevgisini fark ettim. Belli etmiyordu ama birkaç bakışından, onun yanında konuşurken ses tonunun yumuşamasından, onunla konuştuğunda hafif gülümsemesinden anlayabiliyordum.
Aynı şekilde, benim de Umay’a olan sevgimi fark etmişti.
Bir noktada, bana bakarak hafifçe gülümsedi. "Altay, sen de benim gibi savaş meydanında yaşayıp evde huzur bulan adamlardan birisin, değil mi?"
Kaşığımı bırakıp hafifçe gülümseyerek "Komutanım, artık biliyorum ki savaş meydanında ölmemem için evde bir sebebim var." dedim.
Başını sallayıp hafifçe omzuma dokundu. "Bu, bir asker için en güçlü kalkan olur, Yüzbaşı."
Ve o an anladım ki, bu gece sadece bir yemek değil, geçmişle hesaplaşma ve yeni bir dostluğun inşasıydı.
Umay, masaya tatlı tabağımı koyarken fırsatı kaçırmadım.
Çaktırmamaya çalışarak elini tuttum ve hafifçe öptüm. O an gözlerini kısarak bana baktı, hafifçe yanakları pembeleşti ama ses çıkarmadı.
Tam rahatladım derken, karşımda oturan Halil Komutan’ın bakışlarını hissettim.
Adam görmüştü.
Gözlerindeki o keskin askeri duruşun yerini hafif bir sırıtış aldı.
“Düğün ne zaman, Altay?” diye sordu, ama sesindeki hafif ciddiyet, konuyu şakaya çevirmeyeceğini belli ediyordu.
Boğazımı temizleyip hemen toparlandım. “İnşallah bu yaz düşünüyoruz, komutanım. Haziran başı gibi.” dedim saygıyla.
Halil Komutan başını sallayıp kısa bir “Güzel.” dedi.
Ama o sırada Burak araya girip “Komutanım, düğün davetiyesi için özel kuvvetler brifingi mi yapacağız, yoksa operasyon gizli mi tutulacak?” diye atılınca, masada kahkahalar yükseldi.
Ve ben, şu düğün meselesini nasıl yöneteceğimi kara kara düşünmeye başladım.
Umay, hafifçe gülümseyerek “İnşallah size de davetiye ulaştırırız,” dedi içtenlikle.
O sırada Meltem Hanım çayından bir yudum aldı ve gözlerini hafifçe kısarak Umay’a döndü.
“Umay, sana bir tavsiyem var.” dedi samimi bir sesle. “Gelinliğini çok kabarık alma, rahat olmuyor. Tecrübeyle sabit.”
Masada hafif bir gülüşme oldu.
Meltem Hanım gözlerini hafifçe yukarı kaldırıp geçmişe dalar gibi ekledi: “Gerçi biz evleneli 20 yılı aştı ama, bazı şeyler hiç değişmiyor.” dedi gülerek.
Umay da gülümseyerek başını salladı. “Ben de tam nasıl bir şey seçeceğimi bilmiyordum. Demek ki pratik bir şey almam lazım.”
Burak o an hemen lafa girdi: “Abi, Umay ablanın gelinliği askeri kamuflaj deseni olsun, düğüne de taktiksel giriş yapın. Hepimiz helikopterden iniş yaparak katılalım!”
Masada kahkaha yükselirken, Halil Komutan sadece kaşlarını kaldırarak Burak’a baktı.
“Koçak, senin hayal gücün fazla geniş.” dedi kuru bir ifadeyle.
Burak ise hiç bozuntuya vermedi. “Komutanım, sahada stratejik düşünmek zorundayız. Sivil hayatta da geçerli değil mi?”
Masada herkes gülmeye devam ederken, ben Umay’a bakıp onun o mutlu haliyle bir kez daha aşık olduğumu fark ettim.
Halil Komutan, aniden sustu. Çay bardağını elinde tuttu ama gözleri uzaklara daldı. Yutkunarak düşüncelerinde kaybolmuş gibiydi.
"Haluk Yarbay'ım ne çok istemişti Umay'ı gelinlikle görmeyi…" diye mırıldandı, sesi hafifçe titriyordu.
Sonra, başını hafifçe iki yana sallayarak hüzünle gülümsedi.
"Aslında hep 'Benim kızım küçük, evlenmeyecek daha' diye kızardı ama bilirdim… Gözlerinde hep o anı görme isteği vardı."
Masadaki sessizlik birkaç saniye boyunca ağırlaştı.
Ben, hemen yanımda sessizce oturan Umay’a döndüm. Gözleri çoktan dolmuştu. Dudaklarını sıkmış, babası için söylenen her kelimeyi kalbine işliyordu.
İçimde bir yer sızladı. Elimi beline doladım, parmaklarımı ince belli vücudunun üzerinde gezdirerek onu kendime daha da yaklaştırdım.
"Hadi bakalım, hüzünlenmek yok," dedim yumuşak bir sesle.
Elimle pastamdan bir çatal aldım ve ona uzattım.
Umay önce gözlerini kırpıştırarak bana baktı, sonra hafifçe gülümseyerek bir lokma aldı.
Sadece bir çatal pasta değil, ona destek olduğumu hissettiren bir hareketti.
Gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı, sonra hafifçe başını omzuma yasladı.
Bu, babasına sessizce duyduğu özlemin bir göstergesiydi.
Ve ben, onun her anında yanında olacağımı, asla yalnız bırakmayacağımı bir kez daha hissettim.
Halil Komutan telefonuna kısa bir bakış attı ve hafifçe gülümseyerek "Kalkalım mı hanım? Geç oldu, daha bizim oğlanı arkadaşından alacağız." dedi.
Meltem Hanım başını sallayıp çantasını alırken, biz de hep beraber ayağa kalktık.
Tim de misafirleri uğurlamak için kapıya doğru ilerledi. Umay, Meltem Hanım’a sarılıp içten bir şekilde teşekkür etti. Halil Komutan ise herkesle tek tek tokalaştı.
Ben hemen hırkamı giyip onları uğurlamak için apartmanın girişine indim.
Asansörde yan yana dururken sohbet devam etti.
Halil Komutan, gözlerini bana çevirerek hafif bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
“Altay, evlilik başka bir düzen, başka bir disiplin. Sahada nasıl birlik önemliyse, evde de takım çalışması esastır. Eşinle her zaman aynı cephede ol, karşı değil.”
Saygıyla başımı sallayarak dinledim. Askerlikte disiplin bizim için hayatiydi ama bir komutandan evlilik üzerine nasihat almak, işin başka bir boyutuydu.
"Bir de…" dedi hafif bir tebessümle. "Kadınlar, sandığımızdan daha güçlüdür. Ama bir asker için en büyük güç, onun yuvasıdır."
Bu sözleri aklıma kazıdım.
Apartmanın önüne çıktığımızda, Halil Komutan araca binerken "Altay, düğüne benden önce kimse gelmeyecek, ona göre." diye esprili bir uyarıda bulundu.
Gülümsedim ve selam durarak "Emredersiniz, komutanım." dedim.
Araç hareket ettiğinde, bir süre arkalarından baktım.
Bu gece, bir dostluk kurulmuş, geçmişin kapanmayan bir sayfası bir nebze olsun huzura kavuşmuştu.
Derin bir nefes alıp içeri adımladım. Evim, yuvam ve Umay beni bekliyordu.
İçeri girer girmez derin bir nefes aldım, gözlerimi devirdim ve aniden bayılma taklidi yaparak yere yığıldım.
"Komutan düştü! Adamı kaybettik!" diye bağırdı Burak sahte bir panikle.
Herkes önce bir anlık irkildi ama sonrasında kahkahalar havada uçuştu. Bütün tim, yemek boyunca gereksiz bir resmiyet kasmıştı, ilk tanışma olduğu için herkes fazla kontrollüydü.
Mesela Mustafa Kemal, bir kere bile mitolojiden bahsetmemişti. Normalde her fırsatta bir Antik Yunan tanrısından ya da efsanesinden girer, "Aslında Ares ve Athena savaşın iki farklı yönünü temsil eder" gibi cümleler kurardı.
Burak desen, neredeyse hiç saçmalamamıştı! Yemeğin başında yaptığı iki-üç şaka dışında kendini fazlasıyla tutmuştu. Hatta ciddi ciddi çatal bıçak düzenine bile dikkat etmişti!
Eren bile gereğinden fazla sessizdi. Onur keza öyle. İlteriş ve Ulaş zaten doğaları gereği soğukkanlıydı ama onlarda bile fazladan bir resmiyet sezmiştim.
Şimdi herkes rahatladığında, gözlerimi kısarak başımı iki yana salladım ve şakacıktan kızdım:
"Sizin gevşekliğiniz bana mı lan?!"
Tim bir anda daha da gülmeye başladı, Burak elini kaldırıp "Komutanım, biz disiplin insanlarıyız, gereksiz gevşemez, gerekirse rahatlarız" diyerek saçmalamaya kaldığı yerden devam etti.
Tam o sırada Umay kollarını boynuma sarıp yüzüme gülümsedi.
"Sen bizim babamızsın, ondan," dedi yumuşak bir sesle.
Timden birkaç "Ooo!" sesi yükseldi, Burak hemen araya girip "O zaman Altay Baba'nın ellerinden öpelim!" diyerek eğildi.
Bir kahkaha patlatıp Umay’ı belimden sıkıca çektim, alnını öptüm ve başımı iki yana salladım.
Bu evde resmiyetin yeri vardı ama şakalaşmadan, samimiyetten ve aile gibi olmaktan vazgeçmek bizim işimiz değildi.
“Bana bakın,” dedim sert bir sesle, tim bir anda ciddiyete bürünüp dikkat kesildi.
“Yarın sabah saat 06:00’da herkes kalkıyor. Servis 06:30’da kapıda olacak. 30 dakika içinde hazırlığınızı tamamlayın. Kahvaltıyı oradan verecekler.”
Herkes başını sallayarak “Emredersiniz, komutanım.” dedi ama Burak hafifçe mırıldanarak “Yine mi sabahın körü ya…” diye söylendi. İlteriş ona keskin bir bakış atınca hemen toparlandı.
Tam time talimatı verip konuyu kapatmıştım ki, içimdeki özlem bir anda ağır bastı.
Gözlerimi Umay’a çevirdim.
Yüzümü düşürdüm, hafifçe dudaklarımı büzdüm ve bilinçli olarak sesimi biraz daha yumuşatarak konuştum.
“Aşkım… Bizim uzun günler başladı ya… Ben seni çok özlüyorum. Ben bu gece burada kalsam, hm?” dedim tam bir üzgün çocuk edasıyla.
Umay, gözlerini hafifçe kıstı ve kollarını göğsünde bağlayarak bana dikkatlice baktı.
Sonra gülümsemeden, tamamen otoriter bir tavırla tek bir cümle kurdu:
“Üzgünüm, önce nikah.”
Ve ardından havalı bir şekilde mutfağa yürüdü.
O an, tüm ümitlerim mutfağa doğru süzüldü gitti. Arkasından bakakaldım, birkaç kez göz kırpıp durumumu idrak etmeye çalıştım.
Tam o sırada, Burak geniş geniş sırıtarak omzuma hafifçe dokundu.
“Komutanım, benim evimin kapısı size her zaman açıktır.” dedi kendinden emin bir sesle.
Derin bir nefes aldım, Burak’a yavaşça döndüm ve anlam dolu bir bakış attım.
“Koçak, ne diyorsun lan sen?”
Timin kahkahası evin içinde yankılanırken, ben Umay’ın cümlesinin etkisinden çıkamadan gözlerimi devirdim.
Bu savaş daha bitmemişti…
Herkesin sevinci devam ederken, Burak hemen atıldı ve sırıtarak:
"Alanınız nedir Umay Hocam? Yani arkeolojinin hangi dalı?" dedi, merakla gözlerini açarak.
Umay hafifçe gülümsedi, ellerini önünde birleştirip bana kısa bir bakış attıktan sonra:
"Klasik Arkeoloji." dedi gururla.
Mustafa Kemal gözlerini büyütüp ani bir heyecanla öne doğru eğildi.
“Harika! Antik Yunan ve Roma mı yani? Altay, abi sen bittin! Umay Hocam artık eve Afrodit heykeli koyar, kahvaltıda Homeros anlatır!” dedi kahkahalar içinde.
Burak kafasını iki yana sallayarak iç çekti.
“Abi biz özel kuvvetleriz, tarihçi değiliz! Vallahi bu ev müzeye dönecek. Komutanım, artık silah yerine amfora mı taşıyacağız?” dedi dramatik bir ifadeyle.
Eren hemen ekledi, gözleri parlıyordu.
“Ama düşünsenize, Umay abla bir gün bir kazı alanında Büyük İskender'in kayıp mezarını falan bulursa… Direkt tarih kitaplarına gireriz!”
Umay kaşlarını kaldırıp “Öyle Indiana Jones gibi olmaz, ama evet, kazılarımızda önemli keşifler yapma ihtimalimiz var.” dedi gülerek.
İlteriş kollarını bağladı ve hafifçe gülümsedi.
"Tarihi anlamadan bugünü anlayamazsın. Klasik Arkeoloji çok derin bir alan, harika bir seçim." dedi, saygıyla başını sallayarak.
Ben ise hafifçe Umay’ın sırtına dokundum ve gururla ona baktım.
"Bu da demek oluyor ki, artık evde filozoflarla, mitolojilerle yaşayacağız. Beyler, bundan sonra evde Platon'un idealarını konuşmaya hazır olun." dedim gülerek.
Burak anında dramaya bağladı:
"Komutanım, ben görevde bile bu kadar tarih dersi almıyorum! Yemin ederim bu evin havası bile tarih kokacak!"
Umay kahkahalar içinde “Siz merak etmeyin, kazma kürek taşıtmayacağım ama belki birkaç müzeye gideriz.” dedi göz kırparak.
Tim gülüşmeye devam ederken, ben Umay’ın elini tutarak bir kez daha onunla gurur duydum.
Bu kadın hem akademide hem de benim hayatımda eşsiz bir yer edinmişti.
Gazi Üniversitesi, Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biriydi. Umay, burada akademisyen olarak yeni bir sayfa açacaktı. Benim için de bu, onun başarısını kutlamam gereken özel bir andı.
Tim hâlâ arkeoloji üzerine konuşurken, ben sessizce telefonumu açtım ve çiçekçi.com’a girdim.
Umay için bir papatya buketi siparişi verdim. Papatyalar onun neşeli, doğal ve içten ruhunu en iyi yansıtan çiçekti. O çiçeklerin her biri, onun emeğinin ve azminin karşılığıydı.
Sipariş notuna şunları yazdırdım:
"Yeni başlangıçlara... Seni seviyorum ve kutluyorum bir tanem.
- Nişanlın Altay Öztürk"
Zarfı lila seçtim. Çünkü lila, zarif ama güçlü bir renkti, tam Umay gibi.
Siparişi verdikten sonra telefonumu kapattım ve Umay’ın heyecanla anlatmaya devam ettiği arkeoloji sohbetine döndüm.
Yarın, Umay çiçekleri alınca mutlaka bana mesaj atacaktı.
Ve ben, onun mutluluğunu uzaktan izlemekten bile gurur duyacaktım.
Etrafı toparladıktan sonra, İlteriş ve Ulaş’la birlikte onların evine geçtik. Evlenene kadar burada kalıyordum, kendi düzenimi Umay’la kurana kadar bu ev benim için bir nevi üs gibiydi.
İçeri geçtiğimizde, herkes sessizce oturdu. Yorucu ama güzel bir gündü. Umay’ın yeni işine kabul edilmesi, Halil Komutan’la tanışmamız ve timin artık iyice bir aile gibi hareket etmeye başlaması…
Tam kanepeye yayıldığım anda, İlteriş gelip yanıma oturdu. Ulaş ise tam karşıma geçti, gözlerini hafif kısarak bana baktı.
Sonra hafifçe sırıtarak, ama içinde ciddiyet de barındıran bir ses tonuyla:
“Altay, ciddi bir yol seni bekliyor.” dedi.
Bir kaşımı kaldırarak ona döndüm.
“Bunu evlilik için mi söylüyorsun, yoksa timdeki yeni görevler için mi?” dedim, hafif bir tebessümle.
Ulaş omuz silkti, “İkisi de.” dedi net bir şekilde.
İlteriş başını salladı. “Evlilik, sahadaki görevden daha zor olabilir dostum. Savaş alanında ne yapman gerektiğini bilirsin ama evlilikte bazen düşmanın kim olduğunu bile anlamazsın.”
Kahkahayı bastım. “Düşman mı? İlteriş, sen kesin gece gizlice evde içtima yapıyorsun.”
Ulaş güldü ama sonra ciddi bir sesle ekledi:
“Altay, işin şakası bir yana, sen artık sadece bir askerin değil, bir kadının da sorumluluğunu alıyorsun. Onun hayatında en büyük destekçisi sen olacaksın.”
Derin bir nefes aldım ve başımı salladım.
“Bunu biliyorum, kardeşim.” dedim, gözlerimi kaçırmadan. “Umay benim sadece sevdiğim kadın değil, artık hayatımdaki en büyük parçam.”
İlteriş hafifçe gülümsedi, “O zaman, hayatının en büyük operasyonuna hoş geldin.” dedi.
Ben de başımı sallayarak “Bu operasyondan sağ çıkarsam, hiçbir şey beni yıkamaz.” dedim ve kanepeye daha da yayıldım.
Ulaş kahkahayı patlatırken, ben ertesi gün Umay’ın çiçekleri aldığında vereceği tepkiyi hayal ederek gözlerimi kapattım.
Sabah 05:30’da gözlerimi açtım. Alarm çalmadan uyanmak, yılların alışkanlığıydı. Gün başlıyordu ve her şeyin eksiksiz olması gerekiyordu.
Hızlıca banyoya girip tıraş oldum. Aynaya baktığımda saçlarımın biraz uzadığını fark ettim. Fazla düşünmeden tıraş makinesini aldım ve kafamı kazıttım. Disiplin her şeydi. Sahada avantaj sağlıyordu, rahatlatıyordu ve en önemlisi, benim düzenimin bir parçasıydı.
Tıraşımı bitirip namazımı kıldım, ardından giyindim. Bugün sivil gidiyorduk. Üniformalarımızı karargahta giyecektik, kahvaltıyı da orada yapacaktık.
Bunları düşünerek banyoya döndüm, diş fırçamı alıp dişlerimi fırçalamaya başladım. Aynı anda beynim günün programını ve timin ne kadar sürede hazırlanacağını hesaplıyordu.
Tam dişlerimi fırçalamaya devam ederken, elimi yüzümü yıkayıp odama çekilmek yerine doğruca İlteriş’in odasına gittim.
Diş fırçası hâlâ ağzımdayken, İlteriş’in üstüne eğilip omzundan tuttum ve zorla salladım.
"Kalk lan, gün doğdu!"
İlteriş önce homurdandı, sonra gözlerini yarım yamalak açtı. "Altay, rüya mı görüyorum yoksa gerçekten kafanı kazıttın mı?" diye mırıldandı.
Fırçayı ağzımdan çekmeden, gözlerimi devirdim ve başımı hafifçe öne eğip parlak kafamı gösterdim.
"Ne rüyası, hadi kalk!"
İlteriş inleyerek doğrulurken, Ulaş’ın odasına yöneldim. Ama onun zaten uyanık olduğunu görünce bir an duraksadım.
Ulaş, aynanın karşısında, büyük bir titizlikle gündüz kremini sürüyordu.
O an bir anlığına beynim durdu.
Bir asker olarak günlük bakımına bu kadar önem veren birini gördüğümde hissettiğim şeyleri tarif etmek zordu.
“Ya sabır...” diye içimden geçirdim, derin bir nefes aldım ve kapıyı usulca kapattım.
Bugün uzun bir gün olacaktı…
Sabah içtimasından sonra herkes tam disiplinle sırasına geçti. Saat 06:30, servis tam zamanında geldi ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’na doğru yola çıktık. İçeride konuşan yoktu, herkes zihnini o günün temposuna hazırlıyordu.
Karargâha vardığımızda, doğruca soyunma odasına geçip üniformalarımızı giydik. Ardından hep birlikte kısa ama etkili bir kahvaltı yaptık. Bizim için kahvaltı bir keyif değil, sadece vücudu enerjiyle doldurmak için bir zorunluluktu.
Saat 07:30’da kondisyon antrenmanına başladık. Bugün sahada fiziksel dayanıklılığı artırmaya yönelik bir program vardı.
📌 Antrenman Programı:
5 km tempolu koşu
200 şınav, 100 barfiks, 150 mekik
45 dakikalık yakın dövüş teknikleri çalışması
Koşu sırasında nefesimi sabit tutmaya odaklandım. Sahada nefes kontrolünü kaybetmek, düşmana açık hedef olmak demekti.
Yakın dövüş eğitiminde, İlteriş ve Mustafa Kemal ile eşleştik. Tekniklerimizi geliştirirken gerçek bir çatışmada avantaj sağlayacak hamleleri tekrar ettik.
Saat 09:00’da kondisyon tamamlandı, hepimiz ter içindeydik ama yorgunluk bahanemiz yoktu. Üstümüzü değiştirip doğruca brifing odasına geçtik.
📍 Brifing Konusu: Londra Görevi - Türk Bilim Heyetinin Korunması
Brifing odasına girdiğimizde, Binbaşı Halil Özçelik çoktan tahtada planları inceliyordu. Hepimiz yerine oturduğumuzda gözlerini bize dikti ve konuşmaya başladı:
“Bugün operasyona dair detayları netleştireceğiz. Burada hata yapma lüksünüz yok.”
📌 Brifing İçeriği:
Heyetin konaklayacağı otel ve güvenlik analizi
Tehdit unsurlarının olası hareketleri
Koruma pozisyonları ve görev dağılımı
Krizin tırmandığı senaryolar ve acil tahliye planı
Her birimizi farklı noktalara yerleştirdiler. Ben, doğrudan bilim heyetinin başındaki Prof. Dr. Fikret Alagöz’ü koruyacaktım. Mustafa Kemal ve İlteriş, otel çevresindeki güvenliği yönetecekti. Burak ve Eren ise uzaktan gözlem yaparak olası şüpheli hareketleri takip edecekti.
Brifing bittiğinde hepimiz detayları ezberlemiş ve görevimize odaklanmıştık. Ancak iş burada bitmiyordu.
Saat 11:30’da rapor düzenleme işine geçtik. Her tim üyesi kendi sorumluluk alanı ile ilgili güvenlik raporlarını hazırlıyordu. Ben, bilim heyetinin en riskli anlarını ve olası saldırı noktalarını değerlendirip rapora işledim.
📌 Rapor İçeriğim:
Heyet liderinin geçmiş tehditleri ve risk analizi
Olası saldırı senaryoları
Koruma taktiği ve acil kaçış rotaları
Saat 13:00’e geldiğinde, raporlar tamamlanmıştı. Binbaşı Özçelik belgeleri incelemek üzere aldı.
Bizim için bir görev, sadece sahada yapılan operasyon değil, öncesinde yapılan hazırlıkla da başarıya ulaşırdı.
Ve biz, yarına kadar en küçük detayına kadar hazır olmak zorundaydık.
Öğle yemeği zamanında telefonum titredi. Umay görüntülü arıyordu. Tim yemekhanede olduğu için, sessiz bir köşeye geçip aramayı açtım.
Ekranda kucağında papatya buketiyle kocaman sırıtan Umay belirdi.
“Günaydın yakışıklı!” dedi neşeyle.
Ben de ister istemez gülümsedim. “Sana da günaydın güzelim.” dedim, gözlerimi kısmış halde ona bakarak.
Umay, buketi biraz daha yukarı kaldırıp kokladı. “Altay yaa…” dedi, sesinde hem mutluluk hem de hafif bir duygusallık vardı.
Sonra gözlerini kısarak “Seni çok seviyorum.” dedi, sesi sıcacık ve içtendi.
Daha fazla gülümseyip ekrana yaklaştım. “Ben de seni çok seviyorum, Umay’ım.” dedim ve bir öpücük yolladım.
Umay da hemen karşılık verdi, elini dudaklarına götürüp bana bir öpücük yolladı.
Biraz daha konuştuk, günün nasıl geçtiğini, ilk gün heyecanını ve üniversitedeki hocaları anlattı. Konuşma uzadıkça, onun heyecanını izlemek bile beni mutlu ediyordu.
“Akşam görüşürüz, ama öpücüğümü unutma!” dedim sırıtarak.
Umay gözlerini devirdi ama gülümseyerek, “Söz! Ama kapıda beni bekleyeceksin.” dedi tatlı bir tehdit edasıyla.
Gülerek başımı salladım, son bir kez birbirimize bakıp telefonu kapattık.
Derin bir nefes aldım. Bütün gün raporlar, brifingler ve antrenmanlar içinde geçen saatlerden sonra, onun sesi bile bana bir nefes aldırıyordu.
Ve şimdi, akşamı daha da fazla sabırsızlıkla bekliyordum.
Telefonum titrediğinde, ekranda kırmızı renkte “Acil Toplantı” kodunu gördüm.
Hiç tereddüt etmeden hızla yerimden kalktım ve koşar adımlarla brifing odasına yöneldim.
İçeri girdiğimde, tim çoktan toplanmıştı. Binbaşı Halil Özçelik odanın ortasında dikilmiş, sert bakışlarla ekrana bakıyordu. Masanın üzerindeki ekrana yansıyan dosyada kırmızı damgalı bir başlık vardı.
Sessizlik içinde oturdum, herkes tamamen ciddiyete bürünmüştü.
Halil Komutan derin bir nefes alarak konuşmaya başladı:
“Türk bilim heyetinden bir akademisyen, Londra’daki evinde suikasta uğradı.”
O an, odada adeta buz gibi bir hava esti.
Herkes dikkat kesildi, kimse nefes bile almıyordu.
Halil Komutan devam etti: “Hedef, Prof. Dr. Fikret Alagöz’ün yakın çalışma arkadaşıydı. Profesör şu an güvende ama açıkça mesaj verilmiş durumda.”
“Saldırganların kimliği tespit edildi mi?” diye sordu İlteriş, yüzünde en ufak bir duygu belirtisi bile olmadan.
Binbaşı ekrandaki görselleri değiştirdi, birkaç karanlık silüet ve istihbarat raporları belirdi.
“Henüz net değil. Ama tahminimiz, uluslararası bir suikast çetesinin işi olduğu yönünde.”
Herkes derin bir sessizliğe büründü.
Tehdit resmileşmişti. Artık bu sadece bir koruma görevi değil, açık bir savaş ilanıydı.
"Güvenlik önlemleri artırıldı." dedi Halil Komutan, gözlerini tek tek hepimizin üzerinde gezdirerek. "Artık herkes tam saha alarmda olacak. Konferans alanına giriş çıkışlar daha sıkı denetlenecek, otelde çift koruma uygulanacak."
Saatler sayılıydı.
Gözlerimi ekrandaki bilgilere diktim. Düşman bizden önce hamle yapmıştı, ama biz son sözü söyleyecek olan taraftık.
Vakit yakındı....
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |