35. Bölüm

HAMSİKOLİ

Beyza Yıldırım
beyzasi__

 

Yeni gün, yeni umutlar... Gözlerimi açtığımda odamı dolduran sabah ışığı, ruhuma işleyen bir huzur gibi süzülüyordu. Kalbimde dünün yorgunluğu yerine, bugünün bilinmez ama güzel olacağına dair sessiz bir inanç vardı. Yanımda uyuyan kadınıma, odasında mışıl mışıl uyuyan oğluma, evin içinde yankılanan sessizliğe şükrettim. Hayat, savaşlarla, kayıplarla, geri dönüşlerle sınasa da her sabah yeniden doğmak gibiydi. Çünkü biliyordum; gökyüzü ne kadar kararsa kararsın, güneş illa ki doğar. Ve ben her yeni günde, sevdiklerime sarılarak, nefes aldığım sürece umut etmekten asla vazgeçmeyecektim.

 

Sabahın ilk ışıkları perde aralığından süzülürken başımı yastıktan kaldırdım. Bugün önemliydi — dönüşümden sonraki ilk resmi brifing. Karargâha adım attığımdan beri üstümdeki sorumluluğu her hücremde hissediyordum. Hızla banyoya girip soğuk suyla yüzümü yıkadım, usturayı elime alıp tıraş oldum. Aynaya bakarken derin bir nefes aldım: Bordo berelinin sorumluluğu sadece arazide değil, her an taşınan bir ağırlıktı.

 

Üzerime ütülü üniformamı çektim, beremi özenle taktım. Botlarımın bağcıklarını sıkı sıkıya bağladıktan sonra telefonumu elime aldım.

 

Altay: "Günaydın beyler, 30 dakika sonra serviste olun. İlk brifingi kaçıran ceza çeker. "


Burak: "Komutanım gözümü açamadım daha, Allah’tan korkun 🥲"


İlteriş: "Ben tam takır hazırım. Burak’ı kucaklayıp mı getireyim?"


Ulaş: "Yine mi brifing? Keşke tatil olsa 😩"


Mustafa Kemal: "Tatil istiyorsan istifa et ulaş abiii 😂"


Altay: "Hadi lan kalkın, timin gözü üstümüzde. Bugün tam kadro olacağız."

 

Telefonu cebime koyup derin bir nefes aldım. Bugün yeni bir başlangıçtı. Kapıdan çıkarken Umay’ın usulca “Kendine dikkat et aşkım” deyişi kulaklarımda yankılanırken, ben çoktan görev moduna geçmiş, brifing odasının havasını şimdiden hissetmeye başlamıştım.

 

Servisin kapısı açılır açılmaz botlarımızın zemine vuruş sesiyle karargâhın sabah sessizliğini bozduk. Herkesin yüzünde hafif bir ciddiyet vardı; ne de olsa bu ilk resmi brifingimizdi. Ama o ciddiyetin arkasında gizli bir heyecan yatıyordu — çünkü biz timdik.

 

İlteriş her zamanki gibi en önde yürüyordu, omuzları dik, gözleri ileriye kitlenmişti. Burak arkamda hâlâ uykusunu alamamış gibi homurdanıyordu.
"Komutanım vallahi bu kadar erken kalkmak insan haklarına aykırı," dedi esneyerek.
Gülmemek için kendimi zor tuttum.
"İstiyorsan seni çocuk parkına bırakayım Burak, kaydırakta uyu," dedim gülerek.

 

Ulaş, Burak’ın arkasından dürttü.
"Hem erken kalkıp hem dayak mı yesek ne yapsak?" diye kıkırdadı.
Mustafa Kemal araya girip ciddi ses tonuyla, "Brifingde uyursanız haliniz harap olur beyler, Altay Komutan keskin bakışlarıyla kalbinize kadar deler," dedi, ama sonra gülmemek için dudağını ısırdı.

 

Karargâha girdiğimizde nöbetçi askerler bizi görünce esas duruşa geçti. Selamlarını alıp içeri ilerlerken içimde o tanıdık aidiyet hissi büyüdü. Bu beton duvarlar, koridorlarda yankılanan sert adımlar, odalardan gelen telsiz sesleri... hepsi eve dönmüşüm gibi hissettiriyordu.

 

Brifing odasının kapısına vardığımızda İlteriş kapıyı açtı, biz sırayla içeri girdik. İçeride şimdiden yüksek rütbeli komutanlar yerlerini almıştı. Halil Komutan köşede ayakta bekliyordu; göz göze geldiğimizde başıyla onayladı. Ben ise derin bir nefes alıp sırtımı dikleştirdim. Bugün ne olursa olsun, yine ve yeniden vatan için hazırdık.

 

Tarih: 19 Ocak 2026
Yer: Gölbaşı Özel Harekât Karargâhı, Ankara
Katılımcılar: Özel Harekât Tim Komutanları, İstihbarat Birimi, Protokol Koruma Daire Başkanlığı

 

Halil Komutan kürsüye geçtiğinde odadaki tüm askerler esas duruşa geçti. Kısa bir sessizliğin ardından, sert ve tok sesi odada yankılandı.

 

"Arkadaşlar, bugünkü brifingimiz kritik bir operasyonu kapsamaktadır. Cumhurbaşkanımızın yurt içi ve yurt dışı programları çerçevesinde, başkentte üst düzey güvenlik tedbirleri alınacaktır. Bu kapsamda, başkent koruma görevini ifa edecek olan timler için görev dağılımı ve operasyon planı aşağıdaki şekilde olacaktır."

 

Arkasındaki ekrana uydu görüntüleri ve detaylı güzergâh planları yansıtıldı. Görevin ciddiyeti herkesin yüzüne yansımıştı.

 

Görev Tanımı:
Başkent Ankara'da devlet büyüklerine yönelik iç ve dış tehdit unsurlarına karşı, maksimum güvenlik önlemlerinin alınması. Kritik noktalar olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, TBMM, Genelkurmay Başkanlığı ve dış misyon temsilcilikleri başta olmak üzere, hassas bölgelerde zırhlı birlikler, keskin nişancılar ve protokol koruma ekipleri görevlendirilecektir.

 

İstihbarat Raporu:
MİT ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından gelen bilgiler doğrultusunda, yabancı istihbarat örgütlerinin Ankara'da aktif faaliyetleri olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca, son 72 saatte artan siber saldırılar ve bilgi sızdırma girişimleri, bir saldırı ihtimalini güçlendirmektedir.

 

Görev Dağılımı:

 

Altay Öztürk ve İstiklal Timi: Cumhurbaşkanı’nın konvoyu içinde iç çember koruma birimi olarak görev alacak. Zırhlı eskort, jammer sistemleri ve özel tahliye prosedürleri konusunda hazır olunacak.

 

İlteriş ve Keskin Nişancı Ekibi: Külliye ve TBMM çevresinde yüksek binalarda stratejik konuşlanma sağlanacak.

 

Burak (Bomba İmha Birimi): Protokol güzergâhında ön kontrol ve patlayıcı taramaları yapılacak.

 

Ulaş ve Mustafa Kemal: Dış çember güvenliğinde koordinasyon sağlayacak, şüpheli hareketlilikleri takip edecek.

 

Acil Durum Planı:
Olası saldırı senaryolarına karşı tahliye rotaları belirlenmiştir. İki adet helikopter tahliye noktası oluşturulmuş, ayrıca yeraltı kaçış tünelleri acil müdahale timlerine bildirilmiştir.

 

"Unutmayın," dedi Halil Komutan sert bir sesle, "Bu görevde en ufak bir hata, devletin en yüksek makamını riske atmak anlamına gelir. Hepiniz en iyi eğitimi aldınız, en yüksek seviyede disiplin ve hassasiyetle hareket edeceğinizden şüphem yok. Teyakkuzda olun ve emir-komuta zincirinden asla sapmayın!"

 

Salondaki herkes tek bir sesle "Emredersiniz komutanım!" diye yanıt verdi. Göz göze geldik İlteriş’le. Gözlerinde her zamanki gibi görev ciddiyeti vardı. Telsizleri kontrol etmek için ayağa kalktım. Bugün, vatanın en yüksek makamı bizim ellerimizdeydi.

 

Brifing sona erdiğinde salonun kapıları açıldı. Herkes sessizce dağıldı ama ayak sesleri bile disiplinle yankılanıyordu. Bizim tim yerinden kıpırdamadı. Halil Komutan gözleriyle herkesi süzüp yanımıza geldi.

 

“Altay, hazır mısınız?” dedi, sesi tok ve güven doluydu.

 

"Tim hazır komutanım," dedim dimdik durarak. "En ufak detaya kadar planladık. Güzergâh taraması, çember güvenliği, bomba kontrolleri... Hiçbir şeyi şansa bırakmadık."

 

Komutan başını hafifçe salladı, memnun olduğu belliydi. Sonra bir adım geriye çekilip tüm time baktı.

 

“Bu görev, sizin kalibrenizdeki askerler için sıradan bir operasyon gibi görünebilir. Ama unutmayın, başkentin kalbinde, Cumhurbaşkanı’nın nefes aldığı her saniye sizin tetikte olmanıza bağlı. Bir göz kırpması bile tehdidi kaçırmanıza neden olabilir.”

 

İlteriş öne çıktı. “Komutanım, keskin nişancı noktalarını iki kez kontrol ettim. Çatıdaki ekipler, rüzgâr hızı ve görüş açısı için saatlik rapor verecek.”

 

Burak sırıtarak bombacı çantasını kaldırdı. “Çöp kutusundan gökyüzüne kadar her santimi tarayacağız komutanım. Karınca bile geçerse rapor ederim.”

 

Ulaş hafifçe omzuma dokundu. "Altay, senin liderliğinde kimse nefes bile alamaz. Bu şehir bizim elimizde."

 

İçimdeki vatan aşkı damarlarımı yakıyordu. Ama kafamda başka bir şey daha vardı: Umay ve Aybars. Sabah onlara sarılıp çıkarken içim titremişti. Vatan göreviydi, ama bir adam ailesine sağ salim dönmeliydi.

 

Saatime baktım. Çıkış vaktine iki saat vardı. Tüm ekipler son hazırlıkları yapmak için araçlara dağıldı. İlteriş, yaseminkaya mesaj atıyordu; Burak yine çaktırmadan çikolata yutuyordu. Bense telefonumu çıkarıp Umay’a mesaj yazdım:

 

Altay: Aşkım, operasyon bitince seni arayacağım. Küçük kurtu benim için kokla. Seni seviyorum.

 

Umay: Dikkatli ol, gözüm hep üzerinde olacak. Seni bekliyoruz aşkım. 💙

 

Telefonu cebime koyup derin bir nefes aldım. Gökay’a da haber vermiştim, protokol kısmında sessizce izleyebilecekti. Kardeşim, yıllar sonra bulduğum tek kan bağım, şimdi görevimi izlerken bana daha fazla güç verecekti.

 

“Altay?” dedi İlteriş. “Çıkıyoruz.”

 

Kasklarımızı düzelttik, silahları son kez kontrol ettik, maskelerimizi çektik ve konvoy halinde başkentin kalbine doğru yola çıktık. O an anladım ki; biz sadece asker değil, bu toprakların sessizce atan kalbiydik. Ve o kalp, gerektiğinde bizim için durabilirdi.

 

Ama durmayacaktı. Çünkü biz ya hep ya hiç diyerek yola çıkmıştık.

 

Konvoy ilerlerken herkesin yüzü ifadesiz, maskelerin ardında saklıydı. Ama gözler asla yalan söylemezdi. Hele ki yıllarca omuz omuza savaştığın kardeşlerinin gözleri...

 

Burak yanımda belirdi, siyah maskesi yüzünü örtüyordu ama o muzur parıltıyı tanımamak imkânsızdı. Omzumda hafifçe dirseğini hissettim.

 

“Abi, şu an gizli görevdeyiz değil mi?” dedi kısık sesle, maskenin ardından bile sırıttığını hissediyordum.

 

“Evet Burak, gayet gizli. Niye sordun?” dedim gözlerimi yoldan ayırmadan.

 

“O zaman neden senin gözlerin düğün sahibi gibi parlıyor?” diye fısıldadı. “Vallahi biraz daha gülersen Cumhurbaşkanı'nın yanına damat gibi çıkarsın.”

 

İçimden kahkaha atmak geldi ama sadece kafamı iki yana sallayıp nefesimi tuttum. “Kapa çeneni Burak.” dedim. “Ciddiyet.”

 

Ama o ciddiyet, Burak’ta en fazla on saniye sürerdi. Aramızdaki sessizlik dayanabileceği kadar uzadığında tekrar eğildi.

 

“Cidden abi, heyecanlı mısın? Yani hani yıllar sonra ilk devlet şeref madalyası, kardeşin vali olmuş, oğlun yürümeye başlamış... Aile dramı desen var, kahramanlık desen var. Yeminle senin hayatını çekseler ‘Dağ 3’ olur.”

 

Gözlerimi devirdim ama kalbimin ritmi hızlanmıştı. Gerçekten de hayatımın son yılı, romanlara sığmazdı. “Burak...” dedim derin bir nefes alarak. “Şu anda kafamı karıştırma, görev modundayım.”

 

Ama Burak’ın cevabı beklediğimden daha derindi:

 

“Biliyorum abi. Ama işte... Görev bitince eve dönüyorsun ya, artık her sabah Aybars’ı göreceksin. Bence en büyük zafer bu.”

 

O an içimdeki bütün korku, stres, gerginlik dağıldı. Silahımın namlusundan daha keskin olan tek gerçek vardı: Eve dönmek.

 

Sertçe başımı salladım. “Döneceğim.” dedim kararlı bir sesle. “Her ne olursa olsun, o eve sağ salim döneceğiz. Hepimiz.”

 

Burak, eliyle alnının ortasını işaret edip sessizce selam verdi. Sonra yerine geçti. Aracın içi sessizleşti ama o sessizlikte, timimin kalp atışlarını hissediyordum.

 

Gözlerimi kapattım bir an. Umay’ın kokusu, Aybars’ın kahkahası, Gökay’ın sarılmaları...

 

Sonra gözlerimi açıp maskemi düzelttim.

 

Çünkü önce vatan, sonra yuva. Ama mutlaka yuva.

 

Görev başladı. Gece yarısı Ankara’nın karanlık sokaklarında rüzgar sert esiyor, kulaklarda sadece ayak seslerimiz yankılanıyordu. Cumhurbaşkanı’nın katılacağı uluslararası zirve, terör örgütlerinin radarına girmişti. İstihbarat, içeriden sızma girişimi olabileceğini bildirmişti. Biz de gölge gibi ilerliyorduk.

 

Konvoyun çevresine sızan araçlar fark edilince tim anında harekete geçti. “Tüm birliklere duyuru! Saat 01:45, şüpheli araçlar tespit edildi. Operasyon başlatılıyor!” diye fısıldadım telsizden. Sesim tok ama sakin.

 

“Anlaşıldı komutanım, pozisyon alıyoruz!” dedi Burak. Gözlerinde delici bir odaklanma vardı.

 

Ulaş, karanlıkta neredeyse görünmez gibi hareket ediyordu. Sessizce ilerleyip termal dürbünle çevreyi taradı. “Altay, dört adam sağ tarafta, omuzda AK-74, susturuculu. Konvoya yaklaşmaya çalışıyorlar.”

 

“İlteriş, sol kanat sende. Onur, arka hat. Temiz çalışın. Sessiz girin, gürültülü çıkın!” dedim ve el işaretiyle dağılmalarını sağladım.

 

Kalbim çelik gibiydi ama kollarımda oğluşum Aybars'ın ağırlığı vardı sanki. Dönmem gerekiyordu. Ne pahasına olursa olsun.

 

İlteriş, adamları sıfır mesafeden kilitlemişti. Gece görüş gözlüğüyle ilerlerken sağa işaret etti. Sessizce çöküp silahını doğrulttu. “İki hedef, saat 10 yönünde. Emrinle inerler, komutanım.”

 

Ben de gözümü kırpmadan dürbünden izliyordum. “Temiz iş, sessiz alın.” dedim alçak sesle. İlteriş, susturuculu tabancasıyla milim şaşmadan iki atış yaptı. Adamlar yere yığıldı, tek ses çıkmadı.

 

O sırada Burak’tan telsiz sesi geldi: “Komutanım, üçüncü araçta bomba düzeneği var. Sinyal kesici devrede ama etkisiz hale getirmem lazım.”

 

“Ulaş, Burak’ı koruma altına al. Kerim, çevreyi tarayın. Başka sürpriz istemiyorum.” dedim tereddütsüz.

 

Burak ter içinde eğilip düzenekle uğraşırken Ulaş arkasında gölge gibi durdu, nefes almıyordu neredeyse. “Bir kıvılcımda uçarız, komutanım. Terleyince elim kayar diye korkuyorum.” diye mırıldandı.

 

“İyiysen devam et, kötüysen çekil!” dedim sertçe.

 

Burak dişlerini sıktı. “Altay abi, çekilmek yok!” dedi ve son kabloyu kesip derin bir nefes aldı. “Düzeneği aldım, temiz!”

 

Tam rahatlayacakken termalden bir hareket fark ettim. “Herkes yere! Keskin nişancı var!” diye bağırdım. Bir kurşun, hemen yanımdaki beton bloğa saplandı.

 

“Yavuz, kulede biri var, indir onu!” dedim.

 

Yavuz yere yatıp tüfeğini kurdu. Nefesini tuttu, tetiği çekti. Tüm tim bir anlık sessizliğe gömüldü. Sonra...

 

“Hedef etkisiz, komutanım.” dedi Yavuz buz gibi sesiyle.

 

Terör tehdidi bitmişti ama görev daha yeni başlıyordu. Zirve devam ediyordu, bizim tetikte kalmamız gerekiyordu. “Pozisyonlara dönün. Kimse uyumaz!” dedim.

 

Ve biz, gözümüzü bile kırpmadan sabaha kadar nöbette kaldık. Görev bizden büyüktü. Vatan, uykudan da, hayattan da önce gelirdi.

 

“Keskin nişancı! Siper alın!” diye bağırdım. Zaman daralmıştı, reflekslerimiz hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi belirliyordu. Kurşun, kafamın yanından geçerken metalik ıslığı kulağımı delip geçti.

 

İlteriş hemen sol omzuma yaslandı, G3'ünü kaldırdı. “Komutanım, hedef 2. kattaki kuzey penceresinde. Görüş mesafesi 300 metre.”

 

“Yavuz, üst katı temizle. Onur, sağ kanadı tut. Fatih, çevre kontrolü!” diye emri verdim. Herkesin nefesi düzenli, hareketleri saat gibi kusursuzdu.

 

Yavuz, SR-25 tüfeğini kurup dürbüne yapıştı. “Rüzgar doğudan, saniyede 5 metre. Nefes kontrol... Atış serbest.”

 

BANG! Kurşun, keskin nişancının kafasını dağıttı. “Hedef etkisiz!” diye bildirdi Yavuz.

 

O anda kulaklıkta Burak’ın sesi patladı: “Komutanım, bina içine sızan 3 hedef var. El bombaları var!”

 

“Onur, Burak’ı koru. İlteriş, benimle gel!” dedim ve MP5’imi omzuma yaslayıp hızla binaya daldım.

 

Koridor boyunca soluksuz koştuk, çizmelerimizin sesi beton zeminde yankılandı. Kapıyı tekmeyle açtım, içerideki adam namluyu kaldırdı ama geç kalmıştı. Tetiğe bastım: Tak! Tak! Tak! Göğsüne üç isabetli atış aldı, duvara savruldu.

 

İlteriş, köşeden fırlayan ikinci teröristi bıçakla aldı. “Temiz!” diye seslendi.

 

Üçüncü hedef kaçıyordu. “Kaçma lan!” diye bağırdım, peşine düştüm. Adam silahını çekip ateş açtı, kurşun sol kolumu sıyırdı. Umursamadım bile. Adam merdivenlere daldı, ben de arkasından uçtum. Üstüne atlayıp yere yapıştırdım, bileğini büktüm:

 

“Sakın kıpırdama! Türk Silahlı Kuvvetleri adına tutuklusun!” diye bağırdım.

 

Kan ter içinde, nefes nefese dışarı çıktık. Helikopter sesi kulaklarımızı sağır ediyordu. Yukarı baktım, SAR-125 helikopteri inişe geçmişti. Halil Komutan telsizden seslendi:

 

“Görev tamamlandı, tahliye başlıyor!”

 

Üzerimdeki ağırlığı hissedip silahımı yere bıraktım. Timi izledim... Hepsi yaşıyordu. Kalbim göğsüme sığmıyordu.

 

“Vatan sağ olsun!” dedim gökyüzüne bakarak, gözlerim dolarken.

 

Helikopterin pervaneleri deli gibi dönüyor, rüzgar suratımıza çarpıyordu. Gökyüzü kararmıştı ama görev tamamlanmıştı. Hepimiz sırayla helikoptere tırmandık. Ben son adımımı atarken kolumdan kan sızıyordu ama umursamadım. Adrenalin hâlâ damarlarımda dolaşıyordu.

 

“Komutanım, sol kolunuz!” dedi Burak, gözleri kocaman açılmıştı.

 

“Ufak tefek sıyrık, dert değil,” diye geçiştirdim ama Burak panikle İlteriş’e döndü:

 

“Abi, komutanın kolu kopuyor lan!” diye bağırdı.

 

“Lan ne kopması?!” diye çıkıştım ama Burak çoktan ilk yardım çantasını bulmuştu.

 

“Sargı bezi! Turnike! İlteriş, adamı bayılmadan tutalım! Komutanım gözlerinizi açık tutun, nolur gitmeyin!” diye bağırıyordu Burak dram kraliçesi gibi.

 

“Burak, sus!” diye fısıldadım ama o dizlerinin üzerine çökmüş, neredeyse ağlayacaktı:

 

“Komutanım, sizi kaybedersek hepimiz biteriz! Umay yengem bana ‘Altay’a sahip çık’ dedi. Sana bir şey olursa bana sopayla dalar!”

 

İlteriş arkadan gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Ulaş bile kafasını çevirdi, omzunun titremesinden güldüğü belliydi.

 

“Adamı bayıltacaksın Burak, bir çekil lan!” dedi İlteriş, beni koltuğa dayayıp sargı bezini sıktı.

 

Benim suratımda hafif bir tebessüm vardı. Ölümden dönmüş, görevi tamamlamıştık. Karargaha dönerken helikopterin içinde kahkahalar ve Burak’ın bitmeyen abartıları yankılanıyordu.

 

“Altay abi, ölmedin değil mi?!” diye sorunca dayanamadım:

 

“Ölmedim lan! Ama bu gürültüden bayılacağım!” diye bağırdım, herkes kahkahaya boğuldu.

 

Gözlerimi kapattım, tim güvendeydi... Vatan sağdı... Eve dönecektim. Gökay’ı, Umay’ı, küçük kurt Aybars’ı düşündüm. Yüzümde hafif bir tebessümle karargaha inerken bir kez daha fısıldadım:

 

“Vatan sağ olsun...”

 

Ofladım, derin derin nefes verdim. Görev bitmişti ama asıl savaşı eve dönünce verecektim. Kolumdan sızan kanı görür görmez Umay’ın yüzünü hayal ettim; kaşları çatılmış, gözleri dolmuş... İçimde bir yerden "Geçmiş olsun aşkım" demesini bekliyordum, ama daha gerçekçi olan senaryo belliydi: "Altay, sen kendini ne sanıyorsun?! Kendini harcayarak mı koruyorsun bu vatanı?!" diye bir azar yiyecektim.

 

Bir yanda Umay’ın sesini kafamda prova ederken, diğer yanda Burak ve İlteriş’in abartılı tepkileri kulaklarımı sağır ediyordu.

 

“Komutanım, eve nasıl haber vereceğiz?!” diye panik yapıyordu Burak, sanki kolum kopmuş da yerine geri dikilmiş gibi.

 

“Abartmayın oğlum, sıyrık diyorum!” dedim dişlerimi sıkarak.

 

Ama biliyordum, Umay bunu duyarsa Burak’la birlikte cenaze namazımı kılarlar. Burak’ın "Vırak vırak" diye gezen hali, Umay’ın gözyaşlarına karışır, ikisi birleşip beni yerin dibine sokar. Aybars da anlamasa bile "Baba üf üf" der, annesinin ekibine katılır.

 

Helikopter alçalmaya başladığında kendimi savaş alanından değil, mahkeme salonundan döner gibi hissediyordum. Savcı Umay Öztürk, sanık sandalyesinde Bordo Bereli Altay Öztürk.

 

Suç: Görev aşkına kendini feda etmek.
Cezası: Sabaha kadar sürecek bir Umay dersi.

 

Gözlerimi kapatıp başımı arkaya yasladım. "Vatan sağ olsun" diyerek girdiğim her görevden sonra, "Evlilik sağ olsun" diyerek eve dönüyordum.

 

İlteriş kolumu temizlerken kaşlarını kaldırıp sırıttı, pamukla bastırırken canımı bilerek daha fazla yakıyordu sanki. Dişlerimi sıktım, ama teklifimi yapmaktan geri durmadım.

 

“Bak kardeşim,” dedim gözlerimi kısarak. “Bu olayı saklarsan... O haftalardır indirim kovaladığın oyun var ya? Hah işte, onu alıyorum sana. Hem de deluxe sürüm!”

 

İlteriş başını eğip sırıtarak pansuman yapmaya devam etti.

 

“Abi sen ciddi misin? Deluxe sürüm mü? Yani ek görev paketleri falan da var?” dedi, gözleri ışıldayarak.

 

“Tabii lan, hatta bonus karakter açarım sana. Yeter ki sus!”

 

Burak, helikopterin köşesinden kafayı uzatıp bizi süzüyordu.

 

“Ne dönüyor lan orada? Pazarlık mı yapıyorsunuz?” dedi kaşlarını çatıp.

 

“Yok lan!” diye atıldı İlteriş, hızlıca kanlı gazlı bezi çıkarırken. “Altay abinin kanı akınca garip bir meditasyon yapıyorum, sessizlik lazım!”

 

Burak kaşlarını çattı ama sonra omzunu silkip yerine döndü.

 

İlteriş son bandajı sardı, sonra avuçlarını ovuşturdu:

 

“Abi, yarın oyun bende ha? Eğer gecikirsen, Umay’a her şeyi anlatırım. Hem de dramatik müzik ekleyerek!”

 

“Anlaştık lan!” dedim, ama içimden “Eve gitmeden bir teknoloji mağazasına uğramak şart oldu” diye geçirdim. Kolum sızlıyordu, ama eve sağ salim dönmenin gerçek bedelini daha yeni anlamıştım: Umay’a yalan söylemek değil, İlteriş’i susturmak daha pahalıya patlıyordu.

 

Huzurla arkama yaslandım, gözlerimi kapattım. Helikopterin motor sesi kulaklarımda uğulduyordu ama kafamda tek bir ses vardı: Umay. Kolumdaki sızı hafifliyordu, belki de eve dönecek olmanın rahatlığıydı. Ya da belki de İlteriş’i susturmanın zaferiydi.

 

“Deluxe sürüm...” diye mırıldandı İlteriş, çaprazda otururken yüzünde koca bir sırıtış vardı. Gözleri parlıyordu, sanki birazdan çikolatayla ödüllendirilecek bir çocuk gibiydi.

 

Burak ise hâlâ arada bana bakıp kafasını sallıyordu. “Altay abi, o kolu eve girerken fark eder yenge. Geçmiş olsun!” dedi gülerek.

 

“Kardeşim, merak etme,” dedim gözlerimi açmadan. “Ben yaralı dönersem Umay’ın merhamet modunu açarım.”

 

Ulaş kahkaha attı: “Abi, o mod en son ne zaman açılmıştı?”

 

Derin bir nefes alıp gülümsedim. “Doğum günü pastasından sonra... Beş dakika kadar.”

 

Tim gülmeye devam etti, ama ben yine gözlerimi kapattım. Yorgundum. Göğsümde, eve dönmenin verdiği o tanıdık huzur vardı. Kapıyı açtığımda beni sarılmaya hazır bekleyen küçük kurt Aybars, ardından gözleri endişeyle parlayan Umay...

 

Yaralar geçerdi. Görevler bitmezdi. Ama ailem hep oradaydı. Ve her dönüş, yeni bir mucizeydi.

 

Kolumdaki sızıya rağmen dudaklarımda bir gülümsemeyle, başımı yaslayıp içimden sessizce fısıldadım:

 

“Biraz daha dayan Altay... Evdesin artık.”

 

Telefonum çaldığında ekranda Umay yazısını ve görüntülü arama simgesini gördüm. Kalbim hızlandı, hemen açtım. Karşımda gözyaşları içinde hıçkıran eşimi görünce yerimde doğruldum.

 

"Altay!" dedi sesi titreyerek, hıçkırıklarının arasından. "Yaralanmışsın!"

 

Saniyeler içinde bütün helikopter sessizliğe gömüldü. Tim göz ucuyla bana bakıyordu ama artık kimse kıkırdamıyordu. Hızla ayağa kalktım, kolumdaki sızıya aldırmadan kameraya doğru eğildim.

 

"Aşkım yok öyle bir şey, kim söyledi bunu sana? Bak, sapasağlamım," dedim yüzüme kocaman bir gülümseme takınarak. Yaralı kolumu kadraja sokmamaya çalışıyordum ama gözlerinden kaçmayacağını biliyordum.

 

Umay sessiz kaldı, gözleri dolu dolu bana bakarken burun çekti. Bu sırada başımı hafifçe yana çevirip timi süzdüm. İlteriş yere bakıyordu, Burak ise suç üstü yakalanmış çocuk gibi kıpırdanıyordu.

 

"Sizle sonra hesaplaşacağız," dedim dişlerimin arasından, sessiz ama tehditkâr bir tonda.

 

Sonra hemen ekrana döndüm, sesimi yumuşatıp eşimi sakinleştirmeye çalıştım:

 

"Güzel karım, bak iyiyim. Eve geliyorum. Küçük kurtu öp benim için, tamam mı? Sakın üzülme."

 

Umay derin derin nefes aldı, zorla da olsa gülümsedi. "Tamam," dedi kısık sesiyle.

 

Çağrıyı kapattığımda ise arkamı dönüp timi süzdüm:

 

"Kim sızdırdı lan? Konuşun yoksa hepiniz rapor edileceksiniz."

 

Burak kafasını kaşıdı. "Abi... Vallahi refleks gibi oldu, ben ne bileyim yengeyle o kadar hızlı yazışacağımızı?"

 

Burak, kafasını kaşıyıp yüzüme bakmamaya çalışarak kem küm etti. Sırılsıklam terlemişti ama yine de pişmanlık dolu suratında hafif bir sırıtma vardı.

 

"Abi... Şey... Aslında bir anlaşmamız vardı," dedi gözleri kaçamak bakışlarla. "Bu Karadeniz’de meşhur bir yemek var ya... Hamsikoli... Onun için söz verdim. Fotoğraf atacaktım ne olursa olsun. Abi ne yapayım, sen kolun kanıyorken çektim, olayın sıcağı sıcağına yani..."

 

Tim gülmemek için kendini zorlarken ben yerimde dikilip kollarımı göğsümde kavuşturdum. Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalıştım ama nafileydi. Sinirim tepemdeydi.

 

"Mal oğlum sen benim başıma sınav mısın?" diye bağırdım sinirle. "Ben burada mermi yiyorum, sen story mi atıyorsun? 'Kanlar içinde bordo bereli' konsepti mi bu? Yarın sabah 6'da içtima yerinde olacaksın Burak, cehennem eğitimi seni bekliyor."

 

Burak panikle "Abi yapma gözünü seveyim, şaka yaptık ya," diye savunmaya geçti ama İlteriş dayanamadı, kahkahayı patlattı. Ulaş sırtını helikopterin duvarına vurup gülüyordu, Mustafa Kemal gözlerini silerken nefesi kesilmişti.

 

"Yemin ediyorum bu tim ruh hastası," dedim başımı iki yana sallayarak.

 

Burak yine de vazgeçmedi:

 

"Abi bak... Hamsikoli gerçekten efsane. Vallahi pişman olmazsın. Söz, seni de yerken çekip atarım."

 

Derin bir iç çektim, pes ettim. "Seninle Karadeniz’e gitmeyeceğim Burak, net kararım bu," dedim kolumdaki sargıya bakarak. "Ben yaralıyken bile reklam peşindesin. Sana ne desem az."

 

Helikopter karargaha inerken herkes hâlâ gülüyordu. Ben ise Burak'a yan gözle bakıp kafamda ceza senaryoları yazıyordum. Ama içten içe... Timle yine aynı çatlak muhabbetleri yapabildiğime sevinmeden edemiyordum.

 

"Hamsikoliymiş..." diye mırıldandım. "Bu timle daha çok sınavım var..."

 

"Sana da oyun moyun yok." dedim İlteriş'e sinirle.

 

"Abi yapma ya!" dedi İlteriş, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Sen ne dediysen yaptım, koluna dikiş attım, Umay’a çaktırmadım, hatta Burak’ı bile susturmaya çalıştım... Oyun ne alaka şimdi?"

 

Kollarımı göğsümde kavuşturdum, suratımda ciddi bir ifade vardı ama içten içe keyiflenmiştim.

 

"O iş öyle değil," dedim sırıtarak. "Madem Burak fotoğrafı sızdırdı, sen de işin ortağısın. Kardeş kardeş cezanızı çekeceksiniz. Oyun falan yok. Hem ne demişler? Vatan için oyun yok, İlteriş Paşa."

 

İlteriş saçlarını karıştırıp, "Abi sen harbiden acımasızsın," diye mırıldandı. "Tamam, ben sana bandaj yaparken biraz sıktım, ama kasıtlı değildi ki..."

 

"Oyun yoksa Burak’ın hamsikoli siparişine ortak olurum,"** dedi Mustafa Kemal, araya girip ortamı iyice karıştırarak. "Ne demişler, acı paylaşınca azalır, hamsikoli paylaşınca çoğalır."

 

Burak kahkahayı patlattı:
"Yemin ediyorum hepiniz hain çıktınız! Ben tek başıma sürüneceğim sandım, İlteriş’i de yaktım valla!"

 

"Bittiniz lan siz," dedim kafamı iki yana sallayarak. "Yarın sabah eğitim parkurunda canınız çıkacak. Ama önce eve gideceğiz. Umay benden hesap sormadan, bir duşa girmem lazım."

 

İlteriş, başını ellerinin arasına aldı:
"Abi bak... En azından oyunu küçük bir ihtimal olarak düşünsek?"

 

"İmkânsız," dedim gözümü kırpmadan. "En fazla, oyun yerine Aybars'a çizgi film açarım. Siz de yanında oturup izlersiniz."

 

Tim kıkır kıkır gülmeye devam ederken, ben başımı yaslayıp gözlerimi kapattım. Uçuşun geri kalanında tek düşündüğüm şey, eve vardığımda Umay’ın beni nasıl haşlayacağıydı. Çünkü biliyordum... O fotoğrafı mutlaka görmüştü.

 

"Hem bu hamsikoli nasıl bir şey ki, satacağın kadar?" dedim Burak’a kaşlarımı çatıp. Helikopterin motor sesi kulaklarımızda uğulduyordu ama Burak coşmuştu bir kere, anlatmadan duramazdı. Gözleri parladı, sanki kutsal bir yemeği tarif ediyormuş gibi ellerini havada döndürmeye başladı.

 

"Abi bak şimdi," dedi heyecanla. "İçinde pırasa var, mısır unu var, en önemlisi hamsi var! Ama öyle sıradan değil... Karadeniz’in kokusu sinmiş, fırından yeni çıkmış gibi. Dışı çıtır çıtır, içi yumuşacık... Hamsinin yağı o mısır ununa karışınca var ya... Allah’ım, cennet gibi bir şey! Yemin ediyorum, ilk lokmada horon tepme isteği geliyor insana."

 

Omzumu silkip kafamı salladım, yarı sinir yarı merakla. "Ben de Karadenizli sayılırım oğlum," dedim göz devire devire. "Ama öyle anlattığın gibi horon teptirecek yemek bilmiyorum. Benim bildiğim Karadeniz’de iki dakika durunca zaten biri sizi zorla horona sokar."

 

İlteriş sırıtarak araya girdi:
"Abi, sen var ya... Burak’la bir hafta Karadeniz’de kal, hamsikoliyle kemençe kursuna yazılırsın!"

 

"Yemin ediyorum sabaha kadar horon oynarız," dedi Burak, dizine vurup kahkahalarla gülerken. "Ama önce bi’ eve varalım da... Umay yenge o fotoğrafı gördüyse, sen daha çok oynarsın abi. Hem de zılgıt eşliğinde!"

 

Gülmemek için dişimi sıksam da, içimden kendime söylenmeden edemedim. "İnşallah o hamsikoli, Umay’ın bana çekeceği fırçadan sonra moral olur da yeriz..."

 

Burak bir anda vites değiştirdi, Karadeniz damarını sonuna kadar açtı. Gözleri pırıl pırıl, sesi coşkulu... Helikopterin metalik yankısı bile onun Laz şivesine engel olamıyordu.

 

“Abi sen ne diyisun yaa! Hamsikoli deduğun Karadeniz’in tacıdur. Çiten bi’ pırasayi, hamsiyi koyasun... Mısır ununi, az da tuzuni ekleyisun... Sonra tavayi atasun, cızır cızır pişer! Hele bi’ de yanında turşu kavurma varsa... Of fena olur haaa!” dedi, ellerini göğsüne vurup kafasını iki yana sallayarak.

 

“Yavaş lan, helikopterde horon tepme!” dedim kahkaha atarak.

 

Ama Burak durur mu? Damarına basılmış gibi devam etti:
“Abi bak diyirum sana... O hamsikoli pişerken çıkan koki bile adamı diriltur! İnanma bana, bi’ tane ye bak ne oluy!”

 

İlteriş de dayanamayıp girdi araya, göz kırparak:
“Oğlum, Altay abiyi Karadeniz’e götürürsek geri dönmez. Karadeniz damarı patlar, Umay yengeyi de alır gider oraya yerleşir vallahi!”

 

Ben de kafamı sallayıp güldüm, kolumdaki kanamış bandajı unutmuştum bile.
“Tamam ulan... Eve sağ salim varalım da, Umay’dan azar yemeden atlarsak, Burak seni alıp Karadeniz’e götüreceğim. O hamsikoliyi de horonla yerim artık!”

 

Burak yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı:
“Heee işte bu! Horonun başını kim çeker? Burak uşak çeker!” diye bağırınca hepimiz gülmekten kırıldık. Helikopterin içinde savaşın yorgunluğunu, kafamızdaki belaları unutturacak tek şey yine birbirimizin deliliğiydi.

 

Helikopter karargâhın beton zeminine indiğinde, motorun uğultusu kesilmeden hızla atladım aşağı. Tim toparlanırken ben direkt çiçekçiyi aradım. Umay beni yaralı sanıp ağlamıştı, ne yapsam azdı. Telefonu açar açmaz hiç düşünmeden söyledim:

 

“Kardeşim, en güzelinden bi’ buket yap hele. Beyaz güller olsun, arasına da papatya serpiştir ha... Haa bi de, şu bi ton süslü kurdelelerden koy da tam olsun.”

 

Adam siparişi alırken, ben hızla rapor odasına geçtim. Kanlı üniformamı çıkarıp temiz bir gömlek geçirdim sırtıma. Masa başına oturup günün görev raporunu yazmaya başladım ama birkaç cümle sonra fark ettim ki Karadeniz şivesiyle yazmışım:

 

“Haa biz şüpheliyi yakaladuk, sonra etkisiz hale getirdik...”

 

Kendi kendime güldüm, kafamı iki yana salladım. “Ulan Burak! Beni bile laz yapacaktın az daha,” diye geçirdim içimden. Derin bir nefes alıp raporu sildim, düzgün bir dille tekrar yazdım.

 

Raporu bitirip imzaladıktan sonra çiçekler geldi. Buketi elime alınca derin bir iç çektim. Mis gibi kokuyorlardı. “En azından Umay’a tatlı bir jest yaparım da gönlünü alırım,” dedim kendi kendime.

 

Çiçeği göğsüme bastırıp karargâhtan çıktım. Ayaklarım eve giderken, aklım hala Burak’ın hamsikoli muhabbetindeydi. Gözümün önünde Burak horon teperken ilterişin mısır unu eleyişi canlandı. Gülümseyerek kafamı iki yana sallayıp servise bindim. “İyi ki delisiniz be,” diye mırıldandım. Ama asıl deliliği Umay’a anlatmazsam, o bana asla inanmazdı.

 

Eve adımımı attığımda daha kapıdan içeri girer girmez burnuma keskin, denizden yeni çıkmış gibi kokan bir balık kokusu çarptı. Ciğerime kadar işledi resmen. Derin bir nefes aldım ama pişman oldum, kokuyu daha da içime çekmiş oldum. O sırada yan gözle Burak’a baktım. O da burnunu çekip suratı ekşimiş halde bana döndü. Göz göze geldik, ikimizin de yüzünde aynı ifade vardı: "Eyvah, bu ne lan?"

 

Ama Burak... Ah Burak... Adam kokuyu alır almaz içindeki Karadenizliyi tamamen saldı. Kapının eşiğinde başladı horon teperek içeri girmeye. Eller havada, ayaklar yere hızlı hızlı vuruyor, sanki köy düğününe gelmiş gibi coşmuştu:

 

“Hop haaa, hamsikoli! Şimdi yeruk, sonra yataruk!” diye bağırdı.

 

Umay kapının arkasında elinde leğenle belirdi, kaşları çatılmış, gözleri Burak’ın ayaklarına kitlenmişti. Adam horon tepe tepe halıyı yerinden oynatmıştı resmen.

 

"Burak! Halıyı kaldıracaksın, oğlum!” diye bağırdı Umay, tavadan balık yağı damlarken.

 

Ama Burak? Adam bildiğini okuyor:

 

"Haluyu kaldırayrum, hamsikoliyi induruyrum, bu gece Karadeniz rüzgarları esecek bu evdeee!” diye bağırıp döndü bana. “Abi gel bak, sen de tepsene!”

 

Ben? Gözlerim fal taşı gibi açıldı, çiçek elimde donup kalmışım. Bir yanda yağ kokusu, diğer yanda coşmuş bir Burak.

 

“Kardeşim, ben daha görevden geldim, terim soğumadı. Horon tepecek halim yok,” dedim.

 

Ama Burak pes eder mi? Yanıma seğirtti, koluma yapıştı:

 

"Abi hamsikoliyi yemeden önce horon tepmek lazımdır, sindirimi kolaylaştıriir!” dedi, ciddi ciddi bilimsel açıklama yapar gibi.

 

O sırada Aybars odasından pijamasıyla seke seke geldi, durdu ve Burak’a bakıp:

 

“Vıraak horon!” diye bağırdı, sonra çat diye poposunun üstüne oturdu.

 

Ben kafayı yiyecektim! Evin içinde balık kokusu, Burak halıyı dövüyor, Aybars kendi çapında horona başlıyor, Umay ise leğeni savura savura mutfağa doğru gidiyordu:

 

“Altay! Ya bu çocuk Karadeniz müziğiyle büyürse ne yapacağız?” diye bağırdı arkasından.

 

Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım, sonra başımı iki yana sallayıp:

 

"Lan Burak... Vallahi seni içtima alanında bir saat horon teptireceğim, haberin olsun,” dedim ama adam hiç oralı olmadı, halay başı gibi coşmuştu zaten.

 

Burak mutfakta horon teper gibi dolanırken Karadeniz ruhu tam gaz coşmuştu. Mısır unu havada uçuşuyor, hamsiler tezgahın üzerinde dizilmiş asker gibi sıralanıyordu.

 

“Komutanım! Bu yemeği yiyince kendinizi Sümela Manastırı’ndan uçuyor gibi hissedeceksiniz!” diye bağırdı Burak, mısır ununu savura savura. Yaseminka, kafasını iki yana sallayıp güldü ve ellerini kaldırdı.

 

“Tamam, tamam! Ben pes ediyorum. Burası artık sizin!” dedi, mutfağı onlara bırakıp çıktı.

 

Umay o an elimi tuttu, sessizce çekiştirerek beni yatak odama getirdi.

 

Gözlerindeki hüzün, kalbimin tam ortasına saplanıyordu. Kapıyı kapattıktan sonra beni yatağın kenarına oturttu, tek kelime etmeden tişörtümün eteklerinden tuttu ve usulca yukarı sıyırdı. Yaralı kolum ortaya çıktığında dudaklarını ısırdı, gözleri doldu. Parmak uçlarıyla bandajın üzerinden hafifçe geçti. Sanki daha sert dokunsa canımı acıtacakmış gibi ürkekti.

 

“Altay... Niye bana söylemedin?” dedi sesi çatallı çıkarken.

 

Ben derin bir nefes alıp saçlarını geriye ittirdim. “Sana korkutmak istemedim, hayatım. Küçük bir sıyrık sadece.” dedim, sesimi yumuşatarak. Ama o başını iki yana salladı, inanmıyordu.

 

“Küçük sıyrık mı? Kan kokusu hala üzerindeyken bana küçük sıyrık diyorsun?” dedi gözleri dolarken. Parmakları titriyordu, bandajı çözmeye yeltendi, ama tereddüt etti. “Acıtmaz, değil mi?” diye sordu, çocuk gibi, korkak bir fısıltıyla.

 

“Acıtmaz,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Sen dokununca hiçbir şey acımaz.”

 

Umay nazikçe bandajı açarken gözlerini kolumdan ayırmıyordu. Kurumuş kan izleri, sıyrıkların arasında kalan morluklar ortaya çıkınca nefesi kesildi. Ellerini dudaklarına götürüp derin bir iç çekti.

 

“Böyle gelmeni istemiyorum,” dedi sesi titreyerek. “Ben her akşam yatağa girdiğimde senin nefes aldığını bilmek istiyorum. Bir gün kapı çalacak ve... Ben...” cümlesini bitiremedi. Çöktü yanımda, başını dizlerime yasladı ve sessizce ağladı.

 

Ellerimi saçlarında gezdirdim, kalbimde bir yumru büyüyordu. “Umay,” dedim usulca, “Sen ve Aybars benim nefes alma sebebimsiniz. Sizi bırakıp gitmemek için ne gerekiyorsa yaparım. Ama bu iş... Bu vatan... Bu bizim andımız.”

 

Başını kaldırdı, gözleri kan çanağına dönmüştü. “Ama senin hayatın daha önemli. Bizim için daha önemli,” dedi kısık sesle.

 

Onu kendime çekip kollarımın arasına aldım. “Senin için dikkat edeceğime söz verdim, değil mi?” diye fısıldadım. “Eğer bir gün düşersem bile, kalkar yine gelirim. Çünkü ben seni ilk günkü gibi seviyorum. Sizi bırakamam, anlıyor musun? Sizi bırakmak benim için ölmek olur.”

 

Umay başını göğsüme yasladı, kalp atışımı dinler gibi sessizleşti. “Bu kalp hep atacak,” dedim saçlarına öpücük kondururken. “Çünkü burada sen varsın.”

 

Umay başını göğsümde bir süre daha dinlendirdi. Kalp atışımı duymak ister gibiydi, sanki o sesi duydukça daha çok rahatlıyordu. Derin bir nefes aldı ve yavaşça doğruldu. Gözlerimdeki yorgunluğu, ruhumun içindeki savaşı görüyordu, biliyordum. Ama yine de gözyaşlarını silip dik durmaya çalıştı.

 

“Tamam,” dedi kısık sesle, “Madem kalbin bizim için atıyor, o zaman ben de seni en iyi şekilde korurum. En az senin kadar iyi savaşırım senin için.”

 

Gözlerindeki kararlılığı görünce gülümsedim. Umay her zaman güçlüydü. Beni tamamlayan, ayakta tutan, her dönüşümde evimi yuva yapan kadındı.

 

Sessizce kalktı, komodinin çekmecesinden ilk yardım çantasını çıkardı. Önce dezenfektan spreyini aldı, bana bakıp uyarı verir gibi parmağını kaldırdı.

 

“Yanacak. Sakın erkeklik yapıp hissetmiyorum falan deme. Anında bırakırım.”

 

Gözlerimi devirip gülümsedim. “Tamam, doktor hanım. Söz, ses çıkarmayacağım.”

 

Spreyi sıktığı anda derin bir nefes aldım, kolumun üzerinde binlerce iğne batıyormuş gibi yanıyordu. Ama söz verdiğim gibi ses çıkarmadım. Umay göz ucuyla beni süzüp memnuniyetle başını salladı.

 

“Dayanıklısın,” dedi dudak kenarı belli belirsiz yukarı kalkarken. “Ama bir daha böyle bir şeyi saklarsan kolunu değil, kafanı sararım haberin olsun.”

 

Gülmemek için dudaklarımı ısırdım. O ise tüm ciddiyetiyle devam ediyordu. Steril gazlı bezi aldı, özenle yaraya bastırdı. Parmakları hafifti, ama kalbime dokunuyormuş gibi hissediyordum. Her hareketinde sevgisi vardı.

 

“Ne yapıyorsun?” diye sordum sessizce.

 

“Sana iyi bakıyorum,” dedi başını kaldırmadan. “Sen bana bir söz verdin, Altay. Ben de sana söz veriyorum... Sana hiçbir şey olmayacak.”

 

Yarayı sardıktan sonra bandajı dikkatlice bağladı, fazla sıkmadan. Eliyle bir iki kez üstünden geçti, düzgün olduğundan emin olmak ister gibi. Sonra kolumu avuçlarının içine alıp dudaklarını hafifçe pansumanın üzerine dokundurdu.

 

“Artık daha hızlı iyileşirsin,” dedi fısıltıyla.

 

Onu kendime çekip alnından öptüm. “Ben zaten seninle olduğumda daha hızlı iyileşiyorum,” dedim içtenlikle.

 

O an hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Ne görev, ne acı... Sadece yanımda Umay vardı. Ve o an, dünyanın en şanslı adamı olduğumu bir kez daha anladım.

 

Umay pansumanı bitirdikten sonra bandajın son haline bir kez daha baktı, parmaklarıyla hafifçe düzeltti. Sonra elimi tuttu, sıkıca kavradı ve gülümseyerek gözlerimin içine baktı.

 

“Hadi bakalım kahramanım, seni biraz horon terörüne maruz bırakalım.” dedi göz kırparak.

 

Ben de gülerek elini dudaklarıma götürdüm, nazikçe öptüm.

 

Elini öptüğümde yüzü hafifçe kızardı, ama o tatlı gülümsemesini korudu. El ele mutfağa doğru yürüdük. Daha kapı eşiğine gelmeden içeriden Burak’ın coşkulu sesi yükseldi:

 

“Oyna da oyna! Heyy hey hey! Altay abi gel de göresun, içim gitmiş horona!”

 

Kapıdan kafamı uzattım, Burak gerçekten salonun ortasında tek başına horon teperken, yaseminka çaresizce hamsi kılçıklarıyla savaşıyordu. İlterişse sandalyeye kurulmuş, sanki dünyanın en harika manzarasını izliyormuş gibi gözlerini yaseminkadan ayırmıyordu.

 

“Yaseminka sen onu değil, beni temizlesen daha iyi,” dedi Burak kahkahalar arasında. “Bak nasıl horonum bozuldu, enerji lazım enerji!”

 

Yaseminka burnunu çekip kırık Türkçesiyle söylendi:
“Ben... ben pes ediyorum! Balık seni yesin Burak, ben bunu yapamam! Savaş bu!”

 

Umay gülerken mutfağa geçti, ocağın altını kontrol etti. Ben de sandalyeye oturdum, bir elimle kolumu tutarken diğer elimle masaya vurdum.

 

“İlteriş, sen de kalk oynasana! Burak yalnız kaldı.” dedim gülerek.

 

İlteriş gözlerini yaseminkadan ayırmadan:
“Ben horon değil, gönül işlerine düştüm Altay.” dedi derin bir iç çekerek.

 

Burak anında lafı yapıştırdı:
“Kalk kız istemeye gidelim İlteriş! Altay abi başı çeker.”

 

Umay mutfaktan seslendi:
“Bırakın aşk mevzularını, yemek yanacak! Burak, tabakları getir!”

 

Burak horonu yarıda kesip mutfağa seğirtti, ama yine yerinde duramıyordu.
“Abi hamsikoliyle tam gaz horon teperiz ya, ne diyorsun?” dedi gözleri parlayarak.

 

Umay kafasını salladı:
“Altay, ben bunu sağ çıkartabilir miyim emin değilim!” dedi gülerek bana döndüğünde.

 

Ben gülümseyip başımı salladım:
“Bence de zor, ama en azından deneyelim.”

 

Yaseminka sonunda hamsilerin son kılçığını ayıkladığında zafer kazanmış gibi ellerini havaya kaldırdı. İlteriş hemen mutfak havlusunu kaptı ve sanki olimpiyat şampiyonu olmuş gibi yaseminkanın etrafında döndü.

 

“Helal sana kızım, vatan seninle gurur duyuyor!” dedi gururla.

 

Burak alkışladı:
“Yaseminka! Hamsilerin fatihi!”

 

Umay gözlerini devirdi:
“Siz hep böyle miydiniz?” diye sordu bana gülerek.

 

“Hayır,” dedim ciddi bir yüzle, sonra sırıtıp ekledim: “Biz daha fenayız.”

 

Ve hep birlikte sofraya oturduk. Aybars uykusundan uyanıp kollarını açarak “Baba!” diye koşunca, işte o an, tüm karmaşanın içinde, hayatımın en güzel yerinde olduğumu hissettim.

 

Hamsikoliyi fırına verdiğimiz anda herkes derin bir oh çekti, sanki savaş kazanmışız gibi mutfakta birbirimize bakıyorduk. Yaseminka ellerini beline koydu, alnındaki teri silerken:

 

“Tamamdır! Artık Karadeniz’in tüm ruhunu fırına kilitledik!” dedi derin bir nefesle.

 

Burak hemen fırının önüne çömeldi, sanki pişmesini hızlandırabilirmiş gibi cama yapıştı:
“Abi, bu var ya, başyapıt olacak! Altay abi, bir dilim almazsam vallahi ölürüm!” dedi gözleri parlayarak.

 

İlteriş sandalyesine yayılıp sırtını geriye attı:
“Burak, sen fırının başında bekle, belki şarkı söylersen daha hızlı pişer!” diye dalga geçti.

 

Yaseminka, ellerindeki balık kokulu eldivenleri çıkardı, ama o an şeytani bir fikir parladı gözlerinde. Gözleri kısılmış, hafifçe Burak’a yaklaştı. Umay hemen fark etti ve “Sakın yapma Yaseminka!” dedi ama...

 

ÇAT!

 

Çiğ balık kokulu eldiven direkt Burak’ın yüzüne yapıştı! Yetmedi, eldiven Burak’ın alnından kayıp saçlarına dolandı. Burak olduğu yerde donup kaldı, herkes nefesini tuttu... sonra patladı kahkahalar!

 

Burak eline geçen ilk mutfak bezini saçına sürterken ağzından bir sürü Karadenizce beddua savurdu.

 

"Ula Yaseminka! Sen ne ettun ha? Bu saçlara bakım yapıyorum ben, altın gibi parlıyorlar! Şimdi hamsi kokacağum!"

 

Yaseminka kollarını kavuşturup kaşlarını kaldırdı. "Hak ettin sen bunu. Hep konuşuyor, hiç yardım etmiyorsun." diye çıkıştı.

 

İlteriş kahkahayı bastı, ama Yaseminka ona ters ters bakınca hemen ciddi bir surat takınıp Burak’ın sırtını sıvazladı.

 

"Geçmiş olsun koçum. Yıka geçer, dert etme." dedi sırıtarak.

 

Burak aynaya bakar gibi telefonunun ekranına bakıp saçlarını düzeltti. "Ulan hamsili adam oldum, var mı böyle bir rezillik?"

 

Ben dayanamayarak Burak’ın omzuna vurdum. "Bu evden sağ çıkarsan dua et. Sen git elini yüzünü yıka da sofraya oturalım." dedim gülerek.

 

Bu sırada Umay peçeteyle gözlerini silerek gülmeye çalışıyordu. "Burak, ilk defa bir yemeğe bu kadar emek verdin ve ilk defa bu kadar mağdur oldun. Tarihe not düşelim."

 

Burak gururla kafasını salladı. "Evet! Ben bu hamsikoliyi hak ettim!"

 

Fırının başında dört kişi nöbet tutuyorduk. Burak, Karadeniz şivesine iyice abanmıştı. Ellerini açmış, sanki Karadeniz’in dağlarına sesleniyordu:

 

“Uşaklaaar, bu sadece bi yemek değil haaa! Bu hamsikoli, bu bi yaşam biçimi! Balığın, mısır ununun, yeşilliğin harman olup fırında cennete yürüyüşüdür!”

 

İlteriş sandalyesine yayılmış, kafayı ellerinin arasına almıştı:
“Yemin ederim bu çocukta bi rahatsızlık var...”

 

Yaseminka ise elinde limonla bekliyordu, yüzü düşmüştü:
“Bu nasıl yemek ya... Balık temizledik, hamur yoğurduk, pişene kadar ömrümüz kısaldı...”

 

O sırada Burak, hamsikoliyle ilahi bir bağ kurmuş gibi fırının camına yapıştı:
“Vayyy! Üstü nar gibi kızardı bak! Bi lokma yiyen var ya, Karadeniz yaylalarında horon tepiyormuş gibi hisseder!”

 

Ben arkada gülmekten sandalyeden düşmek üzereydim. Umay yanıma gelip hafifçe dirseğiyle dürttü:
“Altay, ciddiyim... Bu adamı tedavi ettirsek mi?”

 

Tam o anda Burak fırın eldivenini geçirip hamsikoliye koştu:
“Anaaa kuzum ne pişmişsuuun! Gel bakalıııım sana bi selam durayım!”

 

Herkesin sabrı taşmıştı. Yaseminka mutfak havlusunu kafasına attı, İlteriş fırın tepsisini alıp masaya koydu, biz de artık bu çılgın serüvenin sonuna gelmiştik... Sandığımız kadar basit olmadı tabii. Çünkü Burak, ilk lokmayı alır almaz gözleri doldu:

 

“Hamsi... Sen ne güzel bi balıksun ya... Allah seni nazardan saklasun!”

 

Umay mutfağın köşesine geçip kahkaha atarken, ben kafamı masaya koyup gülmekten nefes alamıyordum. Yemek soğumasa, biz hâlâ Burak'ın monologlarını dinliyor olurduk!

 

Umay, elinde peçeteyle masaya oturdu, Burak’ın tiyatro tadındaki gösterisini izlerken gözlerinden yaşlar geliyordu gülmekten.

 

“Burak, sen gerçekten iyileşmeyecek misin?” dedi Umay, nefes nefese.

 

Burak, elindeki hamsikoli parçasını havaya kaldırıp gururla konuştu:
“Yenge, iyileşmek mi? Ben zaten sağlıklı değilum ki! Kalbim mısır unuyla, ruhum hamsiyle atar!”

 

İlteriş kafasını iki yana salladı, sanki teslim olmuş gibi:
“Bu adamı neden aramıza aldık biz ya?”

 

Yaseminka gözlerini devirdi:
“Ben istemedim ki! Siz getirdiniz bunu...”

 

O sırada Aybars, mama sandalyesinden Burak’a bakıp kıkırdadı:
“Vıraaaakkk!”

 

Herkes dondu, sonra kahkaha patladı! Umay koluma yaslanıp katıla katıla gülerken, ben nefesimi toparlamaya çalışıyordum.

 

Burak ise Aybars’ı gösterip mutluluktan yerinde zıplıyordu:
“Bak işte! Küçük kurt da Karadeniz ruhunu yakaladı! Bu çocuk büyüyünce horon ekibinin başı olur!”

 

Umay gözlerini devirip masayı toplamaya kalktı ama ben elini tuttum, gülümseyerek:
“Bırak hayatım, şu şamatayı biraz daha yaşayalım...”

 

Tim mutfakta horon tepmeye kalktı, Burak kemençe sesi çıkararak ayakkabısıyla ritim tutuyordu. Biz de kahkahalar eşliğinde, mutfaktaki bu kaosu izliyorduk.

 

Ne diyeyim, belki de mutluluğun tarifi gerçekten mısır unu ve hamside saklıydı!

 

“Bu var ya bu... Çayın yanına krallık kurar!” dedi Burak, Karadeniz şivesine tam gaz devam ederek. “Ben şimdi bir bardak çay içeyim, hamsikoliyi çayla boğayım, sonra horon teperken evin çatısını sökerim!”

 

İlteriş gözlüklerini çıkarıp yüzünü ovuşturdu:
“Bu çocuk manyak...”

 

Yaseminka elindeki çay kaşığıyla Burak’a doğru tehditkar bir hareket yaptı:
“Horon tepersen, seni fırına geri sokarım. Söz ver sakin olacaksın!”

 

O sırada Umay gülümseyerek önüme bir dilim hamsikoli koydu, yanında da tavşan kanı bir çay. O kadar güzel kokuyordu ki, kolumdaki ağrı bile geçer gibi oldu. İlk lokmayı alıp gözlerimi kapattım.

 

“Bu... efsane,” dedim derin bir nefesle. “Gerçekten efsane olmuş.”

 

Aybars, mama sandalyesinde çay bardağının kulpuna dokunup “Amca! Vıraaaak çay!” diye bağırınca hepimiz gülmekten kırıldık. Burak gururla sandalyeye oturup bardağını kaldırdı:
“Bu çay Karadeniz’in gözyaşıdır!” dedi. “İçtikçe adam olur insan!”

 

İlteriş dayanamayıp Burak’ın kafasına tık diye vurdu:
“Sen daha iç iç, belki adam olursun!”

 

Biz çaylarımızı yudumlarken, mutfakta sıcaklık, kahkaha ve sevgi vardı. Dışarıda kış bastırmıştı ama biz sıcacık bir sofrada, en güzel Karadeniz lezzetini paylaşıyorduk. Ve işin en güzel tarafı, hamsikoliyi bitirince eve huzur çökmüyordu... Çünkü Burak gerçekten horon tepmeye başlamıştı!

 

Burak’ın gözleri parladı, ayağa fırlayıp ellerini çırptı:
“Horona kalktıııık!” diye bağırdı. Mutfağın ortasında kendine bir sahne kurmuş gibi dönmeye başladı.

 

Umay kahkahalarla gülüp bana baktı:
“Hadi aşkım, ne oldu? Karadenizli sayılırsın, horon bilmiyor musun yoksa?” dedi kaşlarını kaldırarak.

 

Gözlerimi kıstım, kolumdaki sargıya aldırmadan ayağa kalktım:
“Benim horon bildiğim gün, Karadeniz'e yağmur yağar!” dedim gülerek ve Burak’ın yanına geçtim.

 

İlteriş koltuğa yaslanıp keyifle izlerken, Yaseminka alkış tutuyordu. Aybars da sandalyesinde zıplıyordu:
“Baba! Amca! Dön dön dön!” diye bağırıyordu minik elleriyle tempo tutarak.

 

Burak dizlerini kırıp yere vuruyor, ben onun peşinden dönüyordum. Ayaklarımız hızlandıkça hızlanıyordu, mutfağın parkeleri zangır zangır titriyordu. Umay da dayanamayıp içeri dalıp ellerini açtı, hafifçe adım atarak bize katıldı.

 

“Vay vay vay!” dedi İlteriş, başını iki yana sallayarak. “Altay’ın yaralı koluna bakmadan horon tepmesi... Bu aşk başka bir şey!”

 

Ben ter içinde nefes nefese kaldığımda Burak aniden durdu, ellerini beline koyup gururla bana döndü:
“Horonun kitabını yazmışsın, abiii!”

 

O anda Yaseminka mutfağın kapısına dayanıp gülmekten karnını tutuyordu:
“Komşular polisss çağıracak! Deprem sanacaklar!”

 

Umay gözleri ışıl ışıl bana bakıp elimi tuttu:
“Yine olsa yine yapar mısın?” diye sordu gülümseyerek.

 

Avuçlarını öpüp başımı salladım:
“Sen iste, her gün horon teperim.”

 

O sırada Aybars sandalyesinde iki elini havaya kaldırıp zafer çığlığı attı:
“Vıraaak!”

 

Ve biz, nefesimiz kesilene kadar kahkahalarla horon tepmeye devam ettik!

 

Oturmuş, Karadeniz rüzgarı gibi esip geçen günün yorgunluğunu çaylarımızla dindirirken, Umay arada bir gizlice koluma göz gezdiriyordu. Sanki gözleriyle bile iyileştirebilecekmiş gibi, elini sargının üzerinde gezdirip duruyordu. Ben ise ona her seferinde “İyiyim,” bakışı atıyordum ama kadın içini rahat ettiremiyordu.

 

Tam o sırada minik ayak sesleri duydum. Aybars, emekleyerek yanımıza geldi, sonra bir eliyle sehpadan destek alıp ayakta durdu. Minik tombul elleriyle dengede kalmaya çalışarak yanıma sokuldu. Gözlerini büyütüp koluma baktı, sargıyı incelemeye başladı.

 

Sonra birden elini kaldırıp dikkatlice koluma küçük bir öpücük kondurdu. Minik dudakları o kadar sıcaktı ki sanki yarayı iyileştirecekmiş gibi hissettirdi. Başını kaldırdı, gözleri merakla doluydu.

 

“Baba... Acıyo mu?” dedi bebek sesiyle.

 

Boğazım düğümlendi, çay bardağımı masaya bırakıp eğildim. Küçük oğlumun saçlarını karıştırıp alnını öptüm. “Hayır, küçük kurt,” dedim yumuşak bir sesle, “Sen öpünce geçti zaten.”

 

Aybars bir an durdu, sonra kocaman gülümsedi, kıkırdadı. Küçük parmaklarını yanağıma koyup beni sevgiyle izledi.

 

Burak ise bu duygusal anı bozmadan edemezdi:
“Abi, çocuk doktor filan mı olacak? Vallahi tıbbi müdahalesi var, yarın bir gün ayağını burksan alçıya alır ha!”

 

Tim kahkahalarla gülerken ben sadece Aybars’a baktım. Minik yavrum içgüdüsel olarak yanımda olmaya çalışıyordu. Henüz bir yaşındaydı ama kalbi kocamandı. İşte bu yüzden, bütün görevlerin, bütün savaşların, bütün yaraların sonunda eve dönmek her şeye bedeldi.

 

Aybars’ı kucağıma alıp başını göğsüme yasladım. Küçük elleriyle sıkıca tuttuğu Elmo peluşunu okşarken, yumuşacık nefesi tenime çarpıyordu. İçimde tarifi zor bir huzur vardı. Küçük oğlum, kollarımın arasındayken dünyanın en güvenli yerindeydi ve bu bana her şeyden daha değerliydi.

 

Gözlerimi masadakilere çevirdim, gülümseyerek, “Şöyle hep beraber Susam Sokağı maratonu mu yapsak?” dedim muzipçe.

 

Tim bir saniye kadar sessiz kaldı, sonra Burak coşkuyla, “Abi ben varım!” diye bağırarak kollarını havaya kaldırdı.

 

İlteriş derin bir iç çekip başını iki yana salladı, “Ulan Burak,” dedi, bezginlikle. “Sen olmasan şu an oyun oynayacaktık ama ne oldu? Kuklalara kaldık.”

 

Yaseminka kıkırdayarak Umay’a döndü, “Bu adamlar hep böyle mi?” diye sordu.

 

Umay kahvesinden bir yudum aldı, gözlerini bana dikip kaşlarını hafifçe kaldırarak, “Evet. Hem de her gün,” dedi.

 

Burak aldırmadan televizyon kumandasına atıldı. “Tamam tamam, açın şunu, en azından Elmo bana ilham verir!”

 

Herkes gülerek oturdu, ben ise kucağımda oğlumla biraz daha sıkı sarıldım. Susam Sokağı introsu başladığında Aybars heyecanla alkışladı. Gözlerimi kapattım, bu anın tadını çıkarmak istedim. Görevler, operasyonlar, silah sesleri, brifingler… Hepsi kapının dışındaydı. Şu an sadece biz vardık. Ailem. Evim. Gerçek hayatım.

 

Gecenin sonunda, salonun ortasında tam bir aile tablosu oluşmuştu. Kucağımda, minik nefesi boynuma sıcak sıcak çarpan Aybars, peluş Elmo’sunu bırakmadan derin bir uykuya dalmıştı. Yanımda, başını sağlam koluma yaslamış, huzurla gözlerini kapatmış olan Umay vardı. Bütün gün hem telaşlanmış, hem yorulmuştu. Şimdi ise huzurla içime sokabileceğim kadar yanımdaydı. Saçlarını hafifçe okşarken, yorgun bedeninin bana yaslanışını izledim.

 

Karşıda, tam halının üzerine devrilmiş halde Burak yatıyordu. Koltuğun kenarına ayağını dayamış, ağzı hafif açık, resmen savaş meydanında düşmüş gibiydi. Ulaş, Mustafa Kemal ve diğerleri de oraya buraya saçılmış haldeydiler. Yaseminka ise Ilteriş’i kendi bacaklarına yatırmış, parmaklarıyla saçlarını tarıyordu. Ilteriş gözlerini kapamıştı ama uyanık olduğu belliydi. Dokunuşların tadını çıkarıyordu.

 

Ekranda Susam Sokağı’nın jenerik müziği çalmaya başladığında, salondaki sessizliği dalga dalga yayarak yankılandı. Ekrandaki parlak renkler göz kapaklarımızın arasından bile sızıyordu ama kımıldayacak hâlimiz yoktu. Timden kimse hareket etmeye bile yeltenmiyordu, ta ki Burak, yarı uykulu bir sesle, “Ulan hayatımda ilk defa Susam Sokağı’na bu kadar ciddi bir şekilde maruz kaldım,” diye mırıldanana kadar.

 

Ilteriş gözlerini açmadan bıkkın bir sesle, “Burak, sen olmasan şu an PlayStation oynuyorduk, biliyorsun değil mi?” diye homurdandı. Yaseminka güldü, Ilteriş’in alnına bir öpücük kondurdu.

 

Ulaş esneyerek doğruldu, “Beyler, burada sabahlarsak yarın karargahta kesin fırça yeriz,” dedi ama kalkmaya niyetli olduğu da pek söylenemezdi.

 

Burak, gözlerini ovuşturup toparlanmaya çalışarak, “Bize müsade beyler,” diyerek ayağa kalktı. Bunu duyan diğerleri de homurdanarak toparlanmaya başladı. Yaseminka ve Ilteriş en son kalkanlar oldu. Ilteriş, “Oğlum, horon tep, dediniz teptik. Hamsikoli yap dediniz yaptık. Çay iç dediniz içtik. Susam Sokağı izlettiniz. Bizi de iyice asimile ettiniz lan,” diyerek kapıya doğru yürüdü.

 

Burak arkasını döndü, muzipçe sırıtarak, “Ulan Altay abi, bizimle Karadeniz günü yaparken asker gibiydin, Susam Sokağı’nda tam bir baba oldun,” dedi.

 

Gülerek başımı salladım, “Oğlum, oğlum var benim, kurbağa Kermit’im var, Elmo’m var, benimle uğraşmayın,” dedim.

 

Tim kapıdan çıkarken Umay başını kaldırıp fısıltıyla, “Hadi yatak odamıza geçelim,” dedi. Aybars’ı kucağımda biraz daha sıkarak, “Beni ilk kez kandırmıyorsun, ama en güzel yalanların bile hep eve çıkıyor,” diye gülümseyerek yanıtladım.

 

O gece, elimde dünyanın en değerli hazinesiyle, huzur dolu bir uykuya daldım.

 

Aybars’ın minik elleri yüzümde gezinirken gözlerimi açtım. Oğluşum, ağzında emziğiyle gözleri dolu dolu bana bakıyordu. Karanlık odada, sadece gece lambasının loş ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Yanımda Umay uykulu gözlerle sabır çekiyordu. Başımı yastıktan kaldırıp Aybars’ı kucağıma aldım, yanağını öpüp saçlarını kokladım.

 

"Küçük kurtum, ne işin var burada bu saatte?" diye mırıldandım hâlâ uykulu bir sesle.

 

Aybars, emziğini çıkarıp minik dudaklarını büzdü, ardından parmağını ağzına sokup işaret etti. O an fark ettim. Alt diş eti hafif şişmişti, kırmızıydı ve belli ki inanılmaz kaşınıyordu. Anında kafam yerine geldi.

 

“Umay,” dedim, şaşkın bir ifadeyle. “Oğlumuz diş çıkarıyor!”

 

Umay derin bir iç çekti, yastığa gömüldü ama yüzündeki yorgun gülümseme her şeyi anlatıyordu. “Evet Altay, sabaha doğru uyandık, sürekli mızırdandı, emziği bile yetmiyor. Diş jeli sürdüm ama yine de huzursuz.”

 

Oğlumun canı yanıyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum. İçim burkuldu. Aybars'ı daha sıkı kucakladım, sırtını okşayarak hafifçe salladım. Küçük burnunu boynuma gömüp mızıldanmaya devam etti.

 

"Hadi gel bakalım," dedim sakince, "küçük kurtu rahatlatmanın yollarını bulalım."

 

Umay başını kaldırıp, “Bizi uyku tutmayacak, mutfağa inelim mi?” diye sordu. Göz göze geldik, ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk.

 

Diş çıkarma gecesi başlamıştı…

 

Aybars’ı bir kolumda sıkıca tutarken diğer elimde telefonla diş çıkarma rehberini inceliyordum. Ne iyi gelir, nasıl rahatlatılır, hangi yöntemler işe yarar hepsini tek tek okuyordum. Oğlum kucağımda hafifçe kıpırdanıp mızmızlanınca daha da sıkı tuttum, kendini aniden atmasın diye dikkatli adımlarla merdivenlerden inmeye çalıştım. Uykusuzluk yüzünden gözlerim yanıyordu ama oğlumun huzursuzluğu daha önemliydi.

 

Mutfağa vardığımda, tüm evi aydınlatmamak için sadece aspiratörün ışığını yaktım. Loş ışık altında Aybars’ı tezgâha oturtup yüzünü sevdim. Minik parmakları yanağımı kavrayıp hüzünlü bakışlarla gözlerime kilitlendi.

 

"Tamam küçük kurt, baban halledecek, merak etme," dedim alçak bir sesle, elimle saçlarını okşarken.

 

Umay esneyerek mutfağa girdi, bir yandan saçlarını topluyor, diğer yandan hâlâ uykuyla mücadele ediyordu. "Ne buldun, ne iyi geliyormuş?" diye sordu gözlerini ovuşturarak.

 

Telefona baktım, "Soğuk meyve, diş kaşıyıcı, hafif masaj ve en kötüsü..." diye duraksadım, Umay kaşlarını kaldırdı. "Sabaha kadar mızmızlanma garantisi," dedim başımı iki yana sallayarak.

 

Umay iç geçirdi, "Bunu zaten tecrübe ediyoruz," diye mırıldandı ve bu uzun geceye hazırlıklı olmak için mutfağa iyice yerleşti.

 

Aybars’ı kucağımdan indirmeden alnına dokunduğumda sıcaklığının arttığını fark ettim. Kaşlarımı çatıp bir süre oğlumu inceledim, ardından endişeyle Umay’a döndüm.

 

"Aşkım, ateş ölçeri getirir misin? Galiba küçük kurt ateşleniyor," dedim ciddiyetle.

 

Umay bir an duraksadı, sonra panikle hızla mutfağı terk edip ölçeri getirdi. Aybars’ın alnına tuttuğunda ekrana baktı ve yüzü iyice gerildi. "Altay, bu çocuğun ateşi var," dedi titreyen sesiyle.

 

Tam o anda Aybars’ın gözleri doldu, minik elleriyle önce kulağını, sonra dişlerini tuttu ve acı dolu bir çığlık attı. Parmaklarını ağzına sokup şiddetle ısırıyordu. Diş çıkarma sancısıyla mı, yoksa gerçekten bir hastalık mı vardı, anlamaya çalışırken içim sıkıştı.

 

Umay hızla ateş düşürücü şurubu getirdi, ama Aybars henüz şurup içmeye alışık değildi. Küçücük bedeniyle kaçmaya çalıştı, başını iki yana salladı, dudaklarını sımsıkı kapattı. "Küçük kurt, bak bu sana iyi gelecek," dediysem de, anlamayacak kadar huysuzdu.

 

Sonunda Umay, şurubu kaşığa koyup yavaşça ağzına vermeye çalıştı, ama Aybars her yudumda daha çok ağladı. Küçücük bedeniyle kendini geriye atıp çığlığı bastı.

 

"Tamam oğlum, tamam," diyerek onu göğsüme bastırdım, sırtını hafifçe okşadım. "Biliyorum kolay değil, ama geçecek, söz veriyorum."

 

Umay endişeyle Aybars’ın alnına küçük bir öpücük kondurdu. "Altay, onu biraz yürütelim mi? Belki sakinleşir."

 

Aybars’ın minik kolları bana sıkıca sarılıyordu. Onu öyle görmek içimi acıtıyordu. "Tamam, hadi küçük kurt, biraz dolaşalım," diyerek salona doğru yürüdüm. Gece uzun olacaktı…

 

Aybars’ı sımsıkı sardım, minik bedeni huzursuzca kıpırdanıyordu. Küçücük elleriyle Elmo’yu sıkı sıkı tutarken, hıçkırıkları giderek artıyordu. Alt dudağını titrek titrek bükerek yüzüme baktı ve aniden tekrar ağlamaya başladı. Kalbim paramparça oldu. Diş çıkarma sancısının ne kadar zor olduğunu biliyordum, ama böyle çaresiz görmek insanın içini yakıyordu.

 

Usulca salona geçip loş ışıkta oturdum, Aybars’ı göğsüme yaslayarak hafif hafif sallamaya başladım. Yavaş, belli belirsiz bir ritim tutturdum. “Şşş, küçük kurt, baba burada, acım birazdan geçecek,” diye fısıldadım saçlarının arasına. Küçücük bedeni her nefeste titriyordu, minik parmakları tişörtümü yakalamıştı. Elmo hâlâ avuçlarının içindeydi, sıkı sıkıya sarılmıştı oyuncak dostuna.

 

Umay mutfaktan ıslak bir bezle geldi ve sessizce yanıma oturdu. “Altay, diş etlerine hafifçe masaj yapalım mı? Belki rahatlatır,” dedi yumuşak bir sesle. Aybars bir an kollarımda kıpırdandı, iç çekerek başını boynuma yasladı.

 

Hafifçe ıslak bezi alıp oğlumun diş etlerine dokundum, ama henüz alışık olmadığı için hızla başını çekip homurdandı. "Tamam tamam, korkma, sadece rahatlatmak istiyoruz," dedim kısık bir sesle. O sırada Umay, mutfaktan getirdiği soğuk diş kaşıyıcısını eline verdi. Aybars onu minik parmaklarıyla tuttu, önce ağzına götürdü, sonra sinirle yere attı.

 

İç çektim, sabırlı olmamız gerekiyordu. Saatin ilerlediğini fark ettim, ama ne Umay ne de ben yorgunluğumuzu hissediyorduk. Oğlumuz acı çekiyordu ve biz onun için buradaydık. Yavaşça onu biraz daha sallamaya devam ettim. “Bak, küçük kurt, baban nasıl ninni söylüyor,” diyerek hafifçe mırıldanmaya başladım.

 

Aybars’ın hıçkırıkları yavaş yavaş azaldı, sıcak nefesi boynuma değiyordu. Parmakları Elmo’nun tüylerinde gezindi, gözlerini kırpıştırdı. “Baba...” diye mırıldandı kısık bir sesle, ardından başını göğsüme yasladı ve derin bir nefes aldı.

 

Umay usulca yanımıza sokuldu, elini sırtıma koyarak “İyi ki varsın Altay,” dedi fısıltıyla. “Bu gece hepimiz için zor ama sen Aybars’ı bir dakika bile bırakmadın.”

 

Oğlumun sıcacık bedeni kollarımda, karımın sevgisi yanımdaydı. Yorulmuştum, uykusuzdum, ama önemli değildi. Çünkü ben onların babası ve kocasıydım. Ve bu, dünyanın en büyük şerefi, en güzel sorumluluğuydu.

 

Burak'ı aradım.

 

Telefonu açar açmaz Burak’ın uykulu sesi geldi, ama Aybars’ın çığlıklarını duyunca anında sesi ciddileşti. “Abi, ne oluyor? Aybars iyi mi?” dedi panikle.

 

Elimde oğlum, içimde çaresizlik, gözlerim uykusuzluktan yanarken derin bir nefes aldım. “Burak, oğlumun dişleri çıkıyor. Ateşi var, huzursuz, ne yapsak olmuyor, sürekli ağlıyor. Umay da ben de perişan olduk, ne yapacağımı şaşırdım.”

 

Burak’ın sesi telefonda daha bir netleşti. “Abi, tamam sakin ol. Sizi almamı ister misiniz? Hastaneye götürelim mi?”

 

Gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım. “Yok Burak, doktorluk bir şey değil. Ama biz bittik oğlum, hiç durmadan ağlıyor. Elimizden geleni yaptık, hiçbir şey fayda etmiyor.”

 

Burak bir süre sessiz kaldı, sonra sesi alaycı ama içten bir tonla geri geldi. “Abi, bak, ben küçükken bende de böyle olmuşum. Annem anlatmıştı. Diş çıkaran bebelere bazen ilginç şeyler iyi gelirmiş. Beni yastığın üstüne koyup arabayla gezdirirlermiş. Hareket edince sakinleşirmişim.”

 

Düşündüm. Mantıklıydı aslında. Aybars hep hareketle uyurdu, belki arabada gezmek ona da iyi gelebilirdi.

 

“Tamam, bu fikri değerlendireceğim. Ama sen de gel, belki başka bir fikrin olur. Ne bileyim, en azından biraz sohbet ederiz, beyin yakıtım bitti artık.” dedim iç çekerek.

 

Burak anında atıldı. “Geliyorum abi! Çocuk uykusuzluktan ölmesin, sen de kafayı yeme.”

 

Telefonu kapattım. Umay mutfakta soğuk suya bir bez batırıyor, gözleri uykusuzluktan kızarmış haldeydi. Ona döndüm. “Burak geliyor. Birlikte bir şeyler deneriz.”

 

Umay başını salladı, yorgun ama umut dolu bir bakış attı. Aybars hâlâ hıçkırarak ağlıyordu, minik bedeni benim göğsümde sarsılıyordu. Oğlumun acısını dindirmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım.

 

Arabanın kontağını çevirip kaloriferi sonuna kadar açtım. Soğuk havada üşümesin diye Aybars’ı battaniyesine sarmış, kucağımda hafifçe sallıyordum. Gözleri kızarmıştı, ağlamaktan burun delikleri bile genişlemişti. Küçük elleri, sıkıca kavradığı Elmo oyuncağını bırakmıyordu. "Tamam küçük kurt, birazdan yolculuğa çıkıyoruz. Araba seni sakinleştirecek bakalım, Burak amcan da geldi mi tam kadro buradayız." dedim, usulca alnına öpücük kondururken.

 

O sırada kapı açıldı, Burak uykulu uykulu arka koltuğa çöktü. "Selamunaleyküm... Abi ben niye buradayım ya? Saat kaç lan?" dedi, esneyerek.

 

"Aleykümselam, oğlum az sus da bin şu arabaya. Hemşire gibi yardıma çağırdım seni." dedim direksiyona geçerken.

 

Burak geriye yaslandı, gözlerini ovuşturdu. "İyi ki çocuğun dişi çıkıyor, biz de sabaha kadar devriye atıyoruz. Allah'ım sen bana da sabır ver." dedi, abartılı bir şekilde iç çekerek.

 

"Yav boş yapma, bak bakalım küçük kurt nasıl olmuş?" diye Aybars’ı gösterdim.

 

Burak gözlerini kıstı, kafasını hafif yana eğdi. "Vay be, paşam harbi perişan olmuş ha. Küçük adam büyüyor. Heyt be, biz de böyle mi büyüdük lan?" dedi, hafifçe Aybars’ın battaniyeye sarılı kafasını okşarken.

 

Aybars gözlerini açtı, Burak’a mahzun mahzun baktı ve dudaklarını büzdü. Tam o anda, incecik sesiyle "Vırakk..." dedi.

 

Burak kahkaha attı. "Oğlum bu beni kurbağa Kermit olarak görüyor yemin ederim. Helal sana paşam, sabahın köründe bile moralimizi düzeltiyorsun." dedi, keyifle.

 

"Burak, hadi lan! Uyuma arkada, devriye başlıyor. Aybars’ı uyutacağız." dedim gaza basarken.

 

Burak, montunu başına çekip "Abi be, valla gariban yemini ediyorum, gece gece ne işlere düştük." diye söylenirken, arabayla gecenin sessizliğinde süzülmeye başladık.

 

Aybars’ın titrek sesiyle “Baba” deyişi içimi burktu. Küçük kurdum, kollarımda ağlamaktan yorulmuş, nefesi düzensizleşmişti. Birkaç saniye boyunca sessizce ağzını açıp kapattı, sanki kelimelerle anlatamayacağı bir acıyı içine çekiyordu. Ama sonra bir anda, o minik bedeniyle öyle bir çığlık attı ki direksiyon başında irkildim.

 

"Tamam tamam, oğlum buradayım, korkma paşam!" dedim, sağ elimle sırtını sıvazlarken. Ama nafile… Küçük adamın gözleri yaşlarla dolmuştu, kıpkırmızı olmuş yanaklarından yaşlar süzülüyordu.

 

Arka koltuktan gelen Burak’ın sesi, yarı uykulu yarı panik haldeydi. “Abi, bu vırakçının sesi camı çatlattı yemin ediyorum! Lan ben mi ağlayayım, o mu ağlasın bilemedim!”

 

"Kes ulan!" dedim sinirle, ama aslında gözüm Aybars’taydı. Bir yandan arabayı sürerken, bir yandan da oğlumun minik elini tuttum. O küçük parmaklar, parmağımı sıkı sıkı kavradı.

 

Burak eğilip battaniyenin arasından Aybars’a baktı, sonra ciddi bir ifadeyle “Paşam, seni acil olarak gazoza götürüyoruz. Emredersiniz, di mi?” dedi.

 

Aybars ise gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını şişire şişire, “Vıraaaakkk!” diye bağırarak Burak’ın suratına patlattı.

 

Burak, büyük bir ciddiyetle “Bu bir onaydır.” deyip başını salladı.

 

İçim parçalanıyordu. Oğlumun diş sancısı çektiğini görmek, elimden hiçbir şey gelmemesi beni delirtmişti. Araba hızla geceyi yararak ilerlerken, “Sık dişini paşam, en kısa sürede ana üsse varacağız. Dayan küçük kurt!” dedim iç çekerek.

 

Aybars’ın minik elleri, hiç de masum bir güçle değildi kulağıma yapışan. Birden, tüm kuvvetiyle çekince acıyla inledim ve “Oğlum, koparacaksın lan kulağımı!” diye bağırarak refleksle arabayı sağa çektim.

 

Direksiyonun başında gözlerimi kısıp bir an acımı bastırmaya çalışırken, arka koltuktan Burak kahkahayı patlattı. “Abi helikopterle operasyona gittin, kurşun yedin, bıçaklandın… Ama en büyük darbeyi 1 yaşındaki oğlun vurdu ha!”

 

Arkama dönüp kaşlarımı çattım. “Burak, şu an gerçekten susman gereken bir andasın.”

 

Burak ciddileşerek elini göğsüne koydu. “Tamam abi, sustum.” Ama daha cümlesini bitirmeden Aybars bir daha “Vıraaaak!” diye bağırıp elini yine kulağıma attı.

 

Bu sefer Burak kendini tutamadı ve kahkaha attı. “Abi, ben hiçbir şey yapmıyorum ama galiba paşa seni dövüyor. Sen ne ara oğluna bu kadar eğitim verdin?”

 

Kulağımı tutarak derin bir nefes aldım. “Oğlum, küçük kurtum… Seni çok seviyorum ama babanı sağ bırak da doktora götürebileyim.” dedim iç çekerek.

 

Aybars minik dudaklarını büzüp bana baktı, sonra da suratını Burak’a çevirdi.

 

Burak, ciddi bir ifadeyle oğluma döndü: “Paşam, stratejik saldırıyı şu an kesiyoruz. Ana üsse varınca hedefe tekrar saldırabiliriz.”

 

Aybars gözlerini kocaman açtı ve küçük başıyla “Evet” der gibi salladı.

 

Ben ise içimden “Bu çocuk kesinlikle Burak’la fazla vakit geçiriyor.” diye düşündüm ve derin bir nefes alarak tekrar arabayı çalıştırdım. “Tamam küçük kurt, gidiyoruz.” dedim. Ama içimde bir his vardı… Beni bu gece çok daha büyük bir sınav bekliyordu.

 

"Hayatım Aybarsla hastaneye geldik dayanamadım." yazıp gönderdim Umay'a.

 

Telefon ekranına bakarken Umay’ın mesajı anında okuduğunu gördüm. “Altay! Hangi hastanedesiniz? Hemen geliyorum!” diye yanıtladı. Telaşı o kadar netti ki neredeyse sesini duyar gibi oldum.

 

“Aşkım, sakin ol. Panik yapma. Acil servisteyiz, Aybars iyi. Sadece diş sancısı.” diye cevap verdim ama biliyordum, Umay yine de yerinde duramazdı.

 

Burak omzuma vurdu, “Abi, ben de mesaj atayım mı? ‘Yenge korkma, çocuk sapasağlam ama biraz baba dayağı attı’ diye?” dedi sırıtıp.

 

Gözlerimi devirdim. “Burak, şu an gerçekten susmazsan seni de çocuk doktoruna sokarım.”

 

Tam o anda Aybars başını omzuma yasladı, yorgun gözlerini kırpıştırarak elmasını sıkıca tuttu. “Baba…” diye mırıldandı, sesi yorgun ama huzurluydu.

 

Başımdan aşağıya sıcak bir dalga geçti. Küçük kurdumu buraya getirmekle en doğrusunu yapmıştım. Ama Umay hastaneye girene kadar içim rahat etmeyecekti…

 

Aybars'ın o minik vücudundan çıkan o kadar güçlü bir çığlıktı ki, hastanenin bekleme salonundaki herkes irkilerek bize döndü. Küçük elleriyle tişörtümün yakasını sımsıkı kavradı, yüzü kıpkırmızı olmuştu. **"Baba! Aaahhh!"** diye ağlayarak kendini geriye attı, ama ben sıkıca tuttum.

 

Burak hemen yanına eğildi. **“Oğlum, senin ciğer ne güçlüymüş lan! Bu nasıl bir desibel?”** dedi şaşkınlıkla.

 

Acildeki hemşire hızla yanımıza geldi, yüzünde hafif bir gülümsemeyle, **“Belli ki diş sancısı... Ama yine de bir doktorumuz kontrol etsin, hemen içeri geçelim.”** dedi.

 

O sırada kapılar hızla açıldı ve Umay içeri daldı, nefes nefese kalmıştı. Gözleri anında Aybars'a kitlendi. **"Bebeğim! Küçük kurdum, annem burada!"** diyerek hızla yanımıza geldi.

 

Aybars, Umay’ı görünce minik kollarını ona uzattı ama tam o sırada diş sancısı yine saplanmış olmalı ki daha da sert ağladı. **"Anneee!"** diye inledi, başını boynuma gömmeye çalıştı.

 

Umay, gözleri dolarak elini minik yanağına koydu. **“Tamam aşkım, şimdi doktor teyze sana bakacak. Geçecek annem, dayan biraz.”**

 

Burak gözlerini kocaman açtı, **"Teyze mi? Vay be, demek doktor hanım genç değilmiş..."** diye sırıttı.

 

**"Burak!"** diye aynı anda bağırdık, o ise kıkırdayarak yerinde hopladı.

 

Hemşire kapıyı açıp bizi içeri yönlendirdi. **“Hadi bakalım minik bey, sizi muayene odasına alalım.”** dedi gülümseyerek.

 

Aybars’ı kucağıma daha sıkı sardım ve derin bir nefes alıp içeri girdik. İçimden geçirdiğim tek şey, oğlumun acısını bir an önce hafifletmekti.

 

Serum takılırken Aybars minik kolunu çekmeye çalıştı, ama hemşire onu nazikçe tutarak işlemi hızla tamamladı. Küçük kurdun gözleri dolmuş, alt dudağı titriyordu. “Bitti, bitti, oğlum,” dedim yumuşak bir sesle, başını okşayarak.

 

Umay elini Aybars’ın diğer minik eline koydu. “Annecim, bak hemen geçecek, tamam mı? Birazdan hiç acımayacak,” dedi sevgiyle.

 

Doktor bize dönüp detaylı bilgi vermeye başladı: “Bebeklerde diş çıkarma süreci bazen gerçekten sancılı olabilir. Yüksek ateş, iştahsızlık, huzursuzluk, hatta bazen ishal bile görülebilir. Şu an verdiğimiz ağrı kesici ve ateş düşürücüyle rahatlayacak. Diş jeli de kullanabilirsiniz, ama aşırıya kaçmamak lazım.”

 

Burak kafasını kaşıyarak “Hocam, diş çıkarmak bu kadar zor mu ya? Ben çocukken bu kadar tantana yapmamıştım,” dedi.

 

Doktor hafifçe gülümseyerek “Bunu annenize sormalısınız, belki sizin için de uzun uykusuz geceler yaşanmıştır,” diye cevap verdi.

 

Aybars, seruma alıştıktan sonra biraz gevşedi, ağlaması hafifledi ve gözleri kapanmaya başladı. Onu rahatça yatırdım ve başını göğsüme yasladım. Umay, oğlumuzu izlerken gözleri doldu, ama bir şey demedi, sadece sessizce saçlarını okşadı.

 

“Tamam aşkım, bundan sonra daha hazırlıklı olacağız,” dedim Umay’ın elini tutarak.

 

Doktor, “Birkaç saate kadar tamamen rahatlar. Eğer gece tekrar huzursuzlanırsa soğuk diş kaşıyıcılar veya hafif masaj yapabilirsiniz,” dedi.

 

Başımı salladım. “Teşekkür ederiz doktor hanım, gerçekten içimiz rahatladı,” dedim içtenlikle.

 

Aybars’ın minik nefesi düzene girmişti. Oğlumuz artık huzurla uyuyordu. Umay da derin bir nefes aldı ve bana yaslandı. “O kadar korktum ki, Altay…” diye fısıldadı.

 

“Biliyorum,” dedim saçlarını öperek, “Ama biz hep yanındayız. Küçük kurdumuz güçlü, her şey yoluna girecek.”

 

Saatin ilerlediğini fark ettim. Gözlerim ağırlaşıyor ama aklım brifingdeydi. Sabahın köründe yine karargahta olacaktım, ama bu gece uykusuz geçecekti. Aybars’ı kucağımda hafifçe sallarken içimde büyüyen yorgunlukla savaşıyordum. "Bari bu geceyi sakin geçirsek," diye düşündüm ama şimdiden biliyordum, sabah gözlerim kan çanağı gibi olacak, Burak'ta uykusuz kalmıştı.

 

Sonra kendi kendime söylenmeyi kestim. Ben bir komutandım. Ağır sorumluluklar taşıyan, emir veren, operasyon yöneten bir komutan. Sabahın ilk ışıklarıyla brifinge girecektim, yüzümde tek bir yorgunluk ifadesi olmadan. "Bazen insan kendine bile otorite kurmalı," dedim içimden.

 

Umay bana baktı, gözlerimdeki uykusuzluğu görüyordu ama bir şey demedi. Sadece başını omzuma yasladı. O da biliyordu, bu gece uzun olacaktı.

 

Umay, Aybars’ın minik parmaklarıyla kıpkırmızı ettiği kulağıma baktı ve hafifçe gülümsedi. “Yine mi kurban oldun?” diye sordu alçak bir sesle.

 

Ben de gülümsedim, ama yorgunluğumu gizleyemedim. “Belli ki komutan otoritem ona işlemiyor,” dedim, kulağımı hafifçe ovalayarak. Aybars uykusunda kıpırdandı, dudaklarının kenarında beliren o küçük, masum gülümsemeyle içimi ısıttı.

 

Umay, beşiğe doğru eğilip oğlumuzun saçlarını okşadı. “En azından onun gözünde sadece babasın,” dedi fısıltıyla.

 

Bu cümle, içimde bir yerlere dokundu. Evet, sahada bir komutandım, ama burada… Burada sadece bir babaydım. O an, her şeyi bir kenara bırakıp birkaç saatliğine de olsa yalnızca bu kimlikle var olmayı diledim. Ama sabah hızla yaklaşıyordu ve ben biliyordum: Görev, her şeyin önüne geçecekti.

 

Doktor sessiz adımlarla içeri girdi, elinde serum setini kontrol eden bir hemşireyle birlikte. Hafifçe başımı sallayarak selam verdim, o da yorgun ama kararlı bir ifadeyle karşılık verdi. Aybars’ın ateşi düşmüştü, nefesi daha sakin, yüzü huzurluydu. Doktor, durumu özetleyip gece boyunca neler yaşandığını anlattı, ardından yapılabilecekleri sıraladı. Serumun artık çıkarılabileceğini söylediğinde içimde bir rahatlama hissettim. Küçük bedeni iğnelerden, hortumlardan kurtulacaktı.

 

Hemşire dikkatlice damar yolunu söküp küçük bir pamukla bastırdı, ardından minik kolunu sarıp battaniyesine sardı. Aybars hafifçe kıpırdandı ama uyanmadı. Gözleri kapalıydı, yüzündeki yorgun ama huzurlu ifade içimi biraz olsun rahatlattı. Gecenin en azından onun için sakin bittiğini bilmek bir nebze de olsa içimi ferahlattı.

 

Yanımda oturan Umay derin bir nefes aldı. Sabahki derslerini iptal ettiğinden biraz daha rahatlamış görünüyordu. Ona dönüp baktım, gözleri hâlâ yorgundu ama yüzündeki endişe biraz hafiflemişti. Benim için böyle bir şans yoktu. Aybars’ı ve Umay’ı burada bırakıp birkaç saat içinde karargâhta olacaktım. Gözlerim uykusuzluktan yanıyor, omuzlarım ağırlaşıyordu ama buna alışkındım. İnsan yorgunluğa da sorumluluğa da alışıyordu.

 

Saatime baktım. Fazla vaktim kalmamıştı. Aybars’ın başını usulca okşayıp battaniyesini düzelttim. Şimdi rahat uyuyordu, ben ise uyanık kalıp başka bir savaşa gidecektim.

 

"Aşkım," dedim, sesim yorgun ama kararlıydı. "Benim gitmem gerekiyor. Arabayı sana bırakıyorum. Bir şey olursa mutlaka ara."

 

Umay, Aybars’ın beşiğinin yanında oturuyordu. Gözlerini benden ayırmadan başını hafifçe salladı. Yüzünde endişeyle karışık bir kabullenmişlik vardı. Aylardır böyleydi. Ben giderdim, o kalırdı. Bu döngüye ikimiz de alışmıştık ama hiçbir zaman kolay olmamıştı.

 

Ayağa kalktım, üzerimdeki yorgunluğu silkeleyip ceketimi düzelttim. Umay da kalktı, yanıma gelip hafifçe bileğimden tuttu. “Dikkat et,” dedi, sesi kısıktı ama içinde bir sürü şey saklıydı.

 

Gözlerine baktım, bir an olsun zaman durdu. Söylenecek çok şey vardı ama hiçbirine gerek yoktu. Elini sıktım, sonra kapıya yöneldim. Sabahın sessizliğinde botlarımın zeminde çıkardığı hafif yankıyı duyarak dışarı çıktım. Gece burada bitmişti ama benim için yeni başlıyordu.

 

Burak, odanın köşesindeki sandalyede dengesiz bir şekilde uyukluyordu. Başını duvara yaslamış, ağzı yarı açık halde hafifçe horluyordu. Onu o halde görünce istemsizce gülümsedim. Her zamanki gibi, ne kadar sert görünmeye çalışsa da Burak’ın rahat tavırları hiç değişmiyordu.

 

Şakayla karışık bir ses tonuyla, “Kalk, geldik,” dedim ve omzuna hafifçe vurdum. Bir an afallayıp irkildi, sonra gözlerini ovuşturarak bana baktı.

 

“Ne çabuk geldik ya?” diye homurdandı.

 

Ona arabamın anahtarını uzattım. “Sen şu anahtarları al, yengenle Aybars’ı eve bırak. Sonra direkt karargâha geç,” dedim.

 

Burak anahtarları avucuna alıp gözlerini kıstı. “Komutanım, ben şoför mü oldum?” diye mırıldandı ama gülümseyerek ceketini düzeltti. Söylenirdi ama her zaman dediğimi yapardı.

 

Ben kapıya yönelirken arkamdan seslendi. “Uyudun mu bari?”

 

Gülerek başımı iki yana salladım. “Sen beni ne zaman uyurken gördün?”

 

Burak iç geçirdi. “Bir gün düşüp bayılacaksın, ben de kahvemi alıp izleyeceğim.”

 

Başımla beşiği işaret ettim. “Oğlumun uykusu yerinde, benim için şimdilik yeter.”

 

Burak başını salladı ve ciddileşti. “Tamam komutanım, merak etme. Yengemi ve yeğenimi bırakıp hemen geliyorum.”

 

Ben ise artık günün asıl mesaisine başlamak için yola çıkıyordum. Gece bitmişti, şimdi savaş başlıyordu.

 

Karargâha taksiyle vardığımda hava hâlâ karanlıktı, ama içimde güneş doğmak bilmiyordu. Yorgunluk kemiklerime işlemişti, ama buna aldıracak vaktim yoktu. İçeri adımımı attığımda Halil Komutan’ı da çoktan orada buldum. O da benim gibi erken gelmişti, masasının başında bir şeyler inceliyordu.

 

Kapıdan girer girmez selam verip esas duruşa geçtim. O, göz ucuyla bana baktı, sonra beklediğim gibi sert ama hafif alaycı bir ses tonuyla konuştu.

 

“Rahat.”

 

Emriyle birlikte duruşumu bozup, “Günaydın, Komutanım,” dedim.

 

Beni baştan aşağı süzdü, sonra kaşlarını kaldırarak hafifçe güldü. “Hayırdır Altay, gece beşik mi salladın? Gözlerin kıpkırmızı.”

 

İç geçirip başımı salladım. “Aynen öyle, Komutanım. Aybars gece rahatsızlandı, hastanedeydik. Neyse ki şimdi iyi.”

 

Halil Komutan, gözlerini benden ayırmadan başını salladı. Alaycı gülümsemesi kaybolmuş, yerini ciddiyete bırakmıştı. O, babalığın ne demek olduğunu bilen adamlardandı. Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra masanın üzerine koyduğu dosyalardan birini bana doğru uzattı.

 

“Geçmiş olsun, Altay. Ama biliyorsun, burası seni bekleyemez. Şimdi işimize dönelim.”

 

Dosyayı alıp başımı salladım. Gece evde bitmişti, şimdi sahadaki görev başlıyordu.

 

Odama geçip masanın başına oturdum. Tim gelmeden önce evrak işlerini halletmek en iyisiydi. Masamın üzeri raporlarla doluydu; operasyon planları, istihbarat notları, lojistik talepleri… Burası savaş alanının kağıda dökülmüş haliydi.

 

Yorgunluğuma rağmen disiplini elden bırakmadım. Esniyordum, gözlerim yanıyordu ama zihnim görev modundaydı. Bir dosyayı kapatıp diğerini açarken, odamın ağır havasını fark ettim. Gece boyu kapalı kalmıştı, içerideki koku bile ağırlaşmıştı.

 

Ayağa kalkıp pencereyi açtım. Sabahın serin havası içeri dolarken derin bir nefes aldım. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp kendimi toparlamaya çalıştım. Henüz günün başındaydım ve daha uzun bir yol vardı.

 

Kapı hafifçe tıklatıldı, ardından erlerden biri içeri girdi. Dik duruyordu, sesi kararlı ama hafif gergindi.

 

“Komutanım, beni emretmişsiniz,” dedi.

 

Başımı kaldırıp ona baktım. Gözlerim hâlâ uykusuzluktan yanıyordu ama disiplin her şeyin üzerindeydi.

 

“Bana kahve getir,” dedim, sesim netti. “Türk kahvesi, sade olmalı.”

 

Eğilip selam verdikten sonra hızla çıktı. Ben de fazla oyalanmadan işime geri döndüm. Masanın üzerindeki evrakları düzene sokup, öncelikli olanları ayırdım. Zihnim yorgundu ama odaklanmak zorundaydım. Daha gün yeni başlıyordu ve önümde uzun bir mesai vardı.

 

Masamdaki raporlara odaklandım. Operasyonel değerlendirme, istihbarat analizleri ve lojistik ikmal raporları öncelikliydi. Bölgeye dair güncel istihbarat verileri incelenmeden sahaya çıkmak riskli olurdu. Düşman unsurlarının hareketliliği, muhtemel tehdit unsurları ve bölgedeki dost unsurların pozisyonları detaylı şekilde raporlanmıştı.

 

Öncelikle harekât planına dair güncellemeleri kontrol ettim. Timlerin intikal noktaları, muharebe istihkâkları ve iletişim protokolleri eksiksiz olmalıydı. Hava şartları ve arazi koşullarının operasyon üzerindeki etkilerini de gözden geçirdim. Taktik haritaları açarak muhtemel güzergâhları ve olası temas noktalarını analiz ettim.

 

Lojistik destek raporunda mühimmat sevkiyatının gecikebileceğine dair bir not vardı. Bu, sahadaki unsurlar için kritik bir konuydu. Harekât sırasında ikmal zafiyeti yaşanmaması için alternatif planları gözden geçirmem gerekecekti.

 

Son olarak, personel durum raporuna göz attım. Görev dağılımı yapılmış, timlerin hazırlık seviyesi tamdı. Ancak saha koşulları her zaman değişken olduğundan, her ihtimale karşı esnek bir hareket planı belirlemek şarttı.

 

Raporları inceledikçe zihnim daha da netleşti. Her detayın üzerinden geçtikten sonra timin gelmesini beklemeye başladım. Sahaya çıkmadan önce hiçbir belirsizlik kalmamalıydı.

 

 

Uykusuzluk sinirlerimi iyice yıpratmıştı. Gözlerim yanıyor, başım zonkluyordu. Bir an kontrolümü kaybedip masadaki dosyaları sertçe savurdum. Evraklar odanın içine dağıldı, bazıları yere düşerken bazıları masanın kenarında kaldı.

 

Nefesimi düzenlemeye çalıştım ama cidden kendimde değildim. Yorgunluk, stres ve sorumluluk artık tahammül sınırımı zorluyordu. Kendi kendime küfrederek eğildim ve dosyaları toplamaya başladım. Tam o sırada kapı açıldı.

 

Er, elinde kahvemle içeri girdi ve göz ucuyla odayı taradı. Durumu çabuk kavradı ama yorum yapmadı. Sade Türk kahvesini usulca masama bıraktı, ardından eğilip yere saçılmış dosyaları toplamaya başladı.

 

Bir an duraksayıp ona baktım. Bir şey demedim ama o sessizlik her şeyi anlatıyordu. O da ses çıkarmadan işini yaptı, saygıyla toparladı ve bana uzattı.

 

Dosyaları alıp masaya koyarken derin bir nefes aldım. Kahveyi elime alıp ilk yudumu aldığımda sıcaklık, uykusuzluğumun biraz olsun üzerini örttü. Kendimi toparlamalıydım. Gün yeni başlıyordu ve daha önümde uzun saatler vardı.

 

Telefonu elime alıp Umay’ı aradım. Çaldıktan birkaç saniye sonra sesi geldi, yorgun ama sakin.

 

“Aşkım?” dedi fısıltıyla. Arka planda sessizlik vardı, demek ki Aybars hâlâ uyuyordu.

 

“Nasıl Aybars? Biraz daha iyi mi?” diye sordum, sesimdeki endişeyi gizlemeye çalışarak.

 

“Serumun etkisiyle hâlâ uyuyor,” dedi. “Ateşi normale döndü, nefesi de rahat. Şimdilik iyi görünüyor.”

 

Derin bir nefes aldım. Bu, şu an için iyi bir haberdi. Ama hâlâ içimde bir huzursuzluk vardı. Onları orada bırakıp buraya gelmek zorunda kalmıştım ama yapacak bir şey yoktu.

 

“Tamam,” dedim. “Bir şey olursa anında haber ver.”

 

“Merak etme,” dedi Umay. Sesinde hem yorgunluk hem de beni rahatlatmaya çalışan bir ton vardı. Beni en iyi o anlardı.

 

Telefonu kapattım, gözlerimi birkaç saniye kapatıp kendimi toparladım. Şimdi aklımı sahaya çevirmem gerekiyordu. Aybars güvendeydi, Umay yanındaydı. Benim işim burada, görevimin başında olmaktı.

 

Kapı çalındı. Vuruş ritminden hemen anladım—İlteriş’ti. Her zaman aynı düzende çalardı, ne eksik ne fazla. Kapı açıldığında, tim arkasında dizilmiş halde içeri girdi.

 

Burak en önde, her zamanki umursamaz tavrıyla duruyordu ama gözleri uykusuzluktan kızarmıştı. Belli ki yolda her şeyi anlatmıştı. Daha ben bir şey demeden herkesin ilk sorusu aynı oldu:

 

“Komutanım, Aybars nasıl?”

 

Gözlerimi timin üzerinde gezdirdim. Hepsi ciddi ama içten bir endişeyle bakıyordu. Sadece bir tim değildik, aile gibiydik. Biri düştüğünde diğerleri kaldırırdı.

 

“İyi,” dedim, sesimi olabildiğince sağlam tutarak. “Serumun etkisiyle hâlâ uyuyor ama ateşi düştü.”

 

Herkes hafifçe başını salladı, belli belirsiz bir rahatlama yüzlerine yansıdı. Ama burası karargâhtı, duygular uzun süre oyalanmazdı. Herkes biliyordu, şimdi sahaya odaklanma zamanıydı.

 

Elimle işaret ettim. “Tamam, özel ilgi için sağ olun ama artık işimize dönelim. Bugün uzun bir gün olacak.”

 

İlteriş hafifçe gülümsedi. “Her zamanki gibi, Komutanım.”

 

Timden hafif bir mırıltı yükseldi, herkes hazırdı. Yorgunluk, uykusuzluk, özel meseleler… Hepsi şimdi geri plandaydı. Artık görev zamanıydı.

 

Sert bir sesle, “Bugün beni yormayın. Ne dersem yapın,” dedim. Timde hafif bir sessizlik oldu. Herkes gözlerini bana dikmişti. Yorgun olabilirdim ama disiplin ve düzen her şeyin üstündeydi.

 

Bakışlarımı İlteriş’e çevirdim. Her zamanki gibi dimdik duruyordu, emre hazırdı.

 

“İlteriş, senden mühimmat raporu istiyorum. Yazılı olacak, eksiksiz.”

 

Başını sertçe salladı. “Emredersiniz, Komutanım.”

 

Gözlerimi timin geri kalanına kaydırdım. “İstihbarat raporları masamda olacak. Her biriniz operasyon alanıyla ilgili detaylı rapor yazacaksınız. Bugün kağıt işiyle geçecek. Tüm gün.”

 

Hafif bir homurdanma oldu ama kimse açıkça itiraz etmedi. Kimse sevmezdi ama saha kadar masa başında da disiplin gerekiyordu.

 

Ellerimi arkamda birleştirip sertçe ekledim. “İtirazı olan?”

 

Herkes sessiz kaldı. Gözlerindeki hafif memnuniyetsizliği görüyordum ama kimse ağzını açmadı.

 

“Güzel,” dedim. “Öyleyse iş başına.”

 

Herkes dağıldı, odada sadece görev bilinci kaldı. Bugün sahaya çıkmıyorduk ama sahaya çıkmadan önce hazırlık tam olmalıydı.

 

 

Masamın başına oturdum, kalemi elime aldım ve günün en zor görevlerinden birine başladım: rapor yazmak. Sahada çatışmaya girmek, istihbarat toplamak ya da operasyon yönetmek, bu masanın başında saatlerce evrak işi yapmaktan daha kolay geliyordu. Ama disiplin, sadece silah kuşanmakla değil, bilgiyi doğru analiz edip eksiksiz raporlamakla da sağlanırdı.

 

Öncelikle, istihbarat raporlarını gözden geçirdim. Bölgedeki hareketlilik, muhtemel tehdit unsurları ve düşman kuvvetlerinin son konumlarını inceledim. Dost unsurların konuşlanma noktaları ve lojistik hatlarıyla ilgili verileri tek tek rapora işledim. İstihbaratın eksik olduğu yerleri işaretleyip, güncel bilgiler geldikçe tamamlanması için notlar düştüm.

 

Sonra, mühimmat raporlarına geçtim. İlteriş’in hazırladığı döküm elimdeydi. Timlerin bireysel mühimmat durumu, kullanılan ve eksilen malzemeler, yenilenmesi gereken envanter detayları—hepsini listeledim. Özellikle uzun operasyonlarda, lojistik desteğin aksaması ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Eksik mühimmat, sahada insan hayatına mal olabilirdi. Bu yüzden tek bir hata yapmamaya özen gösterdim.

 

Operasyon değerlendirme raporları, günün en çok dikkat isteyen kısmıydı. Önceki harekâtın analizini yaparak taktik hataları ve geliştirilmesi gereken noktaları belirttim. İntikal süresi, temas noktaları, düşman kuvvetlerinin tahmini reaksiyon süresi ve arazi koşullarının etkileri gibi detayları tek tek yazdım. Özellikle timin koordinasyonu ve iletişim prosedürleri üzerine notlar ekledim. Birlikte hareket etmek, savaş alanında hayatta kalmanın en önemli şartıydı ve bunun kâğıt üzerinde bile mükemmel olması gerekiyordu.

 

Saatler geçtikçe gözlerim yanmaya başladı ama tempoyu düşürmedim. Uykusuzluk bir bahane değildi. Görev, her şeyin önündeydi. Raporları eksiksiz tamamlamadan bu masadan kalkmayacaktım. Disiplin, sahada değilse bile masada sürmeliydi. Her satır, sahadaki adamların güvenliği demekti. Bütün gün masa başında olsam da bu da bir savaştı ve ben kaybetmeyecektim.

 

Raporları tamamladıktan sonra dosyaları düzene sokup derin bir nefes aldım. Kâğıt işi bitmişti ama işin asıl kritik kısmı şimdi başlıyordu—Halil Komutan’a sözlü rapor vermek. Masadan kalkıp dosyaları koltuğumun altına sıkıştırarak odasından içeri yöneldim.

 

Kapıyı iki kere tıklatıp bekledim. "Gir," dedi tok sesiyle.

 

İçeri adımımı attığımda, Halil Komutan masasının başında, gözleri bilgisayardaki harita ekranına dikili haldeydi. Her zaman olduğu gibi, detaylara gömülmüştü. Selam verip esas duruşa geçtim.

 

"Rahat," dedi gözlerini ekrandan ayırmadan.

 

Bir adım öne çıkıp, sesimi net ve tok tutarak konuşmaya başladım. "Komutanım, istihbarat ve mühimmat raporları hazır. Bölgedeki son hareketlilik analiz edildi, düşman unsurlarında kayda değer bir değişiklik yok. Ancak tedarik zincirimizde gecikme riski var, lojistik desteğin hızlandırılması gerekebilir."

 

Halil Komutan nihayet bana döndü, gözlerini kısıp başını hafifçe eğdi. "Tedarik gecikmesi derken, ne kadarlık bir sapmadan bahsediyoruz?"

 

Elimdeki dosyayı açıp hazırladığım notları kontrol ettim. "Planlanan teslim süresi 48 saatti, ancak mevcut ikmal noktalarındaki aksaklıklar nedeniyle bu süre 72 saate çıkabilir. Kritik mühimmatlarda henüz eksik yok ama uzun vadede risk oluşturabilir."

 

Kaşlarını çattı. "Saha timleri bundan nasıl etkilenir?"

 

"Şu an için minimum seviyede, Komutanım. Ancak operasyon temposu artarsa, özellikle ağır mühimmat kullanımında sıkıntı yaşanabilir. Alternatif ikmal yolları değerlendirilmezse sahadaki timlerin manevra kabiliyeti sınırlanabilir."

 

Halil Komutan kısa bir süre düşündü, sonra sandalyesine yaslandı. "İyi iş, Altay. Yazılı raporu bırak, ayrıca lojistik birimiyle temasa geç. Alternatif planlar belirleyin. Düşman hareketliliği düşük olsa da işler bir anda değişebilir."

 

Başımı salladım. "Emredersiniz, Komutanım." Dosyayı masasına bırakıp selam verdim.

 

Tam çıkarken sesi arkamdan geldi. "Altay, uykusuzluğun yüzünden okunuyor. Biraz dinlenmeye bak. Gece yine uzun olabilir."

 

Gülümsemeden edemedim ama arkamı dönmeden sadece "Alışkınım, Komutanım," dedim ve odadan çıktım. Şimdi sırada lojistik birimiyle işin çözümünü bulmak vardı.

 

Lojistik birimine hızla geçtim. Koridorda yürürken tempomu düşürmedim, görev bilinciyle ilerledim. İçeri adımımı attığımda beni gören askerler anında esas duruşa geçti.

 

“Rahat,” dedim sert bir sesle, vakit kaybetmeden konuya girmek için.

 

Birim sorumlusu Üsteğmen Selçuk öne çıktı. “Komutanım,” dedi net bir sesle, gözleri dikkat kesilmişti.

 

Masasına yöneldim, önümde açık duran ikmal listesine göz attım. “Mühimmat ve lojistik destekle ilgili gecikme raporunu aldım. Bana güncel durumu verin. Tedarik zincirinde aksayan noktalar neresi? Hangi malzemeler kritik seviyeye yaklaşıyor?

 

Selçuk hızla önündeki dosyayı açıp konuşmaya başladı. “Komutanım, en büyük gecikme ağır mühimmat sevkiyatında. Zırhlı birlikler için ayrılan mühimmatın sevkiyatı iki gündür aksıyor. Bunun dışında kişisel taarruz mühimmatı için henüz bir sıkıntı görünmüyor. Gıda ve medikal malzeme tedarikinde de hafif sapmalar var ama operasyonel seviyede risk oluşturacak düzeyde değil.”

 

Kaşlarımı çattım. Ağır mühimmat gecikmesi, uzun vadede operasyonel riski artırabilirdi. “Bunun nedeni ne?”

 

Selçuk, “Ana ikmal rotasında yaşanan lojistik sıkışıklık, Komutanım. Alternatif rota değerlendirildi ama güvenlik riski var. Konvoyun o hatta yönlendirilmesi, ek koruma gerektiriyor,” dedi.

 

Masaya eğilip haritayı inceledim. Alternatif rotaya baktım. Risk vardı, evet. Ama zaman kaybetmek daha büyük bir tehditti.

 

Gözlerimi Selçuk’a diktim. “O konvoy gecikemez. Alternatif rotayı kullanacağız ama eskort desteği artırılacak. Bugün içinde çıkmaları için emir verin. Ek güvenlik sağlayacak bir tim organize edeceğim.”

 

Selçuk başını salladı. “Emredersiniz, Komutanım.”

 

Geri çekilip dik durdum. “Bu işin takibini bırakmayın. En ufak aksama olursa anında bana rapor edin.”

 

“Emredersiniz!”

 

Selam verdiler, ben de karşılık verdim ve hızla dışarı çıktım. Şimdi sırada eskort timini organize etmek vardı.

Lojistik biriminden çıkar çıkmaz hızla harekât merkezine yöneldim. Ağır mühimmat konvoyunun güvenliği sağlanmazsa, sahadaki operasyonel kapasitemiz risk altına girerdi. Bu yüzden eskort timi en kısa sürede hazırlanmalıydı.

Koridora adım attığım anda İlteriş’le burun buruna geldim. Beni görünce selam verdi.

“Komutanım, lojistik biriminden geldiğinizi duydum. Sorun büyük mü?” diye sordu.

Başımı salladım. “Ağır mühimmat sevkiyatında gecikme var. Alternatif rota kullanacağız ama güvenlik riski yüksek. Konvoya eskort gerekecek.”

İlteriş gözlerini kıstı, harita odasını işaret etti. Beraber içeri girip duvara asılı taktik haritanın önüne geçtik. Masanın üzerindeki kırmızı ve mavi işaretli bölgelere baktım. Düşman unsurlarının olası temas noktalarını işaretledim.

“Rota şu hat üzerinden ilerleyecek,” dedim parmağımla güzergahı göstererek. “Ancak burada,” diye devam ettim, riskli geçiş bölgesini işaret ederek, “olası bir pusuya karşı hazırlıklı olmalıyız. Senin timi konvoya eskort olarak istiyorum.”

İlteriş başını salladı. “Tam kadro mu çıkıyoruz, Komutanım?”

Düşünüp hızla hesap yaptım. Konvoyu korumak için yeterli güç ayırmalıydım ama karargahtaki asıl operasyon hazırlıklarını da riske atmamalıydım.

“Tam kadroya gerek yok,” dedim. “Beş kişilik bir ekip yeterli olacak. Keskin nişancı desteğiyle, öncü bir zırhlı araç da konvoya eşlik edecek.”

İlteriş anında harekete geçti. Telsizini çıkardı ve seçtiği adamları çağırdı. “Anlaşıldı, Komutanım. On beş dakika içinde hazırız.”

Başımı salladım. “Bana her hareketinizi raporlayın. En ufak bir terslik olursa doğrudan bana bildir.”

“Emredersiniz.”

İlteriş hızla odadan çıkıp ekibini toplamak için gitti. Bense bir kez daha haritaya baktım. Görev netti, risk hesaplanmıştı, önlemler alınmıştı. Şimdi tek yapmamız gereken, bu işin sahada da planlandığı gibi ilerlemesini sağlamaktı.

İlteriş ekibini toplarken ben de harekât merkezine geçtim. Konvoyun ilerleyişini takip etmek için hem harita hem de anlık telsiz bağlantıları elimde olmalıydı. Masa başına geçip operasyon frekansına bağlandım, sahadaki unsurların koordinasyonunu kontrol ettim.

On beş dakika geçmeden İlteriş telsizden seslendi. “Komutanım, eskort timi ve konvoy hazır. Harekete geçiyoruz.”

Elimi telsize götürdüm. “Anlaşıldı. Güzergâh boyunca iki kilometrede bir rapor verin. Kritik bölgeye girerken haber edin.”

“Emredersiniz.”

Ekrandaki haritada konvoyun ilerleyişini takip ettim. Başlangıçta her şey yolundaydı. Arazi şartları uygun, hız sabitti. Ancak konvoy kritik bölgeye yaklaşırken telsizden İlteriş’in sesi geldi.

“Komutanım, ileride şüpheli bir hareketlilik var. Konvoyu durdurduk, keşif yapıyoruz.”

Kaşlarımı çattım, haritadaki noktaya odaklandım. Tam da en riskli geçiş hattındalardı.

Telsizi tekrar elime aldım. “Görsel teyit var mı?”

“Henüz değil, ama termal izler alıyoruz. Olumsuz bir senaryo için mevzi alıyoruz.”

Nefesimi tuttum. Bu bir pusu olabilir miydi? Ya da sadece rutin bir hareketlilik mi? Ama savaşta her olasılık, en kötü ihtimal üzerinden değerlendirilmeliydi.

“Düşman teyidi almadan harekete geçmeyin,” dedim. “Gerekirse konvoyu geri çekin, havadan destek talep edebiliriz.”

İlteriş’in sesi netti. “Anlaşıldı, Komutanım. Beklemede kalın.”

Şimdi yapabileceğim tek şey, telsizden gelecek bir sonraki raporu beklemekti. Gerilim artıyordu ve her şey bir anda değişebilirdi.

Telsizden gelen her saniyelik sessizlik, sahadaki belirsizliği daha da artırıyordu. Harita ekranına odaklandım, konvoyun pozisyonu sabitti. İlteriş’in ekibi, tehdit analizini tamamlamadan harekete geçmeyecekti. Bu, sahada kurduğumuz disiplinin bir göstergesiydi—gereksiz risk alınmaz, refleks yerine prosedür uygulanırdı.

Sonunda İlteriş’in sesi telsizde yankılandı:

“Komutanım, ileri keşif unsurumuz gözle temas sağladı. Termal imza veren hedefler, muhtemel düşman unsuru. Üç ila beş kişilik bir grup, kamufle pozisyonda, ağır silah tespit edilmedi. Muhtemelen istihbarat topluyorlar veya yol kontrolü yapıyorlar.”

Derin bir nefes aldım, bu senaryoların en kötüsü değildi ama tehdit göz ardı edilemezdi.

“İlteriş, angajman yetkisi yok, ancak temas durumunda karşılık verilecek. Konvoy statik pozisyonda kalıyor, çevre güvenliği maksimum seviyeye çıkarılacak. Operasyonel istihbarat için hedefler takip edilebilir mi?”

“Takip edebiliriz, ancak bölge açık arazi. Görsel kayıpları hızlı olabilir. Mesafeyi koruyarak iz sürmeyi öneririm.”

“Onaylandı. Eğer düşman unsurları agresif bir manevra yaparsa, anında bastırıcı ateş uygulayın ve konvoyu derhal güvenli bölgeye çekin. Taktik önceliğimiz temas değil, sevkiyatın sağ salim ulaştırılması.”

“Emredersiniz, Komutanım.”

Harita üzerinde eskort timinin muhtemel hareket rotalarını hızla gözden geçirdim. Eğer bu bir öncü gözetleme ekibiyse, ana kuvvet yakınlarda olabilirdi. Bu ihtimale karşı, hava desteği için hazır konumda bekleyen insansız hava aracı (İHA) devreye sokulmalıydı.

Telsizi tekrar elime aldım. “Merkez’den Gözetleme Birimi’ne, İHA desteği için talep geçiyorum. Bölge üzerinde keşif istiyorum. Sıcak temas olasılığı var.

“Anlaşıldı, Komutanım. İHA kalkış için hazırlanıyor, beş dakika içinde görüntü aktarımına başlıyoruz.”

Şimdi sahadaki hareketlilik sadece İlteriş’in gözlemine değil, yüksek irtifadan gelen istihbarata da dayanacaktı. Taktik durumu anbean değerlendirirken, içimdeki sessiz alarm hiç susmuyordu.

Bu sadece bir gözetleme mi, yoksa yaklaşan daha büyük bir çatışmanın ilk kıvılcımı mıydı?

Telsizden merkeze bağlanarak gelişmeleri anlık takip etmeye devam ettim. İHA'nın kalkışı onaylandı ve beş dakika içinde bölge üzerinde olacaklardı. Bu süreçte İlteriş’in ekibi düşük profilde kalarak gözlem yapmayı sürdürdü.

“Komutanım, hedefler sabit durmuyor. Düşman unsurları bölgeden çekilmeye başladı. Muhtemelen varlığımızın farkına vardılar.”

Kaşlarımı çattım. Eğer sadece keşif yapıyorlarsa ve silahlı değillerse, neden bu kadar hızlı geri çekiliyorlardı? Bu hareket, bir tuzak hazırlığının işareti de olabilirdi.

“İlteriş, rotadan sapmadan konvoyu hareket ettirin ama dikkatli olun. Güvenli geçiş sağlandıktan sonra, geri çekilen unsurların tahmini istikametine İHA ile takip başlatacağız.

“Anlaşıldı, Komutanım. Konvoy hareket halinde, güvenlik formasyonu korunuyor.”

Ekranda konvoyun tekrar ilerlediğini gördüm. İleri unsur olarak İlteriş’in ekibi, yol emniyetini sağlıyordu. Konvoyun merkezinde lojistik araçlar, en arkada ise güvenlik desteği sağlayan zırhlı araç ilerliyordu. Standart eskort protokolü uygulanıyordu—düşük hız, dağınık düzen, sürekli izleme.

Dakikalar ilerledikçe İHA’dan ilk görüntüler merkeze düştü. Termal ve optik sensörlerden gelen veriler düşman unsurlarının batıya doğru çekildiğini gösteriyordu.

Hemen istihbarat birimini devreye soktum. “Merkez’den İstihbarat’a. Takip edilen unsurların rotası analiz edilsin. Bölgedeki olası düşman kampı veya ikmal noktalarıyla örtüşme var mı?”

“Anlaşıldı, Komutanım. Verileri tarıyoruz.”

Haritaya göz gezdirdim. Eğer bu unsurlar bir ana kuvvetle bağlantılıysa, yakındaki bölgelerde düşman hareketliliğinin artması gerekirdi. Bu yüzden telsizi tekrar kaldırdım.

“İlteriş, konvoy güvenli bölgeye ulaşınca timle birlikte gözetleme noktası kur. Düşmanın rotasını netleştirene kadar bölgede kalmanızı istiyorum. İHA’dan gelen verileri sizinle paylaşacağım.”

“Emredersiniz, Komutanım.”

Zaman ilerliyordu. Konvoy görevini tamamlamak üzereydi ama benim içimdeki şüphe büyüyordu. Eğer bu geri çekiliş kontrollü bir manevraydıysa, daha büyük bir şey yaklaşıyor olabilirdi.

“Bu sadece bir test miydi? Yoksa yaklaşan bir saldırının ilk hamlesi mi?” diye düşündüm.

Görev bitmemişti. Asıl iş şimdi başlıyordu.

İHA’dan gelen görüntüler merkeze düştüğünde, ekranda düşman unsurlarının batıya doğru çekildiği netleşti. Ancak bir şeyler ters gidiyordu. Çekilme hızı düzensizdi, sanki ani bir emirle yön değiştirmişlerdi. Bu, standart bir geri çekilme değil, bilinçli bir yönlendirme manevrasıydı.

Telsizi elime aldım. “İlteriş, teyakkuz seviyesini artır. Düşman unsurları tahmin edilenden daha hızlı çekiliyor. Bu bir aldatmaca olabilir. ‘Sütre gerisinde’ olasılığına karşı ikincil pozisyon belirleyin.”

Sütre gerisinde, düşmanın bilinçli olarak geri çekilip daha büyük bir kuvveti pozisyona sokma taktiğiydi. Eğer bu bir pusunun ön sinyaliyse, konvoy şu an en tehlikeli konumundaydı: Açık arazide, hareket halinde ve ateş üstünlüğü sağlayamayacak bir yapıda.

İlteriş’in sesi netti. “Komutanım, zırhlı unsuru konvoyun yan emniyetine alıyorum. Keskin nişancı pozisyonu belirledik, termal tarama başlatıyoruz.”

Şimdi yapılması gereken, düşmanı kendi tuzağına düşürmekti.

Hemen Harekât Merkezi’ne döndüm. “Gözetleme Birimi, bana uydu geçiş verilerini açın. Bölgedeki son yarım saatlik IR (Infrared) izleri analiz edilecek. Düşmanın ana unsuru varsa, ısı imzalarını görebiliriz.”

Uydu görüntüleri merkeze düştü. Ekranda beliren termal izler, düşmanın planını ele veriyordu. Geri çekildiklerini sandığımız grup, aslında daha büyük bir birimin girişini kamufle etmek için yön değiştiriyordu. Sahaya yeni giren unsurlar, konvoy rotasının 3 kilometre batısında mevzilenmeye başlamıştı.

Bu büyük çaplı bir temasın habercisiydi.

Telsizi elime aldım. “İlteriş, düşman ana unsuru tespit edildi. Konvoyun önünü aç, hızını artır, temas olasılığı yüksek. Geri çekilen unsurlar sahte hedefmiş, ana birlik arkadan yanaşıyor.”

“Komutanım, anlaşıldı. Konvoy ileri hıza çıkıyor, yan emniyet genişletiliyor. Kestirme rota var mı?”

“Alternatif güzergâh yok. Temas kaçınılmaz görünüyor. Taktik Delta uygulanacak.”

Taktik Delta, düşman unsurları konvoyun üzerine kapanmadan, eskort biriminin birden fazla ateş noktası kurarak saldırıyı emmesi ve konvoyu güvenli bölgeye çıkarmasıydı. Bu, dikkat dağıtma ve süratli tahliye üzerine kurulu bir savaş manevrasıydı.

İlteriş telsizden teyit etti. “Taktik Delta başlatılıyor. Keskin nişancı ekibi yerleşti, baskı ateşi için hazırlık yapılıyor.”

Bu bir yarıştı. Düşman pusuya düşürmek istiyordu, bizse onları kendi tuzaklarına çekmek zorundaydık.

Harekât Merkezi’ndeki tüm gözler ekrana kilitlenmişti. Dakikalar içinde, ateş hattı kurulacak ve gerçek savaş başlayacaktı.

Saat 16:42 – Ankara-Konya Sınırı

İHA’dan gelen görüntülerle sahadaki durumu anbean izliyorduk. Düşman unsurları, konvoy güzergâhının batısında mevzilenmiş ve koordineli bir ilerleme başlatmıştı. Ancak bizim avantajımız vardı: Onların bizi izlediğini sanırken, aslında biz onları izliyorduk.

İlteriş telsizden bildirdi: “Komutanım, düşman teması başladı. Ancak biz çatışmaya girmiyoruz, yalnızca gözlem ve yönlendirme yapıyoruz.”

Bu, kontrollü bir angajmandı. Düşmanı doğrudan karşılamayacak, onları açığa çıkartıp asıl hamleyi sahadaki ağır unsurlarımıza bırakacaktık. Taktiksel avantaj elimizdeydi.

“İlteriş, öncü unsurların hızını sabit tutun. Keskin nişancı ekibi yalnızca kesin hedeflere ateş açsın. Baskı ateşine gerek yok, temas süresini uzatmadan düşmanı yönlendirin.”

“Emredersiniz, Komutanım.”

Harita ekranında düşmanın hareket tarzı değişmeye başladı. İlk başta konvoyu sıkıştırmaya çalışan unsurlar, şimdi daha geniş bir hat üzerine yayılarak sahaya hâkim olmaya çalışıyordu. Bu, onların bizi yanlış değerlendirdiğini gösteriyordu.

Telsizi tekrar kaldırdım. “Gözetleme Birimi, düşmanın ileri taarruz noktalarını işaretleyin. Topçu desteği için koordinatlar belirleniyor.”

İlteriş’in ekibi artık yalnızca çatışmayı yönlendiriyordu. Direkt temasa girmeden, düşmanın konumunu ve manevralarını rapor ediyor, onları kontrol altında tutuyordu. Bu, savaşın en incelikli şekliydi: Düşmana ateş etmeden ona yön vermek.

Dakikalar ilerledikçe, düşman unsurlarının koordinasyonu bozulmaya başladı. Taktik hataları yapıyorlardı; bizim yerimizi netleştiremedikleri için farklı yönlerden yayılıp sahayı genişletmeye çalışıyorlardı. Bu, onları daha savunmasız hale getirdi.

Son hamle zamanıydı.

Telsizden emri verdim: “İlteriş, düşmanı belirlenen koordinatlara yönlendirin. Topçu bataryası atış için hazır.”

İlteriş’in sesi netti. “Anlaşıldı, Komutanım. Hedefler belirtilen noktaya çekiliyor.”

Düşmanı kendi planlarına göre değil, bizim istediğimiz şekilde hareket ettirmeyi başarmıştık. Şimdi, son perde başlıyordu.

 

Saat 17:26 – Ankara-Konya Sınırı

Düşman unsurları, bizim yönlendirdiğimiz noktaya çekilmeye devam ediyordu. İlteriş’in ekibi, uzaktan müdahaleyle onları belirlenen koordinatlara doğru sıkıştırıyor, anlık istihbarat akışıyla düşmanın hareketlerini tahmin ediyordu.

“Komutanım, hedef unsurlar belirlenen bölgede yoğunlaşmaya başladı. Topçu bataryası için son koordinatları doğruluyorum.”

Harita ekranında, düşmanın hatalı bir hamleyle bir arazi sıkışmasına girdiği netleşti. Açık araziye yayılan unsurlar, bizim yönlendirmemizle doğal bir dar boğaza girmişti. Burada savunmasız kalacaklar ve çıkış noktaları kısıtlanacaktı.

Telsizi elime aldım. “Topçu Birliği, hedef noktaları doğrulandı. Yoğun ateş desteği başlatın. İlteriş, unsurunu güvenli hatta çek.”

“Anlaşıldı, Komutanım. Unsurlar güvenli bölgeye çekiliyor.”

Dakikalar içinde topçu bataryası hedefleri kilitledi. İHA görüntülerinde, ilk yüksek patlayıcılı mermilerin düşman pozisyonlarına düştüğünü izledik. Dar alana sıkışmış unsurlar, karşılık verme fırsatı bulamadan baskı altına alındı. Koordineli topçu atışları, düşmanın muharebe gücünü hızla azalttı.

İlteriş’in sesi telsizden tekrar geldi. “Komutanım, düşman unsurlarında dağılma başladı. Geri çekilme belirtileri var. Sıcak temas riski minimuma indi.”

Gözlerimi harita ekranına diktim. Taktik hamle tamamlanmıştı. Düşman yalnızca kayıplar vermemiş, aynı zamanda bölgedeki saldırı kapasitesini kaybetmişti.

Telsizi tekrar kaldırdım. “Topçu ateşi kesilsin. Gözetleme birimi, kaçan unsurların yönünü takip edin. Konvoy güvenli bölgeye ulaştı mı?”

“Evet, Komutanım. Konvoy güvenli bölgede, personelde kayıp veya yaralı yok.”

Rahat bir nefes aldım. Görev tamamlanmıştı. Düşmanı çatışmaya zorlamadan, planladığımız şekilde hareket ettirmiş, onu kendi hatalarıyla boğmuştuk. Savaşta kazanmak, her zaman mermi sıkmak değildi.

Saat 18:00 – Karargâh

İlteriş odama girdi. Yorgundu ama gözleri hâlâ keskin ve dikkatliydi. Selam verip masama bir dosya bıraktı.

“Komutanım, çatışma sonrası raporu. Düşman unsurlarında tahmini %60 kayıp var. Geri çekilenler istihbarat takibinde. Bizim timde sıfır kayıp. Operasyonun tamamı kontrollü angajman çerçevesinde gerçekleşti.”

Başımı salladım. “İyi iş çıkardınız. Soğukkanlı kalmasaydık, bu bir kargaşaya dönebilirdi.”

İlteriş gülümsedi. “Komutanım, zaten bu yüzden biz buradayız.”

Dosyayı açıp imzaladım. Bugün bir muharebe kazandık, ama savaş bitmemişti. Düşman geri çekilmişti, ama geri geleceklerdi.

Başımı kaldırdım, İlteriş’le göz göze geldim. “Şimdilik bitti. Ama hazır bekleyin. Çünkü yakında tekrar başlayacak.”

İlteriş başını sallayıp sert bir şekilde selam verdi ve odadan çıktı. Dosyayı kapatıp gözlerimi birkaç saniye kapattım. Yorgundum, ama görev her zaman devam ediyordu.

Günün raporlarını tamamladıktan ve son emirleri verdikten sonra saatime baktım. Askerî personel çıkış saati gelmişti. Taktik harekâtın ardından herkesin üzerindeki yorgunluk net bir şekilde hissediliyordu. Ancak disiplin, biten bir görevin ardından bile bozulmazdı.

Timle beraber karargâhın çıkış kapısına yöneldik. Servis araçları, personelin kademeli olarak tahliyesi için hazır bekliyordu. İlteriş, Burak ve diğer tim üyeleriyle birlikte araca bindik. Kimse fazla konuşmuyordu, sadece motorun sesi ve arada derin nefes alışlar duyuluyordu.

Burak yan koltukta başını cama yaslamıştı, gözleri yarı kapalıydı. Hafifçe güldüm. “Gözlerini fazla kapatma, yoksa seni uyandırmak için taşımak zorunda kalırım.”

Burak gözlerini açmadan, “Komutanım, bir gün bu servise binmeden uyuyacağım, o gün zafer günü olacak,” diye mırıldandı.

İlteriş başını çevirip alaycı bir şekilde gülümsedi. “Zafer dediğin şey uykuyla mı ölçülüyor Burak? O zaman hepimiz kaybettik.”

Kimse itiraz etmedi. Günün yorgunluğu hepimizi bastırıyordu.

Servis sessizce ilerlerken, gözlerim ağırlaşmaya başladı ama zihnim hâlâ açıktı. Yolda geçen her dakika, kafamda yeni planları şekillendiriyordu. Bugün kazanmıştık ama bir sonraki çatışma ne zaman patlak verecekti?

Evin sokağına geldiğimizde derin bir nefes aldım. Burası, savaşın durduğu tek yerdi. En azından bir süreliğine. Servisten inip kapıya yöneldim. Şimdi baba kimliğime bürünme vaktiydi.

Eve girdiğimde yorgunluk, üniformamın içine işlemiş gibiydi. Ayaklarım ağırdı, omuzlarımda günün yükü vardı ama içeri adım attığımda tanıdık bir sıcaklık hissettim.

Kapının hemen yanında terliklerim, her zamanki gibi, beni bekliyordu. Umay… Ben söylemeden her şeyi düşünen, beni benden iyi bilen kadın. Gözüm kirli sepetine takıldı, zaten açılmıştı. Beni yormamak için, ben gelmeden her şeyi hazır etmişti.

Sessizce odamıza yöneldim. Kapıyı açtığımda, loş ışıkta çeşitli masaj yağları dizilmişti. O an anladım… Beni bekliyordu.

Umay yatağın kenarında oturmuş, yumuşak bir tebessümle bana baktı. “Bugün zor geçti, biliyorum,” dedi usulca. Sesinde hiçbir soru, hiçbir sorgu yoktu sadece anlayış.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım. Savaş alanından dönen bir asker için, bundan daha büyük bir huzur olamazdı.

“Sen olmasan, kim toparlar beni?” diye mırıldandım, yaklaşırken.

Umay eline bir şişe aldı, avuçlarına birkaç damla yağ damlatıp gülümseyerek, “Gel bakalım, Komutanım,” dedi.

Savaş bitmişti. En azından, bu gece için.

Umay, avuçlarına aldığı aromatik yağı sırtıma yayarken kaslarımın gevşediğini hissettim. Parmakları omuzlarımdaki gerginliği çözerken, yorgunluk yavaş yavaş yerini huzura bırakıyordu.

Başımı yana çevirip gözlerimi kapattım. “Aybars nasıl?” diye sordum, sesim artık gün boyu çatışma yönetmiş bir komutandan çok, evine dönmüş bir babanın sesi gibiydi.

Umay hafifçe güldü, masaja devam ederken “Uyuyor,” dedi. “Odayı sakinleştirmenin yolunu Yasemin Teyzen buldu. Bebek yogası yaptırıyor.”

Gözlerimi açıp şaşkınca ona döndüm. “Bebek yogası mı?”

Umay başını salladı, gülümsemesi büyüdü. “Evet, ciddi söylüyorum. Nefes egzersizleri, hafif esneme hareketleri… Bilmiyorum nasıl ama işe yarıyor. Aybars bir süredir daha rahat uyuyor.”

Başımı iki yana sallayıp iç geçirdim. “Biz çocukken bizi ayağımıza battaniye sarıp ninnilerle uyuturlardı. Şimdi çocuklar yoga yapıyor.”

Umay saçlarımı hafifçe karıştırdı. “Zaman değişiyor, Komutanım. Belki senin de biraz bebek yogasına ihtiyacın vardır.”

Gülerek başımı ellerinin altına bıraktım. “Şimdilik aromatik yağlarla idare edelim.”

O an anladım… Günler ne kadar sert geçerse geçsin, döndüğümde burası benim en güvenli sığınağımdı....

Bölüm : 17.03.2025 21:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...