

Helikopterin sesi kulaklarımda yankı yaparken, Umay’ın yanımda biraz gergin olduğunu fark ettim. İlk defa helikoptere biniyordu ve ben ona güven veremek için ne yapacağımı düşündüm. Yola çıkmadan önce söylediklerimi hatırladım, ama şu an bir kez daha ona söylediklerim aklımda yankılandı: "Merak etme, her şey yolunda olacak. Ben buradayım."
Umay başını sallayarak bana biraz daha güven vermeye çalıştı, ama gözlerindeki belirsizliği fark edebiliyordum. İçimden, Her şey planladığımız gibi gitmeli, diye geçirdim. Buradan sonra, her şey bir test olacaktı. Helikopter yolculuğu yaklaşık 30 dakika sürecekti, ama bu yolculukta her saniye, her hareket çok önemliydi.
Vadiyi iyice yakından görmek için pencereye doğru eğildim. Dağlar, ormanlar, vadinin derinliklerine doğru uzanan ağaçlar... Bir süre her şey sessizdi. Yalnızca helikopterin kanatlarının uğuldaması, rüzgarın sesine karışıyordu. Ancak dikkatimi dağıtacak bir şey yoktu. Yalnızca iniş alanını düşünüyordum. Ne kadar dikkatli olmalıydık, ne kadar sessiz inmeli, iz bırakmamalıydık…
Helikopter yavaşça alçalmaya başladı. Aşağıda, kayalıklarla çevrili, izlenmesi imkansız bir yer vardı. Helikopterin inişini bu noktada yapmalıydık. Birkaç saniye sonra, motor sesi kesildi ve helikopterin yere inmesiyle etraf tamamen sessizleşti. Dışarıda yalnızca rüzgarın uğultusu vardı.
İçimdeki gerilimi atmaya çalışarak, kapıyı açtım ve dışarı adımımı attım. Hemen ardımdan Umay da indi. Kayalıklar, taşlar, dar bir alan... Burası, iz bırakmadan geçmemiz gereken bir yerdi. Gözlerim, hemen önümüzdeki yolu taradı. "İniş tamam," dedim, "Buradan sonra 45 dakika yürüyüşümüz var. Hızlı ve dikkatli olmalıyız."
Helikopterden indikten sonra, kayalıkların arasında ilerlerken, Umay bize dönüp konuşmaya başladım. Bu bölgeyi iyi biliyordu, çünkü yıllardır burada çeşitli kazı alanlarına gidip geliyordu.
"Şırnak’ın doğusunda, özellikle Cudi Dağı çevresinde çok sayıda tarih öncesi yerleşim alanı var," dedi. "Şu an yürüdüğümüz vadi, bir zamanlar bu bölgenin çok önemli bir yerleşim alanıydı. Burada, milattan önceki binlerce yıl öncesine ait izler var. Bu topraklar, sadece doğanın değil, tarihin de derin izlerini taşıyor."
Umay’ı biraz daha dikkatle dinlemeye başladık. O kadar derin bir tarih var ki, bazen hangi yönü takip etmeniz gerektiğini bile anlamak zor olabiliyor. "Şırnak’taki arkeolojik alanlardan biri de İskenderun'un kuzeydoğusundaki Hakkâri Vadisi," dedi. "Burası, milattan önceki erken dönem yerleşimlerinin bulunduğu önemli bir alan. O vadilerde, tarih öncesi çağlardan kalma taş yapılar, mağara yerleşimleri var. Güneye doğru indiğimizde, bu alanların bir kısmı kaybolmuş olsa da hala yerleşim izleri korunuyor."
Daha sonra biraz yön bilgisi vermeye başladı. "Şu an kuzeydoğu yönünde ilerliyoruz, Cudi Dağı'nın eteğindeyiz. Bu dağın eteklerinde, eski yerleşimlere ait kalıntılar var. Şimdi biraz doğuya doğru kayacağız, çünkü vadinin doğusunda, Gabar Dağı'na yakın olan Cizre bölgesinde önemli kazı alanları var. Buralarda tarih öncesi çağlardan kalma höyükler, yerleşim izleri var."
bana dönüp, "Güneye doğru gittiğimizde, çok daha eski yerleşimlere ulaşabiliriz," dedi. "Mesela, Beytuşşebap’a yakın bölgelerde de milattan önceki döneme ait kalıntılar var. Buralarda eski taş devri izleri bulmak mümkün. Her yönü takip etmek, bize geçmişi daha net gösterebilir."
"Yani, bu bölge sadece doğal güzellikleriyle değil, geçmişin derin izleriyle de dolu," dedi, konuşmasına devam ederek. "Önümüzdeki vadiler, her adımda tarihin farklı bir sayfasını açacak. Bu bölgenin ne kadar önemli olduğunu fark ettiğinde, yürüdüğümüz her kayalık daha bir anlam kazanıyor."
Helikopterden indikten sonra 45 dakika boyunca yürüyerek operasyon alanına yaklaşırken, bu vadinin içinde geçmişin sesini dinleyebiliyordum. Şırnak’taki bu topraklar, zamanla bir arkeolojik hazineler yumağına dönüşmüş ve her adımda, bir zamanlar burada yaşamış insanların izlerini taşıyor.
Helikopterden indik, her şeyin çok hızlı gelişmesi gerektiğini biliyordum. Vadiye girmeden önce, Kerim ile iletişim kurmam gerekiyordu. Kafamda her şey planlıydı, ama her şeyin düzgün gitmesi için biraz daha dikkatli olmalıydık. Hemen taktığım kulaklıkları kontrol ettim ve Kerim’in sesini duydum.
“komutanım, buradayım,” dedi Kerim, sesinde bir tedirginlik vardı ama aynı zamanda soğukkanlıydı.
“Kerim, durumu biliyorsun. Hedefimiz Cudi Dağı’ndaki mağara. İlerlemeye başlamadan önce, Ilteriş komutanım ile iletişim kurdum. bu işte işini biliyor. O her zaman ciddi bir asker olmuştur. Hedefe ulaşmadan önce, mağara etrafındaki güvenliği sağlayacağız.”
Kerim sessizce onayladı. Ilteriş, bazen neşeli tavırlarıyla moral kaynağı olurdu ama iş söz konusu olduğunda, o da tıpkı bizler gibi ciddi oluyordu. Ciddi olması gereken bir zamanda, şaka yapmanın yeri yoktu. Şimdi, bu operasyonun her anı önemliydi.
“Ilteriş’in işi konusunda hiç şüphem yok. O her durumda, özellikle böyle bir ortamda en iyisini yapar. Ama bu defa onun ciddiyeti bir başka olacak,” dedim, gözlerim her yeri tarayarak ilerlemeye devam ettim. "Cudi Dağı’nda saklanan teröristlere operasyon düzenleyeceğiz. Ama Umay’ı güvene almak zorundayım."
Kerim, "Evet, Umay'ı bırakacağız mı?" diye sordu.
“Evet, Umay’ı burada bırakacağım. Burası güvenli bir alan. Ancak ona, burada dikkatli olmasını ve hiçbir şekilde delilik yapmamasını tembihledim. Bu işte bir hata, hepimizi riske sokar. Onu yalnız bırakırken, kendisini koruyabilmesi için her türlü güvenlik önlemini aldım. Ama Umay’ın ne kadar cesur olduğunu biliyorum. Yine de, dikkatli olması gerektiğini vurguladım.”
Kerim, "Yani biz, direkt hedefe yöneliyoruz," dedi.
“Evet,” diye yanıtladım, yüzümdeki sinirli ifade daha da belirginleşti. "Burada hiçbir yanlış yapma şansımız yok. Hedefimiz çok net: Cudi Dağı’ndaki mağara. Mağarayı bulduğumuzda, kesinlikle kimseyi affetmeyeceğiz. Çıkıp, operasyonu hızla tamamlayacağız. Bu bizim tek şansımız."
Bir süre sessiz kaldım, her şeyin net olduğuna karar verdikten sonra konuşmaya devam ettim. “Kerim, tüm iletişimi sağlam tut. Ilteriş ile sürekli irtibat kuracağım. Eğer bir şey ters giderse, plan B'yi devreye sokacağız. Ama şunu unutma, her adımda dikkatli olmalıyız. Şimdi Umay’ı güvenli bir yere bırakıp, ilerleyeceğiz. Hiçbir aksaklık yaşamamalıyız.”
Kerim başını salladı ve “Emredersiniz, komutanım,” dedi.
O anda, Umay’a dönüp, “Burada kal, dikkatli ol. Kendini koru ve sakın delilik yapma. Biz hemen döneceğiz,” dedim. Umay’ın gözlerinde biraz endişe vardı, ama yine de ne yapması gerektiğini biliyordu. Ancak, onu yalnız bırakmak riskli olabilirdi.
“Burak, Umay’ı koruman için seni görevlendiriyorum,” dedim, Burak’a dönerek. “Umay’ı burada güvenle tut, dikkatli ol ve asla yalnız bırakma. Burası tehlikeli bir bölge. Ona zarar gelmesine izin veremem.”
Burak, "Emredersiniz, komutanım," dedi ve hemen Umay’ın yanına gitti.
Bir süre sonra, İlteriş’in sesini kulaklıklarımda duydum. “Komutanım, beni duyuyor musun?” dedi, sesindeki deneyim barizdi.
“Duyuyorum, İlteriş,” dedim, saygı ile. İlteriş, rütbe olarak Kerim’den daha üstteydi.
“Her şey yolunda mı? Cudi Dağı’ndaki mağara etrafındaki güvenlik önlemleri tamam mı?” diye sordu İlteriş.
“Evet, her şey planlandığı gibi. Kerim ile güvenliği sağlıyoruz. Hedefe yaklaşırken her an tetikte olacağız. Ama Umay’ı burada bırakıp, Burak’a güvenliği sağlaması için görevlendirdim,” dedim. “İşimiz çok kritik. En ufak bir hata, her şeyin sonu olabilir.”
İlteriş, ‘’Her şeyin yolunda olduğundan emin olmalıyız komutanım. Benimle sürekli iletişimde kalın. Gerektiğinde müdahale ederim,” dedi.
"Anlaşıldı, İlteriş. Her şey kontrol altında. Hedefimize ilerliyoruz," dedim, ardından Kerim’e dönerek, “Hadi, hedefe doğru ilerleyelim. Bu işin geri dönüşü yok.”
Şimdi sıra bizdeydi. Cudi Dağı’ndaki mağaraya operasyon düzenleyecektik ve hiçbir hataya yer yoktu. Burak, Umay’ın güvenliğinden sorumluydu. Biz de hedefe yönelip, teröristleri etkisiz hale getirecektik. Burası bizim için bir fırsattı ve bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeliydik.
Cudi Dağı’ndaki mağaraya yaklaşırken, her şey tüyler ürperticiydi. Sessizlik, kayalıkların arasındaki rüzgarın uğultusu dışında hiçbir ses yoktu. Ancak, biliyordum ki bu sessizlik sadece geçici bir şeydi. Hepimiz tetikteydik, her an her şey olabilir ve biz, her durumda hazırlıklı olmalıydık. Kerim ve Ilteriş ile iletişimdeydim, Burak da Umay’ı güvene almak için elinden geleni yapıyordu. Şu an, hedefin yakınlarındaydık.
"Bu kadar yakınız, dikkatli olun," dedim kulaklıklarımda duyulan sesimle.
Bir anda, kayalıklardan bir patlama sesi duyuldu. Takım arkadaşlarım anında pozisyon aldı. Savaş başlamıştı.
"Altay komutanım, hedefe yakın bir nokta! Saldırı başlıyor!" diye bağırdı Kerim.
İlk kurşunlar geçtikten sonra, etrafımızdaki kayalıklardan, mağaranın girişinden gelen çatışma sesleri yükselmeye başladı. Hedefteki teröristlerin yerini tespit ettik, ama her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, bir adım bile geri atmak yoktu. Silah sesleri yankılandı, her tarafımızdan mermi geçiyordu. Çatışma şiddetleniyordu.
Bir terörist, tam önümüzden kaçmaya başladı. Hedefi kaçırmak yoktu, o adamı almamız gerekiyordu. Gözlerim anında onu takip etti, ama o kayalıkların arasına doğru kayboldu. Bir yandan da çatışmanın yoğunluğu arttı, bir an için siper almam gerekti.
O sırada, kulaklığımdan Burak’ın sesini duydum: “Altay komutaanım, bir şey oluyor. Umay, biraz önce...!”
Fakat, sesinin tonu hızla değişti. “Umay, dikkat et!”
Bir şeylerin ters gittiğini hissettim. Hemen başımı çevirip, Burak’ın yanında duran Umay’ı gözlerimle taradım. O an, gözlerimle Burak’ı bulduğumda, Umay bir adım öne çıkmış ve silahını doğrultmuştu.
Terörist, kaçmaya çalışan adamın nereye gittiğini anlamıştı. O terörist, hızla arkasına bakarak kayalıkların arasına sızıyordu. Ama Umay, bir saniye bile beklemeden, bir hareket yaptı.
O adamı tam zamanında fark etti. Silahını hızla çıkarıp, Burak’tan önce ateş etti. Bir kurşun, teröristin bacağını sıyırarak düşmesine sebep oldu. Ardından, silahını doğrulttuğu terörist yere düştü. Kendi başına, yalnız başına, hem de bir erkeği hedef alıp vurmuştu.
Bir anlığına gözlerim büyüdü, ama Umay’ın cesaretine hayran kaldım. O teröristi yere serdiğinde, herkes bir an için şok olmuştu. Ancak bu şok, uzun sürmedi.
Burak, kulaklıklarımda acil bir şekilde bağırıyordu: “Altay komutanım, Umay... O terörist yere düştü ama... başka biri var! Hedefin yeri tehlikeye girdi. Hemen gelmelisiniz!”
Kalbim hızla atıyordu, hemen reaksiyon vermemiz gerekiyordu. “Umay, Burak’a yardım et! Hemen!” diye bağırdım. “Kerim, hedefe ilerleyin, sıkı tutun! Ilteriş, takımı yönlendirin!”
Her şeyin üstesinden gelmek zorundaydık. Bir an önce operasyonu tamamlayıp, hedefi tamamen etkisiz hale getirmeliydik. Umay’ın yaptığı doğruydu, ama Burak’ın da onu yalnız bırakmaması gerektiği açıktı.
Kulaklığımdan Burak’ın sesini duydum: “Altay komutanım, Umay ciddi bir iş yaptı ama bu biraz erken oldu. Şimdi, arkamızda başka bir grup var. Hedefin yerini kaybetmemek için her an dikkatli olun.”
Umay, cesur bir hareket yapmıştı ama bu çatışma hala bitmemişti. “Hedefi temizlemeden buradan ayrılmayacağız,” dedim, bir an olsun kararlılığımda bir gevşeme olmadan. “Bu işi sonlandırmadan hiçbir adım atmayacağız. Hedefi tam olarak bulana kadar mücadele edeceğiz!”
Gözlerim, çatışma alanına doğru odaklanmıştı. Silah sesleri arasında, hem stratejiyi hem de arkadaşlarımın güvenliğini düşünmek zorundaydım. Ama Umay’ın bu cesur hareketi, hepimize moral vermişti. Birlikte, bu görevi başarıyla tamamlayacaktık.
Hedefe yaklaşıyorduk, her adımda bir yandan da etrafı dikkatle tarıyorduk. Silah sesleri biraz daha yakınlaşmıştı, ama hala her şey kontrol altındaydı. Kerim ve Ilteriş ile iletişimdeydim, her şey yolundaydı, ta ki Umay’ın cesur hareketi olana kadar.
Birden, çatışmanın şiddeti arttı. Silah sesleri kulağımda çınlarken, Burak’ın sesini kulaklıkta duydum: “Altay komutanım, Umay’a dikkat et! Hedefin konumunu saptadık ama... başka bir grup bize doğru ilerliyor!”
Tam o sırada, bir şey fark ettim. Umay ve Burak’a yönelen bir grup terörist, bizim pozisyonumuzu saptamıştı. Her şey bir anda değişti. Kurşunlar hızla etrafımızı sardı, mermiler kayalıkları delip geçerken, Umay ve Burak’a ateş etmeye başladılar.
Silah sesleri o kadar yakındı ki, bir an için vücudumun her yerini saran gerginlik hissine kapıldım. Hedeflerim değişmişti. Gözlerim, Burak ve Umay’ın arasındaki çatışmaya odaklandı. Mermiler patlıyordu, her geçen saniye biraz daha tehlikeli hale geliyordu.
Bir anda, kulaklıklarımdan gelen silah sesleri beni biraz da olsa dikkatimi kaybettirdi. "Altay, dikkat et!" diye bağıran bir ses duydum. O an, kulaklıklarımda sesin hızı arttı. Ama o kadar hızlıydı ki, o an ne olduğunu anlamadan kurşun omzumu sıyırdı.
Acı, aniden yayıldı. Omzumda hissedilen sızlama, içimi yakarken bir çığlık bile atamadım. O kadar sertti ki, vücudumun diğer bölgelerinde sanki tüm kaslarım bir anda kasıldı. Ancak bir şey vardı, bu acı bana ne hissettirdi? Zayıflık mı? Hayır. Acı, beni sadece harekete geçirdi. O an tüm vücudumda bir ısınma hissettim ve keskin bir odaklanma geldi.
Beynim, saniyeler içinde kendini toparladı. Bir an için yaşadığım acıyı hissetmedim bile. Sadece hedeflerim vardı, sadece takımım ve görevinin başarısı. Bölge güvenli olana kadar durmak yoktu. "Yalnızca bir saniye," diye mırıldandım, dişimden gelen ıslık sesiyle. Hızla pozisyon değiştirdim, silahımı sıkı sıkıya kavradım ve kendimi yeniden çatışmanın içine attım.
Burak ve Umay hala yoğun bir ateş altındaydılar. Aralarındaki çatışma gerginleşiyordu, mermiler her yandan fırlıyordu. Bir yanda Burak, diğer yanda Umay – ikisi de profesyonelce savaşıyorlardı. Ama durum kritikleşiyordu.
"Kerim, hemen yön değiştirin! Umay ve Burak’a destek ver!" diye bağırdım kulaklıklarıma, sesim sinirli ve netti. Bu, sadece görev değil, aynı zamanda hayatta kalma meselesiydi. Her an her şey değişebilirdi.
Omzumdaki acıyı görmezden geldim, gözlerimi ateş hattına çevirdim. Her kurşun, her patlama, her çatışma beni biraz daha sertleştiriyordu. O an sadece şunu düşündüm: Ya buradayız ya da yokuz. Umay ve Burak’a yardım etmek için pozisyon almalıydım. Kafamda tek bir düşünce vardı: "Hedefe yaklaşacağız, güvenliği sağlayacağız ve hiçbir terörist canlı çıkmayacak."
Bir yanda kurşunlar hala havada dans ederken, ben de hızla hareket ettim. Her adımda biraz daha dikkatli olmalıydım. Omzumda bir acı hissetsem de bu sadece geçici bir engeldi. Zihnimdeki hedeflere odaklanarak, çatışma sahasına doğru ilerlemeye başladım. "Durmak yok, sonuna kadar!" diye mırıldandım.
Geriye dönüp baktığımda, Burak’ın ve Umay’ın yerlerini öğrendim. Durum kritikti ama ben de hızla adım atıyordum. Yalnızca bir hedef vardı: Hayatta kalmak ve görevi başarıyla tamamlamak.
Bu çatışma bitmeden, hiçbirimiz geriye adım atmayacaktık.
Çatışma, nihayet sona ermişti. Etrafımda yankılanan silah sesleri azalmış, mermilerin geçişi ve patlamalar kesilmişti. Bir süre her şeyin sessizliğe bürünmesini izledim, ama kalbim hala hızla atıyordu. Kan, omzumdan aşağıya doğru akıyordu, ancak o an hissettiğim acıyı umursamıyordum. Vücudumda hissettiğim bu keskin acı, sadece bir engel gibi geliyordu. Görev, her şeyin önündeydi.
Kulaklığımdan gelen sesle irkildim. Kerim’in sesi netti, ancak biraz gergindi. “Altay komutanım, çatışma sona erdi. Burak ve Umay güvenli, fakat mağaraya dikkatlice yaklaşmanızı istiyorum. Hedeflerimizden daha fazlası olabilir. Tarihi eserlerin olduğu yerlerdi, umarım hala sağlamdır. Umay’ın gelip yerinde teyit etmesini bekliyoruz.”
Kulaklıklarımdan gelen sesle, her şeyin yerli yerinde olduğunu anlamıştım. Kerim, Umay ve Burak’ı yönlendiriyordu. Mağaraya yaklaşmaları gerekiyordu. Ancak ben, o an yalnızca bir şeye odaklanmıştım: Kendimi toparlamak.
Omzumdaki acı, ilk başta fark etmediğim kadar şiddetliydi. Kan kaybı, vücudumu yavaşlatmaya başlamıştı. Yavaşça yere çöktüm, bir anlığına gözlerim kararacak gibi oldu. Ama düşmedim. Kendimi tutmaya çalıştım. Silahım, ellerimle destek alarak dizimin üzerine koyduğumda biraz olsun rahatladım. Yere çökmek, vücudumun o anki acısını hafifletmişti.
Omzumdan akan kan, artık kumaşımı iyice ıslatmıştı. Bir süre, sadece derin nefesler alarak sessiz kaldım. Ancak aklımda hala görev vardı. Burak ve Umay’ın güvenliği, mağaradaki durum... Bunlar, kafamda dönüp duruyordu. Her şey yolunda olmalıydı.
Kan kaybı daha da arttı, ama dikkatimi dağılmasına izin vermedim. Bunu atlatmalıydım. Her şeyin üstesinden gelmeliydim. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi tekrar çevremdeki kayalıklara odakladım. Bu bölgeyi güvence altına almıştık, ama mazeretim yoktu. Kendimi toparlayıp, takımıma yardım etmeliydim.
Hızla kulaklıklarımdan Burak’ın sesini duydum: “Altay komutanım, mağaraya yaklaşıyoruz. Ama durum karışık. Umay yerinde, ancak biraz dikkatli olmamız lazım. Her şey yolunda, değil mi?”
Sonsuz bir an gibi hissettikten sonra, sonunda cevap verdim: “Her şey yolunda, Burak. Dikkatli olun. Umay’a dikkat edin, mağara içinde her an başka bir şey olabilir.”
Ama içimde bir şey daha vardı. Kan kaybım arttıkça, bu işin sonu gelmeden beklemek istemiyordum. Bir an için silahımı bir kenara koyup, başımı geri yasladım. Gözlerimi kapattım. O an sadece şunu düşündüm: Bu görev tamamlanmadan, ben buradan ayrılmayacağım.
Savaş bitmişti, ama mücadelem hala devam ediyordu. Omzumun acısı, kan kaybım, her şey ikinci planda kalmıştı. Mağara, bizim için kritik bir noktada olmalıydı. Burak ve Umay, onu güvenli bir şekilde getirmeliydi. Bu bölgedeki her şeyin, her adımın önemini biliyordum. Ama tek bir şey vardı, omzumun kanaması kadar gerçek olan: Bu görev bitene kadar, bir adım bile geri atmayacağım.
Umay, mağaranın karanlık girişinden hızla yaklaşıyordu. Adımlarının hızına bakılırsa, kaygısı bir hayli büyüktü. Yüzündeki panik, her geçen saniye arttıkça, gözleri nihayet benimle buluştu. O an, her şeyin durduğu gibi bir hisse kapıldım. Umay’ın gözleri, hemen omzumdaki kanı fark etti ve hızla yanıma koştu.
Kafamda bir ses yükseldi. Bu işin zamanı değil.
Omzumdan kan damlıyordu, ancak şu an bu kadar basit bir şeyin üzerinde duracak zamanım yoktu. Diğerleri için daha büyük bir tehdit vardı. Ama o, sanki her şeyin bir an önce kontrol altına alınması gerektiğini biliyor gibiydi. “Altay!” diye bağırarak yanıma geldi. “Ne oldu? Omzuna bakmalıyım!”
O kadar çok şey vardı ki kafamda, vücudumun acısına bile dikkat etmeden, gözlerim sertleşti. Bir an, o panik içinde beni nasıl gördüğünü sorguladım. Ama buna rağmen, bana bakarken sinirlerim daha da gerildi. Kafamı hafifçe sallayarak, ona doğru sertçe baktım.
"Şimdi sırası değil, Umay," dedim, sesim sertti. “Daha önemli bir konu var.”
Bir yandan mağaranın içindeki eski duvarlara işaret ettim. Evet, o duvarlar, o tarihi eserler… Her şeyden önce güvenliği sağlamak, hedefe ulaşmak ve görev tamamlanmadan bu bölgeden ayrılmamak gerekirdi. Ancak, gözlerimdeki sertlik Umay’ı bir an için duraklattı.
Ama sonra, o gözleriyle bana bakarken bir şey söyledi ki, içimdeki her şeyin yeniden hareketlenmesine sebep oldu.
“Altay, senin gibi biri… bir hedefi takip ederken bile en ufak bir şeyi gözden kaçırmaz. Ama bir insanın, kendini sürekli bir asker gibi tutması, yalnız kalmasına yol açar. Bazen… bazen başka şeyleri de görmen gerek, tamam mı?” dedi.
Sözleri o kadar derindi ki, ne olduğunu tam anlamadım. Gözlerimde bir an için bulanıklık oldu, kalbimde bir şey kıpırdadı. O an, içimde bir şeylerin değiştiğini hissettim. Kendimi sürekli güçlü tutmam gerek, ama bu da bazen insanı yalnızlaştırıyor...
Bir süre birbirimize sessizce baktık. O an, tüm ekip, tüm çatışmalar, tarihi eserler… her şey bir anlığına durmuş gibiydi. Ama sonra, Umay sessizce başını eğdi ve gözlerini benden kaçırarak mağaranın iç kısmına yöneldi.
Ona bir şey demedim. Ama kalbimde, Umay’ın söyledikleri yankılanıyordu.
Yavaşça yere çökmüş ve silahımın üzerine yaslanarak omzuma bakmak yerine, kafamı yukarı kaldırıp mağaranın içine odaklandım. İçeride, taş duvarlar ve eski kalıntılar vardı. Çeşitli hiyeroglifler ve kayalara işlenmiş figürler, her biri birer zamanın tanığıydı. Umay’ın bu esnada tarihi eserleri dikkatle incelemesini izlerken, zihnimdeki düşünceler başka bir boyuta geçti.
Umay, yavaşça duvarın kenarına yaklaşıp, taşları dikkatle inceledi. “Bunlar… gerçekten eski,” dedi. “Burada ne zaman bir uygarlık varmış? Burası sadece bir mağara değil, burası bir kültür mirası. Hiyeroglifler, taşlara işlenmiş figürler… Bak, şu insan figürüne! Bunu incelemeliyim.”
Gözleriyle her bir detayını tarayarak, taşlarda kaybolmuş bir medeniyetin izlerini ortaya çıkarıyordu. Bir figür, yerleşim alanlarına dair bir iz bırakıyordu. Bir diğeri, savaş sahnelerini anlatan bir betimlemeydi. “Bunlar tarih öncesi çağlardan kalma olabilir. Bu işaretler, kesinlikle çok önemli.”
Gözlerim, her şeyin ne kadar derin bir anlam taşıdığını fark etti. Ancak, Umay’ın söylediklerini dinlerken, bir yandan da omzumun acısını hissetmeye başladım. Kan kaybım arttı ama her şeyin içindeyken, bu detaya takılmadım. O esnada, gözlerim Umay’a döndü. O, tarihin derinliklerine dalmışken, ben sadece görevimi tamamlamak istiyordum.
Ancak içimde bir his vardı; Umay’ın söyledikleri, kalbimde bir yerlerde yankı yapıyordu. Onun söyledikleri, bir yandan görevden daha büyük bir şeydi.
Gözlerim, bir an için Umay’dan başka hiçbir şeyi görmüyordu. O kadar derin bir sessizlik içinde, kafamda yankılanan sözleri ve gözlerindeki anlamı düşünüyordum ki, zaman sanki durmuş gibiydi. Her şey, her ses, her hareket o kadar uzaklaşmıştı ki, Umay’ın yüzündeki endişe, bana her zamankinden daha yakın hissettiriyordu. Bir süre gözlerimizi birbirinden çekemedik, o an bir şeyler geçiyordu içimden. Ama bu sessizlik, ne yazık ki sonsuza kadar sürmeyecekti.
Birden, soğuk bir el omzumu sıkıca kavradı. Başımı hızlıca çevirdiğimde, gözlerimdeki bulanıklık bir anda kayboldu. Mustafa Kemal, omzuma sıkıca sarılarak beni geriye doğru çekti. O kadar sert ve belirgin bir hareketti ki, derin nefes alırken, gözlerim yeniden açıldı.
Mustafa Kemal’in mavi gözlerinde, sert bir bakış vardı. O, her zaman ne yapması gerektiğini bilen, bir liderdi. Omzumu sıkıca tuttuğunda, birkaç saniye boyunca birbirimize bakarak sessiz kaldık. Bir şeyler vardı, ama o an ne hissettiğimi anlatmak zordu. O an, Umay’ın gözlerinden kopmak istemesem de kendimi Mustafa Kemal’in mavi bakışlarında buldum.
Ama bir şekilde, Umay’a tekrar odaklandım. Herkes etrafımda bir şeyler yaparken, ben hala o anın içindeydim. O kadar uzun süre bakmıştım ki, sanki her şeyin sonu gelmişti. Bir süre, her şey Umay’a aitmiş gibi hissettim, ama gözlerimi ondan çekmeye çalıştım.
Mustafa Kemal, omzumu sararken sert bir şekilde "Dikkatli olun, komutanım," dedi. “Hedefi unutmamalısınız.”
Bu, bana bir sinyal gibiydi. Hemen tekrar konsantre oldum. “Evet, Mustafa Kemal,” diye mırıldandım. İçimde bir şeyler değişti. Hem de hızlıca. O an, hedefim yeniden sadece görevim olmuştu.
Tarihi eserlerin etrafındaki güvenlik kontrolleri devam ederken, ekip sessizce hareket etmeye başlamıştı. Her şeyin kontrol altına alındığını gördüm. Umay, hiyeroglifleri dikkatle inceledikten sonra, belirli taşları işaret etti. “Bunları alabiliriz. Bu taşlarda yazılı bilgiler, bölgenin tarihini çözmemize yardımcı olabilir. Ayrıca şu heykel figürleri... Bunlar çok önemli.”
Her bir taş, her bir figür, geçmişin izlerini taşıyordu. Eserlerin üzerindeki detaylar, kadim bir uygarlığın izlerini gösteriyordu. Hepsi birer değerli parça, hepsi birer gizem. Umay, bu taşları dikkatle işaret ederken, ben de yanına yaklaşarak, gözlerimi o eski yazılara daldım. Ne yazık ki, geçmişin sırrını çözmek o kadar kolay değildi. Ama her bir parça, görevimizin önemini artırıyordu.
Mustafa Kemal, sağ omzumu tekrar kontrol ettikten sonra, “Eserleri güvenle al. Dönüş yoluna geçeceğiz. Her şey yolunda. Ancak dikkatli olun,” dedim time.
Bir yandan eserleri alırken, bir yandan da çevremi taradım. Dönüş yolunda bizi bekleyen tehlikeler vardı. Hedefe ulaşmak, bu kadar değerli eserleri güvenli bir şekilde taşımak önemliydi. Ama bir an için içimde bir his vardı: Geriye dönüş yoktu. Bu görevi tamamlayacaktık, her şekilde.
Eserleri dikkatlice paketlerken, ekibin geri dönmeye başladığını gördüm. Umay, taşları güvenli bir şekilde alırken, gözlerimi tekrar ona çevirdim. Gözlerimiz bir kez daha buluştu, ama bu sefer içimdeki gerginlik kaybolmuştu. Yavaşça kafamı çevirdim, ama bir şey vardı. Yine, bu görev tamamlanmadan durmayacaktık.
Mustafa Kemal, her adımda askeri disiplinini hissettiriyordu. Omzumun acısı, bu anı geçiştirmeme engel olmuyordu. Eserler, bizim için yeni bir görevdi. Dönüş yolunda ise, sadece hedef vardı.
Gözlerim, ekibi kontrol ederken, bir an için Umay’ın o bakışlarını unutmadım. Her adımda, bu görevin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Ve sonra, son bir kez bakarak, adımlarımı hızlandırdım.
Yolun her adımında, her kayaya, her yamaçta dikkatlice ilerledik. 30 dakikalık geri dönüş yolu, her birimiz için aynı şekilde yoğun ve dikkat gerektiren bir süreçti. Umay, yanımda sessizdi. Hiçbir şey söylemeden, etrafına göz gezdiriyor, her şeyin farkında olduğu belli oluyordu. O anki sessizlik, ikimizin arasında bir anlaşma gibiydi. Her ikimiz de, söylediklerimizden çok, hissettiklerimizle bir bağ kuruyorduk. Gözlerimiz bir an için buluştu, ama hemen ardından ikimiz de bakışlarımızı kaçırdık. Hiçbir kelime konuşulmadı, ama o anki yoğunluk, her ikimizin de düşüncelerini alıp götürüyordu.
Bunu hissetmek kolay değildi. Ama yine de sessizliğe bürünmüştük. Hedefimize doğru yürürken, etrafın sessizliği içimi daraltıyordu. Kafamda dönüp duran binlerce düşünce vardı, ama bu anı başka bir şekilde de anlamak istiyordum. Geriye dönmek, bir görev tamamlamak, ekibi sağ salim getirmek... Bunlar, sadece işlerimizdi. Ama bir yandan da Umay’ın gözlerindeki sessiz bakış, kalbimde bir yankı bırakıyordu.
Ama yolun sonunda helikopteri görür görmez, zihnim tekrar netleşti. Burada daha fazla vakit kaybetmemeliydik. Helikopterin pervaneleri hızla dönerken, her şeyin bittiğini düşündüm. Yine de, Umay’ın yanımda sessizliğini hissetmek, farklı bir his uyandırıyordu. Konuşmadık, ama her şey gözlerimizdeydi. Bu, başka bir tür bağdı. Ama sessizliğimizin de bir sonu olacaktı.
Ve o anda, Ilteriş’in sesi kesildiğinde, her şey değişti. O, her zaman olduğu gibi delisi gibi hareket ediyordu. Onun durmaksızın kendinden düşük rütbelilerle, yani uzman çavuşlar ve astsubaylarla uğraşması, bu sessiz anı aniden bozdu. Birinin başını belaya sokması, özellikle bu kadar kritik bir noktada, kesinlikle kabul edilemezdi.
Bir an için kafamda bir anlık sinir patlaması yaşadım. O kadar netti ki, İlteriş’in o rahatsız edici davranışları, her şeyin önündeydi. Gözlerim bir an ona odaklandı. Sesimi çıkarmadan, sinirle ona uyarı sinyali gönderdim. Birkaç saniye içinde, adımlarım hızlandı ve yanına geldim. Yavaşça omzuna dokunarak, sesimi alçaltıp sertçe söyledim:
"İlteriş, dur! Şimdi değil! Burada küçük oyunlar oynamak yok."
O, gözlerinde bir anlık şaşkınlıkla bana baksa da sonunda kendisini durdurdu. Sesim, yeterince sertti. Umay’ın yanımda sessiz durduğunu fark ettim, ama o anki içimdeki gerilim, beni daha da sabırsız yapıyordu. Biraz daha ileri gitmemeliydi. Umay’ın güvenliğinden, takımın tamamlanmasından başka bir şey düşünmemeliydim.
İlteriş, her zaman olduğu gibi, rahat durmayan biriydi. Ama bu defa, sesim ona geçerli bir uyarıydı. O, geriye doğru adım atarken, ben gözlerimi tekrar Umay’a çevirdim. Sessizlik bir süre daha sürdü, ama bu sefer ikimiz de kendi iç dünyamızda başka şeyler düşünüyorduk. Umay’ın bakışları, hâlâ bir soru işareti gibiydi.
Ama helikoptere doğru yürürken, her şeyin sonunda tamamlanacağına olan inancım güçlendi. Burası, görevimizi tamamladığımız yerdi. Ve her adım, her hareket, sonunda bir sona ulaşacaktı.
Helikoptere binmemizle birlikte, nihayet güvenliğe adım attık. Gövdemi koltuk arkasına yaslarken, içimdeki gerginlik bir nebze olsun azaldı. Ama yine de, yolculuk boyunca her şeyin tam olarak sona erdiğini hissetmiyordum. Kafamda hala bitirilmesi gereken bir çok şey vardı. Umay, yanımda sessizdi. Her şeyin sonunda, her birimiz birbirimize bakıyor, sessizce düşündüklerimizi anlamaya çalışıyorduk.
Helikopterin motorları güçlü bir şekilde çalışırken, Burak birden sesiyle havayı kırdı. Onun sesi, biraz da olsa sakinleşmeme yardımcı oldu. Burak, her zaman olduğu gibi, enerjisiyle doluydu. Ama bu sefer farklıydı. Konuşmaya başladığında, gözlerinde gerçekten takdir vardı.
"Yağmurun altında, o mağaranın içinde gerçekten kahramanlık yaptı, Altay komutanım. Umay’ın o anki cesareti… inanılmaz. Sadece tarihi eserleri değil, aynı zamanda hepimizi korumak için gösterdiği cesaret, takımı hepimizden önce düşündü."
Burak’ın sözleri, biraz olsun içimdeki gerginliği hafifletmişti. Umay’ın kahramanlıkları hakkında konuştuğunda, hissettiğim duygular karışıktı. O kadar güçlü bir şekilde hissetmiştim ki, sadece görevden değil, Umay’ın özverisinden de etkilendim. Gözlerimi ona çevirdim. Bir an, gözlerimiz buluştu, ama yine de ikimiz de bir şey söylemedik. O an için, sessizlik en iyi yoldu.
Burak, başını sallayarak devam etti. "Gerçekten harika bir iş çıkardı. Hem tarihi eserleri topladı hem de hiç tereddüt etmeden ekip için en güvenli yolu sağladı. Bu tür kahramanlıklar kolayca unutulmaz."
Gözlerim, Burak’ın söyledikleri üzerine bir kez daha Umay’a kaydı. Ama gözlerimdeki sert bakış yerini biraz yumuşamış bir ifadeye bırakmıştı. Bir an için her şeyin ne kadar önemli olduğunu, herkesin bir arada olmasının, her birimizin farklı bir şekilde kahramanlık gösterdiğini düşündüm. Umay, o kadar sessizdi ki, sadece düşüncelerinde kendini ifade ediyordu. O an, Burak’ın söyledikleri sadece bir övgü değildi, Umay’ın içindeki gücü ve direnci anlamamı sağlıyordu.
Helikopterin içindeki hava bir süre sessiz kaldı. Ama o sessizlik, tam anlamıyla bir huzur hissi yaratıyordu. Yavaşça, gözlerim tekrar Burak’a kaydı. "Evet," dedim, kısa ve öz bir şekilde. "Umay’ın gösterdiği cesaret, gerçekten takdire şayandı. Ama biz de onun kadar cesur olmak zorundaydık. Her şeyin sonunda birlikte olmalıyız. Takım olarak."
Burak, başını sallayarak sessizleşti. Umay’ın yaptığı kahramanlık, herkesin içinde yankı bulmuştu. Ama en çok Umay’ı anlamak, onun gücünü ve cesaretini görmek, bana daha çok şey katmıştı.
Helikopterin kanatları rüzgarla savrulurken, her birimizin gözleri uzaklara daldı.
Helikopterin pervaneleri nihayet durduğunda, tüm vücutlarımızda bir rahatlama dalgası hissettik. Zorlu bir yolculuktu ama sonunda güvenli bir noktaya ulaşmıştık. Helikopterin kapıları açıldığında, dışarıda bizi bekleyen bir siluet belirdi. yarbay Haluk, görevden yeni dönmüş gibi, kararlı bir şekilde bize doğru yürüyordu.
Gözlerim bir an onunla buluştu. O, her zaman ciddi, disiplinli bir liderdi. Ama bugün yüzünde biraz daha yumuşak bir ifade vardı. Ekip olarak zor bir görevden dönüyorduk, bu yüzden biraz rahatlamaya ihtiyacımız vardı.
Haluk komutanım, adımlarını hızlandırarak, hepimizin önünde durdu. Bir an gözlerimdeki yorgunluğu fark etti, ama hemen arkasındaki askerlere bakarak, sert bir sesle emir verdi. "Yaralılar varsa, hemen revire. Yarım saat dinlenin, sonra brifing odasında buluşuyoruz. Herkesin sağ salim dönmesi önemli."
O sırada, Umay hızlıca ilerledi ve babasına doğru koştu. Gözlerimde bir anlık bir yumuşama oldu. Onun o kadar hızlı bir şekilde Haluk komutan’a koşması, aslında ne kadar yakın olduklarını, babasının ona olan güvenini ve sevgisini gösteriyordu. Bir asker olarak görevini tam anlamıyla yerine getirmişti, ama bir kız evlat olarak, babasına olan bağlılığı da aynı derecede güçlüydü.
Yarbay Haluk, Umay’ı görünce, bir anlığına sert bakışlarını yumuşattı. Gözleri kızına yöneldiğinde, içindeki baba sevgisi belli oluyordu. Ama o, bir liderdi. Umay’ı kucaklamadı, ama dikkatlice ona yöneldi ve elini omzuna koyarak nazikçe başını eğdi. "İyi misin, kızım?" dedi.
Umay, başını sallayarak ona cevap verdi. "Evet, baba. Ama bir yaralı var. Hemen dinlenmeye ihtiyacımız var."
Haluk, başını sallayarak onay verdi. "Hadi o zaman, herkes dinlensin. Biz de brifing odasında görüşürüz."
Umay’ın yanında, gözlerinde bir yorgunluk vardı ama bir o kadar da güçlüydü. O an, onun sadece bir asker değil, aynı zamanda babasına olan derin bağlılığı ve sevgiyle, bir insan olarak da ne kadar güçlü olduğunu fark ettim.
Ekip yavaşça helikopterden inmeye başladı. Ben de onlara katıldım, her birinin yüzünde yorgunluk izleri olsa da, bir rahatlama vardı. İçimdeki gerilim azalmıştı, ama hala bitmemiş bir görev vardı. Brifing odasında tüm detayları konuşacak, her şeyin doğru bir şekilde tamamlandığından emin olacaktık.
Helikopterin metalik gürültüsü, arkamızda kaldı. Bir an, herkes kendi dünyasına dalmıştı. Ama bilincimdeki tek şey, bu görevden alınan derslerdi. Altın değerinde, her biri farklı kahramanlıklar gösteren insanlarla birlikte olmak, bir askerin hayatındaki en değerli şeydi.
Revire adım attığımda, içeride yalnızca birkaç kişi vardı. Havanın soğukluğundan biraz olsun sıyrılmak istiyordum, ama önce kolumdaki yaraya bakılması gerekiyordu. Suzan hemşire, benim gibi uzun ve sert görevlerden sonra revire giren bir askeri tanıyordu. Gözlerim odanın her köşesini tararken, kolumda hissettiğim acı daha da belirginleşti.
"Yüzbaşı, kolunuzu bir kontrol edelim," dedi Suzan hemşire, sakin bir şekilde. "Bayağı kanamış."
Evet, kan kaybı yaşadığımı hissediyordum. Üzerimdeki üniformayı çıkarırken, kaslarımın ortaya çıkmasına engel olamayacak şekilde hareket ettim. Vücudumun hacmi, her zaman olduğu gibi, göz önündeydi. Ancak bu defa, içeriye giren Umay’ın gözlerinin üzerimde olduğunu fark ettim. Gözleri, bir an için beni dikkatlice süzerken, yüzünde belirgin bir değişim olmadı. Ama bir şey vardı, bir his… O kadar belirgindi ki, biraz şaşırdım. O kadar odaklanmıştım ki, ne kadar yorgun olduğumu fark etmedim.
Suzan hemşire, yarayı dikkatlice dikerken, gözlerim yine Umay’ın yüzüne kaydı. Gözlerindeki bakışları anlamaya çalıştım ama bir şeyler tam olarak çözülmüyordu. Kolumdaki sıyrık, fazla kanıyordu. Suzan hemşire, kanın fazlalığını temizlerken, umursamadan bana bir şeyler söyledi.
Umay, odanın köşesinden gözlerini benden kaçırmaya çalışıyordu. Ama içimden bir şey bana, aslında kıskandığını hissettirdi. Bu, çok kısa bir andı ama bu hissi kaçırmak zor değildi. Kolumun sıyrığı biraz sızlarken Suzan hemşire nazikçe bana bakarak yara bandını yerleştirdi.
“Bu kadar kan kaybı, bir süre dinlenmeyi gerektirir. Ama çok ciddi değil. Şu anda önemli olan, biraz dinlenmek. Gerçek savaşçı gibi gözüküyorsun, Yüzbaşı. Kolunu dikkatli kullanmalısın.” Suzan’ın sesi yumuşaktı, ama bir profesyonellik vardı.
Umay’ın bakışları, Suzan’ı izlerken hafifçe sertleşti. O an, tek odak noktam bu sıyrık ve devam etmem gereken görevdi. Suzan hemşire işini bitirip kolumdaki bandajı kontrol ettikten sonra, gülümseyerek bana doğru başını salladı.
“Şu an bir şey olmayacak. Ama tekrar dikkat et, Altay yüzbaşı. Burası çok önemli. Kolun çok daha kötü olabilir.”
O an, Umay’a bir göz attım. Gözlerindeki ifade biraz daha yumuşadı. Ama yine de bir şey vardı. İçimden, belki de doğru zaman değildir, diye düşündüm. Umay’ı rahatsız etmemek için gülümsedim. Umay benden önce davranarak ‘’dinlenecek.’’ Dedi gülümsememe engel olamadım.
"Emredersiniz," dedim, her zamanki gibi sakin bir şekilde. Kolumda biraz daha rahatlamıştım ama gözlerim hala Umay’da kalmıştı. Onun o kısa bakışı, yine de aklımı kurcalıyordu. Gülümsemek, içimdeki gerilimi biraz olsun atmamı sağladı, ama kolumdaki sıyrık, görevime engel olmamalıydı.
Suzan hemşire, başını sallayarak odadan ayrıldığında, Umay’a bir kez daha gözlerim kaydı. Bu sefer biraz daha dikkatliydim. "Bir daha olmasın," dedi, gülümseyerek. Ama aynı zamanda o ciddiyetle.
O an, bir sessizlik daha oluştu. Ama bu sefer, ikimizin arasında farklı bir anlam vardı.
Revirden çıkarken, kolumdaki acı hafiflemişti ama yorgunluğumun izleri hâlâ vücudumda ağır bir yük gibi duruyordu. Suzan hemşirenin dikkatli müdahalesi sayesinde yarama fazla kan kaybı olmadan geçmiştim. Ancak işler bitmemişti. Ekip, bir an önce brifing odasına geçmeliydi. Yarbay Haluk’un emriyle herkes toplandı. O an, adımlarımızı hızlandırarak brifing odasına yöneldik.
Brifing odasında, yarbay Haluk zaten bizi bekliyordu. Herkesin yüzünde bir yorgunluk, ama aynı zamanda başarı hissi vardı. Odanın duvarlarında görev raporları ve haritalar asılıydı. Yarbay, masasının arkasında duruyor, sakin ama sert bir şekilde gözlerimizi süzüyordu. İçerideki sessizlik bir süre devam etti, herkes yerini aldı. Sonunda Haluk komutanım, derin bir nefes alarak gözlerini Umay’a çevirdi.
“Umay,” dedi, sesindeki ciddiyetle. “Yaptığın iş gerçekten takdire şayan. Bize burada sadece tarihi eserleri değil, aynı zamanda hayati bir görevde nasıl başarılı olacağını da kanıtladın. Her şey yolunda mıydı? Yani, ne tür bir risk aldınız? Eserleri almak ne kadar önemliydi?”
Umay, biraz sessizleşti ama gözlerinde o kendine güvenen ifade vardı. Derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.
"Yarbayım," dedi, “Eserlerin tarihi değeri çok büyüktü. Birçok uygarlığın izlerini taşıyorlar. Bunlar sadece arkeolojik buluntular değil, aynı zamanda bir kültürün, bir halkın hafızası. Ancak bu eserler, bu kadar değerli olmasının yanında, tehlikeli bir şekilde kaçırılmak istenmişti. Çalınmasının amacı, bu kültürlerin ve tarihlerin yok edilmesi ya da belirli bir güce hizmet etmesi içindi. İyi bir istihbarat sağladık, ama esasen her şey bu eserlerin anlamını anlamakla başladı.”
Umay’ın sesi, odada yankılandı. Gözleri, herkesin dikkatle ona odaklanmasını sağladı. Altın, gümüş ve taş eserlerin nasıl ve neden kaçırıldığını, kimlerin bunları satmaya çalıştığını, her birini dikkatle açıklıyordu. Birer birer, bulduğu her eser hakkında detaylar veriyordu.
"Mesela," dedi Umay, “Bir tanesi, Urartu medeniyetine ait çok değerli bir yazıt. Bu yazıt, bölgedeki eski bir tapınakla ilgili bilgiler veriyor. Eğer doğru kişilerin eline geçseydi, bu yazıtın içindeki bilgilerle büyük bir siyasi oyun kurabileceklerdi. Diğerleri ise, Roma İmparatorluğu’na ait çok değerli heykellerdi. Amaçları, bu eserleri çalmak ve satmak, kültürleri yok ederek kendi gücünü artırmaktı."
Yarbay Haluk, her bir kelimesini dikkatle dinleyerek başını sallıyordu. Umay, anlatırken gözlerinde bir kararlılık vardı. O an, ne kadar ciddi ve profesyonel olduğunu bir kez daha fark ettim. O kadar yoğun bir şekilde konuya odaklanmıştı ki, etrafındaki hiçbir şey onu rahatsız edemedi.
Haluk komutanım, derin bir nefes aldı ve birkaç saniye düşündü. "Yani," dedi, "bu eserler sadece tarihi değil, stratejik olarak da önemli. Ve birçoğu kaybolmuştu, değil mi?"
Umay, başını sallayarak devam etti. "Evet, Yarbayım. Bunlar kaybolmuş ve piyasada satılmaya çalışılıyordu. Birçoğu uluslararası çetelerin elindeydi. Ama biz onları kurtardık."
Yarbay Haluk, kısa bir süre suskun kaldı, sonra gözleri tüm ekibi süzdü. “Bu operasyonu başarıyla tamamladığınız için tebrik ediyorum. Ama bu sadece bir başlangıç. Sadece tarihi eserler değil, bu operasyonun gerisinde çok daha büyük bir tehdit var. Umay, söylediklerin gerçekten önemli. Eserlerin amacı, sadece kültürel yok oluşu değil, aynı zamanda belirli bir güç için stratejik adımlar atmayı da kapsıyordu.”
Bir süre sessizlik oldu. Herkesin kafasında aynı düşünceler vardı. Umay, yaptığı kahramanlıkla sadece bir askerin görevini yerine getirmedi, aynı zamanda bu toprakların tarihini de korumuştu. Ancak hala yapacak çok iş vardı.
Brifing odasında konuşmalar devam ederken, Umay'ın yaptığı açıklamalar, operasyonun neden bu kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyordu. Yalnızca savaşın değil, kültürün, tarihin korunması da büyük bir mücadeleydi.
Odanın kapısını kapatıp çıktığımızda, herkes dinlenmeye çekildi. Bir yandan da bu operasyonun yorgunluğunu atmak için biraz soluklanmam gerekiyordu. Ama tabii, bir de İlteriş vardı. Hani o tipler vardır ya, bir şekilde her anı eğlenceli hale getirmeye çalışırlar, işte o İlteriş tam olarak o tiplerden biriydi.
İçeriye girmemle, sigara içmek için bahçeye çıktık. İlteriş sigarasını yakarken, bana dönüp sırıtarak “Shipim moment verdi!” diye bağırdı. O kadar absürdü ki, gülmemek için kendimi zor tuttum. Ama o sırıtan, kollarını havada döndüren hareketi beni bir şekilde güldürmeyi başarıyordu. “Shipim moment verdi!” dediğinde, kızların sosyal medya paylaşımlarındaki halini anımsatıyordu, ama işin içinde o kadar büyük bir ciddiyet vardı ki, hala nasıl bunu komik hale getirdiğini anlamıyordum.
Ben de sigaramı yaktım, derin bir nefes aldım ve sigara dumanını havaya üflerken ilteriş bana kötü kötü baksa da ses etmedi çok fazla içen biri değildim binde bir, gözlerim Umay’ın yüzünü düşündü. O anları düşündükçe, kafamda hala dönüp duruyordu. Ama İlteriş, yine o bildiğimiz halindeydi, gülümsedi ve elini gökyüzüne doğru uzatarak, “Ya Altay, sen ne kadar ciddisin ya! Hani operasyondaki tüm o gerilim, çatışma, hayatta kalma falan derken… bi bak, senin de aslında ‘romantik’ yönlerin var!” dedi.
“Romantik?” diye takıldım, gözlerim hafifçe kısıldı. “Sen ciddi misin? Operasyonun ortasında ‘romantik’ falan demek de neyin nesi?”
İlteriş’in yüzü iyice ciddileşti. "Abi, öyle diyorsun ama, o Umay’la olan bakışmalarını unutmadım! Hani şu, göz göze geldiğiniz anlar vardı ya! ‘Beni kurtar, Altay!’ der gibi bakıyordu. Biraz yavaşlasaydın, belki de kalp atışlarını duyabilirdik!" diye güldü. Benim sinirlerim bozulmuşken, o hala gülüyordu.
“Ya sen de her konuda takılıp durma! Hem ne romantizmi? Savaşın ortasında kalp atışlarını duyacak halim yok,” dedim, sigaramı dudaklarımın arasında tutarak.
İlteriş kafasını sağa sola sallayarak devam etti. “Abi, bak şimdi… Bir de o sıyrığına dikkat et. Umay bir bakışta seni tam anlamıştı! Gözlerinde o kararlılığı, güveni gördüm. Senin o kaslı omuzlarına bakarken, 'Vay be!' dediğini düşündüm. Ama senin için bir ‘güç’ olabilirdi. Hadi ya! Çekici bir kahraman olmak istemez misin?”
‘lan sen bizi mi izledin it!’’ dedim hiddetle.
Ama içimden gülmeden duramadım. O kadar komikti ki. Yavaşça sigaramı yere doğru bıraktım ve ayağımın ucuyla ezdim. "Romantik olacağım diye savaşın ortasında unutma, ilerde daha ciddi işlerimiz var." dedim ama İlteriş, bunu hiç ciddiye almadı.
“Ciddi olsan da hala Umay’la aranda bir şeyler var. Bunu gizleyemezsin!” dedi. Ama birden daha ciddi bir ifadeyle, “Ama, şunu da söyleyeyim. O çatışma anında, her şeyin bu kadar hızlı geliştiği bir yerde bile, her ikinizin de cesareti inanılmazdı. Gerçekten. Ne olursa olsun, birbirinizi koruyacak kadar güçlüydünüz,” dedi.
O an, biraz sakinleştim. Haksız değildi. Umay’la yaşadığımız o anlar, hiç beklemediğimiz şekilde derin bir bağ kurmuştu. Ama hala kafamda bir karmaşa vardı. İlteriş’in sözleri biraz olsun düşüncelerimi değiştirmişti.
“O kadar da büyük bir şey değil, İlteriş,” dedim, yine sigara içerek. “Her şey bir görevdi, o kadar.”
İlteriş, kafasını iki yana sallayarak, “Bence her şey daha fazlasıydı,” dedi. Gözleri bir an için Umay’ı hayal eder gibi oldu. “Ama neyse, şu anda ‘shipim moment verdi!’ dediğinde, yine ters ter bakışlarıma aldırmadı.
‘’bir gün birisi seni bu kadar güzel anlayacak ve… Belki de herkesin önünde o gözleriyle seni izlerken sen de fark edeceksin. Bunu bir kenara yaz, Altay!”
Kafam biraz karışmıştı. Evet, her şey görevdi ama bu, başka bir şeydi. İlteriş’in söylediği gibi, belki de bir gün, bu anların çok daha fazlası anlam kazanacaktı. Ama şu anda, tek düşündüğüm şey biraz rahatlamak ve dinlenmekti.
İlteriş’le sohbet ederken, bir yandan da sigaramın dumanını havaya üflüyordum. Biraz olsun rahatlamak, tüm o operasyonun gerginliğinden uzaklaşmak istiyordum ilteriş ben sigara içerken bir kereden bir şey olmaz der gibiydi sanki. O sırada bahçenin diğer köşesinden bir hareket gördüm. Gözlerim hemen umarsızca ilerleyen birini fark etti; Umay’dı. Ama onun yanında, her zamanki gibi gıcık olduğum astsubay vardı. O adamın gözlerinde her zaman bir şey vardı; ne kadar profesyonel görünmeye çalışsa da ben ondan bir türlü hoşlanamıyordum.
Kaşlarını çatarak bizim tarafımıza doğru yürüdüğünü görünce, sigaramı hemen yere atıp, İlteriş’e bir bakış attım. İlteriş yine bildiği gibi rahat, gülümsüyordu.
İlteriş, farkında olmadan, “Ya Altay, senin bu karizma var ya…” dedi, ama ben onu dinlemeden, Umay’ın ne yapacağını izlemeye devam ettim.
Bir anda, astsubay bizi fark etti ve hemen bir adım geriye atarak esas duruşa geçti. O an Umay’ın tavırları değişti, gözlerimde öfke ve kıskançlık vardı. Sigara dumanı hâlâ havada asılı dururken, Umay’a bir adım daha atarak hızla yaklaştım ve astsubayın suratına bakmadan, “Ne yapıyorsun burada?” diye sertçe sordum.
İlteriş’in suratı değişmişti, bu halim onu biraz şaşırtmıştı ama Umay yine de sessiz kaldı. O kadar da bir şey olmayacak gibi gözüküyordu ama Umay’ın gözleri, o an başka bir şeyler anlatıyordu. Gözlerini astsubaya odaklamıştı, sanki bu kadar rahatsız edici tavırlarla burada olmaması gerektiğini hissediyordu.
Astsubay, kendini savunmaya çalışarak, “komutanım, biz sadece biraz hava almak için çıkmıştık…” dedi, ama sesindeki tereddüt beni daha da kızdırmıştı.
Sigaramı yere atıp hızlıca astsubaya baktım. “Sana ne? Bu kızla takılma amacın belli lan” dedim ve adımlarını sertçe attım. O kadar kıskançtım ki, bu tavırlarım aslında bana da bir şeyler hatırlatıyordu. Gözlerimdeki o gizli sahiplenme duygusu… Bunu ilk kez bu kadar açık hissediyordum.
İlteriş, biraz gergin bir şekilde araya girmeye çalıştı. “Abi, sakin ol. Burası bizim alanımız, sadece biraz dinlenmeye çalışıyoruz,” dedi ama bakışlarım, bunu duymamış gibi geçiştiriyordu. Astsubay ise, sadece başını eğerek yerinden ayrıldı.
O an, tavırlarım çok belirgindi. O kadar sinirli ve kıskanmıştım ki, sadece sohbet etmesi bile bana bu kadar dert olmuştu. Ama o kadar da ciddiye almadı. Sadece bir şey fark ettim: ne olursa olsun, bu kadar sert tavırlarım ve dikkatli bakışlarımla ona olan hislerimi gizlemeye çalışıyordum.
İlteriş, her zamanki gibi gülerek durumu hafifletmeye çalıştı. “O zaman biz sizi yalnız bırakalım’’ dedi. Astsubayı alıp yürüdü.
Ama gözlerim hala Umay’ı izliyordu. Sinirli halimden ve o kıskanmış bakışlarımdan arınmaya çalıştım.
Bu işin sonu nereye varır, kim bilir… Ama bir şey kesindi; Umay, sadece görev değil, aramızdaki başka bir bağ da vardı. O bağ, her geçen gün daha da belirginleşiyordu.
Umay’ın gözlerinden öfke ve hayal kırıklığı süzüldü. Bir adım daha atıp, o kadar hızlı bir şekilde bana döndü ki, gözlerindeki hışımla karşılaştığımda nefesim bir an kesildi. Gözlerimde hala kıskançlık vardı ve o kadar sertti ki, sanki içimdeki tüm öfkeyi dışarıya fırlatacak gibiydim. Oda aynı şekilde Hızla adım attı ve burnumun dibine kadar geldi.
“Altay!” dedi, sesi öfke doluydu. “Saçmalama! Bu ne biçim hareket? Ne yapmaya çalışıyorsun?” Gözlerindeki alevi gördüm. Artık sakinleşmiş değildi, kesinlikle bir şeyler patlamak üzereydi.
Sadece şaşkın bir şekilde bakmakla yetindim. Hala sigaramın dumanı havada asılı duruyordu, ama bu dumanı soluyormuş gibi hissetmiyordum. Umay, her zamankinden farklıydı. O kadar sinirliydi ki, söyledikleri kulağımda yankı yapıyordu.
"Ne yapmaya çalışıyorsun? Astsubayı neden bu kadar sert sorguluyorsun? O kadar sinirlisin ki, saçmalıyorsun!" dedi, her kelimesi sanki bir mızrak gibi vuruyordu. “Ne var yani, biraz hava almak istedik! Beni mi kıskanıyorsun?”
Sözleri, tam da hissettiğim şeyleri yüzüme vuruyordu. Bunu kabullenmek zor olsa da doğruydu. Gözlerimdeki gizli sahiplenme duygusu ve ona karşı duyduğum hisler, bu kadar açık hale gelmişti. Ama yine de Umay’ın bu kadar öfkelenmesi beni sarsmıştı. Bunu hiç beklemiyordum.
Bir adım geri atarak derin bir nefes aldım. "Ya Umay, sen ne diyorsun? Bunu ciddi ciddi soruyor musun?" dedim, ama sesim biraz çatlamıştı. Bu kadar öfkeli bir Umay, daha önce hiç görmediğim bir şeydi.
"Tabii ki kıskanıyorum!" diye bağırdım ama içimden o an sessiz kalmalıydım. “Ne yapmaya çalıştığımı ne hissettiğimi gayet iyi biliyorum! Ama bunun bir sınırı var, Altay! Bir de bana hesap sormak nedir? Biraz sakin ol, ne yapıyorsan yap, ama bu şekilde davranma!”
İçimde bir şeyler kırıldı. Gözlerim bir an daha da sertleşti, ama Umay’ın tavırları bana da bir şeyler anlatıyordu. O kadar sinirliydi ki, bu kadar güçlü bir şekilde konuşması beni biraz daha etkilemişti. Gözlerindeki o öfke, bana daha fazla yaklaşmak istemiyordu. Ama ben hala anlamıyordum; gerçekten bana kızıyor muydu, yoksa sadece hareketlerimi mi yanlış buluyordu?
Bir an için sessiz kaldım, sigaramı tekrar yaktım ve dumanını içime çektim. Biraz olsun sakinleşmeye çalıştım, ama bu işin içinden çıkmak kolay değildi. “Benimle de konuşmaya, yürüyüş yapmaya karar vermen ne kadar sürer, Umay?” dedim, ama içimden hala kıskanıyor olmanın verdiği sinir vardı.
Umay, başını sallayarak bir adım geriye çekildi. “Altay, sana bir şey anlatacağım. Ama bununla ilgili şimdi değil, başka bir zaman konuşalım,” dedi, sesinde yorgunluk vardı. “Bunları bana söyleme. Ne yapıyorsan yap, ama böyle bir tavırla değil.”
Ve bir an için, gözlerindeki o kırgın bakışları gördüm. Gözlerinde başka bir şey vardı. Beni dinlemiyordu, sadece bu tavırlarımdan dolayı üzülüyordu. Hala bir şeyler söylemek istedim, ama susmak zorunda kaldım.
Umay, bir adım daha geri atarak ellerini sarmaladı. "Bunun bir sınırı var, Altay," dedi, ama artık sesindeki o sertlik yoktu. Sadece kırgın bir tını vardı. “Bu hareketlerin garip hissettiriyor, ikimizin arasında başka bir şey olmasını istemiyorum. Bu kadarını hak etmiyorum.”
Ve o an, söyledikleri kalbime bir ok gibi saplandı. Umay, sadece görev değil, aramızda başka bir şeyin de olduğunu hissetmişti. Ama o kadar korkmuştum ki, duygularımı tam olarak ifade edemedim. Şimdi o kırgın bakışlarını görmek, içimde daha derin bir boşluk bırakıyordu.
Kendimi toparlamaya çalıştım, ama içimdeki karmaşa büyüyordu.
Umay’ın söyledikleri kulaklarımda yankı yapıyordu. İçimde bir boşluk, bir ağırlık oluştu. Onun bu kadar kırgın olduğunu görmek, sinirlerimi daha da zayıflatıyordu. Umay’ı orada bırakıp, sinirli adımlarla yürümeye başladım. Ne düşündüğümü ne hissettiğimi bilmeden sadece ilerledim. İlteriş’le bir şeyler konuşmak istemiyordum. Gözlerim önümdeki yolun sonuna kadar gitmişti. Geriye dönüp bakmak, Umay’a bir şeyler söylemek, içimdeki huzursuzluğu yatıştırmak için çok geç kalmıştım.
Yavaşça yürüdüm ve hemen jeep’imle evime gitmek için yola koyuldum. Jeep Grand Cherokee 2023 model, benim için sadece bir ulaşım aracı değildi; bir tür sığınak gibiydi. Aracımın içinde yalnızdım, her şeyden uzak, sadece kendi içimdeki karmaşayla baş başa kalmıştım.
Eve vardığımda, ilk işim üniformamı çıkarmak oldu. Gövdemi sıkan, gün boyu beni boğan bu giysiyi üzerimden atmak, biraz da olsa rahatlatıyordu. Hemen soğuk suyu açıp abdest aldım. Suyun serinliği yüzümdeki sıcaklığı alırken, zihnim de biraz olsun durulmaya başlamıştı. Abdest alırken, bir an için Umay’ın yüzü gözümün önüne geldi. O kadar kırgın ve öfkeliydi ki… Ama ben de kendimi savunamadım. O kadar sinsice yaklaşıp ona hislerimi açamadım ki, artık ne yapacağımı bilemiyorum.
Seccadeyi serdim, biraz olsun huzur bulmak için yatsı namazına niyet ettim. Namazımı bitirince, ellerimi açıp dua ettim. Yalnızca içimden geçen her şeyi dile getirdim. Kalbimdeki boşluk, Umay’a söyleyemediklerim, o kırgın bakışlar... Her şey beni o kadar derinden etkiliyordu ki, kelimelerimi doğru bulamıyordum.
Seccadede dua ederken, omuzlarımın düştüğünü hissediyordum. Ne kadar dua etsem de içimdeki bu kırgınlık ve eksiklik bir türlü geçmiyordu. Kalbim, her geçen dakika biraz daha ağırlaşıyor, duygularım beni boğuyordu. Yavaşça başımı seccadeye koyup, dua ederken, içimdeki bu acıyı biraz olsun hafifletmeye çalıştım. Ama bir yandan da ne kadar uğraşsam da kalbimdeki kırıklar ne kadar onarmaya çalışsam da tam anlamıyla iyileşmiyordu.
Seccadede dua ederken, bir an için başımı kaldırıp etrafıma baktım. Gözlerim, arkamdaki bir figürü fark etti. İlteriş, her zamanki gibi boş bir şekilde oturuyordu, ama bu sefer yüzündeki ifade biraz daha ciddi görünüyordu. Onun bakışlarını hissettim. Kafamı hafifçe çevirdim, gözlerim onun bakışlarına takıldı. O kadar anlamlıydı ki, bir anda kendimi biraz daha savunmasız hissettim.
İlteriş’in gözlerinde, tanıdık bir ifade vardı; hayranlık ve merak. O kadar saf ve bir o kadar da derindi. Beni izliyordu, belki de ne düşündüğümü ne hissettiğimi anlamaya çalışıyordu. İçimde bir sıkışıklık hissettim, bir tür baskı. O kadar fazlaydı ki, kendimi kontrol etmekte zorlanıyordum.
Sonunda, ne oluyordu? Gerçekten de ne oluyordu? Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve içimden kendime sordum. İçimdeki bu karmaşık duygulara ne ad vereceğimi bilmiyordum. Ama bir şey kesindi; Umay’a karşı hislerim, bu kadar karmaşık ve yoğun bir hale gelmişti. Gözlerim, sanki sorularla dolu bir okyanusta kaybolmuştu.
O sırada İlteriş, ağır adımlarla yanıma yaklaştı ve seccademin boş kısmına oturdu. Duruşundaki o rahatlık, biraz da olsa içimdeki gerginliği hafifletiyordu. Ama gözlerinde bir ısrar vardı. Bir şeyleri anlamıştı, bir şeyler fark etmişti. Gözlerimden okuduğu duygulara o kadar aşinaydı ki, bu anı boşa geçiremezdi. Yavaşça bana baktı ve derin bir nefes aldı.
“Sen âşık oldun,” dedi.
Sözleri, her zamankinden daha yumuşak, ama o kadar kesindi ki, içimde bir sarsıntı hissettim. Gözlerim, onun yüzüne kayarken, dilim tutuldu. “Ne diyorsun İlteriş?” diye mırıldandım, reddetmeye hazırlanırken, kelimelerim boğazımda sıkıştı.
Ama İlteriş, bana her zamanki gibi gülümseyerek bir adım daha yaklaştı. “Sana ne oluyor, Altay?” diye tekrar sordu, bu sefer daha fazla ciddiyetle. “Gerçekten de âşık oldun,” dedi, yine aynı netlikle.
Bir an, ona cevap vermek için ağzımı açtım, ama İlteriş’in komik bir şekilde gülerek beni susturdu. “Bunu kabul et, abicim. Şimdi kendini gizleyemezsin. O kadar belli ki, her şeyin içinde kaybolmuşsun,” dedi ve sonrasında gülerek bana sarıldı.
Sarılması, bir anda beni tuhaf bir şekilde rahatlattı. O kadar içten ve doğal bir hareketti ki, sadece gülüp geçtim. İlteriş, bazen bana doğruyu söylemek için komik bir yol seçse de gerçekte ne demek istediğini çok iyi bilirdi. Bu an, garip bir şekilde bana kendimi ifade etme şansı vermişti.
İlteriş’in gülümsemesi, bu gergin anı, biraz olsun hafifletmişti. Ama içimdeki hisler bir türlü geçmiyordu. Onun sarılması, sanki bu kadar karmaşık duyguları daha da derinleştirmişti. Âşık olduğumu, onun sayesinde kabul etmek zorunda kalmıştım. Ama her şeyin içinde, belki de ilk defa doğruyu görmek ve kabul etmek, biraz daha zorlayıcıydı.
İlteriş’in bakışları, gözlerindeki o gurur dolu ifade, beni yine şaşırtmıştı. Ama aynı zamanda, o kadar saf ve gerçekti ki, sadece susmakla yetindim. İlteriş’in gülümsemesi hala yüzümde, içimde bir ağırlık bırakmıştı. Ama bu ağırlık, beni hem hafifletiyor hem de düşündürüyordu. Onun söyledikleri bir gerçekti, belki de bu kadar derinden hissedemeyecek kadar karışıktı. Ama yine de, kalbimde bir şeyler vardı, bir yerlerde, umutsuzca kaybolan bir his.
İlteriş’in sarılması biraz olsun rahatlatmıştı, ama ben, zihnimde Umay’ı düşünüp duruyordum. Onunla geçirdiğimiz o anlar, gözlerindeki o hüzün, beni bir şekilde kendimden uzaklaştırıyordu. Huzursuzdum, ben bunu biliyordum. Hem albayın kızı olması hem de görev arkadaşım olması, bizim aramızdaki her şeyi karmaşık hale getiriyordu. Bu durum, her ikimizi de farklı bir noktaya çekiyordu. Ama Umay’ın bana karşı hissetmediği bir şey olduğunu fark etmek, her geçen gün daha da zorlaşıyordu.
Bir yanda görevim, bir yanda Umay’a olan hislerim… Hepsi birbirine karışmıştı. O kadar derin, o kadar yoğun duygularla karşı karşıyaydım ki, her şeyin içinde kaybolmak istemiştim. Ama o an, her şeyin farkındaydım. Umay, benim hislerimi anlayamayacak kadar karışıktı. Görevine sadık, albayın kızı ve daha da önemlisi, ona hislerimi açmamın imkânsız olduğunu biliyordum. Bu, sadece içimde bir boşluk bırakıyordu.
İlteriş’e döndüm. Derin bir nefes aldım, her kelimenin yavaşça ağızdan çıkmasına izin vererek, “Biliyor musun, İlteriş? Umay’a karşı bir şeyler hissettiğimi kabul etmek, bana imkânsız gibi geliyor,” dedim. “Hem yarbayın kızı hem de görev arkadaşı. Aramızda öyle bir mesafe var ki, ben ne kadar ona yaklaşmaya çalışsam da o mesafeyi aşmak imkansız gibi hissediyorum.”
Bir an için sessiz kaldım, derin bir iç çekişle gözlerimi kapattım. “Ve en kötüsü, o bana karşı hiçbir şey hissetmiyor. Bunu biliyorum, İlteriş. O kadar derin bir boşluk var ki, her an içimde. Ne yapmalıyım, bilmiyorum. Ama ona olan hislerim, bana göre asla yeterli olmayacak gibi hissediyorum.”
İlteriş, bu söylediklerime bir an şaşkınlıkla baktı. Ama o kadar sakin ve anlamlı bir şekilde, derin bir nefes alarak, “O zaman ne yapıyorsun?” diye sordu. Benim içimdeki karışıklık, ona ne kadar anlatabileceğimi bilemiyordum. Ama içimdeki bu duyguyu ona açıklamak, belki de en büyük çıkış yoluydu.
“Bilmiyorum,” dedim, yavaşça. “Ama bir şey biliyorum. Her geçen gün, ona daha yakın hissediyorum kendimi. Ama işte… işte bu hisler, bir türlü karşılık bulamıyor.”
İlteriş, bir süre sessiz kaldı, sonra omzuma vurdu. “Dostum, belki de bazen hayat, bizim düşündüğümüz gibi gitmiyor. Ama ne olursa olsun, duygularını bastırma. Çünkü o, her zaman bir yol bulur.”
O an, İlteriş’in söyledikleri bana bir şeyler hatırlatmıştı. Duygularımı bastırmak, bir çıkış yolu bulmak, her zaman kolay olmuyordu. Ama belki de hislerim doğruyu gösterecekti bir gün…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |