

Üç ay.
Üç ay, insanın ömründen ne kadar çalar? Bilmiyorum. Ama benim içimde bir şeyleri çaldığı kesin. Umay’dan haber yok. Sanki yeryüzü onu yutmuş, bütün izlerini silmiş gibi. Güneş her gün doğuyor, her gün batıyor, ama benim içimde bir yer hep karanlık.
Haluk Yarbay gelip gidiyor. Odanın bir köşesinde oturuyor, bir şeyler söylüyor, ama hiçbir şey demiyor aslında. Konuşmaları duymuyorum. Hareketleri, yüzündeki ifadeler… Bunların hepsi, beni daha da yoruyor. İçimde bir umudu öldürüyor her seferinde. Bir cevap vermiyor. Sadece duruyor. Bazen onun yüzüne bakıyorum, sanki bir şey söylemesini bekler gibi. Ama her seferinde sessizlikle karşılaşıyorum.
Bugün İlteriş’in evindeyiz. Evin her köşesinde bir testosteron kokusu var. Erkekler… Erkeklerin olduğu bir odanın havası başka oluyor. Burak kanepeye yayılmış, ayakları sehpanın üstünde, ağzında cips. Üzerindeki t-shirt lekeli, ama bu onu hiç rahatsız etmiyor. Eren bir köşede kahve içiyor, ama Burak’ın sesinden rahatsız olduğunu yüzünden anlayabiliyorum. Mustafa Kemal yine sessiz, gözleri boş bir noktaya dikilmiş, sanki kendi dünyasında bir şeyler arıyor. İlteriş mi? İlteriş her zamanki gibi. Fazla rahat. Bir köşede oturmuş, elindeki kitabı karıştırıyor. Kitap okurken bile yüzünde bir alay var sanki.
Ben mi? Ben onların arasında bir gölge gibiyim. Bedenim burada, ama aklım başka yerde. Aklım Umay’da. Onun yokluğu, içimde bir çığlık gibi yankılanıyor. Ama bu çığlığı kimse duymuyor. Kimse anlamıyor.
Burak yine konuşmaya başladı. Elindeki cips paketini sallayarak, “Komutanım,” dedi. “Şu hayatın tadını çıkarmayı ne zaman öğreneceksiniz? Bakın, üç aydır surat asıyorsunuz. Bir gülün ya! Hayat kısa!”
O an içimde bir şey koptu. Başımı ona çevirdim, ama gözlerim başka bir yere bakıyor gibiydi. “Burak,” dedim sert bir sesle. “Kes sesini. Yeter artık.”
Odada bir sessizlik oldu. Burak, ağzındaki cipsi çiğnemeyi bile bıraktı. Ama o sessizlik, benim içimdeki öfkeyi susturamadı.
“Hiçbiriniz anlamıyorsunuz, değil mi?” dedim, sesim yükselirken. “Hiçbiriniz, burada oturmuş, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsunuz. Ama ben her gün, her dakika, her saniye aynı soruyla yaşıyorum. Umay nerede? Ne oldu? Neden hiçbir şey bilmiyoruz?”
İlteriş, kitabını yavaşça kapattı ve bana baktı. Yüzünde o her zamanki sakin ifade vardı, ama bu kez bir şey söylemedi. Sanki ne desem haklı olduğumu biliyordu.
Burak, utangaç bir şekilde ayağa kalktı. “Komutanım, ben sadece biraz…”
“Elini indir Burak,” diye bağırdım. “Sadece sus! Bıktım senin gevşekliğinden, ciddiyetsizliğinden! Herkes burada bir şeylerden kaçıyor, ama ben kaçamıyorum. Anladın mı? Kaçamıyorum!”
Eren, elindeki kahve fincanını yavaşça masaya koydu. “Komutanım, belki de biraz…”
“Sen de sus Eren,” dedim, bu kez daha sakin ama daha keskin bir sesle. “Bana akıl verme. Hiçbiriniz bana akıl vermeyin. Çünkü bu yükü siz taşımıyorsunuz. Siz hiçbir şey anlamıyorsunuz.”
Sonra İlteriş’e döndüm. “Ve sen,” dedim, gözlerimi onun gözlerine dikerek. “Sen bile hiçbir şey yapmıyorsun. Kitap okuyarak, sessiz kalarak bu işin içinden çıkamazsın. Bunu biliyorsun, değil mi?”
İlteriş, derin bir nefes aldı. Ama hala sessizdi. Bu sessizlik, beni daha da öfkelendirdi.
“Bıktım,” dedim. “Hepinizden, bu sessizlikten, bu belirsizlikten bıktım. Umay’ın nerede olduğunu bilmeden yaşamaktan bıktım soramıyorum da .”
Sözlerim odanın duvarlarında yankılandı. Herkes sessizdi. Hatta Burak bile konuşacak bir şey bulamıyordu. Sigaramı cebimden çıkardım, ellerim titreyerek yaktım. Dumanı ciğerlerime çekerken, bir anlığına her şey sustu. Ama o sessizlik, içimdeki fırtınayı dindirmedi.
Pencerenin yanına gittim. Dışarıda rüzgâr ağaçları sallıyordu. Ama ben, içeride durup kendi rüzgarımda savruluyordum. Umay… Bu sessizliğin içinde, onun adı en gürültülü yankıydı.
O an Burak’tan beklediğim tam da buydu. Sessizlik, içimdeki fırtınayı bastırmaya çalışırken, onun kahkahası odayı doldurdu. Cips paketi bir kenara fırlamış, ağzında biriken kahkahayı patlatıyordu.
“Oha!” dedi, yüzünde hem şaşkınlık hem o kendine has alaycı ifadeyle. “Komutanım, Umay’a mı yanık? Vay be, demek o yüzden böyle...”
Cümlesi odanın duvarlarında asılı kaldı. Zaman bir anlığına durdu sanki. Gözlerim Burak’a kaydı, ama bir şey söylemedim. Gözlerim konuştu belki, ama ağzım kapalı kaldı. Çünkü kelimeler… O an kelimeler, duman kadar ağırdı.
Odayı bir gerginlik sardı. İlteriş, Burak’a keskin bir bakış attı, ama o bakış bile Burak’ın kahkahasının yankısını silemedi. Mustafa Kemal, sessizce kafasını çevirdi, Eren kaşlarını çattı. Ama hiçbiri konuşmadı.
Ben de konuşmadım. Konuşmak, içimde patlamaya hazır bir volkanı serbest bırakmak olurdu. O volkan, burada bu odada değil, başka bir yerde patlamalıydı. Derin bir nefes aldım. İçime dolan havayla birlikte öfkem de genişledi, ama onu dışarı çıkarmadım.
Ayağa kalktım. Sessizce. Sanki her adımım, yere bir ağırlık bırakıyordu. Kapıya yöneldim. Gözlerimi hiç kimseden kaçırmadım. Ama Burak’a bakarken, o kahkahasının içinde bir pişmanlık arar gibi hissettim. Bulamadım.
Kapıyı açtım. Rüzgâr gibi, sessiz ve sert bir şekilde odadan çıktım. Arkamdan bir şey söylediler mi, bilmiyorum. Belki de kimse bir şey söyleyemedi. Ama içimde bir fırtına dönüyordu.
Odama vardığımda, kapıyı kapattım. Kilitlemedim, ama sanki kilitlemişim gibi bir yalnızlık sardı her yanımı. Yatağın kenarına oturdum. Ellerim titriyordu. Umay’ın adı, Burak’ın kahkahasına karışmıştı. Onun adı, bir anlığına gerçek olmuştu, ama yanlış bir şekilde.
Sigaramı çıkardım, yaktım. Duman, odanın içinde yavaşça dolarken, gözlerim boşluğa bakıyordu. Burak’ın sorusu, o kahkahayla birlikte zihnimde yankılanıyordu.
“Komutanım Umay’a mı yanık?”
Cevap vermedim. Kendime bile. Ama içimde, sessiz bir evet yankılandı. Sadece benim duyduğum, sadece benim taşıdığım bir evet. Dumanın içinde kaybolurken, bu evetin ağırlığı omuzlarıma bindi. Umay’ın adı, Burak’ın kahkahasından daha yüksek bir yankıydı artık. Ve ben, o yankının altında eziliyordum.
Odaya kapanmış, sigaramın ucunda yanan o küçük turuncu ışığa bakıyordum. Duman odanın içinde kıvrılarak yükseliyor, ama zihnimdeki düşünceleri dağıtmaya yetmiyordu. Umay’ın adı, Burak’ın kahkahasında yankılanmıştı. O kahkaha… İçimde taşıdığım o sessiz sırrı bir anda herkesin ortasına atmıştı. Ama en çok kendime kızıyordum. Çünkü Burak haklıydı. Yanık. İşte, bütün bu öfkenin, bu ağırlığın özeti buydu.
Derin bir nefes aldım, ciğerlerime dolan duman içimdeki gürültüyü biraz olsun bastırdı. Ama o an anladım. Bu böyle devam edemezdi. İçimde ne varsa, onları burada, bu odada bırakıp çıkmalıydım.
Sigaramı küllüğe bastırıp ayağa kalktım. Adımlarım, sanki zemine bir iz bırakıyordu. Kapıyı açtım, koridorun soğuk havası yüzüme çarptı. İçimde bir karar vardı, ama bu kararın ağırlığını taşıyıp taşıyamayacağımı bilmiyordum.
Odaya geri döndüğümde, hepsi aynı yerlerinde duruyordu. İlteriş, Burak, Mustafa Kemal, Eren… Gözler bana döndü, ama kimse bir şey söylemedi. Herkes, bir fırtınanın ortasına adım attığımı biliyordu.
Bir adım attım, sonra bir tane daha. Sonunda tam ortalarında durdum. Derin bir nefes aldım. “Dinleyin,” dedim, sesim sert ama kararlıydı. “Az önceki tavrım için özür dilerim. Burak, sana da. Haklıydın, ama o kahkahayı duyduğum an…” Duraksadım. Kelimeler ağırlaşıyordu. “O an kendime hâkim olamadım.”
Burak, her zamanki gibi bir espri patlatacakmış gibi ağzını açtı, ama gözlerimle susturdum onu. Bu kez konuşmak sırası bendeydi.
“Evet,” dedim, içimde bir taş daha ezilerek. “Umay. Bu konu… benim zayıf noktam. Ama bu, burada kalacak. Haluk Yarbay’a ya da Umay’a bir şey söylerseniz, işler kötüye gider. Bunu hepinizin anlamasını istiyorum. Burada kalacak. Burada, bu odada.”
Sessizlik. Bu kez, sessizlik öfkeyle değil, bir anlamayla doluydu. İlteriş, yüzünde her zamanki sakin ifadesiyle başını salladı. Mustafa Kemal, derin bir nefes aldı ama bir şey söylemedi. Eren, gözlerini yere dikmiş, sessizce dinliyordu.
Sonra Burak, bu kez ciddiyetle konuştu. “Komutanım,” dedi, sesi alışılmadık bir şekilde alçaktı. “Keşke… içinizde tutmak yerine gidip ona söyleseniz. Böyle, kendinizi yıpratacağınıza.”
Ona baktım. Bu kez o, Burak değildi. Bu kez, ciddiydi. Sözleri, benim bile duymaya cesaret edemediğim bir gerçeği dile getirmişti.
Sigaramı çıkardım, yaktım. Duman yine odanın içine dolarken, başımı çevirdim. Burak’a cevap vermedim. Çünkü onun sözleri, benim içimde bir cevaba zaten dönüşmüştü. Ama o cevap, neydi? Onu henüz bilmiyordum.
“Bırakalım,” dedim sonunda, sesimde bir yorgunluk vardı. “Şimdi bu konuyu bırakalım. İşimize bakalım. Bu… bu zamanla geçer.”
Geçer mi? Bilmiyorum. Ama bunu onlara söyleyemezdim. Sigaramın dumanı yine yükseldi, ama bu kez sadece odanın değil, ruhumun içinde de dolaşıyordu. Geçecek. Kendime tekrar ettiğim bir yalandı belki de. Ama yalanlar, bazen gerçeklerden daha ağır bir teselli sunar
Sigaramın dumanı havada asılı kalmıştı ki, hepimizin telefonları aynı anda titreşti. Masadaki sessizlik, bu küçük titreşimlerle yerini bir meraka bıraktı. Herkes neredeyse aynı anda telefonlarına yöneldi. Gözler ekrana kilitlendiğinde, odanın havası bir anda değişti.
“Karargâh: Acil toplantı. Tüm personel derhal katılacak.”
Bir mesaj. Kısa, net ve sorgusuz bir emir. Gözlerim ekrandaki kelimelere takılı kaldı. Mesajın ağırlığı, odadaki havayı daha da sıkılaştırdı. Herkes sessizdi. Burak bile konuşmuyordu. İlteriş telefonunu cebine koydu ve ilk hareket eden o oldu.
“Haydi,” dedi, yüzündeki ciddiyet, odadaki herkesin kendi rolüne dönmesini sağladı. “Toplanma vakti.”
Ayağa kalktım. İçimdeki dalgalanmalar bir anda yerini soğuk bir disipline bıraktı. Umay’ın, Burak’ın, sigaramın dumanında kaybolan düşüncelerin artık önemi yoktu. Bu mesaj, hepimizi yeniden şekillendiren bir çekiç gibiydi.
Burak, cips paketini kenara itti, ağzındaki son lokmayı yutarken bile sessizdi. “Bu kadar sessiz bir toplantı başlangıcı hayatımda görmedim,” diye mırıldandı, ama sesi alışıldık alaycılıktan yoksundu.
Eren, oturduğu yerden doğruldu. Gözleri bir an bana kaydı, sonra hızla ciddiyetle kapıya yöneldi. Mustafa Kemal çay bardağını masaya bıraktı, yüzündeki düşünceli ifade hiç değişmemişti.
İlteriş, arkasına dönüp hepimizi kontrol etti. “Altay, sen önde. Hadi, çıkıyoruz.”
Başımı salladım. Telefonu cebime koyarken, bir an mesajın ekranda kalan gölgesi zihnimde yankılandı. “Acil.” Bu kelime, bir asker için sadece bir emir değil, bir savaşa çağrı gibidir.
Koridorda adımlarımız yankılanıyordu. Herkesin yüzü kararlıydı. Gözlerde bir soru, ama ağızlarda bir sessizlik vardı. Bu sessizlik, savaş öncesinin sessizliği gibiydi. Herkes bir şeyler düşünüyordu, ama kimse konuşmuyordu.
Karargâhın kapısına vardığımızda, içeri giren ilk kişi İlteriş oldu. Ben hemen arkasındaydım. Odanın içinde bizi bekleyenler, gözlerini bize çevirdi. Yüzlerdeki ifadelerden bir şeylerin ters gittiğini anlamak zor değildi.
Bir masanın etrafında toplanan yüksek rütbeliler, başlarını kaldırıp bizi süzdü. Haluk Yarbay da oradaydı. Gözleri benimkilerle buluştuğunda, bir şey söylemedi, ama yüzündeki çizgiler daha da derinleşti.
İçeri girdiğimizde kapı kapandı. Sessizlik, bir ağırlık gibi üzerimize çöktü. Hepimiz masanın çevresinde yerimizi aldık. İlteriş, bakışlarını bir an Haluk Yarbay’a çevirdi, sonra dikkatle sessizce bekledi.
Haluk Yarbay derin bir nefes aldı. Gözleri bir kez daha üzerimizde dolaştı. Sonra, sesi odanın duvarlarında yankılandı:
“Beyler, bu toplantı… kolay olmayacak.”
Ve o an, hepimiz anladık. Bu toplantı, sadece bir emirden fazlasıydı. Bu, yeni bir savaşın kapısını açan bir çağrıydı.
Odanın içindeki hava, Haluk Yarbay’ın sözleriyle iyice ağırlaştı. Herkesin gözleri, sanki beklenen bir patlamayı izliyormuş gibi ona kilitlenmişti. Ben, sessizce masanın köşesinde oturmuş, elimde tuttuğum kalemi farkında olmadan sıkıyordum. Yarbay’ın gözleri hepimizi taradıktan sonra, derin bir nefes alıp devam etti:
“Halid El-Karim.”
Bu isim odanın duvarlarında yankılandı. Kalemi bırakıp ellerimi masanın üzerine koydum. Herkes gibi, ben de bu ismi tanıyordum. Onun yaptığı katliamları, ardında bıraktığı yıkımı. Ve şimdi, o ismin burada, bu odada, bu masanın üzerinde bir hedef olarak durduğunu bilmek…
Yarbay konuşmaya devam etti. “Halid El-Karim, bölgedeki en tehlikeli terörist liderlerden biri. Uzun zamandır peşindeyiz, ama her defasında izini kaybettirmeyi başardı. Şimdi, elimizde onun yerini tespit eden somut bir bilgi var. Bu, onun en savunmasız olduğu an. Bu fırsatı değerlendirmezsek, bir daha bulamayabiliriz.”
Gözlerim masadaki haritaya kaydı. Üzerinde kırmızı bir daire vardı. Cudi Dağı’nın güneydoğusunda bir bölge. Haritanın üzerinde işaretlenen nokta, sanki o bölgeyi daha karanlık ve daha tehlikeli gösteriyordu.
Yarbay, elindeki dosyayı açıp devam etti. “Bölge, Halid’in ana operasyon merkezlerinden biri. Sadece o değil, örgütün diğer kilit isimleri de orada olabilir. Ama bu görev, bir şeyden fazlası. Bu, Halid’i ele geçirmek ya da etkisiz hale getirmekle ilgili. Bu, örgütün omurgasını kırmakla ilgili.”
İçimde bir şeyler hareketleniyordu. O masa başında oturuyor, Yarbay’ı dinliyor, ama aynı zamanda o ismi zihnimde tartıyordum. Halid El-Karim. Onun ismi, operasyonun ciddiyetini bize yeterince anlatıyordu.
İlteriş, Yarbay’ın konuşmasını bölmeden, sakin bir sesle sordu: “Hedef bölge hakkında elimizde başka ne bilgi var, komutanım?”
Yarbay başını salladı. “Bölge sarp kayalıklarla çevrili. Yer altı tünelleri ve korunaklı mevzilerle desteklenmiş. Bu, sadece bir yakalama operasyonu değil. Bu, aynı zamanda bir savaş olacak.”
Savaş. O kelime odanın içinde yankılandı. Masadaki herkes, o an için savaşa hazırlanmış gibiydi. Ama o hazırlığın altında, sessiz bir ağırlık da vardı.
Yarbay bana döndü. Gözleri benimkilerle buluştuğunda, sanki bir anlığına başka bir şey arıyormuş gibiydi. “Altay,” dedi. “Bu görev senin liderliğinde yürütülecek. Timin, bu göreve en uygun ekip. Hazırlıklarınızı hemen başlatın.”
Başımı hafifçe salladım. “Anlaşıldı, komutanım.” Sesim sakin çıkmıştı, ama içimde bir fırtına vardı.
Masadaki sessizlik, Yarbay’ın son sözleriyle daha da ağırlaştı. “Bu görev, hepimiz için önemli. Ama unutmayın: Bu, kolay bir iş değil. Halid El-Karim, bugüne kadar birçok askerimizi kaybetmemize neden oldu. Bu kez, biz kazanmalıyız.”
Toplantı sona ererken, masadan kalktım. Herkes gibi ben de odadan çıkarken aklımda aynı isim vardı. Halid El-Karim. Ama o ismin yanında başka bir düşünce daha vardı. Umay. Eğer bu görev başarısız olursa, bir daha ne onu ne de bir başkasını görecek kadar şanslı olmayabilirdim. Bu düşünce, sırtımda bir yük gibi taşıyordum.
Koridorda yürürken, İlteriş yanıma yaklaştı. “Altay,” dedi sessizce. “Bu görev, sıradan bir operasyon değil. Bunu biliyorsun, değil mi?”
Başımı salladım. “Biliyorum. Ama sıradan olsaydı, bizi seçmezlerdi.”
O, hafifçe gülümsedi. Ama bu gülümseme, altında sakladığı ciddiyeti gizleyemiyordu. “O zaman hazırlanalım,” dedi. “Bu kez hata yapma lüksümüz yok.”
“Hiçbir zaman yoktu, İlteriş,” dedim. Ve o an, içimdeki sessizlik, savaşın başlamış olduğunun habercisi gibiydi.
Odaya girerken, içeride kalan sessizlik, dış dünyanın gürültüsünü tamamen yutmuş gibiydi. Haluk Yarbay masanın başında oturuyor, kaşları çatılmış bir şekilde önündeki belgeleri inceliyordu. İlteriş hemen yanımdaydı, her zamanki gibi sessiz ve dikkatli. Üst rütbelilerden oluşan heyet, masanın etrafına dağılmış, herkes kendi düşünceleriyle meşgul görünüyordu.
Bir an için durup odayı süzdüm. Hava, barut kokusundan değil, bir şeylerin planlandığı, hesaplandığı bir ağırlıktan yoğundu. Bu, savaşın öncesiydi. O görünmez cephe, bir masanın başında çizilir. İşte şimdi o masadaydık.
Kapı tekrar açıldığında, içeri girenler sessizce ilerlediler. MİT’ten gelen ekipti. Üzerlerinde resmi kıyafet yoktu; sade, ama dikkat çekici bir şekilde kendilerini taşıyorlardı. Ellerindeki belgeler ve yüzlerindeki ifadeler, getirdikleri haberin ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu.
“Halid El-Karim hakkında daha detaylı bilgiye sahibiz,” dedi içlerinden biri, gözlerini masadaki herkese tek tek gezdirerek. Sesi, odanın ağır havasını daha da yoğunlaştırdı. “Halid, alışılmışın dışında bir lider. Sadece çatışma ve terörle değil, kişisel zaaflarıyla da dikkat çekiyor. Eğlenmeyi seven, lüksü ve gösterişi hayatının merkezine koymuş biri.”
Bu sözler üzerine masadaki herkesin dikkati daha da keskinleşti. İlteriş, ellerini önünde birleştirmiş, sessizce dinliyordu. Ben ise sözlerin ardındaki anlamı kavramaya çalışıyordum.
“Altını sever,” diye devam etti MİT görevlisi. “Mücevherlere, gösterişli hediyelere, zenginlik sembollerine zaafı var. Bu zaafı, çevresindeki insanlara güven duyduğu kadar, onları manipüle etmek için de kullanıyor.”
Haluk Yarbay, kollarını masanın üzerine koyup biraz öne eğildi. “Bunu nasıl avantaja çevirebiliriz?” diye sordu.
Görevli, elindeki dosyayı açarak masanın üzerine bir fotoğraf koydu. Fotoğrafta Halid El-Karim, altın süslemelerle dolu bir odada, çevresindeki birkaç kişiyle birlikte gülümseyerek poz veriyordu. Arka plandaki ihtişam, onun zaafını açıkça gözler önüne seriyordu.
“Bir plan geliştirdik,” dedi görevli. “Halid, bölgedeki zengin tüccarlarla tanışmayı sever. Altın ve mücevher ticaretiyle uğraştığınızı iddia ederek ona yaklaşabilirsiniz. Güvenini kazandıktan sonra, operasyonun diğer aşamalarına geçebiliriz.”
Bu sözler üzerine İlteriş bana döndü. Gözlerindeki ifade, planın zorluğunu anlamış olduğunun bir göstergesiydi. “Bu rolü oynayabilecek iki kişi var,” dedi. “Altay ve ben.”
Bir an için duraksadım. İlteriş’in gözleriyle buluştuğumda, onun ne kadar kararlı olduğunu görebiliyordum. Bu, alışık olduğumuz bir operasyon değildi. Ama bu tür bir görev, bize yakışırdı.
Görevli, masadaki haritayı açarak konuşmasına devam etti. “Halid’in bulunduğu yer, korunaklı bir malikanede. Ama bu malikane, aynı zamanda onun eğlence merkezlerinden biri. Partiler düzenler, zenginliğiyle insanları etkiler. Bu partilerden birine katılmayı başarmanız gerekiyor.”
“Peki ya güvenlik?” diye sordum.
Görevli başını salladı. “Yoğun. Ama partilere katılan kişiler genellikle çok sıkı aranmıyor. Bu da sizin avantajınız olabilir. Ancak içeride her adımınızı dikkatle atmanız gerekiyor.”
Planın detayları birer birer ortaya çıkarken, İlteriş’le aramızda kısa bir bakışma oldu. Onun zihninde de benimkine benzer düşünceler döndüğünü hissedebiliyordum. Bu, hem zekâmızı hem de cesaretimizi sınayacak bir görevdi.
“Ne kadar süremiz var?” diye sordum.
“Parti üç ay sonra,” dedi görevli. “Bu, Halid’in en yakın çevresiyle bir araya geleceği bir etkinlik olacak. Hazırlıklarınızı hızlıca yapmalısınız.”
Başımı salladım. “Anlaşıldı.”
Planın geri kalan detayları üzerinde konuşurken, içimde bir karışıklık vardı. Bu, sadece bir görev değil, aynı zamanda başka bir savaştı. Halid El-Karim, belki de şimdiye kadar karşılaştığımız en tehlikeli düşmandı. Ama onun zaaflarını, kendi lehimize kullanacak olmanın düşüncesi, bu tehlikeyi biraz olsun dengeliyordu.
Toplantı sona erdiğinde, İlteriş’le birlikte odadan çıktık. Koridorlarda yankılanan adımlarımız, üzerimize binen sorumluluğun ağırlığını taşıyordu.
“Altın ve mücevher tüccarları, ha?” dedi İlteriş, hafif bir gülümsemeyle. “Bu kez sahada değil, sahnenin üzerindeyiz.”
Ona baktım, gözlerimde bir ciddiyet vardı. “Amaç aynı, İlteriş,” dedim. “Bu kez silahlarımız kelimeler ve davranışlarımız olacak. Ama unutma, düşman aynı derecede tehlikeli.”
O, başını salladı. “Haklısın. Ama bu işi başaracağız. Çünkü başka bir seçeneğimiz yok.”
Koridorun sonuna vardığımızda, içimde garip bir huzur vardı. Çünkü her savaş gibi, bu da bizi tanımlayacaktı. Ama bu kez, sadece zafer değil, rolümüz de bizi tanımlayacaktı.
Koridor boyunca İlteriş’le birlikte sessizce yürüyorduk. Adımlarımızın yankısı, toplantının ağırlığını hala üzerimizde taşıyordu. Halid El-Karim’in adı, zihnimde dolanıp duruyordu. Planı her ayrıntısıyla gözden geçiriyor, neyin eksik kalabileceğini düşünüyordum. Ama bu düşüncelerin ortasında, arkamızdan gelen ses bizi durdurdu.
“asker dur!” Haluk Yarbay’ın sesi, her zamanki gibi sert ve netti. Döndüğümüzde, yüzünde hem yorgun hem de kararlı bir ifade vardı. O adım adım yanımıza geldiğinde, İlteriş gözlerini kısarak onu izledi. Yarbay’ın bir şey söylemeden önce durup bizi süzmesi, ne geleceğini az çok tahmin etmemizi sağlıyordu.
“Bu operasyonun başarısı, yalnızca zekânıza ve cesaretinize değil, aynı zamanda görünüşünüze de bağlı olacak,” dedi. Sesi, bir emrin taşımakta olduğu ağırlığı taşıyordu.
“Evet, komutanım,” dedim. Ama içimde bir huzursuzluk vardı. Ne söyleyeceğini biliyor gibiydim, ama duymak istemiyordum.
Yarbay, gözlerini önce İlteriş’e çevirdi. “Üsteğmen Yıldırım, sakal bırakıyorsunuz. Düzgün ve profesyonel görünecek şekilde, ama belirgin bir sakal istiyorum. Bu, karakteriniz için önemli.”
İlteriş, her zamanki sakin tavrıyla başını salladı. Ama dudaklarının kenarında, alaycı bir gülümseme belirmişti. O, bunu fırsata çevirecek bir adamdı.
Sonra Yarbay’ın gözleri bana döndü. Gözlerindeki ifade, kelimelerinden daha sertti. “yüzbaşı Altay, saçlarınızı uzatıyorsunuz. Ayrıca sakal yada bıyık bırakacaksınız. Kılık değiştirme, her şeyden önce detaylarda gizlidir.”
Bu sözler, bir anda içimde bir isyan duygusu uyandırdı. Ama Yarbay’ın yüzündeki yorgun ama kesin ifade, bu isyanı bastırmamı sağladı. “Anlaşıldı, komutanım,” dedim, sesim düşük ama duyulacak kadar netti.
Yarbay, arkasını dönüp koridorda uzaklaşırken, omuzları düşmüş gibiydi. Yılların ağırlığını taşıyan bir adamın yorgunluğuyla yürüyordu. Gözlerim, onun ağır adımlarını izlerken, içimde bir şeyler dalgalandı. Ama bu dalgalanma, yanımdaki İlteriş’in sessizliğiyle bir anda bozuldu.
İlteriş, alaycı bir şekilde sırıtarak bana döndü. “Göster bakalım koyun kafanı,” dedi, gülümsemesini saklamadan.
Gözlerimi ona diktim, ama dudaklarımda hafif bir gülümseme vardı. “Koyun kafanı mı? İlteriş, senin gibi bir herifin sakalla neye benzeyeceğini hayal bile edemiyorum.”
Bu sözlerin ardından omzuna bir şaplak indirdim. İlteriş, kahkahasını bastırmaya çalışırken geri çekildi. Ama içimdeki huzursuzluk henüz tam olarak kaybolmamıştı.
Saçlarımı uzatmak… Bunun ne kadar zahmetli olacağını biliyordum. Çünkü saçlarım uzamaya başladığında, kendi iradesiyle hareket etmeye karar verirmiş gibi, kıvırcıklaşıyordu. Yıllardır düzenli olarak sıfıra vuruyordum, çünkü bu saçları kontrol etmek bir işkenceydi. Ama şimdi, bu kıvırcık yığını uzatmam gerekiyordu.
“Altay,” dedi İlteriş, yan gözle bana bakarak. “Senin o kıvırcık saçlarınla nasıl görüneceğini hayal bile edemiyorum. Bu, operasyonu başarmaktan daha büyük bir meydan okuma olabilir.”
Başımı iki yana salladım, ama hafifçe gülmekten kendimi alamadım. “Sakın bana bir daha koyun kafalı dersen, seni o sakalını uzamadan gebertirim, İlteriş.”
Koridorun sonunda adımlarımız tekrar yankılanırken, içimde bir karmaşa vardı. Bu operasyon, görünüşümden çok daha fazlasını değiştirecek gibiydi. Ama İlteriş’in alaycı sözleri, bu ağırlığı taşımayı biraz daha kolaylaştırıyordu.
Koridorun sonuna geldiğimde, içimde bir isyanın kıpırdandığını hissettim. Elimi saçlarıma götürüp kaşıdım, sanki bu durumdan kurtulmak için bir çözüm arıyormuş gibi. Ama bu, saçma bir harekettir; çözüm saçlarımda değil, zihnimde olmalıydı. Derin bir nefes aldım, ama o nefes içimdeki öfkeyi ve rahatsızlığı yatıştırmaya yetmedi.
Cebimden sigaramı çıkardım. “Bir nefes almak lazım,” dedim kendi kendime. Adımlarım beni dışarı çıkardı. Hava serindi, ama sigaramın ilk dumanı ciğerlerime dolarken bu serinlik hafifledi.
Dışarıda yalnız kalmayı ummuştum, ama içeriden Burak’ın kahkahası duyulmaya başladı. Ardından kapı açıldı ve İlteriş, arkasında Burak ve Eren’le birlikte dışarı çıktı. İlteriş’in yüzünde, her zamanki alaycı gülümseme vardı. Burak ise bir şeyler mırıldanarak yaklaşıyordu.
“Komutanım!” dedi Burak, yüzünde her zamanki muzip ifade. “Duyduk ki yeni bir moda akımı başlatıyormuşsunuz! Saçlar uzuyor, bıyık geliyor… Bize de mi yapalım? Birlikte ‘Altın ve Mücevher Tüccarları Derneği’ kuralım mı?”
Eren kahkahayı bastı. İlteriş, sessizce gülümseyerek sigarasını yaktı. Ama Burak’ın enerjisi tükenmek bilmiyordu.
“Komutanım,” dedi, gözlerinde sanki bir çocukluk hevesi varmış gibi. “Saçlarınız kıvırcık oluyormuş. Vallahi ne yalan söyleyeyim, sizi hayal edince aklıma tek bir şey geliyor: İspanyol bir boğa güreşçisi. Elinde bir mendil, kıvırcık saçlar rüzgarda savruluyor… Altın ve mücevher satmak için mükemmel bir profil!”
Bu sözlere Eren daha da kahkaha attı. Mustafa Kemal, sessizce bir köşede duruyor, ama dudaklarının kenarındaki belli belirsiz gülümsemeyi gizleyemiyordu.
Burak, kahkahalar arasında devam etti. “Ama komutanım, gerçekten, bu kıvırcık saçlarla ne yapacaksınız? Bıyık da gelince tam olur! Belki size bir şapka alırız, yanına bir baston…”
“Burak,” dedim, sigaramdan bir nefes daha alıp dumanı ağır ağır bırakarak. “Eğer çeneni biraz daha açarsan, seni bu operasyonda pazarlık malzemesi olarak Halid’e sunarım.”
Bu sözler üzerine Burak bir anlığına durdu, ama yüzündeki muzip ifade daha da büyüdü. “Komutanım, o zaman Halid’i etkileyebilirim. Ne de olsa, ben de parlak bir yetenek sayılırım!”
İlteriş, sonunda dayanamayarak araya girdi. “Burak, çenen bu kadar açılmışken, keşke biraz işimize yarar bir şey söylesen.”
Eren gülerek Burak’a döndü. “Altay komutanım haklı. Seni pazarlık malzemesi yaparsak, Halid seni bir haftada geri gönderir. Hem de yanına not bırakır: ‘Çok konuştunuz, alıp gidin.’”
Kahkahalar yeniden yükseldi. Ben ise sessizce sigaramı küllüğe bastırdım. Gözlerimle Burak’a baktım. “Burak,” dedim, sesimde hem ciddiyet hem hafif bir alay vardı. “Bir gün şu çeneni kontrol etmeyi öğrenirsen, belki gerçek bir asker olabilirsin. Ama o güne kadar, sen sadece eğlence malzemesisin.”
Burak, yüzündeki alaycı ifadeyi kaybetmeden başını eğdi. “Emredersiniz, komutanım,” dedi. “Ama eğlence olmadan hayat çok sıkıcı olur, unutmayın.”
İlteriş, elindeki sigarayı söndürerek hafifçe güldü. “Altay, Burak’ın çenesine alışmamız lazım. Bu, bizim sınavımız.”
Başımı iki yana salladım. “Bu sınavı geçersek, Halid’le uğraşmak çocuk oyuncağı olur.”
O an, hepimiz bir anlığına gülümseyip sessizce durduk. Ama bu sessizlik, savaşın gölgesinde bir mola gibiydi. Çünkü biliyorduk ki, bu kahkahalar, sadece fırtınadan önceki sakinlikti.
Sigaramı küllüğe bastırmış, Burak’ın çenesinin yorulmasını bekliyordum ki, bir anda Mustafa Kemal araya girdi. Sessiz duran o adamın, birden böyle konuşması beni her zaman şaşırtırdı.
“Yalnız,” dedi, sesi her zamanki gibi sakin ama bu kez bir alay tonu vardı. “Komutanıma yakışır bu saç mevzusu. Düşünsenize, tam bir matador. Matadorların komutanı gibi bir herif! Hele heybetine bak hele, yuh ki ne yuh! Hangi boğa karşısında durabilir? Heyt be, maşallah.”
Bu sözler odada yankılanırken, önce bir sessizlik oldu. Sonra, kahkahalar bir anda patladı. Burak, bu fırsatı kaçırmazdı tabii. Kahkahasının arasında, “Aynen öyle! Hele bir pelerin atsın omzuna, Cudi Dağı’ndan boğa güder gibi Halid’i güder!” dedi.
Mustafa Kemal durmadı, devam etti. “Ama bu iş sadece heybetle olmaz. Komutanımın gözlerinde öyle bir kararlılık var ki, bırak boğayı, o gözlere bakan Halid bile ‘Aman ben teslim olayım,’ der.”
Bu sefer ben bile gülmeye başladım. Dudaklarımda hafif bir tebessüm belirmişti, ama bu adamlara asla tam anlamıyla belli etmem. Sadece, “Saçmalamayı bırakın,” dedim, ama sesimdeki alaycı ton, onların daha da gülmesine neden oldu.
İlteriş, gözlerini kısarak beni süzdü. “Bak hele bak, hoşuna da gidiyor!” dedi. “Komutan matador, hem de altın ve mücevher tüccarı kılığında. Altay, yeni lakabını bulduk galiba.”
Burak, bu sözlerin üzerine bir adım öne çıktı. Ellerini iki yana açıp, dramatik bir tonla konuşmaya başladı: “Efendiler, karşınızda Altay El-Matador! Mücevherleriyle büyüler, bakışıyla düşmanı alt eder. Bu ne heybet, bu ne karizma!”
Kahkahalar tekrar yükseldi. Eren, neredeyse kahvesini masaya döküyordu. Mustafa Kemal ise hala yüzünde o sakin ama muzip ifadeyle bana bakıyordu.
Ben, omuzlarımı geriye atıp Burak’a döndüm. “Burak,” dedim, sesimde hafif bir tehdit tonu. “Eğer bu çeneni kapamazsan, seni boğa gibi arenada koştururum. Altay El-Matador, seninle antrenman yapar.”
Burak, ellerini havaya kaldırdı. “Aman komutanım, siz matadorsunuz, biz zavallı Burak. Ama hakkınızı yemem, cidden karizma akıyor sizden.”
Bu sözlere Mustafa Kemal bile dayanamayıp kahkahayı bastı. İlteriş, sigarasını küllüğe bastırırken, “Tam bir sirke döndük,” dedi. “Altay, Burak’ın çenesi sayesinde Halid’den önce biz pes edeceğiz.”
Gülmekten karnım ağrıyordu artık. Ama yüzümdeki tebessümü toparlayıp onlara sert bir bakış attım. “Hadi,” dedim. “Şaka bir yana, hazırlıklara başlayalım. Çünkü bu boğa güreşi, arenada bitecek.”
Ama içimde, bu adamların bu kadar saçmalayarak bile beni güldürebilmesinin garip bir huzurunu hissediyordum. Çünkü ne kadar saçmalasalar da onların yanındayken bu savaşın yükü bir nebze hafifliyordu.
Saçım uzayana kadar sinir küpü gezeceğimin farkındaydım. Bu, benim için baştan kaybedilmiş bir savaştı. Her sabah aynaya bakıp o uzamaya çalışan kıvırcıkları görmek, adeta kendi irademe karşı yenildiğimi hissettirecekti. Daha şimdiden düşüncesi bile içimde bir öfke dalgası yaratıyordu. İlteriş’in de bu durumun farkında olduğuna emindim. Zaten o, her zamanki rahatlığıyla bu fırsatı kaçırmadı.
“Altay,” dedi, odada sessizce notlarımı gözden geçirirken. Gözlerini kısarak, ciddi gibi görünen ama alaycı bir tonla ekledi: “Sana bir antidepresan önersem, ne dersin?”
Başımı kaldırıp ona baktım. “İlteriş,” dedim, yüzümde en sert ifadeyi takınarak. “Bu şakanın sınırını geçtin. Sadece bu saç meselesi yüzünden sinirliyim, ama bu sinir bana enerji veriyor. O yüzden, önerini kendine sakla.”
O, hafifçe güldü ve yanımdaki sandalyeye oturdu. “Bakıyorum, iyice paranoyak olmaya başladın. Ama şunu söyleyeyim: Sinirli Altay, sahada mükemmel olabilir, ama burada bir felaket. Bence saçlarınla barışmayı dene. Kim bilir, belki sonunda seversin.”
Ona gözlerimi devirdim, ama bir şey demedim. Çünkü kafamın içinde başka bir düşünce dolaşıyordu. Saçlarım uzadığında, kıvırcık bir yığını andıracağını biliyordum. Ve bu görüntüyü biri görse, ne derdi? Umay görse, mesela?
Bu düşünce, içimde hafif bir sıcaklık yarattı. Gözlerim masanın üzerindeki kağıtlara odaklanmıştı, ama zihnim başka bir yerdeydi. Umay… Onun bu saçları görüp hafifçe güldüğünü hayal ettim. O, hiçbir şeyi doğrudan söylemezdi, ama yüzündeki ifadeyle her şeyi anlatırdı.
“Ne düşünüyorsun?” İlteriş’in sesi beni hayal dünyamdan çekip aldı. Gözlerimle ona döndüğümde, yüzünde hafif bir merak vardı.
“Hiçbir şey,” dedim, ama sesim yeterince inandırıcı değildi.
İlteriş, kaşlarını kaldırdı. “Hiçbir şey mi? Senin gibi bir adam, böyle dalıp gitmişken ‘hiçbir şey’ dediğinde, bu, tam olarak hiçbir şey değildir. Söyle bakalım, ne düşünüyordun?”
Bir an duraksadım. Sonra derin bir nefes alıp başımı salladım. “Umay’ı,” dedim. “Onun bu saç meselesine ne diyeceğini düşündüm.”
İlteriş, birkaç saniye sessiz kaldı. Yüzündeki alaycı ifade yerini bir ciddiyete bıraktı. “Umay,” dedi yavaşça. “Eğer burada olsaydı, büyük ihtimalle sana bir şey söylemezdi. Ama o yüz ifadesiyle, seni mahvederdi. Haklı mıyım?”
Gülümsedim, ama bu gülümsemenin ardında bir ağırlık vardı. “Evet,” dedim. “Tam da öyle. O hiçbir şey söylemezdi, ama bakışı yeterdi.”
İlteriş, elindeki kalemi masaya koydu. “Altay,” dedi. “Umay’ı düşünerek bu saç meselesini biraz daha çekilir hale getirebilirsin. Belki de ona ne söyleyeceğini hayal etmek, bu saç işkencesini daha kolay atlatmana yardımcı olur.”
“Belki,” dedim, ama gözlerim hala masanın üzerindeki boş bir noktaya odaklanmıştı. “Ama bu sadece saç meselesi değil. Umay’ı düşündüğümde, saçtan çok daha fazlasını düşünüyorum.”
İlteriş, bir süre sessiz kaldı. Sonra hafifçe omzuma vurdu. “O zaman düşünmeye devam et, Altay. Ama şunu unutma: Düşünceler bazen bir yük olabilir. Hafifletmek için paylaşmayı öğren.”
Başımı salladım, ama ona bir cevap vermedim. Çünkü bu düşünceler, sadece bana aitti. Umay’ın yokluğu, saçlarımın uzamasından daha büyük bir işkenceydi. Ama bu işkenceyi bile, onunla paylaşamamanın acısı daha ağırdı.
Spor salonunun ağır kokusu ve makinelerin metalik sesi arasında, kendi düşüncelerimle baş başaydım. Ağırlık barını kaldırırken kaslarımda hissettiğim yanma, zihnimde birikmiş karmaşayı bir nebze olsun hafifletiyordu. Ama içimde başka bir yanma vardı ki, hiçbir egzersiz onu dindiremiyordu.
Her tekrarda, gözlerimi kapattığımda, Umay’ın yüzü beliriyordu. O keskin bakışları, hafifçe yukarı kalkmış kaşları, beni mest eden ceylan gözleri… Sonra anılar dolup taşıyordu zihnime. Birlikte yaptığımız dövüş antrenmanları. Onun ince ama güçlü hareketleri, bana meydan okuyan tavrı. “Hadi Altay, daha hızlı olmalısın,” derdi, gülümseyerek. Sanki bir adım öndeymiş gibi. Ama o gülümseme, her şeyin ötesinde bir yerlerde saklıydı şimdi.
Bir an, hayalden çıkmak için kendime sert bir tokat attım. Yanaklarımda bıraktığı yanma, zihnimdeki ağırlığı dağıtmaya yetmiyordu. Unutmam gerekiyordu, değil mi? Umay’ı düşünmeyi bırakmam gerekiyordu. Ama o isim, içimde bir tohum gibi büyüyordu. Her an daha da derine kök salıyordu ve bu, beni boğuyordu.
Ağırlıkları bırakıp koşu bandına geçtim. Ayaklarımın altında hızla dönen bant, bir an olsun içimdeki bu yükü unutacağımı hissettirdi. Koştum. Daha hızlı. Daha uzun. Kan ter içinde kalana kadar koştum. Nefesim daralmıştı, ama zihnim hâlâ aynı sorularla doluydu. Koşmak yetmedi. Hiçbir şey yetmiyordu.
Sonunda, kaslarım ağrımaya başlayınca durdum. Ter, yüzümden aşağı süzülüyordu. Gergin kaslarımı rahatlatmak için duşa gitmekten başka çarem yoktu. Duş, bazen zihni de arındırırdı.
Spor salonunun soyunma odasına doğru yürürken, kapının eşiğinde İlteriş belirdi. Her zamanki rahat tavrıyla, elleri cebinde bana baktı. “Altay,” dedi, sesinde hafif bir otoriteyle. “Bu gece çocuklarla dışarı çıkıyoruz. Geliyorsun. İtiraz istemiyorum.”
Duraksadım, gözlerimi ona diktim. “Alkollü mü?” dedim. Beni tanıyordu. Alkolden uzak durduğumu biliyordu.
O, hafifçe güldü. “Hayır,” dedi. “Düz kebapçıya gidiyoruz. Yeter artık şu yemekhane yemekleri. Biraz nefes alalım.”
Bir an durup düşündüm. Vücudum yorgundu, zihnim daha da yorgundu. Ama bu daveti reddetmek, İlteriş’in eline bir koz vermek olurdu. “Tamam,” dedim, yüzümde hafif bir bıkkınlıkla. “Ama beni pişman etme.”
O, başını salladı ve her zamanki gibi hafif bir gülümsemeyle ekledi: “Senin bu karamsarlığın bir gün seni boğacak, Altay. O yüzden bırak da biraz hava alalım. Çocuklar seni bekliyor.”
Duşa doğru yürümeye devam ettim. İlteriş’in sözleri zihnimde yankılanıyordu. “Karamsarlığın bir gün seni boğacak.” Belki de çoktan boğmuştu. Ama bu gece, o boğulmayı bir kenara bırakmam gerekiyordu. En azından birkaç saatliğine.
Hızlıca duşumu aldım, sıcak suyun altında biraz daha kalıp zihnimi temizlemek istedim, ama İlteriş’in sesi hâlâ kafamın bir köşesinde yankılanıyordu: “Karamsarlığın bir gün seni boğacak.” O an içimden ona “Çoktan boğdu,” demek geçti, ama bu bir şeyi değiştirmezdi. Üzerimi giyinip, akşam namazını kıldıktan sonra timin yanına gittim.
Her biri sivil kıyafetlerle bekliyordu ve dürüst olmak gerekirse, hepsi kendi çapında yakışıklı çocuklardı. Üniformayla sert görünen yüzleri, sivilde bambaşka bir hava almıştı. Burak, her zamanki gibi fazla rahat bir t-shirt giymiş, ama en azından cips lekesi yoktu. Mustafa Kemal, temiz bir gömlekle sanki özel bir davete gidiyormuş gibiydi. Eren, jean ve deri ceketle rock yıldızı gibi görünüyordu. İlteriş ise klasik bir sade şıklıkla kenarda durmuş, cebinden bir sigara çıkarıyordu.
Gözlerimle hepsini süzdüm, ama bir şey söylemedim. İlteriş’e baktım ve sadece başımı salladım. O da bana kafasıyla karşılık verdi. “Hadi,” dedim. “Gidelim.”
Arabaya bindiğimizde, sessizlik sadece birkaç saniye sürdü. O kadar. Çünkü Burak vardı. Burak, arabada sessiz kalmanın bir asker için ölümden daha kötü olduğunu düşünüyor olmalıydı.
“Komutanım,” dedi, arka koltuktan eğilerek. “Bu akşamın anlam ve önemini bir kez daha hatırlatmak isterim: Bu, yemekhane köftelerinden kurtuluşumuzun ilk günü.”
İlteriş, direksiyonun başında gözlerini yoldan ayırmadan konuştu. “Burak, yemekhanede kötü yemek yapıyor olabilirler, ama senin gibi biri için yine de fazla kaliteli. Şükret.”
Eren, Burak’a döndü. “Kebapçıya gidiyoruz, Burak. Sadece sessiz kal ve kebap hayali kur. Zaten konuşarak midemizi şimdiden bulandırıyorsun.”
Burak aldırmadı, daha da konuştu. “Komutanım, bu arada sivil kıyafetler size de yakışıyor. Ama sizin asıl şıklığınız o yakında uzayacak saçlarla olacak.”
Ona dikiz aynasından baktım. “Burak, senin şu çenen yüzünden Halid’in karşısında değil, burada sinir krizi geçireceğim. Sus.”
Ama Burak, bir asker için gereğinden fazla dayanıklıydı. “Komutanım, sadece söylüyorum. Saçlarınız uzadığında, kesinlikle bir tarak hediye edeceğim. Altın kaplama. Operasyona uygun.”
Mustafa Kemal araya girdi, gözlerini hafifçe Burak’a çevirerek. “Burak, sen susarsan hepimiz için daha güzel bir akşam olacak. Ama istersen önce seni başka bir arabaya bırakalım. Orada konuşmaya devam edersin.”
Bu sözlere kahkahalar patladı. Ben ise sadece gözlerimi devirdim.
Lokantaya vardığımızda, kapıdan içeri girdiğimiz an kebap kokusu yüzümüze çarptı. Ahşap masalar, duvardaki klasik Anadolu motifleri, biraz yüksek sesle çalan Türk sanat müziği… Burası tam bir esnaf lokantasıydı. Ve o an, yemekhanedeki soğuk tabldotlardan sonra burası bir saray gibi geldi.
Masaya oturduğumuzda, herkesin yüzünde hafif bir rahatlama vardı. İlteriş menüye bile bakmadan siparişi verdi. “Ortaya karışık kebap. Hepsinden bol bol.”
Burak, garsona döndü. “Ama bana ekstra acılı Adana.”
Eren, ona döndü. “Burak, sen zaten acıdan başka bir şeysin. Acılı Adana mı kaldı? Normal kebap bile seni dengeleyemez.”
Bu sözlere kahkahalar yükseldi. Mustafa Kemal, garsona dönerek, “Ona ekstra acı koyun,” dedi. “Belki o zaman konuşmayı bırakır.”
Ben, masada olanları izliyordum. Sigaramı çıkarıp masadaki küllüğe koydum. “Burak,” dedim. “Eğer bir kebapçıda bile susmazsan, seni Halid’in önüne koyacağım. Altın ve mücevherle değil, acılı Adana’yla kandırırız.”
Burak sırıtarak karşılık verdi. “Komutanım, Halid’e kebap satarsak belki de savaşı kazanırız. Taktik düşünmek lazım.”
Bu sözlere masadaki herkes bir anlığına kahkahalarla güldü. Ben ise yüzümde hafif bir tebessümle oturdum. Çünkü biliyordum, bu masada bu adamlarla olmak, savaşın dışında bir anlık nefes almak gibiydi. Ama o nefesin ne kadar süreceğini kimse bilmiyordu.
Masada kahkahalar biraz yatışmıştı, ama Burak’ın o sırıtan yüzü hâlâ karşımdaydı. Şu adamın çenesi, bütün timi Halid’in önünde satacak kadar kuvvetliydi. Öyle bir yetenek ki, savaştan sonra ona stand-up sahnesi mi açsam diye düşünmeden edemiyorsun.
Garson masayı donatmaya başladığında, herkesin gözleri parladı. Adana, Urfa, tavuk şiş, kuzu pirzola… Ortada koca bir dağ gibi yükselen kebap tabağına baktım. Şu an, bu dağın zirvesine tırmanmaya hazırım, diye düşündüm. Ama tabii, masanın çenesi Burak yine dayanamadı.
“Komutanım,” dedi, şişlerden birini alırken. “Sizce Halid de kebap seviyor mudur? Yani operasyon sırasında bir tepsi kebap götürsek, altın falan bırakmayı unuturuz belki. Barış yemeği olur. Ne dersiniz?”
Eren, Burak’ın elinden şişi çekip aldı. “Burak, senin ağzını bağlayalım da önce kendimiz doyalım. Zaten savaşı seninle kazanacağımızı bilsek bile, kimse seni Halid’e teslim etmez. Çünkü bu çene, düşmanı da çıldırtır.”
Mustafa Kemal, her zamanki sakinliğiyle masaya eğildi. “Ama düşünsenize,” dedi, sesi her zamanki gibi yavaş ama net. “Burak’ı Halid’in yanına bıraksak, beş dakika içinde Halid ya teslim olur ya da intihar eder.”
Kahkahalar masanın her yanına yayıldı. Ben ise sadece başımı iki yana sallayıp etime odaklanmaya çalıştım. Ama tabii ki Burak durmazdı. Duramazdı.
“Komutanım,” dedi, bu kez bana dönerek. “Ama bakın, şu saç meselesi ciddi. Kıvırcık saçlarınızla bir giriş yaparsanız, Halid sizi altın ve mücevher tüccarından çok Osmanlı paşası zanneder. Adam teslim olurken eğilir, elinizi öper. Sonra, operasyon biter.”
İlteriş, Burak’a bakıp gözlerini devirdi. “Burak,” dedi. “Bazen düşünüyorum da, seni bir ay sessiz tutmayı başarsak, dünya barışını ilan ederiz.”
Burak ise pes etmiyordu. “Komutanım, ama dünya barışı için bu kadar konuşmaya değer. Hem saç mevzusunda Altay komutanımı yalnız bırakmam. Hatta ben de saç uzatmaya başlarım.”
O an dayanamadım. Şişi masaya bıraktım, Burak’a doğru eğildim. “Burak,” dedim, gözlerimi kısmıştım. “Eğer bu masada bir daha saçlarım hakkında konuşursan, seni burada kebapla boğarım. Altın kaplama tarağını da mezarına koyarım.”
Masada kahkahalar yine patladı. İlteriş, karnını tutarak gülüyordu. Mustafa Kemal, bir yandan şişini yerken bir yandan gülümsemeye çalışıyordu. Eren, çay bardağını masaya bırakıp yüzünü iki eliyle kapatmıştı.
Ama Burak? Burak sırıtmaya devam ediyordu. “Komutanım,” dedi, göz kırparak. “Beni kebapla boğsanız bile, bu masada konuşmaktan vazgeçmem. Çünkü bu masada hayat var.”
Bu söz, masadaki herkesi bir an susturdu. Sadece birkaç saniye. Sonra, birer birer gülümsemeler geri geldi. Çünkü Burak haklıydı. Bu masada, bu kahkahalarda, bu kebapların dumanında gerçekten hayat vardı.
Ama içimde, o kahkahaların altında bir yerlerde hâlâ Umay’ın yüzü duruyordu. Ve o yüz, bütün bu gülüşmelerin ötesinde bir ağırlık gibiydi. Bunu kimseye belli etmedim. Sadece şişimi tekrar aldım ve yemeğe devam ettim. Çünkü bu masadaki hayat, o ağırlığı taşımaya bir süreliğine bile olsa yetiyordu.
Eren, masadaki son şişi bitirirken yüzünde her zamanki o gizli heyecan belirmişti. Bu, herkesin dikkatini çekmişti. Çünkü Eren heyecanlandığında, genellikle uzaylılardan ya da distopik dünyalardan bahsederdi. Ve bu kez de farklı değildi.
“Biliyor musunuz,” dedi, eliyle havada bir çember çizer gibi. “Geçenlerde bir çizgi roman okudum. İnanılmaz bir bilim kurgu. Dünya, paralel bir evrenin çöküşünden dolayı enerji çekiyor ve bu enerji sayesinde insanlar zihinlerini başka bedenlere aktarabiliyor.”
Burak, elindeki çatalı bırakıp gözlerini kıstı. “Eren, bu söylediğin kulağa hem çok saçma hem de çok etkileyici geliyor. Yani, insan başka bir bedene geçebiliyorsa, neden başka bir çizgi roman kahramanı olmuyor?”
Eren gülümsedi. “Ama işte bu noktada hikaye başlıyor! Çünkü bir grup insan, zihinlerini paralel evrenlerdeki süper kahramanlara aktarıyor. Ve bu, evrenler arası bir savaş başlatıyor!”
Masada hafif bir sessizlik oldu. Sonra Burak, sanki Eren’in söylediklerini tam anlamamış gibi bir an durdu, ardından yüzünde kocaman bir sırıtış belirdi. “Komutanım!” dedi, bana dönerek. “Düşünsene, Umay ve sen böyle bir çizgi romanda olsaydınız. Süper kahraman çift. İkisi de paralel evrenlerin kaderini değiştiren karakterler. Ama tabii, arada romantik sahneler de var. Hatta bak, isim bile buldum: ‘Altay ve Umay: Evrenlerin Muhafızları.’”
Gözlerimi Burak’a diktim, ama bir şey söylemedim. Çünkü İlteriş, fırsatı kaçırmadan araya girdi. “Ama Burak, Altay komutanım sadece kahraman olmaz. O, evrenin lideri olur. Bıyıklarıyla düşmanlarını yener, kıvırcık saçlarıyla evrenleri kontrol eder. Altın ve mücevher değil, karizmayla savaşı kazanır.”
Burak kahkahayı bastı. “Kesinlikle! Ve Umay da onun yanındaki gizemli savaşçı olur. Sessiz ama etkileyici. Arada Altay’ı kurtarır, tabii bu Altay’ın hoşuna gitmez. Ama sonunda romantik bir şarkı eşliğinde kocaman bir galaksiyi birlikte kurtarırlar.”
Eren, ellerini masanın üzerine koyup ciddi bir şekilde konuştu. “Ama bunu bilim kurgu çizgi romanına uygun hale getirmek için bazı şeyler eklememiz lazım. Mesela, Altay’ın saçları uzadıkça süper güç kazanıyor olabilir. Saçları ne kadar kıvırcıklaşırsa, o kadar güçlü. Ama saçlarını kısaltırsa, gücü azalıyor. Umay ise zihin kontrolü yapabiliyor. Altay’ın bıyıklarıyla birlikte bir enerji alanı yaratıyorlar.”
Masadaki kahkahalar patladı. İlteriş, masaya yaslanıp kahkaha atıyordu. Burak, ciddiyetle ekledi: “Ama Altay komutanım, arada Umay’a saçlarını kesmemesi gerektiğini söylemeli. Çünkü saçları kesilirse, süper güçleri yok oluyor. Bir sahne hayal edin: Altay, bir uzay gemisinde, ‘Umay, saçlarınla dünyayı kurtarabiliriz!’ diye bağırıyor. Ne romantik, değil mi?”
Artık dayanamayacak noktaya gelmiştim. Gözlerimi devirdim, ama içimde bir şeyler karışmıştı. Sandalyemi geriye ittim, masadan kalktım. “Ben bir hava alıyorum,” dedim, ama sesim sert çıkmadı. Sadece, daha fazla bu saçma sapan çizgi roman muhabbetine katlanamayacak kadar dolmuştum.
Kapıya doğru yürürken, içeriden kahkahalar yükselmeye devam ediyordu. İlteriş’in sesi yankılandı: “Altay, nereye gidiyorsun? Evrenin lideri olmaktan mı vazgeçtin?”
Burak’ın sesini duyabiliyordum: “Komutanım, gidip süper kahraman pelerinini mi alacak acaba?”
Kapının dışına çıktım, ama kulaklarım hâlâ içerideydi. Onların konuşmaları, kahkahaları, aralarındaki o saçma ama eğlenceli muhabbet, bir anlığına bile olsa her şeyi unutturuyordu. Dışarıdaki serin hava yüzüme çarparken, bir an durup düşündüm.
Umay… Eğer gerçekten bir çizgi romanın içinde olsaydık, o kahramanlık hikayesinin merkezinde ne olurdu? Belki de, saçma bir şekilde, Burak haklıydı. Biz, o hikayenin romantik sahnesiydik. Ama işte gerçek dünyada, ne saçlarımı kıvırcıklaştırıp güç kazanabiliyordum, ne de Umay’la bir galaksiyi kurtarabiliyordum. Gerçek dünyada, Umay yoktu. Ve ben, kahkahalar dolu o masaya dönmek yerine, yalnız başıma durup o yokluğu düşünüyordum.
Masaya geri döndüğümde kahkahalar hala devam ediyordu. İlteriş, garsona bir şeyler söylüyor, Burak ise sanki dünyanın en önemli kararını veriyormuş gibi menüye bakıyordu. Gözlerim bir anlığına masadaki kebap kalıntılarına takıldı. Herkes doyduğuna göre sıra belliydi: tatlı.
Garson geldiğinde İlteriş, hiç tereddüt etmeden siparişini verdi. “Bana şekerpare,” dedi, sesinde sanki bu seçim, hayatındaki en önemli kararmış gibi bir ciddiyet vardı.
Burak, menüye bakmayı bırakmadan, “Şekerpare mi? Vallahi şaşırdım, komutanım. Sizi daha sofistike bir tatlı seçerken hayal ederdim. Mesela fıstıklı baklava ya da sütlaç,” diye mırıldandı.
İlteriş gözlerini devirmeden önce garsona döndü. “Burak’a tatlı verme. Sadece su getir, ağzını yıkasın.”
Garson hafifçe gülümseyip bana baktı. “Siz ne alırsınız, komutanım?”
“Künefe,” dedim. Sanki bu seçim, benim varoluşsal sorunlarımı çözecekmiş gibi kesin bir şekilde söyledim. Tatlıdaki erimiş peynirin sıcaklığı, içimdeki karmaşayı biraz olsun yumuşatırdı belki.
Burak, menüyü garsona doğru salladı. “Ben henüz karar veremedim. Şimdi sütlaç mı alsam, yoksa fıstıklı kadayıf mı? Ama belki de dondurmalı irmik helvası…”
Eren, o an dayanamadı. “Burak,” dedi, yüzünde o her zamanki soğuk ama yorgun ifade. “Tatlıyı seçmen bir operasyon planlamak kadar uzun sürüyor. Tatlı işte, seç ve bitir.”
Burak, menüyü masaya bırakıp ellerini iki yana açtı. “Eren, sen anlamıyorsun. Tatlı, bir insanın ruh halini yansıtır. Sütlaç seçersen, basit bir insansın. Kadayıf seçersen, geleneklerine bağlısın. Ama dondurmalı irmik helvası seçersen hem geleneksel hem modern bir ruha sahipsin. Yani, tatlı bir kişilik testi gibi.”
Eren, kaşlarını kaldırdı. “O zaman senin tatlın kesinlikle ‘hiçbir şey’ olmalı. Çünkü ne kadar konuşursan konuş, bir ruhun olduğundan emin değilim.”
Masada hafif bir kahkaha dalgası yükseldi. Ama Burak, asla geri adım atmazdı. “Eren,” dedi, ciddi bir şekilde. “Bir gün ruhumu tatlıyla keşfetmek istersen, seni dondurmalı irmik helvasına davet edeceğim.”
İlteriş, elindeki çay bardağını masaya koydu. “Burak, ruhunu keşfetmeden önce, şu tatlıyı seç. Çünkü bu hızla gidersek, garsonu burada sabaha kadar tutacağız.”
Burak tam ağzını açacakken, garson onun konuşmasını kibarca böldü. “Siz de künefe alın, komutanım. Çok seviliyor.”
Burak, gözlerini garsona dikti. “Ama künefe seçersem, Altay komutanımla aynı tatlıyı almış olurum. Bu da bana onun gibi kıvırcık saçlar getirir mi?”
Bu sözler üzerine masadaki herkes bir anda sustu. Sonra, birer birer kahkahalar yükseldi. İlteriş, gülmekten neredeyse çayını döküyordu. Eren, yüzünü elleriyle kapatmış, Burak’ın bu kadar saçmalayabilmesine inanamıyordu.
Ben ise sadece başımı iki yana salladım. “Burak,” dedim, sesimdeki sabır tonu artık kaybolmuştu. “Eğer saçlarımı bir kez daha konu edersen, seni buradaki tatlıların hepsiyle boğarım. Şekerpareden başlayıp künefeyle bitiririm.”
Burak, sırıtarak geriye yaslandı. “Ama komutanım, o kadar kıvırcık saçınız varken tatlılara ihtiyacınız yok. Onlar zaten başlı başına bir sanat eseri gibi.”
İlteriş, bu kez kahkahasını bastıramadı. “Altay, adam haklı. Senin saçların gerçekten sanatsal bir ifade taşıyor. Hem kıvırcık hem güçlü. Adeta tatlı bir Picasso tablosu gibi.”
Ben ayağa kalktım. Sandalyemi hafifçe ittim ve başımı salladım. “Bu masadan kalkıyorum,” dedim, sesimde bir kararlılık vardı. “Siz burada tatlılar ve saçlarla ilgili felsefi tartışmalar yapmaya devam edin.”
Ama dışarı çıkarken, masadan gelen kahkahalar hala kulaklarımdaydı. Ve bir şekilde, onların bu saçma sapan muhabbeti, içimdeki bütün ciddiyetle çelişiyordu. Ama bu çelişki, beni hayatta tutuyordu.
Tatlılar servis edilirken masaya geri döndüm. Adımlarım, içerideki kahkahalar ve sohbetlerin ağırlığını taşıyordu. Sandalyeme oturduğumda, iri cüssemi yavaşça masanın ahşabına bıraktım. Çatalımı elime aldım, ama künefeye dokunmadan önce masadaki yüzlere baktım. Herkes bir şeyler söylüyor, gülüyor, hayatın içinde kaybolmuş gibiydi. Ama benim içimde bir şey, sessizce kendini tutuyordu.
Burak, önündeki tatlıya bakarken ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladı. “Tatlı,” dedi, “insanın ruhunu da tatlandırır. Ama bu tatlıyı yerken, bir anlığına yalnız olmadığınızı hissedersiniz. Çünkü yalnızlık… işte o, insanın kalbini karartan şeydir.”
Eren, çatalını masaya bırakarak alaycı bir tonla konuştu. “Burak, yalnızlık üzerine aforizma yazacak son kişi sensin. Sen yalnız kalsan bile çenen konuşmaya devam eder. Kendi kendine sohbet ederken bulurlar seni.”
Kahkahalar masayı doldurdu. Ama bu kez kahkahaların altında bir kırılma vardı. İlteriş, çayını karıştırırken sessizce başını salladı. “Yalnızlık,” dedi yavaşça, “bazılarımız için bir tercih, bazılarımız için bir ceza.”
Bu söz, masayı bir anlığına susturdu. Gözler masanın üzerindeki tatlılara kaydı. Künefenin sıcağı, masadaki sessizliği bir nebze olsun yumuşatıyor gibiydi. Ama benim içimde bir şey hareketlenmişti.
“Biliyor musunuz,” dedim, çatalımı elime alarak. Sesim her zamankinden daha sakindi. “Yalnızlık, benim hayatımda hep bir yerlerdeydi. Ama bunun bir tercih mi, yoksa bir ceza mı olduğunu bazen ben bile bilmiyorum.”
Masadaki gözler bana çevrildi. İlteriş, kaşlarını hafifçe kaldırdı, ama bir şey söylemedi. Burak, çenesini tutmayı başarmıştı, ki bu bir mucizeydi. Devam ettim.
“Ben yetimhanede büyüdüm,” dedim, gözlerim masanın üzerindeki boş bir noktaya kayarken. “Annemi ve babamı hatırlamıyorum. Çünkü onları hiç tanımadım. Yetimhane, bir çocuğun ilk evi olursa, yalnızlık bir seçenek değil, bir zorunluluk haline gelir.”
Masadaki sessizlik derinleşti. Künefenin sıcağı, masadaki havayı bir nebze yumuşatsa da, sözlerim o sıcaklığı buharlaştırmış gibiydi. Devam ettim.
“Yetimhanede büyümek, yalnızlıkla büyümektir. Çevrende insanlar vardır, ama hiçbiri senin değildir. Her şey paylaşılır: oyuncaklar, kıyafetler, yemekler. Ama bir şey vardır ki, onu kimse paylaşmaz. O da yalnızlıktır. Çünkü yalnızlık, herkesin kendine ait bir odasıdır. Ve o odanın kapısını kimse açamaz.”
İlteriş, çayını bırakarak hafifçe arkasına yaslandı. Gözlerinde o tanıdık sakin ifade vardı, ama bu kez altında bir anlam saklıydı. Burak ise ilk kez sessizdi. Eren, masadaki şekerpareye bakıyordu, ama yüzündeki ifadeden, başka bir şey düşündüğünü anlamak zordu.
“Bu yalnızlık,” diye devam ettim, “insanı güçlü yapar, ama aynı zamanda kırılgan. Çünkü ne kadar güçlü görünürseniz görünün, yalnızlık sizi hep bir yerden yakalar. Bir zaaf gibi. Ve bazen, o yalnızlık sizi bir savaş meydanında değil, bir masada bulur. Böyle bir masada, dostlarınızın arasında.”
Gözlerimi kaldırıp masadakilere baktım. Hepsinin yüzünde bir şeyler vardı, ama tam olarak ne olduğunu anlamak zordu. Bu insanlar benim timimdi. Hayatımı onlarla paylaşıyordum. Ama bazı şeyler vardı ki, onları bile paylaşmamıştım. Bugüne kadar.
“İşte bu yüzden,” dedim, sesimde hafif bir yumuşamayla, “yalnızlık, benim hayatımda hep vardı. Ama bugün, sizinle aynı masada otururken, belki de ilk kez, o yalnızlığın kapısını aralamış gibi hissediyorum.”
Burak, hafifçe başını salladı. Gözlerinde, her zamanki alaycılığın yerini başka bir şey almıştı. “Komutanım,” dedi yavaşça. “Yalnızlık dediğiniz şey… belki de bizi burada bir araya getiren şeydir. Çünkü hepimiz bir şekilde yalnızız. Ama bu masada, bir anlığına bile olsa, yalnız değiliz.”
Bu sözler üzerine hafifçe gülümsedim. Çatalımı künefeye batırdım ve ilk lokmamı aldım. Masada bir şey değişmişti. O kahkahaların altında saklanan bir ağırlık, artık yüzeye çıkmıştı. Ve bu ağırlık, garip bir şekilde, bizi birbirimize daha yakın hissettirmişti.
Mustafa Kemal, masada bir anlığına durdu. Derin bir nefes aldı. O nefes, odanın içinde yankılanmadı belki, ama herkesin dikkatini çekti. Ve sonra, sesi yükseldi. “Ervah-ı ezelde levh-i kalemde...”
Türkü, masanın sessizliğini usulca kucakladı. Sözler, ağır bir meltem gibi üzerimizden geçti. Mustafa Kemal’in sesi, türküyle birlikte odanın her köşesine yayıldı. Türkünün kelimeleri, eski bir kitabın tozlu sayfalarından kalkmış, şimdi burada, bu masada, yeniden can bulmuş gibiydi.
“Bu benim bahtımı kara yazmışlar…”
Sözler, kalbime dokundu. Bir an için gözlerimi masanın üzerindeki künefeye diktim, ama künefenin sıcaklığı bile bu sözlerin getirdiği soğukluğu eritemiyordu. Türkü, sanki her birimizi tek tek yokluyordu. Mustafa Kemal’in sesi, insanın içini deşen bir bıçak gibiydi.
“Bilirim güldürmez devri alemde, bir günümü yüz bin zara yazmışlar…”
O an, zaman durmuş gibiydi. O türkünün ağırlığı, her şeyi susturmuştu. Gözlerimi masadaki tatlılardan kaldırıp Mustafa Kemal’e baktım. O, uzaklara bakıyordu. Sesi, sanki o uzaklıkta bir yere ulaşmaya çalışıyordu. Ama bu uzaklık, sadece onun değil, hepimizin içinde bir yerlerdeydi.
“Arif bilir aşk ehlinin halini canan halini…”
Bu sözler beni aldı, başka bir zamana götürdü. Yetimhanedeki ilk gecemi hatırladım. Küçük bir yatakta, soğuk bir odada, yalnız başıma oturuyordum. O zamanlar yalnızlık bir yabancı gibiydi. Şimdi ise tanıdık bir dosttu. Ama bu dost, her zaman sert ve acımasızdı.
“Benimkini ürüzgara yazmışlar…”
Türkü, kendi hikayesini anlatıyordu, ama benimkine ne kadar da benziyordu. Kalbimdeki o kara yazılar, o çocuklukta başlanan ama hiçbir zaman tamamlanmayan cümleler… Hepsi, türküyle birlikte yeniden ortaya çıkıyordu.
Mustafa Kemal, türkünün son sözlerini söylerken, odanın havası ağırlaşmıştı. “Beni bir vefasız yare yazmışlar…”
Sözler, bir kurşun gibi düştü masanın üzerine. Türkü bittiğinde, odada bir sessizlik oldu. Herkes düşüncelere dalmıştı, ama bu düşünceler, paylaşılamayacak kadar kişiseldi.
Kendi içime döndüm. O sözler, beni çocukluğumdan bugüne kadar taşıyan o kara yazılarla yüzleştirmişti. İnsan, kaderini taşır derler. Ama bazen kader, insanı taşır. O an, Mustafa Kemal’in sesiyle taşınan kader, hepimizi bir yerlere götürmüştü.
Bir an için başımı kaldırdım, masadaki yüzlere baktım. Herkes kendi yükünü sessizce taşıyordu. Ama bu yükler, bu masada birleşmişti. Ve o an, bir türkü, hepimizi bir araya getirmişti.
Masadan kalkma vakti geldiğinde, her birimiz tatlıların son kırıntılarını bitirmiş, çaylarımızın son yudumlarını içmiştik. Mustafa Kemal sessizce bardağını masaya bırakırken, Burak ellerini iki yana açıp gürültülü bir şekilde bağırdı: “Hesabı alabilir miyiz? Bugün tarih yazdık, tarih!”
Garson masaya yaklaştığında, başını hafifçe eğip konuştu: “Hesap çoktan ödendi.”
O an, bütün gözler bana döndü. İlteriş, kaşlarını hafifçe kaldırarak, “Altay,” dedi. “Bu ne cömertlik?”
Burak, bir anda yerinden fırladı. “Komutanım! Yine mi? Siz bu timi şımartıyorsunuz. Vallahi şımartıyorsunuz. Bu kadar olmaz.”
Eren, çayını yavaşça masaya koyup gülümsedi. “Ama kabul edelim, bu şımartılma kötü gelmiyor. Sağ ol, komutanım.”
Mustafa Kemal, bir an bana baktı. O sessiz ve derin bakışıyla başını hafifçe salladı. “Teşekkür ederiz, Altay komutanım,” dedi. “Ama bir dahaki sefere bırak, biz ödeyelim.”
“Hiçbirinizin cebinden bir kuruş çıkmasına izin veremem,” dedim, hafif bir tebessümle. “Siz benim timimsiniz. Ama aynı zamanda ailemsiniz.”
Bu sözler masadaki herkesi bir an susturdu. Evet, bir aile gibiydik. Hepimiz kendi yalnızlıklarımızı, kendi yüklerimizi taşıyorduk. Ama bu masada, bu tatlıların, kahkahaların, türkünün arasında, o yükleri bir anlığına da olsa paylaşmıştık.
Burak, en sonunda başını salladı. “Tamam, komutanım,” dedi. “Ama bunu alışkanlık haline getirme. Yoksa cebin yanar.”
Hepimiz gülerek masadan kalktık. Teşekkürler, küçük vedalar, ufak gülümsemeler... Herkes sırayla kapıya doğru yürüdü. Her biri, bir anlığına arkasına dönüp tekrar teşekkür etti.
En sona ben ve İlteriş kalmıştık. Sessizce dışarı çıktık, sokak lambalarının altında yavaşça yürüdük. İlteriş, sigarasını yakarken bana döndü. “Altay,” dedi. “Bu timin seni sevmesinin bir nedeni var. Sen sadece komutan değilsin, bir dostsun.”
Ona baktım, ama bir şey söylemedim. Sadece yürümeye devam ettim. Sözler bazen fazlaydı.
Tam yolun karşısına geçmek üzereydik ki, gözlerim bir anlığına bir gölgeye takıldı. O gölge, tanıdıktı. Yüreğimin bir köşesinde saklanan, hiç sönmeyen bir ışık gibi.
Umay.
Oradaydı. Yolun karşısında. Bir anlığına zaman durdu, dünya sustu. Her şey onun etrafında dönüyordu. Dudaklarım kendi kendine hareket etti.
“Umay…”
Sesim fısıltı gibi çıkmıştı. Ama bu fısıltı, kalbimde yankılanıyordu. Gözlerim ona kilitlenmişti. Ve o an, sanki tüm evren onun varlığıyla dolmuştu…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |