

Sol kolumdan sıcak kan süzülüyordu. Kurşunun vücudumda ne kadar derine girdiğini bilmiyordum, ama şu an en önemli şey kan kaybını kontrol etmekti. Umay’ı korumam gerekiyordu. Her şeyden önce, o güvende olmalıydı.
Elim titrerken hızla cebimden telefonu çıkardım. Parmağımı ekrana kaydırıp İlteriş’i aradım. Telefon çaldı, çaldı… Derken o tanıdık sert sesi duydum.
“Altay?”
Nefesim düzensizdi ama sesimi sabit tuttum.
“İlteriş, pusuya düştük! Ağır makineliyle tarıyorlar, bina çevrildi! Sol kolumdan vuruldum ama durum stabil. Destek lazım, hemen!”
İlteriş’in sesi anında sertleşti.
“Dayan! Timi kaldırıyorum, beş dakika içinde oradayız! Sakın pes etme, Altay!”
Telefonu kapattım, MPT-76’mı yeniden kavradım. Sol elim kan kaybından güçsüzleşiyordu ama sağ elim hâlâ sapasağlamdı.
Dışarıdan adamların ağır ayak sesleri duyuluyordu.
Beni bulmaya yaklaşıyorlardı.
Gözüm Umay’a kaydı. Titriyordu ama gözlerindeki korkuya rağmen bana güveniyordu.
“Sakın ses çıkarma,” dedim, gözlerimi onun gözlerine kilitleyerek. “Ne olursa olsun.”
Tam o anda kapıya ağır bir tekme atıldı!
İlteriş'in önderliğinde tim binaya girmişti!
Dışarıda tam anlamıyla kıyamet kopuyordu.
Mermiler peş peşe sıkılıyor, adamlar bağırıyordu. Timin her biri bir noktadan ilerliyor, düşmanları milim hatasız temizliyordu.
İlteriş’in sesi telsizden yankılandı:
“Sol taraf temizlendi! Burak, sağ kapıyı kontrol et!”
Burak’ın sesi:
“Sağ taraf tamam, Ulaş ve Mustafa Kemal ilerliyor!”
Umay, çatışma sesleri arasında sessizce bana bakıyordu. Gözlerinde panik vardı ama tek kelime etmiyordu. İçindeki korkuyu bastırarak bana güvendiğini gösteriyordu.
Birkaç saniye sonra…
Silah sesleri kesildi.
Ölü bir sessizlik çöktü.
Kapı hızla açıldı, İlteriş, Ulaş, Mustafa Kemal ve Burak içeri girdi.
Burak: “Komutanım!”
İlteriş gözlerini etraftaki delik deşik olmuş mobilyalara, cam kırıklarına ve üzerimdeki kana çevirdi. Kaşlarını çatıp hemen yanıma geldi.
Mustafa Kemal, odanın köşesindeki adamı tek hamlede etkisiz hale getirip silahını düşürdü.
Umay, gözlerini kolumdaki kanlı yırtığa dikmiş, donmuş gibiydi. Sonra ellerini ağzına kapattı ve gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.
“Altay…” dedi, sesi titriyordu.
Onun gözyaşlarını gördüğüm an, içimdeki tüm acıyı unuttum.
“Ben iyiyim, prensesim.” Hafifçe gülümsedim. “Yine şanslıyım, kurşun sıyırmış.”
Ama Umay, kolumdaki kanı görünce ağlamaya devam etti. Ellerini titreyerek üzerimdeki yaraya bastırmaya çalışıyordu.
İlteriş, yere serilmiş düşman cesetlerine son bir bakış attıktan sonra, gözlerini bana çevirdi.
“Bu gece bize pusu kurdular, Altay. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı.”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırarak ekledi:
“Biz pusuya düşmeyiz. Pusuyu bozarız.”
Ben, silahımı yere bırakıp Umay’ın saçlarını okşadım. “Ve en önemlisi…”
Umay, gözyaşları arasında bana baktı.
“Ben seni korumak için her seferinde şanslı olmaya devam edeceğim.”
Ama içimde biliyordum. Bu sadece bir başlangıçtı.
Umay’ın titreyen elleri kolumdaki yaraya bastırırken, gözleri hâlâ yaşlarla doluydu. Onu böyle görmek, yaradan daha çok acıtıyordu.
Etrafımızdaki sessizlik, silahların sustuğu ama savaşın bitmediğini hatırlatan bir uğultu gibiydi. Bu sadece bir geceydi ama etkisi yıllar sürecekti.
Umay’a sessizce fısıldadım:
“Buradan bir çıkalım… Sana en güzel yuvayı yapacağım, aşkım. Merak etme.”
Umay, gözlerini bana kaldırdı. Sessizce başını salladı, sonra usulca başımı ellerinin arasına aldı ve alnıma bir öpücük kondurdu.
“Sana bir şey olmasın yeter, Altay…” dedi, sesi neredeyse fısıltı kadar hafifti.
Ama ben duydum.
Ve içimde bir kez daha yemin ettim: Ona bir şey olmayacak. Ben yaşadıkça, o güvende olacak.
İlteriş hızla eliyle işaret etti.
“Hadi! Çıkıyoruz! Koruma kalkanı oluşturun!”
Ulaş ve Mustafa Kemal hemen Umay’ı ortalarına aldı. Burak ve İlteriş, en önde ilerliyordu. Ben arkada, elim tetikte Umay’ın hemen yanında yürüyordum. Sol kolum sızlıyordu ama hissetmiyordum bile.
Gecenin soğuk havası üzerimize çökerken, gölgelerin içinden hızla süzülerek binadan çıktık.
Araç kapıları açıldı, Umay’ı hızla içeri aldık. Ben de yanına oturdum. Motorun sesi yükseldi ve hızla karargâha doğru ilerledik.
Karargâha vardığımızda, araçtan iner inmez Umay beni bırakmadı. Elimden sımsıkı tutuyordu, sanki bıraktığında beni kaybedecekmiş gibi.
“Komutanım, revire!” diye seslendi Ulaş.
Ben tam yürümeye başlayacaktım ki, Umay’ın elindeki güçsüz sıkışı fark ettim. Yorgundu, korkmuştu ama güçlü durmaya çalışıyordu.
“Ben iyiyim, Umay.” dedim hafifçe gülümseyerek.
Ama o başını iki yana salladı.
“Ben de seninle geliyorum.”
Bunu tartışmanın anlamı yoktu. Onu korumak benim görevimse, benim yanında olmak da onun hakkıydı.
Birlikte revire doğru yürüdük. Kapılar açıldığında, içeride bizi bekleyen sağlık ekibi hızla yanıma geldi.
Ama benim gözlerim sadece Umay’daydı.
Ve biliyordum… Bu gece bitmişti ama savaş yeni başlıyordu.
Revirin soğuk, ilaç kokulu atmosferinde derin bir nefes aldım. Kolumdaki sızı yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı ama Umay sağ salim yanımdaydı ya, gerisi umrumda bile değildi.
Doktor Gökhan, yarama son kez göz gezdirip hafifçe gülümsedi. “Şanslısın, Altay. Kurşun sıyırmış. Biraz daha derine gitseydi işin zor olurdu.”
Gözlerimi devirdim. “Bana hep böyle diyorsunuz ama ben şanslı mıyım, yoksa ölüm benimle oyun mu oynuyor, emin değilim.”
Gökhan hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Şans ya da değil, bu vücuda daha fazla yük bindirmemen lazım. Pansumanı yaptım ama birkaç gün dinlenmen gerek.”
Yanımda sessizce doktoru dinleyen Umay, aniden konuştu. “Altay dinlenecek, değil mi doktor bey?”
Gökhan hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Aynen öyle, Umay Hanım.”
Ben itiraz etmek için ağzımı açtım ama Umay önce doktorun eline teşekkür edip, sonra bana ters bir bakış attı. “Sakın bir şey söyleme, Altay. Sen dinleneceksin ve bu işin tartışması yok.”
İtiraz etmek gereksizdi. O zaten çoktan kararını vermişti.
Umay, beni kolumdan tutup yatakhaneye götürdü. Her adımda içimde bir şeylerin eridiğini hissediyordum. O beni korumaya çalışıyordu, tıpkı benim onu korumaya çalıştığım gibi.
Yatağın yanına geldiğimizde, battaniyeyi hızla çekti. “Otur.”
Gözlerimi kıstım. “Sen beni komuta mı ediyorsun, prensesim?”
Umay kollarını göğsünde bağladı, gözlerini hafifçe kısmıştı. “Aynen öyle, Komutanım. Ve şimdi dinleneceksin.”
Gülerek yatağa oturdum. “Peki, peki. Sen kazandın.”
Umay hafifçe gülümsedi ama gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu. Birkaç saniye bana baktı, sonra hızla döndü.
“Bekle geliyorum, ufak bir işim var.”
Kapıyı açıp çıktı.
Gitmesine izin verdim ama merak da etmeye başladım. Gecenin bu saatinde nereye gidiyordu? Ama ona güvenmem gerekiyordu. Zaten bu kadar zaman boyunca hep birbirimize sırtımızı yaslamadık mı?
Ve birkaç dakika sonra…
Kapı tekrar açıldığında, Umay’ın ellerinde dumanı tüten bir tas vardı.
Gözlerimi kıstım. “Bu ne?”
Gülümsedi. “Senin için yaptım. Tarhana çorbası. Kemik suyuna. İçersen iyi olacaksın.”
Bir an şaşkınlıkla tası izledim. Gecenin bu saatinde… sırf ben iyileşeyim diye mutfağa gidip çorba yapmıştı.
İçim sıcacık oldu.
Elimi uzatıp tası aldım, hafifçe gülümseyerek “Prensesim, sen gerçekten var mısın?” dedim, ona bakarken.
Umay hafifçe başını yana eğdi. “Ben olmasam, bu çorbayı kim yapacaktı?”
Gözlerimi kapatıp çorbadan bir yudum aldım. Sıcak, yoğun ve iyileştiriciydi. Tıpkı onun varlığı gibi.
Gözlerimi açtığımda, Umay hâlâ beni izliyordu.
Ve o an içimden bir söz geçti. Bu sadece bir çorba değildi. Bu, onun sevgisiydi. Ve ben, bu sevgiyi ömrüm boyunca koruyacaktım.
Umay, tası ellerinde tutarak çorbayı üfleyip üfleyip bana uzatıyordu. Gözleri her kaşıkta benim yüzümde, her üfleyişinde kalbimdeydi.
“Yanmasın, yavaş iç,” diye fısıldadı.
Gülümsedim. “Senin ellerinden gelen şey, zaten bana zarar vermez, prensesim.”
Kaşığı uzattı, içtim. Sıcaklığı içimde yankılandı. Yalnız bedenime değil, ruhuma da iyi gelen bir şeydi bu.
Son lokmada hafifçe başını yana eğdi. “Şifa olsun.”
Ben, gözlerimi ondan ayırmadan tası kenara bıraktım. Şifa zaten onun içindeydi.
Sessizce yanıma uzandı.
Gecenin yorgunluğu omuzlarımıza çökmüştü ama içimde bir dinginlik vardı. Sanki onun teni omzuma yaslandığında, savaş meydanındaki tüm silahlar susuyordu.
Parmaklarımı saçlarına doladım, nefesi boynuma değdi.
“Seni bana nasıl verdiler, Umay?” diye fısıldadım.
Başı hafifçe kıpırdandı. “Ben hep buradaydım, Altay.”
Gülümsedim. O hep buradaydı.
Dışarıda yağmurun hafif sesi, içeride onun kokusu… Bu gece benim cennetim buydu.
Ve ilk defa, savaşın ortasında bile olsa, bir adam kendini tamamlanmış hissedebiliyordu.
Umay, göğsüme yaslanmış, gözleri kapanmaya başlamıştı. Nefesi sakinleşmiş, kalp atışları benim ritmime karışmıştı. Ama benim aklımda başka bir düşünce vardı.
Mardin’deki görevimiz sona yaklaşıyordu. Bir süredir tim olarak bunu konuşuyorduk ve hepimiz aynı karara varmıştık: Ankara, Gölbaşı.
Bu, sadece stratejik bir karar değildi. Bu, benim için Umay’ı daha güvende tutmak, ona daha sakin bir hayat sunabilmek için de alınmış bir karardı.
Parmaklarımı yavaşça saçlarında gezdirdim. “Prensesim, sana bir şey söylemem lazım.”
Gözlerini hafifçe açtı, başını kaldırıp bana baktı. “Ne oldu, Altay?” dedi uykulu ama meraklı bir sesle.
Derin bir nefes aldım. “Timin tayini Ankara Gölbaşı’na çıkıyor.”
Bir an gözleri kocaman açıldı. “Gerçekten mi? Ne zaman?”
Gülümsedim. “Mardin görevi tamamlanır tamamlanmaz. Tayini çoktan istedik. Yakın zamanda taşınıyoruz.”
Yüzünde hafif bir şaşkınlık, biraz endişe ama en çok da huzur vardı. “Yani... buradan gideceğiz?”
Başımı salladım. “Evet. Ve sen daha güvende olacaksın, Umay. Gölbaşı bizim için hem daha kontrollü hem de daha yaşanabilir bir yer. Ve…” dedim, onu kendime biraz daha çekerek, “…orada da güzel, şirin bir evimiz olacak.”
Birkaç saniye sessiz kaldı. Sonra, küçük bir gülümsemeyle başını omzuma koydu.
“Biliyor musun?” dedi, gözlerini kapatarak. “Senin emeklilik hayalin vardı ya… Orası da güzel bir başlangıç olur.”
Gülümsedim. “Evet, olur. Bahçeli bir ev, kapının önünde oturup çay içmek, seninle sabaha kadar konuşmak… Ankara’da da olur, prensesim.”
Elini göğsüme koydu, hafifçe sıktı. “Benim için neresi olduğu önemli değil, Altay.” Sonra gözlerini açtı ve bana baktı. “Yanımda sen ol yeter.”
O an anladım. Burası Mardin, Ankara, ya da başka bir yer olabilirdi. Ama Umay benim yanımda olduğu sürece, her yer bizim yuvamız olacaktı.
Umay hâlâ başını göğsüme yaslamış, derin derin nefes alıyordu. Parmaklarımı saçlarında gezdirirken, içimde tarifsiz bir huzur vardı. Onun nefesinin sıcaklığı, gecenin soğukluğunu bile unutturuyordu.
Hafifçe gülümsedim, başımı yana çevirip ona baktım.
"Hmm..." dedim, gizli bir merakla.
Umay gözlerini hafifçe açıp bana baktı. “Ne oldu?” dedi, sesi uykulu ama yumuşacıktı.
"Yeni evimiz için neler planlıyorsun bakalım?" dedim, gülümseyerek.
O an gözleri biraz daha açıldı, yüzüne hafif bir heyecan geldi. Başını kaldırdı ve avuçlarını göğsüme koyarak beni süzdü.
“Gerçekten merak ediyor musun?” dedi, hafifçe kaşlarını kaldırarak.
Göz kırptım. "Tabii ki. Burası seninle birlikte kuracağım ilk ev olacak. Nasıl hayal ettiğini bilmek istiyorum, prensesim."
Bir an durdu, sonra hafifçe gülümsedi ve hayali çizermiş gibi parmaklarını göğsüme gezdirdi. “Bahçesi olacak… İçinde küçük bir salıncak. Bazen orada oturup kahve içeceğiz, bazen de gece yıldızları izleyerek sohbet edeceğiz.”
Gülümsedim. "Bahçeli olsun demek, tamam. Peki ya içerisi?"
Gözleri parladı. “Geniş bir mutfak olacak, çünkü senin için yemek yapmayı seviyorum.”
Bu sözleri duyunca, elimi kaldırıp çenesini hafifçe tuttum. “Sen zaten dünyadaki en güzel şeyi yapıyorsun, Umay. Bana sevgini veriyorsun.”
Yanakları hafifçe kızardı. “Ama ben sana, sen eve geldiğinde mis gibi kokan bir mutfakla karşılanmanı da istiyorum.”
Gözlerimi kısmıştım, içimden geçen tek şey şu oldu: Allah’ım, ben bu kadına nasıl âşık oldum böyle?
“Peki ya yatak odamız?” dedim, hafifçe kaşlarımı kaldırarak.
Umay hafifçe dudağını ısırdı, utangaç ama heyecanlı bir şekilde. "Büyük bir pencere olacak, sabahları güneş içeriyi aydınlatsın diye. Ve..." dedi, sesi biraz daha yumuşayarak. "Yanımda sen olacaksın."
Gülümsedim, başımı hafifçe eğip alnına küçük bir öpücük kondurdum. “Her sabah yanımda uyanacaksın, Umay. Ve her gece, seni kollarımda uyutacağım.”
Gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve fısıltıyla "O zaman orası gerçekten evimiz olacak, Altay..." dedi.
Ve o an anladım. Dört duvarın, bir kapının, ya da bir bahçenin önemi yoktu.
Evim, Umay’ın olduğu yerdi.
Umay gözlerini kısmış, beni incelemeye devam ediyordu. Şüpheleniyordu ama tam olarak neyin peşinde olduğumu çözemezdi. Ben ise içimde tuttuğum heyecanı ona hissettirmemek için kendimi zor tutuyordum.
Yanımdaki nefesini duydukça, içimdeki huzur büyüdü.
Gözlerimi kapattım. Plan tamam, her şey hazır.
Ve sonunda, sabaha karşı Umay’ın nefesiyle uyuya kaldım. Yarın, her şey değişecekti.
Uyandığımda yanım boştu. Umay’ın sıcaklığı hâlâ yastığın üzerinde ama kendisi ortada yoktu.
Hızla yataktan kalktım, gözlerimle etrafı taradım. Belki mutfaktadır, belki dinlenme odasında... Ama içimde garip bir huzursuzluk vardı.
Adımlarımı hızlandırarak önce dinlenme odasına baktım. Boş.
Koridorlarda birkaç askere sordum. Kimse onu görmemişti.
Kaşlarımı çattım. Bu kadar erken nereye gitmiş olabilirdi?
Adımlarım istemsizce hızlandı, her kapının ardına göz gezdiriyordum. Kalbimde tuhaf bir ağırlık...
Sonunda bahçeye çıktım.
Ve o an onu gördüm.
Umay çömelmiş, ellerini yere koymuş, bir şeyle ilgileniyordu. Ama vücudu titriyordu. Yaklaştığımda fark ettim...
Hıçkırıyordu.
Adımlarımı yavaşlattım. Görünmeden birkaç saniye onu izledim.
Sonra önümdeki sahne netleşti.
Ölü bir kedi.
Ve hemen yanında annesinin bedenine sokulmuş minicik bir yavru.
İçim sıkıştı. Sessizce yanına oturdum.
Elimi yavaşça omzuna koydum. “Umay…” dedim, sakin ama buruk bir sesle.
Bana döndüğünde gözleri kan çanağı gibiydi.
"Üzülme güzelim. Her canlı ölümü tadacaktır." Parmaklarımla yavaşça sırtını sıvazladım. "Bak, yavrusu yaşıyor. Hâlâ umut var."
Umay, yavru kedinin titreyen bedenine baktı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
"Altay..." dedi hıçkırarak, sonra boğazı düğümlendi. "O da bizim gibi... Annesi yok, babası yok..."
Bir saniye durdum. Kelimesiz bir an.
Sonra, başımı kaldırıp ona baktım.
"Aslında var."
Kaşlarını kaldırdı, gözleri çaresizce bana baktı. Ben elimi kaldırıp, önce onu, sonra kendimi işaret ettim.
"Bak, biz buradayız. O yalnız değil."
Umay, bir an dondu. Sonra gözleri iyice doldu ve kendini boynuma bıraktı.
Sarıldım. Sadece bedeni değil, içindeki tüm kırgınlıkları da kollarımın arasına aldım.
Bir süre öylece kaldık. Umay’ın titreyen nefesleri boynuma değiyordu.
Sonra hafifçe yanağını okşayıp, onun gözlerinin içine baktım.
"Gel bakalım. Önce anneyi güzel bir yere gömelim, sonra yavruyu veterinere götürürüz."
Gözleri hâlâ yaşlıydı ama hafifçe başını salladı. Titreyen elini elimle tuttum, ona güç verdim.
Yavruyu güvenli bir yere koyduk, sonra kediyi almak için eğildik.
Toprak yumuşaktı ama içimizdeki acı, taş gibi ağırdı.
Küçük mezara kediyi yavaşça bıraktığımızda, Umay’ın gözyaşları toprağa düştü.
Son olarak, battaniyeyi üzerine örttü.
Ve mezarı kapattığımızda, o, sessizce ağlamaya devam etti.
Ben sadece yanındaydım.
Çünkü bazı acılar, sadece hissedilerek paylaşılıyordu.
Veteriner, yavruyu kutudan çıkardığında, küçücük bedeni titriyordu. Henüz bir aylıktı, annesinin sıcaklığı olmadan hayatta kalması zordu ama artık yalnız değildi.
Tedavisi yapıldı, aşıları tamamlandı. Minik bedeni sıcak suyla yıkandı, temizlendi. Bütün o perişan hali gitmiş, yerine pofuduk, mis gibi kokan bir pamuk yumağı gelmişti.
Veteriner ona özel bir süt tozu ve biberon verdi. Tuvalet kumu, minik yatağı ve oyuncaklarıyla birlikte her şeyini tamamladık.
Umay’ın gözleri sonunda biraz daha aydınlanmıştı. İlk defa gülümsüyordu.
Kediyi güvenli bir şekilde kutuya yerleştirip karargâha dönerken, Umay kutunun içine bakıp sevgiyle mırıldandı.
“Biliyor musun, Altay? O kadar küçük ki… Ama o kadar güçlü. Tıpkı senin gibi.”
Gülümsedim, gözlerimi ondan ayırmadan direksiyona odaklandım. “Ben de tam tersini düşünüyordum, prensesim. O, senin gibi… Küçük ama içinde kocaman bir savaşçı var.”
Karargâha vardığımızda, yavruyu odamıza götürdük. Kutunun kapağını açtım, minik patileriyle dışarı çıkmaya çalışırken Umay sabırsızca onu kucağına aldı.
Kediyi göğsüne bastırırken, yüzünde uzun zamandır görmediğim bir ışık vardı.
Gözlerini bana kaldırıp, “Hoş geldin, güzel bebeğimiz,” dedi fısıltıyla.
Ve sonra başını hafifçe yana eğip gülümseyerek, “Adı ne olsun, sevgilim?” diye sordu.
Bir an durdum.
Umay’ın o küçük bedeni sıcacık elleriyle kavrayışını izledim. Gözlerinde, bunca acının içinde yeniden doğan bir umut vardı.
Ve o an, en doğru ismi biliyordum.
“Umut.”
Umay gözlerini bana dikti, sonra minik yavruya baktı.
Gülümsedi. “Evet... Umut.”
Ve o an, bu küçük yavrunun aslında bize çok daha büyük bir şey öğrettiğini anladım.
Her şeyin sonunda bile… hayat kendini yeniden yazıyordu.
Umay, minik biberonla Umut’un karnını doyururken, ben yatağa yaslanmış, onları izliyordum. Görüntü o kadar huzurluydu ki… Küçücük bir can, annesiz kalmış ama sevgiyle besleniyor.
Gözlerimi kıstım, hafifçe gülümseyerek "Timin birazdan damlayacağını bil istedim, aşkım." dedim.
Umay biberonu bırakmadan bana baktı. “Haber verdin mi? Kaç kişi geliyor?”
Gülerek başımı iki yana salladım. “Kim duyduysa geliyor. Yani, neredeyse alay burada olacak.”
Tam o anda, kapı sertçe çalındı.
Ve bir saniye bile beklemeden, gürültüyle açıldı.
Burak, Ulaş ve Mustafa Kemal’in önde olduğu tim, koşa koşa içeri daldı.
Burak: “Ulan bu ne hız! Nerede bizim yeğen?”
Ulaş: “Bakmaya geldik! Babası gibi mi, annesi gibi mi olmuş?”
Mustafa Kemal: “Yavruyu bir görelim hele, bizim de kanımız kaynasın!”
Ama tam o anda, benim keskin bakışımla hepsi dondu.
Gözlerimi kıstım, sesimi alçaltıp sertçe fısıldadım: “Sessiz olun lan. Bebek uyuyor.”
O an odada derin bir sessizlik oldu.
Bütün tim, başını bana çevirip gözlerini kırpıştırdı. Koskoca Özel Kuvvetler timi, dünyanın en ölümcül görevlerine gitmiş adamlar, şu an bir kedi yüzünden disipline giriyordu.
Burak, inanamayan bir ifadeyle fısıldadı: “Abi… Biz kedi seviyoruz diye mi fırça yedik?”
Ulaş, başını eğdi, elini çenesine koydu. “Bunu en son lise yıllarında bir hocadan duymuştum.”
Mustafa Kemal ise gülümseyerek “Komutanım, siz baba mı oldunuz?” diye fısıldadı.
Ben, gözlerimi devirdim ama sesimi çıkarmadım. Timin sessizce içeri süzülmesine izin verdim.
Ve sonra… beşi birden, gözlerini Umut’a dikti.
Umut, Umay’ın kucağında, minik patilerini açmış, esniyerek biberonla oynuyordu.
O an Burak, gözlerini kısarak derin bir nefes aldı.
Ve fısıldayarak konuştu:
“Oğlum… Bu kadar şirin olmasa dalga geçerdim ama… lan, çok tatlı!”
Ulaş, eğilip Umay’ın yanına oturdu. “Bana amca mı diyecek lan bu?”
Mustafa Kemal başını iki yana salladı. “Altay’ın çocuğu olsa anca bu kadar sahiplenirdi zaten. Komutanım, adam öldürüyorsun, operasyon yönetiyorsun ama bir kediyle nasıl bu hale geldin?”
Ben gözlerimi kıstım. “Biri daha kediye laf ederse, alayını revirde uyandırırım.”
Tim anında ciddiyet moduna geçti.
Ve o an, koskoca Özel Kuvvetler ekibi, küçük bir kedi için sessizce oturup sıralı şekilde onu izlemeye başladı.
Umut, küçücük patisini uzatıp Burak’ın parmağına dokunduğunda, Burak gözlerini devirdi ve iç çekti.
“Tamam lan, teslim oldum. Bu çete artık benim de patronum.”
Ve o gece, tim ilk defa bir zeybekte değil, bir kediye karşı diz çöktü.
Timin hepsi, bir askeri brifingdeymiş gibi sıralanmış, nefeslerini tutmuş bir şekilde Umut’u izliyordu.
Umut, minik patileriyle biberonu ittikten sonra, gözlerini açıp bize bakmaya başladı.
Burak eğilip fısıldadı:
“Komutanım, bu küçük şey bizi süzüyor. Sanki içimizde hain var mı diye kontrol ediyor.”
Ulaş kıkırdayarak Burak’ın koluna vurdu. “Oğlum, şu kedi kadar küçük beyin hücren yok senin.”
Mustafa Kemal, ellerini dizlerine koyarak gözlerini kıstı. “Sessiz olun. Şu an ÖKK’nın en genç üyesi, timi inceliyor.”
Tam o anda, Umut yerinde kıpırdandı ve gözlerini Burak’a dikti.
Burak, panikle başını geri çekti.
“Bana niye böyle bakıyor lan?”
Ben hafifçe gülümsedim. “Burak, belki de fazla konuştuğun içindir.”
Umut, kısa bir miyavlama sesi çıkarıp önce Burak’a doğru yürüdü. Minik burnuyla Burak’ın elini kokladı.
Burak, hareketsiz kaldı.
“Ne yapıyor şimdi? Kokluyor mu beni?”
Mustafa Kemal, başını salladı. “Belli ki seni sorguya çekiyor. Timde ne kadar güvenilir olduğunu ölçüyor.”
Burak hemen kendini toparladı. “Ben iyi amcayım lan, hadi geç.”
Umut, Burak’ı onaylamış gibi bir bakış atıp bu sefer Ulaş’a yöneldi.
Ulaş, Umut daha ona gelmeden ellerini havaya kaldırdı.
“Bak ben sevimliyim, iyiyim, yumuşağım. Amcan olarak seni her zaman beslerim.”
Umut, hafifçe miyavlayarak Ulaş’ın parmaklarını kokladı.
Sonra, sanki gözünde büyütmüş gibi başını yana çevirdi.
Burak kahkahalarla güldü.
“Oğlum, seni hiç ciddiye almadı!
Ulaş gözlerini kıstı, Umut’a bakarak “Seninle daha işimiz bitmedi, küçük şeytan.” diye mırıldandı.
Umut, Mustafa Kemal’in bacağına yanaştığında, Mustafa Kemal gözlerini kısıp ciddi bir şekilde başını eğdi.
“Beni iyi dinle küçük savaşçı. Hayatta kalmak için her zaman güçlü olmalısın. Bazen düşersin, ama kalkarsın. Bazen aç kalırsın, ama yolunu bulursun. Ve en önemlisi… asla Burak gibi olma.”
Burak hemen itiraz etti. “Ne alaka lan? Beni niye hedef gösteriyorsun?”
Umut, Mustafa Kemal’in bileğini kokladıktan sonra, usulca kafasını sürttü.
Burak hemen atıldı.
“Oğlum, bende niye kafa sürtme yok?”
İlteriş, kahkahasını zor tuttu.
“Burak, herkes sevgi kazanamaz. Kimisi sadece testten geçer.”
Umut, en son İlteriş’e yürüdü. İlteriş hareketsizdi. Umut, birkaç saniye onu süzdü, sonra minik burnunu İlteriş’in eline götürdü ve bir süre kokladı.
Herkes nefesini tuttu.
Ve…
Umut, İlteriş’in elini hafifçe ısırdı.
Burak kahkahayı patlattı.
“HAH! SEN SINIFTA KALDIN!”
İlteriş başını iki yana sallayıp iç çekti. “Ulan, ömrümüz operasyonlarla geçti, timi sırtladık, ama bir kediye bile kendimizi kabul ettiremedik.”
Ben hafifçe güldüm. Umut, timin tamamını kokladıktan sonra… başını hafifçe yana eğip, döndü…
Ve titrek adımlarla, en başta bıraktığı yere, Umay’ın kucağına doğru ilerledi.
Umay, şefkatle kollarını açtı. Umut, hiç tereddüt etmeden göğsüne tırmandı, burnunu boynuna gömüp küçük bir iç çekişle kıvrıldı.
Ve o an, bütün tim büyülenmiş gibi izledi.
Burak: “Tamam, bu çocuk annesine düşkün.”
Mustafa Kemal: “Bunu nasıl kıskanmazsın, Burak? Kedinin bile tercihi belli.”
İlteriş: “Bu resmen ‘bana el sürmeyin’ mesajı.”
Ben gülümsedim. “O zaman hepiniz mesajı aldınız. Umay ve Umut’un yanına fazla yanaşmak yok.”
Umay, kollarındaki küçücük canlıya bakıp gülümsedi.
Ve ben, o an sadece onları izledim.
Güvende, sıcak, ait oldukları yerdeydiler.
Ve bu, savaşın ortasında bir adamın yaşayabileceği en güzel mucizeydi.
Brifing odasına girerken adımlarımı sertleştirdim. Umay ve Umut’un güvende olduğunu bilmek beni biraz olsun rahatlatıyordu, ama önümüzde duran operasyon, hata kabul etmeyecek kadar hassastı.
Masaya geçtiğimde tüm tim çoktan yerini almış, herkes dikkat kesilmişti. ÖKK mensubu her asker gibi disiplin içindeydiler. Ama gözlerindeki ciddiyet, bu görevin sıradan olmadığını anlatıyordu.
Ben yerime oturup masaya dirseklerimi koyarak konuşmaya başladım.
"Beyler, bugün burada 'Son Karakol' operasyonu için toplandık. Mardin'deki son stratejik hedefimizi temizlemeden Ankara'ya geçmemiz söz konusu değil. Hedefimiz net, süremiz kısıtlı ve hata payımız sıfır."
Hemen önümde açılmış haritanın üzerine işaretlediğim kırmızı alanı gösterdim.
"İstihbarata göre, terör unsurlarının şehirden kaçmadan önce son lojistik merkezleri burası. Sınır hattından gelen son bilgiler, ağır silah yüklü bir grup unsurun burada kümelendiğini doğruluyor. İçeride yüksek ihtimalle rehineler var. Bu yüzden operasyonun doğrudan imha değil, nokta atışla temizleme üzerine olması gerekiyor."
Herkes dikkatle dinliyordu. Mustafa Kemal haritaya eğildi, gözlerini kısmıştı.
"Komutanım, içerideki tahmini unsur sayısı nedir?"
Derin bir nefes aldım.
"Teknik takip verilerine göre en az on iki silahlı unsur, artı bölgeyi koruyan gözcüler. Ancak istihbarat bilgileri her zaman güncellenir, bu yüzden en kötü senaryoya göre hazırlıklı olacağız."
İlteriş, silahını masaya koyarak konuştu.
"Rehine durumu net mi? Sivil kayıp olmadan çözebilir miyiz?"
"Rehinelerle ilgili elimizde sınırlı bilgi var. İçeride üç ila beş sivil olduğu düşünülüyor, ancak sayıları kesin değil. Bu yüzden önceliğimiz sessiz sızma olacak. Yüksek desibelli çatışmaya ancak zorunlu kalırsak gireceğiz."
Burak kaşlarını çattı, gözlerini haritada gezdirdi.
"Peki, kaçış rotaları? Adamları temizlerken bir kısmı bölgeden sıyrılabilir mi?"
Elimi haritada, güneybatıya açılan tek kaçış noktasına kaydırdım.
"Burası olası bir kaçış güzergâhı. Ancak buraya yerleştireceğimiz keskin nişancı ekibiyle kaçış ihtimalini sıfıra indireceğiz. Ulaş ve Mustafa Kemal, siz ikiniz batı girişine konuşlanacaksınız. Burak, sen kuzey bölgesinde devriye atan terör unsurlarını sessizce temizleyerek giriş yolunu açacaksın."
Timin yüzündeki ifadeler değişti. Artık operasyonun boyutunu tamamen kavramışlardı.
İlteriş başını kaldırdı, gözleri kararlıydı.
"Komutanım, ana taarruzu kim yönetecek?"
Bakışlarımı hepsinin üzerinden gezdirdim, sonra sertçe cevap verdim.
"Ben."
Kısa ama net bir sessizlik oldu. Bu timde kimse bana ‘sen geri dur’ demezdi. Çünkü bizim kuralımız açıktı: Komutan, en önde yürür.
Burak hafifçe gülümsedi, gözlerini kısıp alaycı bir ses tonuyla konuştu.
"Komutanım, yine en riskli bölgeyi kendin alıyorsun. Bir gün bizden birine bırakmayı düşünür müsün?"
Gözlerimi ona diktim, kaşlarımı kaldırdım. “O gün, ben emekli olduğum gün olacak.”
Timin tamamı hafifçe gülümseyip başını salladı. Ama herkesin içi rahattı. Çünkü kimse geri adım atmayacaktı.
Haritayı katladım, gözlerimi onlara dikerek son emri verdim:
"Son kez teçhizat kontrolü yapın. Hava karardıktan sonra harekete geçiyoruz. Sessiz olacağız, hızlı olacağız ve tek bir şeye odaklanacağız: Görevi tamamlayıp geri dönmek. Anlaşıldı mı?"
Timin tamamı sağ ellerini dizlerine vurup aynı anda cevap verdi:
"Anlaşıldı, Komutanım!"
Ben, gözlerimi kıstım.
Bu operasyon sadece son bir görev değildi.
Bu, Mardin’de kapanacak son defterdi.
Brifing odasından çıktığımızda, herkes tam bir odaklanma hâlindeydi. Gözlerde ne tereddüt vardı ne de korku. Çünkü biz bu yolu defalarca yürümüştük. Ama bu son operasyondu. Mardin defterini kapatıp, Ankara’ya, yeni bir hayata adım atmamız için bu görevi kusursuz tamamlamamız gerekiyordu.
Timin her biri cephaneliğe yönelirken, ben sessizce durup derin bir nefes aldım.
Kafamın içinde onlarca plan, olasılık, strateji… Ama bir yandan da Umay.
Beni bekleyen, her dönüşümde gözleriyle bana sığınan kadın. Bugün Umut’un annesi olmuştu, yarın da bizim yuvamızın temeli olacaktı.
Ama önce… bu savaşı bitirmeliydim.
Silahımı aldım, MPT-76’yı özenle kontrol ettim. Susturucuyu taktım, gece görüşünü ayarladım. Yan silahım Glock-19’u kılıfına yerleştirirken, İlteriş yanıma yaklaştı.
“Komutanım, içimde garip bir his var. Biliyorum, her operasyondan önce böyle konuşmam ama bu sefer… bilmiyorum, sanki bu işin bir sürprizi olacak.”
Gözlerimi ona çevirdim, kaşlarımı kaldırdım. “Hepimizin içinde aynı his var, İlteriş. Ama bu iş bitecek.”
Burak, elinde bıçaklarını sıralarken araya girdi.
“Komutanım, ben ne yapıyorum? Sessiz sızma, ani baskın, nöbetçileri alma… Yoksa sadece yakışıklılığımı kullanarak mı dikkat dağıtacağım?”
Mustafa Kemal yan taraftan gülerek söze girdi.
“Burak, düşmanları kendine güldürerek etkisiz hâle getirmek gibi bir planımız yok.”
Burak gözlerini devirdi. “Abi, beni niye bu kadar küçümsüyorsunuz? Kaç yıldır bu timdeyim!”
Ulaş, sırt çantasına ek mühimmat koyarken “İşte o yüzden küçümsüyoruz.” dedi sakin bir sesle.
Ben, tüm konuşmaları sessizce dinleyip hafifçe gülümsedim. Çünkü bu adamlar, savaşın ortasında bile bir arada gülmeyi başarabilen adamlardı.
Ama ciddiyetimize dönmemiz gerekiyordu.
“Burak, sen kuzey tarafına sızıp giriş yolunu temizleyeceksin. Ulaş ve Mustafa Kemal batı girişinde keskin nişancı pozisyonu alacak. İlteriş, sen benimle geliyorsun. İçeri sızma operasyonunu birlikte yöneteceğiz.”
Herkes başını salladı. Son bir kez silahlarımızı ve mühimmatımızı kontrol ettik.
Ve sonra… harekete geçme vakti geldi.
Gece yarısına yaklaşıyorduk. Gökyüzü bulutluydu, rüzgâr hafifti.
Sessizce ilerlerken, içimde tek bir duygu vardı: Bunu bitireceğiz.
Küçük bir tümseğin arkasında, hedef bölgeyi gözlemlemek için durduk. Bölge tamamen aydınlatılmıştı. Silahlı unsurların devriye gezdiği net şekilde görülüyordu.
Telsizime dokundum.
“Burak, sızmaya başla. Kuzey temizlenmeden ilerleyemeyiz.”
Burak’ın sesi hafifçe güldü.
“Komutanım, bana güven. Bir gölge gibi kayboluyorum.”
İlteriş başını iki yana salladı. “Bu adamın hâlâ espri yapmasına alışamadım.”
Ben sadece gülümsedim. Ama bir yandan gözlerim hep hedefteydi.
Burak gece görüşüyle ilerledi, kuzey cephesindeki nöbetçiyi sessizce etkisiz hâle getirdi.
Telsizden fısıltıyla seslendi. “Giriş yolu temiz.”
Hemen ardından, Ulaş ve Mustafa Kemal’den rapor geldi.
“Batı tarafında herhangi bir hareket yok. Keskin nişancı pozisyonu hazır.”
Ben, İlteriş’le göz göze geldim. Bu işin dönüşü yoktu.
Telsizime dokunup son emri verdim:
“Sızmaya başlıyoruz. Hedefe ilerleyin.”
Ve o an savaş başladı.
İlteriş’le birlikte gövdeyi koruyan taş duvarların arasına sızdık. Adımlarımız sessizdi. Gölgeler gibi ilerledik.
İçeride, hafif bir konuşma sesi duyuluyordu.
"Sivil rehinelerin olduğu oda tespit edildi."
Telsizden fısıldadım:
“Hedef odanın 10 metre uzağındayız. Sessiz ilerliyoruz.”
Burak’tan cevap geldi. “Kapı girişindeki nöbetçi 10 saniye içinde düşecek.”
Ve… tam 10 saniye sonra, kapının önündeki adam sessizce yere yığıldı.
Ben ve İlteriş, odanın kapısına yaklaştık. İçeride en az dört adamın olduğu belliydi.
Kapıyı açmadan önce, içeriye hızla bir optik kamera soktum. Adamlar masanın etrafında oturuyordu.
Saniyeler içinde vurulacak hedefleri işaretledik.
İlteriş "Hazır mısın?" diye fısıldadı.
Ben sadece başımı salladım.
Kapıyı tek hamlede açarak içeriye daldık.
Ve cehennem başladı.
Kapı tekme darbesiyle savrulduğu anda, odadaki hava tamamen değişti.
İlk kurşun, ilk nefes, ilk refleks… Savaşın başladığı an, beynin her şeyi unutur ve yalnızca hayatta kalma dürtüsü devreye girer.
İçeridekiler, ani baskını anlamadan önce ben çoktan tetiği çekmiştim. MPT-76’nın susturucu takılı namlusu alev aldı, ilk hedefim alnından temiz şekilde düştü.
İlteriş aynı anda ikinci unsuru göğsünden vurdu, adamın sandalyesi geriye devrildi.
Ama diğerleri saniyeler içinde toparlandı.
Biri, kalçasındaki silaha uzanırken, elimi hızla kaldırıp sırtına tek bir kurşun bıraktım. Adamın nefesi kesildi, elleri havada titredi, sonra cansız bedeni masaya yığıldı.
Son adam, en tehlikelisiydi.
Elindeki AK-47’yi kaldırıp rastgele ateş açmaya başladı!
Kurşunlar, odanın duvarlarını delip geçti, camlar patladı, masanın üzerindeki eşyalar savruldu.
İlteriş hızla siper aldı.
Ben, refleksle yan duvardaki metal dolabın arkasına geçerken kurşunlardan biri tam yanımdan geçti, sırtımdaki kumaşı yırtacak kadar yakındı.
“Burak! Hedef içeride direniyor, destek lazım!”
Telsizden hemen cevap geldi. "Saniyeler içinde ordayım, komutanım!"
Ama saniyeler bile bir savaşta ölüm demekti.
Adamın silahı bir an duraksadı şarjör değiştirmek için.
Tam o an, ben de hareket ettim.
Metal dolabın arkasından aniden çıkarak hızla adama yöneldim.
Ellerim tetikte, MPT-76’yı kaldırıp iki kurşun sıktım.
Biri adamın omzuna, diğeri karnına saplandı.
Silahı elinden düştü, duvara yaslandı. Kulağında yankılanan kurşun seslerinden başı dönüyordu.
Gözlerini bana kaldırdı. “Siz... kimsiniz?” diye hırıltıyla sordu.
Cevap vermedim. Çünkü biz kim olduğumuzu anlatmayız.
Gölgeler isim taşımaz.
Adamın yere düşen silahını ayağımla kenara ittim. Gözlerimle İlteriş’e işaret verdim, o hemen rehinelerin olduğu kapıya yöneldi.
Ben diz çöktüm, adamın yakasından tutarak yüzüme kaldırdım.
"Bitti." dedim, soğuk bir sesle.
Gözleri korkuyla açıldı. Bittiğini anlamıştı.
Bir saniye sonra, kafası yana düştü.
Odanın içi barut kokusuyla dolmuştu.
Telsize bastım.
"Hedefler temiz. Rehineleri çıkarıyoruz.
Burak’ın sesi geldi. "Komutanım, dış güvenliği aldık. Temiz çıkabilirsiniz."
İlteriş kapıyı açtığında, içeride kelepçelenmiş üç sivil titriyordu.
Ama artık güvendeydiler.
Silahımı indirip derin bir nefes aldım.
Bu cehennemin içinden bir kez daha çıkmıştık.
Ve Mardin’deki son operasyon başarıyla tamamlanmıştı.
Mardin’deki son operasyonun ardından, geride yalnızca barut kokusu, kovan izleri ve bir daha dönmeyeceğimiz topraklar kalmıştı.
Sivillerin çoğu çocuktu. O küçücük ellerin nasıl korkuyla titrediğini gördüğümde, içimde tarifsiz bir öfke kabardı. Bunun hesabını biz sormasak kim soracaktı?
Ama şimdi, onlar güvendeydi. Burak onlarla ilgilendi, hepsini sağ salim devlete teslim ettik.
Timin yüzünde yorgun ama gururlu bir ifade vardı. Biz bu dünyaya savaş açan adamlar değiliz. Ama kötülükle savaşmayı biz seçtik.
Saat 05.26’da karargâha döndüğümüzde, yorgunluk üzerimize çökse de içimiz rahattı.
Karargâha girer girmez üstümdeki kanlı ve toz içinde kalmış kıyafetleri çıkardım. Ayaklarımın altı yanıyordu ama önce bu savaşın kirini üzerimden atmam gerekiyordu.
Duşun altına geçtiğimde, suyun sıcaklığı bedenimdeki gerginliği alırken, zihnimde hâlâ silah sesleri yankılanıyordu.
Gözlerimi kapattım.
Bir saat önce düşmanın içine sızan, her adımını ölümle atan adam, şimdi sıcak suyun altında, sadece sevdiği kadının yanına gitmek için sabırsızlanan bir adamdı.
Odaya sessizce girdim. Karanlıkta gözlerim Umay’ı aradı.
Ve tam yatağın kenarında, benim yastığımın üzerine kıvrılmış minik bir şey gördüm.
Umut.
Patilerini içe çekmiş, küçücük bedeniyle yastığımın tam ortasında yatıyordu.
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp gülümsedim.
“Demek benden önce yerimi kaptın, küçük adam.” diye fısıldadım.
Kıpırdanmadı. Derin bir uykuya dalmıştı.
Umay, battaniyenin altına gömülmüş, huzurlu bir şekilde nefes alıyordu. Gözlerinin kenarında hâlâ uykunun tatlı izleri vardı.
Onu uyandırmak istemedim.
Ama o yatakta benim yerim kalmamıştı.
Gözlerimi devirdim, hafifçe iç çekerek kanepeye geçtim.
Başımı yasladığım anda, göz kapaklarım ağırlaştı.
Timin hepsine 4 saatlik dinlenme verdim. Ama benim için 4 saat, bir ömür gibi gelecekti.
Gözlerimi kapattım.
Ve savaşın içinden dönüp de hâlâ sevdiğin kadının birkaç adım ötesinde olmanın nasıl bir mucize olduğunu düşündüm.
Uykuya dalmadan önce, ilk kez gerçekten huzurla gülümsedim.
Uyandığımda üzerimde hafif bir ağırlık hissettim. Battaniye.
Gözlerimi açar açmaz hafifçe gülümsedim. Demek biri, gece beni örtme zahmetine girmişti. Ve bu kişi çok belliydi.
Ama Umay’ın odada olmaması garipti.
Gözlerimle odayı taradım. Yatak boştu. Umut da ortalıkta yoktu.
Kaşlarımı hafifçe çattım. Bu ikisinin kaybolması normal değildi.
Yavaşça doğrulup ellerimi yüzüme sürttüm. Saatime baktım; 09.47. Uyuyalı üç saat olmuştu.
Odadaki sessizlik, koridorlara adım attığımda yerini bir şeylere bıraktı. Hareketlilik vardı.
Ve tam dinlenme salonunun kapısına yaklaştığımda, gözüm kapıya asılmış bir kâğıda takıldı.
Büyük harflerle yazılmış bir uyarı:
DİKKAT! YERDEKİ UMUT’A BASMAYIN! DİKKATE ALMAYANI ALTAY KOMUTANIM EZER!
İki saniye yazıyı sindirdikten sonra kahkahayı patlattım.
"Ulan Burak..."
Bunu yazanın kim olduğu o kadar belliydi ki. Espri anlayışıyla meşhur, başına buyruk uzman çavuşum.
Kapıyı açıp içeri girdiğimde, içeride tam anlamıyla bir cümbüş havası vardı.
Tim’in tamamı yerde, Umut’un peşinden dört dönerken, Ulaş ve Umay mutfak tezgahının başında kahvaltı hazırlıyordu.
Burak, dört ayak üstünde yerde sürünerek minik kediye yaklaşmaya çalışıyordu.
“Gel buraya yeğenim! Babanın en sevdiği amcasına gel hadi!”
Mustafa Kemal, bir sandalye üzerinde oturmuş, elleri göğsünde izliyordu.
“Burak, alt tarafı bir kedi yakalayacaksın. Özel operasyon timine yakışmayan hareketler yapıyorsun.”
Burak pes edip doğruldu.
“Komutanım, normal insanlar kedi mamasıyla çağırır, biz bunca yıllık dostluğumuzla çağırıyoruz. Ama beyefendi hiç oralı değil!”
Tam o anda, Umut hop diye Ulaş’ın bacağına tırmandı.
Ulaş panikle zıpladı. “Lan lan LAN! Tırnaklarını geçiriyor, yemin ederim en tehlikeli düşmandan daha acımasız!”
Umay mutfaktan kafasını çevirip kahkahalarla güldü.
“Ben demiştim, biberonla beslenen kediye yaramazlık kodlanıyor.”
Ben kapıda kollarımı bağlayıp bir süre gülerek onları izledim.
İlteriş gözlerini kıstı, "Komutanım, kahvaltıya dahil misiniz, yoksa biz burayı çocuk parkına çevirdiğimiz için tepemize mi bineceksiniz?" diye sordu.
Göz kırptım. "Şimdilik dahilim, ama Burak bir daha bu yazıları kapıya asarsa, revirde uyanır."
Burak kaşlarını kaldırdı, masum masum ellerini açtı.
“Komutanım, yemin ederim, halkı bilinçlendirmek amaçlı yazdım!”
Gözlerimi devirdim, sandalyeye geçip oturdum. "Senin bilincin biraz fazla açık ama, sıkıntı orada."
O sırada Umay yanıma yaklaşıp, bir fincan çayı önüme bıraktı.
Gözlerimi ona kaldırdım. Gülümsüyordu.
Başını hafifçe yana eğdi. “Komutanım, kahvaltı yapmadan önce biraz gevşemeye ne dersiniz?”
O an, etrafıma baktım. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bir tim. Kahkahalar. Küçük ama neşeyle dolu bir oda. Masanın başında, yanımda, her nefesimi anlamlı kılan kadın.
İçim sıcacık oldu.
Fincanı elime alıp gülümsedim. “Senin olduğun her yerde gevşerim, prensesim.”
Ve o an anladım.
Bu oda, bu kahvaltı, bu küçük kedi, bu tim ve sevgilim… Burası sadece bir karargâh değil, bir ailenin evi olmuştu.
Masaya oturduğum an, ilk dikkatimi çeken şey yemek değil, Burak’ın şüpheli hareketleriydi.
Kaşığı elinde tutmuş, gözlerini kısıp tabaktaki zeytine bakıyordu.
“Komutanım, bu zeytinde bir iş var.” dedi, ciddiyetle.
Kaşlarımı kaldırdım. “Ne işi olacak lan? Zeytin işte.”
Burak kaşığı masaya bıraktı, ellerini havaya kaldırdı. “Ben bu kadar tuzlu bir zeytini en son Sahra Çölü’ndeki tatbikatta yedim.” "Bu bildiğin operasyon sırasında alınan su kaybı gibi, bir şey saklıyorlar bizden."
Ulaş araya girdi, gözlerini devirdi. “Burak, zeytinle komplo teorisi kurmayı bırak. Ye de sus.”
Tam o sırada Mustafa Kemal elindeki haşlanmış yumurtayı soymaya çalışırken ifadesi değişti.
“Oğlum, bu yumurtaya ne olmuş?”
İlteriş omzunu silkti. “Normal haşlanmış işte?”
Mustafa Kemal yumurtayı sıktı.
Yumurta, taş gibi sertti.
“Bu haşlanmamış, resmen balistik mermi gibi olmuş!” dedi sinirle.
Ben gözlerimi kısıp Umay’a döndüm. “Sen mi yaptın?”
Umay masumca kaşlarını kaldırdı. “Benim suçum değil, Ulaş yaptı.”
Bütün gözler Ulaş’a döndü.
Ulaş kaşığıyla çayını karıştırırken, bize bakmadan gayet sakin bir şekilde konuştu.
“Dakikasını fazla kaçırmış olabilirim, ne var?”
Burak kahkahayı patlattı.
“Kanka, bu yumurta sadece fazla pişmemiş. Bu yumurta, atom çağını görmüş! Üzerine diş kıran tarih öncesi canlı var!”
Mustafa Kemal yumurtayı elinde tuttu, gözlerini kıstı. “Ben bununla birini etkisiz hâle getirebilirim.”
Tam o sırada, Umut masanın ortasına atladı!
Tabağın içine iki patisini sokup peynir çaldı, sonra hızla geri kaçtı.
Burak şok içinde Umay’a döndü. “Yenge! Kediniz resmen komandoluktan komandoluk beğeniyor!”
Umay kahkahalarla gülerken, ben sadece gözlerimi devirdim. "Bu yerde artık hiçbir şey güvende değil."
İlteriş bıçağıyla ekmeğini keserken, başını iki yana salladı. “Şu masaya bir dışarıdan bakan olsa, bizi özel kuvvetler değil, çocuk parkındaki hiperaktif ekip sanır.”
Ben çayımdan bir yudum alıp gülümsedim.
“Yok İlteriş, biz özel kuvvetleriz. Ama aynı zamanda aç, uykusuz ve biraz deliyiz.”
Ve o an fark ettim. Savaşlar, operasyonlar, görevler… Hepsi bir kenara, ama bu kahvaltı masasında bir aile olmanın kaotik huzuru vardı.
Ve bazen, savaş meydanında değil, kahvaltı masasında kazandığını anlıyordun.
Masaya eğilmiş, kalemi elimde döndürüyordum. Raporda ne yazacağımı biliyordum aslında. Her operasyon aynı cümlelerle bitiyordu. "Hedef temizlendi, sivil kayıp yok, tim eksiksiz döndü."
Ama işin içine girince… hiçbir operasyon o kadar basit olmuyordu.
Umay yatağın köşesine oturmuş, başını eline yaslamış beni izliyordu. Oturduğu yerden raporun üzerine eğilip baktı, gözlerini kıstı.
“Bu kadar ciddi mi yazıyorsunuz hep?”
Kalemi bıraktım, ona baktım. “Bu, resmi belge, prensesim. Şiir yazmıyoruz.”
Gülümsedi, gözleri hâlâ kağıtlardaydı. "Ama bence sen bunları yazarken kafanın içinde başka şeyler de var."
Derin bir nefes aldım. Evet, vardı. Ama bunları yazıya dökmek gibi bir ihtimalim yoktu.
"Mesela?" dedim, gözlerimi ona kaldırarak.
Umay hafifçe doğruldu, gözlerini benden ayırmadan konuştu. "Mesela… şu satırları yazarken bir yandan da buradan gitmeyi düşünüyor musun?"
İrkilir gibi oldum. Keskin bir soruydu.
Elimi saçlarımın arasından geçirdim, kalemi masaya koydum. Umay’a baktım.
"Düşünüyorum." dedim dürüstçe. "Buradan gitmeyi, yeni bir hayatı. Ama aynı zamanda burada kalmayı da düşünüyorum. Çünkü bazı şeyleri bırakmak sanıldığı kadar kolay olmuyor."
Umay hafifçe başını salladı. "Biliyorum."
Sustu. Ama sanki içinden geçen cümleleri duydum.
"Çünkü ben de bazen hâlâ babamın odasını toplamayı bitiremediğimi düşünüyorum."
Gözlerimi tekrar rapora indirdim. Ama artık kelimeler o kadar anlamlı gelmiyordu.
"Biliyor musun?" dedim. "Ne yazarsam yazayım, sonunda hep eksik bir şeyler kalıyor."
Umay hafifçe gülümsedi. "Bence herkes biraz eksik."
Sonra eğilip kalemi eline aldı. Rapordaki cümleleri okudu, birkaç saniye düşündü ve kâğıdın kenarına minicik bir şey çizdi.
Bir ay yıldız.
Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. "Bunu neden yaptın?"
Gözlerini bana kaldırdı, hafifçe gülümseyerek. "Çünkü senin her şeyin bunun için, değil mi?"
Bir an sessizlik oldu. Sonra başımı eğdim, hafifçe gülümsedim.
Evet. Her şeyim bunun içindi.
Ama aynı zamanda… artık onun için de.
Kapı aniden açıldı ve Burak, askerî disiplinle içeri girip esas duruşa geçti.
“Komutanım! İstediğiniz evraklar geldi. Bir de tim, tayin olmaya hazır. Emrinizi bekliyoruz.”
Başımı kaldırıp Burak’a baktım. Gözlerindeki heyecanı saklamaya çalışıyordu ama belliydi. Yeni bir yere gitmek, yeni bir başlangıç yapmak… Hepimiz için önemliydi.
Evrakları masanın üzerine koydu, ben de dosyanın kapağını kaldırıp içini kontrol ettim. Bütün transfer belgeleri tamamlanmıştı.
Başımla onay verdim. “Tamam, Burak. Son rötuşları yapıp işlemi başlatacağız.”
Burak hafifçe gülümsedi ve gözleri Umay’a kaydı.
“Yenge, istersen gelsene bizimkiler çardakta çekirdek-kola yapıyorlar. Herkesin işi bitti, muhabbet koyu." dedi, sinsi bir sırıtışla.
Gözlerimi kıstım, “Burak, senin işin tam olarak ne zaman bitti?” dedim alayla.
Burak hemen ciddileşti, selam çaktı.
“Komutanım, tam olarak şimdi bitmek üzere!” dedi, sonra geriye doğru iki adım atarak hızla odadan çıktı.
Umay kıkırdayarak bana baktı.
“Gitsek mi?” dedi, gözleri ışıl ışıldı.
Gözlerimi ona çevirdim, hafifçe gülümsedim. "Hadi bakalım, gidip şu ekibin son Mardin akşamına şahit olalım."
Çünkü yarın yeni bir hayat başlıyordu.
Bahçeye adım attığımızda, tim bordo berelerini omuzlarına asmış, yerlere serdikleri battaniyelerin üzerine yayılmış bir şekilde çekirdek çitliyordu.
Ama masum bir atıştırmalık, şu an ciddi bir bölünmeye yol açmıştı.
Yavuz, elindeki çekirdeği havaya kaldırmış, gözlerini kısarak İlteriş’e meydan okurcasına bakıyordu.
“Kardeşim, bak! Çiğdem bu!” dedi, sanki tarihi bir gerçeği kanıtlıyormuş gibi.
İlteriş derin bir nefes aldı, gözlerini devirdi.
“Yavuz, bak, delirtme adamı. Çekirdek diyorum sana. ÇEKİRDEK! Allah aşkına, bunu nasıl inkâr edebiliyorsun?”
Yavuz, "İnkâr değil, hakikati savunuyorum." diyerek elindeki çekirdeği işaret etti. “Komutanım, lütfen siz de bir şey söyleyin. Çiğdem değil mi?”
Tim bir anda bana döndü.
Ben? Bu davada taraf mı olacaktım?
Gözlerimi kıstım. "Şimdi, öncelikle..." dedim, cümlemi uzatarak.
Tam o sırada Burak, elindeki kolayı yudumlayarak araya girdi.
“Bakın, ben tarafsızım. Ben sadece çitlerim. İster çekirdek deyin, ister çiğdem. Bu benim meselem değil.”
Mustafa Kemal kaşlarını kaldırıp, “Oğlum, savaşlarda bile böyle diplomatik açıklamalar görmedim,” dedi, Burak’ın boşvermiş tavrına bakarak.
Ulaş derin bir iç çekti. “Biz özel kuvvetleriz. Mardin’i temizledik, yüzlerce operasyondan sağ çıktık. Ama burada, şu anda çekirdek-çiğdem savaşının tam ortasındayız.”
İlteriş, sabrını tamamen kaybetmiş şekilde “Ya arkadaş! ÇEKİRDEK BU! TARİHİN HER DÖNEMİNDE BÖYLEYDİ!” diye bağırdı.
Yavuz, "Çiğdem diyorum sana, ÇİĞDEM!" diye karşılık verdi.
Baktım bu iş uzayacak, derin bir nefes aldım ve gözlerimi kısıp konuşmaya başladım.
“Bakın, arkadaşlar. Ben size bir şey söyleyeceğim. Çekirdek mi çiğdem mi bilmiyorum ama...”
Herkes sustu, bana döndü.
“Kabuğunu yere atanı timden atıyorum.”
Sessizlik.
Yavuz ve İlteriş birbirine baktı. Mustafa Kemal, elindeki kabukları sessizce cebine koydu. Burak ise ayağıyla yerdeki kabukları usulca toprağa gömüyordu.
Umay, kollarını göğsünde bağladı ve gülümseyerek ekledi: “Bence de Altay haklı.”
Ve böylece…
Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın en büyük tartışması ‘çekirdek mi, çiğdem mi’ değil, ‘kabuğu yere atan vatan haini midir’ meselesi oldu.
Ve ben, bu timle Ankara’da bambaşka bir maceraya gireceğimi bir kez daha anladım.
Kabuğu yere atma mevzusu kapanmış gibi görünse de, yanılmıştık. Çünkü Mustafa Kemal'in gözlerinde tehlikeli bir ışık parladı.
Timin geri kalanı bu bakışı tanıyordu. Bu, onun bir konu hakkında gereğinden fazla konuşmaya başlayacağının en büyük işaretiydi.
Mustafa Kemal, çekirdeği (veya çiğdemi, Allah bilir) elinde tutarak gözlerini kıstı ve derin, felsefi bir tonla konuşmaya başladı:
“Arkadaşlar… Asıl mesele, çekirdeğin adı değil, varoluşudur.”
Burak, anında ellerini başının arkasına koyup gözlerini kapattı. “Hah, tamam. Bitmişiz. Yemin ediyorum bittiğimiz an budur.”
İlteriş homurdanarak mırıldandı. “Şu an beni çatışmaya gönderin, bunu dinlemekten iyidir.”
Ama Mustafa Kemal, bunu duymazdan geldi. Sadece çayından bir yudum alıp devam etti.
“Bakın, bu aslında bir döngü. Çekirdek var, kabuk soyuluyor, çekirdek yeniyor, kabuk doğaya karışıyor. Bu doğanın dengesidir. Hepimiz bir çekirdeğiz. Hayatımız boyunca bir şeyleri soyup içindeki özü arıyoruz.”
Timin tamamı, aynı anda iç çekti.
Ulaş, “Komutanım, hayatımızda yeterince felsefi sorun var. Şimdi çekirdek üzerinden aydınlanmayalım.” dedi, sıkıntıyla.
Ama Umay…
İşte bizi asıl yıkan Umay oldu.
Çünkü gözleri heyecanla parladı ve başını sallayarak sordu:
“Peki, her soyulan kabuk hayatımızda bir değişim midir?”
Timin tamamı anında ona döndü.
Burak: “Yenge, sen de mi? Allah’ım, bizi neden böyle sınıyorsun?”
İlteriş, Burak’ın omzuna bir el attı. “Kardeşim, buradan sağ çıkamayacağız.”
Ama Mustafa Kemal coşmuştu artık.
Elindeki çekirdeği işaret ederek “Kesinlikle öyle, Umay! Bak, mesela bu kabuk, insanın eski hâli gibi. Soyuluyor, içinden yeni bir şey çıkıyor. Hayat budur!” dedi.
Burak artık dayanamayarak ayağa kalktı.
“Komutanım, size yemin ederim! Benim hayatım falan yok! Çekirdek yemek istiyorum sadece! Düşünmek istemiyorum! Felsefe istemiyorum! SADECE ÇİTLEYİP KABUĞUNU ATMAK İSTİYORUM!”
Ulaş ellerini iki yana açtı. “İşte modern insanın trajedisi.”
İlteriş derin bir nefes alıp Burak’a döndü.
“Kardeşim, gerçekten savaş meydanında ölmek, burada bu sohbeti dinlemekten daha kolay olurdu.”
Ben kahkahalarımı zor tutarak çayımı yudumladım.
Ama Mustafa Kemal hâlâ ciddiydi.
Çekirdeği (veya çiğdemi) elinde çevirerek "Gün gelecek, bu sözlerimi hatırlayacaksınız." dedi, bilgece.
Burak gözlerini kapatıp “İnşallah o günü görecek kadar uzun yaşamam.” diye mırıldandı.
Ve biz, bu timin neden Ankara’ya tayin edilmesi gerektiğini bir kez daha anladık.
Mardin bizi taşıyamıyordu artık.
Mustafa Kemal'in “Gün gelecek, bu sözlerimi hatırlayacaksınız.” deyişi üzerine, Burak yere bakıp "Ulan keşke şimdi bayılsam." diye mırıldandı.
Timin geri kalanı da toplu şekilde kafalarını ellerine dayamış, bu çile ne zaman biter diye bekliyordu.
Ama tam kaçış yolunu bulduğumuzu sanırken, Umay devreye girdi.
"Aslında çekirdeğin arkeolojik etkisi de çok büyük," dedi birden.
Bütün tim dondu.
Burak anında ellerini havaya kaldırdı. "Yenge! Yenge, yapma! Sen de yapma! İkisini birden kaldıramam!"
Ama Umay’ın gözleri heyecanla parlamıştı.
Mustafa Kemal anında dikleşti. “Devam et Umay, dinliyorum.”
Timin geri kalanı, "Allah’ım, neden?" ifadesiyle bakarken, Umay derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı.
"Bakın, Anadolu’da yapılan birçok kazıda, antik insanların atıştırmalık olarak çekirdek tükettiği kanıtlanmıştır. Çekirdek veya çiğdem, tarih boyunca sosyal toplaşmalarda kullanılmıştır."
Burak, "Abi ben bunu dinlemek istemiyorum." diye mırıldandı ama kimse onu umursamadı.
Mustafa Kemal gözlerini kısarak sordu: "Peki, Umay, bu sosyal toplaşmalar nasıl şekillenmiş?"
Timin tamamı, “Allah kahretsin, adam cidden merak ediyor.” bakışı attı.
Ama Umay devam etti.
"Mesela, Göbeklitepe’de bulunan bazı taşlarda çiğdem kabuklarına rastlanmıştır. Bu da demek oluyor ki, insanlar ibadet ettikleri, toplandıkları yerlerde atıştırmalık olarak çekirdek tüketiyorlardı."
İlteriş gözlerini devirdi. "Lan, Göbeklitepe’de bu kadar aç mıydınız?"
Burak iki ellerini başına koydu. "Komutanım, bakın! İki bilim insanını aynı anda beslemek zorunda değiliz. Birini seçelim! Bu tim bu kadarını kaldıramaz!"
Mustafa Kemal heyecanla öne eğildi. "Yani çekirdek, sadece bir atıştırmalık değil, kültürel bir miras mı?!"
Umay başını salladı. "Aynen öyle. Aslında insanlık tarihi boyunca sosyal bir bağ kurma aracı olmuş."
Timin geri kalanı "Bu iş nasıl buraya geldi?" bakışlarıyla sessizce Umay’a bakıyordu.
Ama ben eğleniyordum.
Çünkü Mustafa Kemal ve Umay bir yanda “çekirdeğin kültürel mirasını” tartışırken, Burak karşıdaki çöp kutusuna çekirdek kabuklarını atıyor, İlteriş sessizce elindeki bardaktan çay içiyor, Ulaş “bu sohbetten ruhum ayrıldı” ifadesiyle boşluğa bakıyordu.
Burak en sonunda dayanamayarak bağırdı:
“BİTTİ Mİ? BİTTİ Mİ BU DERS? ARTIK SADECE ÇİTLEYEBİLİR MİYİZ?”
Mustafa Kemal, Burak’a hayal kırıklığıyla baktı.
“Burak, bilime açık olman lazım.”
Burak elini göğsüne koydu, gözlerini kapatıp “Ben her şeye kapalıyım artık.” dedi.
İlteriş, en sonunda pes edip elini havaya kaldırdı. "Bak, tamam! Çekirdekse çekirdek, çiğdemse çiğdem! Yeter ki konuyu kapatalım."
Mustafa Kemal derin bir nefes aldı, son çekirdeğini çitledi ve gururla, “Ben kazandım.” dedi.
Ben çayımı yudumlayarak “Bu timin asıl düşmanı, asla bitmeyen konular oldu.” diye düşündüm.
Ve biz, Ankara'ya gitmeden önce çekirdeğin (ya da çiğdemin) insanlık tarihindeki rolünü öğrenerek buradan ayrılmış olduk.
Ev, bomboş gibiydi.
Ne o eski sıcaklığı vardı ne de yaşanmışlık hissi. Kurşunlanmış duvarlar, cam kırıkları temizlenmiş olsa da, buranın artık bir yuva olmadığını ikimiz de biliyorduk.
Umay, valizine kıyafetlerini ve birkaç özel eşyasını koyarken, babasıyla ilgili ne varsa ayrı bir kutuya özenle yerleştiriyordu.
Her fotoğraf, her anı, her hatıra…
Onu izlerken, içimde bir yerler düğüm düğüm oldu. Bu ev onun geçmişiydi. Bu ev, babasının gölgesiyle doluydu.
Ve şimdi, geride bırakıyorduk.
Ama Umay, ne kadar güçlü olmaya çalışsa da, o an gözlerindeki kaybolmuşluğu görebiliyordum.
Sessizce yanına oturdum, kutuya eğilip içindeki eşyaları düzgünce yerleştirmesine yardım etmeye başladım. Daha fazlasını yapamazdım, çünkü bu bir vedaydı.
Ve bazı vedalar, sadece hissedilirdi.
Bir süre ikimiz de konuşmadık. O, babasının madalyasını avuçlarının içine aldı, ben ise onun ne hissettiğini bilerek sadece yanında kaldım.
Sonunda, hafifçe iç çekti.
“Biliyor musun Altay… Bu evde ilk kez yalnız kaldığımı hissettiğimde on altı yaşındaydım.”
Başımı hafifçe ona çevirdim, sessizce dinledim.
“Babam bir operasyondaydı. Annem çoktan gitmişti. Koca bir ev, bomboştu. O gece, her şeyi çok büyük sanmıştım. Koltukları, mutfağı, hatta kendi odamı bile… Ve şimdi, o kadar küçük geliyor ki.”
Ellerimi onun ellerinin üzerine koydum. "Çünkü artık bu ev, içinde seni seven biri olmadan bir anlam ifade etmiyor."
Gözlerini bana çevirdi. Uzun uzun, sessizce baktı.
Sonra, gözlerinden bir damla yaş süzüldü.
Ama silmedi.
Çünkü bazen, bazı anılar gözyaşlarıyla mühürlenirdi.
“Babam buradan hiç gitmeyecekmiş gibi gelirdi.” diye fısıldadı.
O an, gözlerimi kutunun içinde duran madalyaya kaydırdım. Haluk Yarbay… Askerdi. Komutandı. Ama en önemlisi, Umay’ın babasıydı.
Ve bazı babalar, asla gitmezdi.
Derin bir nefes aldım, elimle Umay’ın elini sıktım.
“Hadi,” dedim yumuşak bir sesle. “Bunu bir veda olarak değil, yeni bir başlangıç olarak düşünelim.”
Umay başını hafifçe salladı, ama gözlerindeki hüznü silemedi.
Tam o sırada, kapının önündeki askerlerden biri telsizden geçti:
"Komutanım, devriyeler sorunsuz ilerliyor. Dışarıda her şey sakin."
Ben telsizi alıp, “Rapor verilmeye devam edilsin.” dedim, sonra tekrar Umay’a döndüm.
“Senin için buradayız, Umay. Her zaman.”
O an, başını hafifçe göğsüme yasladı. Bir şey söylemedi. Ama bazen, kelimeler zaten gereksizdi.
Ben sadece onu sardım, bütün dünyanın karmaşasından uzakta, o anı onunla yaşadım.
Bu ev, artık bir geçmişti.
Ama Umay’la birlikte, yeni bir ev inşa edecektik.
Umay’ın son eşyalarını kutuya yerleştirdiğimizde, ev artık tamamen boş gibiydi. Sanki içinde yaşanan yıllar silinmiş, sadece duvarlar kalmıştı.
Kutuları taşımak için ayağa kalktığımda, telsizden hafif bir cızırtı geldi. Dış devriyeden biri seslendi:
“Komutanım, yaklaşıyor.”
Kaşlarımı çattım. "Kim yaklaşıyor?"
“Bilmiyoruz. Siyah bir araç. Plakasız. Binaya doğru geliyor ama yavaş ilerliyor.”
Gözlerim anında Umay’a kaydı. O da hissedilmiş gibi bana döndü, yüzündeki ifade sertleşti.
Hızla kapıya yöneldim, eşyaları unutmuştum bile. Kadın askerlerden biri Umay’ın yanında durdu, ben kapıyı açıp dışarı çıktım.
Siyah SUV, binanın tam önünde durmuştu.
Dış devriyedeki askerler tetikteydi, silahlarını ellerinde tutuyor ama direkt doğrultmuyorlardı.
Kapı yavaşça açıldı.
Ve içinden hiç beklemediğim biri indi.
Burak.
Gözleri ciddiydi. Ama gözaltları hafif çöküktü, yorgun görünüyordu.
Bir an duraksadım. “Burak? Senin burada ne işin var?”
Ama Burak, yüzüme bile bakmadan kapıyı açtı ve arka koltuğa yöneldi.
Ve sonra o kişiyi gördüm.
Buz kestim.
Çünkü Burak’ın yanında biri daha vardı.
Ve o kişi, Ankara’ya tayin olmadan önce bırakmak zorunda olduğum geçmişimdi.
“Komutanım,” dedi Burak, sesi tedirgindi. "Sanırım gitmeden önce buna bir bakmanız gerekecek."
Gözlerimi kıstım. “Bu ne demek şimdi, Burak?”
Ama cevap vermedi.
Çünkü arka koltuktaki kişi, gözlerini bana dikmiş, hafifçe gülümsüyordu.
Ve o an, anladım.
Mardin bizim için bitti sanmıştık. Ama henüz son perde açılmamıştı.
Ve geçmiş, kapımıza gelmişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 13.99k Okunma |
4.36k Oy |
0 Takip |
54 Bölümlü Kitap |